Kur’ân, Hz. Muhammed (asm) ile ispat ediyor ki


Bismillahirrahmanirrahim

("Risalet-i Ahmediyeye dair" 19. Söz dersinden...)

ON DÖRDÜNCÜ REŞHA



Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübrâ olan Kur’ân-ı Hakîm, nübüvvet-i Ahmediye (a.s.m.) ile vahdâniyet-i İlâhiyeyi o derece kat’î ispat ediyor ki, başka burhana hâcet bırakmıyor. Biz de onun tarifine ve medar-ı tenkit olmuş bir iki lem’a-i i’câzına işaret ederiz.

İşte, Rabbimizi bize tarif eden Kur’ân-ı Hakîm,

•şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi,

•şu sahâif-i arz ve semâda müstetir künûz-u esmâ-i İlâhiyenin keşşafı,

•şu sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakaikın miftâhı,

•şu âlem-i şehadet perdesi arkasındaki âlem-i gayb cihetinden gelen iltifâtât-ı Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliyenin hazinesi,

•şu âlem-i mâneviye-i İslâmiyenin güneşi, temeli, hendesesi,

•âvâlim-i uhreviyenin haritası,

•Zât ve sıfât ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, burhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı,

•şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi, hikmet-i hakikîsi, mürşid ve hâdîsi,

•hem bir kitab-ı hikmet ve şeriat,

•hem bir kitab-ı dua ve ubûdiyet,

•hem bir kitab-ı emir ve davet,

•hem bir kitab-ı zikir ve marifet gibi,

•bütün hâcât-ı mâneviyesine karşı birer kitap ve bütün muhtelif ehl-i mesâlik ve meşârib olan evliya ve sıddıkînin, asfiya ve muhakkikînin herbirinin meşreplerine lâyık birer risale ibraz eden bir kütüphane-i mukaddesedir.

Sebeb-i kusur tevehhüm edilen tekraratındaki lem’a-i i’câza bak ki: Kur’ân hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı davet olduğundan, içinde tekrar müstahsendir, belki elzemdir ve eblâğdır. Ehl-i kusurun zannı gibi değil. Zira, zikrin şe’ni, tekrar ile tenvirdir. Duanın şe’ni, terdad ile takrirdir. Emir ve davetin şe’ni, tekrar ile te’kittir.

Hem herkes her vakit bütün Kur’ân’ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sûreye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim makàsıd-ı Kur’âniye ekser uzun sûrelerde derc edilerek, herbir sûre bir küçük Kur’ân hükmüne geçmiş. Demek, hiç kimseyi mahrum etmemek için, tevhid ve haşir ve kıssa-i Musa gibi bazı maksatlar tekrar edilmiş.

Hem cismânî ihtiyaç gibi, mânevî hâcat dahi muhteliftir. Bazısına insan her nefes muhtaç olur: cisme hava, ruha Hû gibi. Bazısına her saat: Bismillâh gibi ve hâkezâ... Demek, tekrar-ı âyet, tekerrür-ü ihtiyaçtan ileri gelmiş ve o ihtiyaca işaret ederek, uyandırıp teşvik etmek, hem iştiyakı ve iştihayı tahrik etmek için tekrar eder.

Hem Kur’ân müessistir, bir din-i mübînin esasatıdır ve şu âlem-i İslâmiyetin temelleridir ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi değiştirip muhtelif tabakata, mükerrer suallerine cevaptır. Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır. Te’kid için terdad lâzımdır. Te’yid için takrir, tahkik, tekrir lâzımdır.

Hem öyle mesâil-i azîme ve hakaik-ı dakikadan bahsediyor ki, umumun kalblerinde yerleştirmek için, çok defa muhtelif suretlerde tekrar lâzımdır.

Bununla beraber, sureten tekrardır. Fakat, mânen herbir âyetin çok mânâları, çok faideleri, çok vücuh ve tabakatı vardır. Herbir makamda ayrı bir mânâ ve faide ve maksatlar için zikrediliyor.

Hem Kur’ân’ın, mesâil-i kevniyenin bazısında ipham ve icmâli ise, irşadî bir lem’a-i i’cazdır. Ehl-i ilhâdın tevehhüm ettikleri gibi medar-ı tenkit olamaz ve sebeb-i kusur değildir.

Eğer desen: “Acaba neden Kur’ân-ı Hakîm, felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesâili mücmel bırakır; bazısını, nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir suret-i basitâne-i zahirânede söylüyor.”

Cevaben deriz ki: Felsefe hakikatin yolunu şaşırmış; onun için... Hem geçmiş derslerden ve Sözlerden elbette anlamışsın ki, Kur’ân-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ Zât ve sıfât ve esmâ-i İlâhiyeyi bildirsin. Yani, bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın. Demek, mevcudata kendileri için değil, belki Mûcidleri için bakıyor. Hem umuma hitap ediyor. İlm-i hikmet ise mevcudata mevcudat için bakıyor. Hem hususan ehl-i fenne hitap ediyor.

Öyle ise, madem ki Kur’ân-ı Hakîm mevcudatı delil yapıyor, burhan yapıyor; delil zahirî olmak, nazar-ı umuma çabuk anlaşılmak gerektir. Hem madem ki Kur’ân-ı Mürşid bütün tabakat-ı beşere hitap eder. Kesretli tabaka ise tabaka-i avamdır. Elbette, irşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ipham ile icmal etsin; ve dakik şeyleri temsil ile takrib etsin; ve muğâlatalara düşürmemek için, zahirî nazarlarında bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmemektir.

Meselâ güneşe der, “Döner bir siracdır, bir lâmbadır.” Zira, güneşten, güneş için, mahiyeti için bahsetmiyor. Belki bir nevi intizamın zembereği ve nizamın merkezi olduğundan, intizam ve nizam ise Sâniin âyine-i marifeti olduğundan bahsediyor.

Evet, der: اَلشَّمْسُ تَجْرِى “Güneş döner.” Bu “döner” tabiriyle, kış-yaz, gece-gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile azamet-i Sânii ifham eder. İşte, bu “dönmek” hakikati ne olursa olsun, maksud olan ve hem mensuc, hem meşhud olan intizama tesir etmez.

Hem der: وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِراَجاً Şu “sirac” tabiriyle, âlemi bir kasır suretinde, içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzar edilmiş müzeyyenat ve mat’ûmat ve levazımat olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlıkı ifham eder.

Şimdi bak, şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak, diyor ki: “Güneş bir kütle-i azîme-i mâyia-i nâriyedir. Ondan fırlamış olan seyyârâtı etrafında döndürüp, cesâmeti bu kadar, mahiyeti böyledir, şöyledir...” Mûhiş bir dehşetten, müthiş bir hayretten başka, ruha bir kemâl-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’ân gibi etmiyor.

Buna kıyasen, bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i surisine aldanıp Kur’ân’ın gayet mu’ciznümâ beyanına karşı hürmetsizlik etme.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلِ الْقُرْاٰنَ شِفَاۤءً لَنَا وَلِكَاتِبِهِ وَاَمْثاَلِهِ مِنْ كُلِّ دَاۤءٍ، وَمُونِساً لَنَا وَلَهُمْ فِى حَيَاتِنَا وَبَعْدَ مَمَاتِنَا، وَفِى الدُّنْياَ قَريِنًا، وَفِى الْقَبْرِ مُونِسًا، وَفِى الْقِيَامَةِ شَفِيعًا، وَعَلَى الصِّرَاطِ نُوراً، وَمِنَ النَّارِ سِتْراً وَحِجَاباً، وَفِى الْجَنَّةِ رَفِيقًا، وَاِلَى
الْخَيْراَتِ كُلِّهاَ دَلِيلاً وَاِمَامًا، بِفَضْلِكَ وَجُودِكَ وَكَرَمِكَ وَرَحْمَتِكَ يَاۤ اَكْرَمَ اْلاَكْرَمِينَ وَيَاۤ اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، اٰمِينَ - اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلٰى مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْفُرْقاَنُ الْحَكِيمُ وَعَلٰۤى اٰلِهِ وَصَحْبِهِۤ اَجْمَعِينَ، اٰمِينَ، اٰمِينَ


İHTAR: Arabî Risaletü’n-Nur’da On Dördüncü Reşhanın Altı Katresi, bahusus Dördüncü Katrenin Altı Nüktesi, Kur’ân-ı Hakîmin kırk kadar envâ-ı i’câzından on beşini beyan eder. Ona iktifâen burada ihtisar ettik. İstersen ona müracaat et; bir hazine-i mu’cizat bulursun.


Bediüzzaman Said Nursi


(Sözler)
Devamını Oku »

Kur’ân’da Geçen El, Göz, Yüz Terimlerinin Yorumu

 


el-Cüveynî




Ebü’l-Meâlî Rükniddîn Abdülmelik b. Abdillâh b. Yûsuf (ö. 478/1085) Nîşâbur yakınında Ezâzvâr (veya Büştenikân) köyünde 18 (veya 10) Muharrem 419’da doğan, Hicaz bölgesinde dört yıl kadar Mekke ve Medine’de kalıp buralarda ders okuttuğu, ünü yayıldığı için İmâmü’l Haremeyn olarak tanınıp meşhur olan Eş’arî kelâmcısı ve Şafiî fakihidir. En ünlü öğrencisi şüphesiz kelam ilminde yeni bir çığır açan Gazâlî’dir. Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Beyin mutaassıp bir Mutezilî-Şiî görüş sahibi olan veziri Amîdülmülk el-Kündürî, Eşarî âlimleri bidatçı olarak değerlendirip onların ders vermesini, vaaz etmesini yasaklayınca Bağdat’a oradan Hicaz’a gitmek zorunda kaldı. Bu bakımdan eserlerinde sıkça Mutezileyi hedef almasına şaşmamak gerekir.

Sultan Alparslan Kündürî’yi azledip yerine ünlü siyaset adamı Nizâmül-mülk’ü getirince bir bakıma Cüveynî için rüzgâr tersine esmeye başladı. Bunun üzerine önce memleketi Nîşâbur’a döndü (455/1063) sonra da burada yaptırılan Nizamiye Medresesi’nin bugünkü anlamda kurucu rektörü/müderrisi olarak atandı. Vefatına kadar ilmî çalışmalarını sürdürdü.

Kelâm ilminin oluşmasında ve bu şekilde isimlendirilmesinde âyet ya da hadislerde Allah hakkında kullanılan ’el’, ’yüz’, ’göz’ vb ibarelerin nasıl anlaşılması gerektiği hususu etkili olmuştur. Bu gibi kullanımları sözlük anlamlarıyla anlamlandırmaya yönelen ve böylece Allah hakkında insanbiçimci yorumlara kaçan Müşebbihe, Mücessime, Haşeviyye adı verilen bazı akımların görüşleri Kelâm âlimleri tarafından eleştirilmiştir. Ancak diğer taraftan bunlara nasıl bir mânâ verilmesi gerektiği hususu da gündeme gelmiştir.

Cüveynî bu konuda ilklerden sayılır ve bu tür lafızları tevhîd ve tenzih anlayışına uygun yorumlayan Kelâm âlimlerinin başında gelir.

-------------

Bazı imamlarımız yedeyn (iki el), ayn (göz) ve vech (yüz) gibi lafızların Allah’ın niteliklerini bildirdiğini ve bunların akılla değil, nakille bilinebileceklerini kabul etmişlerdir. Bizce doğrusu, yedeyn lafzının kudret, ayn’ın görme ve vech’in de varlık olarak yorumlanmasıdır.

Nakle dayalı bu gibi sıfatları kabul edip bunları aklî delillerin gösterdiği şekilde Allah’ın özüne ilave anlamlar olduğunu benimseyenler, secde etmekten kaçınan İblis’in kınandığı, “İki elimle yarattığım şeye secde etmekten seni alıkoyan nedir?” (Kur’ân 38: 75) ayetini delil getirip şöyle derler: Yaratılmışların hepsi Allah’ın kudreti ile yarattığı şeyler olduğu için Yedeyn lafzı kudret olarak yorumlanamaz. Çünkü bu yorum ifadenin “iki elimle” şeklinde tahsis edilmesini anlamsız kılar ki bu da doğru değildir. Zira akıl, yaratmanın ancak kudretle veya kâdirin güç yetirir oluşuyla gerçekleşeceğini bilir.

… Hz. Âdem, “iki elle yaratılma”nın kendisine has kılınması sebebiyle secde edilmeyi hak etmiş değildir… Secde etmek, ancak Allah’ın emrine uymak için gereklidir… Öyleyse ayetin zahiri terk edilir; akıl da yaratmanın kudret vasıtasıyla meydana geldiğine hükmeder…

Ayn kelimesinin zikredildiği ayetin anlamıyla ilgili olarak da, bunun zahirî manası (göz) ittifakla terk edilir. Hz. Nuh’un gemisinden bahseden “… (gemi) gözetimimiz altında akıp gidiyordu” (Kur’ân 54: 14) ayetinde de durum aynıdır… Hiç kimse burada, Allah’ın gözleri olduğunu kabul etmez. Bu ayette geminin, meleklerin kuşattığı bir mekânda, koruma ve gözetim altında bulunması kastedilir. Meselâ bir kimse hükümdarın inâyeti ve gözetimi altında olduğu zaman “Hükümdar falanca kimseye göz kulak olmaktadır” denir…

“Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin vechi (zâtı) bâki kalacak” (Kur’ân 55: 27) ayetinde geçen vech lafzının bir sıfata hamledilmesi mümkün değildir. Zira mahlûkatın yok oluşundan sonra Allah’a ait (bu tür) hiçbir sıfat bâkî kalmaz; bâkî kalan, zorunlu sıfatlarıyla yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla en doğrusu, vechin “varlık” olarak yorumlanmasıdır. Bazıları vech ile Allah’a yaklaşmanın kastedildiğini söylemişlerdir. Nitekim “Bunu Allah uğruna (li vechillah) yaptım” denilmiştir; bundan da Allah’ın emrine uyma maksadının gözetildiği anlaşılır. Bu yoruma göre ilgili ayette, Allah rızası gözetilmeyen her şeyin boşuna olduğu kastedilmiştir.

Bu sıfatları ilgili ayetlerin zahiri anlamlarıyla kabul etme yolunu benimseyen arkadaşlarımızın, istivâ, mecî’, nüzûl ve cenb gibi sıfatlara ait görüşlerini de ayetlerin zahirine tutunarak açıklamaları gerekir. Bu lafızların ittifak edildiği şekliyle tevili mümkünse, bizim zikrettiğimiz şekliyle tevili de mümkündür. Her ne kadar biz, zahire göre konuşmaktan kaçınıyor olsak da, mademki konu açıldı, o halde bu husus ile ilgili Kitap ve Sünnet’te yer alan ifadeleri ortaya koyalım. Mücessime’nin ayak takımı Haşeviyye, bu ifadelerinin zahirî anlamlarını gönül rahatlığıyla benimsediklerini açıklamışlardır.

Tartışma konusu olan ayetlerden birisi de “Allah yer ve göklerin nurudur” (Kur’ân 24: 35) ayetidir. Bazılarına göre ayetin anlamı, Allah’ın yerde ve göklerde bulunanların yol göstericisi (hâdî) olduğudur. Yoksa İslâm’a gerçekten bağlananların, yer ve göklerin nurunun ilahın kendisi olduğunu söylemeleri uygun görülemez. Söz konusu ayette, (benzetme yoluyla) örnek (darb-ı mesel) vermek amaçlanmıştır; dolayısıyla bu ayet mücmeldir. Nitekim aynı ayetin devamında yer alan “Allah insanlara birçok misaller verir” cümlesi zikrettiğimiz bu hususu ifade eder.

Hakkında soru sorulanlardan biri de “Allah’a karşı aşırı gitmemden dolayı bana yazıklar olsun!” (Kur’ân 39: 56) ayetidir. Bu ayetin anlamı hususunda ahmak bir aceminin dışında kimsenin aklı karışmaz. Zira cenb lafzı, sözün akışı içinde tefrit kelimesiyle birlikte kullanıldığı için uzuv anlamında yorumlanamaz. Dolayısıyla bu lafız, ancak Allah’ın emrinin yönleri ve bunların kaynağı anlamında yorumlanabilir. Bazen cenb lafzıyla, şeref (cenâb) ve yücelik kastedilir… Bizim bu söylediğimiz, tevile başvurmak değildir; ayette tefrit (aşırı gitme) ile birlikte kullanılan cenb kelimesinin uzuv anlamına yorumlanması geçersizdir.

Üzerinde soru sorulan bir diğer ayet ise, Allah’ın “Bacağın (sâk) açılacağı/eteklerin tutuşacağı gün” (Kur’ân 68: 42) sözüdür. Bu ayetle, kıyamet gününün korkunç ve çetin halleri ile suçlulara uygulanacak cezalar anlatılmaktadır. Savaşta durum ciddiye bindiğinde, göğüsler kinle dolduğunda, gözleri nefret bürüdüğünde, insanlar burunlarından solumaya ve meydanlar cesetlerle dolmaya başladığında (Arapçada) “Savaş bacağı/ayakları üzerine dikildi” denilir. Dolayısıyla akıl sahibi bir kişi, sâk lafzını uzuv/bacak anlamında yorumlamaz.

Şu ayetler hakkında da tartışma söz konusudur: “Rabbin ve melekler sâf sâf geldiler” (Kur’ân 89: 22); “Onlar Allah’ın ve meleklerin bulutlardan oluşan gölgelikler içinde gelmesini mi bekliyorlar. (Kur’ân 2: 210). Bu ayetlerde yer alan gelme (mecî’) kelimesiyle kastedilen, bir yerden bir yere gelip gitme değildir. Allah bu gibi hallerden yücedir. Aslında “Rabbin geldi” ifadesiyle, Rabbinin emri, suçluları suçsuzlardan ayıran adaletli hükmü geldi, anlamı kastedilmektedir.

Ta’zîm (ululamak/yüceltmek) maksadıyla, emrin sahibini ifade etmek yaygın bir kullanımdır. Meselâ, “Hükümdar gelince onun dışındakiler yok oldular” ifadesinde, hükümdarın gelişi değil, onun emir ve yasaklarının ulaşması kastedilir…

Haşeviyye’ye karşı çıkarken, onların da tevilini uygun gördükleri ayetlere önem vermek gerekir. Hakkında tartışma bulunan konularda ayetleri tevil etmeye kalkışırlarsa, kendilerine aynı metotla mukabele edilir. Onlara itiraz sadedinde ileri sürülen ayetlerden birisi şudur: “Her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” (Kur’ân 57: 4). Bu ayeti zahirine göre anlamak isterlerse, Allah’ın arş üzerine istivâsını, O’nun orada bulunması olarak anlamadaki ısrarlarından vazgeçmek zorunda kalırlar. Böylece akıllı bir kimsenin kabul edemeyeceği çirkinlikleri benimsemeye mecbur olurlar. Onlar, Nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” ile “Herhangi üç kişinin fısıldaşması halinde dördüncüsü O’dur; beş kişinin fısıldaşması halinde de altıncı O’dur” (Kur’ân 58: 7) ayetini gizli şeylere vâkıf olmaya hamlettikleri takdirde tevile cevaz vermiş olurlar. Kur’ân’ın zahirlerini tevil hususunda bu kadarı yeterlidir.

Bu hususta sarıldıkları hadisler ise âhad haberler olup kesin bilgi ifade etmezler. Bütün bunlardan vazgeçsek bile, tevil câizdir. Fakat biz onların âhad haberleriyle uğraşmayıp, sahih hadislerdeki tevile işaret edeceğiz. Meselâ nüzûl hadisi bunlardan biridir. Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Allah her Cuma gecesi dünya semasına iner ve ’Tövbe eden yok mu, tövbesini kabul edeyim; af dileyen yok mu, affedeyim; dua eden yok mu, duasını kabul edeyim’ der.” Buradaki nüzûlü, yer değiştirmeye ve bir yeri terk edip başka bir yeri işgal etmeye hamletmenin imkânı yoktur. Çünkü bu durum, cisimlerin sıfatlarından, maddelerin özelliklerindendir. Böyle bir şeye cevaz vermek iki yönlü çelişkiyi doğurur. Bu çelişkilerden biri, ilâhın hâdisliğine hükmetmek, diğeri de cisimlerin hâdis oluşuna dair delili reddetmektir.

Burada nüzûl kelimesi Allah’a izafe edilerek kullanılmakta ise de, ondan, Allah’ın mukarrabûnun (Allah’a yakın olan büyük melekler) inişinin anlaşılması mümkündür ve akla aykırı değildir. Benzer bir kullanım, “Allah’a ve Resûlüne karşı savaşmaya kalkışanların cezası...” (Kur’ân 5:33) ayetinde de vardır. Bu ayet, ’Allah dostlarına/yöneticilere (evliyâullah) karşı savaşanların cezası…’ manasına gelir. Burada evliyâ kelimesinin kaldırılması, yerine Allah lafzının konulması söz konusudur.

İlgili hadisin tevilinde, nüzûl kelimesine, kulların taşkınlık ve isyanda ısrar etmelerine, geceleri Allah’ın ayetleri ve Ahiret üzerinde düşünmeyi ihmal etmelerine rağmen Allah’ın kullarına nimetlerini bolca bahşetmesi anlamını yükleme de vardır. Nüzûl kelimesi, insanlar hakkında tevazu maksadıyla da kullanılır ve baskıyı arttırma imkânı olduğu halde hükümdar, halkına yumuşaklıkla ve şefkatle muamele ederek kendi gücüne bir sınır koyduğunda, “Hükümdar yüce makamından aşağı derecelere indi” denir.

Yer değiştirmenin (intikâl) nüzulün şartlarından olmadığına dair delillerden bir tanesi, daha önce geçtiği üzere, Kelâm’ın intikalinin imkânsız oluşunu bilmekle birlikte, bu lafzın ona nispet edilerek kullanılmasıdır.

Hz. Peygamber’den rivayet edilen şu hadis hakkında da tartışma mevcuttur: “Kıyamet Günü geldiğinde cennet ehli nimetlere gark olup cehennem ehli de ateşe atıldığında, cehennem ’daha yok mu?’ diye sorar. Günahkâr (cebbâr) ayağını ateşin içine sokar ve cehennem ona ’Haydi! Haydi!’ der.”

Bu hadisi, Muhammed b. İsmail (el-Buhârî), Sahih’inin Kitâbu’t-tefsîr bölümünde rivayet etmiştir. Bunun geniş bir tevil imkânı vardır. Meselâ, cebbâr kelimesinin günahkâr/zalim bir kul olarak yorumlanması pekâlâ mümkündür. Böyle bir kimse, Allah indinde en küstah biridir. Cehenneme o kişiyi beklemesi ilham edilmiştir. Cehennem, kendisine gelenlerin sayısının artmasını sabırsızlıkla beklerken, o cebbâr kul, cehenneme adımını atar; adımını atınca da cehennem ona “Haydi! Haydi!” der.

Hadislerde yer aldığına göre, insanların iyileri ya da günahkârlarının ayakları, cehennemin kenarında sanki bir yağ kütlesi gibi dona kalır. Ayaklar cehenneme dokunduğunda o, cehennemlikleri yutar; zira o, cehennem ehlini, bir annenin çocuğunu tanımasından daha iyi tanır. Zikrettiğimiz üzere, cebbâr lafzına bu anlamı yüklemenin doğruluğuna “Cehennem ehli kibirliler, zorbalar, küstahlar, burnu büyükler ve böbürlenenlerden oluşur” hadisi işaret eder.

Burada kadem (ayak) lafzının, Allah’ın ilminde ateşe girmeye müstahak olan bazı toplumlara hamledilmesi de mümkündür. Bu durumda, isim tamlamasında yer alan ’kadem’ kelimesi hükümdar manasına gelir.

Haşeviyye’nin tutunduğu şeylerden biri de Hz. Peygamber’den rivayet edilen “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” hadisidir. Bu, sahih hadis kaynaklarında yer almamıştır. Eğer sahih ise bu, Haşeviyye’nin bilmediği bir sebepten dolayı nakledilmiştir: Güzel yüzlü bir köleyi tokatlayan bir kişiyi Hz. Peygamber görmüş ve “Şüphesiz Allah, Âdem’i kendi suretinde yaratmıştır” buyurarak o kişinin bu davranışını yasaklamıştır. Burada kendi sureti ifadesindeki hûzamiri, dövülmesi yasaklanan köleye gider. Bu zamirin Hz. Âdem’e gönderilmesi de mümkündür. Bu durumda hadisin manası şöyle olur: Allah, Hz. Âdem’i anasız-babasız, düzgün/pürüzsüz bir insan (beşeran seviyyâ) olarak yaratmıştır.

Bu hadisten maksat şudur: Âdem (as) sonraki insanların tâbi olduğu yaratılış aşamalarından geçmemiştir; Allah onu, kendi suretinde yaratmıştır.

Zikrettiğimiz bu hususları kavrayan bir kimse, reddedilen haberlerle ilgili her meseleyi hemen tevil etmeye kalkışmaksızın, iyice tahkik edip araştırdıktan sonra tartışma konusu olan hususun yorum ve açıklamasında zorlanmaz…

el-Cüveynî 1950. Kitâbü’l-İrşâd; thk. Muhammed Yusuf Musa, Kahire, s, 155–164.
Çeviren: Mehmet İlhan

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Kutlu Kitap

KUTLU KİTAP Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır. Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.  Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür. Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.  Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır. Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada. Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.  Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap! Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.  Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Bin dört yüzyıldan beri bir tek harfi bile yıpranmamış bir mucizedir,hayat fışkıran bir mucizedir Kur’an-ı Kerim.Dünya,haşr gününde hesaba çekilse,kur’an-ı Kerimin kendisine gönderilmesini bir kurtuluş belgesi,bir şan belgesi olarak ileri sürer ve beraat eder.Ruhları Kur’anın mehtabıyla aydınlanmış Müslümanlar ,ölümü,kristal camı geçen ayışığının kolaylığı ile aşarlar ve hesap masasının önünde gülümseyerek dururlar.Kur’an-ı Kerim,inananlara,Allahın güzelliğinden bu dünyada gösterilşmiş bir işaret,bir örnektir.Onu okuyan ,Sina Dağına çıkar,Hazreti Musayla birlikte Allahın büyüklüğü önünde yere kapanır,Kızıldenizin yarıldığını görür,denizin sularının iki yana açılarak yol verdiğini,arkadan gelen gurur heykeli ordunun üzerine de bir cehennem gibi çullandığını gözleriyle görür;Cebrail,hazreti Meryemle konuşurken sanki yanındadır.


Hazreti İsa ve havarileriyle birlikte gök sofrasının başındadır;Bedir savaşında düşman gözüne meleklerle birlikte kum ve toprak atandır. Hazreti İbrahimle birlikte bir Pazar günü putları kırandır.Ad ve Semud kavimlerini alıp götüren sesi kulaklarıyla işiten,şehirleri döndüren kasırgada yaprak gibi dönen,Lut kavminin dönüştüğü tuz kayalarına eliyle dokunanadır.



Allahın yarattığı güzellikleri Kur’anla görür Müslüman.Kur’anla düşünür,Kur’anla anlar,hilkatin sırrına Kur’anla erer.Müminin gözünden bakan o,elini kımıldatan o,geçmiş zaman geleceklerin üzerine yürümesin diye,şimdiki zaman parçalanıp yok olmasın diye,Kur’an zamanın anlamını ve yorumunu getirmiştir.”Her şey Allahın önünde fanidir” prensibinin içinde eşyanın rüzgar gibi savrulduğunu görür Müslüman.Kur’an en ilerde olandır.kim ki onunla beraberdir,oda ilerdedir.kim ki ona karşıdır,geridedir.öbür medeniyetler kur’an medeniyetinin yanında ölüdür.Ondan ışık alan,dirilir.onun ışıklarından kaçan,mezarsız ölüdür.


Kur’an yolundan ayrılanlar sabahları cin çarpmışcasına,yataklarından kalkarlar.Ab-ı hayat Kur’andır.İksir Kur’andır.Şifasız dertlerin doktoru Kur’andır.Genç nesli olgunlaştıran,olgun nesli genç tutan,kadına iffet erkeğe vakar bağışlayan,toplumlara haşmet ve heybet getiren,mutluluğun mimarı,muştu şiiri,ölümü yenen teselli,ruhun zafer takı,kalbin rahmet anıtı Kur’andır.



Müslümanlar Kur’andan uzaklaştı uzaklaşalı gün yüzü görmediler.İnsanlık aya çıksa ,Zühreyi bir martı gibi avlasa,Merihten petrol getirse,Kur’ana dönmedikçe ruh yıkıntısını ,çöküşünü durduramayacaktır.
Bize getirdiğin namazlarla,oruçlarla,hacla,zekatla,hayat bağışlayan kısasla,Allahtan başkasının önünde eğilmeyen peygamber örnekleriyle,ay bölen ,ölü dirilten,susuz kayadan pınar fışkırtan,büyücülerin en ustalarını mahcup bırakan ve terbiye eden,bir asaya ruh üfleyen mucizelerle ne kutlu bir kitapsın şanlı Kur’an!Bizi terk etme ,bizi bırakma,bizi hep hatırla ve bizi bağışla.Bize merhametinle şahit ol,bizden davacı olma öte dünyada.
Taşıdığın vahiyden bir sabır izi düşür üstümüze.Korkusuzluğundan,tevekkülünden,imanından armağanlar sun bize.karıncadan ses duyur,hüthütten haber ver bize.



Cennetleri bize,cehennemleri inançsızlıkta gönülleri kurum bağlamış olanlara yaklaştır ey kutlu kitap!
Biz ki,kıyamet kopmadan kıyamete dair ayetlerinle kıyameti bir parça yaşamış,ona inanmış olanlarız,bizi bugün ve o şiddet gününde ateş işlemez örtüne bürümendir umudumuz.



Her sabah beklenen sensin.Gün ışığıyla ,yağmurlarla,rahmet getiren rüzgarlarla beklenen sensin.Bilerek bilmeyerek insanın ve çağın aradığı ve beklediği sensin.


Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Sürekli Mucizeler

Sürekli Mucizeler

 

Öbür peygamberlerin mucizeleri kendi çağlarında görünmüş ve tamamlanmış, doğup batmış mucizeler­dir. Gerçi mucizenin tesiri sürüp gitmiştir kendisi sür­mese de. Hz. Musa'nın mucizesi büyü ve büyücüler, kâ­hinler devrini kapamıştır. O mucizeden sonra büyücü­lük bir daha dirilmemecesine ölmüştür. Hz. İsanın ölü­yü diriltme mucizesi de ancak kendi çağdaşları tara­fından görülebilmiş, tesiri de sembolik bir tesir olarak dinin dirilticiliği lehinde kaydedilmiştir. Peygamberlik dairesini tamamlayıp kapıyarak peygamberliğin baş­langıcı ve sonu olan Peygamberimizin bu cins mucize­lerinden başka bellibaşlı iki cins mucizesi daha vardır ki, yalnız kendine mahsustur diyebiliriz. Bu iki tür mu­cizeden birincisi, öbür mucizeler gibi bir vaka halin­de görünüp bir zaman içinde tamamlanmakla beraber, tesirleri de öbürleri gibi sürüp gittiğinden başka bir vasıf daha taşır. O vasıf ta, gelecek zamanlarda, il­min, gelişmesini o mucizelerin çığırında, izinde ara­makta olmasıdır. Gerçi bu arayış sınırlıdır, çok dar ve sığ bir çerçeve içindedir, öyle de olsa, mucizenin mih­veri etrafında dönüp durulduğundan, onun gelecek za­manı nasıl içine aldığını ve aşılmazlığını, ışık tutuculu­ğunu görmekte fayda sağlayacaktır.

 

Bu tür mucizenin iki büyük örneği; şakkul-kamer ve miraç mucizesidir. Göğe füzeler fırlatıldığı, gezegenlere ulaşılmasına girişildiği bu «feza çağı»nda, miraç mucizesinin anlam ve hikmetleri biraz daha fazla anlaşılmıyor mu? Peygam­ber, bütün gezegenler dünyasını ve gök katlarını geç­tikten soma« fiziği aşkın ebediyet dünyasını da görmüş ve yaşamıştır ki, bugünkü ilim henüz bunun hayal edil­mesine bile cesaret edecek bir durumda değildir. Muci­ze ta o zamandan, ilmin bugünkü gelişimini görmüş, bu gelişime işaret etmiş ve adeta ona o zamandan mey­dan okumuş, onun asla ulaşmıyacağı bir fizik ve fiziği aşkın yükselişi gerçekleştirmiştir. Yine, aya varmak ve sırlarını çözmek için çırpındığımız bu dönemde farkına varıyoruz ki, şakkulkamer mucizesiyle, bir parmak işa­retiyle ay ikiye bölünmüş ve bunun için aya gitmek ge­rekmediği gibi sonra bu iki parça buluşarak birleşmiş­tir. Bu iki mucize adeta lisan-ı hal ile diyor ki: «daha hiç bir işareti bile yokken, ilminizin eninde sonunda alacağı yönü şimdiden görüyoruz ve ulaşmayı hayal bile edemiyeceğiniz bir gerçekleş t irişle sizi uyarıyo­ruz; ey insanlar, ilerde bilginiz bu doğrultuyu aldığın­da gurura kapılmayınız. Allahı unutmayınız ve onunla yarış yaptığınız zannına kapılmayınız, size verilen bil­giden ötürü daha çok hamd edici olunuz.» Belki, batılılar bu mucizeleri inkâr edeceklerdir, ama en azından bin üçyüz küsur sene önce açıkça ilân edilen bu muci­zelerin peşinden şimdi bir kaplumbağa gibi seğirtmek­te olduklarını, yani müsbet bilgilerin yönüne daha o zamandan hem de değer hükmüyle birlikte işaret edil­miş olduğu gerçeğini inkâr edemezler. İşte bu mucize­ler, çağımızda bir kere daha anlamlarıyla çağdaş ve aktüel olmuşlardır.

 

İkinci tür mucizeler ise, hiç kesilmeksizin sürekli olarak devam eden mucizelerdir. Bu mucizelerin başında, Kur ân-ı Kerîm yer alır. Kur'an-ı Kerim, her zaman yeni, her zaman taze, her zaman diri, her zaman kadim, her an bir su kaynağı gibi içinden çağlayıp duran bir mucizedir. Bu mucize, vahyin ilk geldiği günden bugüne kadar bir gün bile, bir tek kelimesinde bile fevkalâdeliğini yitirmeden sürüp gelmiştir. Her çağda milyonlarca, hatta yüz milyonlarca insan mucizenin önünde kendinden geçmiş ve secdeye kapanmış, onun aşkına ölüme bile seve seve başını uzatmıştır. Ve bu mucize bugün de aynı kuvvetle, hat­ta gün geçtikçe tesirini arttırarak sürmektedir. Kur’ân yine İslâm dünyasını diriltmekte, ışığını genç gönüllere salmaktadır. Hatta müslüman olmayan doğu ve batı dünyası da, onun mucize yanma kolay kolay itiraza bi­le girişememekte, zaman zaman da bunu şu veya bu tarzda itiraf etmektedir.

 

Bir açıdan namaz ve oruç da, Peygamberimizin bu sürekli mucizelerindendir. Namaz bir müslumanı en keskin çizgilerle müslüman olmayanlardan ayırır. Fizik bakımından bile ayırır. Oruca gelince, en zayıf çağla­rımızda bile, ramazan ayı geldi mi, islâm dünyasında esen uhrevi bir bad-ı saba, onu inkâr karanlığına gö­mülmüş ülkelerden bıçak kesimi ayırır. Bir Kâbe çevre­si bir Sultanahmet havası, bir Eyyüpsultan semti nasıl öbür yerlerden bir çırpıda ayrılıyor. İnsanı ta yüreğin­den kavrıyor, insanın özüne tesir ederek onu öbür in­sanlardan ayırıyorsa, ramazan ayında müslüman ülke­ler de böyle bir yücelikle dolup taşarak Avrupadan, Çinden, Rus ülkesinden, Amerika görünüşünden bir bakışta seçilir, farkedilir, ayrılır. Ramazan ayı bir mu­cize ayı olarak ruhun olağanüstülüğüyle dolup taşar. Gördüğümüz en mütevazı evde bile düşünülemiyecek ne harikalar oluşur. Çünkü oruç başlıbaşına bir me­lek ülkesinin dünyaya çağrıldığı ay olmanın dışında hergünkü zamandan daha çok ve katmer katmer do­nanmıştır namazla da, Kur’ânla da. Oruç, topluma inen bir takva gibi gelmiştir. Her yıl gelen bir takva muci­zesidir oruç. Sürekli bir mucizedir.
Sezai Karakoç - Kıyamet Aşısı
Devamını Oku »

Yankı

Yankı

Bu ramazan, Kur’an-ı Kerim’in insanlığa inişinin 1400. yıldönümüdür. Kur’an, bundan bin dört yüz yıl önce bir kadir gecesinde indi. Ve onun bize gelişinin üzerinden bin dört yüz kadir gecesi geçti. Arı, kendi­ne gelen vahiyle nasıl peteğini örer ve balını yaparsa, müslümanlar da kendi peygamberlerine gelen vahiyle, Kur’an’dan yayılan ışıklarla eşsiz bir medeniyet kur­dular. Yeryüzünde Kur’an şehirlerini yaydılar. Kur’an gerçeklerinden, Kur’an’ın sanatından, Kur’an’m sesin­den insan ruhunu bir hakikat sitesine çevirmek birinci işleri oldu müslümanların.

Kur’an’ın inişiyle, dünyaya, öteki dünya da inmiş oldu. Kur’an’m aşılmaz lehimi ve kaynağıyla müslümanın ruhunda iki dünya kaynaşmış ve birleşmiş oldu.

Bin dört yüz yıldır ki, o, bizim hayat ışığımızdır, gö­ren gözümüz, çalışan kalbimizdir.

Hayatımızın hiç bir çizgisi olmadı ki, oraya, Kur’an-ı Kerim’in tuttuğu bir ayna ve bir ışık bulunmasın. Ya­şayışımızın nice çizgileri, vücuttaki kan damarları gibi, Kur’an çizgileridir.

Atalarımız, her yıl Kur’an’ı bir baştan sona okurlar­dı. Böylece Kur’an-ı Kerim, yavaş yavaş onlann ruhları­na geçerdi. Onun yapraklarına eğile eğile babalarımızın ve annelerimizin yüzünü bir Kur’an aydınlığı kaplardı. İşte bunun için bir müslüman daha ilk bakışta yüzün­den tanınır.

Kur’anla olan bu yakınlık ve dostluk, adetâ kardeş­lik, mü’minin ahlâkını, Kur’an ahlâkıyla donatır.

İslâm medeniyetinin her alanında, unsurları derle­yip toplayarak kaynaklara çıkınız. Göreceksiniz ki, bu kaynaklar gide gide Kur’an’a varacaktır.

Kur’an-ı Kerim, Allah’ın insanlığa armağan ettiği büyük bir medeniyetin ulu kitabıdır.

Tek noktası bile eskimeyen, ölmek nedir bilmeyen diri ve diriltici, içi mucize dolu kitabı.

Bin dört yüz yıldır, savaşlara onu okuyarak başlı­yoruz. Zaferlerimizde, getirdiği yardımcı melekler or­dusuyla en büyük pay sahibi yine odur. Zafer sonunda onun adalet ve merhametiyle esirlere ve yenilenlere insanca davranmış ve tarihimizi lekelemekten korumuşuzdur. Kendi yanlışlıklarımız veya kader gereği yenilmişsek bizi avutan ve onulmaz umutsuzluklardan koruyan, yine şanı büyük Kur’an olmuştur.

Kur’an, insana şifa, toplumlara şifa, medeniyetlere şifa ve tarihe şifa olmuştur.

Ölülerimizi son yolcu edişte ancak onunla yolcu edebilmişizdir. Ölümün dağ ağırlığını ondan başka hafifle­tecek zaten hangi kudret olabilir ki?

Kur’an’ın her çağa hitap eden ayn bir mucize dili var. 20. Yüzyıl da, ayin bölünmesi, mi’raç mucizeleri­nin, dünyacı bir yorum ve usûlle peşinde değil midir?

Her yıl gelen Kadir gecesi, Kur’an’ın mucize yüklü ağırlığıyla, arştan dünya’nın göğüne indiği kutlu gece­dir. O gece okunan Kur’anlar, yukardan kâinatın üstü­ne inen Kur’an’a, yeryüzünden yükselen bir yankıdır.

Bin dört yüz yıldır dünya zamanın üstünde bir kö­pük gibi bu yankıyla çınladı durdu. Dünya kayalığı, arşa, onun yankısıyla, mahcup olamayacağı yüksek bir cevap verebildi.

İnsan, arştan gelen soruya Kur’anla arşın cevabını verdi.

Kıyamete kadar da bu cevabı verebilmemiz için,

Kur’an’ın bizi bırakmayacağına dair Allah’ın sözü var­dır.

Ne mutlu meşalesi Kur’an olan bir ümmete!

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Ehl-i Sünnet'in İnanç Esasları

Şimdi kısaca Ehl-i sünnet'in inanç esaslarını açıklayalım. Da­ha sonra inançlarımızı buna göre düzeltip bizi bu çizgi üzerine sa­bit kılması için Allah Subhânehû'ya yalvaralım.

Allah'ın Varlığı ve Sıfatları

Allah (c.c) zâtıyla mevcuttur ve varlığının başlangıcı yoktur (kadîmdir). O'nun dışındaki her şey onun yaratmasıyla mevcut olmuş ve bu sayede yokluktan varlık sahnesine çıkmıştır. Allah Sübhânehû’nun varlığının sonu yoktur, ezelîdir. O'nun dışındaki her şey hâdistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olan her şey ayın zamanda ebedîdir. Sonradan meydana gelen her şey aynı zamanda fânidir; yok olmaya mahkûmdur.

Allah Sübhânehû tektir; ne varlığının zorunluluğu konusun­da ne de ibadet edilmeyi hak etme konusunda eşi ve ortağı yoktur. Varlığı zorunlu olmak ondan başka hiçbir şeye yaraşmaz. Ondan başka hiçbir şey kendisine kulluk yapılmayı hak edemez.

Allah Sübhânehû'nun kâmil sıfatları vardır. Hayat, ilim, se­mi' (işitmek), basar (görmek), kudret, irade, kelam ve tekvin (meydana getirmek) bu sıfatlardandır. Bu sıfatların her biri ezelî olup Allah'ın zâtıyla kaimdir. Bu sıfatların sonradan ortaya çıkan (yaratma, görme, diriltme, öldürme, rızık verme...) gibi özellikleri o sıfatların ezelî olmalarına zarar vermez. Sıfatların ilgili olduğu şeylerin yaratılmış olması, sıfatların ezelî olmasına mâni değildir. Felsefeciler akıllarının kıtlığı, Mu'tezile mensupları da sapkınlığı sebebiyle yaratanın yaratılmış olanla ilişkisinin, ilişkide olan sıfa­tın hâdis olduğuna delil saymış ve Allah'ın kâmil sıfatlarını inkâr etmiştir.

Felsefeciler bundan başka, sonradan yaratılmışlık (hudûs) alameti gördükleri, değişime yol açtığı için Allah'ın cüz'iyyâtı (ti­kelleri) bilemeyeceğini savunmuştur. İki grup da gerçekte İlâhî sı­fatların ezelî olduğunu fakat bu sıfatların sonradan olan yaratıl­mışlarla ilgili ilişkisinin hâdis olduğunu bilememiş, sıfatların ken­dileriyle bu sıfatların ilişkilerini birbirinden ayırt edememişlerdir.

Allah Sübhânehû noksanlık ifade eden her türlü vasıftan uzaktır. O cevher ve cisimlere ait özelliklerden ve bunların gerek­tirdiği şeylerden münezzehtir. Allah'ın yüce zâtı hakkında zaman, mekân ve yön gibi şeyler söz konusu olamaz. Bütün bunlar Allah­'ın yaratmasıyla var olmuş şeylerdir.

İşin özünü anlayamamış bir cemaat, Allah'ın arşın üstünde olduğunu ifade etmiş ve Allah'ın yukarıda olduğunu ileri sürerek yön isnadında bulunmuştur. Arş ve arşın içine aldığı her şey son­radan meydana gelmiş olup Allah'ın yarattığı şeylerdir. Sonradan yaratılmış bir şeyin ezelî yaratıcının mekânı ve karargâhı olması nasıl düşünülebilir?

Şu var ki, arş Allah'ın yaratıkları arasında en şerefli olan ve en fazla nuraniyet ve berraklık ihtiva eden şeydir. Bu nedenle arş, yaratıcının yüceliğini en açık biçimde yansıtması için aynalık hükmüne layık görülmüştür. Nitekim bu yansıtma özelliği saye­sinde ona Allah'ın arşı deyimi kullanılmıştır. Yoksa arş ve diğer şeyler Allah'a nisbetle birbirine eşit olup hepsi Allah'ın yaratıkla­rıdır. Şu kadar var ki, arşın başka şeylerde bulunmayan yansıtma kabiliyeti vardır (Bu da Allah'ın arşın üstünde olduğu fikrini doğ­rulamaz).

Nitekim insan aynaya bakıp kendisini aynada gördüğü za­man, o insanın aynaya girdiği söylenemez. Bilakis bu insanın ay­nayla olan ilişkisi karşısına geçtiği diğer şeylerle olan ilişkisiyle eşittir. Bir farkla ki, ayna insanın görüntüsünü yansıttığı halde di­ğer şeyler onun görüntüsünü yansıtamaz.

Allah Sübhânehû ne cisimdir ne de cisimden oluşmuştur. O araz veya cevher de değildir. O'nun varlığının ne bir sının ne de bir sonu vardır. O uzun, kısa, enli ve dar olmaktan münezzehtir. Evet, Allah geniştir (vâsi'dir) fakat bu bizim akıllarımızın idrak et­tiği anlamda bir genişlik değildir. O her şeyi kuşatıcıdır ancak bu akıllarımızın aldığı bir kuşatma anlamına gelmez. O yakındır fa­kat bu yakınlık bizim anladığımız türden bir yakınlık değildir. Al­lah Teâlâ bizimle beraberdir ancak O alışageldiğimiz anlamıyla beraberlikten uzaktır.

Bizler Allah'ın geniş, kuşatıcı ve yakın olduğuna ve bizimle beraber bulunduğuna inanırız. Ama bunların şekil ve keyfiyetini bilemeyiz. Bunlarla alakalı olarak aklımıza gelen bütün keyfiyetler Mücessime mezhebine ait düşüncelerdir.

Allah Sübhânehû hiçbir şeyle özdeşleşmediği gibi (ittihat) hiçbir şey de Allah Sübhânehû ile özdeşleşmez. Bunun gibi hiçbir şey Allah'a hulûl edemez (içine giremez), Allah Teâlâ da hiçbir şe­ye hulûl etmez. Bölünmek ve parçalara ayrılmak, bir araya gelmek veya çözülmek gibi durumlar Allah için düşünülmesi imkânsızdır.

Allah'ın ne bir dengi ne de bir benzeri vardır. O'nun eşi veya çocuğu yoktur. Allah Sübhânehû gerek zâtı gerekse sıfatları itiba­riyle nitelik, benzeri ve dengi olmak gibi özelliklerden yücedir. Bizim O’nun hakkında en son bilebileceğimiz şey şudur: Allah Sûhhânehû vardır, O kendisini vasfettiği ve övdüğü bütün kâmil isim ve sıfatların sahibidir.Fakat yukarıda da geçtiği gibi Allah, bu sıfatlarla ilgili olarak zihnimizde oluşabilecek her türlü tasav­vurun ötesindedir.

"Gözler O’nu idrak edemez.Fakat O gözleri idrak eder.O en gizli şeyleri bilir ve her şeyden hakkıyla haberdardır'' (En'âm,103)

Akıl ve kavrayış sahipleri, Onun var olduğu ve kendinden başka ilâh olmadığı dışında bir şey söylememiştir.

Allahın isimleri ayet ve hadislerle bilinebilir. Yani Allaha isnat edeceğimiz ismi şeriat sahibinden duymuş olmamız gerekir. Şeriatta kullanıldığı bilinen her ismin Allah için kullanılması caiz­dir. Aksi takdirde Allah'a isim isnadında bulunmamız doğru de­ğildir. Mesela "cevad" (cömert) ismi eğer bir yetkinlik ifade ediyor­sa bu ismi Allah için kullanabiliriz, Zira şeriatta bu isim Allah için kullanılmıştır. Fakat aynı anlama gelen "sulu" (cömert) ismini Al­lah için kullanamayız. Çünkü şeriatta bu ismin Allah için kullanıl­dığı bilinmemektedir.

Allah'ın Kelamı: Kur'ân-ı Kerim

Kur’ân-ı Kerîm Allah’ın kelamı olup harf ve ses elbisesi içeri­sinde Resûlullaha (s.a.v) indirilmiştir. Allah Subhânehû Kur'an aracılığıyla kullarına bazı hususları emretmiş, bazı şeyleri de ya­saklamıştır. Biz insanlar, içimizde tasarladığımız manaları dilimiz aracılığıyla harf ve ses elbisesi içerisinde dışa vurur ve bu yolla duygu ve düşüncelerimizi insanlarla paylaşırız. Allah Sübhânehû da ağız ve dil gibi araçları kullanmadan yetkin kudretiyle dilediği manaları harf ve ses düzeni içerisinde açığa çıkarır, bu düzen içe­risinde emir ve yasaklarını insanlara ulaştırır. Bu bakımdan gerek nefsi (iç) gerekse lafzı (sözlü) kelamın her biri Allah'ın kela­mıdır.

Allah'ın kelamı dendiği zaman bu iki kelamın kastedilmeği mecazen değil, hakikat yönüyledir. Tıpkı bizim nefsî kelamımız ile lafzı kelamımızın hakiki anlamda olduğu gibi. Yoksa birincisi me­cazi, İkincisi hakiki manada söylenmiş değildir. Çünkü mecazi mananın reddedilmesi mümkündür. Oysa lafzî kelamı reddedip bunun Allah Teâlâ'ya ait olduğunu inkâr etmek küfürdür.

Peygamberimizden önce gelen diğer peygamberlere indiri­len ilâhı kitap ve sahifeler de böyledir. Bunların hepsi de Allah'ın kelamıdır. Kur’an’da ve geçmiş İlâhî kitaplarda yer alan sözler, Al­lah'ın, zamanın şartlarına göre kullarına uymasını emrettiği hü­kümleri ifade ederler.

Rü'yet

Müminlerin cennette yön, karşı karşıya bulunma, nitelik ve kuşatma olmaksızın Allah'ı görmesi (rü'yet) haktır. Ahirette ola­cak bu görme işinin gerçekleşeceğine iman ederiz; fakat nasıl ola­cağı konusunda kafa yormayız.

Allah'ın görülmesi hadisesi keyfiyet dışı bir şeydir. Bu dün­yada keyfiyet ve misal erbabı olan bizler bu sırrın iç yüzünü keş­fedemeyiz. Bu gerçeğe inanmaktan başka nasibimiz yoktur. Felse­feciler, Mu'tezile ve bazı bid'atçı fırkaların vay haline! Onlar ilâhı lütuftan mahrum kalmaları ve basiretlerinin kapalı olması sebe­biyle Allah'ın ahirette görülebileceği gerçeğini inkâra kalkışmış ve gayb âlemine ait olan durumları mevcut âleme kıyas ederek bu dinî esasa iman şerefine erememişlerdir.

Kulların Fiilleri; Hayır ve Şer

Allah Sübhânehû kulları yarattığı gibi onların işlerini de ya­ratmaktadır. Kulların işlerinin hayır ya da şer olması bu gerçeği değiştirmez. Bütün işler Allah'ın takdiriyle olmaktadır. Şu kadarı var ki, hayır ve şer Allah'ın dilemesiyle olduğu halde, Allah hayır­lı işlerden razı olmakta, şerli işlerden razı olmamaktadır. Şu da unutulmamalıdır ki, Allah'a karşı takınacağımız edep gereği tek başına şerri Allah'a isnat etmekten sakınmalı; Allah Sübhânehû hakkında "şerri yaratan" yerine "hayrı ve şerri yaratan" ifadesini kullanmalıyız. Nitekim âlimler edebi gözeterek Allah Sübhânehû hakkında "hınzırları ve pislikleri yaratan" ifadesi yerine "her şeyi yaratan" ifadesini kullanmışlardır.

Mu'tezile tercih ettiği ikicilik (düalist) eğilimi gereği kulların, kendi fiillerinin yaratıcısı olduğunu ileri sürmüş ve hayır ya da şer bütün işleri kullara nisbet etmiştir.

Oysa Mu'tezile'nin bu yaklaşımı hem akıl hem de din yö­nünden tutarsızdır. Gerçi Ehl-i sünnet âlimleri de kulların kudre­tinin yaptığı işlerde bir katkısının olduğunu kabul etmiş ve buna kesp ismini vermiştir. Zira titreme ile iradeli hareket arasında, biri kudret ve kesp dışı, diğeri kudret ve kesple meydana gelmiş ol­ması bakımından apaçık bir fark vardır. Nitekim iki hareket ara­sındaki bu kadar bir fark kulların yükümlülüğüne ve iyi işlerden dolayı mükâfat alırken kötü işlerden sorumlu tutulmasına yol aç­mıştır.

Fakat birçok insan kulda kudret, kesp ve iradenin varlığı ko­nusunda tereddütten kurtulamamış ve kulun âciz ve mecbur ol­duğunu düşünmüştür. Görünen o ki, bunlar âlimlerin maksadım yeterince anlamamışlardır. Zira kulun kudret ve irade sahibi ol­duğunu söylemek, onun dilediği her şeyi yapabileceği veya dile­mediği hiçbir şeyi yapmayacağı anlamına gelmez. Konuya böyle yaklaşmak kulluk gerçeğiyle bağdaşmaz.

Halbuki kulun kudret ve irade sahibi olduğunu söylerken âlimlerin maksadı, kulun sorumlu tutulduğu her şeyi yerine ge­tirme kudretine sahip olduğudur. Yani kul günde beş vakit namaz kılmaya, malının kırkta birini zekât olarak vermeye, on iki ay içe­risinden bir ayı oruçla geçirmeye gücü yeter. Bunun gibi binek ve azık imkânı olduktan sonra ömründe bir defa hac yapabilecek güçtedir. Diğer bütün şer'î hükümler de bunlar gibi olup bunların hepsinde Cenâb-ı Allah kulun zayıflığını bildiği için engin rahmeti gereği kendilerine kolaylık göstermiştir.

Bu hususa işaretle Cenâb-ı Allah şöyle buyurur:

"Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez" (Bakara 2/185).

"Allah sizin (yükünüzü) hafifletmek ister; çünkü insan zayıf yaratılmıştır" (Nisâ4/28).

Yani Allah Teâlâ, size zor gelen emirleri ve yükümlülükleri hafifletecektir. İnsanın zayıf olarak yaratılmış olması da, arzuları­na karşı koyamaması ve zorlu görevlere tahammül gösterememesi anlamına gelir.

Peygamberler ve Vazifeleri

Peygamberler insanları Allah'a davet etmek ve onlara hida­yet yolunu göstermek için gönderilmiş ilâhı elçilerdir. Davetlerini kabul edenleri cennetle müjdeler, reddedenleri de cehennemle korkuturlar. Peygamberlerin Allah katından insanlara ilettikleri her şey haktır, doğrudur. Bunların hiçbirinin gerçekleşmeme şüp­hesi yoktur.

Peygamberlerin sonuncusu bizim sevgili Efendimiz Muhammed'dir (s.a.v). Onun getirdiği din bütün dinlerin geçerlilikle­rini ve hükmünü ortadan kaldırmıştır. Onun kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm bütün kitapların en üstünüdür. Onun şeriatını neshederek yürürlükten kaldıran hiçbir şeriat yoktur ve onun şeriatı kıyamete kadar yürürlükte kalacaktır. İsa (a.s) yeryüzüne inip sevgili Pevgamberimiz'in şeriatına göre hükmedecek ve onun ümmetinden olacaktır.

Ölüm, Kabir Hayatı, Kıyamet ve Şefaat

Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, Münker ve Nekir adlı iki meleğin kabirde kullan sorgulaması haktır. Kâinatın yok olması, göklerin yarılması, yıldızların dağılması, yerlerin ve dağların kök­lerinden koparak parçalanması mutlaka gerçekleşecektir. Haşir, neşir, ruhların tekrar bedenlere dönmesi, kıyametin şiddetli sar­sıntısı, kıyamet sırasındaki dehşetli olaylar yaşanacaktır.

Amellerin sorgulanması, insanın uzuvlarının yapıp ettikleri­ne dair tanıklık etmesi de haktır. Herkesin ne işlediğinin bilinmesi için iyiliklerin ve kötülüklerin yazılı olduğu amel defterlerinin da­ğıtılması ve buna göre iyilikleri fazla gelenlerin kurtuluşa ermesi, kötülükleri fazla gelen kimselerin hüsrana uğraması gerçektir.

Mahşerde amelleri tartan terazinin ağırlık ve hafifliğinin -mahşerdeki terazilerde yukarı kalkan kefe, bu dünyada ise aşağı inen kefe ağır geldiği için- dünyadaki terazilerin ağırlık ve hafifli­ğine benzememesi de haktır. Sevgili Peygamberimiz'in bu gibi ahiret halleriyle ilgili olarak getirdiği haberlerin hepsi doğrudur.

Peygamberlerin ve salih kulların, din gününün sahibi olan yüce Allah'ın izniyle, birinci ve ikinci derecede asi müminlere şe­faatte bulunması haktır. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler için olacaktır”(Tirmizi,nr.2435)

Cehennem üzerine sırat köprüsünün kurulması da haktır. Müminler bu köprüden geçerek cennete girecek, kâfirler ise ayak­ları kayarak cehenneme düşeceklerdir.

Müminlere mükâfat olarak hazırlanan cennet ve kâfirlere ce­za olarak hazırlanan cehennem şu anda yaratılmış vaziyette olup sonsuza kadar bâki kalacaklardır. Müminler sorgulamadan geçip cennete girdikleri zaman orada devamlı kalacak ve asla cennetten çıkartılmayacaklardır.

Aynı şekilde kâfirler de hesaba çekilip cehenneme girdikleri andan itibaren orada devamlı kalacak ve cehennemde sonsuza kadar azap göreceklerdir. Onlara azabın hafifletilmesi mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur:

Artık ne azapları hafifletilir ne de onların yüzlerine bakı­lır" (Bakara 2/162).

O gün kalbinde zerre kadar iman bulunup da işlediği günahlar sebebiyle cehenneme girenler, günahları kadar azap gördükten sonra cehennemden çıkartılacaklardır. Onlar imanları hürmetine, kâfirler gibi cehennemde yüzleri kararmayacak ve kendilerine zin­cir ve bukağı vurulmayacaktır.

"Allah'ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmeyen, emre­dileni yerine getiren..." (Tahrîm 66/6).

Melekler Allah'ın kulları olup üstün varlıklardır.

Meleklerin dişilik ve erkeklik gibi özellikleri yoktur. Evlen­mek ve çoğalmak gibi durumlar onlar için söz konusu değildir. Allah Sübhanehü meleklerin bir kısmını kendisine elçi olarak seç­miş ve bunları vahyi tebliğ vazifesiyle şereflendirmiştir.

işte peygamberlere kitap ve sahifeleri ulaştıran melekler bunlardır. Meleklerin işlerinde hata ve aksaklık baş göstermez. Onlar düşmanlarının hile ve tuzaklarından emindirler. Onların Al­lah katından ilettiği her şey doğrudur ve bunlarda asla hata ve ka­rıştırma ihtimali söz konusu değildir. Bu yüce varlıklar Allah Sübhanehunun azameti karşısında titrer ve sürekli O'nun emirle­rini yerine getirmek için çırpınırlar.

İmanın Artıp Eksilmesi

İman, bizlere tevatür yoluyla ulaşan dinî esasları, gerek top­luca gerek tafsilat düzeyinde kalp ile tasdik ve dil ile söylemekten ibarettir. Azalarla yapılacak olan ameller imanın bir parçası değil­dir, Fakat ameller imanın kemalini artırır ve ona güzellik katar.

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe (rh.a) imanda artma ve eksilme bulunmayacağını savunur. Zira kalp ile tasdik, kalbin kesin inancı demektir. Bu hususta amellerin imanın artması veya azalmasına etkisi yoktur. Eğer fazlalık veya noksanlıktan söz edilebilirse bu zan ve vehim dairesinde söz konusu olur.

İmanın kemalinin artması ve eksilmesi itaat ve iyiliklere gö­redir, İtaat arttıkça imanın kemali de artar. Bu bakımdan sıradan bir müminin imam peygamberlerin imanına eşit değildir. Çünkü peygamberlerin imanı, üzerine eklenen itaatle birlikte kemalin zirvesine varmıştır. Sıradan müminlerin imanı kemalin zirvesi şöyle dursun, kemalin kendisine dahi varabilmiş değildir. Ama şurası bir gerçektir ki, peygamberin imanıyla sıradan bir müminin imanı yalın tasdik konusunda eşittir. Ne var ki peygamberlerin imanı üzerine eklenen itaatler sayesinde bir başka hakikat daha kazanmıştır ki bu bakımdan sıradan bir müminin imanı sanki bu imanın bir ferdi olamamaktadır.

Bu bakımdan sıradan bir müminin imanıyla peygamberlerin imanı arasında ne bir eşitlik ne de ortaklık bulunur. Nitekim,sıradan insanlar peygamberlerle insan olma konusunda eşit olmakla beraber peygamberlerin sahip olduğu kemalat onları yüksek mertebelere ulaştırmış ve onlara bambaşka bir mahiyet kazandırmıştır. O kadar ki, neredeyse peygamberler diğer insanlarla ortak ol­dukları hususiyetlerinden sıyrılmış ve gerçekle asıl kendileri insan olurken, diğerleri hayvan hükmüne düşmüştür.

İmamı Azam Ebu Hanife (r.ha), "Ben gerçekten müminim" derken, İmam Şâfiî (rh.a), "Ben inşallah müminim" demeyi tercih etmiştir. Her birinin elinde kendisini haklı kılarak gerekçesi var­dır. Nitekim şimdiki zamanı düşünerek ele aldığımızda, "Ben ger­çekten müminim" demek doğrudur. Konuya son nefesimizi düşü­nerek yaklaştığımızda, "Ben inşallah müminim" demek de doğru­dur. Şu halde, "Ben inşallah müminim" demek caizdir; fakat her ne açıdan söylenirse söylensin yine de bu konuda "inşallah" keli­mesini kullanmamak daha yerindedir.

Büyük Günah Meselesi

Mümin, büyük de olsa günah işlemekle imandan çıkmaz ve kâfir olmaz. Rivayete göre bir gün İmâm-ı Âzam Ebû Hanife (rh.a) bir grup âlimle birlikte oturmaktaymış. O sırada bir şahıs gelerek, "Babasını haksız yere öldürüp başını keserek kafatasından şarap içen, daha sonra annesiyle zina eden günahkâr bir mümin hakkın­da ne dersiniz, bu kimse hâlâ mümin midir yoksa kâfir midir?" diye sormuş. Mecliste bulunanların her biri bir şey söylemişse de hiçbiri isabet edememiş.

Bunun üzerine İmâm-ı Âzam, "O kimse mümindir" demiş ve işlediği günahların onu imandan çıkarmayacağını savunmuş.

İmâm-ı Azamın bu tesbiti bir arı için yanında bulunan âlimlere ağır gelmiş ve bir müddet kendisini eleştirmişler; fakat daha sonra hepsi ımâm-ı Azam'a hak vererek görüşünün isabetli olduğunu itiraf etmişler.

Günahkâr bir mümin, can boğaza gelmeden önce tövbe et­meye muvaffak olursa, tövbesinin kabul edileceği vaadine daya­narak onun kurtuluşa ereceğini umarız. Eğer tövbe şerefine ere­mezse onun işi Allah'a kalmıştır; dilerse onu affederek cennete koyar, dilerse de cehennem ya da başka bir şeyle kendisini günahı kadar cezalandırır. Ama eninde sonunda o kurtuluşa erer ve cen­nete girer. Zira ahirette Allah'ın rahmetinden mahrum kalmak sa­dece kâfirlere aittir. Fakat zerre kadar imanı bulunan kimse, işle­diği günahlar sebebiyle başta olmasa bile eninde sonunda rahmet ve mağfirete nail olacaktır.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

İmamet ve Hilafet Konusu

İmamet ve hilafet konusu Ehl-i sünnet'e göre akaid konulan arasında değildir. Ancak Şia'nın bu konuda bazen ifrata bazen tef­rite varan görüşlerine karşılık Ehl-i sünnet âlimleri tarafından bu konu kelam kitaplarına alınmış ve meselenin gerçek yüzü ortaya konulmuştur.

Ehl-i sünnet'in belirttiği gibi Peygamberimiz'den (s.a.v) son­ra hakiki anlamdaki halife Hz. Ebû Bekir hazretleridir. Ondan sonra Hz. Ömer el-Fârûk, daha sonra Hz. Osman-ı Zinnûreyn daha sonra da Hz. Ali b. Ebû Tâlib'dir. Allah Teâlâ hepsinden razı ol­sun. Bu sahabilerin üstünlük derecesi de hilafet sırasına göredir.

Başta İmam Şafiî olmak üzere büyük imamların naklettiğine göre Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'in üstünlüğü konusunda sahabe ve tabiînin icması vardır. Nitekim Ehl-i sünnet'in öncüsü olan Ebü'l-Hasan Eş'arî, ilk iki halifenin ümmetin diğer fertlerine olan üstünlüğünün kesin olduğunu ve buna ancak cahil veya mutaas­sıp kimselerin karşı çıkacağını ifade etmiştir.

"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım." (Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)"Ebû Bekir ve Ömer bu ümmetin en üstün şahsiyetleridir. Beni onlardan üstün gören kimse iftira suçu işlemiş olur ki kendi­sini iftira cezası gereği kırbaçlarım."Ahmed, Fezâilü's-Sahâbe, 1/182, 300, 336)Hz. Ali de şöyle demiştir:

Şeyh Abdülkadir-i Geylânî'nin, el-Gunye adlı eserinde naklet­tiğine göre Peygamberimiz şöyle anlatır:

"Miraç gecesi Allah Teâladan, benden sonra Ali b. Ebû Tâlib'in halife olmasını istedim. Bunun üzerine melekler bana şöyle dedi:

- Ey Muhammedi Daima Allah 'ın dilediği olur. Ama senden sonra halife Ebû Bekir olacaktır. ”

Şeyh hazretleri Hz. Ali'den şu sözleri nakleder: "Resûlullah (s.a.v) dünyadan ayrılırken benden söz aldı ve kendisinden sonra Ebû Bekir'in, sonra Ömer'in, daha sonra da Osman'ın halife olaca­ğını ve en sonunda da benim halife olacağımı bildirdi."

İmam Haşan, İmam Hüseyin'den daha faziletlidir (r.anhü- ma). Ehl-i sünnet âlimleri ilim ve içtihat konulannda Hz. Aişe'yi Hz. Fâtıma'dan (r.anhüma) daha üstün görmüşlerdir. Abdülkadir-i Geylânî (k.s) el-Gunye adlı eserinde Hz. Âişe'yi Hz. Fâtıma'- dan (r.anhüma) üstün tutmuştur.

Bu fakire göre Hz. Âişe (r.anha) ilim ve içtihat konularında Hz. Fâtıma'dan (r.anha) üstün olduğu gibi, Hz. Fâtıma da (r.anha) zühd ve inziva konusunda ondan daha üstündür. Bu sebepledir ki Hz. Fâtıma (r.anha) Betûl diye anılmıştır. Bu kelime "kendini ta­mamen dünyadan çekip Allah’a veren" anlamındadır. Hz. Âişe (r.anha) sahabenin fetva mercii idi. Hz. Âişe'de (r.anha) sahabenin İlmî konularda karşılaştığı bütün problemlerin çözümleri bulun­maktaydı.

Sahabe Arasındaki Olaylar ve Görüş Ayrılıkları

Cemel ve Sıffın Vakası gibi sahabe arasında cereyan eden bazı hadiseleri değerlendirirken hüsnüzan sahibi olmalı ve bu olayları iyi niyetle açıklamalıdır. Sahâbe-i kirâmı nefsanî arzu­lardan ve kör taassuptan uzak görmelidir. Zira bu yüce şahsiyetli kimseler, Peygamber Efendimiz'in sohbeti sayesinde nefsanî ar­zuların girdabından kurtulmuş, taassuptan arınmış şahsiyet­lerdir.

Onlar herhangi bir konuda barış ya da sulh yaparlarsa bunu hak uğruna yaparlar. Eğer tartışırlarsa bunu da hak uğruna yaparlar. Birbiriyle savaşan her iki taraftaki sahâbe-i kirâm da kendi iç­tihadına uymuş ve muhaliflerine karşı cephe alırken hevâ ve taas­subun etkisiyle hareket etmemiştir. İsabetli içtihatta bulunanlar iki -bir görüşte on- sevap alırken, hata edenler bir sevap almışlardır. Onların hata edenleri de isabet edenleri gibi kınanamazlar. Onla­rın hata edenlerinin de mükâfat alacağını umarız.

Fakat âlimler bu vakalarda Hz. Ali'yi (r.a) haklı görmüş, muhaliflerinin içtihadını hatalı bulmuştur. Buna rağmen onların kâfir veya fâsık olduğunu söylemek şöyle dursun, kendilerini ya­dırgamamız bile söz doğru olmaz. Nitekim Hz. Ali (r.a) kendisine muhalif olanlar hakkında bizzat şöyle demiştir:

"Onlar bizim kardeşlerimizdir ama bize isyan etmişlerdir. Kendileri açısından gerekçeleri olduğu için kâfir veya fâsık değil­lerdir." (Beyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, 8/173)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Ashabım arasında cereyan eden hadiseleri dilinize dolamaktan uzak durun!" . (İbn Esîr, en-Nihâye, 2/445..)

Şu halde sahabenin hepsine hürmet göstermeli ve kendilerini hayırla yâd etmeliyiz. Onlar hakkında asla suizanda bulunmamalı ve onların kavgalarının başkalarının barışından daha hayırlı oldu­ğunu düşünmeliyiz.

İşte gerçek kurtuluş yolu budur. Zira sahabeye duyulan mu­habbet Peygamber Efendimize (s.a.v) duyulan muhabbetten; yine onlara duyulan nefret de Peygamberimize duyulan nefretleri kaynaklanmaktadır.

Nitekim büyüklerden biri der ki: "Sahabeye hürmet etmeyen kimse Peygamberimiz'e iman etmemiş demektir."

Kıyamet Alametleri

Peygamberimiz'in haber verdiği kıyamet alametlerinin hepsi hak olup gerçekleşecekleri konusunda en ufak bir şüphe yoktur.

Güneşin olağanüstü biçimde batıdan doğması, Mehdi nin zuhuru, Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesi, deccâlin zuhuru, Ye'cûc ve Me'cûc’un zuhuru, dâbbetü'l-arzın çıkması, gökyüzünden çıkıp bütün her yeri saran bir dumanın zuhur etmesi ve insanlara zor anlar yaşatması gibi olayların hepsi haktır. Öyle ki, insanlar yaşa­dıkları ıstırap ve sıkıntıdan dolayı, "Rabbimiz Bizden artık azabı kaldır çünkü biz artık inanıyoruz!" (duhân 44/12) diyecekler.

Kıyamet alametlerinin sonuncusu da Yemen'in Aden şehrin­den zuhur edecek ateştir.

Bir cemaat cehaletleri nedeniyle Hint halkından mehdi oldu­ğunu iddia eden bir kimseyi gerçek mehdi sanmışlardır. Onların iddiasına göre mehdi ölmüş ve bu âlemden göçmüştür. Bu cemaat mehdinin kabrinin Fereh'te olduğunu iddia ediyor. Halbuki ko­nuyla ilgili meşhur ve hatta mütevâtir derecesine varan sahih ha­disler bu kimseleri yalanlamaktadır. Bu hadislerde sevgili Pey­gamberimiz mehdinin alametlerini açıklamıştır. Söz konusu ala­metler iddia edilen kimsede bulunmamaktadır.

Mesela mehdiyle ilgili hadislerde mehdinin haşinin üstünde bir bulut parçasının dolaşacağı ve buluttan bir meleğin, "Bu kimse mehdidir, kendisine tâbi olun!" (Taberânî, Müsnedü'ş-Şâmiyyîn, 2/71.)diye sesleneceği bildirilmektedir;

Bir başka hadiste Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurur;

"Tarihte dört kişi yeryüzünün bütününde hükümran olmuştur, Bunlardan ikisi mümin diğer ikisi kâfirdir. Zülkarneyn ve Süleyman mümin olanları, Nemrud ve Buhtunnasr da kâfir olanlarıdır, Benim Ali beyt'imden beşinci biri daha (Mehdi) yeryüzünün tamamında hüküm­ran olacaktır. "( İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 6/285)

Bir başka hadiste şu ifadeler yer alır:

"Dünyanın sonu gelmeden önce Allah Teâlâ benim Ehl-i beyt'im­den birini gönderecektir. İsmi benim ismime, babasının ismi babanım is­mine uyacaktır. Bu şahıs, zulüm ve kötülükle dolu olan yeryüzünü adalet ve güzellikle dolduracaktır. " (Ebû Davud, nr. 4282)

Bir diğer hadis-i şerifte ise şöyle bildirilmiştir:

"Ashâb-ı Kehf Mehdi'nin yardımcıları olacaktır."(İbn Hacer,Fethul Bari,6/503)

Mehdi'nin ortaya çıktığı dönemde Hz. İsa (a.s.) yeryüzüne inecektir. Mehdi, deccâle karşı savaşmak ve onu öldürmek için Hz. İsa (a.s) ile birlikte hareket edecektir. Onun hüküm sürdüğü dönemde astronomik hesapların tersine olağanüstü biçimde Ra­mazan ayının on dördüncü günü güneş tutulması ve yine bu ayın ilk günü ay tutulması olacaktır.

Şu halde insaf etmeli! Hiç Mehdi olduğu iddia edilen ve şu an ölmüş olan bu şahısta söz konusu alametler görülmüş müdür? Mehdi'nin Peygamberimiz’in haber verdiği üzere bunlardan başka daha birçok alameti bulunmaktadır.

Şeyh İbn Hacer el-Heytemî bu konuda bir risale kaleme almış ve beklenen Mehdi'nin 200 kadar alametini açıklamıştır. Mehdi konusu bu kadar açık olmasına rağmen bir cemaatin böyle sapkınlıkta ısrar etmesi cehaletin son kertesinden başka bir şey değildir. Allah kendilerini doğru yola iletsin!

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya bölündüler. Bunlardan biri dışın­da diğerlerinin hepsi cehenneme girecektir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunların da biri dışında hepsi cehenneme girecektir.

Bunun üzerine sahâbe-i kirâm,

Yâ Resûlallah! Kurtuluşa eren bu fırka hangisidir, diye sormuş, Peygamberimiz (s.a.v) onlara şöyle cevap vermişti:

Onlar benim ve ashabımın yolunu takip edenlerdir. " (Tirmizî, nr. 2641)

İşte Peygamber Efendimiz (s.a.v) tarafından kurtuluşa erece­ği bildirilen fırka Ehl-i sünnet ve'l-cemaat fırkasıdır. Zira Resûl-i Ekrem (s.a.v) ve sahâbe-i kirâmın yolunu onlar takip etmektedir.

Ey Allahım! Bizleri Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yolunda sabit kıl, onların zümresine mensup olduğumuz halde canımızı al ve bizi onlarla birlikte haşret.

"Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğ­riltme, bize katından bir rahmet ver, kuşkusuz sen çok bağış ya­pansın" (Âl-i İmrân 3/8).

Bir müslüman öncelikle inanç esaslarını düzgün biçimde öğ­renmeli. Bunu yerine getirdikten sonra mutlaka gündelik hayatla alakalı olan dinin emirlere uygun hareket etmeli ve Allah'ın haram kıldığı şeylerden sakınmalıdır.

Müslüman gevşekliğe meydan vermeden günde beş vakit namazı cemaatle ve tadil-i erkânı gözeterek kılmalıdır. İslâm ile küfür arasını ayıran sınır namazdır. Sünnete uygun şekliyle na­maza devam eden kul Allah'ın sağlam ipinden tutunmuş olur. Zi­ra namaz İslâm'ın beş temel direğinden İkincisidir. Birinci direği Allah'a ve Resûlü'ne iman etmek, İkincisi namaz kılmak, üçüncüsü zekât vermek, dördüncüsü ramazan ayında oruç tutmak ve be­şincisi Allah'ın evi olan Kâbe'yi haccetmektir.

İslâm'ın bu beş temel esasından birincisi inançla alakalı, di­ğer dört tanesi de amelle yani uygulamayla ilgilidir. Bütün ibadetler içerisinden en kapsamlı ve en faziletli olanı namazdır. Kıyamet günü kulun sorgusu namaz ile başlayacaktır. Namazın hesabını veren kimse için diğer dinî hüküm ve esasların sorgusu Allah'ın yardımıyla kolay geçecektir.

Allah'ın haram kıldığı şeylerden mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri kendimiz için öldü­rücü zehir gibi görmeliyiz. İşlediğimiz kusurları devamlı hatırla­yıp bundan dolayı mahcup olmalı ve pişmanlık duymalıyız.

İşte kulluk yolu budur. Allah Sübhânehû yegâne tevfik bah­şedendir. Allah'ın razı olmadığı şeyleri işleyen ve bu halinden do­layı mahcubiyet duyup pişman olmayan kimse inatçı ve azgın bi­ridir. Bu hali neredeyse kendisini dinden çıkartacak ve düşmanlar sınıfına sokacak kadar tehlikelidir.

Kaynak:

İmam-ı Rabbani - Mektubat-ı Rabbani,cild:2 - 67.Mektub

(Semerkand Yayınları)

 
Devamını Oku »

Kuran-ı Kerim,Her Bilginin Protipidir

Kuran-ı Kerim,Her Bilginin Protipidir..Nihayet "Kitabların Anası"(Zuhruf,4) olarak Kur'an bütün "kitabların", yani her bilginin prototipidir. İslâm bakış açısına gö­re her bilgi, kendisi gerçekliğin tüm basamaklarının bilgisi olan Kur'an'da öz olarak mevcuttur. Fakat bu bilgi Kur'an'- da bilfiil değil, potansiyel olarak veya bir tohum gibi ve prensip halinde bulunur. Kur'an her ilmin prensiplerini içe­rir, fakat bize belli bir kıtada bulunan bitkilerin veya kimya­sal çizelgede mevcut elementlerin sayısını açıklamaya çalış­maz.

Bazı modern tefsircilerin yaptığı gibi, Kur'an'da detay­lı bilimsel bir malûmat bulmaya çalışmak faydasız ve ger­çekte saçma bir şeydir. Bu, aynı zamanda, bilimsel buluşlar­la Kitab-ı Mukaddes'in metni arasında ilişki kurmak husu­sunda Batı'da yapılan girişim gibi anlamsızdır. Belli bir bili­min buluşlarıyla Kutsal Kitap'ın metni arasında bir ilişki kurulduğunda, bu bilimin değişikliğe uğraması halinde ebedî  bir mesaj ile artık kendisine doğru gözüyle bakılmayan ge­çici bir bilgi şekli arasında bağıntı kurmuş olmanın sıkıntılı durumuyla karşılaşılır. Kur'an'ın içerdiği, kozmoloji ve ta­biat bilimleri dahil her bilginin prensibidir. Fakat bu pren­sipleri anlamak için, "Kitabların Anası" nın anlamına nüfuz etmek ve buradan ilimlerin detaylı içeriklerini değil, temel ve esasını keşfetmek gerekir.

Şu halde Kur'an, İslâm'da yalnız dinî ve metafizik alan­larda değil, bilginin özel dallarıyla ilgili alanlarda da bilgi kaynağıdır. Her ne kadar modern bilginlerce çoğu kez ihmal edilmişse de, metafizik, ahlâk ve hukuk bilimleri bir tarafa, İslâm bilim ve felsefesinin gelişmesinde Kur'an'ın rolü çok büyük olmuştur. O, aynı zamanda, her İslâmî entellektüel gayretin içinde yer aldığı çerçeve olarak rehber de oldu.'

Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »