Haberî sıfatlar ve itikadımız

Haberî sıfatlar ve itikadımız

Özellikle gençler arasında hayli yoğun bir şekilde tartışılan meselelerden biri haberi sıfatlar. Kısaca, "Kuran ve Sünnet'te Allah Teala'nın müteşabih sıfatları cümlesinden olduğu haber verilen hususlar" olarak tarif edebileceğimiz bu sıfatlar hakkında ne düşünmeli, onlara nasıl inanmalıyız? Allah Teala'nın eli, yüzü, gözü, inmesi, gelmesi... gibi nitelemeleri okuduğumuzda/dinlediğimizde aklımıza ne gelmeli? Anlaşılan o ki, bir kesim, bu sıfatlara, nasslarda geldiği gibi iman edilmesi ve tevile gidilmemesi gerektiğini söylerken, diğer bir kesim, bu türlü sıfatların tevil edilmesi gerektiğini söylüyor.

Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çabadır

Aslında meseleyi temelden ele aldığımızda kendiliğinden bir sonuca ulaşmamız mümkün. Şöyle ki: Allah Teala'nın varlığı 'zorunlu' olduğundan, O'nun varlığıyla ilgili hiçbir hususu insanın ya da insan gibi 'yaratılmış' bir varlığın varlığına benzeterek, onunla kıyas ederek anlamaya çalışmak doğru değildir.
Zira insan, bir var ediciye muhtaç olduğu için, bir var ediciye muhtaç olmadan (yani 'zorunlu olarak') var olmayı ancak akli önermeler sonucu kavrayabilir, imanî bir teslimiyetle içselleştirebilir. Bu meseleyi somut varlıklar alemine indirerek anlamlandırmaya ve bir yere oturtmaya çalışmak beyhude bir çaba olmaktan ileriye geçemez. Zira insan algısı, 'zaman ve mekân' düzleminde, onlarla bağlantılı ve onlara bağımlı olarak çalışır. Oysa Allah Teala zamandan da, mekândan da münezzehtir. O, sadece bu ikisinden değil, bir halden başka bir hale, bir mekândan başka bir mekâna geçmekten, değişmekten, birtakım organ ve azalardan mürekkep olmaktan ve havadisin (sonradan meydana gelen şeylerin) kendisine hulul etmesinden... de münezzehtir. Zira bütün bunlar mahluklara mahsus sıfat ve özelliklerdir.

İnsanın öfkelenmesi ile Allah'ın öfkelenmesi benzer şeyler değildir

Şu iki noktaya bilhassa dikkat etmek gerekir:

1. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda aklımıza el, ayak, göz, yüz... gibi 'organlar' gelmemeli. Yani 'Allah Teala'nın eli' ifadesinden, O'nun bir organı bulunduğu düşünülmemeli. Bunun bir 'sıfat' olduğu unutulmamalı.

2. Haberî sıfatlar söz konusu olduğunda, gazap, rıza gibi sıfatlar da bulunduğu unutulmamalı.

Aynı kelimelerle ifade ediliyor olmak dışında benzerlik yoktur

Bu ikinciler, ilk sırada zikredilenleri nasıl anlamamız gerektiğini ortaya koymada anahtar olabilir. Zira hiç kimse, Allah Teala'nın gazaplanmasını insanın veya bir başka mahlukun 'kızmasına/öfkelenmesine' benzetme hatasına düşmez. Açıktır ki bunlar insana mahsus fiiller/hallerdir ve belli bir şekilde dışa vurulurlar. Biz bir insanın öfkelendiğini nefes alış-verişinden, yüzünün aldığı şekil ve renkten, davranışlarına arız olan halden anlarız. Oysa bu hallerin hiç birisini Allah Teala'ya izafe etmek caiz değildir. Allah Teala'nın 'gazaplanması' ile insanın 'gazaplanması' arasında aynı kelimeyle ifade ediliyor olmak dışında hiçbir benzer nokta bulunmadığı gibi, 'Allah'ın eli, yüzü'... ile 'insanın eli, yüzü...' arasında da aynı kelimeyle ifade edilmek dışında benzerlik yoktur. Aynı durum 'Allah'ın ilmi' ile 'insanın ilmi' arasında da mevcuttur. İnsanın ilmi 'sonradan elde edilen' bir birikim iken, Allah Teala'nın ilmi böyle değildir. O, olanı olmadan önce bilir ve O'nun bilgisi, bizim için 'geçmiş, şimdi ve gelecek' olan durumları/şeyleri aynı şekilde ihata eder. Bizim geçmiş, şimdi ve gelecek hakkındaki ilmimiz ise his, tecrübe, müşahede, tahmin ve habere bağlıdır. Olayların meydana gelmesi O'nun ilminde bir artışa yol açmaz; zira O'nun ilmi mutlaktır. Artış ise ancak eksik olan şey için söz konusudur.

Haberî sıfatlar konusunda izlenmesi gereken tutum, onların varlığına iman edip, mahiyet ve keyfiyetleri hakkında bir şey söylememek, bunun bilgisini Allah Teala'ya havale etmektir. Bu sebeple İmam Ebu Hanife, mesela Arş'ı istiva meselesinde el-Vasıyye'de şöyle demiştir: Allah Teala Arş'ı, ihtiyacı ve üzerine yerleşmesi/mekân tutması söz konusu olmaksızın istiva etmiştir.' (Burada Arapça metindeki bir baskı hatasının yol açtığı çeviri yanlışlığı, özellikle Arapça bilmeyen gençleri tehlikeli yollara sevk etmiştir. Çağdaş Dünyada İslamî Duruş'ta bu noktaya dikkat çekmiştim.)

Selef'in tutumu bu olduğu gibi, İmam Malik, eş-Şâfi'î ve Ahmed b. Hanbel'in tavrı da budur. İmam el-Eş'arî'den nakledilen iki görüşten biri de bu merkezdedir.[1]

Burada hassas bir nokta var: Haberî sıfatların ilmini Allah Teala'ya havale etmek ve bunu 'tenzihi vurgulayıp teşbihten sakınarak ve keyfiyeti nefyederek' yapmak da bir tür tevildir. İşârâtu'l-Meram sahibinin de el-Mevâkıf'tan naklen belirttiği gibi bu, icmalî tevildir. Zira buradaki 'el'den, 'göz'den, 'yüz'den... herkesin bildiği ve söylendiğinde akla başka bir şeyin gelmediği anlamların kastedildiğini söyleyen yoktur. Yani Ehl-i Sünnet'ten hiç kimse, 'Buradaki 'el', bildiğimiz organın ismidir; dolayısıyla kastedilen odur' dememiştir.

İmam el-Eş'arî'den gelen iki görüşten diğerine ve İmam el-Mâturîdî'ye göre ise burada tafsilî tevile gidilir. Müteahhirun'dan çoğunun benimsediği bu görüşün gerekçesi şudur: Eğer bu kelimeler makul ölçüler içinde anlamlandırılmazsa, manası bilinmeyen ve muhatap tarafından anlaşılmayan kelimeler olarak nitelendirileceklerdir. Oysa bunların hem zahirine hamledilmeyen, hem de makul biçimde tevili mümkün olmayan kelimeler olması mümkün değildir. Şu halde onları delile dayalı olarak makul şekillerde tevil etmek gerektiği açıktır. Onları buna sevk eden en önemli gerekçe, teşbih vartasına düşülmesini engellemektir. Okumuş-yazmış insanların bile 'el', 'yüz'...dendiğinde bilenen/zahir manaları anladığı bir zaman ve ortamda avamın bunları nasıl algılayacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ancak burada unutulmaması gereken nokta şudur: Tevil edilen mana kelimenin aslıyla yakın ilişkili olmalı, Arap dilinde kullanımı bulunmalı ve yapılan tevilin kesinlik ifade ettiği iddia edilmelidir.

İşte bu, Selef ile Müteahhirun'u birbirine yaklaştıran, daha doğrusu iki tavır arasında büyük bir farklılık bulunmadığını söylememizi mümkün kılan ve dahi günümüzde yaşanan ayrışmayı ortadan kaldırmamızı sağlayabilecek noktadır...

[1] Kemâluddîn el-Beyâdî, İşârâtu'l-Meram, 187-8. (1)
*
Teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine

Soru: “Ehl-i Sünnetin selef uleması müteşabihatı tevil etmemiştir. El, yüz, istiva gibi v.s. müteşabihatı örnek verebiliriz, veya İmam-ı Malik‘in “İstiva malum, keyfiyeti meçhul, ona iman vaciptir” dediği gibi. Lakin halef uleması ise müteşabihatı tevil yoluna gitmiştir. Selef ve halefin bu kabil tavrı birbirine muhalefet etmek demek midir?”
Cevap: Müteşabihatın tevili konusunda soruda dile getirilen tespit doğrudur. Selef‘in yakîn ve teslimiyeti, müteşabihata tevilsiz iman etme konusunda herhangi bir problem çıkmasını engellemiştir. Ancak zamanla Ümmet fertlerinin iman ve yakîninin zayıflaması ve teşbih/tecsim inancının yayılma eğilimi göstermesi üzerine müteşabihatın, akla, muhkem nasslara ve Arap dili kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek tarzda tevili kaçınılmaz olmuştur. Halef uleması (müteahhirun) bunu yaparken de, müteşabihata tevilsiz imanın asıl olduğunu da belirtmiştir.

Söz gelimi İbn Teymiyye, İmam Mâlik‘in o sözünü şöyle anlamıştır: “İstiva malumdur” demek, “istiva” fiilinin sözlük anlamı malumdur” demektir. Şu halde Allah Teala‘nın Arş‘a istivası da bu anlamı ifade eder. İmam Mâlik‘in “İstivanın keyfiyeti meçhuldür” sözü ise, Allah Teala‘nın Arş‘a –sözlük anlamıyla– istivasının “nasıl” olduğunu bilemeyiz demektir. Oysa İmam Mâlik‘in “İstiva malumdur” derken, “istivanın sözlük anlamı malumdur” değil de, “Allah Teala’nın bir fiili olarak istiva malumdur” demek istemediğini nereden biliyoruz? Şurası kesin ki, Allah Teala‘nın, “anlamı malum bir fiili nasıl işlediğini  bilemeyiz” demektense, “Allah Teala’nın, bir fiili nasıl işlediğini bilemeyiz” demek tenzihe daha uygundur…(2)
*
Mâturîdî Vs Ebu Hanife

İmam el-Mâturîdî’nin itikadî/kelamî çizgisiyle İmam Ebu Hanîfe’ninki arasında fark bulunduğu, kendini “Selefî” olarak ifade eden bazı kardeşlerimiz tarafından ileri sürülen bir iddia. Buna göre İmam Ebu Hanife, Allah Teala’nın “el”, “yüz” gibi sıfatlarını tevilsiz kabul ederken, İmam el-Mâturîdî bu sıfatlar hakkında tevil yapıyor; dolayısıyla bu noktada İmam Ebu Hanîfe’den ayrılıyor. Bu iddia doğrultusunda ortaya şöyle bir durum çıkıyor kaçınılmaz olarak: İmam Ebu Hanîfe’nin itikadî/kelamî çizgisi İmam el-Mâturîdî tarafından devam ettirilmemiş, bilakis çarpıtılmış, saptırılmıştır…

Evet, İmam Ebu Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber’de şöyle der: “Allah Teala’nın, Kur’an’da da zikrettiği gibi eli, yüzü, nefsi vardır. Allah Teala’nın Kur’an’da zikrettiği “el”[1], “yüz” [2], “nefis” [3] gibi şeyler O’nun keyfiyetsiz sıfatlarıdır. “O’nun eli, kudretidir veya nimetidir” denemez. Çünkü bunda sıfatın iptali vardır. Bu (türlü teviller) Kaderiye’nin ve Mutezile’nin görüşüdür. Ancak (şöyle denir:) O’nun eli, keyfiyetsiz sıfatıdır. (Aynı şekilde) O’nun gazabı ve rızası da O’nun keyfiyetsiz sıfatlarından iki sıfattır…”[4]

İmam el-Mâturîdî’ye gelince, neşredilen iki eseri, Kitâbu’t-Tevhîd ve Te’vîlâtu’l-Kur’ân’da –ki ikincisinin neşri devam ediyor– haberî sıfatların tevilini ihtiva eden nakillere yer verdiği görülüyor. Her ne kadar Kitâbu’t-Tevhîd’de haberî sıfatlarla ilgili detaylı bahisler mevcut değilse de, İmam el-Mâturîdî’nin konuyla ilgili tavrını net olarak görmemize yardım eden pasajlar da yok değildir.

Söz gelimi Arş’a istiva meselesindeki tavrı şudur: İstiva Kuran’da zikredilmiştir. Ama Kur’an’da hiçbir şeyin Allah Teala’nın benzeri olmadığı da zikredilmiştir. Dolayısıyla Allah Teala, fiil ve sıfatında başka bir varlıkla benzeşmekten yücedir. İstivanın tevili konusunda söylediklerimizin kesin olduğunu iddia etmeyiz. Zikrettiğimiz tevillerden başkası da söz konusu olabilir; bize ulaşmamış bulunan ve benzeme gerektirmeyen başka bir ihtimal de mevcut bulunabilir. Biz, Allah Teala’nın murad ettiği neyse ona iman ederiz. Kuran’da zikredilen “rü’yet” ve diğer bütün hususlar hakkında aynı şey geçerlidir. Aslolan, bu hususlarda Allah Teala ile mahlukat arasında bir benzeşme bulunmadığını söylemek ve zikredilen hususların şu veya bu anlama geldiği konusunda kesin konuşmaksızın, Allah Teala ne murad etmişse ona iman etmektir.[5]

Te’vîlât’a gelince, neşredilen ciltler içinde haberî sıfatlarla ilgili tavrını araştırdığımızda şunu görüyoruz:

“Nefis”le ilgili olarak şöyle der: “Allah sizi nefsinden sakındırır.” Bu ayetteki “nefsinden” ifadesinden maksadın “ukubetinden” olduğu söylenmiştir. “Cezasından” olduğunu söyleyenler de olmuştur. Kişi bir başkasına, “Seni falan kimseden sakındırırım” der. Kastettiği, o kimseden gelecek ceza ve büyük sıkıntıdır. Buna göre “Allah sizi nefsinden sakındırır” ayetindeki “nefis”ten maksat Allah Teala’nın nefsinden (zatından) gelecek olan “ceza ve azap”dır. Çünkü onu verecek olan Allah Teala’dır, başkası değildir.”[6]

Kur’an’da geçen “vechullah” (Allah’ın yüzü) ifadesi hakkındaki tavrı ise şudur: Bu tamlama hakkında gelen, “Allah’ın zatı, Allah’ın yüzü, Allah’ın rızası, Allah’ın kıblesi, Allah’ın rızasını aradığınız ibadetler… gibi tefsir ve tevilleri zikreder ve fakat kendisi herhangi bir tercih ve yorumda bulunmaz.[7] Tefsirin ilerleyen ciltlerinde konuyla ilgili tavrını netleştirmemizi sağlayacak açıklamaların yer alacağını söyleyebiliriz.

İki imam arasındaki benzer ve farklı noktaların tespitinde şunu görmemiz lazım: İmam Ebu Hanife, haberî sıfatların “keyfiyetsiz” olarak kabul edilmesini esas almaktadır. Bu noktaya yaptığı vurgu son derece önemlidir. İmam Ebu Hanife, “Allah’ın eli” dendiğinde insanda veya bir başka canlıda bulunan ve “el” diye ifade edilen organın anlaşılmaması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. Yani “Allahın eli” ile insan veya başka canlıların eli arasında, isim benzerliği dışında hiçbir ortak nokta mevcut değildir. “Yedullah”ın (Allah’ın eli), bizim anlam dünyamıza ait çağrışım sınırları içinde “el” olarak düşünülmesi İmam’ın kabul etmediği bir tutumdur ve buradaki “bilâ keyf” (keyfiyetsiz olarak) kaydı, –Beyâzîzâde’nin de altını çizdiği gibi [8]– “icmali tevil”dir. Aynı durum, İmam tarafından “istiva”nın, “Arş’a ihtiyacı ve istikrarı olmaksızın” kaydıyla verilmiş olmasında da açıkça görülmektedir. Dolayısıyla İmam Ebu Hanîfe’deki bu “icmal”, İmam el-Mâturîdî’de yerini –kesin tayine gitmeyen bir– tafsile bırakmıştır.

 

Milli Gazete – 27 Aralık 2008

[1] 3/Âl-i İmrân, 73; 48/el-Feth, 10; 57/el-Hadîd, 29.
[2] 28/el-Kasas, 88; 55/er-Rahmân, 27.
[3] 5/el-Mâide, 116.
[4] İmam Ebû Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber (İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde), 59.
[5] İmam el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, Fethullah Huleyf neşri, 74; B. Topaloğlu neşri, 114.
[6] İmam el-Mâturîdî, Te’vîlâtu’l-Kur’ân, II, 286.
[7] Bkz. Te’vilât, I, 216.
[8] Bkz. İşârâtu’l-Merâm, 187.
***
(1) http://www.timeturk.com/tr/makale/ebubekir-sifil/haberi-sifatlar-ve-itikadimiz.html
(2) https://ebubekirsifil.com/okuyucu-sorulari/muhtelif-meseleler-2/
(3) https://ebubekirsifil.com/gazete-yazilari/maturidi-versus-ebu-hanife/

 

Ebubekir Sifil
Devamını Oku »

Allah (c.c) ile ilgili Hadisler ve Değerlendirmeleri

Allah (c.c) ile ilgili Hadisler ve Değerlendirmeleri

 

 

1-Ebû Saîd el-Hudrî şöyle demiştir: Ben Peygamber (s.a.v.)’den işittim, şöyle buyuruyordu: “(Kıyamet günü) Rabb’imiz kendi sâkından/baldırından açar, derhal O’nun azametine her mü’min ve mü’mine secde eder. Yalnız dün­yada insanlara göstermek ve halka işittirmek için secde eden secdesiz kalır. Gerçi öylesi de secde etmeye gider, fakat onun sırtı tek bir tabakaya döner.”(Buhari,Tefsir,Kalem Suresi,2)

 
“Baldırı açmaktan” murad nedir? Alimler bunu, “bütün hakikatlerin çırıl çıplak ortaya çıkması sebebiyle hesap ve cezanın bütün şiddet ve dehşetiyle hüküm sürmesi” şeklinde anlamışlardır. Nitekim hadiste, Resûlullah (s.a.v.) Cenab-ı Hakkın bütün gerçekleri ortaya koyarak hesap verme hadisesinin deh­şetini yaşattığı hengamede, dünyada iken kulluğunu samimiyetle yapanlarla, riyakar hareket edenleri tefrik edip mü’minleri dehşetten kurtaracağını, riyakar­ları da sırtları eğilmez bir hale sokarak cürümlerini yüzlerine vurmak suretiyle, dehşetlerine dehşet katacağını belirtmektedir. Meseleyi tasvir eden ayet-i keri­menin tam meali şöyledir:

 
“(Hatırla ki o gün) baldır(lar)ın açılacağı, kendilerinin secdeye davet edile­ceği bir gündür. Fakat buna güç yetiremeyeceklerdir. Secdeye davet edilecekler; gözleri düşük, kendilerini bir zillet sarmış olarak. Halbuki onlar bu secdeye dün­yada herşeyden salim ve sapasağlam iken davet ediliyorlardı. (Kalem 42-43)

 
Âyette bu deyim özellikle kıyamet gününü ve o günün sıkıntılarını ifade etmektedir. İnsanların o günün sıkıntısından kurtulmaları için mahşerde görevli melekler veya Allah’ın ilham ettiği kimseler onları Allah’a secde etmeye çağırır­lar. Râzî’ye göre inkarcılar dünyada Allah’a secde etmedikleri için âhirette kına­mak ve azarlamak maksadıyla secdeye çağrılacaklardır. Hadiste buyurulduğu üzere erkek-kadın herkes Allah’a secde eder; dünyada gösteriş için secde etmiş olanlar da secde etmek isterler fakat eğilemezler. Başka bir rivayette inkarcılar da secde etmek isteyecekler fakat buna güçlerinin yetmeyeceği haber verilmiştir. Onlar, gözlerine korku çökmüş, zillet içerisinde ve perişan bir halde bulunurlar.Halbuki dünyada yapabilecek durumda iken de secdeye çağrılmışlar, fakat sec­de etmemişlerdi. Bu nedenle âhirette secde etme güçleri ellerinden alınacaktır. (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte)

 
2-Peygamberimiz’e kâinatı yaratmazdan önce Allah’ın nerede olduğu so­rulmuştur. Bu soruya verdikleri cevap “Üstü de alta da hava olan amadaydı (bulut içindeydi)” seklinde olmuştur.

 

(Tirmizi,3109) Tirmizî ye göre hasendir. Müsned’i tahkik eden Hamza Ahmed ez-Zeyn’e göre sahihdir. Bu hadîsin isnadında yer alan Veki’ b. Hudus meçhul olmakla birlikte takviye edildiği anlaşılmaktadır. Dolayı­sıyla doğrudan sahih olmasa da makbul bir hadis olduğu söylenebilir. Manasına gelince bir şey söylemek gerçekten zordur. Hadisi Allah’a mekan izafe etmeden anlamak gerekir. Bizler için hava olmayan yer, hayatın olmadığı yerdir. Bunun hakkında aklın söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.

 

Konuyla ilgili İbn Kuteybe’nin söylediklerini nakletmekle yetineceğiz. İbn Kuteybe, rivayette geçen Veki’in meçhul olduğunu belirttikten sonra şöyle de­vam eder: “Şu kadar ki, bu hadisin tefsirinde Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm söz söylemiştir. Ahmed b. Saîd el-Lıhyânî, Ebû Ubeyd’den bize, ‘Hadisteki el-amâ kelimesi bulut demektir’ dediğini nakletmiştir. el-Amâ kelimesi, med (=uzatma) ile olursa arapların günlük konuşmalarında zikredildiği gibi ‘bulut’ mânasına gelir. Eğer maksûr (yani elifsiz) ise o takdir de mana, sanki ‘O, körlük içindeydi’ şeklinde olur. Bununla Resûlullah, Allah’ın, insanların bilgisinden gizli olduğu­nu kastetmiş olur. Tıpkı bunun gibi bir şey senin için mübhem olduğu, bir şeyi ve onun nerede olduğunu bilmediğin zaman sen, ‘Umiytu an hâza’l-emre ene a’mâ anhu aman”; yani, “Bu meseleye karşı kör oldum. Ben ona karşı bir kör­lük içindeyim” dersin. Ve sana gizli kalan her şey ‘senden yana bir körlük içinde’ demektir.
‘Üstü hava, altı hava (idi)’ sözüne gelince, bazıları hadise bir (nefy) ‘mâ’sı eklediler ve Allah’ın altında ve üstünde hava bulunmasından ve Allah’ın da, bu ikisinin arasında bulunmasından ürkerek, ‘Ne üstünde hava (vardı) ne de altında’ dediler. Fakat esas olan rivayet, birinci rivayettir.

 

(Allah’a yakışmayan bir mânaya karşı olan) ürküntü, hadîse “mâ” ilave etmekle ortadan kalkmaz. Çünkü (‘mâ’ ilâve edilse bile) alt ve üst mefhumları yine de mevcuttur.-Vallâhu a’lem.”(bk.Te-vilu muhteliful hadis)

 

3-Muâviye b. el-Hakem es-Sülemî anlatıyor: Resûlullah’a “Benim bir cari- yem vardı dedim. Uhud ve Cevâniyye taraflarında kuzulan güderdi. Bir (gün) çıkıp yanına vardım. Bir de ne göreyim bir kurt kuzulardan birini alıp götür­müş. Ben de ademoğullarından bir adamım. Onlar gibi ben de üzülürüm. Lâkin carîyeye öyle bir tokat vurdum ki...” Resûlullah (s.a.) bunu bana çok gördü. Ben: “Ya Resûlallah (o halde) cariyeyi azad edeyim mi?” dedim. “Sen onu bana getir” buyurdu. Hemen onu (alıp) getirdim. Peygamber (s.a.v.) ona: “Allah nerededir?” diye sordu. Câriye: “Göktedir” dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Ben kimim?” dedi. Câriye: “Sen Allah’ın peygamberisin” cevabını verdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.): “Onu âzâd et, çünkü mü’mine bir kadındır” buyurdu.(Müslim,Mesacid,33)

 
Ehl-i Sünnet itikadında Allah’a mekân isnadı caiz değildir. O halde Resûlullah efendimiz (s.a.v.) “semada” diyen kadına neden bir şey dememiş ve onu mümine diye nitelendirmiştir?

 
Doğrudur, Allah’a mekan isnadı caiz değildir. Bu konuda alimlerin tavırları da bellidir. Câriye meselesine gelince, bir kısım ulema bunu olduğu gibi kabul etme, te’vil etmeme taraftandır. Diğer bir kısım ulema da bu tür müteşabihleri te’vil etmeye eğilimlidir. Onlara göre Allah’ın sıfatlan kendine layık olduğu şekil­de te’vil edilir. Buna kail olanlara göre;

 
a-Resûlullah (s.a.v.)’in cariyeye sorduğu suallerden murad, cariyeyi im­tihan etmek ve bir Allah’a inanıp inanmadığını anlamaktır. Câriye “Allah gök­tedir” deyince, Peygamber Efendimiz onun bir Allah’a inandığını anlamıştır. Bu sözden o cariyenin müslüman olduğu anlaşılmıştır. Gerçi sözün zahiri Allah’a cihet ve mekân ispatını gösteriyorsa da te’vil edilerek, “Semâ duanın kıblesidir. Nitekim Kabe de namaz kılanın kıblesidir. Binaenaleyh câriye bu sözle Allah’a cihet ve mekân isbatını kast etmemiş, duaların kıblesini kast etmiştir. Onun için de Resûlullah (s.a.v.) bu sözüyle onun müslüman olduğunu kabul etmiştir” de-nilir. Dua ederken elleri semaya yükseltiyoruz, namaz kılarken Kabeye dönüyoruz. Bunlar Allah’a mekan isnadı anlamına gelmemektedir.

 

b.Bu cariyenin “Allah göktedir” sözüyle Allah’ın kuvvet ve kudretinin makam ve şanının yüceliğini, müşriklerin tapındığı putlar gibi yerlerde ve insanların arasında ayaklar altında bulunamayacağını kast etmiş olması, Resûl-i Ekrem’in de cariyenin bu maksadını anladığı için onun mü’min bir kadın oldu­ğuna hükmettiği de düşünülebilir.Bunların yanında semayı “yücelik” manasında değerlendirenler de vardır.

 

Buna göre cariye Allah’ın yüceliğini vurgulamak istemiştir. Bir diğer yoruma göre de cariye cahiliye döneminde putlara tapıyordu. Cahiliyeden daha yeni çıkılmıştı. Resûlullah bu durumda olan biri için ilk planda “Allah’ın gökte oldu­ğunu” söylemesini yeterli görmüştü. Zira bu söylem onun putperestlikten uzak olduğunu gösteriyordu.

 

Yavuz Köktaş,Günümüz Hadis Tartışmaları

 
Devamını Oku »

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un ilmine ve malumlarına, insanın ilmi kâfi gelmez. Zira insanın malumatı, hepsi toplansa, bir denizden bir damla değildir. Bakınız En-Nahl sûresinin,"Size hayvanlarda, hakîkaten ibret(Allah'ın ilmine delil)ler vardır, Size onların karınlarındaki işkembe pisliğiyle kan arasından (çıkardığı­mız) hâlis süt(ü) içiriyoruz. İçenlerin boğazından afiyetle kolay ge­çer." mealindeki 66'ncı ayetinde ne büyük îcâz ve i'câz vardır.

Bu ayet-i kerîme ne kadar mûciz ve mu'ciz'dir.. Hayvanların memelerinden alınan sütün, işkembenin içinde toplanan yem ile kan arasından husul buldu­ğunu ilim, takriben altmış sene önce keşfetmiştir. Mesela bağırsaklar içindeki karınca ayakları gibi ince tüyler, kan yapmak üzere hayvanın işkembesindeki yeminden yarayacak gıdayı kana tahvil ettikten sonra, ikinci kez, işkembede toplanmış olan yemden o hayvanın yavrusuna yahud sağılmaya yararlı gıdayı alır. Bu sütün birinci tasfiyesi.. Bu ikinci kez alınan gıda, kana karıştırılmaksızın, kan akışıyla memelere intikal eder. Bu ikinci tasfiye.. Size onların karınlarındaki işkembe pisli­ğiyle kan arasından (çıkardığımız) hâlis süt(ü) içiriyoruz" cümlesinin manası budur.

Hele bir düşünelim.. O asırda, bu işlem kimin aklına gelir?!. Bu İlmî hakikati açıklamaya kim cesaret edebilir?!. Cesaret ederse, nasıl böyle bir İlmî hakikate tesadüf eder?!.. Ey ehli ilim!.. Beraberce bu ayetin hem Allah Teâlâ'nın ilmine, hem Kur'ân'ın hakîkî ilim kitabı olduğuna, hem de Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e gelen vahye kat'î bir hüccet olduğunu itiraf edelim... Yine En-Nahl sûresinin, "Ve Rabb'in bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insan­ların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye. Ve Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yay­lım yollarına git. Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardir.” mealindeki 68-69'uncu ayetlerinin i'câz ve îcâzına bak.

Bir mü'minin En-Nahletu Tusebbihullâhe kitabını ve Almanlı Baf'tan nakleden Tantâvî'nin bu ayetteki tefsirini okuması lazımdır.

Allah'ın ona göndermiş olduğu ilhamla şereflenen bal arısı hakkındaki on hikmeti buraya yazalım:

1-"Evler edin" ilhamıyla şereflenen bal arısı, en üstün inşaatçı bir mühendistir. Bir İnsan, onaltı sene okur; en az dört sene ihtisas yapar; hendeseyi öğrenmiş olur.. Bal arısı altı ayda hendesenin inşaat bölümü­nü, on ince teferruatıyla öğrenir. Öyle ya, altı köşeli bina, en zor plandır.. Altı köşeli bir ev yapar. Kaç kat, kaç hane?. Saymak lazım..

2-"Sonra meyvelerin her birinden ye" emriyle şereflenen bal arı­sı, üstün bir laboratuarcı, eczacı ve kimyacı olarak her şeyden yer. O altı ay içerisinde bu ilimleri de öğrenir; kemaliyle.

3-Ve bal arısı, Allah Teâlâ'nın ona verdiği gözle, yaylım yollarını takib eder. Üç göz ve her birinde kaç mercek!.. Birinci gözle, çiçeklerin içindeki maddeleri, elli metre mesafeden keşfeder. Dürbün.. İkinci, yani aşağıya bakan gözü, laboratuar vazifesini gören cihazlar.. Kaç çeşit cihaz!.. Üçüncü gözü, yani yukarıya bakan göz, maddeleri birbirinden ayırt edici, adlarını bilmediğim cihazlar.. Fotoğraf çeker; tahlil eder; neti­cesini alır.. Ve daha çiçeğe konmamış.. Aynı zamanda bu göz, kanat­ların içindeki radarla, otuz kilometre ileriyi takib eder.

4-Reisleri olan kraliçenin gözünde, 4900; dişi işçilerde 6300; sade­ce dışarda çalışan erkeklerin gözlerinde ise, 13090 mercimekcik gibi mercekler vardır.

5-"Yollarına git" ilhamıyla şereflenen bal arısının uçuşu, ayrı bir mu'cize.. Öne doğru uçabildiği gibi, ani durumlarda arkaya doğru da uçar. Ve bu uçuşta muazzam ittifak ederler.. Bu uçuşla otuz kilometre mesafeyi bir saatte gidebilir. Aynı zamanda, bir saniye zarfında dörtyüz metre yukardan aşağıya inebilir veya aşağıdan yukarıya çıkabilir.

"Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yaylım yolla­rına git."

6-Yol bilir, yönleri bilir; rüzgar ve yağmurlardan korunur.

7-Kanatlarında haberleşme cihazları da vardır. Hatta kovanın için­deki beylerinin tayin ettiği yaylım hududunu aşmazlar. Kanatlarında da­ha birçok cihazlar var; ifade edemedim.

8,9-"Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar.".. Bal arısı balını, çiçek ve arazinin renginden çıkarır. Çünkü mer'ânın rengi ve çiçeklerin çeşitlerine göre, balda renk­ler bulunur. İkinci olarak, o memleketin mikroplarına mukavemet edebi­lecek bir şerbet çıkarır. Binaenaleyh bunda, iki İlmî hakîkat vardır: Birin­cisi, şifâlı bitkileri tesbit eder. İkincisi tesbit ettiği hangi panzehirin, hangi zehiri öldüreceğini bilir.

10-"Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardır.”

Kimya ve fizyoloji olarak da, çıkarmış olduğu balda çok büyük bir ilim mahareti var. Mesela kimyevî olarak bedenin bünyesini takviye ede­cek ve koruyacak, potasyum, kibrit, kalsiyum, sodyum, fosfor, mağnezyum, demir, mağniz gibi madenleri, balın içinde toplar.

Fizyoloji olarak da, en mühim vitaminleri topluyor. Mesela içinde takriben %25 B/1, B/2, B/3, B/4, B/5 vitamini bulunur. Ayrıca mikropları öldürecek maddeler ihtiva eder.

Hele burnunda bir koku alma hassası var. Birkaç tanesi bir yem bu­lurlarsa, raksederler. O raksla kanatlarıyla arkadaşlarını haberdar edip çağırırlar.

O zerrelerden birisi de karınca... Karıncanın sanatı arıdan daha zariftir. Karınca iâşesini temin etmek için çalışması bir yana, yuvasını yer altında dört katlı, kırk haneli yapar. Soğuğun geleceği, güneşin doğa­cağı tarafı bilir; daima yuvasının kapısını güneye karşı yapar. Yavrularını beslemek için bir hayvanı av yapar; o hayvandan bal gibi tatlı bir mad­deyi çıkarıp yavrusuna yedirir. Bazen de bir karınca toplumu diğerine harb açarlar. Harb için bir yeri tayin ederler.

Harb zamanında saf saf, manga manga olurlar. Akşam olunca her bir toplum kendi tarafına gider; toplanırlar; yaralı olanları tedavi ederler; esirleri hapsederler; hatta ken­dilerine hizmetçi ederler. Bazen esirlerini güneşli havaya çıkarır ve başı­na nöbetçi dikerler. Hâsılı en az insan kadar hayât-ı ictimâiyelerinde bilgindirler. Bunlara benzer daha neler, neler... İşte karıncada da tefek­kür et...Bu iki hayvan yer küresindeki şu kadar âlemden iki ferddir.

Bu kelimeyi unutmayalım.. Bir kat apartmanı yapan, yüz ciltlik güzel kitab yazan, hesap makinasını da yapan birer ferdlerdir. Hele bir başını kaldır gök âlemine bak; fezâdaki irtibatına, kainatın nizamına... Ve hem de kendinde tefekkür et... Hâlık'ın ilmini bildiren dellallar yok mu? Yoksa; kulak yok... yoksa; göz yok...

Beraberce ikrar edelim ki Allah vardır, âlimdir, kâdirdir, O’nun bilgi­sine kimsenin akıl erişmez. İşte bu kadar kainat unsurları, demir, bakır, oksijen, azot, hidrojen, altın, gümüş, nebatlar ve sâirelerin her biri ayrı ayrı ilim, fen... ve her fende milyon mesele ve konular... Noktalardan bir noktayı çözen ve bilen kimsenin ilmini ikrar ederken, kainatın Hâlık'ını hatırla... "Onun ilmi ne kadardır; Kaç fen?.." diyebilir misin?.. Hayır, beşer ilmi, O'nun ilmine erişmez. Erişmez ise, Allah'ın kitabı Hazreti Kur'an ve yarattığı kainatın, İlmine delâlet ettiğini beraberce ikrar edelim. İşte İlmullah...

Ey insan! Bak Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne.. O'nun sana ihtiyacı yok­tur. O, insanın kalbine ne geleceğini bilendir. İstersen inanma..

"Musa (kavmine) dedi ki: Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de nankörlük edip (O'nu) inkâr edersiniz de yine şübhesiz Allah (her şeyden) ihtiyacsız ve her hamde layıktır." [İbrahim,8]

 

İsmail Çetin - Ehl-i Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »

Sebepleri Yaratan Allah'tır

Sebepleri Yaratan Allah'tır"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. İşiten ve gören O'dur" (Şûrâ,42/11).

Bu âyetin başı katıksız tenzihi ispat etmektedir. Âyetin de­vamındaki, "O işiten ve görendir" ifadesi de bu tenzihi tamamla­yıcı mahiyettedir.

Bunun izahına gelince, işitme ve görme vasfının mahlûkata da nisbet edilmesi kısmen de olsa Allah Teâlâ ile aralarında bir benzerlik bulunduğu hissini uyandırmaktadır. Bu sebeple Cenâb-ı Allah mahlûkatın işitme ve görmesini reddetmiştir. Yani âyetin manası, "İşiten ve gören O'dur, başkası değil" şeklindedir. Yara­tılmışlarda bulunan işitme ve görme özelliğinin görme ve işitme konusunda bir tesiri yoktur.

Allah (c.c.) onların görme ve işitme özelliğini yarattığı gibi, herhangi bir tesirleri olmaksızın söz konusu özelliklerden sonra âdet üzere onların işitme ve görmelerini de yaratmaktadır. Bura­da bir tesirden söz etsek bile, onu da Allah Teâlâ yaratmıştır.

Yaratılmış olanların kendileri kuru bir cemad oldukları gibi, özellikleri de birer kuru cemaddır. Mesela sonsuz kudret sahibi Al­lah Teâlâ yalın kudretiyle taşta konuşma vasfı yaratacak olsa, taşın gerçekte konuşabilir olduğu ve konuşma özelliğine sahip bulun­duğu söylenemez. Bu misalde taş nasıl bir cemad ise, taşta bulun­duğu farz edilen sıfat da bir cemaddır. Ve taştan çıkan harf ve seste herhangi bir rolü yoktur. Bütün sıfatlar da böyledir. Bir farkla ki; bu iki özellik diğer özelliklere oranla daha belirgin olduğundan, Allah Teâlâ özel olarak bu ikisini reddetmiştir. Böylelikle belirgin olduklarından diğerlerinin reddi öncelikli olarak gerekmiş olur.

Yaratıklarda bulunan bilme vasfı da böyledir. Allah önce ya­ratıklarda bilme vasfını yaratır. Ardından onun bilinecek şeye yö­nelmesini yaratır. Sonra bilme vasfının bu bilinecek olanla alaka kurmasını yaratır. Daha sonra bilinecek olan bu şeyin fark edilme­si sağlanır. Bunun akabinde bilme vasfını yarattıktan sonra âdet üzere o şeyin bilinmesini yaratır. Binaenaleyh bilme vasfının fark edilmede bir tesiri yoktur.

Bunun gibi Allah Teâlâ yaratıklarda önce işitme vasfını yara­tır. Sonra işitilebilen şeye doğru kulak verip yönelmeyi yaratır. Ardından işitmeyi yaratır. Bunun da ardından işitilenin idrak edilmesini yaratır. Yine aynı şekilde yaratıklarda önce görme vas­fım yaratır. Sonra gözün görülebilen şeye doğru dönüp bakmasını yaratır. Ardından görmeyi ve bunun peşinden görülen şeyin idrak edilmesini yaratır. Diğer vasıflar da bunlar gibidir.

Bu durumda işiten ve gören, işitme ve görmeyi (sadece) bu iki vasıftan sağlamış olandır. Böyle olmayan kimse, gerçekte ne gören ne de işiten olabilir. O takdirde, yaratıkların niteliklerinin kendileri gibi birer cemad olduğu gerçeği ortaya çıkmış oldu.

Sözünü ettiğimiz âyetin sonunda geçen bu ifadelerin maksa­dı, yaratıklardan mezkûr vasıfları kökten kaldırmak olup, yoksa onlarda bulunan bu sıfatların Allah Teâlâ’da olduğunu anlatmak değildir. Böyle olduğu takdirde âyet, aynı anda hem tenzih hem teşbih ifade etmiş olur. Oysa âyetin tamamı sırf tenzih ifade etmek ve yaratılmış olanlarla Allah arasında zannedilebilecek eşitliği doğrudan ortadan kaldırmak içindir.

Birinci bilgi, yani yaratılmışların sıfatlarını Allah Teâlâ'ya is­nat ettikten sonra yaratılmış olanların kendilerini sırf birer cemad olarak görme ve anılan sıfatların kendilerinde görünmesi sebebiy­le yaratıkların kendilerini, içinde bulunan suyu göstermesi bakı­mından şişe gibi kabul etmek velâyet makamına yaraşan bilgiler­dendir. İkinci bilgiyi ise, yani yaratılmışların sıfatlarını da Allah Teâlâ'nm şu âyet-i kerimede buyurduğu gibi anlamalı:

"Muhakkak sen ölüsün, onlar da ölüdür" (Zümer, 39/30).

Böylece onları birer cemad olarak görüp ölüler gibi his ve şuur yoksunu olduğuna inanmak şehadet makamına yakışan bil­gilerdendir.

Buradan da söz konusu iki makam arasındaki fark ortaya çıkmış oldu. Az çoğa işaret eder, damla denizin durumundan ha­ber verir.

Bolluk ve bereket yılı bahardan belli olur.

Bu yüksek makamın sahipleri, yaratılmışların fiillerini de ölü ve cemad gibi görürler. Fakat bu fiilleri Allah Sübhânehû’ya isnat etmez ve bu işlerin failinin Allah Teâlâ olduğunu söylemezler. Al­lah Teâlâ bundan tamamen münezzehtir.

Mesela bir kimse bir taşı hareket ettirse, hareket edenin adam olduğu söylenmez. Oysa adam taşın hareketini sağlayandır. Hareket eden taştır. Burada taş bir cemad olduğu gibi, o taşm ha­reketi de bir cemaddır. Faraza bu hareketle bir kimse ölecek olsa, o kimseyi taşın öldürdüğü söylenemez. Aksine, taşı harekete geçiren adamın öldürdüğü söylenir.

Şeriat âlimlerinin görüşü de buna uygundur. Zira onlar, işler iradeleri doğrultusunda kullardan çıkmış olmakla birlikte, onların yapıp etmelerinin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını söylerler. İşlerin yaratılmasında kulların bir tesiri yoktur. Onların işleri, ya­pılan işin yaratılmasında kendileri bir tesir icra etmemiş olmakla birlikte, çeşitli hareketlerden meydana gelmektedir.

 

İmam-ı Rabbani - Mektubat-ı Rabbani,cild:1,18.Mektub

(Semerkand Yay.)
Devamını Oku »