Din ile Dil

Din ile DilBir kül­tü­rün ma­ne­vi­ya­tı­nı, an­lam-de­ğer dün­ya­sı­nı, du­yar­lı­lı­ğı­nı, kı­sa­ca vic­da­nı­nı ko­ru­yan, sü­rek­li kı­lan, Din ile Dil’dir. Din ile Dil’ini kay­be­den kül­tür, vic­da­nı­nı kay­be­der. Din en üst se­vi­ye­de ken­di­si­ni o kül­tü­rün the­o-on­to­lo­ji­sin­de ifa­de eder; Dil ise en üst se­vi­ye­de o kül­tü­rün şi­i­rin­de di­le ge­lir. Öy­ley­se, the­o-on­to­lo­ji din’in, şi­ir ise dil’in özü­dür. Din ile di­li, the­o-on­to­lo­ji ile şi­i­ri bir ara­ya ge­ti­ren, vic­da­nı ahenk­li, or­ga­nik bir bü­tün kı­lan ise o kül­tü­rün mu­si­kî­si­dir. The­o-on­to­lo­ji­si’nin de­rin­li­ği kay­bo­lan bir kül­tü­rün şi­i­ri­nin de has­sa­si­ye­ti za­yıf­lar; do­ğal ola­rak böy­le bir kül­tü­rün mu­si­kî­si de ahenk de­ğil gü­rül­tü ha­li­ni alır.

Bir kül­tü­rün an­lam-de­ğer dün­ya­sı­na, vic­da­nı­na sa­vaş, di­ni­ne, di­li­ne ve mu­si­kî­si­ne sal­dı­rıy­la baş­lar. Bu du­ru­ma ta­rih şa­hit­tir. Amen­tü’sü olan bir kül­tür emin’dir. Bu ne­den­le ide­olo­jik sal­dı­rı doğ­ru­dan mer­ke­ze, em­ni­yet sa­hi­bi­ne, Emin’e yö­nel­til­miş­tir. Bur­sa’da 1409’da ben­zer bir sal­dı­rı­ya Sü­ley­man Çe­le­bî, Ve­si­let el-Ne­cat (Kur­tu­luş Yo­lu) ad­lı ese­riy­le, ya­ni şi­ir’le kar­şı­lık ver­miş, Türk­ler bu şi­i­ri mu­si­kî’ye dö­ke­rek ebe­dî­leş­tir­miş­tir.

Ta­rih­te kaç mil­let sa­hip ol­du­ğu the­o-on­to­lo­ji’yi şi­ir­le ve mu­si­kiy­le ka­tıp ka­rış­tır­mış; her fer­dî do­ğum ve ölüm­de te­ren­nüm ede­bil­miş­tir. Türk­ler, the­o-on­to­lo­jik sev­gi­le­ri­ni öf­ke ile de­ğil sü­kû­net ile şi­i­re ve mu­si­kî­ye iş­le­miş; hü­zün­le­riy­leMev­lid’e can ver­miş­tir. Mev­lid’e hu­ra­fe di­yen­ler, bu mil­le­tin di­ni­ne, di­li­ne ve mu­si­kî­si’ne za­ten sa­vaş aç­mış­lar­dı; on­la­rın sal­dı­rı­ya ver­dik­le­ri kar­şı­lık ya­ni öf­ke şid­de­ti, Ölüm’ü do­ğu­rur; se­vad-i a’zâm ise de­rin üzün­tü­sü­nü, hüz­nü­nü Do­ğum’a dö­nüş­tü­rür.

Sheaskpere’in Hamlet’in ağzıyla dediği gibi: “Dünya bir hapishane ve Danimarka da onun en karanlık yeri”.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İstanbul: Süreklilik kafada kopunca!

İstanbul: Süreklilik kafada kopunca! ...Her eylem, her eser, kişinin sahip olduğu fikrin, duygunun tecessüm etmesidir. Süleymaniye Külliyesi, bir fikrin, bir duygunun cisimleşmesidir; hatta bütün bir şehir, bir mananın/anlamın tecessüm etmiş halidir. Her ne ki içerisindedir kişinin o dışına vurur; kafada olmayan mekanda da olmaz çünkü. Ahmedî’nin dediği gibi: “Sanmagil fikr etmeden her işe el / Ki’olur evvel fikret ü ahir amel”; başka bir deyişle akıl, eylemi öncelemelidir. Özellikle yöneticiler bir işe kalkışırken heva ve heveslerine göre değil, akıllarına göre iş yapmalıdırlar.

Mehmed Şah Fenarî’nin Enmuzec el-ulumadlı eserindeki ifadesiyle: “Yönetici’nin düşüncesi, sözü ve eyleminden önce gelmeli; yalnızca işlere ilişkin inançlarla yetinmemelidir. Bundan dolayıdır ki Tanrı, Adem’i, kendisini diğer canlılardan ayıran aklı nedeniylehalîfe seçmiştir. Dolayısıyla Yönetici’nin eylemleri akla göre olmalıdır”. Cehaletten, bilgisizlikten iyi niyetin doğmayacağı bilinmeli, aklı dolaşık insanların sorunları çözmek değil, karmaşıklaştıracağı dikkate alınmalıdır. Çünkü siyaset, dolaştırmak, karmaşıklaştırmak değil, tertip etmek, düzenlemek; “un çuvalını tozutmadan yere koymaktır”; bunun da yolu bilmekten, bilenlerle yola çıkmaktan geçer. Yine Mehmed Şah Fenarî’nin deyişiyle: “Yönetici, adalet yolundan ayrılmamalı; bilginlerle beraber oturmalı, onlarla düşüp kalkmalıdır; çünkü -bilindiği üzere- doğru/kâmil siyasetin hem dış hem de iç etkisi ancak ve ancak bilgi’yle gerçekleşir”.

Güzel’i tahakkuk ve tecessüm ettirmeyi kendine şiar edinmiş bir kültürün, medeniyetin mensupları olarak, duyarlılığımızı maddeye dökmek, işlemek, nakşetmek için doğruluk’u tespit etmiş olmamız gerekir. Çünkü bilgideki doğruluk sanatta güzellik adını alır; bu nedenle “doğru’yu bilen güzel eyler, güzeli eyler” denmiştir. Bütün bunlar da hesabı verilmiş bir anlam-değer dünyası’na sahip olmakla mümkündür. Hiçbir yumurtadan aslan çıkmaz; hiçbir aslan da civciv doğurmaz. Ne ki bilkuvve içkindir bir fikirde, bilfiil hale gelen de odur eylemde.

