Kaza ve Kader



Ey arif! Allah’ın hükmü, kazası ve kaderi vardır. Bunların her biri başka başkadır, yani zıt isimlerdir, eşanlamlı isimler değildir. Hakk’ın ezelî ilmi O’nun hükmüdür. Bildiği şeyleri ortaya çıkarmak O’nun kazasıdır. Ve o şeyleri var ettikten sonra birden yaratıp zahire çıkarması O’nun kudret ve kaderidir. Her şey O’nun kaza ve kaderiyledir. Bu âlemde ne olursa O’nun kudretiyle olur. Bütün işler O’nun kaderiyledir.

Ey arif! Hakk’ın ilmi O’nun hükmü demektir. O hükmün sebep­lerini yaratmak O’nun kazasıdır. O sebepleri birden meydana getirmek O’nun kudret ve kaderidir. Yakinen bildik ki âlemde yaratılmışın (hâdis) bir şeye sebebolması mümkün değildir. Buna göre O’nun kudretinden hariç âlemde bir nesnenin zuhuru ve hudûsu mümkün olmaz. Bütün eşya O’nun kudret ve kaderiyle olur.

Ey arif! Malûmun olsun ki, ayetlerle hadislerin arasında tenakuz şeklinde bazı hükümler görülürse de görünüştedir (sûrî). Hakikatte tenakuz yoktur. Ulemâdan kelâmcıların, tenakuzların varacağı yeri (mevrid) ve musarreflerini inceleyip tenakuz yokluğunu bilmeleri gerekir. Aynı şekilde bir hadiste “Kader kılınmış şey değişmez"", diğer bir hadiste ise “Kaderi duadan başka hiçbir şey geri çevirmez“ rivayet olunmuştur. Dua, daha aşağıda olanın (ednâ) daha vakardan (âlâ) talep etmesi manasınadır. İmdi, bu iki hadis arasında olan tenakuz görünüştedir. Birinci hadise göre kader değiştirilmez ve ikinci hadise göre kaderin reddi mümkündür.

Ey arif! Eğer bir kimse, kaderi redd mümkün değildir derse, bi­rinci hadise göre doğru demiş olur. Bir başka kimse, kaderi redd mümkündür, derse, ikinci hadise göre yine doğru demiş olur. Mesele­nin tahkiki şudur; eşyada değişme mümkündür, ama bütünde müm­kün değildir. Mümkün olan, bazı eşyadadır. Kaderin reddi yine kader ile mümkün olur. Meselâ bir kimse çok bal yese vücudunda sıcaklık ortaya çıkar. Hummaya dönüşerek ölme ihtimali olabilir. Hazık ta­bibe haber verilerek bu hararet vücuttan savuşturulmuş oluncaya ka­dar ona kâfur yuvarlığı verip bu öldürücü hastalıktan kurtulma imkâ­nı bulabilir. Hiç şüphe yok ki o hararet Hakk’ın kaderiyleydi. Kâfur yuvarlağının yenmesi de yine Hakk’ın kaderiyledir. Buna göre kaderi redd kaderle mümkün demektir. Eğer humma hastalığı sonuna gelip rutubet tamamen dışarı atılmış ve harcanmışsa, hazık tabib ona ne kadar ilaç verirse versin hastalık kaldırılamaz.

Yıldızların ve feleklerin etkileri de böyledir. Mesela yaz mevsimi geldiğinde hava gayet sıcak olur. Bu sıcaklık Hakk’ın kaderiyledir. Bu harareti âlemden reddetmek mümkün değildir. Ama bir kimse yeraltı odası (seradib) yapar ve yaz döneminde orda oturursa kendi nefsin­den bu harareti uzaklaştırmış olur. Aynı şekilde kış mevsiminde hava gayet soğuk olur. Bu soğuğun Hakk'ın kaderiyle olduğundan şüphe yoktur. Bu kaderin âlemden reddi mümkün değildir. Soba ve ocaklık bulup kış günlerinde orada durursa, o soğukluğu kendi nefsinden uzaklaştırır. Diğer şeyleri sen buna kıyas et.

Ey arif! Kul tarafından ortaya konulan şeye tedbir derler. O şeyi Hakk Teâlâ yaratırsa ona takdir derler. “Kul tedbirle hareket eder, Allah takdir eder. ” Ama hakikat gözüyle incelense ikisi de İlahî ka­derdir. Kaderi yine Hakk’ın kaderiyle redd mümkündür. Kılıcı kılıç redd, askeri askerle redd, aklı akılla redd ve cehaleti cehaletle redd. Buna göre birinci hadisin musarrefi bütünde ve ikinci hadisin musarrefi bazılarında olup ikinci hadis arasında tenakuz olmadığı ke­sinleşmiş olur. Başka tenakuz şeklinde bulunan ayet ve hadisler de bu kıyas üzredir.

İmdi bu tahkik üzre şeriat ehlinin mezhebi Cebriyye ve Kaderiye’den uzak ve ayrı olur. Çünkü Cebriye tedbiri inkar edip,kaderi, reddmümkün değildir, “Kader kılınmış şev değişmez’’

Diyerek mutlak cebr de kaldılar. Kulların tedbirini ve cüzi ıradelerini toptan inkar ettiler. Kaderiye ise Hıristiyanlar ve Mecûsiler gibi Hakk’ın kaderinı bütün bütün inkâr ettiler. Kaderiye’nin hatası Cebriyenin hatasından daha büyük ve daha kötü olduğu açıktır. Hatta bir hadiste; “Kaderiye, bu ümmetin Mecusileridir"buyrulmuştur.

Cebriyye’nin câhillerine şu şekilde bir soru sorulur: Sîzler cüz î irade ve akılların tedbirini redd ve inkâr edip kaderin kaderle reddi mümkün değil diyorsunuz.Eğer nefs-ı emr'de sizin dediğiniz gibi olsaydı hocaların terbiyesinin, akılların tedbiri ve anlayışların düşüncesinin,aptalca ve abes olması gerekirdi. Hatta iyiliği emr ve kötülükten nehy etme de fayda olmazdı, bu soru gayet açık ve aydınlıktır. Açıklığınınn çokluğundan bu meselede ulemadan bir hayli cemaat hayrete düşüp sersemlediler. Kaderiye, Cebriye ve bazı bâtıl mezheplerin kurulması kader meselesini halledemediklerinden dolayı oldu.

Beyit

Dermiş ıkı milletin savaşı herkese özür,

Hakikati görmedikleri için efsane yolun vardılar!


Cebriye’nin Görüşlerini İptal İçin Diğer Bir Cevap


Muhakkikler kader sırrı hakkında şöyle söylemişlerdir: Alem ezelde İlâhî işlerde (şuûnât-ı ilâhîye)sinde iken her birinin mahiyeti ve gereğine Allah’ın ezelî ilminin taallukundan ibarettir. Öyle kı her bir ayn hariçte var olma zamanında, yani haricî varlığı hangi za­manda olması gerekiyorsa o gerektiği hal üzre zuhuruna ilmi taal­luk etmişti. Halbuki şuûnat ve a’yânlar kılınmış (mec’ûl) değildir. Kılanın (câil) kılması ona taalluk etmemiştir. İşte bu ilmi üzre hük­mü sabit oldu. Buna göre hükmü ilmine tabi oldu. İlmi de malûma tabı oldu. 

Şüphesiz Hak Teâlâ Hakîm’dir ve de Hakem’dır. Bir şey üzre kaza ve hüküm buyurmaz, ancak o şeyin ilmi hazretinde subûtu halinde ayn’ın ilerde kaza bulacak hallerine taalluk eden ilmi üzre hüküm buyurduğundan mahlukatta kesinlikle cebr ihtimali bulunmaz.’’Peki niçin falanı kafir,falanı mümin,falanı fakir, falanı zengin kıldı” diye sorulmaz. Herkesin hâli zatının gereği olmuş olur. Eğer bir kimse bu meseleyi anlamazsa ona “ Yaptığından sorulmaz ” (Enbiya, 23) cevabından başka cevap verilmez. Muhak­kiklerin meslekleri budur.

Aziz Nesefi,Hakikatlerin Özü(İnsan yay.)
Devamını Oku »

Lika ve Ru'yetin Hakikati



Evet, biz ruhun varlığını ve onun bir cevher olduğunu hususî ve takribi delillerle ispat etmiştik. Bu husustaki hususî delili şöyle açıklayabiliriz: Malumdur ki ruhun zâtı zâtından ayrılmaz. Allah’ın yarattığı bir varlık bu özelliğe sahip olduğuna göre, herşeyin kendi­siyle varlığa kavuştuğu Allah’ın zâtınınzâtından ayrılması düşünü­lebilir mi? Muhakkak ki zâtı hakikat cihetiyle her sabit mtttefiktir, birdir ve kendisine işaret olunamaz.

Peki öyleyse melekut âleminin sahibi hakkında ne denilmesi gerekir? Ruh vahid-i sırf olmadığı halde onun zâtızâtından ayrıl­mazsa vahdaniyetinin semtine kesret yaklaşmayan, parçalanma ve ikilik kabul etmeyen Hakk-ı vâhidinzâtının zâtından ayrılmaması daha evlâdır. O halde O kendi zâtı ile âlimdir. O, yarattığı, icad et­tiği, varlık sahasına çıkardığı tüm mevcudattan haberdardır. O’na uyku ve uyuklama ârız olmaz. İşte Hayy isminin mânâsı budur. Çünkü Hayy,Hakk-ı vahiddir ve bizâtihi âlimdir. Biz daha önce ru­hun bir olduğunu, kemmiyet ve miktarının olmadığını söylemiştik. İşte aynı şekilde Mübdi-i Hakk’ın da kemmiyet ve miktarı yoktur.

Delillerle ispatlayıp, açıkladığımız bu izahlardan sonra, Müşebbihe fırkasının Allah hakkındaki görüşlerinin hepsinin bâtıl olduğu anlaşılmış oldu. Onlar Allah’a cihet, sûret, mekân, intikâl gibi şey­ler isnad ederler. Halbuki Allah-u Tealâ zıtları kabul eden bir cev­her olmadığı için tagayyûr etmez. Araz da olmadığı için cevherin ondan önce olması düşünülemez. Keyfiyeti olmadığı için bir şey e benzemez. Kemmiyeti olmadığı için miktarlara ve cüzlere ayrıla­maz. Muzaf olmadığı için kendisine muvazi olamaz. Bir yerde ol­madığı için O’nu birşey ihata edemez. Zamanda olmadığı için bir zamandan diğerine intikal edemez. Bir mevzide olmadığı için çeşit­li heyetleri bulunamaz, sonu ve sınırı olamaz.

Vacibü’l-vücudun zâtında, herhangi bir şekilde kesret olmadı­ğı; ve O’nun birtakım vasıflarla vasıflanması gerektiği sabit olunca, bu vasıfların kesrete sebep olmayacak şekilde sabit olması gerekir. Ayrıca O cinsi veya faslı bulunmaktan münezzehtir. Çünkü gayri ile herhangi bir iştiraki olmayanın, onu başkalarından ayıracak faslı olmaz. Böylece Allah’ın isimlerinin hepsinin —hatta Vücud’un bile tevâtu’ yoluyla değil de iştirak yoluyla olduğu anlaşılır. Allah’ın sı­fatlan, bir mahalde kaim olan renk ve zâtımız üzerine arız olan il­mimiz gibi ârazî olacak şekilde sabit olmaz. Çünkü Allah’ın sıfatla­rının ârazî olacak şekilde sabit olması tekaddüme, teahhüre ve kes­rete sebep olur.

Bu açıklamalarımız neticesinde O’nun Hayy olduğu vuzuha kavuştu. Çünkü O bizâtihi âlimdir. O Âlimdir. Çünkü O madde­den mücerredtir, vucuduzâtı içindir, Vahid olanın ve maddeden beri olanın ise zâtı kendisi için hasıl olur, dolayısıyla zâtını bilir. Zâtızâtından ayrılmaz. O’nun zâtı, zâtı üzerine zait olmadığı için, O’nun zâtını bilmesi, zâtında kesreti gerektirmez. Bu meseleyi şu şe­kilde açıklayabiliriz: Meselâ insan kendi nefsini bilince bilinen bu şey kendisinin gayri mi, yoksa kendisinin aynı mıdır? Eğer bu şey kendisinin gayri ise o nefsini değil, nefsinin gayrini bilmiş demek-

Yani kendi nefsini bilmemiş demektir. Eğer bildiği bu şey ken­disinin aynı ise, bu durumda bilen de, bilinen de onun nefsidir. Ya­ni bilen ile bilinen birdir. Dolayısıyla nefs hem bilen hem bilinen şey olmuş olur. İşte şanı yüce olan Allah’ı da buradan hareket ede­rek, bu şekilde anlamak gerekir. Nasıl âlim aynı zamanda malûm ise, aynı şekilde ilim de aynı zamanda malûmdur. Bu, hissin aynı zamanda mahsus olmasına benzer. Çünkü mahsus, hisseden şeyde tab’olmuşbirşeydir. Aynı şekilde burada ilim, malûmun kendisidir. İlim, âlim ve malûm —bu noktada— sadece kelime bakımından farklılık arzeder.

Yine, bu açıklamalarımız doğrultusunda Allah—u Tealâ’nın, mevcudatın nev’ ve cinslerinin tümünü bildiği sabit olur.Semavat- ta ve arzda zerre kadar birşcy bile O’nun ilminin dışında olamaz. Çünkü O zâtını bilir. Zâtını da olduğu gibi bilmesi gerekir. Zira O’nun zâtızâtı için mücerrettir. Ayrıca O’nun zâtı tüm mevcudatın yaratıcısıdır. O, feyyazdır ve tüm mevcudata varlık verir. O yarat­tıklarını bilir, onlar da O’na tâbi olurlar. Müteaddit ilimlerin çok­luğu, O’nun zâtında kesrete ve teaddüte sebep olmaz. Çünkü O’nun ilmi, bizim gibi mukaddimatın takdimine, fikir ve görüş te­atilerine bağlı değildir. O’nu zâtı yarattıklarına ilim fezeyan ettirir. Bu, O, mahlukâttan ilim iktisab eder anlamına gelmez. Çünkü O’nun ilmi, varlığın sebebidir; varlık ise O’nun ilminin sebebi de­ğildir. Nitekim: “Gaybın anahtarları, O’nun indindedir, onları O’ndan başkası bilmez” buyurulmuştur. O, cinsleri ve nevileri bildiği gibi hadis olan mümkinatı da bilir. Oysa ki biz bilemeyiz. Çünkü mümkin, mümkin olarak bilindiği sürece, onun vaki olup olmamasının bilinmesi muhaldir. Zira onun ancak imkân vasfı bi­linebilir. Bunun mânâsı ise, onun olması da olmaması da müm­kündür, demektir. Fakat binefsihimümkin olan herşey, sebebiyle vaciptir. Eğer onun vücudunun sebebi bilinirse, vucudu vacip olur. Eğer biz birşeyin bütün sebeplerine muttali olabilirsek, bu şeyin var olmasının gerektiğini kestirebiliriz.

Allah-u Tealâ hadiseleri ve onların sebeplerini bilir. Çünkü silsilesinde O’na yükselir. Allah-u Tealâ madem ki sebeplerin tertibini bilir, o hâlde onların hepsini sebep ve sonucuy­la birlikte bilir. Onun ilmi his, hayal, tekessür ve tagayyürden mü­nezzehtir. Allah’ın ilmini bu şekilde bilmek gerekir. Ayrıca Allah-u Teaiâ’nınmürid olduğunu; irade ve inayetinin bulunduğunu da bilmek lâzımdır. Fakat şunu belirtelim ki O’nun irade ve inayeti, zâtı üzerine zait değildir. Bunu biraz açıklayalım: Allah mürîdtir. Bilindiği gibi bir fail bir işi ya tabiatı icabı yapar —ki Allah-u Tealâ bundan münezzehtir— ya da irade ile yapar. Fail birşeyi tabiatı ica­bı yaparsa, bu durumda, yapılan şey, yapanın bilgisinden uzak bir fiildir. İşi, iradeyle yapan ise yaptığını bilir, öyleyse Allah-u Tealâ yaptıklarını ve yarattıklarını bilir. 

O, yaptığını dileyerek yapmakta­dır, yaptıklarında zorlama yoktur. İşte buna irade demek caizdir. Kısacası fiillerin bazısının bazısıyla tahassüsü ve bazısının bazısın­dan temeyyüzü iradenin varlığına bir delildir. Allahın inayeti ise, tüm mevcudatın nizamının tasavvuru ve nizamdaki en iyi ve en açık malûmatın keyfiyetidir. O’nu, irade ettiğini işlemeye zorlaya­cak bir garaz ve meyil yoktur. O’nun irade edip, meydana getirdiği birşeyden daha evlâsı olamaz. O bir fiili zemmedilmekten kurtul­mak veya medhedilmek için işlemez.

Allah-u Tealâ mürid, âlim olmasının yanısıra aynı zamanda da Kâdir’dir. Çünkü Kâdir dilediği zaman işleyen, dilemediği zaman işlemeyendir. Kâdir, mutlaka bir fiil işlemesinin gerekmesi bakı­mından değil de, dilediği fiili işlemesi bakımından Kâdir’dir. O’nun irade ettiği herşey olur, vuku bulur. İrade etmediği birşey ise olmaz, vuku bulmaz.

Allah-u Tealâ Hakim’dir. Çünkü, hikmet ya eşyanın hakikatini bilmek demektir ki, eşyanın hakikatini Allah’tan daha iyi bilen yok­tur; veya bir fiili tertipli, sağlam, kâmil ve güzel bir şekilde yapmak ekmektir ki, O’nun fillerinin bu vasıflara haiz olduğu kesindir. Ni­tekim: ",..Herşeye hilkatini verip, sonra onu hidayete erdirendir”buyurulması buna işaret eder.

O Cevad’tır. Çünkü cûd, herhangi bir garaz olmaksızın hayır ve nimet saçmaktır. Allah-u Tealâ hiçbir cimrilik etmeksizin, bir zaruret veya bir ihtiyaç olmaksızın tüm mevcudata cûd saçar. Bu bir garaz veya bir fayda için değildir. O, Cevad-ı Hak’tır ve de Veh-hab-ı Mutlaktır. Cevad ismi O’nun haricindekiler için mecazî ola­rak kullanılır.

Allah’ın ilmi, malumu, cûdu ve mevcudat üzerine olan fazlı kâmildir. Çünkü o kâmil olandır. Ayrıca madde ve maddî özellikle­rinden de münezzehtir.

Bizim marifet-i nefsten hareketle, Allah’ın zâtını ve sıfatlarını açık­lamamız, sadece meseleye delil getirmek içindir. Yoksa, şüphesiz Allah-u Tealâmahlûkâtın sıfatlarının tümünden münezzehtir, on­ların vasıflarıyla vasıflandırılmaz. Ayrıca O “celle” demekten de celîl; “azze” demekten de aziz; “ekber” demekten de kebîrdir. Söz Allah’a gelince susunuz. “Zira kimse O’nu, kendisinin övdüğü ve yücelttiği gibi övüp yüceltemez.” O kendisini vasfedenlerin vasıf­larının üstündedir. O yücelerin yücesinde, yücelerin fevkindedir — O’nun celâli her celâlin üstündedir. O’nun büyüklüğü karşısında vehimler durur. Herşey O’nda yok olur. Bunlar O’na iyi kul olan kimselerin sözleridir.

Allah-u Tealâ beşerî vasıflarla vasıflanmaktan münezzeh oldu­ğu için, O’nun fillerinin bir menfaatin temini veya bir mazarratın defi için olduğunu söylemek caiz değildir. O’nun fiili bir sürurun celbedilmesi için olamayacağı gibi, bir zevkin, neşenin, ferahlığın, aşk ve muhabbetin husulu için de olamaz. Allah-u Teala tüm fiillerinde böyle şeylerden münezzehtir. Dolayısıyla Kur’ân veya hadislerdeki bu türden lafızlar mebde ve ârızlarıyla değil de, semere ve sonuçları itibarıyla tefsir edilmelidirler.




İmam Gazali,Mearicu-l Kuds(Hakikat Bilgisine Yükseliş)İnsan Yay.
Devamını Oku »

Allah'ın 'Mütekellim/Konuşan' Olması



Akıllı kişinin düşünmesi ve bilmesi gerekir ki, Yüce Allah’ın sı­fatları sadece ifâde düzenleri ve işâret basamakları bakımından çoğa­lır ve birbirinden ayrılırlar. Nitekim O’nun ilmi zorda kalmış birinin duasını işitmeğe nispet edildiği zaman O’na “işiten” (Semi) denir. O’nun ilmi, büyük ve küçük her şeyi görmeye nispet edildiği zaman O’na “Gören” (Basîr) denir. O’ndan bir rızka erişildigi zaman O’na “Rızıklandıran” (Râzık) denir. İlminin gizli olanlarından birini, ilahlığının sırlarıyla ve rab-oluşunun ceberût incelikleriyle insanlardan birinin kalbine aktardığı (ifâda) zaman O’na “Konuşan” (Mütekellim) denir. O’nun bazısı işitme organıyla, bazısı görme organıyla, bazısı konuşma organıyla değildir; tersine özünün bütünlüğü sebebiyle onun tümü, iradesine göre zâtıyla düzenlidir. Nitekim O bilir ve di­ler, bir iş O’nu başka bir işten alıkoymaz. O, münezzehtir, O’ndan başka İlah yoktur. O, pek cömerttir, pek iyilik severdir.

Şu halde, Yüce Allah’ın konuşması, ikram etmek istediği kuluna ilminin gizli olanlarını aktarmasıdır (ifâda). Nitekim Yüce Allah buyurmuştur ki: “Musa sözleşmemiz için gelip, Rabbi de onunla konuşunca”, Allah izzetiyle onu şereflendirdi, kutsallığıyla onu yaklaştırdı, dostluk halısına onu oturttu, en yüce sıfatıyla onunla konuştu ve onunla zâtının ilmiyle konuştu. Dilediği gibi konuştu ve dilediği gibi işitti. O’nun konuşması, nitelik altına girmez, “var mıdır, yok mu dur” sorusuna gerek görmez, nelik ve nicelikle nitelenmez. Tersine, O’nun konuşması/kelâmı, bilmesi/ilmi gibidir, bilmesi/ilmi de istemesi/iradesi gibidir; istemesi/iradesi de O’nun sıfatıdır. Sıfatlan da zâtı gibidir. Zâtı ise tenzih ve çoğaltmaktan (teksir) yücedir. O’nun sıfatlan, yorumlamaktan (tefsir) ve ayrıntılandırmaktan (tafsil) pek yücedir. Sıfatları da açıklama ve yorumlamadan pek yücedir; O, her şeyin yaratıcısıdır ve Onun gücü her şeye yeter. Bizim bilmemiz kıt,konuşmamız azdır.Zira konuşmamız,düşünmemizin eseridir;bilgimiz de öğrenme ve düşünmemizin sonucudur.

Yüce Allah’ın bilmesine/ilmine gelince; O’nun bilmesi, aklı gerektirir (onu yaratır); O’nun konuşması da düşünmeyi gerektirir. Zira Yüce Allah, düşün­mez ama bilir; O, düşünmez ama konuşur; hatta O, bilmesi, ilimle­rin kuralı olmak üzere bilir; konuşması, sözlerin ve hallerin temeli olmak üzere konuşur. Durum bizim açıkladığımız biçimde olunca O’nun kelimeleri nasıl bilinir, sıfatlarının incelikleri nasıl sayılabilir? Bilmesinin/ilminin her kelimesi, duyumuzda bir dünyadır; kelime­lerinin her harfi, bedenimizde bir ruhtur. Her şeyi bilgi yönünden kuşatmış ve sayı olarak her şeyi saymış olunca, düşünce daima bu işi yapmayı ûstlense bile O’nun kelimelerinden birini biz nasıl yorumlarız? Nitekim Yüce Allah “De ki, denizRabbimin kelimelerini yasmak için mürekkep olsa, destek olarak bir o kadarı daha getirseydik, Rabbimin kelimeleri bitmeden önce deniz biterdi”buyurmuştur.Allah’ın konuşmasının hakikati ve iç yüzü budur.

İmam Gazali,Düşünme,El-Me'arifu'l-Akliyye(Konuşma ve Söz Üzerine),İnsan yay.
Devamını Oku »

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Bal Arısının Sanatı,Allah’ın İlmine Delildir

Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un ilmine ve malumlarına, insanın ilmi kâfi gelmez. Zira insanın malumatı, hepsi toplansa, bir denizden bir damla değildir. Bakınız En-Nahl sûresinin,"Size hayvanlarda, hakîkaten ibret(Allah'ın ilmine delil)ler vardır, Size onların karınlarındaki işkembe pisliğiyle kan arasından (çıkardığı­mız) hâlis süt(ü) içiriyoruz. İçenlerin boğazından afiyetle kolay ge­çer." mealindeki 66'ncı ayetinde ne büyük îcâz ve i'câz vardır.

Bu ayet-i kerîme ne kadar mûciz ve mu'ciz'dir.. Hayvanların memelerinden alınan sütün, işkembenin içinde toplanan yem ile kan arasından husul buldu­ğunu ilim, takriben altmış sene önce keşfetmiştir. Mesela bağırsaklar içindeki karınca ayakları gibi ince tüyler, kan yapmak üzere hayvanın işkembesindeki yeminden yarayacak gıdayı kana tahvil ettikten sonra, ikinci kez, işkembede toplanmış olan yemden o hayvanın yavrusuna yahud sağılmaya yararlı gıdayı alır. Bu sütün birinci tasfiyesi.. Bu ikinci kez alınan gıda, kana karıştırılmaksızın, kan akışıyla memelere intikal eder. Bu ikinci tasfiye.. Size onların karınlarındaki işkembe pisli­ğiyle kan arasından (çıkardığımız) hâlis süt(ü) içiriyoruz" cümlesinin manası budur.

Hele bir düşünelim.. O asırda, bu işlem kimin aklına gelir?!. Bu İlmî hakikati açıklamaya kim cesaret edebilir?!. Cesaret ederse, nasıl böyle bir İlmî hakikate tesadüf eder?!.. Ey ehli ilim!.. Beraberce bu ayetin hem Allah Teâlâ'nın ilmine, hem Kur'ân'ın hakîkî ilim kitabı olduğuna, hem de Hazreti Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'e gelen vahye kat'î bir hüccet olduğunu itiraf edelim... Yine En-Nahl sûresinin, "Ve Rabb'in bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insan­ların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye. Ve Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yay­lım yollarına git. Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar. Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardir.” mealindeki 68-69'uncu ayetlerinin i'câz ve îcâzına bak.

Bir mü'minin En-Nahletu Tusebbihullâhe kitabını ve Almanlı Baf'tan nakleden Tantâvî'nin bu ayetteki tefsirini okuması lazımdır.

Allah'ın ona göndermiş olduğu ilhamla şereflenen bal arısı hakkındaki on hikmeti buraya yazalım:

1-"Evler edin" ilhamıyla şereflenen bal arısı, en üstün inşaatçı bir mühendistir. Bir İnsan, onaltı sene okur; en az dört sene ihtisas yapar; hendeseyi öğrenmiş olur.. Bal arısı altı ayda hendesenin inşaat bölümü­nü, on ince teferruatıyla öğrenir. Öyle ya, altı köşeli bina, en zor plandır.. Altı köşeli bir ev yapar. Kaç kat, kaç hane?. Saymak lazım..

2-"Sonra meyvelerin her birinden ye" emriyle şereflenen bal arı­sı, üstün bir laboratuarcı, eczacı ve kimyacı olarak her şeyden yer. O altı ay içerisinde bu ilimleri de öğrenir; kemaliyle.

3-Ve bal arısı, Allah Teâlâ'nın ona verdiği gözle, yaylım yollarını takib eder. Üç göz ve her birinde kaç mercek!.. Birinci gözle, çiçeklerin içindeki maddeleri, elli metre mesafeden keşfeder. Dürbün.. İkinci, yani aşağıya bakan gözü, laboratuar vazifesini gören cihazlar.. Kaç çeşit cihaz!.. Üçüncü gözü, yani yukarıya bakan göz, maddeleri birbirinden ayırt edici, adlarını bilmediğim cihazlar.. Fotoğraf çeker; tahlil eder; neti­cesini alır.. Ve daha çiçeğe konmamış.. Aynı zamanda bu göz, kanat­ların içindeki radarla, otuz kilometre ileriyi takib eder.

4-Reisleri olan kraliçenin gözünde, 4900; dişi işçilerde 6300; sade­ce dışarda çalışan erkeklerin gözlerinde ise, 13090 mercimekcik gibi mercekler vardır.

5-"Yollarına git" ilhamıyla şereflenen bal arısının uçuşu, ayrı bir mu'cize.. Öne doğru uçabildiği gibi, ani durumlarda arkaya doğru da uçar. Ve bu uçuşta muazzam ittifak ederler.. Bu uçuşla otuz kilometre mesafeyi bir saatte gidebilir. Aynı zamanda, bir saniye zarfında dörtyüz metre yukardan aşağıya inebilir veya aşağıdan yukarıya çıkabilir.

"Rabb'inin sana kolaylaştırdığı yaylım yolla­rına git."

6-Yol bilir, yönleri bilir; rüzgar ve yağmurlardan korunur.

7-Kanatlarında haberleşme cihazları da vardır. Hatta kovanın için­deki beylerinin tayin ettiği yaylım hududunu aşmazlar. Kanatlarında da­ha birçok cihazlar var; ifade edemedim.

8,9-"Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet çıkar.".. Bal arısı balını, çiçek ve arazinin renginden çıkarır. Çünkü mer'ânın rengi ve çiçeklerin çeşitlerine göre, balda renk­ler bulunur. İkinci olarak, o memleketin mikroplarına mukavemet edebi­lecek bir şerbet çıkarır. Binaenaleyh bunda, iki İlmî hakîkat vardır: Birin­cisi, şifâlı bitkileri tesbit eder. İkincisi tesbit ettiği hangi panzehirin, hangi zehiri öldüreceğini bilir.

10-"Onda insanlar için şifalar vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük ibretler vardır.”

Kimya ve fizyoloji olarak da, çıkarmış olduğu balda çok büyük bir ilim mahareti var. Mesela kimyevî olarak bedenin bünyesini takviye ede­cek ve koruyacak, potasyum, kibrit, kalsiyum, sodyum, fosfor, mağnezyum, demir, mağniz gibi madenleri, balın içinde toplar.

Fizyoloji olarak da, en mühim vitaminleri topluyor. Mesela içinde takriben %25 B/1, B/2, B/3, B/4, B/5 vitamini bulunur. Ayrıca mikropları öldürecek maddeler ihtiva eder.

Hele burnunda bir koku alma hassası var. Birkaç tanesi bir yem bu­lurlarsa, raksederler. O raksla kanatlarıyla arkadaşlarını haberdar edip çağırırlar.

O zerrelerden birisi de karınca... Karıncanın sanatı arıdan daha zariftir. Karınca iâşesini temin etmek için çalışması bir yana, yuvasını yer altında dört katlı, kırk haneli yapar. Soğuğun geleceği, güneşin doğa­cağı tarafı bilir; daima yuvasının kapısını güneye karşı yapar. Yavrularını beslemek için bir hayvanı av yapar; o hayvandan bal gibi tatlı bir mad­deyi çıkarıp yavrusuna yedirir. Bazen de bir karınca toplumu diğerine harb açarlar. Harb için bir yeri tayin ederler.

Harb zamanında saf saf, manga manga olurlar. Akşam olunca her bir toplum kendi tarafına gider; toplanırlar; yaralı olanları tedavi ederler; esirleri hapsederler; hatta ken­dilerine hizmetçi ederler. Bazen esirlerini güneşli havaya çıkarır ve başı­na nöbetçi dikerler. Hâsılı en az insan kadar hayât-ı ictimâiyelerinde bilgindirler. Bunlara benzer daha neler, neler... İşte karıncada da tefek­kür et...Bu iki hayvan yer küresindeki şu kadar âlemden iki ferddir.

Bu kelimeyi unutmayalım.. Bir kat apartmanı yapan, yüz ciltlik güzel kitab yazan, hesap makinasını da yapan birer ferdlerdir. Hele bir başını kaldır gök âlemine bak; fezâdaki irtibatına, kainatın nizamına... Ve hem de kendinde tefekkür et... Hâlık'ın ilmini bildiren dellallar yok mu? Yoksa; kulak yok... yoksa; göz yok...

Beraberce ikrar edelim ki Allah vardır, âlimdir, kâdirdir, O’nun bilgi­sine kimsenin akıl erişmez. İşte bu kadar kainat unsurları, demir, bakır, oksijen, azot, hidrojen, altın, gümüş, nebatlar ve sâirelerin her biri ayrı ayrı ilim, fen... ve her fende milyon mesele ve konular... Noktalardan bir noktayı çözen ve bilen kimsenin ilmini ikrar ederken, kainatın Hâlık'ını hatırla... "Onun ilmi ne kadardır; Kaç fen?.." diyebilir misin?.. Hayır, beşer ilmi, O'nun ilmine erişmez. Erişmez ise, Allah'ın kitabı Hazreti Kur'an ve yarattığı kainatın, İlmine delâlet ettiğini beraberce ikrar edelim. İşte İlmullah...

Ey insan! Bak Cenâb-ı Hakk'ın hükmüne.. O'nun sana ihtiyacı yok­tur. O, insanın kalbine ne geleceğini bilendir. İstersen inanma..

"Musa (kavmine) dedi ki: Siz de, yeryüzünde bulunanların hepsi de nankörlük edip (O'nu) inkâr edersiniz de yine şübhesiz Allah (her şeyden) ihtiyacsız ve her hamde layıktır." [İbrahim,8]

 

İsmail Çetin - Ehl-i Sünnetin Nazarı İtikadın Ölçüsüdür
Devamını Oku »