Endüstriyel Toplum ve Insanın Anlamı



İstisnası yok ki bütün ideolojik modeller insanı belirli bir çerçeve içinde tanımlayarak kurulmak istenen sistemin gereksinim duyduğu bireyi -bir çarkın dişlisi gibi tasarlama gayreti içindedir. Bireylerin kurduğu değil, bireyi kuran bütünlük fikri insanın anlamı yönünden derin bir açmazı gösterir ki  ideoloji kavramı da insan olma ideasını doldurma amacı içerir. Bu doldurma eylemi, işaret ettiği anlamın (müsemmanın) yerine insan isminde bir takım suretler üretme becerisinden ibarettir:

Kapitalizmin insan fikri özgür bireylik, haz tatmini, tüketim değerleri veya yönetim iradesi gibi ibarelerle işaret edilen bir nesnedir; sistem içerisindeki her bireyin erişmek için gayret etmesi gereken bir model vardır ve bu model işi, gücü, ilişkileri, alışkanlıkları ve değerleriyle birlikte tüm gün reklamlar vasıtasıyla belletilir.

Sosyalizmin insan fikri de toplumsal amaçlar tarafından araçsallaştırılmış olmak yönünden kapitalist idealinki ile özdeş olmakla birlikte bireyi kuşatan özgürlük, haz ya da yönetim iradesi kendine özgü farklılıklar içerir: Sosyalist birey aynı değerleri toplumsal tabanda eşitlik söylemine yaslanarak mantıksallaştırır. Her iki ideolojik toplumsal yapıda da bireyler, tıpkı feodal toplumsallıkta olduğu gibi yönetim kademelerindeki değişmeyen oligarşik eğilimlerin özgürlüğü, hazzı ya da bilimsel olanı/gerçekliği belirleme güçlerine karşı ilgisizdirler. İdeoloji tam olarak bu ilgisizlikten doğan boşluğun sosyal bilinç ile doldurulmasıdır ki bu yanlış bilinçtir.

Basit bir biçimde feodal toplumsallığın devamlılığı için ihtiyaç duyduğu standart insan ile kapitalist toplumun ihtiyaç duyduğu standart insan mukayese edilirse üretim faaliyetinde asıl gerçekleştirilenin -her ne ad altında olursa olsun- sistem tarafından ihtiyaç duyulan insan modeli olduğu gözlemlenebilir. Günlük yaşamın akışı içerisinde sosyal olarak belirlenmiş rol ve statülerine göre sıradan insanların motivasyonları, öncelikleri, amaçları çerçevesindeki faaliyetleri ve bu faaliyetler ile zihnen ya da psikolojik olarak sağlanan tatmin durumları, bireylerin dünyaya atfettikleri anlam kapsamında gerçekleşiyorsa da bu anlamın bireyce keşfedilmiş bir anlam değil, işleyen sosyal mekanizmanın yönlendirmesi kapsamında olduğu açıktır. -İdeolojinin bilinç inşa etmesiyle kastedilen budur.

Üretim sürecinin tüm sektörlerini dahil ederek diyebiliriz ki endsütriyel toplumsallık da özü itibariyle ekonomi kurumu adı altında örgütlenirken liberal iktisadın çizdiği “sınırsız ihtiyaçlar”ı karşılamaktan ötede bu örgütlenmenin ve elbette kapitalizmin ihtiyaç duyduğu insan modelini yaratmaya odaklıdır. Buna göre modern kapitalist bir dünyada birey, doğuştan sahip olduğundan çok edindiği statüler kapsamı içerisinde uygun olan rolleri benimseyerek eğitim ve çalışma düzeninde amaçlar edinir ve sosyal dünyanın ufkunu belirleyen değerlere uyum sağlayarak -bu değerlerle mümkün mertebe çatışmamaya odaklı olarak- yaşamını sürdürür.

Feodal bir toplumdaysa farklılık değerlerin başkalığı olduğu kadar statünün doğuştan gelmesi gibi -yine sistemin ihtiyaç duyduğu- bir biçimlendirmededir: Modern dünyanın demokratik, liberal, eşitlikçi ve özgürlükçü, birey odaklı, göreceli bilgi yaklaşımının aksine feodal dünyada birey; içselleştirilmiş hiyerarşik bir toplumsal düzenin gereğine uygun olarak eşitlik ve özgürlük talepleri içermeyen katı bir mutlak gerçeklik dünyasına mahkumdu.

Bu durumu değiştiren esas unsurun insan bilgisindeki bir farklılaşma olduğu söylenebilir: Belirli bir tarihsel atıf içinde modernlik olarak ele alınan dönemle birlikte insanın bilme tarzı ve elbette bilgi nesnesi hakkındaki değerlendirmesi değişmiştir. Bu süreç arka planındaki profan akla işaretle bilginin laikleştirilmesi ya da kozmosun desaklarizasyonu diye anılabilir özetle: Descartes tarafından modern felsefeye sunulan “cogito ergo sum” sözünden doğan yaklaşımla vehmî usu odağına alan anlayış, bilgiyi böylece analitik sürece iliştirmiş ve onu üretilecek bir metaa da dönüştürmüştür. Aynı zamanda bu yaklaşım vehmî bireysel var oluşu bir değer merkezi şeklinde niteleyerek liberalizmin ortaya çıkışının da yolunu açmıştır.

Liberalizmin insan hak ve özgürlüklerine vurgusu, girişim özgürlüğünden söz etmesi temelde birey üzerinden hümanist bir özgürlük söylemine dayandığı yönünde bir yanılsama var etse de bugün bu ideoloji kanalıyla gelinen endüstri toplumsallığı, tüm süreç içerisindeki özgürlük beyanlarının birer safsatadan ibaret olduklarını göstermektedir. Kaczynski, bir tehdit olarak gördüğü sanayi toplumunun içerdiği teknolojik altyapı nedeniyle onun insan özgürlüğüyle hiçbir biçimde uyuşamayacağını gösterirken bu yönde reformist hiçbir düzenlemenin de sonucu değiştirmeyeceği kanaatindedir. Bunun nedeni teknolojik yapının bir bütün olarak işleyebilme durumudur ki kötü taraflarını atıp iyi taraflarını korumak imkânı yoktur. Modern tıbbı buna örnek olarak değerlendirirken ileri düzey teşhis ve tedavi yöntemlerinin gerektirdiği teknolojik altyapının fizik, kimya yanı sıra bilgisayar biliminde de belirli bir düzeye ihtiyaç duyduğu ve bunun da ekonomik yönden zengin toplumlar için bir imkân olduğuna değinir.

Bugün ekonomik zenginliğinse yine teknolojik ilerleme ve endüstriyalizmle bütünleşmiş bir hâle işaret etmesi açık bir kısır döngüyü gösterir. Çevresel yıkım veya toplumsallık açısından bariz zararlar bile ileri endüstriyel üretim modeli ve tekniği üzerine ciddi bir sorgulama ve baskılamaya imkân tanımaz: Sosyal şartlanmanın medya gibi mekanik aygıtları veya ilerlemecilik, rekabet, dayanışma gibi organik aygıtları vesilesiyle sürekli giderilme telaşındaki ihtiyaçların düzeyi arttıkça yıkıma katılım da kitlesel olarak artmakta ve yıkımın araçlarını üreten tekniğin yaslandığı ideoloji kendine geniş bir taban desteği sağlamaktadır. Nihayetinde devletlerin bir ihtiyaç olarak belirlediği nükleer enerji üretimi ile hijyen saplantısına sokulmuş sıradan bir aile bireyinin tuvalet kağıdı ihtiyacı yıkımın ortaklığı noktasında bağdaşık unsurlardır.

Bu bağdaşıklığın bir gereği olarak zararlı bulunan teknolojik bir  unsurun üretim kapasitesi üzerindeki olumlu bir etkisi, liberal değerlerle kurulu bir piyasa gerçekliği içinde berataraf edilemeyecektir. Bu yol büyük ölçüde kapalıdır ki özellikle tarım ve gıda teknolojilerinin zararları karşısında piyasanın düzenlenme olanağının oldukça sınırlı kalışına karşın fiilen bir çözüme götürmeyen eleştiri ve yakınma üretmek haricinde herhangi bir tepki dahi ortaya koyulamamaktadır.

Bunu düzenleme güç ve iradesine sahip olabilecek siyaset kurumu günlük yaşamda hiçbir karşılığı olmayan soyut meseleler, çürümüş değerler ve spekülasyonlarla sürekli meşgulken, siyaseti yönlendirdiği düşünülen kitleler de televizyon ve internet başında hijyen gibi konulara dair herkesin kanı sahibi olmasını temin eden malumat bombardımanı altında afyonlanmaktadır.

Sanayi toplumsallığına dair görülmek istenmeyen gerçeklere ilişkin fikirleriyle Kaczynski modern tıbbın getirileri konusunda da bugün için radikal sayılabilecek bir sorunu ele alır: Hastalıkların doğal seçilimin bir paydası olarak görülmesi durumunda teknolojik ilerlemeyle birlikte tedavi edilen kişilerin kalıtım yoluyla bu hastalıkları sonraki nesle aktardıkları ve böylece insan türünde hastalığın oransal olarak yaygınlaşmasına yol açtıklarını belirtir. Bu durum insan türünün genetik olarak bozulması gibi bir sonuç doğurmaktadır ki gelecek açısından gözden kaçırılabilecek kadar önemsiz bir mesele değildir. Fakat görmezden gelinmektedir. Doğal seleksiyonun sunduğu çözümün reddedilmesi durumunda tek çare genetik mühendisliğidir ki bu bilim yoluyla insanın artık doğal bir canlı ya da tanrı yaratısı olmasının ötesinde bir ürün hâline geleceği anlamını taşır. Yukarıda değinildiği gibi ideolojik bir kurgu olan endüstri toplumsallığı da bu yolla insanın ihtiyaçlarını karşılamanın ötesine geçerek sistemin devamlılığı için üretilmiş bir standartlığa evrilecektir. Böylesi bir evrilmeyle belirecek olan insanın anlamı meselesinin nasıl bir ivme kazanacağı sorusu endüstriyel toplumsallığın bütünlüğü içinde cevaplanmak zorundadır.

Kaczynski buna karşı ancak tıbbî etiğin ileri sürülebileceğinden söz eder. Ancak burada etiğin değerlerle ilişkisi yönünden içi doldurulmaya ne kadar müsait olduğu -en azından ticaret ya da borç hukuku alanlarındaki yeni değerler açısından ele alındığında bile- kapitalizmin baskınlığının artışı ölçüsünde sosyal dünyayı biçimlendirişi hatırlanabilir. Üst-orta sınıfların denetimi altındaki tıbbî etik ancak onların değerlerinin tüm sosyal tabakalara dayatılması şeklinde kurumsallaşacaktır.

Aksi olsa ve değeri demokratik bir çoğunluk biçimlendirse bile bu defa da azınlık üzerinde manipüle edilmiş bilginin tahakkümü ortaya çıkacaktır. Bu mevzuda özgürlüğü teminat altına alacak tek çözüm genetik mühendisliğinin yasaklanmasıdır. Ne ki teknolojik bir toplumsallık içinde böyle bir mühendislik imkânının görmezden gelinmesi pek olası gözükmez. Tam olarak bu nokta, endüstriye paralel olarak tezahür eden teknolojik ilerlemenin, insanın anlamı ve özgürlüğü karşısındaki kesin baskınlığını göstermektedir.

Bu çelişki için Kaczynski motorlu taşıtları örnek verir: Kimse ilk başta motorlu taşıtları kullanmaya mecbur bırakılmamıştır, imkânı olanlar için sadece bir seçenektir. Ancak zaman içinde yaygınlaşmasına bağlı olarak ve toplumsal düzenin, motorlu taşıtların ürettiği hızı temel alarak yapılanmasının neticesinde hemen tüm insanlar -en azından çalışabilmek için- bu araçlara muhtaç duruma gelmiş ve hız ile temellendirilmiş dünyaya boyun eğmek zorunda kalmıştır.

Anlaşılacağı üzere potansiyel olarak ortaya çıkmış bir teknolojik gelişme ilk etapta bir seçenek olarak sunulsa da bu, durumun daima böyle kalacağı anlamına gelmemekte, zaman içinde söz konusu teknolojik düzey, tüm toplumu belirli bir davranış tarzına mecbur bırakmaktadır. Tıpkı elektriğin ya da iletişim teknolojilerinin tek başlarına insan hayatı için büyük zararları olamayacağı fikriyle insanların geneli tarafından olumlanmaları gibi genetik mühendisliğin bazı hastalıkları yok edebilme şansı da bir “ilerleme” olarak kabul görüp olumlanacaktır. Bu sonuçsa artık insanın sadece zihnen değil biyolojik olarak da ideolojinin gerektirdiği biçimde üretilmesi ile eş anlamlıdır.

André Gorz da ileri endüstriyel toplumsallığın amaçları için araçsallaştırılmış insan anlayışını eleştirirken bir başka toplumsallığa yönelişin imkânını sorgular: Ona göre bu imkân, toplumsal yaratıcılığın yeni bir biçimini ortaya koyarak yaşamı us/hesaplama pratiği değil bir sanat/hissediş olarak kavramakla mümkün olacaktır. Gorz sanayileşme süreciyle birlikte gerçekleşen değişimin tarih boyunca iktisadî usun çerçevesinde var olan üretim, tüketim, ticaret, mübadele, kâr, mülkiyet gibi kavramları yeni boyutlara taşıdığını gösterir.

Modernlikle baskınlaşan rasyonalizm vesilesiyle us hayatın düzenleyicisi hâline getirilerek insanın var oluşu toplumsallığın yeni çerçevesine mahkum edilmiştir. Bu süreçte insan hayatının önemli bir yerini işgal eden çalışma olgusunun da dönüştürülen anlamının izini süren Gorz’un ifadesiyle kapitalizmin ileri safhalarında, amaçlarla araçlar yer değiştirmiş ve “çalışma ile ihtiyacın arasındaki bağ kop[muştur].” Ya da Ivan Illich’in deyişiyle, “Soyut ve imkânsız hedefler belirleyince, bunlara erişmek için kullanılacak araçlar da amaç durumuna gel[miştir].”

Bu kopuş veya yer değiştirmenin çalışmak fiiline yüklenen yeni bir anlam sayesinde olduğu açıktır: İnsanın çalışması, belirli bir alanda ulaşılması umulan bir amaç için uğraşıdır. İş de geçimin temin edilmesi için bir araçtır. Fakat rasyonel dünyada ya da endüstriyel bir toplumda iş geçim için gerekli faydayı sağlamanın ötesinde tüketim yapabilmek için bir birikim imkânıdır. Bu birikimin güvence altına alınması kaygısı bir istikrar arayışını ve sürekli çalışmayı zorunlu kılar. Zaman algısının da ince dilimlere bölünerek hayatın grafikleştirilmesi, bireyin günlük uğraşını aylık ödemeler, yıllık krediler, ömürlük emeklilik hesaplarına tevcih etmesini gerektirir.

Görünüşte birey hâlâ ihtiyaçlarını karşılamak için bir işte çalışmaktadır fakat sorun ihtiyaç kavramının da çalışmak kavramı gibi manipüle edilmiş olmasındadır.

Düşünülmesi gereken bir nokta: Üretimin, insanların ihtiyaçlarını giderme gâyesinden taşıp ihtiyaçların üretimin yayılması için bir işlev kazanması durumunun modernlikle ilgili bir kırılma olup olmadığıdır. Yani böyle bir anlam değişikliğinin modernlikle beraber ortaya çıktığına dair verilerin gözden geçirilmesi de gerekmektedir. Burada bir bakış açısı olarak insanın üretme kapasitesine bağlı olarak tarihsel bir sürecin işlerliği olup olmadığı da düşünülmelidir muhakkak.

Endüstriyel üretime geçilmeden önceki dönemlerde de insanların yaşam dünyasında, örneğin bugünkü hijyen duyarlılığına benzer -ama üretim kapasitesi etrafında şekillenmiş- başka duyarlılıklar, yani icat edilmiş ihtiyaçlar görülemez mi mesela? Bir ihtiyaç olarak güvenlik kameralarıyla donatılmış bir şehrin sokaklarındaki gözetimi yine bir ihtiyaç olarak bahçenin etrafındaki çitten ayıran nesnel bir ayrım mevcut mudur? Ya da yaylı yatağı bir sedirden farklı kılan onun üretiminde kullanılan tekniğin farklılığı veya fabrikasyon model olması mıdır?

Bu soruların yanıtlarına yakın bir biçimde çalışma olgusunun tarih içerisindeki dönüşümlerine odaklanırken bugünkü gibi toplumsal kimlik, bağdaşıklık ve yurttaşlığın üzerinde temellendiği çalışma olgusu ile maişet anlamındaki -geçim için- alın teriyle yapılan çalışmayı ayırır Gorz. Ücretli çalışma olgusunun modernliğin bir icâdı olduğunu belirterek daha önce hiçbir zaman bir toplumsal bütünlük unsuru olarak görülmediğini vurgular.

Antikiteden beri emeğini satmak anlamındaki çalışmak, kölece bir uğraş olmuş, antik toplumlarda başkaları hesabına çalışmakla kölelik eşdeğer görülmüştür. -Ki bu nedenle çalışanlar/emekçiler de özgür bireyler sayılmayıp kamusal işlere katılma hakkından mahrum bırakılmışlardır. Bu yönden çağımızda modern ideolojiler arasında temelde bir farklılık da yoktur.

Sovyet tecrübesi sonrasında sosyalizm ile kapitalizm arasındaki koşutluğun açığa çıkışı bunu gösterir: Reel sosyalizm de çalışma ideolojisini aynı biçimde kabul ederek insanların köleleştirilmesi hususunda kapitalizmle birleşmiş ve insan için sahici bir umuda asla dönüşememiştir. Gorz, insanlığın “bu bana yeter” noktasından “fazla mal göz çıkarmaz”a nasıl geldiği üstüne düşünürken “geleneksel düzenin parçalanması” ile bazı şeyleri özetler: “Ahlaki ve dini kuralkoyucu gerçekliklerin çöküşü ve dini kurumların çürümesiyle birlikte” doğru ve evrensel olanın meşruiyeti için hiçbir otoriteye ihtiyaç kalmamış ve başarı, kişisel takdir ve yaşam kalitesi sorunu olmaktan çıkıp kazanılan, biriktirilen servetle ölçülür olmuştur. “Kapitalizmin ruhu”nun çalışmayla ihtiyaç arasındaki bağı koparmasının da anlamı budur: İhtiyaçların sınırlı niteliğinin ötelenmesi, yani zamanla tüketime evrilecek birikim…

Burada Weber hatırlanabilir. Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’nda, Avrupa’da sanayileşme öncesine dair ilginç bir örnek verir: Sanayileşmenin başlangıcında ilk işçiler, mümkün olan en fazla kapasiteyle çalıştıklarında kazançlarını ne kadar artırabileceklerinin arayışında değildirler. Bunun yerine, evvelden de ihtiyaçlarını karşıladıkları miktarda kazanmak için ne kadar süre çalışmak gerektiğini sorarlar kendilerine. Nitekim, işçilerin tam gün çalışmak istememeleri sonucunda ilk fabrikalar çöker. Bunun üzerine sanayiciler politikalarını değiştirerek ücretleri düşürmüşler ve bu durum işçilerin kapasitelerini daha fazla kullanmalarına, eski gelir düzeylerine kavuşmak için daha fazla çalışmalarına yol açmıştır.

Neticede üretim diye adlandırılan faaliyet, tüm ferdî ve sosyal anlamlarından tecrid edilmiş ve alelâde bir ücret kazanma çabası hâline gelmiştir. Yani, “hayatın bir parçası olmaktan çıkıp, hayatını kazanmanın aracı ol[muştur].” Böylece, çalışmak için ayrılan zaman da yaşamdan kopmuştur.

“Üretici bir toplumdan veya bir çalışma toplumundan, kültürel veya toplumsal olanın iktisadi olan üzerinde egemen olduğu serbestleşmiş zaman toplumuna geçiş”in hayâl olmadığına değinen Gorz, bu sayede bireyin çalışarak harcayacağı çaba düzeyini olduğu gibi ihtiyaçlarının düzeyini de saptamakta özgür bir hâle gelebileceğini ve böylece iktisadî ussallığın da icra edilebileceği bir sahanın kalmayacağını ileri sürer. Bunun mümkün olması durumunda zamanın serbestleşmesiyle bireyselliklerin özgür gelişimine de imkân doğacaktır. Serbest zaman ile açığa çıkacak olan dolaysız kültürle de yaşam, “dünyanın büyüsünü yeniden kazanmasını” ve “duyguların yeniden doğuşunu” teşvik edebilecektir.

Sonuçta Gorz da Illich gibi çalışmanın ve üretimin insanî değerlere tevcih edilmesiyle hayatın şenlikli araçlar kazanabileceği fikrindedir. Her ikisi de Kaczynski’nin aksine endüstriyel hayatı yadsımamakta ve amaç hâline gelmiş şeyleri yeniden araç hâline getirmekle -zor olsa da düzeltmenin mümkün olacağı fikrine bağlı kalmaktadırlar.

Ne ki Nazilerin çalışma kamplarında “Çalışmak insanı özgür kılar” yazdığı da hatırlanarak, endüstriyel toplumsallık biçiminde günlük yaşamda içselleştirilmiş çalışmak övgüsü göz önüne getirilirse yine insana yüklenen bir anlam eşliğinde düşünmeye ve eylemeye girişileceği açıktır. Sonuç yine hüsran olacaktır.

Endüstriyel toplumsallığın kurgusu içerisinde üretilen/yönlendirilen bir insan hâlinden söz edildiğinde bu insanın anlamı, var oluşun boyutları açısından -en azından doğal dünyaya uyumsuzluğunda görüldüğü gibi- tehlikeli ve oldukça yozlaşmış bir anlamdır. Bu anlamın, alternatif üretim modelleri sunan ideolojilerin yaptıkları gibi salt hedefler yönünden değil temelden ve bütüncül olarak sorgulanması gerektiği ortadadır. Bu sorgulama insanın çalışmaya da yaşam dünyasındaki tüm diğer unsurlara da doğal veya anlam yüklenmemiş, ideolojilerce saptırılmamış bir noktadan bakabilmesi, kelimelerin gösterilenlerini bilginin desaklarize edilmesinden önceki eksende kavrayabilmesiyle mümkün olabilecektir. Ki insanın anlamının da hakikate müteveccih olarak kavranılmasına kapıyı bu aralayacaktır. Ancak bu durumda üretim odaklı bir hayatın bitmek bilmez oyalayıcısı olan çokluk fikri, yerini bir olanın bütüncül akışına bırakacaktır.(Anadolu Gençlik dergisinde yayımlanmıştır.)

derindusunce.org

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.153-161

Devamını Oku »

Uygarlık Krizi: Otoriteden İktidara

İktidar kavramı, mâdun olan herkesin ve her şeyin üzerinde kurulan bir güç yönetim ve uygulaması olarak salt siyasî alanda değil, ebeveynin çocuk üzerindeki denetiminden piyasa koşulla­rının tüketici üzerindeki dayatmacılığına kadar her alanda tecrübe edilebilen bir mekanizmanın adıdır. Bu yaygınlık onun doğrudan olumsuzlanması için bir direnç var eder: Nihayetinde aile kurumu, İktisadî piyasa, toplum-devlet yapılaşması iktidara ihtiyaç duyulan organizasyonlar olarak görülebilecektir.

İktidar olgusunun olumlanıp olumlanmayacağına ilişkin dü­şünceyi besleyecek iki yönü dikkate değerdir: Birincisi, Foucaultcu bir denetim mekanizması olarak güç kavramı; İkincisi de Guenonyen bir ayrımla manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki farklılık hususudur. Bu iki yönü birleştirici olan taraf, içinde yaşadığı­mız hayatın gerçeklik olarak nitelenmesi ve iktidarın da bundaki payıdır. Ki bu gerçeklik insan zihninde çırılçıplak bir algıyla oluşmamakta, biçimlendirilerek sunulmaktadır ki biçimlendirmeyi yapan güce iktidar denmektedir. Gerçeklik olarak algılanan kesin bir biçimde toplumsallığın ürünüdür ve toplumsalın kendisi gibi bir güç denetimiyle açığa çıkmaktadır. İnanan birisi için tanrı ta­savvuru, iyi-kötü-doğru-yanlış nitelemeleri, düşünme biçimi, ih­tiyaçları giderme yöntemleri vs. insanın kendini arıtıp ya da üze­rinde ince ince düşünüp aldığı kararlarının bir sonucu olmaktan çok, içine doğduğu toplumun öğrettikleridir. Toplumsallaşma sü­reci, normal diye adlandırılan kalıpları edinme ve uygulamayla ger­çekleştiğinden birey için gerçeklik demek iktidar demektir. Nor­mal ve gerçeklik her zaman örtüşmese de normal, gerçekliğin bir ölçütü olarak gelişmek durumunda olduğundan, bireyin tüm al­gıları gerçekliği dayatan iktidara tabidir.

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern sonrası kabul edilen bugün, normal olanla ilgili çok ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu kırılma, tıpkı gerçekliğin kırılması gibi belirsizlik ve boşlukla iç içedir ve bu sebeple normalliğe dair hiçbir güven kalma­mış durumdadır. Bununsa bireye gerçekliği dayatan toplumsallıkla,daha doğrusu toplumsalı da denetleyen iktidar ile ilgili olduğu açıktır. Birkaç yüzyıldır süregelen uygarlık krizini tetıkleyen bu denge­sizlik, iktidarın ikinci yönü olarak değinilen maddî ve manevi av­amıyla ilişkili görülüyor: Guenonün “tamamen maddileşmiş tek uygarlık” olarak nitelediği modern toplum biçimlerinin temel ka­rakteristiği; maddî olanın, manevî olanı değilse de manevî alana ait algıyı biçimlendirmesidir. Manevî alan otoriteye, maddî olan ise iktidara ilişkindir. “Manevî iktidar” sözü oksimorondur. Ya da manevî yönlendirme iradeyi teslim almadığından bir iktidar biçimi değildir, otorite biçimidir. Bunlar birbirlerinin yerine geçemezler ki bugün uygarlık krizi olarak adlandırılan şey, maddî iktidarın manevî otoriteyi etkisiz hâle getirmişliğinden ibarettir.

Maddî bir olgu olan iktidar anlayışının Avrupa’dan başlamak üzere, benzer ve çeşitli araçlar sayesinde tüm toplumları denetim altına alması dolayısıyla Marx ve Engels “katı olan her şey buhar­laşıyor' diyorlardı ve Weber ''büyüsü bozulmuş bir dünya”dan söz ediyordu. Bunun tarihsel açılımını Aydınlanma düşüncesi, kartez­yen felsefe, bilimsel devrim, Fransız ihtilâli gibi bazı anahtar kav­ramlarla yapma eğilimi yaygındır: Bilginin öznel bir keşif ve fütu­hat olması fikrinin terk edilip yerine bilginin nesnel bir gerçeklik hatta mutlakıyet olarak tanımlanıp kavranılmasının gerçekten de bu tarihî olaylarla açıktan ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Antiki­tede, Ortaçağ Avrupasında, Musevî-Hristiyan-Islâm dünyasında ve Uzakdoğu’da yaygın olarak nesnelleştirilmemiş olan bilginin; Rönesans’tan sonra Avrupa’da gelişen bir algı sisteminin kurbanı olduğunu söylemek mümkündür. Elbette Yunanda da Asya’da da materyalist bilgi anlayışını savunan ve dünyayı da buna göre sis­temleştirerek açıklayanlar tarih boyunca var oldular; ancak bu du­rum, toplumların hayatı anlamlandırmaları, ekonomik rejimleri, siyasal yapılanmaları, kültürleri yönlendirebilecek bir güce sahip değildi.

Bu gücün etkisi oldukça kapsamlıdır: Manevî olanın üs­tünlüğü sadece bireylerin maddîleşmeleriyle ilgili değil, kentlerin merkezinde tapınak ya da ibadethane olması, krallıkların meşru­iyetinin dinî otorite tarafından tasdik edilmesi, kutsalı dışlayan sanatın reddi, dünyanın kainatın merkezi olarak değerlendirildiği fizik algısı gibi hayatın her alanında geçerli bir durumdur.

Bilgi, gözlem ve deney için uygun hâle getirilerek nesnelleştiri­lirken gerçekliğin olağan hâli bakış açısına sabitlenmiştir. Descartes’la birlikte felsefi olarak yerleşip güçlenmişse de Rönesans’ta zaten ticarî gereksinimlerle entelektüel birikimine başlanmış bu eğilim, Aydın­lanma döneminde üst kültürü tamamen ele geçirmiş ve sonra gide­rek her sahada dalga dalga yayılmıştır: Kapitalizm, bireycilik, mo­dern sanat, Sanayi Devrimi, ulus-devlet yapılanması vs... Bu süreç, artık maddi gücün her şeyi biçimlendirip anlamlandırmaya ve top­lumsallığın biçimlendirilme gücünün, otoriteden iktidara doğru kaymaya başladığı bir aralığa işaret ediyor.

Bilginin kendinde de­ğeri su-i istimal edilerek, “Bilgi güçtür” sözüyle açık olan bir araca dönüştürülmüştür. Bilimselliğin başlamasıyla artık bilginin ikti­dar için araçsallaştırılması paraleldir. Ki Orwel'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, iktidarın uygulanması olarak bilginin hem alınması hem de sunulmasından söz ediyordu; yönetim bir taraftan birey­ler üzerinde sıkı bir denetim uygulayarak her ânı gözetliyor, diğer taraftan başta tarih olmak üzere bütün bilgi birikimini dönüştür­mek için çabalıyordu.

Kapitalist küreselleşmeyle beraber dünya, özellikle teknoloji­den faydalanılarak bu sistemin yerleştirildiği bir tahakküm rejiminin hemen eşiğine getirilmiştir. Ted Kazcynski, teknolojinin özgürlük talebinden daha etkin bir sosyal güç olduğunu söylerken, teknolo­jinin insanların yaşamsal ihtiyaçlarının başlarında yer alan güvenlik istemlerini gıdıklayarak biçimlendirilmesinin bu güç hakkında bir fikir vereceğini gösterir. Can ve mal güvenliği söylemiyle şekillen­dirilmiş bir kameralı gözetim sisteminin yaratacağı denetim algısı toplumsal çoğunluk tarafından özgürlüğe tercih edilecektir ya da internetin sunduğu bilgilere erişim hakkında zararlı içerikten ko­runma içgüdüsü yine özgürlükten daha başları olacaktır.

Esas olan bilginin iktidar denetiminde olmasıdır ve bunun için artık teknolojik tüm imkânlar kullanılmakta ve bu sayede toplum­lar denetim altında tutulup, istenilen yöne sürüklenebilmektedir.

Bu teknoloji; matbaa, kitap, televizyon, sinema, kamera, ses ka­yıt cihazı, internet olabilir, fark etmiyor. İktidar önce bilgiyi ele geçiriyor, sonra bu bilgiye dayalı bir kurgu inşâ ediyor ve nihayet bu kurgu gerçeklik olarak dayatılıyor ve insanların gerçeğe saygılı olması üstüne bir ahlâk ve hukuk inşâ ediliyor. Bilginin bir güç hâline getirilmesi, teknolojik ilerleme, dünyanın maddîleşmesi ve iktidar denetiminin yoğunlaşması hep aynı sürecin farklı yönleri­dir. Nihayetinde iktidarın, manevî olanı uzaklaştırırken bilgi süreç­lerini nesnel ve maddesel kılması bir gerçeklik tahakkümünün de oluşturulması anlamına gelmektedir. Yani gerçek olanın belirlen­mesi artık tamamen maddî iktidarın denetim ve tasdikiyle müm­kün olmaktadır.

Bilimin öncülüğünde eşyanın değerlendirilmesi, perspektif se­bebiyle gözlemlenebildiği ölçüdedir. Burada ilâhî olanın, manevî olanın yeri yoktur ve tüm değerler, insan türünün ölçütlerine göre bir silsile içindedir. Değerlere ilişkin algıdaki bu değişim doğal ola­rak gerçeklik düzlemini yeniden üretmektedir. Gerçekliğin yeniden üretilmesi ise ancak ideoloji kavramıyla ifade edilebilir ki perspek­tif bu sebeple bir sanatsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir gerçek­lik tasavvurundan ibarettir.

Modern akıl ile baktığımız bir minyatür eserinde -kimilerince çocukça diye nitelenebilecek- bir saflık göze çarpar: Resim içindeki nesneler maddî gerçeklikleriyle değil, manevî derecelerine göre sıra­lanmıştır; padişah uzakta bile olsa büyüktür, kul yakında bile olsa küçüktür örneğin. Aynısı Rönesans öncesi Avrupa resminde de vardır; başlarında hâle olan insanlar, ışık saçan nesneler, melekler vs. Eğitim sistemi ve sosyal dünyanın bireylerde hâkim hâle getir­mek üzere örgütlendiği modern aklın, gözleme dayalı olarak kur­duğu gerçeklik, özne ve nesne arasında mudak bir ayrım var ede­rek nesneyi, öznenin denetimi içine hapsetmektedir. Yani yine bir iktidar ilişkisi kurulmaktadır. Bu hapis manevî olanı yok saydığı için modern sanat algısı, maddî olanın bireysel psikolojideki yan­sımalarıyla yetinir. Bu durumda padişahın kullardan büyük “gö­rünmesi” bir hatadan ibarettir, çünkü değerli olan görünendir ve gerçeklik tecrübe edilenden ibarettir. Tecrübe eden ise modern akıl sahibi olarak ifade ettiğimiz gözlemcidir.

Hayata yüklenen anlamdaki bu değişmeden kaynaklanan böyle bir bakış açısı farklılığının sosyal dünyayla birlikte ekonomiyi, dev­leti, bilimi, kültürü ve sanatı baştan sona değiştireceğini anlamak güç değildir. Tüm bunlar aynı zamanda bir bütün olarak uygarlığın yeniden anlamlandırılması demektir ki uygarlık krizi tam olarak bu tersyüz oluş hâlidir: Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıplan çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yö­nelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenir­ken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştır­maktadır.

Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kül­türel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelade ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreç­ler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının öz ­denetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.37-41
Devamını Oku »

Batıda Medeniyet Kavramı


Batı’ya nisbetle deskriptif bir anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında artık normatif bir anlam ifade eder olmuştu.Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından
belirlenecekti.

Geleneksel dünyada kimlikler, “Müslüman/kâfir” gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da islâm ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. islâm dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristiyanlığın rengini taşıyan her şeyi reddetti. islâm dünyası, Batı’da sekülerleşme sürecinin kritik aşamalarını teşkil eden XV. asırda Rönesans, XVI. asırda Reformas-yon, XVII. asırda Bilim, XVIII. asırda Aydınlanma hareketlerine temelde Hıristiyanlığa karşı önyargıdan dolayı kayıtsız kalmıştı. Ancak bu dönüşümün zirveye çıktığı XIX. asır ideoloji çağında durum değişti. Batı, artık tamamıyla dönüştürerek seküler-evrensel kılığa soktuğu dinini Doğu’ya dayatabilecek güce erişmişti. Napoleon, Mısır’a hem medeniyet, hem de bunun
dayandığı ideolojiyi yaymak için gelmişti.

Doğal olarak önce somut olduğu için, kısaca “Batılı hayat tarzı” diyebileceğimiz Batı medeniyeti Doğululara cazip geldi. Napoleon, Mısır’a bu medeniyetten ancak bir nebze getirmiş, daha sonra bundan etkilenen Müslüman aydınlar bizzat yerinde bu “medeniyetin nimetleri”ni gözlemlemeye başlamışlardı.

Osmanlı dünyasına civi-lisation, Frankofon Tanzimat Paşası Mustafa Reşîd’in Paris’ten gönderdiği resmî yazılarıyla geçmiştir. Paşa, tabiatıyla Türkçe karşılığını bulamadığı bu modern kelimeyi dilimize terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât gibi hem geleneksel, hem de modern anlamlarını bir arada kullanarak aktarır.

Daha sonra da bu dilimize medeniyet olarak yerleşir. Hâlbuki bu, kavramın orijinali civility’nin karşılığıdır; civilisation’un esas kelime karşılığı temeddündür. Nitekim Cevdet Paşa, bu iki kelimeyi de kullanır (Göçek 1996: 117—137).Medeniyet kavramının Avrupa’da giderek artan tedavülüyle entelektüel söyleme hâkimiyeti (Boer 2005), modern dünyanın tam doğuşunu haber verdi. Katolik Batı, aslında tarihteki medeniyetler gibi tarihî, deskriptif anlam taşıyan medeniyetine gücüyle normatif bir anlam kazandırmış, medeniyet “olgu”sunu “ideal”e dönüştürmüş, geleneksel “hak/batıl din” ayırımının yerine “Batı/Doğu medeniyeti”ayırımını geçirmişti.

Medeniyet, böylece Batı-dışı toplumlar için bir standart, norm ve ideal haline gelmişti. Tek başına, artikelle kullanıldığında “din” ile “hak din” kasd edildiği gibi, aslında Batı ürünü, tikel “medeniyet” ile de “hak, evrensel medeniyet” kasd edilir hale gelmişti. Ya medeniyetten yana veya karşısında olmak dışında nötralite gibi üçüncü bir alternatif yoktu hâkim imaja göre. Nitekim seküler Yeni Osmanlı aydını Şinasî’nin Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşîd Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak görmesi, medeniyeti, insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını açıkça gösterir (78)

Katolik evrenselciliği sekülerleştiren Fransız Aydınlanma filozofları tarafından medeniyet, geniş anlamda hem bir inanış, hem de yaşayış sistemi anlamına gelen din gibi kendi kendini meşrûlaş-tırıcı bir sistem olarak düşünülmüştü. Örneğin medeniyeti maddî ve manevî gelişimin bir bileşimi olarak gören Guizot (1997), tarihte olduğu gibi modern Avrupa’da da toplumsal refahın gelişimine paralel olarak
bizzat insanın entelektüel ve moral kapasitesinin de gelişeceğini öngörüyordu. Bu anlayışı sistemleştiren Comte (2000: III/168—232), ünlü üç hal kânununa göre medeniyet tarihini de üç toplum tipine tekabül eden üç çağa ayırdı. Teolojinin hâkim olduğu fetihçi-askerî toplum, sadece hayatını sürdürmek için gerekli temel tekniğe sahip olarak devamlı fetih ve ganimet peşinde koşar. ikincisi, metafizik ve hukukun
yön verdiği savunmacı-feodal toplumda gözlem hayale hâkim olmaya başlar; sanayileşmenin gelişmesiyle toplumsal ilişkiler değişmeye başlar. Bilimin hâkim olduğu üçüncü endüstriyel çağda insan zekâsı tabiata egemen olur; bu çağda, bilim, teknik ve ekonomiye dayalı medeniyet inkişaf eder.

Bilim, teknik ve ekonomi sayesinde doğanın denetim altına alınması, toplumun da denetim altına alınmasını sağlar. Medeniyet, böylece tarihi denetim altına alma azminin eseri Fransız Devrimi ile doğayı denetim altına alma sürecinin eseri Sanayi Devrimi’nin bileşimi bir kavram olarak belirir. Bu maddî medeniyet geliştikçe insanın entelektüel ve moral kapasitesini geliştireceği gibi toplumun şeklini, amaç ve yönünü belirleyecekti. Civilisation, böylece hem bilimsel-teknik ve endüstriyel gelişme yoluyla doğa kadar toplumun da denetim altına alınması, medenileşmesi sürecini (terakkî), hem de bu sürecinsonunda ulaşılan bir düzeni, medeniyeti ifade etmektedir. Comte’a göre insanın yapacağı, zekâsıyla doğayı ve toplumu yöneten yasaları keşfettikten sonra kendini tarihin doğal akışına bırakmaktı. Çağdaş
modernlik eleştirmenlerinin “seküler teslis” adını verdikleri, akliyetin ürünü “bilim, teknik ve ekonomi” ile mütemayiz maddî bir medeniyet imajı böylece onda kemale erdi.

Zorlu epistemolojik arayıştan yorulan Avrupalı aydınların beklentisine göre modern hayat tarzı,aklîleştirme yoluyla zamanla kendine özgü bilgi tarzını da üretecekti; Marx’ın “altyapı/üstyapı” ayırımıyla net olarak gösterdiği ve Foucault’nun, modern diskurların “diskörsif formasyon”larda gömülü olduğuna dikkat çektiği gibi. Ancak XIX. asrın ortasına gelindiğinde medeniyetin şekli netleşti; medeniyet denen şey, modern endüstriyel kapitalist toplumdu. Kökten değişen bu toplumun kendi kendini aklîleştirmesi-nin imkânsızlığı görüldüğü için ideolojiler ortaya çıktı. Bu ihtiyacı ilk gördüğü için Destutt de Tracy, ideoloji kavramını icat etmişti. Marx ise, ekonomik ve politik tahakküm ilişkilerine dayalı kapitalizmin hem altyapı, hem üstyapısına, hem burjuva medeniyetine, hem liberal ideolojiye kökten karşı çıkarak bilimsel
bir öğretiye dayalı yepyeni bir dünya tasarladı (Meyer 1969: 47—73).

Bu açıdan kanaatimce XIX. asır sekülerizm çağında üç ibrahimî din, Yahudilik, Hıristiyan ve islâm’ın da modernlikle ortak bir hesaplaşma örüntüsü fark edilebilirdi. Bildiğim kadarıyla bu konuda maalesef esaslı bir mukayeseli modernizm incelemesi henüz yapılmış değildir. XIX. asırdaki teolog ve filolog kökenli oryantalistlerin “yüksek” denen hermenötik eleştiri yoluyla yaptıkları “tarihî/gerçek peygamber”
ayırımıyla dinlerini tarihîleştirmelerine, çağın dışına itmelerine karşı dindar aydınların benimseyeceği iki şık vardı. Birincisi, islâm’da kelam metodolojisinde dinî delillerin eleştirisi için kullanılan “sübut/delâlet” (izmirli 1981: 27) ayırımıyla, önce karşı-girişimle, aynı hermenötik metotla kaynaklarının sübutu yoluyla dinlerinin içeriğinin evrenselliğini göstermek.

Özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlık örneğinde bu yolun zorluğu karşısında ise daha çok ikinci şık, yani dinlerinin kaynaklarının sübutu yerine içeriğinin delâleti bakımından evrenselliğini gösterme tutumu benimsenecekti.Yakından bakıldığında bu tutumun da iki adımdan oluştuğu görülecekti. Geiger, Cohen, Loisy,Tyrrell,Afgânî, Abduh gibi XIX. asırda, Marx’a göre “gemileri yakmak” yerine daha ılımlı bir yol seçen üç ibrahimî dinden aydınların hepsinin ortak hedefi, iki temel yolla rasyonalizm ve rasyonalite sayesinde dinlerinin evrenselliğini göstererek ayakta kalmasını sağlamaktı. Birincisi, dinlerinin temel teorik yapılarının, genel olarak bilim denen rasyonalizmin eseri modern bilgiye, ikincisi dinlerinin temel pratik yapılarının rasyonalitenin eseri medeniyet denen modern hayat tarzına uyabilir-liğini göstermek. Ancak karakterlerine göre bu üç dinin modern bilgi ve hayat tarzına uyarlanma derecesi değişecekti.

Yahudilik, gelenek, Hıristiyanlık teoloji, islâm ise fıkıh ile karakterize edilebilir. Marx (Tucker 1978:26—52)’tan J. Neusner (1975)’e farklı açılardan birçok Yahudi aydının ifade ettiği gibi zaten Yahudilik’te din, haham geleneğine indirgenmişti. Dolayısıyla 1934’te çıkan eserinde olduğu gibi Mordecai M. Kaplan (1967), Yahudiliğin doğrudan medeniyete dönüştürülmesini savu-nabilmişti. Diğer taraftan, de Tracy, Hegel ve Comte, Hıristiyan teolojiyi ideoloji ve sosyolojiye dönüştürmekte
zorlanmadılar. Ancak ilâhî yasa şeriatın kurumsallaşmış yorumu olarak fıkıh, içtihat kapısı açılmadıkça bu tür işlemlere gelemezdi. Afgânî ve Abduh’un bu amaçla içtihat kapısının açılması için bastırması da sonuç vermeyecek ve her ne kadar çağımızda islâm dünyasında Endonezya örneğinde görüldüğü gibi,islâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılır hale gelse de (Steenbrink 2004) modernlik projesine üç din
arasında en dirençli islâm çıkacaktı.

Gene de XIX. asırda Müslüman aydınlar, Batı’nın temel silahları olarak gördükleri medeniyet ile ideolojiyi misilleme mantığıyla kendilerine mal etmenin yollarını arayacaklardı. Birincisi ideolojiler,Müslümanlar tarafından geçmiş Batılı entelektüel hareketlerin aksine gayr-i Hıristiyanî içerikte, yeni bir dünyayı kuran evrensel fikirler olarak en azından incelenmeye değer görülmüştü (Lewis 1994: 51,Hodgson 1974: III/120). ikincisi, Napoleon Fransa’sı geçmiş Batılı entelektüel hareketlerden farklı olarak bizzat devrim ideolojilerini Doğu halkları arasında propaganda yoluyla yaymaya yönelmişti. XIX. asır -izmler, ideolojiler çağıydı; meşrûiyet krizinden kıvranan dünya, pek çok açık, sert kadar gizli, yumuşak ideoloji ye vücut verdi. Sadık Rifat Paşa, ancak itikat kavramıyla anlatabildiği ideoloji ve kamuoyunun Batı sayesinde modern dünyada kazandığı öneme belki de XIX. asır islâm dünyasında dikkat çeken ilk kişiydi.(79)

Ancak ideoloji, zamanla münhasıran politik küreyi dönüştürmeye yönelen bir entelektüel silah olarak pejoratif bir anlam kazanmıştı; XIX. asırda, XX. asırda olduğu gibi liberalizm veya sosyalizm gibi Batılı bir politik ideolojiyi açıkça benimseyen bir Müslüman aydın bulmak zordu. Bu yüzden Comte, sosyolojiyi
objektif ve evrensel bir disiplin olarak tasarladı. Doğal ve sosyal bilimin arkasında yatan pozitivizm,özellikle yükselen milliyetçilik çağında Doğu dünyasında evrensel, felsefî bir ideoloji olarak revaç kazandı. Osmanlı’da Hoca Tahsin ve Ahmed Rıza, Mısır’da Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi bilinçli olarak pozitivizmi benimseyen Müslüman aydınlar görmek mümkündü.

Pozitivizm,evrenselliği bakımından birçok gelişmekte olan ülke aydınının daha sonra Marksizm’de bulacağı teselliyi sağladı. Örneğin din ile ideoloji arasında bir ayırım yapan ve ideolojileri nötral ve evrensel düşünce sistemleri olarak gören Ahmed Rıza, farklı dinlerden insanların ortak ideolojilerde buluşabileceğine inanıyordu (Mardin
1983a: 137).

Prof.Dr.Bedri Gencer - Islamda Modernleşme,lotus yay,syf.309-314

Dipnotlar:

78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.

79 “Mizâc-ı asr 78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehre şebîhtir ve cihânda def ‘ü izâlesi muhâl olan ahvâlden biri i’tikâd ve diğeri efkâr-ı ‘âmmedir” (Aktaran, Mardin 1996: 210).

Devamını Oku »

Postmodernizmi Tanımlamak



'Smart'ın dikkat çektiği gibi postmodernizm son derece "tar­tışmalı bir terimdir, kuramsal ve siyasi destekçileriyle beraber farklı entellektüel disiplinlerde çok yüklü tepkiler yaratmak­tadır" (1993a: 11). Bu görüş, postmodernizmi şöyle tanımlayan Hebdige tarafından da desteklenir: "Çatışan yönelimlerin, tanımların, etkilerin, toplumsal ve entellektüel eğilimlerin ve kuvvetlerin yöndeştiği ve çarpıştığı ... bir uzam, bir 'durum/ bir 'çıkmaz/ bir aporia; ne homojen bir oluşum, ne de bilinçli bir 'yönelim'"(1988: 200). Bu gözlemin önerdiği gibi,postmodernizm sadece toplum bilimlerinde yaygın ve güncel bir kullanıma sahip değildir. Tam tersine postmodernizmin etkisi, coğrafya, teoloji, edebiyat eleştirisi ve sanat da dahil olmak üzere pek çok akademik disiplinde görülebilir. Bu di­siplinlerin postmodernizme uyguladıkları farklı yorumlara rağmen uzlaştıkları bir alan vardır.

Hepsi de postmodernizmin en azından ikinci Dünya Savaşı'nın sonun­dan beri küresel düzeyde gerçekleşen önemli toplumsal dönü­şümlerle ilgili olduğu konusunda hemfikirdir. Bu dönüşümle­rin kökeninde ise Aydınlanma projesini tanımlayan düşünce­lere ve ilkelere duyulan inancın azalması olduğu ileri sürülür. Modernitenin fiziksel ve ideolojik özelliklerini temelden şekil­lendiren, aydınlanmanın rasyonel ve bilimsel açıklamalar aracılığıyla insanın akıl ve yargı yetisine yaptığı vurgudur. Jenks'in de işaret ettiği gibi:

Aydınlanma, karakteristik güdülere ve ortak bir amaca sahip bir dizi tipik karakter yaratmıştı; diğer deyişle modernite tarihi için bir "büyük" anlatı formu sağlamıştı. Akıl inanca galip gelecek, doğa dizginlenip insanın hizmetine sunulacak ve zaman karanlıktan ışı­ğa bir geçiş olarak ölçülecekti; bu geçiş veya daha ziyade bu örtük ahlaki değer yargısı ilerleme olarak bilinecekti. (1933:138)

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, bu türden değerleri sürdüren modernist ideolojiler yavaş yavaş yıkılmaya başladı. Dünya savaşları ve zulümlerin anılarıyla beraber sanayi atık­ları ve doğal kaynakların kirletilmesi sonucu teknoloji ve ras­yonelleşme konusunda artan şüphecilik, modernitenin bilime ve ilerlemeye yaptığı vurguya duyulan inancın azalmasına yol açtı (Smart, 1993a).

Gerçekten de Kumar'ın belirttiği gibi "bu güven sorunu [aynı zamanda] bilim insanlarının kendilerine de sıçradı. Onlar artık sadece bilimin toptan dünyaya uygu­lanmasını sorgulamakla kalmayıp; bilimin bizatihi ayrıcalıklı anlayış yöntemi olarak konumu hakkında da rahatsız edici sorular sormaya başladılar" (1995: 134).

Modernist ideolojinin zayıflamasında bir diğer etken ise dünyanın pek çok yerinde batı egemenliği ve sömürgeci yönetimlere karşı yükselen ra­hatsızlık ve memnuniyetsizliktir. Bu, kamusal düzeyde Ba­tı'nın bilimsel ve teknolojik gelişime yaptığı vurgunun nasıl üçüncü dünya ülkelerine dayattığı gelişim ve ilerleme şablon­ları olarak kuvvetli bir kültürel emperyalizme dönüştüğü konusunda çoktandır devam eden felsefi ve ahlaki tartışmaları da öne çıkardı.

O halde postmodernizmin yükselişinde kilit nokta, modernitenin dünya düzeni söz konusu olduğunda sahip ol­duğunu iddia ettiği otoritedeki zayıflamaydı. Lyotard'ın göz­lemlediği gibi, postmodernite modernitenin ideolojik ve ahlaki otorite iddialarının meşruiyetini kaybetmesiyle ilgiliydi: "Çağ­daş toplum ve kültürde - postendüstriyel toplum, postmodern kültür - bilginin meşruiyeti sorusu farklı şekilde formüle edilir. Büyük anlatı güvenirliğini kaybetmiştir" (1984: 37). Lyotard'a göre büyük modernite anlatısının gücü ve etkisindeki bu düşüş, "ikinci Dünya Savaşı'ndan sonra gündelik hayatta söylemlerin ve bilgilerin çoğulluğunu sağlayan teknoloji ve tekniklerin artışıyla" doğrudan örtüşüyordu (a.g.y.)

Lyotard bu bakımdan 1950'lerden sonra gündelik yaşamda gittikçe daha merkezi bir rol oynayan elektronik medyanın can alıcı bir önemde olduğu­nu idda eder. Gerçekten de Stevenson'ın (1995) gözlemlediği gibi günümüzde gündelik ihtiyaçlarımız için medyaya o kadar bağımlıyız ki -haber, eğitim, dinlence, eğlence ve diğerleri-, çağdaş kültürler aslında "medya kültürleridir". Benzer bir gö­rüş medya kültürü ürünlerinin "gündelik davranış için ana kaynaklar" olduğunu öneren Gergen tarafından da ifade edilir (1996: 123; ayrıca bkz. Kellner, 1995). Medya tarafından sağla­nan imge ve metin akışı, modernite söyleminin çöküşünde önemli bir rol oynamıştır; bu sadece bilgi ve düşünceler için değil, imgelere ve nesnelere atfedilen anlamlar için de böyledir. Connor'a göre imgeler ve nesnelerin anlamını ve hakikiliğini belirleme gücü, bireysel sanatçı ve yaratıcının ellerinden sökü­lüp alınmış ve izlerkitlelerin sonsuz derecede çoğulcu ve öznel alanına bırakılmıştır:

... kitle kültürü medyası ... birey olarak sanatçının belirli bir fi­ziksel aracı dönüştürmeye çabaladığı yönündeki modernist an­latının aşılmasının cisimleşmiş hali gibi görünüyor. Eşsizlik, ka­lıcılık ve aşkınlık, yerini ... yeniden üretilebilir film ve video sa­natlarında açığa çıkan telafisi olmayan bir çoğulluğa, geçiciliğe ve anonimliğe bırakıyor. (1989:158)

Yukarıdaki gözlemin önerdiği gibi bu anlam "kaybı", ba­sit şekilde imgelerin ve enformasyonun sanatçı/yaratıcıdan izlerkitleye olan akışından kaynaklanmıyor. Daha ziyade medyanın kendisi gittikçe daha keyfi bir şekilde iş görüyor, modernist -uzamsal, zamansal, siyasi ya da söylemsel- ay­rımları çarprazlamasına keserek imgeleri ve enformasyonu bağımsızlaştırıyor ve onlara yeniden bağlam kazandırıyor.

Televizyon ve video bağlamında bu konuyu tartışan Connor postmodernist bakış açısından bu medya formlarının "modernist estetik modellerin hegemonyasına ... formları iti­bariyle bir karşı çıkışı temsil ettiğini" ileri sürer (a.g.y.: 163). Benzer bir nokta Kellner'in şu gözleminde de açıktır: "Tele­vizyon tarihinin büyük kısmı boyunca hikaye anlatımı ege­men olmuşken, televizyon imgesinin postmodern biçimleri, anlatının merkeziliğini sıklıkla yerinden eder" (1995: 235). "Postmodern" görsel medyanın bu özelliği Kaplan tarafından MTV üzerine bir çalışmada daha ayrıntılı bir şekilde keşfedilir. Kaplan'a göre "MTV geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ay­rımlar yanında popüler ve av ant-gar de gibi farklı estetik türler ve sanatsal tarzlar arasındaki farkları da bulandırıyor" (1987: 144).

Bu bakımdan Kaplan'a göre MTV, en dikkat çekenleri reklamcılık, film yanında IT ve internet gibi yeni medyalar olmak üzere, izlekleri ve içerikleri postmodern dönemeci yan­sıtan diğer çağdaş medya formlarıyla da uyuşur. Hepsi de Hebdige'in deyimiyle aynalar, ikonlar ve yüzeylere yönelik oyuncu bir "büyülenme" özelliği sergiler. Bu ise, metinler ve imgelerin orijinal bağlamlarından koparılıp, asıl anlamlarını kaybettiği ve yenilerinin türetildiği keyfi yeniden düzenleme­lerle gerçekleşir.

"Gösterge" ve "Gösterilen"

Postmodern toplumda bu türden görsel ve metinsel yeniden düzenlemelerin doğrudan sonucu, bir zamanlar sabit bir iliş­kiye sahip olan gösterge ve gösterilen arasındaki bağların kopmasıdır; metinler ve imgeler fiilen havada süzülen göste­renlere dönüşmüştür (Baudrillard, 1983). Baudrillard'a göre postmodernite gösterge ve gösterilenin sabitliğini ortadan kaldırmış, bütün metinsel ve görsel anlamlar artık özünde akışkan ve keyfi hale gelmiştir. Baudrillard'ın argümanı Best ve Kellner'in şu gözlemi aracılığıyla da desteklenir:

Gösteren, nesnel bir gerçeklik, önceden varolan ihtiyaçlar ya da kullanım değeri tarafından sınırlanmaktan çıkmış halde serbest­çe süzülmekte özgürdür ve kodlanmış farklılıklarını ve çağrışım zincirlerini yönlendirerek kendi anlamlarını ortaya koyar... Gös­terge, dünyada belli bir göndergeye işaret ettiği gösterilenle olan sabit ilişkilerinden özgürleşmiş halde kendi göndergesi ha­line gelir. (1997: 99)

Bunun sonucu "simülasyon ve hakikat, imge ve gerçek­lik" arasındaki sınırın bulanıklaşmasıdır (Bauman, 1992: 150). Birey böylece bir simülasyon dünyasına, imgelerin ve temsil­lerin hızlı akışının asıl gönderme biçimi olduğu bir dünyaya adın atmış olur. Postmodern toplumda anlam ne kadar değerli olsa da, özünde parçalı ve çekişmeli hale gelmiştir. Benzer biçimde Porter şöyle söyler:

Yirminci yüzyılda bilince ilişkin köklü değişim -kitle iletişimi, yüksek teknoloji medyası, reklamcılık ve tanıtım endüstrileri, küresel köyün imgeler imparatorluğu- sayesinde modern insan­lar yapay, büyülü bir haz kubbesinde yaşar hale geldiler. Hiçbir şey sabit değildir, göstergelerin çoğalışının hüküm sürdüğü başdöndürücü bir simülasyon tiyatrosunda her şey her şeyi yansıtır haldedir... Anlam, retoriği tamamen öz-göndergesel olan egemen bir kod içinde gerçekleşen, bitmek bilmeyen sim­gesel alışverişlerle üretilir. (1993:1-2)

Baudrillard'a göre bunun sonucu gerçekliğin ölümü ya da diğer deyişle "deneyimin kökten bir dönüşümü, anlamın ve anlamlandırmanın yok oluşu değilse de etkisiz hale gelmesi­dir" (1983: 53). Baudrillard'ın bu sürece ilişkin en ünlü ve tartışmalı örneği, onun 1991 yılındaki Körfez Savaşı hakkındaki yorumudur. Müttefiklerin bombalama harekâtı başlamadan önce Ingiliz gazetesi Guardian'da yayınladığı bir yazısında (bkz. Stevenson, 1995) Baudrillard (1991), Körfez Savaşı'nın gerçekliğinin onun medyadaki temsillerinin toplamı olduğunu ve bunun nihayetinde "'sanal bir savaş'... gerçek ölümden ziyade simüle edilmiş cinayet ve yıkım hakkındaki kelimeler ve imgelerin bir savaşı" olduğunu iddia etmişti (Stevenson, 1995: 194).

Bu görüş Baudrillard'ı Körfez Savaşı'nın "gerçek­leşmeyeceğini", imgelerin ve metinlerin medya tarafından "simüle edilmiş" bir çatışma yaratmak için manipüle edildiği­ni iddia etmeye götürdü. Baudrillard'ın yorumu sonradan Körfez Savaşı'nın acımasız gerçekliği tarafından yerinden edilse de, onun argümanının özünün, yani medya temsili ve simülasyonun bireylerin "gerçeklik" algısı üzerindeki etkileri­ne dair geniş kapsamlı çözümlemesinin su götürmez bir doğ­ruluk taşıdığı söylendi. Bu yüzden Best ve Kellner'e göre:

... 1991 tarihli Körfez Savaşı "gerçekliği" kurma konusunda ina­nılmaz bir güç gösterdi. Savaşın Irak halkı ve çevresi bakımından son derece korkunç etkileri olmuşsa da bunun gerçek seviyesi, iyinin Kötüye karşı mücadesi biçiminde kodlanan medya mesaj­larının bombardımanı nedeniyle görülmeden kaldı. (1997:108)

Postmodern toplumda medyanın sahip olduğu söylenen gündelik yaşam üstündeki etkisi, tartışmayı gündelik yaşamın daha alışıldık ve sıradan boş zaman ve tüketim pratiklerini kapsayacak şekilde genişleten Lash tarafından da irdelenir. Lash'a göre:

Postmodernizmde değişim zaman ve mekân algımızdan ziyade algımızın nesneleri bakımından gerçekleşir. Televizyon, video,enformasyon teknolojileri, Walkman, müzik kasetleri, reklamlar ve popüler dergilerin muazzam çokluğu söz konusu olduğunda algıladığımız şeyler büyük oranda temsiller ve imgelerdir. Al­gımızın "gerçekliğe" olduğu kadar temsillere de yönelmiş ol­duğu bir toplumda yaşıyoruz. Bu temsiller algınan gerçekliği­mizin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Ve/ya da gerçeklik gittikçe bu temsiller aracılığıyla algılanıyor. (1990: 23-4)

O halde postmodern toplumda, temsil o kadar güçlüdür ki gündelik deneyimin ana formu haline gelmiştir. Gerçekte günde­lik hayat "dev bir simülakradan" pek de farklı değildir; "gerçek­likle alışverişi kesip, bir gönderge veya çevreye sahip olmayan kesintisiz bir devre içinde kendiyle alışveriş eder" (Baudrillard, 1992: 152). Baudrillard'ın burada önerdiği gibi postmodern top­lumda bireyler gündelik hayatı bağlamından kopmuş olan ve sabit, nesnel bir gerçeklikten ziyade sadece birbirleriyle ilişkiye giren imgeler ve göndergelerin bir dizisi olarak deneyimlerler. Baudrillard (1988) bu argümanını meşhur Amerika adlı kitabında ortaya koymuştur.

Postmodern flaneur'in seyahat notlarından oluşan Amerika, Baudrillard'ın Birleşik Devletlerin kırsal ve kent­sel bölgelerinde yaptığı araba yolculuğunu ve televizyon ekra­nındaki görüntülere benzettiği araba camından geçen imge akışı­nı anlatır. Baudrillard'ın bu yolculuğunu nasıl kuramsallaştırdığı konusunu irdeleyen Turner şöyle söyler:

"Araba camım bir turist ya da flâneur gibi okumak bir dikizci olarak kanal değiştirmeye benzer... Araba camım okumak gösterge dizilerinin dikizci tüke­timidir, hipergerçeklikteki mesafeli ve dolayısıyla alaycı bir gezi­dir." (1993:154)

O halde Baudrillard'ın Amerika'sı özünde medya- temsillerinin bir toplamıdır ve bu toplam, çağdaş toplumlarda gündelik hayatları medyayla doygunlaşmış bireyler için ulaşı­labilir olan tek "hakikat" biçimidir. Ona göre gündelik hayat bağlamından kopmuş görsel ve metinsel fragmanlar içinde tekinsiz bir arayışa benzer ve bu fragmanlar postmodern du­rumda gündelik hayat deneyiminin kaynağıdırlar.

Hiper-Gerçek

Postmodernitenin bitmez tükenmez metin ve imge oyunlarıyla "gerçekliğe" yaptığı etki, "gerçekten" "hipergerçeğe" bir geçiş olarak da kavranır (Eco, 1987; Baudrillard, 1992). Eco'ya göre hiper-gerçek simüle edilmiş deneyimlerin ayartıcı bir manzumesini tanımlar; en dikkat çekenleri ise dünyanın her yerinde kentsel ve kırsal bölgelerde yaygınlaşan tema parkları ve benzer eğlence tesisleridir. Travels in Hyperreality adlı kita­bında Eco (1987) hipergerçekliğin Amerika'daki çağdaş gün­delik yaşam üzerindeki etkisini irdeler. Eco'ya göre postmodern durumda hiper-gerçeğin merkeziliği Amerika'nın gerçeklik takıntısında açığa çıkar. Bu yüzden Amerika'nın dört bir yanında bulunan Orta Çağ Kalelerinden, vahşi batı kasabalarına kadar her şeyin "mükemmel" replikaları ve "otantik" kopyaları, "doğru" ve "yanlış," gerçeklik ve kopya arasındaki sınırları çözmüş, "neredeyse herşeyin aynı zaman­da mevcut olduğu uzamsal-zamansal bir hezeyan" yaratmıştır (Smart, 1993b: 53).

Perry'nin gözlemlediği gibi bir zamanlar sabit olan kültürel göndergelerin gündelik düzeyde keyfi yeni bağlamlara yerleştirilmeleri "kültürler ve onlara içkin olduğu farzedilen kategorilerin konumları ve bilişsel güçleri arasın­daki ilişkiler" konusunda bize çok şey söyler (1999: 97). Perry'nin gözlemini Eco'nun hiper-gerçek manzara şeklindeki postmodernite tanımına bağlarsak, postmodern dönemecin kültürel simgeler ve eserler üzerindeki tam etkisi açık hale gelir. Belirli ulusal kültürler ve kültürel gruplar arasındaki bir zamanlar ayırıcı olarak düşünülen farklar, günümüzde postmodernitenin eritme potasına akmaktadır.

Geç modern tüketiciliğin ürünleri gibi, geleneksel kültürel mirasın biçimle­ri de orijinal kültürel bağlamlarından çarpıcı biçimde kopa­rılmış ve gösteri ile bakışın moda ürünleri olarak diğer tüke­tim ürünleri gibi tüketilip, bir kenara atılacak ürünler halinde yeniden konumlandırılmıştır.

Baudrillard gündelik deneyimde hiper-gerçeğin yeri ko­nusunda bir adım daha ileri gider. Ona göre postmodernitede simülasyon öyle güçlüdür ki, "gerçeği" fiilen yerinden eder; günümüzde hiper-gerçek öyle bir yaygındır ki, gerçek ve hiper-gerçek arasındaki ayrım tamamen hayalileşir. Baudrillard bu argümanını Disneyland örneğiyle açar; Disneyland herşeyin simülasyon ve hiper-gerçekliğe tabi ol­duğu ulusal manzarada metaforik bir mevcudiyet kazanır. Bu yüzden Baudrillard'a göre: "Disneyland, bizler geri kalan [dünyanın] gerçek olduğuna inanalım diye hayali olarak su­nulur, aslında Los Angeles ve onu çevreleyen Amerika'nın tamamı gerçek değildir, hiper-gerçek ve simülasyon düzlemi­ne aittirler" (1992:154).

Andy Bennett -Kültür ve Gündelik Hayat,syf:59-67





Devamını Oku »

Postmodern Dönemde Medya



Postmodern toplum, farklı niteliklerle öne çıksa da tüketim olgusunun odakta olduğu bir toplum olarak tanımlanabilir. Küre­selleşmenin doruk noktasına ulaştığı ve yerelliğin de buna bağlı ola­rak Ön plana çıkağı bu dönemin düşünsel olarak ayırt edici özelliği, modernitenin ve tabiî olarak araçsal aklın ve Aydınlanmanın dört bir yandan eleştiriye tabi tutulması ve kültür endüstrine mahkûm homojen toplum tipolojisinin reddedilmesidir. Modernliğin ileri bir biçimi olduğundan söz eden düşünürler olsa da, postmoderniteyle modernitenin temel referansı olan Aydınlanma düşünce­sinden bir kopuş kastedilmektedir. Sarup un deyişiyle, “Postmodernizm, modernizmin devamı olan bir süreklilikten çok modernizmin yerleşik biçimlerine bir karşıtlıktır?(39)

Bu nedenle Habermas da, Aydınlanma ve modernliğin geti­rilerine, nesnel bilim ve evrensel ahlâka muhalefet eden ve kökleri Nietzsche, Heidegger ve Bataille’de yatan -başta Foucault, Lyotard, Baudrillard ve Derrida olmak üzere- postmodernist olarak anılan isimleri(40) yeni-muhafazakâr olarak vasfedip eleştirmekte­dir. Habermas’ın eleştirisinin yoğunlaşağı noktalarsa; postmodernistlerin Aydınlanma çizgisindeki bilim-sanat-din-felsefe ay­rımını yok saymaları, mantığın ve sözün hiyerarşik üstünlüğü yerine retorik ve yazıyı öne almaları, öznelcilik ve görececilik yan­lısı olmalarıdır.(41) Bu eleştirilerin kaynağı, postmodernistlerin te­mel söylemlerinin amaçların yerini araçların alması söylemidir ki bundan kasıt, doğruluktan işlerliğe kayma ve dikkatlerin eylemin amaçlarından eylemin araçlarına çevrilmesidir.

“Bilimin amacı artık doğruluk değil işlerlik artırımıdır -yani, ku­rulabilecek en iyi girdi çıktı dengesi. Bilim adamları, teknisyenler ve araç gereçler doğruluğu bulmak adına değil, iktidarı büyütmek adına satın alınırlar. Günümüzde sorulan soru artık “doğru mu?” sorusu değil, “ne işe yarar?” sorusudur. Bilginin ticarileşmesi bağ­lamında bu soru daha çok “satılabilir mi?”, iktidarın büyümesi sü­recinde ise “etkili mi?” sorusuna karşılık gelmektedir.”(42)

Bu yeni süreçte, işlerliğin artırımına dönük biçimlenmede piyasa metaın kullanım değerini de ortadan kaldırmış ve böylece yararlılığın yerine gösterge işlevi geçmiştir. Artık pazardan temin edilen mal, belli bir ihtiyaca yönelik olmaktan ziyade kullanım değerinin ötesinde simgesel anlamlarından dolayı imrenilen, sa­hip olunmak istenen, alınan ve tüketilen göstergelerden ibarettir.(43) Bütünüyle postmodern bir kültür olan tüketim kültürüne eleştirel yaklaşan Baudrillard'ın vurguladığı gibi tüketimcilikte arzu edilen şey, tüketilen gerçek nesneler değildir. Gerçek nesneler, arzuların yerine konan şeylerden ibarettir. Doyurulması gereken arzular bi­yolojik olmaktan çok simgesel arzulardır. Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkültürlülük onaylanmakta ve popülarite ve farklılık göklere çıkarılmaktadır.(44)

Sanayi sonrası toplumunda sıkça görülen esnek üretim mo­delleri, üretim ve tüketimdeki standardizasyonun ortadan kalkması gibi yeni biçemler, bu kültürle beraber postmoderniteyle yoğunlaşan belirsizlik vurgusunun endüstriye doğrudan etkisi olmakla birlikte üretimde önceliğin artık bilgide olduğu görülür. Einstein'in rölati­vite teorileriyle bilimsel paradigma kayması yaşanırken endüstriler artık hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını büyük öl­çüde yok ederek bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır. Bilgi üretimin esas gücü olmuştur. Fabrikalarda çalışanların ve tarım iş­çilerinin sayısı azalırken teknik bilgi sahibi, profesyonel ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlemlenmeye başlamıştır.(45)

Çalışma hayatıyla birlikte değişen toplumsal yaşam başta de­ğerler dünyası olmak üzere, bireylerin ve toplumların tüm anlam­landırma biçim ve süreçlerini de baştan aşağıya yenilemiştir. Böylece ortaya çıkan bu yeni toplum tipini çeşidi düşünürler gösteri toplumu, tüketim yoluyla denetim altında tutulan bürokrasi top­lumu, sanayi sonrası toplum gibi çeşidi adlandırmalarla nitelemiş­lerse de toplumun en başat tarafına yönelik adlandırmaya başvu­rursak medya ya da bilgi toplumu nitelemesi daha uygun olur. Nitekim Giddens'in dediği gibi, “postmodern dünya, üzerinde med­yanın egemen olduğu ve bizi geçmişimizin dışına çıkaran (...) iler­leme düşüncesin anlamının kalmadığı''(46) bir dünyadır.

Medyanın egemenliğindeki söz konusu kökten değişimin te­mel aracı olması bağlamında toplumun bilgi/enformasyonla nite­lenmesi mümkündür. Neticede sanayi toplumu nitelemesindeki başat öğenin sanayi devrimi olması gibi bilgisayarların hayatın her alanına yoğun bir şekilde girişi, iletişimin ve dolaşan enformasyo­nun artışı, dünyanın her tarafından bilgi alma imkânının insana sağladıkları göz önüne alınarak elektronik devrimiyle de enformas­yon toplumuna geçilmekte olduğu ileri sürülebilir.(47) Bu dönemde kitle iletişim araçlarının ve yani medyanın egemenliğinden bahse­dilme olanağı yaratan en büyük fonksiyonu, medyanın sahip ol­duğu araçlar vasıtasıyla geniş kitlelerin dünyayı anlamlandırmaları için gerekli olan her türlü anlam ve bilgiyi yeniden üretmesidir.

Bu kapsamda medya, bir bütünleşme aracı olan toplumsallaşmaya da hizmet eder: Toplumsallaşmanın, toplumun mevcut değer ve norm­larının bireye öğretilmesi ve bireyin öğrendikleriyle duruma, rolüne ve statüsüne göre davranması olduğu düşünülürse tek tek tüm bi­reylerin toplumsal varlığı üzerindeki tesiri daha anlaşılır olacaktır. Kızılçelik’in ifâdesiyle “sosyalizasyon ajanı” işlevi de gören medya­nın, toplumun yaşama biçimine işaret eden kültür üzerindeki etkisi de aynı ölçüdedir: Her türden toplumsal değer, norm, örf, adet, gelenek, görenek, ahlâk, inanış ve toplumu özgünce var eden tüm semboller medyanın etkisine ve hatta baskısına maruzdur.

Aslan’a göre çoğu ampirik nitelikli olan araştırmaların bul­gularına göre bu hâliyle medya, toplumsal durum belirlemede ve gerçekliği şekillendirmede çok etkin bir role ve güce de sahiptir. Doğal olarak bu etkiler, egemen durumda olan ve medyanın sa­hibi olan kişi ya da kesimlerin belirlemeleri doğrultusunda ger­çekleşmektedir.

“Düzmece ya da propaganda amaçlı olaylar (psudo-events) veya “suni gündem" betimlemesinde de açıklıkla ifade edildiği gibi medya, olayları ve gerçekleri az ya da çok, kendi bakış açısı doğrul­tusunda çarpıtır."(48)

Medyanın sahipliği meselesinde en kritik husus medyanın aynı zamanda çok büyük bir ekonomik sektöre dönüşmüş olma­sıdır. Medya, az maliyet ve kâr maksimizasyonu mantığıyla çalışan şirketlerin yer aldığı bir endüstrinin bütünüdür de. Medya bu an­lamıyla demokrasiler için dördüncü kuvvet olarak vasfedilmek bir yana dursun Chomsky’nin belirttiği gibi halkın gerçek sorunlarım değil, egemenlerin ele almak istedikleri sorunları gündemine taşır: Büyük şirketlerin Amerikan medyası ve küresel medya üzerindeki egemenliği sayesinde Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliğine yönelik korku iklimin yaratılması ve 1991den sonra küresel terörızm gibi yeni korkular yaratarak demokrasi gibi gerçek sorunların tartışılmasını engellediği düşünülür.

Baudrillard’ın da vurguladığı gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde “kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmaktadır. Artık gerçek diye nitelenen, dün­yayla kurulan bağlantı değil televizyon ekranlarından verilendir : Te­levizyon dünyadır.''(49) Böylece gerçekle gerçek olmayan arasındaki fark da postmoderniteye uygun olarak giderek belirsizleşmektedir. Nitekim postmodernist sanatın en çok vurgu yaptığı temalardan birisi olan oyun, gerçekle gerçek olmayan arasındaki yer değişimi, üstkurmaca, rastlantısallık gibi belirsizlik durumları günlük haya­tın da etkili bir parçası hâline gelmiştir.

Sosyal medya olgusu, postmodernitenin bu durumunun en aşikâr ifadelerinden biridir, insanlar artık artan bir şekilde alışveriş­lerini internetten yapmakta, giysileri denemeden, parfümleri kok­lamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadırlar. Buna ilaveten maddesel tüketimin ötesinde; arkadaşlık, sohbet etmek gibi çeşitli aktivitelerde fazla emek verilmeden, kolay ve hızlı bir şekilde ya­pılabilmektedir. Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle ger­çeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın “hiper-gerçek dünyacıdır: “Habersizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sîzsiniz..? Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bugün bir düzen hâlinde ortada dur­maktadır. Ki bu düzende “her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.''(50)

1970’lerden itibaren hayata geçen ve 1990’lardan sonra hız­lanarak öne çıkan internet kullanımı, farklı tür ve İçeriğe sahip web sitelerinin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşmış ve giderek artarken,kitle iletişim araçları içinde onu özel bir yere doğru taşımaya başla­mıştır. Özellikle 2000'li yıllarda cep telefonlarının da erişim sağla­ması ve sosyal medya patlamasıyla kullanıcı sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.(51) Haber siteleri, bloglar, sosyal ağlar, etkinlik yayıncılığı, wikiler, sosyal etiketleme siteleri, video ve fotoğraf paylaşım site­leri, yorumlar gibi yaygın türlere sahip sosyal medya, kullanıcıla­rın kendi ürettiği İçeriği yayınladığı ve paylaştığı her türlü internet tabanlı platformun genel adıdır. Bilgi ve haber aktarımı niteliğin­den ötürü kitle iletişim aracıdır, yani medyaya dâhildir. Geleneksel medyadan en büyük farkı çok taraflı olması, karşılıklı bir iletişimin söz konusu olmasıdır. Bununla birlikte etkileşimselliği nedeniyle kullanıcıya dayanan üretimin sürekli güncellenme olanağı vardır. Medyaya göre en büyük avantajlarıysa hızlılık ve kullanışlılıktır. Kişilerin birbirleriyle, kurumların kişilerle doğrudan iletişim ku­rabildiği ve geri dönüş alabildiği bir platformdur.

Medya araçlarının sosyalleşmesi demek olduğu kadar toplu­mun da medyatikleşmesi anlamlarını barındıran sosyal medyanın son dönemde adından sıklıkla bahsedilme sebebiyse siyasal ve sos­yal olaylar üzerindeki tesiridir. Amerikan başkanlık seçimlerinde Obama'nın sosyal medyadan yoğun bir şekilde istifade etmesi, hü­kümetler tarafından gizlenmiş bir takım belgelerin Wikileaks ile duyurulması, çeşitli siyasal/tarihî sorunlar için imza kampanyaları düzenlenmesi, hakkında toplatma karan çıkan bir kitabın paylaşıl­masıyla beraber internet üzerinden on binlerce kişi tarafından erişil­mesi ve bazı Arap ülkelerinde çıkan iç karışıklıklarda sosyal medya üzerinden örgütlenme ve propaganda yapılması bu anlamda en çok öne çıkan örneklerdir.

Bu tür örnekler sosyal medyanın birey, toplumsal yapı, toplumsal ilişkiler ve toplumsal değişme üzerinde oldukça etkin bir araç olarak kullanılabileceğini ve kullanılmakta olduğunu göstermek açısından ilginçtir. Aynı zamanda bilgi toplumuna geçişle birlikte başladığı değerlendirilen bu dönüşüm ça­ğında toplumsal olanın ve sosyolojinin anlamı üstüne de bazı dik­kat çeken hususları göz önüne getirmektedir. İnternet kullanımın yaygınlaşmasına koşut olarak sermaye ve ticaretin daha hızlı kü­reselleşmesiyle birlikte yerel olanın değer kazanması, hegemonya­nın tasfiyesi konusunda umutlar üretmesiyle birlikte kitle-iktidar ilişkilerinde kitlelerin aleyhine bir gelişim göstermesi, toplumun bilgilenme sürecinde yarattığı yapısal değişimle birlikte geniş manipülasyon olanaklarına sahip olması, dünyanın postmodern sü­reçteki bu çok kutupluluğunda sosyal medya ve internetin kendi içinde çelişkiler de barındıran bazı sonuçlarıdır.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:186-192

Dipnotlar:

39 (a.g.e.: 206)

40 Postmodern etiketi kullanılsa da bu isimler bunu kabul etmemişler­dir.

41 Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu. Ankara: Anı Yay., s.202- 206.

42- Sarup, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A. Çev.) Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 198-199,

43- Şan, M. K. ve Hira, 1. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11,11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr

44- Sanıp, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A Çev») Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 237,

45- Lyotard, J. F. (2000). Postmodern Durum, Bilgi Üzerine Bir Rapor. (Çiğdem, A. Çev.) Ankara: Vadi Yay., s. 22.

46- Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Güzel, C. Yay. Haz.) İstanbul: Kır­mızı Yay., s. 152.

47- Şan, M. K. ve Hira, î. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11.11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr.

48 Arslan, D.A. (2004). Medyanın Birey, Toplum ve Kültür Üzerine Et­kileri, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 01.11.2011, http://www. ınsanbilimleri.com

49- Sarup, M. (1996). Poslyapısalcılık ve Postmodernizm. (Guçlü, A. Çev„) Ankara: Bilim ve Sanat Yay, s.236.

50-Baudrillard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon (5.Basım). (Adanır, O. Çev.), Ankara: Doğubatı Yay, s.53»

51 TÜİK'un 2011 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen “Hane Halkı Bi­lişim Teknolojileri Kullanım Araştırması” sonuçlarına göre, Türkiye genelinde hanelerin %42,9'u internet erişim imkânına sahiptir. Bu oran 2010 yılının aynı ayında % 41,6 idi. (http://www.tuik.gov.tr, 2011)
Devamını Oku »

Batıda Medeniyet Kavramı



Batı’ya nisbetle deskriptif bir anlama sahip olan medeniyet, XIX. asırda mutlak olarak kullanıldığında artık normatif bir anlam ifade eder olmuştu.Tasvirî anlamda medeniyetin algılaması, tabiatıyla normatif anlamda medeniyet tasavvuru tarafından
belirlenecekti.

Geleneksel dünyada kimlikler, “Müslüman/kâfir” gibi katı bir inanç ayırımına dayanıyor, Doğu da Batı da islâm ve Hıristiyanlık gibi evrensel dinlerini karşı tarafa dayatmaya çalışıyordu. islâm dünyası da uzun süre Batı’yı bu inanç ayırımı açısından, kâfir Frenkler olarak görerek Hıristiyanlığın rengini taşıyan her şeyi reddetti. islâm dünyası, Batı’da sekülerleşme sürecinin kritik aşamalarını teşkil eden XV. asırda Rönesans, XVI. asırda Reformas-yon, XVII. asırda Bilim, XVIII. asırda Aydınlanma hareketlerine temelde Hıristiyanlığa karşı önyargıdan dolayı kayıtsız kalmıştı. Ancak bu dönüşümün zirveye çıktığı XIX. asır ideoloji çağında durum değişti. Batı, artık tamamıyla dönüştürerek seküler-evrensel kılığa soktuğu dinini Doğu’ya dayatabilecek güce erişmişti. Napoleon, Mısır’a hem medeniyet, hem de bunun
dayandığı ideolojiyi yaymak için gelmişti.

Doğal olarak önce somut olduğu için, kısaca “Batılı hayat tarzı” diyebileceğimiz Batı medeniyeti Doğululara cazip geldi. Napoleon, Mısır’a bu medeniyetten ancak bir nebze getirmiş, daha sonra bundan etkilenen Müslüman aydınlar bizzat yerinde bu “medeniyetin nimetleri”ni gözlemlemeye başlamışlardı.

Osmanlı dünyasına civi-lisation, Frankofon Tanzimat Paşası Mustafa Reşîd’in Paris’ten gönderdiği resmî yazılarıyla geçmiştir. Paşa, tabiatıyla Türkçe karşılığını bulamadığı bu modern kelimeyi dilimize terbiye-i nâs ve icrâ-yı nizâmât gibi hem geleneksel, hem de modern anlamlarını bir arada kullanarak aktarır.

Daha sonra da bu dilimize medeniyet olarak yerleşir. Hâlbuki bu, kavramın orijinali civility’nin karşılığıdır; civilisation’un esas kelime karşılığı temeddündür. Nitekim Cevdet Paşa, bu iki kelimeyi de kullanır (Göçek 1996: 117—137).Medeniyet kavramının Avrupa’da giderek artan tedavülüyle entelektüel söyleme hâkimiyeti (Boer 2005), modern dünyanın tam doğuşunu haber verdi. Katolik Batı, aslında tarihteki medeniyetler gibi tarihî, deskriptif anlam taşıyan medeniyetine gücüyle normatif bir anlam kazandırmış, medeniyet “olgu”sunu “ideal”e dönüştürmüş, geleneksel “hak/batıl din” ayırımının yerine “Batı/Doğu medeniyeti”ayırımını geçirmişti.

Medeniyet, böylece Batı-dışı toplumlar için bir standart, norm ve ideal haline gelmişti. Tek başına, artikelle kullanıldığında “din” ile “hak din” kasd edildiği gibi, aslında Batı ürünü, tikel “medeniyet” ile de “hak, evrensel medeniyet” kasd edilir hale gelmişti. Ya medeniyetten yana veya karşısında olmak dışında nötralite gibi üçüncü bir alternatif yoktu hâkim imaja göre. Nitekim seküler Yeni Osmanlı aydını Şinasî’nin Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşîd Paşa’yı “medeniyet peygamberi” olarak görmesi, medeniyeti, insanlığın yeni, evrensel, seküler dini olarak algıladığını açıkça gösterir (78)

Katolik evrenselciliği sekülerleştiren Fransız Aydınlanma filozofları tarafından medeniyet, geniş anlamda hem bir inanış, hem de yaşayış sistemi anlamına gelen din gibi kendi kendini meşrûlaş-tırıcı bir sistem olarak düşünülmüştü. Örneğin medeniyeti maddî ve manevî gelişimin bir bileşimi olarak gören Guizot (1997), tarihte olduğu gibi modern Avrupa’da da toplumsal refahın gelişimine paralel olarak
bizzat insanın entelektüel ve moral kapasitesinin de gelişeceğini öngörüyordu. Bu anlayışı sistemleştiren Comte (2000: III/168—232), ünlü üç hal kânununa göre medeniyet tarihini de üç toplum tipine tekabül eden üç çağa ayırdı. Teolojinin hâkim olduğu fetihçi-askerî toplum, sadece hayatını sürdürmek için gerekli temel tekniğe sahip olarak devamlı fetih ve ganimet peşinde koşar. ikincisi, metafizik ve hukukun
yön verdiği savunmacı-feodal toplumda gözlem hayale hâkim olmaya başlar; sanayileşmenin gelişmesiyle toplumsal ilişkiler değişmeye başlar. Bilimin hâkim olduğu üçüncü endüstriyel çağda insan zekâsı tabiata egemen olur; bu çağda, bilim, teknik ve ekonomiye dayalı medeniyet inkişaf eder.

Bilim, teknik ve ekonomi sayesinde doğanın denetim altına alınması, toplumun da denetim altına alınmasını sağlar. Medeniyet, böylece tarihi denetim altına alma azminin eseri Fransız Devrimi ile doğayı denetim altına alma sürecinin eseri Sanayi Devrimi’nin bileşimi bir kavram olarak belirir. Bu maddî medeniyet geliştikçe insanın entelektüel ve moral kapasitesini geliştireceği gibi toplumun şeklini, amaç ve yönünü belirleyecekti. Civilisation, böylece hem bilimsel-teknik ve endüstriyel gelişme yoluyla doğa kadar toplumun da denetim altına alınması, medenileşmesi sürecini (terakkî), hem de bu sürecinsonunda ulaşılan bir düzeni, medeniyeti ifade etmektedir. Comte’a göre insanın yapacağı, zekâsıyla doğayı ve toplumu yöneten yasaları keşfettikten sonra kendini tarihin doğal akışına bırakmaktı. Çağdaş
modernlik eleştirmenlerinin “seküler teslis” adını verdikleri, akliyetin ürünü “bilim, teknik ve ekonomi” ile mütemayiz maddî bir medeniyet imajı böylece onda kemale erdi.

Zorlu epistemolojik arayıştan yorulan Avrupalı aydınların beklentisine göre modern hayat tarzı,aklîleştirme yoluyla zamanla kendine özgü bilgi tarzını da üretecekti; Marx’ın “altyapı/üstyapı” ayırımıyla net olarak gösterdiği ve Foucault’nun, modern diskurların “diskörsif formasyon”larda gömülü olduğuna dikkat çektiği gibi. Ancak XIX. asrın ortasına gelindiğinde medeniyetin şekli netleşti; medeniyet denen şey, modern endüstriyel kapitalist toplumdu. Kökten değişen bu toplumun kendi kendini aklîleştirmesi-nin imkânsızlığı görüldüğü için ideolojiler ortaya çıktı. Bu ihtiyacı ilk gördüğü için Destutt de Tracy, ideoloji kavramını icat etmişti. Marx ise, ekonomik ve politik tahakküm ilişkilerine dayalı kapitalizmin hem altyapı, hem üstyapısına, hem burjuva medeniyetine, hem liberal ideolojiye kökten karşı çıkarak bilimsel
bir öğretiye dayalı yepyeni bir dünya tasarladı (Meyer 1969: 47—73).

Bu açıdan kanaatimce XIX. asır sekülerizm çağında üç ibrahimî din, Yahudilik, Hıristiyan ve islâm’ın da modernlikle ortak bir hesaplaşma örüntüsü fark edilebilirdi. Bildiğim kadarıyla bu konuda maalesef esaslı bir mukayeseli modernizm incelemesi henüz yapılmış değildir. XIX. asırdaki teolog ve filolog kökenli oryantalistlerin “yüksek” denen hermenötik eleştiri yoluyla yaptıkları “tarihî/gerçek peygamber”
ayırımıyla dinlerini tarihîleştirmelerine, çağın dışına itmelerine karşı dindar aydınların benimseyeceği iki şık vardı. Birincisi, islâm’da kelam metodolojisinde dinî delillerin eleştirisi için kullanılan “sübut/delâlet” (izmirli 1981: 27) ayırımıyla, önce karşı-girişimle, aynı hermenötik metotla kaynaklarının sübutu yoluyla dinlerinin içeriğinin evrenselliğini göstermek.

Özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlık örneğinde bu yolun zorluğu karşısında ise daha çok ikinci şık, yani dinlerinin kaynaklarının sübutu yerine içeriğinin delâleti bakımından evrenselliğini gösterme tutumu benimsenecekti.Yakından bakıldığında bu tutumun da iki adımdan oluştuğu görülecekti. Geiger, Cohen, Loisy,Tyrrell,Afgânî, Abduh gibi XIX. asırda, Marx’a göre “gemileri yakmak” yerine daha ılımlı bir yol seçen üç ibrahimî dinden aydınların hepsinin ortak hedefi, iki temel yolla rasyonalizm ve rasyonalite sayesinde dinlerinin evrenselliğini göstererek ayakta kalmasını sağlamaktı. Birincisi, dinlerinin temel teorik yapılarının, genel olarak bilim denen rasyonalizmin eseri modern bilgiye, ikincisi dinlerinin temel pratik yapılarının rasyonalitenin eseri medeniyet denen modern hayat tarzına uyabilir-liğini göstermek. Ancak karakterlerine göre bu üç dinin modern bilgi ve hayat tarzına uyarlanma derecesi değişecekti.

Yahudilik, gelenek, Hıristiyanlık teoloji, islâm ise fıkıh ile karakterize edilebilir. Marx (Tucker 1978:26—52)’tan J. Neusner (1975)’e farklı açılardan birçok Yahudi aydının ifade ettiği gibi zaten Yahudilik’te din, haham geleneğine indirgenmişti. Dolayısıyla 1934’te çıkan eserinde olduğu gibi Mordecai M. Kaplan (1967), Yahudiliğin doğrudan medeniyete dönüştürülmesini savu-nabilmişti. Diğer taraftan, de Tracy, Hegel ve Comte, Hıristiyan teolojiyi ideoloji ve sosyolojiye dönüştürmekte
zorlanmadılar. Ancak ilâhî yasa şeriatın kurumsallaşmış yorumu olarak fıkıh, içtihat kapısı açılmadıkça bu tür işlemlere gelemezdi. Afgânî ve Abduh’un bu amaçla içtihat kapısının açılması için bastırması da sonuç vermeyecek ve her ne kadar çağımızda islâm dünyasında Endonezya örneğinde görüldüğü gibi,islâm’ın din mi, medeniyet mi olduğu tartışılır hale gelse de (Steenbrink 2004) modernlik projesine üç din
arasında en dirençli islâm çıkacaktı.

Gene de XIX. asırda Müslüman aydınlar, Batı’nın temel silahları olarak gördükleri medeniyet ile ideolojiyi misilleme mantığıyla kendilerine mal etmenin yollarını arayacaklardı. Birincisi ideolojiler,Müslümanlar tarafından geçmiş Batılı entelektüel hareketlerin aksine gayr-i Hıristiyanî içerikte, yeni bir dünyayı kuran evrensel fikirler olarak en azından incelenmeye değer görülmüştü (Lewis 1994: 51,Hodgson 1974: III/120). ikincisi, Napoleon Fransa’sı geçmiş Batılı entelektüel hareketlerden farklı olarak bizzat devrim ideolojilerini Doğu halkları arasında propaganda yoluyla yaymaya yönelmişti. XIX. asır -izmler, ideolojiler çağıydı; meşrûiyet krizinden kıvranan dünya, pek çok açık, sert kadar gizli, yumuşak ideoloji ye vücut verdi. Sadık Rifat Paşa, ancak itikat kavramıyla anlatabildiği ideoloji ve kamuoyunun Batı sayesinde modern dünyada kazandığı öneme belki de XIX. asır islâm dünyasında dikkat çeken ilk kişiydi.(79)

Ancak ideoloji, zamanla münhasıran politik küreyi dönüştürmeye yönelen bir entelektüel silah olarak pejoratif bir anlam kazanmıştı; XIX. asırda, XX. asırda olduğu gibi liberalizm veya sosyalizm gibi Batılı bir politik ideolojiyi açıkça benimseyen bir Müslüman aydın bulmak zordu. Bu yüzden Comte, sosyolojiyi
objektif ve evrensel bir disiplin olarak tasarladı. Doğal ve sosyal bilimin arkasında yatan pozitivizm,özellikle yükselen milliyetçilik çağında Doğu dünyasında evrensel, felsefî bir ideoloji olarak revaç kazandı. Osmanlı’da Hoca Tahsin ve Ahmed Rıza, Mısır’da Cemâleddîn Afgânî ve Muhammed Abduh gibi bilinçli olarak pozitivizmi benimseyen Müslüman aydınlar görmek mümkündü.

Pozitivizm,evrenselliği bakımından birçok gelişmekte olan ülke aydınının daha sonra Marksizm’de bulacağı teselliyi sağladı. Örneğin din ile ideoloji arasında bir ayırım yapan ve ideolojileri nötral ve evrensel düşünce sistemleri olarak gören Ahmed Rıza, farklı dinlerden insanların ortak ideolojilerde buluşabileceğine inanıyordu (Mardin
1983a: 137).

Prof.Dr.Bedri Gencer - Islamda Modernleşme,lotus yay,syf.309-314

Dipnotlar:

78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.

79 “Mizâc-ı asr 78 Şinasî (2005: 7—17), adeta Hz. Peygamber için yazılan naatlara nazire yaparcasına Reşîd Paşa’ya yazdığı kasidelerde, onu “fahr-ı cihân-ı medeniyet, medeniyet rasûlü”, ahdini, “vakt-i saadet” gibi deyimlerle nitelendirir, peygamberler gibi “devleti ihyâ” için “meb’asine”, yani Allah tarafından gönderildiğini anlatır, dahası sadece Allah için kullanılan “zât-ı azimü’ş-şân” gibi ifadelerle tabir caizse onu
putlaştırır.ve efkâr-ı zamâne cûş u hurûşa gelmiş bir nehre şebîhtir ve cihânda def ‘ü izâlesi muhâl olan ahvâlden biri i’tikâd ve diğeri efkâr-ı ‘âmmedir” (Aktaran, Mardin 1996: 210).

Devamını Oku »

Modernizmin Türleri


Osmanlı ve Mısırlı düşünürlerin kendilerine meydan okuyan Batı medeniyetini tasavvur tarzları, onların geleneği dönüştürme tarzlarını, diğer bir deyişle gerçekleştirecekleri modernizmin türlerini de belirleyecekti. Modernizm, “yeni bir dünya kurma vizyonu”, ideoloji ise “bu vizyonu gerçekleştirme projesi” olarak alındığında Osmanlı ve Mısırlı düşünürleri karşılaştırmak için ikisinin de paralel iki türü ayırt edilebilir: “Pasif/aktif modernizm” yanında “diskörsif/para-digmatik modernizm” ve karşılığında“yumuşak/sert ideoloji” ve “sosyoloji/ideoloji” ayırımları. “Pasif/aktif modernizm”den önce ise bir “ön modernizm” aşamasının geldiği gözlenebilir. En net “inanma-kuşkulanma-yeniden inanma” diyalektiğiyle anlaşılabilecek bu sürecin aşamaları, “savunma-eleştiri-inşa” kavramlarıyla özetlenebilir.

Dünya hayatında eylemlerine anlam kazandırmak için bir dine inanmak zorunda olan insan, hızla değişen bir dünyada inandığı dinin geçerliği sorgulamaya uğradığında doğal olarak önce onu savunma ihtiyacını duyar. Ancak meşrûiyet krizinin giderek artması karşısında savunma iyice zorlaşır ve artık sürdürülemez hale gelir. “On modernizm” anlamına gelen bu apolojetik bir süre sonra yerini benimsenen dinin, somut olarak dinin geleneksel aydınlarının eleştirisine bırakır ki “pasif modernizm” anlamına gelen bu eleştiri de “aktif modernizm” anlamına gelen yeniden-inanmayı sağlayacak bir öğretinin inşasına zemin hazırlar.

Avrupa’da bu süreç, Katoliklik ve Protestanlık ile bunlara bağlı topluluklar arasındaki bölünme açısından incelenebilirdi. Kendini hâkim Katolik Hıristiyanlıkla özdeşleştiren italya ve daha sonra Fransa’nın merkezinde yer aldığı Latin Avrupa’ya başlıca Anglo-Cermen Avrupa’dan Protestanlık adını alan itiraz yükseldi; Hıristiyanlığın yeniden-biçimlendirilmesi olarak Reformasyon kadar Aydınlanma da bu Anglo-Cermen topluluğun, Protestan ruhun eseri sayılabilirdi. Farklı perspektiflerden gerek Luther,
gerekse de Calvin, geçerliği sorgulamaya uğrayan Hıristiyanlığı savunarak kendi içinde dönüştürülmesine çalışmışlarsa da Aydınlanma, bu, dini kendi içinde dönüştürme projesinin çıkmazını göstererek dinin dışarıdan yenilenmesine yönelik modernizm ve sekülerizme giden yolu açmıştı.

Bu bakımdan “ön, pasif ve aktif” modernizm aşamalarını, Aydınlanma’nın üç damarında görmek mümkündü. Empiri-sizme dayalı entelektüel apolojetik ile Reformasyonun Hıristiyanlığın geçerliğini gösterme çabasını sürdüren başlıca Locke ve Hume, “ön modernizm”i temsil ediyorlardı. Hobbes ve Voltaire gibi Aydınlanma üdebâsı ise güçlü eleştirileri ile Hıristiyanlığa duyulan güvenin sarsılmasında önemli rol oynayarak “pasif modernizm” dediğimiz şeyi başardılar.

Bizim “pasif modernizm” adını verdiğimiz Aydınlanma’nın misyonu, Arnold Gehlen tarafından net bir şekilde ifade edilmiştir: “Aydınlanma’nın öncülleri ölmüştür; ancak onun sonuçları devam ediyor”(Habermas 2002: 3). Aydınlanma’nın devrimci kanadını temsil eden Rousseau ve Kant ise, bu “pasif    modernizm” ile otonomi kavramıyla insanın kendi kendine yolunu bulması özlemini dile getiren Kant’ın felsefî mirasına dayanan Hegel’in başaracağı “aktif modernizm” arasında köprü olmuşlardı.
Aydınlanma’nın pasif mo-dernizmi, Hegel’in aktif modernizmiyle tamamlanmış, böylece dinin içeriden kadar dışarıdan yenilenmesi de Cermen-Protestan topluluğun eseri olmuştur.

Aydınlanma sürecinde beliren modernizmin dinin “savunma, eleştirisi ve dönüştürülmesine” yönelik bu üç aşaması, üç Tanrı anlayışıyla temyiz edilebilirdi. On modernizm, teizm ile karakterize edilebilirdi.Ateizm ile panteizme karşı şekillenen teizm ile deizm daha önce eşanlamlı kullanılıyordu. Ancak XVII.yüzyılın ortasında yoğunlaşan, “pasif modernizm”i temsil eden Hıristiyanlık eleşti-risiyle deizm semantik olarak teizmden ayrışarak “tabiî din” anlamını kazandı. Gerek Hegel’in aktif modernizmi başardığı, gerekMarx’ın bir adım daha ileriye giderek Hegel’in felsefî sistemini “se-küler bir din”e dönüştürdüğü,gerekse de Nietzsche’nin postmo-dernizmi başlattığı XIX. yüzyıl ise ateizm ve agnostisizmle temayüz
etti.

“Eksik veya tam normatif sekülerizm” anlamına geldiklerinden modernizmin bu pasif ve aktif boyutlarının ikisi de paradigmatik olarak belirir. Buna karşılık diskörsif modernizm, özüne, paradigmasına dokunmadan yaşatmak üzere geleneği dönüştürmeyi ifade eder. iki modernizm türü arasındaki fark,gerektirdikleri ideolojik stillerin temyiziyle daha iyi anlaşılır. Diskörsif modernizm, ideolojinin aksiyolojik türüne karşı sosyolojik türüne vücut verir. Gerek K. Mannheim, gerekse C. Geertz’in
bulgularıyla, meşrûlaştırmanın tanımına uygun olarak geleneksel, sosyolojik anlamda ideolojinin temel işlevi “realiteye karşılık vermesi”dir. Bu realite ise, genel, fiziksel değil, özgül, tarihî bir realitedir(Boudon 1989: 24, 26).

Nitekim Mannheim (1960: 125, 118, 189, Seliger 1976: 80)’a göre ideoloji, “belli bir tarihî ve sosyal durum ve bağlı olduğu dünyagö-rüşü ve düşünce tarzına bitişik bir
genel-bakış”ı temsil eder. Bir ideoloji, karşılık verdiği sosyal ve siyasî ilgiler uyarınca total realitenin belli bazı yönleri hakkında doğruluk içerir.

“Diskur (söylem)” kavramının açılmasıyla diskörsif modernizm daha iyi anlaşılacaktır. Çağdaş sosyal teoride yaşanan lengüistik devirden (linguistic turn) sonra söylem kavramı, genelde ideolojinin lengüistik boyutu olarak görülmeye başladı. Çağımızda özellikle Kenneth Burke’ün retoriğe dayalı söylem incelemeleri sayesinde ideoloji ile selefi teoloji arasındaki akrabalık açığa çıktı. Ancak bu tasavvur,ideolojinin, sosyalin üstyapısal ucu olarak görüldüğü klasik Marksist bakış açısını yansıtmaktadır. Oysa
bilgi sosyolojisinin doğuşunun da gösterdiği gibi, yaşayış ile düşünce tarzı arasında yumurta/tavuk ilişkisi vardır. Bu yüzdendir ki Foucault, geliştirdiği “diskörsif formasyon” kavramıyla söylemlerin sosyal pratiklerde içkin olduğunu göstermiştir (Purvis 1993). Dolayısıyla biz “diskör-sif modernizm”kavramlaştırmasında diskurun her iki, hem yaygın lengüistik, hem de Foucaultcu sosyolojik anlamını kasd ediyoruz. Zira ikisi de değişime zorlanan geleneği, pratik ve normatif boyutlarıyla özünde koruyarak yaşatma çabasını yansıtır.

Söylem, “taraftar kazanmak için başkalarını ikna etmek üzere benimsenen beliğ ifade tarzı”,Foucault’nun deyimleriyle ideoloji, “hakikat politikası”, söylem ise “hakikat ekonomisi” olarak tanımlanabilir. Anarşistik perspektife göre söylem, hakikatleri törpüle-meye, üstünü örtmeye yarar. Söylemle ilişkisi, ideolojinin alternatif bilgi türleriyle mukayesesiyle daha iyi anlaşılabilir. C. Geertz (1973: 196—231)’in dikkat çektiği gibi teorik açıdan dışsal bilgi kaynakları olarak din, felsefe, bilim, sanat ve
ideoloji arasında bir ayırım yapmak mümkündür. Ancak pratik, işlevsel açıdan bakıldığında aradaki sınırlar bulanmaya başlar.

Sosyal gerçekliğin tanımlanmasına yarayan dışsal bilgi kaynaklarından bilim,kültürün teş-hîsî-eleştirel, ideoloji ise gerekçelendirici boyutunu oluşturur. ideolojiler, insanın iyi ya da kötü siyasî bir hayvan haline gelmesine yarayan sosyal düzenin şematik imajları olarak kültürün ve değer kalıplarının inşası ve savunmasıyla aktif olarak ilgili kısmına tekabül ederler. Bu yüzden bu iki sistem,temsil ettikleri farklı durumları kapsamak için farklı sembolik-stilistik stratejiler kullanırlar.

İdeoloji dediğimiz şematik imajlar, realiteye bilim gibi doğrudan, önermesel (propositional) değil, dolaylı,retoriksel olarak tekabül eder.Buna örnek olarak ünlü Taft-Hardley Yasası verilir. Amerikan senatosu, emek piyasasında sendikaların etkisini azaltmayı amaçlayan Taft-Hardley Yasası’nı tartıştıkları sırada sendikalar ona “köle emeği yasası” adını taktı. Sosyologlar bu tepkiyi ideologların nasıl şeyleri aşırı derecede basitleştirmeye yöneldiklerinin mükemmel bir örneği olarak gördüler (Boudon 1989: 21). Sendikacıların kullandıkları bu deyim, aslında gerçekliğin tahrifinden ziyade mübalağasını, bir seferberlik etkisi yaratmayı amaçlayan sembolik bir eylemi, mecazı yansıtıyordu. Geertz, bu örneğe Winston Churchill’in ikinci Dünya Savaşı esnasında ingiliz halkının hislerine tercüman olan bir söylemini ilave eder.

Diğer taraftan Osmanlı’da Tanzimat döneminde revaç bulan “gâvura gâvur denmeyecek” sözü de meşrûiyet krizi anlarında bizzat halkın gösterdiği retoriksel yaratıcılığın çarpıcı bir örneğini oluşturuyordu. Bu açıdan bakıldığında
Geertz’in onu, siyasetin ötesinde ahlak, iktisat, hatta estetiğe izafesinden de anlaşılacağı ve özellikle XIX. asır biliminde Darwinizm örneğinde görüldüğü gibi ideoloji, alternatif dışsal bilgi kaynaklarından biri olmaktan çıkarak bilim, sanat, felsefe ve elbette dini kapsayan genel bir düşünüş tarzı haline gelmektedir.

....

Bedri Gencer - İslamda Modernleşme,syf:336-340
Devamını Oku »

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu

Koca Evin Geçiminden-Karı Tertip-Düzeninden Sorumlu


Hz.Peygamber: ''Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasaklarına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde geçimleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”

Müslüman toplumlarda oluşan geleneksel aile modelinde erkeğin evin geçiminden sorumlu olduğu ve kadının da evin tertip-düzenine baktığı bir paylaşım modeli öngörülmüştür. Ev idaresiyle ilgili bu iş bölümünün örfe bağlı yerel ya da tarihsel bir uygulama olduğunu söylemek güçtür. Kadın-erkek rollerinin yaratılış gerçekliğine (fıtrat) bağlı olmadığını aksine bunların yeniden inşa edilebileceğini yani erkeğin rolünü kadının, kadının rolünü erkeğin üstlenebileceğini öngören toplumsal cinsiyet ideolojisinin aksine bu rollerin yaratılış gerçekliğinin sonucu olduğunu belirleyen ayet ve hadisler vardır.

Evin geçiminin kocaya ait olduğunu belirleyen ve yukarıda bahsedilen Nisâ’ suresinin 34. âyetinde yer alan hükmü: “An­neler, emzirmenin son sınırına kadar olmasını isteyen baba için çocuklarını iki tam yıl emzirirler. Onların normal ölçülerde yiyecek ve giyeceklerini sağlamak babaya ait bir yükümlülük­tür.” şeklindeki Bakara suresinin 233. âyeti de teyit eder.

Bu iki ayet dışında Hz. Peygamber de açık bir şekilde veda haccında binlerce insana yaptığı konuşmada mali durumuna ve örft göre (ma‘rûf) kadınların geçiminin kocanın görevi olduğu­nu belirtmiştir: “Kadınlar konusunda Allah’ın emir ve yasakla­rına saygılı davranın... Mali durumunuza göre ve örfe uygun olacak şekilde yiyecek ve giyecekleri onların sizin üzerinizdeki haklarıdır.”(Buhari,Nafakat,1,4...)

Evin geçiminin kocanın yükümlülüğünde bulunduğunu ifa­de eden daha açık bir örnek şudur: Ebû Süfyân’ın karısı Hind Hz. Peygambere gelerek: Yâ Rasûlallah! Ebû Süfyân cimri bir adamdır. Kendime ve aileme yetecek ölçüde onun malından almamda bir günah var mı? diye sorduğunda Hz. Peygamber: “Ailenin toplumdaki standardına uygun olan ölçüye (ma‘rûf) bağlı kalman kaydıyla almanda bir sakınca yok.” buyurdu. Ha­disin farklı rivayetlerinde Hind, kocası Ebû Süfyan’dan habersiz kendisine ve çocuklarına yetecek miktarla sınırlı olmak kaydıyla onun malından aldığını da belirtmektedir.(Buhari,Nafakat,14;Büyü,95..)

Tarihî süreçte Müslüman toplumlarda uygulama bu yönde gelişmiştir. Günümüzde kadının günlük hayatta genişleyen ak- tivitesi sebebiyle ailelere göre farklılık arz etse de bu paylaşımda belli ölçüde değişim gözükmektedir. Kocanın çalışmasında ve ai­lenin geçimini üstlenmesinde bir farklılık göze çarpmasa bile ka­dın üzerinden üretilen projeler sonucu kadın gerek sosyal hayatta gerekse iş yaşamında genişleyen aktivitesi sebebiyle erkeğin rolle­rinden bir kısmını almış, bir kısmını kocaya devretmiş, bir kısmı­nı da profesyonel meslek icra eden kurum ve kişilere bırakmıştır. Çocuk bakımı-terbiyesi, kreşlere ve anaokullarına bırakılırken ev işleri de hizmetçilere emanet edilmiştir. Hizmetçiler de yine ka­dınlardan seçilmektedir. Yani kadın dışarıda çalışırken tutulan bir başka kadın onun evinin işini ücretli olarak yapmaktadır.

Modern dünyanın, popüler kültürün etkili araçlarını çok iyi kullanarak gelenek karşıtlığı üzerinden kadının egemenlik alanını genişleten projelerini bir kısım ilahiyatçıların anakronik bir yaklaşımla basil benzerliklerden yola çıkıp arkadaki zihniyet dünyasın ıskalayarak kabul görmüş figürler üzerinden meşrulaştırma çabalarıda ayrı bir tartışma konusudur. Mesela 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde Hz. Hatice’nin (r.a.) zengin bir iş kadını olarak öne çıkarıl­ması, İslam da da kadının çalışabileceğine dair örneklerin zihniyet dünyasına bakılmaksızın anlatılması, Anneler Günü dolayısıyla İs­lam’ın temel metinlerinden hareketle anneye ne kadar önem veril­diğinin gündemde tutulması, bugünlerde gündeme uygun hutbeler okunması tuhaf bir yaklaşımdır. Modern dünyanın unutturduğu anneyi bir gün hatırlatması üstelik bunu da tüketim kültürünün bir aracı olarak kullanması yadırganacak bir durumdur.

Burada tartışılması gereken husus kadının çalışıp çalışma­ması değil zihniyet dünyasındaki değişimin görülmemesidir. Günümüz iş dünyasında kadının çalışmasının arka planında ko­canın ekonomik gücüyle kadını ezdiği ve kadın üzerinde daha kolay hegemonya kurduğu, dolayısıyla kadının ekonomik olarak özgürlüğüne kavuşmasının, kendi ayakları üzerinde durabilme­sinin kocaya karşı daha güçlü olabilmesini sağlayacağı yönünde­ki feminist ideolojinin tezleri vardır. Dolayısıyla araçların amaçsallaştırılması, gün geçtikçe kadının zihinsel olarak evden uzak­laşması, evine göre işini öncelemesi, dindar kesimin de farkında olmadan bu değirmene su taşıması bir zihniyet sorunudur.

Hz. Peygamber ve İslam tarihinin birçok yönden örneklik arz eden Hulefa-i Râşidîn dönemlerinde kadının çalıştığına dair örnekler elbette mevcuttur. İslam âlimleri temel kaynaklardaki delillerden yola çıkarak tesettüre riayet, ihtilat ve halvete dikkat etmek, ibadetleri eda etmeye engel bir hâlle karşılaşmamak ve işin bünyeye uygunluğu kaydıyla kadının çalışabileceğine itiraz etmiş değillerdir. Tarihî süreçte kadınların erkekten daha az çalıştığını söylemek de ne kadar mümkündür, bu da tartışılabilir bir durumdur. Ama burada önemli olan işin amaç hâline dönüşme­mesi, işin, evin kadına olan ihtiyacına bağlı bir düzenleme şeklinde belirlenmesidir. Gelenek içinde “ezilmiş kadın” safsatasının etkisiyle muhafazakâr kesim de dâhil birçok baba kızını “işinin kölesi, kocasının efendisi” konumuna getirebileceğini hesaba kat­madan “Kızım okumalısın, elinde işin olmalı, kocana karşı güçlü olmalısın, gerektiğinde rest çekebilmeksin.” sözleriyle okuluna yönlendirebilmektedir. Bu şekilde biçimlenen zihinle çalışan ka­dının iş yerinde haksızlığa uğradığı hâllerde bile sırf kocasından bağımsız olabilmek için buna katlandığını ama kocasından bir olumsuzluk gördüğünde işine sığındığını görmek sürpriz olma­malıdır. İş hayatında aktif bir şekilde bulunan, hatta işine tapar­casına bağlı olan kadınların kocasının küçük bir talebine “Benim işim, maaşım var.” deyip ona rest çekebilen ama işvereninin ya da idarecisinin her türlü kapris ve eziyetine “İşin senin olsun, benim eşim var.” diyemeyip ona katlanan kadınların çalışması sağlıklı bir yol değildir. Kadının işine, evin geçimine katkı yerine, koca­sından bağımsızlık için sarılması, kendi kendisine yetebilen bir birey olma hayali, aile hayatını olumsuz etkileyen bir durumdur.

Bu ifadelerden hareketle kadının çalışmasına karşı olduğumuz anlaşılmamalıdır. Burada itiraz, işin araç olmaktan çıkarılıp ama­ca dönüşmesi ve kadının zihinsel anlamda evden kaçışına zemin hazırlamasıdır. Bunun da en önemli olumsuzluğu, doğumdan ve annelik rolünden uzaklaşmaktır. Zihinsel anlamda evini işine önceleyen, işini evden, doğumdan, annelikten kaçış için kullanma­yan, kocaya karşı güç gösterisine dönüştürmeyen, kısaca araçları amaçsallaştırmayan bir kadının, bünyesine uygun ve diğer genel şartları taşıyan her türlü işi yapmasında dinî bir sakınca yoktur.

Saffet Köse-Genetiğiyle Oynanmış Kavramlar ve Aile Medeniyetinin Sonu
Devamını Oku »