Aklî dünyamızdaki süreklilik bilgimizdeki doğruluğun, vicdandaki/anlam-değer dünyamızdaki süreklilik de eylemlerimizdeki güzelliğin sürekliliğini sağlar. Kişinin aklındaki kopukluk, fırtına, karışıklık bilgisine; vicdanındaki/anlam-değer dünyasındaki kopukluk, fırtına, karışıklık ise eylemine, eserine yansır. Ahmedî’nin “Alem ilm [akıl] ü amel [adalet]dir” demesi boşuna değildir; ilim ile amel, akıl ile adalet, hem akılda hem de vicdanda süreklilik isteyen durumlardır. İdrakî süreklilik bilginin sıhhatini, vicdanî süreklilik ise eylemin istikametini pekiştirir; biri doğruluğu diğeri güzelliği muhkem kılar.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İktidar Paylaşımı

İktidar PaylaşımıHer şeyden önce katmanlaşmayı, dolayısıyla düzen kurmayı becerebilen toplumlar, paylaşımı bilgiye, dolayısıyla ehliyete dayandırarak toplumun tüm bireylerine açmışlar; bu vasfı edinen her kişiye toplumun ürettiği artı-değerden pay alacak olanağı, en azından nazarî seviyede, vermişlerdir. Kadim kültürümüzde kaleme alınan Siyaset-nâmeler böyle bir katmanlaşmanın ve bilgi ile ehliyetin paylaşımdaki merkezî yerini gösterirler.

Güç, hangi araçlarla elde edilirse edilsin bir kez kazanıldığında hep elde tutulmak istenir. Bu durumun temsil değeri yüksek en güzel örneği, bir babanın sahip olduğu gücü çocuklarına aktarmak istemesinde görülür. Tarihte yalnızca saltanat babadan oğula geçmemiştir; dört yüzyıl süren tabip aileler, birkaç yüzyıl devam eden bilgin aileleri hep bu gerçekle alâkalıdır. Paylaşımın bilgi ile ehliyete dayanması, en sonunda katmanlararası geçişi sağlayan şeffaf bir sistem oluştururken (meritokrasi), paylaşımın hâkim güçlerce yapay ölçütlere göre ayarlanması kilitlenmeye neden olur. Kast Sistemi'nin kozmik-dinî gerekçelere dayandırılması; örnek olarak İslâm siyaset düşüncesinde belirli bir ailenin (Kureyş) kozmik-dinî seçilmişliği; ya da Türk devlet geleneğinde yalnızca, Kınık, Kayı gibi bazı seçilmiş ailelere siyasî iktidar hakkının tanınması bu tespitle ilgilidir. O kadar ki, mitolojiler bile, günümüzdeki ideolojiler gibi, kısmî olarak toplumlarda paylaşımın hâkim güçlerce yapılmasına olanak verecek şekilde örgütlenmişlerdir.

Paylaşımın yol açtığı çatışmayı belirli bir ahenkte tutmak için siyasî, dinî, ilmî ve ticarî aynı çıkara sahip bireylerin örgütlenmelerine ve paylaşım için yarışmalarına izin veren sistem, günümüzde demokrasi adıyla bilinmektedir. Paylaşımın bir yarış halini alması; karmaşık bir yapı içerisinde çok sesli bir uyum (harmoni) oluşturulmaya çalışılması ilk elde cazip gelse de, sistem nazarî seviyede kalmaktadır. Özellikle güçlü ülkelerde, demokrasi o ülkede hâkim güçlerin örtülü manipülasyonuna olanak verirken; zayıf ülkelerde de güçlü ülkelerin gizli-örtülü müdahalesine ortam sağlamakta; paylaşım, özellikle güçlü ülkelerle işbirliği yapan hâkim zümrelerin yapay kıstaslarına göre belirlenmektedir. Bu durum toplum içerisinde yatay biriken bir enerji yaratmakta, dikey harekete geçtiğinde ise toplumsal patlamaya (devrim) neden olmaktadır.

Yukarıda özetlenen yapılardan hangisi tercih edilirse edilsin, değişmeyen tek şeyin iktidar paylaşımının yarattığı çatışmanın, insanî bir nitelik olduğudur. Öyleyse yapılması gereken ilk şey insan olmaklığımızı dikkate alarak, niteliğimizi ortadan kaldırmak değil eğitmek (eğmek) ve öğretmektir. Nitekim tüm dinlerin ve hayata ağırlık veren felsefî sistemlerin amacı, işbu niteliğin hem birey hem de tür olarak insan lehine terbiye edilmesidir. Bu nitelik, insanın doğasına dayalı bir ahlakî ve hukukî sistem içerisinde iş görür, paylaşım da bilgi ve ehliyete göre yapılırsa ön-görülebilir ve sürdürülebilir bir hayat inşa etmek mümkün olur.

Hem bireyler hem de toplumlar sağlıklı bir iktidar paylaşımı için hayatı iki tarafı keskin bir kılıç formunda yaşamalıdır; bu keskinliğin korunması birey ve toplumların ayıklığını sağlarken; körelmesi iç çatışmaya düşülüp başkalarına uşak olunmasına neden olur. Ülkemizde, milletimize uşak olmayı öğretene aydın denir; bunun bir üst makamında da uluslararası şöhrete sahip, Türk bilgini olmayı becerememiş, bilim adamları/kadınları yer alırlar.

İhsan Fazlıoğlu-Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İslâm âlemi önce geçmişini bulmalıdır

İslâm âlemi önce geçmişini bulmalıdır

Bir Sırp atasözü şöyle der: "Mutlak kesin olan tek şey gelecektir; çünkü geçmiş durmaksızın/sürekli değişir". Son iki yüzyılın dünyasını en iyi ifade eden belki de en güzel cümle bu olmalıdır. Niçin? Bu sorunun yanıtını yine yakın tarihimize geri giderek belki bulabiliriz.

Kurtuluşu bu dünyada arayan Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat'ın yorumcuları Kabalacılar 'belirli bir gayeye göre tarihi değiştirme'ye sefirod adını verirler. Sefirod, ahiret inancı olmayan Yahudilerin yeryüzü cenneti inşa etmek için geliştirtikleri bir düşünme ve eyleme tarzıdır. Ancak 'belirli bir gaye' ifadesi, kapitalizmin doğuşu esnasında, eski ilişkileri (gelenek) ortadan kaldırıp yeni ilişkileri (modern) ikame etme olarak anlaşılmıştır. Yeni ilişkilerin dayandığı zihniyet ise niyet-insanını devre dışı bırakıp kural-insanını gündeme taşımıştır. Çünkü geleneksel insan niyetlerini (değerlerini) esas alan ve maslahata göre davranan ahlak-insanıdır; kurallar da değerlerle bağlantıları oranında dikkate alınırlar. Modern insan ise menfaate göre düşünür; bu açıdan kurallara uygun davranmayı esas alır; değerler bu kurallara dayandıkları oranda önemsenir.

Bu durum, ahiret inancının yokluğuyla birleşince, dünyaya yönelik, dolayısıyla mutluluğu yalnızca bu dünyada gerçekleştirmeye çalışan salt hukuk-insanını ortaya çıkarır. Sonuçta değerlerin dışarıda bırakıldığı ve salt hukukun üstün kabul edildiği bir çerçeve oluşur. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, salt hukukun üstünlüğü çerçevesinde dikkate alınan kişi, ancak ve ancak modern ilişki biçimini/biçimlerini kabul eden, kurallara uygun davranan kişidir; geleneksel ilişki/ilişkiler biçiminde ısrar eden, değerlerini esas alan kişi ise, siyah-adamdır (ahlak-insanı). Çünkü değerlerin olgusal veya işlevsel aklî kaynağı yoktur, tersine değerler menşelerini ya vahiyte/dinde yada dinleşmiş ideolojilerde bulurlar.

Bu açıdan din, salt hukukun üstünlüğü anlayışının hakim olduğu her yerde, önce tasfiye, sonra tadil ve en nihayet tahrip edilir. Bu çerçevede modernleşme/batılılaşma, yani modern Avrupanın dünyaya medeniyet getirme savı, kendi ilişki biçimini hakim kılma ve tarihe bu çerçevede yön verme anlamına gelir. Bu ilişki biçiminin dışında kalmak, direnmek yani kısaca muhalif olmak gericilik (irtica) olarak damgalanır.
Türkiye, Batı Avrupa karşısında aldığı askerî yenilgiler üzerine girdiği batılılaşma macerasında, koruyacak bir şeye sahip olduğundan, daima, İsmet Özel'in deyişiyle 'Konuşulamaz Türk' olarak teklif sahibi olmaya çalıştı. O günden bugüne Türklerin modern Batıyla ilişkileri konuşulamaz ve konuşulabilir olma özellikleri çerçevesinde gelişti.

Konuşulabilir olmak için sefirod kavramının yoğun olarak etki bulunduğu Osmanlı münevveri, maziyi karaladı; geleceği ise kutsadı. Osmanlı münevverleri, ayrıca, geleceğe ilişkin tasavvurlarına uygun olarak, sefirod kavramını geriye doğru işlettiler ve geçmişi de belirli bir gayeye göre değiştirmeye başladılar. Bu gaye, geçmişin gelecek tasavvuruna uygun hatta ona destek olabilecek şekilde yeniden tanımlanması ve inşa edilmesidir. Bu durum, en iyi şekilde tarihî İslam ile gerçek İslam ayırımında kendini gösterir. Popüler düzeyde bu ayırım, İslam ile müslüman ikilemine sebeb oldu: Sorumlu gerçek İslam değil, bu gerçek İslamı anlayamayan müslümanlardı. Aslında bu anlayış, dini bir idea olarak görüp hayattan, dolayısıyla tarihten uzak tutmaya; ve dini kişinin vicdanına hapsetmeye çalışan zihniyetin bir izdüşümüdür.
Modernleşme öncesinde Türk dünyası, ortak bilinç durumunun temsil edildiği bir metafiziğe atıf yaparak maşerî vicdanını canlı tutuyordu. Bu metafiziğin iki yönü vardı: Şifahî olanı ki Mevlid'le, Mızraklı İlmihal'le, Muhammediye ve Ahmediye'yle, Hz. Ali hikayeleriyle, Battal Gazi gibi efsanelerle vb. yaşıyordu (Her ne kadar bu eserler yazılı ise de sözlü kültürün özelliklerine uygun yayılıyordu). Bu metafiziğin yazıya dökülmüş kısmını Kelam ilmi oluşturuyordu. Diğer bir deyişle Kelam, İslâm dünyasında ortak maşerî vicdanın hesabını verdiği, nazariyata dayalı, yazılı İslam metafiziğidir.

Bu iki yönlü metafizik yanyana değil, teşkik anlayışı gereği, üst üste duruyor; ikisi arasındaki irtibat ve kontrolu ulema sağlıyordu. Batılılaşma sürecinde sefirod mantığını ileri ve geri doğru işleten Osmanlı münevverleri ilk önce, bir taraftan hurafe diyerek şifahî vicdana, bir taraftan da dogmatik diyerek kelama saldırdılar. Hem de "mesâilin tağayyürü usulun tağayyürünü gerektirmez" kaidesini bildikleri halde. Böylece ulema ortadan kalktı; halk ile devlet arasındaki irtibat koptu. Bu iki şemsiye ile ulemanın tasfiyesi aydınlara, hatta bazı ulemadan kişilere, geçmişi, gelecek tasavvurlarına uygun olarak tahrif etme, tanımlama imkanı verdi. Nitekim maşerî vicdanın her iki unsuru bugün Türkiye'de büyük oranda tasfiye edilmiş durumdadır. Ayrıca, yine bugün aydın kesiminin dinî anlayışı da, ulema tasfiye edildiğinden nazariyata dayalı yüksek İslam değil, tek başına kaldığında, diğer bir deyişle yerinde olmadığında menfi görülebilecek halk İslamıdır.
Maşerî vicdanı olmayan bir toplumun ortaklaşa paylaştıkları bir geçmişi ve yine ortaklaşa ümid ettikleri bir geleceği yoktur; bu da kısaca ortak bir gayeleri bulunmadığını gösterir. Bir toplumun maşerî bir gayesi yoksa kendi içerisinde cepheleşir. Bu açıdan Türkiye'de halk arasında devamlı cepheleşmeye neden olan, tüm değişik renkleriyle aydınlar, bu milletin maşerî vicdanından, maşerî gayesinden kopan insanlardır. Bundan dolayı hepsi, topluma malolmayan, kökleri ötede beride müphem bir iradenin biçimlediği, tayin ettiği birer cephe komutanıdır, kabile şefidir. Çünkü Türkiyedeki aydının mensubiyet duyduğu bir milleti yoktur. Millet olmadan kişi olunamaz. Küresel düşünmek, evrensel dert edinmek geniş düşünmek değil yer-siz düşünmek demektir. Tersi ise bir yerden düşünmek, yer-li düşünmek demektir. Çünkü merkezi olmayan bir dairenin tanımı nasıl mümkün değilse yeri olmayan bir düşüncenin tanımı da o kadar mümkün değildir. Aksi, küresel, evrensel gibi siyasî kavramları bilgi nazariyesine mal etmek demek olur ki bu yanlıştır. Çünkü bilgi, düşünce, küresel, evrensel olamaz, olsa olsa tümel olur, genel-geçer vb. olur.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Batılı bilincin "Top" korkusu

Batılı bilincin "Top" korkusu...11 Ekim 1098'de Anadolu'da Türklere karşı yürütülen savaşlara katılan bir Papaz'ın günlüğünde şu dehşet verici cümle kayıtlıdır: "Her yerde Türkler!" Ağustos 1100'de ise Roma'da Papa II. Baschalis bunu doğrularcasına şu fetvayı yayımlar: "Müslümanlar eşittir Türkler". Böyle bir ortamda 11. yüzyıldan XVI. yüzyılın sonlarına kadar Avrupa'nın en önemli gündem maddesi ortaya çıkar: 'Türklere karşı sürekli savaş'. Bu savaşları finanse edebilmek için toplanan verginin adı: 'Türk vergisi'. Bir de bunlara 'top korkusu' eklenince Batılı aydının "tüm Avrupa'yı Türklere bırakıp sömürülmeye başlanan Yeni-Dünya'ya gitmeyi" teklif etmesi şaşırtıcı değildir. Şöyle dense yeridir: Bugün Amerika Birleşik Devletleri denilen Angloamerikan-yahudi devletinin kurucuları bu korkuyu yanlarına alarak gitmişlerdir yeni-dünyaya... Öyle bir korku ki batılı aydın Ankara savaşında Türkleri yenen adam olarak gördüğü Timur'u 'üstün-insan' kabul edip tüm tarihini, C. Marlowe'nin Tamburlaine'sinde izleneceği üzere, bir Timur aramasına yani bir üstün-insan aramasına dönüştürmüştür (ya da güçlü, toptan daha güçlü silah araması mı demeliydim. Batı teknolojisi [Timur'un 'demir' demek olduğu anımsanırsa], bir yönüyle, böyle bir aramanın sonucu olarak, yani Tükleri yenmek için geliştirilmiştir desem içimizdeki devşirmeleri şaşırtır mıyım acaba?). Öyle bir arayış ki bu, Marlowe'nin, Timur'un Yıldırım Bayezid'e davranışına dayanarak koyduğu ilke uyarınca, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak"ı mümkün kılacak bir arayış...

Batı bilinçaltındaki 'korku'nun esiri olarak saldırır Dünya'ya. Tüm amacı güç devşirmek, güçlü olmaktır. Bilimi doğaya; teknolojiyi insanlığa hakim olmak için üretir... F. Bacon'un İngiliz-Yahudi siyasetine çizdiği bilimle güç devşirme zihniyeti, K. Marx'ın işaret ettiği gibi, bilgiye emperyal bir form kazandırmıştı. B. Russell'in "Tüm modern bilimsel düşünce aslında kudret düşüncesidir; yani bilimsel düşünceyi harekete geçiren his kudret aşkıdır" derken kendi insanın bilinçaltındaki hakikat işaret ediyor gibidir. Bu zihniyette sevgi, saygı, merhamet, kısaca insanı insan kılan tüm değerler 'manipülatif'dir; kendi başlarına değil, kullanım değerleri itibariyle dikkate alınırlar. Angloamerikan-yahudi zihniyetinde tecessüm eden, daha doğru bir deyişle, bu zihniyeti temsil eden 'üst-insan'ın ana özelliği ne olabilir?

Russell bu soruya içten bir cevap veriyor: "Bilimin bir teknik olarak verdiği kudret İblis'e ibadet gibi bir fedakarlıkla, yani aşktan vazgeçmekle sağlanabilecektir". Bundan dolayıdır ki Angloamerikan-yahudi medeniyeti yıkıcı, yokedici, insanı aşağılayıcı kısaca Eflatun'un [Platon'un] uğramadığı, aşktan yani hikmetten/irfandan yoksun bir İblis Medeniyeti'dir. Yakın tarihimizdeki olaylar, yukarıda çizilen çerçevenin ne kadar şaşırtıcı, İblisvarî bir şekilde uygulandığına tanıklık ediyor. İslam dünyası, bahusus Türkiye bir aşağılama konusudur batılı aydının kafasında. Top korkusunun muharrik gücü solukbenizlinin eline istediği, peşinde olduğu yıkıcı imkanları, techno-science'i vermiştir. Artık Tanrı'ya yakarmasına gerek duymadan, Tanrı'yı da fazla dikkate almadan, kin ve nefretini kusabilir: Saraybosnayı yıkabilir, Kabil'i bombalayabilir, Çeçenistanı yerlebir edebilir, Kudüs-i Şerif'i çiğneyebilir, Bağdad'ı aşağılayabilir... Ancak soru şudur: İblis'in asıl hedefi neresidir? Yanıt oldukça basit: Batı'nın hedefi korkusunun ana kaynağını yok-etmektir. Bunu yapamadığı müddetçe korkusunu yenemeyecektir. Batılı güçler I. Dünya savaşı sonunda buna kalkışmış, ancak Kurtuluş Savaşı'yla pılını-pırtını toplayıp 'geldikleri gibi gitmişlerdi'. Fakat korku, korkanı korktuğu nesneyi nihai olarak ortadan kaldırmaya iter, sürükler. Korku neresidir: Korku, İstanbul'dur.

Öyle olmasaydı Fethin 550. Yıldönümünde ABD'nin Ohio eyaletindeki Grove City kentinde toplanan 43 bin Evangelistin ana konusu Fatih Sultan Mehmed ve İstanbul'un fethi olur muydu? Yukarıda denildiği gibi, Batılı adam korkularını yanına alarak gitmiştir yeni-dünyaya. Kendisine göre oldukça zayıf yerli ahaliyi, içindeki aşağılık duygularını bastırmak için doğramış, yok etmiştir. Güç biriktirdikten sonra artık hesabı kapatmaya, bilinçaltındaki korkularının kaynağını yoketmeye hazırlanmaktadır. Nitekim Kuzey Carolina'daki Wake Forest Üniversitesi öğretim üyesi Charles Kimball bu durumu açıkça ifade ediyor: "İslam, Hıristiyanlığı tehdit eden tek din. Bu bizim bilnçaltımıza işlemiş; kültürümüze kazınmış". Fatih'e dil uzatıp Fethi karalamaya çalışan Evnagelistlerin bu tavrı ile Alman soyluları ve M. Luther'in tavrı arasında benzerlikler var: Alman soyluları ve Luther 'dua' için biraraya gelmişlerdi; Evangelistler ise 'bed-dua' için... Şöyle de denebilir: Alman soyluları ile Luther dil-duası için toplanmışlardı; Evangelistler el-duası yani savaş için... Çünkü savaş, el-duasıdır, elin-duasıdır; ama 'bad-dua'dır.

Gavur'a kızmak doğru değil; çünkü onlar gavurluklarını yapıyorlar; bu onların doğası: Korkularını yenmek için tarihî hesaplaşmaya hazırlanıyorlar. El-duasına kalkışacaklar; ama bugün ama yarın... Asıl sorun: Fethin 550. Yıldönümünde içimizdeki Angloamerikan-yahudi devşirmelerinin anlamdaşlarıyla bir olup, hem de İstanbul'da Fatih'e dil uzatıp, Fethi karalamaya çalışmaları... Ne denir bilmem? Ama Marlowe'nin, "Yendiğini öldürmeden yaşatarak aşağılama konusu kılmak" ilkesinin herhalde anlamı bu olsa gerek.... Bu ilkeye şu da eklenebilir: Bir milleti bir kere değil, sürekli yenme hazzını tatmak için o milleti tarihine lanet etmeye alıştırmak yeterlidir.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

İdeolojik Savaş Başladı -mı?

İdeolojik Savaş Başladı -mı?....Düşünce tarihiyle birlikte yürür; bugünü idrak etmek için düne göz atmak gerekir. Saint Pierre, 'Muhammetçi hataya karşı eyleme geçmek yani yazmak gerekir' demişti XII. yüzyılın ilk yarısında... XVII. yüzyılın ikinci yarısında ise Alman asıllı ancak Fransız siyasî erkine hizmet eden ünlü filozof-bilim adamı Leibniz, henüz 26 yaşında iken XIV. Louis için İslamı, bahusus İslam'ın o günkü temsilcileri olan Türkleri 'tarihten tasfiye etme projesini' geliştirmişti.

Fransızlar için bu yabancı bir 'istek' ve 'hedef' sayılmazdı. Çünkü Fransız hariciyesinin önemli adlarından, bilim-casusu G. Postel daha XVI. yüzyılda Türkleri önce 'ikna etme'ye çalışmayı, olmazsa 'icbâr etme'yi, en nihayetinde de 'yok etme'yi önermişti. Ona göre, 'öteki-olan' Türkleri önce tanımayı, bulundukları durumu bilmeyi, oldukları hâli idrak etmeyi; akabinde Batı-Avrupa'nın menfaatlerine göre 'yeniden tanımlama'yı, kısaca olması-gerekene uygun hale getirmeyi; en nihayetinde direnirlerse de 'yok-etme'yi göze almak gerekirdi. Bossuet'in "Hristiyan Avrupa'nın Dünya üstündeki egemenliğini kurmada tek engel olarak gördüğü Türkleri"n ne yapılacağı sorusuna Careil ciddi (!) bir cevap buluvermişti: "Türk ırkının tamamen ortadan kaldırılması ve Osmanlı denen rezil güce bir son verilmesi"....

Yakın tarihimiz Saint Pierre'den başlayıp Postel, Leibniz ve Careil üzerinden devam eden fikirlerin tatbikine yeterli bir örnektir. Siyâsî-askerî açıdan bütün bir İslâm Dünyası'nın tarihten tasfiyesi, içeriden ve dışarıdan, hep birlikte gerçekleştirildi. Gerçi ideolojik-kültürel tasfiyenin, 'ateşli savaş' seviyesinde olmasa da, çeşitli bilimsel(!) tekniklerle uzun zamandan beri yürürlükte olduğu bir gerçek... Gibb "Onların herşeyini mahvettik: Felsefelerini, dinlerini.... Artık hiç bir şeye inanmıyorlar. İçlerinde sonsuz bir boşluk açıldı. Anarşinin ya da intiharın eşiğindeler" derken bu durumu tasvir ediyordu; yani gelecekteki ateşli bir savaş için, direnci kırmak, ruhu esir almak. Bu hedefi gerçekleştirmek için de müslümanların kendilerine yani tarihlerine olan güvenlerini kırmak birinci hedefti. Nitekim Massignon bunu şöyle dile getirir: "Onları kendi vicdanları önünde küçük düşürdük". İfade açık: Biz başkalarına karşı değil, kendimize yani tarihimize karşı küçük düştük. Çünkü 'vicdan tarihtir'.

Şimdiye kadar söylenenenler 'min-vech' şöyle 'min-vech' böyle yorumlanabilir. Ancak açık olan bir şey var: Metafizik üstünlük ile tarihî üstünlüğünü his seviyesinde bile kaybetmiş bir kalabalık, bir yığın İslâm dünyası... XIII. yüzyılda Bağdad'da elinde kılıç olan bir Moğol kadının önünde arkalarına bakmadan kaçan bir düzine müslüman erkeğin durumu ile bugün, ruhumuzun ve kültürümüzün inşa edildiği Bağdad tarümar edilirken binbir türlü bahaneye sığınan (yani kaçan) bin düzine erkeğimizin durumu arasında mahiyetçe bir fark yok... Her ikisi de kaçıyor. Kimden? Kendisinden yani vicdanından yani tarihinden...

Büyük Medeniyetler dinî, siyasî ve iktisâdî emellerini tevhid edebilen, sentezleyebilen medeniyetlerdir. Roma'da, Abbasîler'de, Selçuklular'da, Osmanlılar'da, hatta İngilizler'de bir eylemin gücü, o eylemin üçlü yani dinî, siyasî ve iktisâdî özelliklerinin hemhal olmasından kaynaklanır. Bugün ABD'nin -henüz büyük bir Medeniyet değilse bile, iddiaları itibariyle- herhangi bir eylemi ne tek başına dine, ne siyasete ne de iktisada indirgenebilir. Dolayısıyla Bağdad, ne yalnızca petrol ne de ABD'nin siyasî amaçları için bombalanıyor, tersine aynı zamanda aniden ve doğrudan başlayan ideolojik savaşın bir hedefidir Bağdad: Herşeye rağmen kendisinden koparılamadığımız kültürümüzün, herşeye rağmen ele geçirilemeyen ruhumuzun inşa-edildiği Bağdad...

Bir kızılderili bilgesi beyaz-adamın (anglo-amerikalının) bir milleti 'kesin yenilgiye uğratması' için geliştirdiği taktiği şöyle özetler: 'Bir milletin sevdiği, uğrunda savaştığı, kendisi için varolduğu güzellikleri yok etmek; suyunu zehirlemek, hayvanlarını katletmek, kadınlarını kirletmek, çocuklarını boğazlamak, hasılı o milleti o millet yapan bütün değerleri bir daha geri döndürülemiyecek şekilde ortadan kaldırmak... Uğruna yaşadığı, kendisi için savaştığı güzelliklerin yok-edildiğini gören savaşçı-kişi ise iki seçenekle karşıkarşıyadır: Ya intihar etme ya da bilincini uyuşturma. Biz kızılderililer her ikisini de yaşadık". İşte anglo-amerikalının niçin Bağdad'la ideolojik savaşı başlattığını gösteren neden: Bağdad bizim güzelliklerimizin tecessüm ettiği şehrin adıdır: "Ana gibi yar Bağdad gibi diyar olmaz". Bağdadın işgal edilmesi, yok-edilmesi, medeniyetimizin, kültürümüzün, ruhumuzun, sevdiklerimizin 'Ana'sının işgal edilmesi, yok-edilmesidir; kısaca İstanbul'un 'ikiz-kardeşinin' işgal edilmesi ve yok-edilmesi... Bağdad'daki yazma eser kütüphanelerinin tarümar edilmesi Süleymaniye kütüphanesinin ana-kaynağının yok edilmesidir: Yani hafızamızın yok-edilmesi... Anglo-amerikan medeniyeti bir 'kan medeniyetidir'; bundan dolayıdır ki periyodik aralıklarla taze kana ihtiyaç duyar; kana yani yok edilecek, öldürülecek kızılderililere, yerlilere... Bağdad'lara... Yoksa anglo-amerikalının Türkiyeyi Sultan Ahmet Camii'ni bombalamakla tehdit etmesi başka türlü nasıl açıklanabilir?

Türklere gelince; Machiavelli "Türkler zor ele geçirilir; ama bir kere ele geçirildiler mi elde tutulurlar" demişti. 'Türkleri ele geçirmek' ne demek? Bu sorunun cevapı Temmuz 1098'de Antakya'da Türklere karşı savaşa katılan bir papazın günlüğünde mevcut: "Kesin yenildikleri zaman'. Anglo-Amerikalıların bütün derdi I. Dünya Savaşında 'kesin yenemedikleri', İstiklal Harbi'nde topraklarından kovuldukları bir milleti kesin ve nihâî olarak yenmek. Dirençleri kırılan, ruhları 'kesin' yenilen içimizdeki 'Gavurlar: anglo-amerikanlaşmış devşirmeler' bu duruma çok güzel bir örnektir... Ancak son zamanlarda yaygınlaşan gelişmeler ister istemez insana şunu düşündürtüyor: Yoksa kesin yenilmeye mi başladık?

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

“Şeker Türk”ler

“Şeker Türk”lerİn­san­la­rın ne­ye kar­şı çık­tı­ğı de­ğil, ne­yi tek­lif et­ti­ği önem­li­dir.”

Baş­ka bir de­yiş­le kar­şı çı­kı­la­nın ye­ri­ne ikâ­me edil­mek is­te­nen şe­yin ne ol­du­ğu göz önün­de bu­lun­du­rul­ma­lı; tek­lif sa­hi­bi ol­ma­yan­la­rın oyun sa­hi­bi ol­duk­la­rı unu­tul­ma­ma­lı­dır. Bir mil­le­te oyun ku­ran­la­rın alâ­met-i fa­ri­ka­sı, eleş­tir­dik­le­riy­le, kar­şı çık­tık­la­rıy­la, yok et­me­ye ça­lış­tık­la­rıy­la de­ğil; tek­lif et­tik­le­riy­le şe­kil­le­nir, be­lir­le­nir. Mev­cu­da kar­şı çık­ma­nın, an­cak ye­ri­ne ikâ­me edi­le­cek şe­yin ni­te­lik­le­riy­le il­gi­li ol­du­ğu; yal­nız­ca kar­şı çık­ma­nın, oyun sa­hi­bi­nin ama­cı­nı ger­çek­leş­tir­me­ye yö­ne­lik, dik­kat­le­ri­ni da­ğıt­mak için iz­le­yi­ci­le­rin duy­gu­la­rı­nı ok­şa­ma­ya ve göz­le­ri­ni bo­ya­ma­ya ma­tuf bu­lun­du­ğu dik­ka­te alın­ma­lı­dır…… Tür­kî hal­den an­la­ma­yan­la­rın, Türk ta­ri­hi­nin tec­rü­be­sin­den ha­ber­dar ol­ma­yan­la­rın coğ­ra­fî yö­nü­nün fark­lı­lı­ğı ma­hi­ye­ti de­ğiş­tir­mi­yor. Çün­kü söy­le­ye­cek sö­zü ol­ma­ya­nın han­gi di­li ko­nuş­tu­ğu önem­li de­ğil­dir; öz­gün­lük ne ses­te, ne la­fız­da, ne de un­sur­da­dır; ter­si­ne ter­kip­te­dir, ifa­de­de­dir, ilâ­ve­de­dir.

İyi oy­na­yan fut­bol­cu­su­nu Av­ru­pa’da­ki her­han­gi bir fut­bol­cu­ya ben­ze­te­rek id­rak ede­bi­len, ya­pı­lan her iyi işi “Av­ru­pa­lı gi­bi yap­mak” sı­fa­tıy­la ni­te­len­di­ren, dü­şün­dü­ğü her ko­nu­da “Aca­ba bu ko­nu­da Av­ru­pa­lı­lar ne di­yor” di­ye so­ran, ken­di ül­ke­si­nin in­sa­nı­nı adam ye­ri­ne koy­mak için Av­ru­pa’nın ya da Ba­tı’nın bas­kı­sı­nı bek­le­yen, tüm ya­şam ge­le­nek ve gö­re­nek­le­riy­le ‘Av­ru­pa­lı’ gi­bi dav­ra­nan ki­şi­le­rin; tek­rar pa­ha­sı­na, Tür­ki­ye’de bin yıl­dır, in­san­la­rın ka­nı­na iş­le­miş ya­şa­nı­lan Tür­kî her şe­ye, baş­ka sı­fat­lar yük­le­ye­rek kar­şı çı­kan­la­rın, kı­sa­ca, Tür­ki­ye’yi Av­ru­pa kül­tü­rü­nün çöp­lü­ğü ha­li­ne ge­ti­ren­le­rin gel­di­ği se­vi­ye “Sha­ke it up şe­ke­rim” se­vi­ye­si­dir. Bu ka­dar dü­şük süf­lî se­vi­ye­den ba­şı­nı kal­dı­rıp da Tür­kî de­ğer­le­ri tah­kir eden bu “Şe­ker Türk”le­re söy­le­ne­cek tek söz şu­dur: “Biz Tür­küz, Tür­kî çı­ğı­rı­rız.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Avrupa vicdanı Türkleri istemiyor?

Avrupa vicdanı Türkleri istemiyor?...."Batıyı kaşı altından İslam çıkar". Bu deyiş yalnızca olumlu etkileri değil olumsuz etkileri de içerecek genişliktedir. Çünkü Batı kendisini hem aldıkları hem de reddettikleri bakımından İslam medeniyetine karşı konumlandırarak inşa etmiştir. Bu tespit insanî tüm üretim alanlarını kapsayacak şekilde düşünülmeli; ayrıca tarihî olarak da dar bir zaman dilimiyle sınırlandırılmamalıdır. Genellikle, İspanya, Sicilya, İstanbul ve Trabzon'da yapılan ve XIII. yüzyılda büyük oranda tamamlandığı düşünülen nazarî eserlerin çevirileriyle sınırlandırılmış bir etki yalnızca Osmanlı-Türk dönemini ihmal etmekle kalmaz; aynı zamanda etkinin sürekliliğini de gözden kaçırır. Avrupa'da XV. yüzyılın sonunda başlayan XVI. yüzyılın sonuna kadar devam eden nazarî/ilmî icadların hemen hemen hepsinin İslam medeniyeti kaynaklarından isim verilmeksizin devşirildiği bugün için tespit edilmiştir. Yoksa, sekizyüz yılda İslam medeniyeti'nde felsefe-bilimde katedilen ilerlemenin Avrupa'da kırk-elli yıl içerisinde, hiç bir tarihî bağlam ve ortam olmaksızın vuku bulduğu söylenecektir ki, bu iddianın günümüz bilimsel yöntemleri açısından hiç bir tutar tarafı yoktur.

Muhtasar ve müfid bir deyişle XV. yüzyıl, ama özellikle ikinci yarısı Avrupa'nın her bakımdan, bahusus zihniyet açısından İslamlaşma dönemidir. Ve bu dönem sanıldığı gibi hemen bitmemiş, çok uzun bir süre devam etmiştir. XV. Yüzyılın sonunda başlayan coğrafî keşif hareketlerinde İspanyol ve Portekizler'in Afrika sahilleri ile Hint okyanus hakkındaki bilgilerini, İbn Macid ile Süleyman el-Mehrî'nin eserlerinden tercüme ettikleri; aynı zamanda gemilerini bu iki ismin rehberliğinde Hint okyanusuna sürdükleri bilinmektedir. Öte yandan İbn Tufeyl'in romanı, XVII. ve XVIII. yüzyıllarda başta Latince olmak üzere pek çok Avrupa diline çevrildi ve özellikle içerdiği felsefî tezler, F. Bacon (ö. 1626) ile T. Hobbes'un (ö. 1679) empirik ve nominalist felsefelerine karşı kullanıldı. Hem İbn Tufeyl hem de Farabî'nin fikirleri Aydınlanma dönemi düşünürleri tarafından doğal din, doğal hukuk gibi kavramların temellendirilmesinde gözönünde bulunduruldu.

Hemen her konuda hem nazarî hem de amelî pek çok örnek vermek mümkün: Merağa okulunun ilmî zihniyeti, İbn Heysem'in ilmî anlayışı gibi... Açıktır ki etki farklı sahalarda farklı zamanlara kadar sürdü. Ancak, matematik-astronomi-fizik/optik üçlüsünde İslam medeniyeti'nden köktenci kopuş -tüm mistik-simyevî-dinî tarafına rağmen- Newton'un Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri'ni 1686'da yayımlamasıyla gerçekleşti. Gerçekte bu eserin, bugün için, doğruluğu tartışılsa bile, modern bilim'in kadim bilim'den de köktenci bir kopuşu temsil ettiği söylenir. Ancak, örnek olarak tarımbilimi sahasında İslam medeniyeti ürünleri kullanılmaya devam etmiştir: İbn el-Avvam'ın tarımla ilgili eserinin, hem İspanyolca hem de Fransızca çevirisi XIX. yüzyılın ortalarına, yani modern kimya tekniklerinin tarıma uygulanmaya başlanmasına kadar Avrupa'da kullanıldığı bilinmektedir. Felsefî düşüncede de pek çok örnek vermek mümkündür: Franz Brantano'nun XIX. yüzyılın ikinci yarısında İbn Sina felsefesinden hareketle yaptığı çalışmalar gibi...

Yukarıda verilen örnekler, yine vakıa ile perpspektif'in sanıldığı gibi her zaman mutabık olmadığını, tersine perspektife göre vakıanın tahrif, hatta tahrip edildiğini göstermektedir. Kısaca, Avrupa'nın tarih ve medeniyet perspektifinde, bir geçmiş olarak İslam'a yer verilmek istenmediği gibi, ve bizatihi bundan dolayı, geleceğinde de yer verilmeyecektir. İstenilen bir uzlaşma, hatta bir erime değil -çünkü eriyen şeker suya bir tat katar- bir yok-olma'dır. Bunun ilk ve somut göstergesi, yukarıda dile getirilen, tarih ve medeniyet perspektifi şemasındaki yersizliğimizdir. Bu duruma, Türkiye ile Avrupa Birlik'i konusunda yaşanmış bir olayı örnek olarak verebiliriz:

12-15 Ocak 2005 tarihinde Berlin'de XV. yüzyılı konu alan uluslararası sempozyumda Papa II. Pius üzerine bir bildiri sunan Berlin Hür Üniversitesine mensup bir öğretim üyesi, bildirisi esnasında XV. ve XVI. yüzyılların "Türk Korkusu" yüzünden Avrupa'nın felaket çağları olduğunu; günümüzde de bu korkunun farklı bir renkte/içerikte tekrar nüksettiğini dile getirdi. Çay molası'nda özür dileyerek, Türklerle şahsî bir derdi olmadığını, yalnızca vakıayı tasvir ettiğini bildirdi ve "Ne olacak bu memleketin hali" kabilinden bir soru sordu. Kendisine Anlayış dergisinin Ocak sayısındaki Michael Mann'ın cümlesini söyledim: "Avrupa eliti Türkiye'yi istiyor". Yanıt zarifti: "Avrupa'nın aklı Türkleri isteyebilir; ama vicdanı henüz buna hazır değil". Peki Avrupa'nın vicdanı ne? Bunu da Avusturya'daki Salzburg Katolik Üniversitesi'nin -ve daha bir çok yerde ve muhtevada- müfredat programındaki ders adında görmek mümkün: Terörizmin İslamî kökenleri.

Bir medeniyetin tarih ve medeniyet perspektifinde yok iseniz vicdanında da karşılık bulamazsınız.

 

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Biz Türkler koyunluğumuzu geri istiyoruz

Biz Türkler koyunluğumuzu geri istiyoruz Bir millet ki koyun gibidir, mensubiyetine sadıktır, bu mensubiyeti paylaşan diğer mensubdaşlarına müşfiktir; medenî olmanın gerektirdiği yavaşlığı yani sukuneti vardır çünkü bir şehirde iskan edilmiştir, meskeni vardır, sakindir. Millet olmanın gereği olarak biribirini kollar, aralarında dostluk vardır, birbirlerinin sözünü dinlerler, ama en önemlisi bir koyun sürüsü gibi omuzlarını birbirlerinin omuzlarına sürterek yürüyecek, yol alacak kadar birliklidirler; başka bir deyişle birbirlerine temasları yoğundur. Bu niteliklere sahip olduklarından yani koyun gibi olduklarından biribirlerine menfaatlidirler; boş yaşamazlar, iş görürler dolayısıyla bayındırdırlar. Birliklik ile dirlikleri vardır. Çünkü koyun mensup olduğu sürü içerisinde birlik ve dirlik kazanır.

Tanzimattan bu yana İngilizler başta olmak üzere sömürgeci kapitalist güçler ile içerideki uzantılarının rahatsız oldukları niteliklerdir bunlar. Başka bir deyişle bu niteliklere sahip Türkler birilerini hep rahatsız etmiştir.

Niçin?

Çünkü koyun sürü demektir ve birbirlerinin omuzlarına sürterek, birbirlerine temas ederek tarihte yol alan bir milleti yenmek, dağıtmak kolay değildir. Birlikli, birbirine sürtünerek yürüyen sürüye kurt giremez. Böyle bir milletin içerisinde işler kolay yürütülemez. Üstelik Kabus-name'de dendiği gibi "Çobanı iyi olursa bu milletle büyük işler yapılır".

Nitekim, tarih şahittir, yapılmıştır da.Türk milletinin koyunluğunu eleştirenler, koyun kelimesinin halk arasında çağrıştırdığı, ama hiç de menfi olmayan, itaat etme, boyun eğme cihetini öne çıkartırlar. Ancak unutulan nokta, bu eleştiri ancak ve ancak başka bir cihet adını yapılırsa anlamlıdır. Başka bir deyişle, rahatsızlık veren itaat etme ve boyun eğme eylemleri değil, kime itaat edildiği ve nereye boyun eğildiğidir. Çünkü sömürgeci kapitalist güç kendisine itaati ve boyun eğmeyi zorlaştırdığı, direnmeyi sürdürdüğü için Türk'ün koyunluğunu yani mensubiyetini tahkir eder.

Öyleyse sorun "hangi sürüye mensup bir koyun olmak"tır. Çünkü sömürgeci kapitalist gücün daveti kendi sürüsüne katılmaktır; aralarında sadakatin, şefkatin, biribirine muvafakatın, ülfetin ve itaatın olmadığı, birbirine sürtünmekten, temas etmekten kaçınan, birbirine menfaati değil faydası dokunan, millet anlamında değil yığın anlamında bir sürü. Ancak böyle bir sürü üretim-tüketim denklemi içerisinde yaşayabilir, sağılabilir, yönlendirilebilir. Böyle bir sürü bilgi ve adalet yani nizam-i alem için savaşmaz, yakıp yıkar-yer-içer-sevişir.Türkler hiçbir zaman ırk ve kan birliğini önemsemiş bir millet değildir.

Türk tarihinde kan ve ırk birliğine dayanan bir Türk tasavvuru yoktur. Tersine, bir töre birliği, siyasal ilkelere mensubiyetin oluşturduğu bir birlik, sürü söz konusudur; bu birliğin her bir üyesi de, yukarıda zikredilen nitelikleri paylaşan, töreye katılan bir koyundur.

Başka bir deyişle "kan birliğine değil, can birliğine" dayalı bir sürü yani millettir Türk milleti.Türk milletinin koyunluğundan şikayet edenler bu milletin misyonundan rahatsız olanlardır hiç şüphesiz.

Ancak ilginç olan, Türk milletinin koyun niteliğini tahkir edenler, çoban ve çoban köpeği sorununa pek dokunmazlar. Yakın tarihimiz Türk milletinin sürü olma yani sadakatin, şefkatin, birbirine muvafakatın, ülfetin ve itaatın olduğu, birbirine sürtünmekten, temas etmekten hoşlanan, birbirine menfaati dokunan, birbiri için yaşayan, kısaca birlikli ve dirlikli olmaya çalışan biçiminde özetlenebilecek sıfatlarını törpüleme tarihidir. Tüm bu törpüleme sürecinde çoban ne yaptı, çoban köpeği nerelerdeydi?

Konuşulması gereken sorular bunlar.Türk milleti çobanını bulduğunda sürü olmaya hazır ve büyük işler yapmaya namzeddir. Önemli olan çobanın milletini bulması; çoban köpeğinin milletini korumasıdır.

İşte bu nedenlerle biz Türkler koyunluğumuzu geri istiyoruz.

Ihsan Fazlioglu,Akıllı Türk Makul Tarih

 
Devamını Oku »

Akıllı Türk, Akıllı Tarih!

Akıllı Türk, Akıllı Tarih!İnsan eylemi, Ahmet Cevdet Paşa'nın deyişiyle, üçlü bir yapı gösterir: Eylemeyi bilmek(ilim), eylemeyi istemek(irade) ve eyleyebilmek(kudret). Eylem bu üç unsurun cisimleşmesidir, tezahürüdür; öyle ki, bir kez vuku bulduktan sonra eylem, kendisini oluşturan unsurlardan hiçbirisine, tek başına geri götürülemeyecek derecede yeni bir olgu'dur. Bilgi'nin, irade'nin ve kudret'in harmanıyla karmaşık bir örgü oluşturan insan eyleminin en önemli özelliği bir maksadı, amacı içermesi, kısaca bir anlam-değer yumağı oluşturmasıdır. Bu nedenledir ki insan eylemi yalnızca duyu içeriği ile düşünce suretinin birlikteliğinden elde edilen dış-dünyanın bilgisindeki yöntemlerle kavranamaz. Çünkü eylem'in muhtevası yalnızca düşünce'nin değil aynı zamanda duygu'nun da verileriyle doludur. Bir anlam-değer'in cisimleşmesi olarak eylem, bu nedenlerle, tahlil edilirken özündeki niyetin, amacın, maksadın nihaî tespitine kadar biteviye çözümlenemez, açıklanamaz.

Yine bu nedenledir ki, insanlar arası ilişkide bir insanın diğer bir insanı, duygu değişkenini dışarıda bırakarak, duyu-düşünce birlikteliğinden oluşan bir makine gibi algılayarak açıklamaya çalışması, insan olmalığı sakatlar. Değil iki insan arasındaki ilişkide, bir insanın bile kendisini bilmesinden değil, tanımasından söz edilir. Çünkü anlam-değer, anlaşılır; yürüyen bir anlam olarak insan bilinmez, tanınır. İnsanlar arası ilişkide sıkça "Sen beni anlamıyorsun" ya da "Seni iyi tanıyamamışım" biçimindeki deyişlerimizin derin nedeni, parçalardan müteşekkil makineden değil anlam-değer yumağı insandan bahsediyor olmamızdır.

Kudema hikmeti tanımlarken, "beşeriyetin sınırları içerisinde var-olanları, oldukları gibi bilmektir" der ve ekler: "Var-olanlar varlıklarını ya insanın iradesine, dolayısıyla kudretine bağlı eylemleri neticesinde elde ederler; ya da insanın iradesine, dolayısıyla kudretine bağlı olmaksızın kendi başlarına, doğal olarak? Birincisi hayattır; bu nedenle hayatı, yani insanî eylemi inceleyen hikmet, amelî hikmettir. Eylem de ya bireysel/ferdî ya toplumsal/cemaî ya da siyasî/medenî olarak üç farklı biçimde tezahür eder. Ancak her üç tezahürde de içerik insanî bilinçle doludur; bu nedenle ister bireysel ister toplumsal isterse siyasî seviyede olsun insanî eylem niyetin, amacın, maksadın cisimleştiği bir anlam-değer yumağıdır. Süleymaniye külliyesi, insanî eylemin bir cisimleşmesi olarak, kendi içerisinde onu eyleyen insanların bütün niyetlerini, amaçlarını taşır; açıktır ki, onu var-kılan bizatihi onu eyleyen insanların niyetleridir. Süleymaniye külliyesine bakıldığında ona varlığını veren bilgiyi, iradeyi ve kudreti görmek mümkündür. Bu nedenle Süleymaniye'nin yapısal açıklamasını ayrıntılı bir biçimde vermek, matematik analizini yapmak, mimarî açıdan özelliklerini sıralamak, kısaca ölçüme konu arazlarını çözümlemek bütününü vermez, veremez.

Mana, anlam-değer, maneviyat, vicdaniyat, adı her ne olursa olsun, kısaca insan saf adedî veya hendesî ölçüye vurulabilir bir yapı değil, tersine yaşayan-canlı bir örüntüdür. Bu nedenledir ki, insanı bir makine gibi gören, akabinde toplumu kimyevî bir alaşım gibi tasavvur ederek üzerinde hendesî işlemler gerçekleştirebileceğini varsayan toplumbilim/sosyoloji geleneği taklitçilerinin, toplum mühendisliği adı altında anlam-değer dünyasını, -en hafif deyişle- dikkate almaksızın insan üzerinde operasyon yapmaya kalkışmaları, anlamaya değil açıklamaya çalışmaları, -yine en hafif tabirle- insan onurunu zedelemek demektir. Hem modern kimyanın hem de bu kimyayı toplum çalışmalarında kendisine örnek alan sosyolojinin Fransız toplumunda ortaya çıkması tarihî bir tesadüf değildir.

Modern bilimsel zihniyet, Evreni anlamdan, büyüden ve ara-varlıklardan arındırma sürecini, giderayak bireye, topluma ve siyasete de taşımış; böylece insanı da mekanik-deneysel-matematiksel yeni doğa felsefesinin bilme yöntemine mahkûm etmiştir……..Bir milletin canı, nefsi ve ruhu tarihi olduğuna göre, bir milleti anlamsızlaştırmak da, o milletin tarihteki eylemini, eylemlerini anlam-değerden arındırmak demektir. 1876'da Rus Generali Michail Grigor Cernyaev'in "Demek ki yalnızca Türkleri değil, onların tarihini de yenmek lazım" derken kastettiği buydu. Tekrar pahasına, bilginin, iradenin ve kudretin, dolayısıyla aklın cisimleştiği eylem, yani tarih bir milleti var-kılar. Çılgınların yaptığı tarihe gelince, yalnızca Avrupa Birliği'ne girmeye yarar. Kemalpaşaoğlu'nun dediği gibi:

Her kim tabında ola delalet eseri/Istilah-i ulum ile Müslüman olmaz

Ki kara taşı kızıl kan ile rengin etsek/Taba tağyir verip lal-i bedehşan olmaz

Ki tutup da eylese nalim edea-i kelimat/Sözü insan olur amma özü insan olmaz.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »