Kulların Fiillerinin Yaratılması



Ebû Hanîfe el-Vasiyye’de dedi ki:
Kul, fiilleri, ikrarı ve bilgisi ile beraber yaratılmıştır. Fail yaratılmış olunca, fiilleri haydi haydi yaratılmıştır. Ebû Hanîfe el-Fıkhu’L-ekber’de dedi ki: Allah yarattıklarından hiçbirini küfür ve imana icbar etmedi; hiçbir kimseyi mümin veya kafir olarak da yaratmadı. Sadece onları şahıslar olarak yarattı. İman ve küfür kulların fiilidir. Allah, kulları küfür ve imandan beri olarak yaratmış, sonra onlara hitap etmiş, emirler ve yasaklar koymuştur. Kafir olan kendi fiili, inkarı ve inadı ile kafir olmuştur. Bu, Yüce Allah’ın ona olan yardımını kesmesi ile olmaktadır. İman eden de kendi fiili, ikrarı ve tasdiki ile iman etmiştir. Bu sonuncuların hepsi Allah’ın tevfıki ve yardımı ile olmuştur. Kulların hareket ve sükun türünden olan bütün filleri, onların gerçek eylemleri (kesbleri)dir. Allah ise bu fiillerin yaratıcısıdır.

Ebû Hanîfe Yusuf b. Halid es-Semtî ve Abdülkerim el- Cûrcanî’nin rivayetine göre dedi ki: İki telâkki (cebir ve tefviz) arasında yer alan bu kanaat bizim görüşümüzdür. O, [Hz. Peygamber'den rivayet edilen haber] hangi tarafa meylederse ben de oraya yönelirim. Muhammed b. Ali’nin2 (r.a) dediği gibi ne icbar altında tutmak (cebir), ne tasarrufu tamamen kula bırakmak (tefviz) vardır ve ne de ilahi fiillerin Allah’ın iradesi dışında (bi’t- tab’) meydana gelişi (teslît) bahis konusudur. Ebû Hanîfe el-Fıkhul- ebsat’ta dedi ki: Kul, Allah’ın kendisine verdiği ve masiyette değil, itaatta kullanmasını istediği kudreti (istitaatı) harcamaktan sorumludur.

Ebû Hanîfe el-Vasiyye’de dedi ki: Ameller farz, fazilet ve masiyet olmak üzere üç kısımdır. Farz, Yüce Allah’ın emri, dilemesi, sevgisi, rızası, yaratması, takdiri, hükmü, ilmi, muvaf­fak kılması ve levh-i mahfûzda yazması ile sabittir. Fazilet, Allah’ın emri ile değil; dilemesi, sevgisi, rızası, kazası, kaderi, hükmü, ilmi, tevfıki, yaratması ve levh-i mahfuza yazması iledir. Masiyet ise; Allah’ın emri ile değil, meşîeti ile; rızası ile değil, ka­sası ile; muvaffak kılması ile değil, takdiri ile ve bir de hızlanı, İlmi ve levh-i mahfuza yazması iledir. Hülasa hayır ile şerrin tepsinin takdiri Allah’tandır.



BeyâzîzâdeAhmed Efendi,Ebu Hanife'nin İtikadi Görüşleri
M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI
Devamını Oku »

Günah İşleyenlere Şefaat Edileceği



Ebû Hanîfe el-Fıkhu'l-ekber’de dedi ki:
Peygamberlerin a.s şefaati haktır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v) şefaati ise günahkâr müminlere; onlardan büyük günah işleyen ve cezayı hak edenleredir. Ebû Hanife İmam Muhammed, Belhî, İbnu’l-Muzaffer ve Harisinin rivayetlerinde dedi ki: Bana Nuh b. Kaya, Yezid er- Sakkaşî den, o da Enes’ten Hz. Peygambere: “Ey Allah’ın Elçisi! Kıyamet günü kimlere şefaat edersin?“ diye sorduklarını ve Hz. Peygamberin: “Büyük günah ve kusurlar işleyen ve kan akıtana” dediğini anlattı.

Ebû Hanîfe şöyle dedi: Bana Seleme b. Kuheyl, Ebu’z-Za’râ’dan, Ibn Mes'ûd ve Yezid b. Suheyb’den, onlar Cabir’den Hz. Peygamberden şöyle dediğini rivayet etti: Şefaatim sayesinde içinde hiçbir kimse kalmayacak şekilde bütün inananlar cehennemden çıkacaklardır ancak şu ayetin kapsamına girenler bunun dışında kalacaklardır: "Sizi şu yakıcı ateşe salan nedir? (diye sorulur) “Biz namaz kılanlardan değildik, yoksulu doyurmuyorduk, (batıla) dalanlarla birlikte dalıyorduk, ceza gününü yalan sayıyorduk, sonunda bize ölüm geldi çattı.” derler, (o gün) şefaatçıların şefaati onlara fayda vermez.”

(Ebû Hanife dedi ki):
Bana Atiyye b. Sa’d el-Avfî Ebû said el- Hudrî2 ve Abdülmelik b. Umeyr’den, Abdullah b. Abbas’tan: Hammad, Rib'i b. Hıraş’tan, Huzeyfe b. el-Yeman’dan (r.a) tümü de Hz. Peygamberden onun: “Rabbinin seni makam-ı mahmûda göndereceğini umabilirsin” ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Makam-ı mahmûd şefaattir. Allah, iman ehlinden bir topluluğa günahları sebebiyle azap eder. Sonra Hz. Muhammed’in şefaati ile onları cehennemden çıkarır ve onlara “el-Hayevan" denilen bir nehir verir, onda yıkanırlar. Sonra cennete girerler ve orada “cehennemlikler” diye isimlendirilirler. Sonra Allah’a niyaz ederler de bu isim kendilerinden kaldırılır ve bundan böyle “Allah’ın azadlıları” diye çağrılırlar.



BeyâzîzâdeAhmed Efendi,Ebu Hanife İtikadi Görüşleri

M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI
Devamını Oku »

Kabir Azabı ve Münker-Nekir



Ebû Hanîfe el-Fıkhu’l-ekber’de dedi ki;Kabirde ruhun kula iade edilmesi, kabrin sıkıştırması ve azabı bütün kafirler ve müslümanlardan günahkâr olanların bir kısmı için haktır, mümkündür ve vakidir.

Ebû Hanîfe el-Vasiyye’de dedi ki: Hakkında hadisler bulunması dolayısıyla kabirde, Münker ve Nekir’in sualleri hak ve vakidir. el-Fıkbul-ebsat’ta ise şöyle dedi: Kim kabir azabını tanımıyorum, derse o, helâk olacak olan pis Cehmiyye zümresindendir. Çünkü o, Yüce Allah'ın kabir azabını kastederek: "Onlara iki defa azap edeceğiz”ve "Zulmedenler için bundan ayrı bir azap daha vardır."sözlerini inkâr etmektedir. Eğer bir kimse derse ki "Ben ayete inanıyorum fakat onun te’vil ve tefsirine inanmıyorum" küfre girer. Çünkü Kuran’dan bazı ayetlerin tevili, tenzilinin aynıdır. Eğer onu inkâr ederse kafir olur.

Ebû Hanîfe Harisi ve Belhî’nin rivayetlerinde dedi ki; Bana Alkame b. Mersed, Sa’d b. Ubeyde’den, o Berâ b. Âzib’den (r.a) rivayet etti;

Hz. Peygamberim (s.a.v) şöyle buyurduğunu söyledi: “Mümin kabre konulduğu vakit ona melek gelir, oturtur ve “Rabbin kim?" diye sorar. O, “Allah” der. “Peygamberin kim?" diye sorar, “Muhammed” der. “Dinin ne?” diye sorar, o, “Islâm” der. Kabri genişletilir ve cennetteki mekânını görür. Ölü kafir ise melek onu oturtur ve: “Rabbin kimdir?” diye sorar, o bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. “Melek: Peygamberin kimdir?” diye sorar. O, bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. Melek: “Dinin nedir?” diye sorar, o bir şey kaybetmiş gibi “hah! Bilmiyorum” der. Bunun üzerine kabri daraltılır ve cehennemdeki yerini görür. Sonra ona cinlerin ve insanların dışında her şeyin duyacağı bir darbe vurur.

Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözlerden sonra: “Allah kesin bir söz ile inananları dünya ve ahirette sabit kılar ve zalimleri sapıttırır. Allah dilediğini yapar.” ayetini okumuştur.

Ebû Hanîfe dedi ki: Bana Heysem b. Habib es-Sayrafı, Hasan el- Basrî’de, Ebû Hüreyre'den, Hz. Peygamberden (s.a.v) şöyle buyurduğunu rivayet etti: “Kim Cuma günü ölürse, kabir azabından korunur.


BeyâzîzâdeAhmed Efendi,Ebu Hanife İtikadi Görüşleri

M.Ü. İLAHİYAT FAK. VAKFI
Devamını Oku »

Mi’racı Nasıl Anlamalı ve Mi’rac Gecesinde Neler Yapılmalıdır ?



Çağımızda, Mi’rac’ı en iyi anlatan, Mi’rac’la ilgili en zor sorulara en ikna edici tarzda cevap verenlerden biri ve birincisi hiç şüphesiz çağın düşünürü Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Bu davamızın doğruluğunu anlamak isteyenleri, onun Sözler adlı kitabındaki 31. Sözle, Mektûbat adlı kitabındaki 24. Mektubun İkinci Zeylini okumaya davet ediyoruz. Bediüzzaman’ın izahının, araştırmacılar tarafından hüsn-ü kabul görmesinin ve mevcud izahlara fark atmasının sebebi, onun meseleyi aklen ele alması, ikna edici misallerle işlemesidir. Daha konuya girmeden önce bir ihtarı var ki o bile fevkalade takdire şayandır.

Diyor ki: Mi’rac meselesi, iman esaslarından sonra gelen ve onların nurlarından medet alan bir nurdur. Mi’raç, iman esaslarını kabul etmeyen dinsizlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Böylelerine önce iman esaslarını isbat etmek gerekiyor. Öyle ise biz, öncelikle Mi’rac’ı anlamakta zorlanan ve vesveseye düşen bir mü’mini muhatap alacağız. Ara sıra da dinleme makamında tuttuğumuz inkârcıya sesleneceğiz.

1-Mirac’ın hakikatı nedir?


Mi’racın hakikati, Peygamberimizin “meratib-i kemalatta seyr-i sülûkündan ibarettir.” Yani olgunlaşma mertebelerinde ilerlemesi ve yükselme kaydetmesidir. İlmen, fikren, halen terakki etmesi, kemal mertebelerini aşması, Sidre'ye uçması, Kab-ı Kavseyn makamına yanaşması, Hakk'ın cemaline kavuşmasıdır.

Olgunlaşma nasıl ve ne ile olur? Meratib-i kemalat denilen «olgunlaşma mertebeleri», gezmekle, görmekle, anlamakla kazanılır. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Mi’racla kimsenin gezmediği yerleri gezmiş, göremediği yerleri görmüş, anlayamadığı şeyleri anlamıştır. Burak’a binmiş, berk yani şimşek sür’atiyle gitmiş, gökleri seyretmiş, menzilden menzile, daireden daireye girmiş, mertebeden mertebeye yükselmiş, Cenab-ı Hakk'ın her yerdeki hâkimiyet ve rubûbiyyetini görmüş, o dairelerin semalarında (göklerinde) yahut o semaların dairelerinde makamları bulunan ve kardeşleri olan peygamberlerle birer birer görüşmüş, tâ “kab-i kavseyn” tabiri ile ifade olunan imkân ve vücûb arası bir makama girmiş, zaman ve mekan kayıtlarından uzak olarak Cenab-ı Hakk'in kelamına ve sohbetine muhatap olmuş, Cemalini görmekle şereflenmiştir.

Ne büyük mazhariyyettir bu? Dünyada iken baş gözüyle kâinatin Yaratıcısını görmek, peygamberler de dahil hiç kimseye nasip olmamıştır. Onun içindir ki o göklerin, fizik ve metafiziğin yolcusuna, o Hakk'ın misafirine kemalat ve fazilette kimse ulaşamamıştır, onun için O eşsizdir.

2-Miraç, Hz. Peygamber’in “Fena âleminden beka âlemine girişi”dir, deniliyor. Bu ne demektir, biz bunu nasıl anlamalıyız?

Mi’rac, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin fena aleminden, beka alemine girmesidir. Mi’rac, bir Dünyalı’nın (s.a.v) ruhuyla ve cismiyle fizik aleminden ayrılıp metafizik alemine uçmasıdır. Anlatılması mümkün olmayan şeyleri bir anda görüp dönmesidir. Mi’rac olayını ve Mi’rac'da cereyan eden hadiseleri insan havsalası kavrayamaz. Çünkü akıl kabı küçüktür, o olayı kuşatamaz. Çünkü beka aleminde görülenleri, fena aleminde ölçecek, tartacak bir alet yok. Onun için Mi’racın Sultanı, Hakk'ın davetlisi olan Peygamberimiz, cenneti, Cenab-ı Hakk’ın kudsî hadisinde geçen şu ifadelerle tanıtmak istemiştir:

“Ben salih kullarıma öyle şeyler (ve öyle bir cennet) hazırladım ki, o cennetin benzerini ne göz görmüştür, ne kulak işitmiştir? Ne de insanoğlunun hatır ve hayali onu canlandırabilir!.”

Peygamberimiz’in Miraca bir anda gidip dönmesini ve yukarda ki sözünü anlayabilmemiz için bir misal verelim: Bir anne karnında dördüz bulunduğunu düşünelim. Bir hikmete binaen anne karnı açılsa, o dördüzlerden biri dünyaya çıkarılsa dünya ve içindeki şeyler gösterildikten sonra tekrar anne karnına konulsa bu çocuk:

- Arkadaşlar! Ben bir anda dünyaya götürüldüm, getirildim. Dünyanın her yerini gezdim, her şeyini gördüm, dese yalan söylemiş olur mu? Olmaz.

İşte Mi’rac hadisesi bu. Bir anda dünya ananın karnı açılıyor, fena âleminin kapıları açılıyor. İçimizden Birisi, Birincisi ve Sonuncusu ahirete alınıyor, gezdiriliyor, gökler ve göklerin sakinleri, Arş, Kürsi, Levh u Kalem, Sidre-i Münteha, Cennetler ve Mevla'nın cemali, Cehennem ve Cehennemlikler bir anda gösteriliyor tekrar dünyaya konuluyor.

Anne karnından dünyaya getirilen ve tekrar yerine konulan diğer arkadaşları:

Madem bir anda dünyaya gittim geldim diyorsun, öyleyse dünya nasıl? bize anlat, deseler; bu zat dünyayı onlara nasıl anlatsın? Anlatamaz. Anlatsa dahi dinleyenler anlayamaz, Çünkü dünya ile anne karnının hiç bir benzerliği yok ki, dağ dese anne karnında dağ yok, orman dese orman yok; yer, gök, ay, güneş, cennet gibi bir bahar, cehennem gibi bir kış var dese, hiç birini anlayamazlar, Çünkü bunların hiç biri anne karnında yok.

Bu uzun ve şaşırtıcı cevapları bırakır da "dünya öyle bir yer ki ne gözünüz onun benzerini görmüş, ne kulağınız işitmiş, ne de hayaliniz canlandırabilmiştir” dese hem onları ikna etmiş olacak hem de meraklarını ateşlemiş olacaktır. İçlerinde “keşke biz de gidip görsek” arzusunu uyandıracaktır. Cenab-i Hak da bu arzularını gerçekleştirecek, dokuz ay sonra onları umdukları dünyaya kavuşturacaktır.

İşte dünyadan, fena aleminden beka alemine alınan, mülk ve melekût alemleri kendisine gösterilen Peygamberimiz, dünyanın bin sene mutlu hayatından bir saati daha üstün olan Cenneti Kudsî Hadis’in bir parçasıyla: “Onun gibisini ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de hayaller canlandırabilmiştir!.” yollu veciz ve mu’ciz bir ifade ile anlatmış, ümmetinin merakını tahrik etmiştir.

Anne karnındakiler, oradan daha büyük bir dünyanın olduğunu kabul etmezlerse, 9 ay sonra inanmadıkları dünyada gözlerini açınca utanacakları gibi; şu fani dünyadan başka, ebedi bir dünyaya, ahirete inanmayanlar ve orada geçerli döviz olan İslamiyet'e sarılmayanlar da 9 ay, veya 9 yıl yahut 90 yıl sonra inanmadıkları ahirette gözlerini açınca utanacaklar, inançsızlıklarının cezasını çekmek üzere Cehennem hapsine atılacaklardır.

Anne karnı şu dünyanın yanında ne kadar küçük kalırsa, ahiretin yanında şu dünyamız da o kadar belki ondan daha küçük kalacaktır. Onun için ahirete göre dünya bütün parlaklık ve güzelliği ile beraber “bir zindan hükmündedir.” denilmiştir.

Cennet de Cehennem de çok yakın bize. Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: •Cennet sizin her birinize nalınının tasmasından daha yakındır. Cehennem de öyledir. » Bu ikisi ölüm kadar yakındırlar. Ölüm, hiç umulmadık bir zamanda kapıyı çalabilmektedir. Ahirzaman muallimi Hz, Muhammed (s.a.v) buyuruyor ki: “Akıllı insan, nefsini (herkesten) küçük gören, onu hesaba çeken ve ölümden sonrasi için çalışandır. Aciz ve zavallı insan da nefsinin arzularına uyan, sonra da Allah’ın bağışlayıcı olmasıyla kendisini aldatan insandır.“ Öyleyse insan, öyle işlerle uğraşmalı ki ölüm geldiği zaman ve ahirette gözlerini açtığı zaman utanmasın, rezil olmasın.

3-Mi’racın uzun mesafesiyle, “andolsun ki, biz insanoğluna şah damarından daha yakınız!” mealindeki ayetin ifade ettiği mesafesizliği nasıl bağdaştırmalı ve nasıl anlamalıyız?

Cenab-ı Hak, bize son derece yakındır; biz ise O’na son derece uzağız. Güneş buna en güzel misaldir. Güneş, elimizdeki aynamız sayesinde bize son derece yakındır. Eğer güneşin şuuru olsaydı aynamız aracılığıyla bizimle konuşabilirdi de. Çünkü o ışığı ve ısısıyla bize bizden yakındır. Biz ise ondan, onun zatından 149,5 milyon kilometre uzağız. Teşbihte hata olmasın Şems-i Ezeli olan Allah, isim ve sıfat ışıklarıyla her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vacibü’l-Vücûd’dur, mekândan münezzehdir, hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat her şey son derece Ondan, Onun Zat’ından uzaktır. İşte Peygamberimizin uzun mesafeyı tayyederek (dürerek) gitmesi ve bir anda yerine gelmesinin sırrı ve sebebi budur. Biz güneşe gidecek olursak ne kadar uzun zaman alacağı malum. Ama güneş bize gelecek olsa ne kadar kısa zamanda o uzun mesafeyi keseceği de bilinmektedir. İşte Peygamberimizin Mi’racın’da böyle bir tecelli vardır. Yani Şems-i Ezelî’nin akrebiyetinin tecellilsi.

Mi’rac, Peygamberimizin velayetinin seyr-i sülûkudur. Veliler nasıl ruhanî seyr-i sülûklarıyla kırk günden tâ kırk seneye kadar iman mertebelerinin hakka’l-yakîn derecesine çıkıyorlar; öyle de, bütün velilerin sultanı olan Peygamberimiz de sadece kalbi ve ruhuyla değil, cismi, duyguları ve latifeleriyle kırk sene yerine kırk dakikada, belki bir anda veliliğinin en büyük kerameti olan Mi’racla büyük bir cadde açmış, iman hakikatlerinin en yüksek derecelerine gitmiş, Mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında Allah’a imanı ve ahirete imanı gözüyle görmüş, cennete girmiş, ebedî saadeti müşahede etmiş, ümmetinin bütün velileri o Mi’racın gölgesinde seyr-i sülûk yani kalbî ve ruhanî yürüyüş yapsınlar diye o büyük caddeyi açık bırakmıştır.

4-Mi’rac, neden sadece Hz. Muhammed (s.a.v) efendimize tahsis edilmiştir?
Miraç Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) Efendimize has bir olaydır. Onun mu’cizelerindendir.

Süleyman Çelebi’nin de dediği gibi …Ne insan, ne cinn, ne melek, ne peygamber bundan önce hiç kimse Mevlâ ile görüşme gibi bir devlete nail olmadı, hiç kimse Miraç gibi bir asansöre bindirilmedi ve hiç kimse mertebelerin en yücesine çıkarılmadı, Ezel Sultanı’nın sohbetine mazhar olmadı. Dolayısıyla hiçbir ümmete Miraç Gecesi gibi bir gece verilmedi. Çünkü dost ve düşmanlarının ittifakıyla güzel ahlakın en yüksek derecesi Peygamberimizde bulunuyordu. O âlemin Yaratıcısının sonsuz kemaldeki cemalinin görünmesine ve gösterilmesine araç ve ayna oldu. O, âlemlerin Rabbinin, her yerde birliğini ve tevhidin bütün mertebelerini aleme ilan etti. Âlemin Sahibinin, eserlerindeki güzelliklerin işaretiyle Allah’ın Zatındaki sonsuz güzelliklerini gösterdi. O’nu sevdi ve başkalarına sevdirdi.

Allah’ın kudret mu’cizelerini, kıymettar mücevherlerini en yüksek çapta ve boyutta tanıttı ve teşhir etti. Türlü türlü zinetlerle süslendirilen, şuurlu yaratıkların gezme ve tefekkürüne açılan Allah’ın şu kâinat sarayında cinlere, insanlara ve meleklere Kur’an aracılığıyla rehberlik etti. Allah’ın nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını, nereden gelip, niçin gelip ve nereye gittiğimizi en yüksek ve en mükemmel bir şekilde o açıkladı, Risalet vazifesini kusursuz bir şekilde o ifa etti. Şükrün, zikrin, ibadet ve itaatin, dua ve niyazın en çaplısını, en ısrarlısını, en şevklisini, en yorucusunu, en zevklisini, en coşkulusunu Allah’a O takdim etti. Böyle bir Zat, elbette Kab-ı Kavseyn makamına çıkacak, ebedî saadetin kapısını çalacak, imanın gaybî (görünmeyen) hakikatlerini görecek, Mi’racla lutuflandırılacak, şereflendirilecektir ve öyle de olmuştur.

Bu sebeple biz, Kâinatın Fahriyle iftihar ediyoruz, gecemizle iftihar ediyoruz; bizi Onunla ve Onun geceleriyle şereflendirdiği ve nuruyla aydınlattığı için Mevlây-ı Züîcelâle şükürler, hamd ü senalar ediyoruz.

Miraç, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) üm¬meti adına Cenab-ı Hak'la ömrî görüşmesidir. Milletin vekili olan bir başbakan nasıl cumhurbaşkanıyla aylık, haftalık görüşmelerde bulunur, milletinin arzu ve isteklerini ona takdim eder, cumhur başkanının emir ve dileklerini de millete getirirse aynen öyle de Hz. Muhammed (s.a.v.) de bütün yaratıkların vekili, cinlerin ve insanların son peygamberi sıfatıyla, Kâinatın Yaratıcısı ve Hâkimi Yüce Allah ile ömrî görüşmesini yapmış, insanlığın en büyük arzusunu takdim etmiş: Ya Rabbi ümmetim BEKA istiyor, LİKA istiyor, diye niyazda bulunmuş, ümmetinin affını dilemiştir,.

Cenab-ı Hak'tan, Süleyman Çelebî’nin ifadesiyle:

"Ümmetini sana verdim ey Habib / Cennetimi onlara kıldım nasib"

müjdesini alıp gelmiştir.

5-Süleyman Çelebi’nin “Gel Habibim Sana Aşık Olmuşam” mısrasını nasıl anlamalıyız?

Mevlid-i Nebevî ile Mi’raciyenin okunmasını son derece faydalı ve İslâm’ın güzel bir adeti bulan, iman hakikatlerinin ihtar edilmesi için en hoş ve en şirin bir ders gören, Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’yi rahmetle ve şükranla anan Bediüzzaman, merhumun yukardaki mısrasını tahlil ve tashih etmekten de kendini alamamıştır. Şöyle ki: “Sana aşık olmuşum” ifadesi, Vacibu’l- Vücûd olan Allah’ın kudsiyetine ve hiçbir şeye muhtaç olmama anlamına gelen “istiğna” düsturuna uygun düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin mevlidi herkesin beğenisine layık olmuştur ve madem o, velayet ve hakikat ehlidir; öyleyse onun vurgulamak istediği mana doğrudur, o mana da şudur: Cenab-ı Hakk’ın sınırsız cemali ve kemali vardır. Kâinatın her tarafına yayılmış olan cemal ve kemalinin bütün çeşitleri Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin işaretleridir. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini seveceği gibi Yüce Allah da sınırsız cemal ve kemalini pek çok sevmektedir. Hem de kendine layık bir muabbetle sevmektedir. Hem de cemalinin pırıltıları olan isimlerini sevmekte, dolayısıyla isimlerinin güzelliklerini gösteren sanatını sevmekte, cemal ve kemaline ayna olan sanat eserlerini ve onların güzelliklerini sevmektedir.

Madem Sevigli Peygamberimiz Allah’ın sanat eserleri içinde en mükemmel ferddir ve yaratılmışlar içinde en mümtaz şahsiyettir ve madem Allah’ın sanatını zikir velvelesi ve tesbih çığlıklarıyla en güzel O teşhir ediyor, İlahi isimlerdeki cemal ve kemal hazinelerini Kur’an diliyle O açıyor, küllî kulluğuyla ilahî Rubûbiyyete O aynadarlık ediyor, öyleyse kâinatı içinde toplayan mahiyetiyle, Allah’ın bütün isimlerine tam bir ayna da O olmuştur. İşte bunun için denilebilir ki Cemil-i Zül’celal kendi cemalini ve isimlerini sevdiğinden, cemalinin ve isimlerinin en mükemmel, isimlerinin en parlak aynası olan Hz. Muhammed’i de (s.a.v) sever. Ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Sanatını ve yarattıklarının güzelliklerini sevdiği için, sanatını en yüksek sesle dile getiren, zikir ve tesbih çığlıklarıyla aleme ilan eden, güzel ahlakın doruk noktasında bulunan Hz.Muhammed’i de (s.a.v) sever.

Bu izahlardan anlaşıldı ki, Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti, rahmeti gibi kâinatı kuşatmıştır. Öyleyse şu sınırsız mahbublar, (sevgililer) içindeki en yüksek makam Hz. Muhammed’e (s.a.v) aittir ki “Habîbullah” lakabı O’na verilmiştir. İşte bu en yüksek “Mahbubiyet Makamı”nı Süleyman Çelebi “Sana aşık olmuşum” ifadesiyle dile getirmiştir. Madem bu mana, Allah’ın şanına uygun olmayan manayı hayale getiriyor, öyleyse bunun yerine “Gel Habibim, Senden razı olmuşum” denilmelidir.

6-Mi’raca lüzûm var mıydı?

Peygamberimize kadar geçen zaman içerisinde çeşitli bölgelerde birden fazla peygamber de bulunabiliyordu. Aynı anda, aynı bölgelerde iki peygamber görevlendirildiği de vaki idi. Peygamberimizle bu duruma son verilmiş oldu. Çünkü Cenab-i Hak O'nu bütün bir aleme cin ve inse hatta bütün bir kâinata SON PEYGAMBER olarak tayin etmişti. Çünkü zaman ahirzamandı. Ondan sonra bir daha peygamber gönderilmeyecekti. O nübüvvet müessesesinin hatemi, peygamberlerin sonuncusu Hatemü'l-Enbiya idi. Kıyamete kadar insanlığın tek mürşidi, mujdecisi, kurtarıcısı O ve O'nun nuru olacaktı.

Kâinatın şerefi, gözü, gözdesi, alemlerin fahri, insanlığın efendisi olan bir Zat'in elbette ki kâinatı gezmesi, görmesi ve kâinat içindeki şeyin en yüksek maksadını, en büyük neticesini anlaması gerekiyordu., Ve her tabakanın ayrı ayrı kulluk vazifelerini bilmesi, Allah'ın rubûbiyyetinin saltanatını, hakimiyyetinin haşmetini müşahede etmesi, nelerle hoşnud olacağını öğrenmesi, gördüklerini ve öğrendiklerini anlatması; böylece Allah'ın saltanatının dellalı olması lazım geliyordu, Onun için Mi’rac gibi bir seyahate lüzûm görüldü. Çünkü oturarak edinilen bilgi ile, gezilerek, görülerek edinilen bilgi bir değildi. Onun için Peygamberimiz, Cenab-ı Hakk'ın emri ve izni ile kâinati dolaştı, gökleri gezdi, gördü, Cenab-ı Hakk'ın en büyük dairesinin adı olan Arş-ı Azam'a çıktı, imkân ve vücûb ortasında kab-ı kavseyn ile ifade edilen makama girdi ve Zat-i Celil-i Zü'l-Cemal ile görüştü.

7-Resûlullah efendimize dünyada iken cennet ve cehennemin gösterilmesinin hikmeti nedir?

Bunda çok hikmetler vardır, biz sadece bir tanesini söylemekle yetineceğiz: Cennetin iyilik ve güzellikleri, cehennemin de azabı ve dehşeti sınırsızdır. Eğer onları Peygamberimiz dünyada iken görmeyip te kıyamet gününün başlarında görseydi, cennetin güzelliklerine dikkati takılabilir, ya da cehennemin dehşetinden korkabilirdi. Bu da, o gün şefaat bekleyen ümmetine bütünüyle yönelmesine engel olabilirdi. Onun için Yüce Allah Mirac Gecesinde bunları gösterdi ki o gün onlar kalbini ve dikkatini fazlasıyla meşgul etmesin. Etmesin ki o gün sadece ümmetini düşünsün, ümmetinin kurtuluşu için şefaat hakkını kullansın. Bu da merhameti sonsuz Allah’ın lütuf ve merhametinin ayrı bir tecellisidir.

8-Peygamberimiz mirac'a ruhu ile mi gitmiştir, yoksa cismiyle mi? Rüyasında mı gitmiştir, yoksa uyanıkken mi?

Bu sorunun cevabı tartışmalıdır. “Ruhu ile ve rüyada gitmiştir” diyenler olduğu gibi; “hem ruhu hem de cesediyle gitmiştir.” diyenler de vardır. Bu ikinci görüşü benimseyen Veliyyullah Dihlevî, “Mirac bedenle cereyan etmiştir ama, o sırada beden, ruhun sıfatlarını taşır vaziyette bulunmuştur.” der. Aşağıda da görüleceği gibi Bediüzzaman bunu: “Latif cismi, sür’atli ruhuna tabi olmuştur” sözüyle ifade etmiştir. Her iki görüş mensupları kendilerini haklı çıkarabilecek deliller ortaya koyabilmekteler, ancak biz, “hem ruh ve hem de cesediyle beraber gitmiştir.” Görüşünü benimseyenlerdeniz.

Görüşünü paylaştığımız Çağın Düşünürü Bediüzzaman bu meseleyi şu şekilde izah etmektedir: Yüce Allah mülkünde ve melekûtundaki harika ayetlerini (mucizelerini) göstermek, şu âlemin tezgahlarını, kaynaklarını ve insanlığın ahirete ait amellerinin neticelerini Peygamberimize temâşâ (seyr) ettirmek istemiştir. Elbette Peygamberimizin, alem-i mubsirat (görülmesi gereken alem) in anahtarı hükmündeki gözünü ve alem-i mesmuat (işitilmesi gereken alem)deki ayetleri işiten kulağını Arş'a kadar beraber alması lazım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vazifelerine sebep olan alet ve cihazlarının makinesi hükmündeki mübarek ismini dahi Arşa kadar götürmesi aklın ve hikmetin muktezası (gereği) dir. Cenab-i Hak, hikmetinin gereği olarak Cennet'te cismi, ruha arkadaş edecek, çünkü ruh, dünyada iken kulluk vazifelerini cesedle beraber yapmıştır, hadsiz lezzetleri ve acıları onunla beraber tatmıştır.

Madem Cennet'e, cisim ruh il!e beraber gidecek; elbette Cennetü'l-Me'va'nın gövdesi olan Sidretü'l-Münteha'ya götürülen Peygamberimiz de hem ruhu ve hem de cesediyle götürülecektir. Çünkü Efendimiz’in (s.a.v) ruhu, vazifelerini, ibadetlerini cesediyle birlikte yapmış; lezzetlerini ve acılarını cihazatının (organlarının) mahzeni olan cismiyle tadmıştır. Elbette onun mübarek cismi, yüce ruhuyla Arşa kadar beraber gidecektir.

9-Bin türlü zorluklarla ve uçakla ancak birkaç kilometre yükseğe çıkılabilir, bir insan cismiyle binler senelik bir yolu nasıl bir kaç dakikalık bir zaman içinde gidip gelebilir?

Dünya gibi ağır bir cisim, fenni hesaplara göre yıllık hareketiyle bir dakikada 188 saatlik bir mesafeyi kesiyor. Takriben 25 bin senelik bir yolu, bir sene de alıyor.

Acaba dünyamıza şu muntazam hareketi yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren Kudreti Sonsuz, bir insanı Arş'a çıkaramaz mi? Güneşe koyduğu cazibe (çekme) kanunuyla pek ağır bir cisim olan dünyayı, Mevlevi gibi güneşin çevresinde gezdiren Şems-i Ezel (Allah), rahmetinin cazibesiyle ve muhabbetinin cezbesiyle bir kulunu cismiyle beraber berk (şimşek) gibi Arş-i Rahman'a çıkaramaz mi?

10-Bir kaç dakikada binlerce senelik mesafeyi gitmek akıl almaz şey, ne dersiniz?

Cenab-ı Hakk'ın san'atında hareketler çeşit çeşittir. Mesela sesin sur'atiyle ışığın, elektriğin, ruhun ve hayalin sur'atleri farklı farklıdır. Gezegenlerin dahi hareketleri o kadar değişiktir ki akıl hayret etmektedir. Bunları kabul eden akıl, acaba latif cismi, sur'atli ruhuna tabi olan Hz. Peygamber'in ruh sür'atindeki hareketini nasıl reddeder?

Bazen öyle olur ki bir veya on dakikalık bir rüyada meydana gelen hadiseleri uyanıkken yapmaya kalksanız belki yıllar alabilir. Demek oluyor ki bir zaman-i vahid (tek bir zaman) (uyuyan ve uyanık) iki şahsa göre, birisine bir gün, birisine de bir sene olabilir

Peygamberimizin Mi’racına kısır aklımızla ve kışırdan ibaret cismimizle değil, O'nun aklıyla ve Onun mübarek latif cismiyle bakmalıyız.

11-Mi’racın benzeri bir başka olay var mı?

Mi’racın benzeri olaylar o kadar çok ki hesaba gelmez. Mesela: Her göz sahibi, gözüyle yerden ta Neptun gezegenine kadar bir saniyede çıkabilir. Her ilim sahibi, astronomi kanunlarına binip, yıldızların ta arkasına bir dakikada gidebilir. Her iman sahibi, namazın rükünlerine fikrini bindirip bir çeşit mi’rac ile kainatı arkasına atıp, Huzur'a kadar gider. Her kalb sahibi ve her kâmil veli, seyr-i sülûk (ruhi yürüyüş) ile Arş'dan, Allah’ın isim ve sifatlarının dairesinden kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylanî ve İmam-i Rabbani gibi zatlar, sadık ihbarlarıyla bir dakikada Arş'a kadar ruhen yürüdüklerini söylemektedirler.

Nurani cisimler denilen meleklerin Arş'dan ferşe, ferşden Arş’a kısa bir zamanda gidip gelmeleri de Mi’racın bir emsalidir. Hem Cennet ehli, mahşerden Cennete kadar olan beş yüz senelik mesafeyi kısa bir zamanda almaktadırlar. Bu kadar nümûneler, örnekler gösteriyor ki: Bütün evliyaların sultanı, bütün mü'minlerin imami, bütün ehl-i Cennet'in reisi ve bütün meleklerin makbûlü ve efendisi olan Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) layık bir seyr-i sülûk, bir seyahat, bir mi’rac olması haktır, hikmetin tâ kendisidir, son derece makuldür ve şüphesiz olmuştur.

12-Mi’rac seyahatinde beka âleminin varlıklarından biri olan “Burak” ın Peygamberimize tahsis edilmesinin sır ve hikmeti nedir? Merhûm Süleyman Çelebi neden onu hazin bir aşk macerası olarak naklediyor?

Beka âlemindeki mahlukların Hz.Muhammed (s.a.v) Efendimizin uruyla pek çok ilgili olduklarını, aşk derecesinde Onu sevdiklerini ilan ve ispat için Burak tahsis edilmiş, merhum Süleyman Çelebi de Burak’ın şahsında beka alemindeki bütün varlıkların Peygamberimize olan sevdalarını mısralara dökmüştür. Bu meseleyi ikna edici bir tarzda işleyen Bediüzzaman diyor ki: “Resûl-i Ekrem’in getirdiği nur sayesinde ahiret yurdu ve cennet cin ve insanlarla şenlenecektir. Eğer O olmasaydı, Ebedî Saadet olmayacaktı, cennetin her mahlukundan istifade etmeye kabiliyetli olan cin ve insanlar, cenneti şenlendiremeyeceklerdi, böylece cennet sahipsiz ve virane kalacaktı. 

Bülbülün güle olan aşkı, hayvanlar âleminin, bitkiler alemine şiddetle muhtac oldukları anlamına geldiği ve bu ihtiyacı dile getirmesi, için de bülbül seçildiği gibi; beka aleminin yaratıklarının da Hz.Muhammed’e (s.a.v) muhtac ve minnettar olduklarını: “ Adetâ ey Allah’ın Resûlü! Sen olmasaydın biz ne yaratılırdık, ne cennette olabilirdik, ne de Cennet nimetlerinden istifade edebilirdik!” dercesine Burak gibi varlıklar Allah’ın emriyle koşup gelmişler, onlar adına Peygamberimize karşı aşk ve sevdalarını dile getirmişlerdir. Mirac seyahatinde melekleri temsilen Cebrail, cennet hayvanlarını temsilen de Burak Peygamberimizin hizmetine tahsis edilmiştir.

13-Mi’racın mesaj ve hediyeleri nelerdir?

Yüce Allah kulu Muhammed’e (s.a.v) vermek istediği m esajları vahyetti. Beş vakit namazı, Bakara suresinin son iki ayetini, şirk koşmadan ölenlerin -günahlarını affettirmeden ölmüşlerse- cehennemde cezalarını çektikten sonra kurtulup Cennet’e gidebilecekleri müjdesini hediye etti.

Hediye denildiği zaman çoğumuz hep altın, gümüş, inci, mercan gibi takılar veya değerli eşya anlarız. “Ayetten hediye olur mu?” şeklinde itiraz edenler olabilir. Halbuki biraz düşünebilselerdi Allah’ın her bir ayetinin altında cennet gibi paha biçilmez bir hediyenin saklı olduğunu görürlerdi; hem bu dünyada, hem de ahirette.

Mesela, Cenab-ı Hak Mirac gecesinde şu emirleri Habibine verdi.

1-Allah’dan başkasına kulluk edilmeyecek,

2- Ana-babaya iyi davranılacak,

3- Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkı verilecek,

4- Cimri ve israfcı olunmayacak,

5- Çocuklar yoksulluk korkusu ve sair sebeplerden dolayı öldürülmeyecek,

6- Zinaya yaklaşılmayacak,

7- Haksız yere cana kıyılmayacak,

8- Yetim malına haksız yollardan yaklaşılmayacak,

9- Verilen söz yerine getirilecek,

10- Ölçüde ve tartıda doğruluktan şaşılmayacak,

11- Hakkında kesin bilgi olmayan şeyin dedikodusu yapılmayacak,

12- Yer yüzünde gurur ve kibirle dolaşılmayacak.

Bu emirlerin –uyulduğu takdirde- her birinin altında cennet gibi emsalsiz bir hediye saklı. Mi’raçta inen ayetlerin birinde “Allah hiç kimseye, güç ve kabiliyetini aşan bir yük yüklemez.” buyurulmaktadır. Bu ne kadar büyük bir lütuf, ihsan ve nimettir! Şayet bir görev mutlak bir mükemmeliyet içinde yerine getirilmek istenseydi, bunu kim, hangi insan yerine getirebilirdi ki. İşte Allah bunu değil, herkesin güç ve kabiliyetine göre yapabileceğini istemiştir. Bu insan için bir lütuf ve cennet değil midir? Yine aynı gece inen ayetlerin birinde de insanlık için ister uluslararası ilişkilerde, ister dinler arası münasebetlerde çok önemli ve yararlı bir noktanın altı çizilmiştir:

Bu ayet, sadece Hz. Muhammed (s.a.v) ve Kur’an-ı Kerim’e değil, aynı zamanda bütün peygamberlere ve bütün Mukaddes İlahî kitaplara inanmayı emretmiştir. Böyle bir hoşgörü İslâm’dan başka hangi dinde vardır ve nerde görülmüştür? Bundan daha büyük bir hediyeyi Allah’tdan başka kim verebilir? Bu hoşgörüyü benimseyenin dünyası ve ahireti cennet olmaz mı?

Ayrıca, Mirac’da hediye edilen beş vakit namaz da ruhun rahatı, bedenin sağlığı, aklın nuru, kalbin huzuru, müminin mi’racı ve cenneti değil mi? Süleyman Çelebi bu gerçeği ne güzel özetlemiş:

“Sen ki Mi’rac eyleyup ettin niyaz / Ümmetin Mi’rac’ını kıldım namaz

Her kaçan kim bu namazı kılalar / Cümle gök ehli sevabın bulalar.

Çünkü her türlü ibadet bundadır / Hakka kurbiyyetle vuslat bundadır.”

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah Peygamberine sesleniyor: Ey Peygamber! Sen miraç yapıp dua ettin. Senin bir miracın oldu. Ben de ümmetin miracını namaz yaptım. Ümmetinden her kim namazını kılarsa bütün göktekilerin sevabını alır. Çünkü her türlü ibadet namazda toplandığı gibi; Allah’a yakın olma ve Ona kavuşma da yine namazla mümkün olmaktadır ve olacaktır.

Bu anlamları içeren bir hediyeyi veya hediyeleri vermek Allah’tan başka kimin gücü dahilindedir?

14-Mi’racın meyveleri nelerdir?

1-Cenab-ı Hak, peygamberimize imanın esaslarını göstermiştir. Efendimiz, melekleri, cenneti, âhireti, hattâ Mevlâ-yı Zülcelâl’in cemalini gözüyle görmüş, bizim de görebileceğimizi müjdelemiş, böylece kâinatı hiçlikten, yokluktan, perişanlık ve karma-karışıklıktan çıkarmış, Cenab-ı Hakk'ıin mektubu ve isimlerinin aynası olduğunu söylemiş, kâinatı ve bütün şuur sahiplerini sevindirmiştir. Şaşkın insanlığa, doğru yolu göstermiş, İnsana: Sen, Ezel ve Ebed Sultanı olan Yüce Mevlâ'nın bir muhatabısın, has bir kulusun, dostu, sevgilisi, kemâlâtının, kusursuzluğunun alkışlayıcısı, cemalinin hayretkârı, ebedî Cennetine aday aziz bir misafirisin, demiş, insan olan bütün insanlara sonsuz bir sevinç, sınırsız bir şevk vermiştir.

2- Ezel ve Ebedin Hâkimi, âlemlerin Rabbi, kâinatın sahibi ve varlıkların sanatkârı Yüce Mevlânın razı olduğu hayat tarzının İslâmiyet olduğunu öğrenmiş; İslâmiyetin başta NAMAZ gibi esaslarını insanlara ve cinlere hediye getirmiştir.

Acaba ayda ne var ne yok, diye merak eden, öğrenmek için trilyonlarca masrafı göze alan, her türlü fedakârlığa katlanan, anladıkça hayretten hayrete düşen insanlığın Hz. Muhammed’in (sav) milyarlarca ışık yılı ile ifade edilemeyecek mesafelere, mesafelerin ötesine olan yolculuğunu daha çok merak etmesi, gerekmez mi? Getirdiklerini anlaması icap etmez mi?

Çünkü feza pilotunun varmış olduğu ay, Yüce Allah'ın memleketinde gezen, dünyanın etrafında uçan bir sinek gibidir. Dünya, güneşin etrafında uçan bir pervane, Güneş ise binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki Mülkün Maliki Yüce Allah'ın misafirhanesinde mumdarlık etmektedir.

Adı geçen sinek, pervane ve lambalarda olup biten haberleri getiren astronotlar merak ve hayretle dinlenir de; zaman ve mekân sınırlarını aşan, Arş'a yanaşan Hz. Muhammed (sav) dinlenmez mi? Fena âleminden çıkıp, beka âlemine giren, Mevlâ'nın mukaddes işlerini, sanatının harikalarını ve Ebediyyet yurdunda rahmetinin hazinelerini gören, gelen, söyleyen şanlı Peygamberin Miraç yolculuğu hiç merak edilmez mi? Mübarek ağzından çıkan sözler hayret, teslimiyet ve muhabbetle dinlenmez mi? O şanlı Peygamberi dinlemeyenler, getirdiklerini kabul etmeyenler,. onun izinde gitmeyenler akılsızlıklarını, ilân etmiş olmazlar mı?

Acaba aya giden süper devletler aydan ne getirdiler? İnsanlığın yararına olan şeyler mi getirdiler, yoksa yıldız savaşlarından bahsetmekle, insanlığı korkutup uykusunu mu kaçırdılar? İşte Ay’ın astronotlarıyla Arşın Astronot’unun arasındaki fark!. Şair bu farkı ne güzel ortaya koymuş:

"Yirminci asrın ablak yüzlü feza pilotu / Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?

Bir odun parçasına at diye binen çocuk / Başında çelik külah, sırtında plastik gocuk

Uzaklıkları yenmiş fâtih edasındasın / Dipsizliğin dibini bulmak sevdasındasın,

Allah'a dil uzatır gibi küstah bir yarış / Farkında değilsin ki ay dünyaya bir karış.

Fezada milyarlarca ışık yolu mesafe / Seninki, saniyelik zafer, ilmi hurafe!

3- Sevgili Peygamberimiz, ölümün olmadığı ve bu dünyada iken Allah’ı memnun eden insanların ebediyyen mutlu yaşayacakları bir ülkeyi görmüş, bunun müjdesini ve ebedî saadet definesinin anahtarını getirip insanlara ve cinlere hediye etmiştir. İdam edilecek bir adama: “Müjde! Padişah seni affetti, ve sana ömür boyu mutlu yaşayacağın bir köşk tahsis etti!” denilse bu adamın sevincini ölçmek mümkün olabilir mi? İşte ölümle idam olduğunu ve olacağını zanneden cin ve insanlara Sevgili Peygamberimiz, İslamiyet’i yaşayarak Allah’ı memnun ettikleri takdirde, ebedî saadetin ve cennet köşklerinin müjdesini getirmiş, insanların ve cinlerin üzüntüsünü sevince çevirmiştir.

4- sevgili peygamberimiz, allah’ın cemalini görme meyvesini kendisi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine verilmesinin de imkân dahilinde olduğunu cinlere ve insanlara mujde vermiştir.

5- İnsanın, kâinatın çok kıymetli bir meyvesi, kâinatın sanatkârı ve sahibi olan Allah’ın çok nazlı bir sevgilisi olduğu Mi’rac’la anlaşılmış, ve bu meyveyi “En Nazlı Sevgili: Hz. Muhammed (s.a.v)” cin ve insanlara hediye etmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir canlı olan insana böyle bir müjdenin verilmesi, adi bir nefere: “Sen mareşal oldun!” müjdesinden çok daha büyük bir sevinç kaynağı olur. Çünkü bu müjde ile insan, fani, aciz, konuşan bir hayvan, devamlı ayrılık tokadı yiyen çaresiz bir varlık iken, kâinatın ve bütün varlıkların üstünde bir makam sahibi olduğu, rahmeti ve ikramı sonsuz bir Allah’ın ebedî bir cennetinde hem de hayal sür’ati ve ruhun genişliğinde, canının çektiği her şeyi bulmuş bir insan olmanın keyfini ve sefasını ancak insan olanlar anlar.

15-Mi’racı inkâr eden dinden çıkar mı?

“Müslüman’ım” diyen hiç kimsenin bu olayı inkâr etme hakkı ve lüksü yoktur. İsrâ’yı -ayetle sabit olduğu için- inkâr eden Müslümanlıktan çıkar, Mirac’ı inkâr eden de ehl-i fısk ve ehl-i bid’at olur. Çünkü bu olay hakkında icma-ı ümmet vardır. Bu olayı tereddüdsüz onaylayan, Ebubekir Sıddîk gibi “Şanlı Resûl ne diyorsa doğru diyordur.” diyen ve İslamiyeti yaşayan, onu yaşatmak için malını, canını feda eden de “sıddîk”lar kervanına katılır, Ebubekir Sıddîk’la (r.a) beraber haşr olur, onunla cennete kavuşur.

16-Mi’rac gecesinde ne yapmalıyız?

Mirac gecesinin meyvelerini toplamalıyız, adeta onları yemeliyiz ve hazmetmeliyiz.

Mi’rac’la gelen mesajı anlamalıyız ve Mi’rac’la gelen on emre kulak vermeliyiz.

Beş vakit namazın Mi’rac’la geldiğini düşünüp, namazla Mi’rac macerasını hatırlamalıyız ve her namazla adetâ Mi’rac’ı yaşamalıyız.

Bakara sûresinin son ayetlerindeki dualar gibi dualarla dua etmeli, elimizden geliyorsa Cevşen’i hatmetmeli veya bir miktarını okumalıyız.

Bediüzzaman’ın Sözler ve Mektubat adındaki kitaplarında bulunan miraç bahislerini okuyarak bir saat tefekkürle bir sene nafile ibadet etme sevabını kazanmalıyız.

Küstürdüklerimizden helallık almalıyız, annemizin, babamızın ellerini öpüp, ihtiyaçlarını karşılayıp, onları memnun etmeliyiz. Vefat etmişlerse, onlar adına hayır ve hasenat yapmalıyız.

İyiliğini gördüğümüz insanlara karşı vefalı davranmaya söz vermeliyiz.

Günahlarımızı affettirebilmemiz için bir taraftan Sadakalar vermeli, bir taraftan da, bir daha işlememek üzere günahlarımıza tövbe-istiğfar etmeliyiz.

Ölmüşlerimiz adına hayırlar yaparak, sadakalar vererek ve fatihalar okuyarak anmalıyız.

Küçüklere şefkatli, büyüklere hürmetli davranmalı, kimseyi incitmemeliyiz.

Peygamber varisi durumunda olan alimlere saygıda kusur etmemeli, ilim meclislerine koşup giderek, sohbeti dinlenebilecek alimlerin derslerine katılmalı, ilimle ve çalışmakla cehaletin, ihtilafın (didişmenin) ve fakirliğin belini kırmalıyız.

Beş vakit namazı hayatın gayesi bilmeli, bu geceden itibaren onu asla bırakmayacağımıza karar vermeliyiz. Çünkü “Nebiler Serveri, (s.a.v) Mirac’a “kab-ı kavseyn” ruhuyla yönelmişti. O, sebepler üstü yaşadığı o noktada namazla müşerref oldu ve onu hayatı boyunca da kâmil manada eda etti.” Zekat konusunda asla cimri olmamalı, asla yanlış yapmamalıyız. Kandiliniz kutlu, Mi’rac Geceniz mübarek olsun.

17-Günümüz Medeniyetinin Temellerinin Atıldığı İslam Coğrafyasının Sınırlarının Çizildiği Geceler.

Kadir Gecesinde bu günkü modern medeniyetin bilim ve tekniğin temelleri atılmış, Mirac Gecesinde de İslâm coğrafyasının sınırları çizilmiştir. Şimdi bu meseleyi biraz açalım:

Doğulu ve Batılı vicdan sahibi her araştırmacının ittifak ettiği bir gerçek vardır. O da: Bu gün dünyaya hâkim olan Modern Avrupa Medeniyeti, varlığını Ronesans’a, Ronesans da varlığını Endülüs İslâm Devletine ve dolayısıyla İslâm Medeniyetine borçludur.

İslâm Medeniyetinin kaynağı Kur’an’dır. Kur’an ise Ramazan ayında, Kadir Gecesinde inmeye başlamıştır. O gece inen ayetlerin ilkinin “İkra’=oku” diye başlaması da çok anlamlıdır. Medeniyete, ahlaka, bilime, teknik ve terakkiye giden yol okumaktan geçer. Kalkınmanın, medenileşmenin ve modernleşmenin temelinde çekirdek olarak İslâm’ın bu ilk emri vardır. Bir “İKRA’=OKU” dan böyle bir medeniyet çıkar mı demeyin. Kocaman incir ağacı da mini minnacık çekirdeğinden çıkmıyor mu? Siz çıkana değil, çıkarana bakacaksınız.

Asya, “oku” diyen kitap kendi elinde olmasına rağmen, böyle bir medeniyete sahne olma liyakat ve fırsatını kaçırdığından dolayı hayıflanmalı, hatasını itiraf etmeli, Allah’dan özür dilemeli, tevbe ve istğfar edip Kur’an’a dönmelidir. Avrupa ise gurur ve kibiri bırakıp Allah’a şükretmelidir. Ve bilmelidir ki kendisini zirvelere taşıyan medeniyet Kur’an’dan fışkırmıştır. Onun sahibi de Allah’dır. İncir ağacı bu incirler “benim hünerim” deyip kibirlenemeyeceği gibi, Avrupa da “bu medeniyet benim hünerim” deyip kibirlenemez.

“İslâm coğrafyasının sınırları Mirac Gecesinde çizilmiştir.” demiştim. Bunu da kısaca izah etmek isterim: Mirac Gecesinde Sevgili Peygamberimiz, Mekke’deki Mescid-i Haram’dan alınıp Kudüs’deki Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş, orada hazır bulunan peygamberlerin ruhlarına imam olup iki rekât namaz kıldırmıştır. Böylece Peygamberimiz, bütün peygamberlerin, dinlerinin, dâvetlerinin, devletlerinin, ümmetlerinin ve topraklarının varisi olmuştur. Tevrat ve İncil gibi bütün kitapların mesajı Kur’an’da, Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s) gibi bütün peygamberlerin güzellikleri de Hz. Muhammed’de (s.a.v) toplanmıştır. Peygamberimiz, Hz. Musa’nın varisi olduğuna göre ona inanan Yahudilerin toprakları da Peygamberimizindir. Peygamberimiz, Hz. İsa’nın varisi olduğuna göre, ona inanan Hıristiyanlarıntoprakları da Peygamberimizindir. İster inansınlar, ister inanmasınlar Peygamberimiz bütün insanlığın peygamberi olduğuna göre, bu gün insanlığın yaşadığı topraklar Peygamberimizin tasarruf alanındadır. Peygamberimiz, bütün cinlerin, melek ve ruhanilerin peygamberi olduğuna göre, bunların yaşadığı âlemler de, Peygamberimizin tasarrufundadır.

Mirac Gecesinde Peygamberimiz, fena alemini geçip beka alemine girmiştir. Dolayısıyla İslâm coğrafyası dünyanın ve fizik âleminin tamamını içine almakla kalmıyor, beka alemini, öteler ötesini, hattâ bütün bir kâinati içine alıyor. “Allah’a kul olana, her şey hizmetkâr olur, Allah’ın mülkü onun mülkü haline gelir.” Kaidesince Peygamberimiz, Allah’ın son peygamberi ve en kâmil kuludur. Onun için bütün fizik ve metafizik coğrafya onun mülkü olmuş, Onun tasarruf alanına girmiştir. Allah’ın da zaten bir sözü vardır: “Yere benim salih kullarım varis olacaktır.” diye. Mirac’la sınırları çizilen İslâm coğrafyasına bu gün maalesef gayr-i Müslimler hâkimdir. Bu durum onların Salih olduğuna değil, olsa olsa Müslümanların salahetlerini kaybettiklerine delil olur. Müslümanlar, İslâm’ı hakkıyla yaşamadılar, Peygamberleri Hz. Muhammed’e (s.a.v) layık olamadılar, böylece İslâm coğrafyasını ve bu coğrafyanın yönetimlerini gayr-i müslimlere kaptırdılar. Kur’an, Müslümanları her an yeniden iman etmeye, salih olmaya ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) çizgisini bulmaya Ona layık bir ümmet olmaya dâvet ederken; ateistleri, gayr-i müslimleri, özellikle Yahudi ve Hıristiyanları da Müslüman olmaya gasbçı, zalim ve kapkaççı olmaktan vazgeçmeye çağırıyor.

Umarım bütün insanlık Miraç’la gelen bu mesajı alır, “Arşa giden Astronot” da buluşur. Umarım insanlık yeniden bir saadet asrını yaşar. Umarım Mescid-i Aksâ, Ayasofya gibi garip ve boynu bükük mescitler hürriyetine, eski huzurlu ve nurlu günlerin kavuşur. Allah’ın rahmetinden bunu bekliyoruz ve bizi de salih kullarından eylemesini umuyoruz.

Tefsir Bilim Doktoru İlahiyatçı Yazar Dr. Vehbi Karakaş
Devamını Oku »

Ruh Hakkında



Ruh öyle bir varlıktır ki, insan onu tezkiye ettiğinde felaha erer, onu kirlettiğinde hüsrana uğrar. O mevcudatın hülasasıdır, ahiret âleminde zübde-i kainâttır. Bedenin ölmesiyle ölmez. Eğer ruh marifetlerle bezenirse Allah-u Tealâ’ya kavuşmanın müjdesini alarak ferahlar ve saadet-i ebediyeye kavuşur. Nitekim Allah-u Tealâ: “Onlar diri(hayy)dırlar ve Rableri indinde rızıklanmaktadırlar. Allah’ın fazl-ı keremiyle kendilerini verdikleriyle ferihtirler.’’ buyurmuştur.

İmam Gazali,Mearicü-l Kuds(Hakikat Bilgisine Yükseliş) İnsan yay.
Devamını Oku »

Allah'ın 'Mütekellim/Konuşan' Olması



Akıllı kişinin düşünmesi ve bilmesi gerekir ki, Yüce Allah’ın sı­fatları sadece ifâde düzenleri ve işâret basamakları bakımından çoğa­lır ve birbirinden ayrılırlar. Nitekim O’nun ilmi zorda kalmış birinin duasını işitmeğe nispet edildiği zaman O’na “işiten” (Semi) denir. O’nun ilmi, büyük ve küçük her şeyi görmeye nispet edildiği zaman O’na “Gören” (Basîr) denir. O’ndan bir rızka erişildigi zaman O’na “Rızıklandıran” (Râzık) denir. İlminin gizli olanlarından birini, ilahlığının sırlarıyla ve rab-oluşunun ceberût incelikleriyle insanlardan birinin kalbine aktardığı (ifâda) zaman O’na “Konuşan” (Mütekellim) denir. O’nun bazısı işitme organıyla, bazısı görme organıyla, bazısı konuşma organıyla değildir; tersine özünün bütünlüğü sebebiyle onun tümü, iradesine göre zâtıyla düzenlidir. Nitekim O bilir ve di­ler, bir iş O’nu başka bir işten alıkoymaz. O, münezzehtir, O’ndan başka İlah yoktur. O, pek cömerttir, pek iyilik severdir.

Şu halde, Yüce Allah’ın konuşması, ikram etmek istediği kuluna ilminin gizli olanlarını aktarmasıdır (ifâda). Nitekim Yüce Allah buyurmuştur ki: “Musa sözleşmemiz için gelip, Rabbi de onunla konuşunca”, Allah izzetiyle onu şereflendirdi, kutsallığıyla onu yaklaştırdı, dostluk halısına onu oturttu, en yüce sıfatıyla onunla konuştu ve onunla zâtının ilmiyle konuştu. Dilediği gibi konuştu ve dilediği gibi işitti. O’nun konuşması, nitelik altına girmez, “var mıdır, yok mu dur” sorusuna gerek görmez, nelik ve nicelikle nitelenmez. Tersine, O’nun konuşması/kelâmı, bilmesi/ilmi gibidir, bilmesi/ilmi de istemesi/iradesi gibidir; istemesi/iradesi de O’nun sıfatıdır. Sıfatlan da zâtı gibidir. Zâtı ise tenzih ve çoğaltmaktan (teksir) yücedir. O’nun sıfatlan, yorumlamaktan (tefsir) ve ayrıntılandırmaktan (tafsil) pek yücedir. Sıfatları da açıklama ve yorumlamadan pek yücedir; O, her şeyin yaratıcısıdır ve Onun gücü her şeye yeter. Bizim bilmemiz kıt,konuşmamız azdır.Zira konuşmamız,düşünmemizin eseridir;bilgimiz de öğrenme ve düşünmemizin sonucudur.

Yüce Allah’ın bilmesine/ilmine gelince; O’nun bilmesi, aklı gerektirir (onu yaratır); O’nun konuşması da düşünmeyi gerektirir. Zira Yüce Allah, düşün­mez ama bilir; O, düşünmez ama konuşur; hatta O, bilmesi, ilimle­rin kuralı olmak üzere bilir; konuşması, sözlerin ve hallerin temeli olmak üzere konuşur. Durum bizim açıkladığımız biçimde olunca O’nun kelimeleri nasıl bilinir, sıfatlarının incelikleri nasıl sayılabilir? Bilmesinin/ilminin her kelimesi, duyumuzda bir dünyadır; kelime­lerinin her harfi, bedenimizde bir ruhtur. Her şeyi bilgi yönünden kuşatmış ve sayı olarak her şeyi saymış olunca, düşünce daima bu işi yapmayı ûstlense bile O’nun kelimelerinden birini biz nasıl yorumlarız? Nitekim Yüce Allah “De ki, denizRabbimin kelimelerini yasmak için mürekkep olsa, destek olarak bir o kadarı daha getirseydik, Rabbimin kelimeleri bitmeden önce deniz biterdi”buyurmuştur.Allah’ın konuşmasının hakikati ve iç yüzü budur.

İmam Gazali,Düşünme,El-Me'arifu'l-Akliyye(Konuşma ve Söz Üzerine),İnsan yay.
Devamını Oku »

Allah'ın ve Peygamber'in Rüyada Görülmesi Hakkında



Rüyânın hakikatini bilmiyen kimse rü’yâ kısımlarının hakikatlarını bilmez. Rasûl (A.S.) ve şâir Peygamberleri, ölmüş kimseleri rüyâda görmenin hakikatini bilmiyen kimse de Allah Teâlâ’yı rüyâda görmenin mânâsını bilmez.

Âmî (âlim olmıyan) bir kişi, rüyâsında Allah'ın Rasulünü gören her hangi bir kimseyi hakikaten Peygamberin şahsını, kendisini görmüş olarak tasavvur eder. Nasıl ki zihninde vâki olan bir mânâyı söz ile hikâye ve ifade ederse, zihinde çizilen her nakşı, çizgi ve resmi de hayâl, ona ait bir şekil ve sûret ile temsil eder. Zihin, mânâyı söze, hayâl da şekle bürür.

Rasûl-i Ekrem’i hayâtında hiç görmemiş olan bir adam onu rüyâsında görmek ile hakikaten onun şahsını görmüş olduğunu bilmem ki nasıl tasavvur edebilir?

Rasûl-i Ekrem’in nâşı Medine’deki ravzasına konulmuştur. Bu kabir açılmamıştır. Mübarek vücûdu, uyuyan birinin görebileceği bir yere çıkarılmamıştır. Eğer onun rüyâsında gördüğünü Rasûl-i Ekrem’in kendisi diye kabul edersek o zaman O'nu bir gecede bin adamın uyku halinde bin yerde ve bin türlü şekilde ve sîmâda görebileceğine inanmak lâzım gelecektir.

Halbuki, bir şahsın bir hal ve durumda iki yerde, uzun, kısa, genç, kâhil ve ihtiyar olarak iki şekilde tasavvur edilmesinin mümkün olmadığı hususunda vehim de akla yardım eder.

Her kimin bilgisi, bu tasavvurun bozukluğunu kavramazsa,muhakkak o akıl noksanlığı yüzünden hakikatin ve mânânın berisinde isim ve resim, şekil ve sûret ile kanaat etmiştir. Ona itâp etmek uygun olmadığı gibi hitap etmek, bu meselenin hakikati üzerinde konuşmak da lâyık olmaz.

Olur da belki o, gördüğüne, onun yani Allah’ın Rasûlü’nün misâlidir diyecektir. Bu takdirde ona: onun şahsının misâli mi, yoksa şekil ve sûretten arınmış olan ruhunun misâli midir? denilecektir.

Eğer o, gördüğüne: onun yani eti ve kemiğinin vücûda getirdiği şahsının misâlidir derse, onun şahsı, rûhunda ha- yallendirilmiş ve hissedilmiş, iken şahsına ne hâcet var ki? denilir.

Sonra, her kim rüyâsında Peygamber’in ölümünden sonra onun şahsını ruhsuz olarak görmüş ise, sanki o Peygamberi görmemiş, ancak Peygamber’in (A.S.) hareket ettirmesi ile hareket eden bir cisim görmüştür.

Bu itibarla o adam nasıl olur da Resulü Ekrem’in şahsının misâlini görmekle Peygamber‘in hakikaten şahsını görmüş olur!

Doğrusu sudur; adamın gördüğü, Resul-ı Ekrem'in peygamberlik mahalli olan mukaddes ruhunun misâlidir Onun gördüğü o şekil ve sîmâ, Peygamberin ne ruhudur ne de cevheri. Onun şahsı da değildir. Ancak ve gerçekten onun Peygamberlik misâlidir.

Eğer Rasül-i Ekrem efendimiz hazretlerinin ;


«Her kim beni rüyada görürse hakikaten beni görmüştür, çünki şeytan benim şeklime giremez.''

sözünün mânâsı nedir? denilirse; cevap olarak şöyle deriz: bunun mânâsı, Peygamber olarak gördüğü şekil ve şahıs, ancak Hazreti Peygamber ile kendisi arasında ona hakkı bildiren vâsıtanın bir misâli olmaktır.

Nitekim Peygamberlik cevheri yani Rasül-i Ekrem'in vefatından sonra Peygamberlikten baki kalan mübârek rûhu, renkten, şekilden ve suretten münezzehtir. Fakat bu ümmete kendisini tanıtmaları, şekilli, renkli bir suret alan doğru bir misâl vâsıtası ile oluyor.

Nübüvvet cevheri bunlardan münezzeh olunca Hak Teâlanın zâtı da her türlü şekil ve suretlerden onun gibi münezzeh olur. Fakat Allah'ın kula tanıtılması, hiç bir şekil ve rengi olmıyan hakiki ve mânevi cemâle misâl olmaya lâyık olan güzel süratlerden nurâni veya başka türlü mahsus (hissolunan) bir misâl vâsıtası ile olur.

İşte bu vasıf ve kemâldeki misâl Hak Teâlâ’yı tanımakta doğru ve gerçek bir vâsıta olur da uykudaki adam «Ben rüyâda Cenabı Hak'kı gördüm» diyebilir. Onun böyle söylemesinde: «Allah'ın zatını gördüm» demek mânâsı yoktur.

Nitekim «Rüyada Peygamberi gördüm, diyenin sözünde de: «Peygamber'in kendisini ve ruhunu yahut yalnız şahsını gördüm'demenin manâsı yoktur. Ancak bu sözün mâ nâsi: onun rûhunun misâlini görmüş olmaktır.

Eğer, Peygamber’in misli vardır. Fakat Allah Teâlâ’nın hiç bir sûretle misli yoktur. Binaenaleyh; «Allah’ın misâlini gördü» demek hasıl olur? denilirse, şöyle deriz; bu soru, misil ile misâlin farkını bilmemekten ileri gelmiştir Evet, misâl, misilden ibaret değildir. «Misili bir şeyin diğer bir şeye bütün sıfatlarında eşit olması yani tam dengi, eşi ve tıpkısı demektir. Halbuki misâlin, bütün sıfat ve hallerde eşitliğe ihtiyacı yoktur. Bir şeyin bir başkasına aşağı yukarı bazı hal ve sıfatlarda eşit olması, kısacası benzeri demektir, meselâ; aklın bir mânâsı vardır ki o başkası ile benzeşemez. Aklın misli yoktur fakat misâli vardır.

Bize göre, güneş akla misâl sayılabilir. Çünki aralarında tek bir hususta münâsebet vardır. O da şudur; his edilenler yani gözle görülebilecek şeyler güneşin ışığı ile hissolunur. Akıl edilebilenler yani zihnin alabileceği şeyler de akıl ile bilinir. Bir şeye gösterilecek misâl hususunda bu kadar bir münâsebet yeterlidir. Sultan, rüyâda güneş ile temsil olunur. Ay da veziri temsil eder. Halbuki sultan ne şekilde, ne de taşıdığı mânâda güneşe; vezirde görünüşte aya benzemezler. Bunlardaki benzerlik ancak manevi ve tek yöndeki bir münasebettir. Sultanın herkesten üstün bir makamı ve her şeyin üzerinde bir hakimiyeti, umumi bir tesiri vardır, işte güneş de bu hususta sultana bir münasebet arzeder.

Ay da güneşin ziyâsını dünyaya aksettirmekte güneş ile dünyâ arasında bir vâsıtadır. Vezir de bunun gibi sultanın adâlet ve hâkimiyet eserini millete yaymakta bir vâsıta olması itibariyle mütenasiptirler. İşte bu anlattığımız münâsebetler sebebi ile güneş sultanın, ay da vezirin misâli olurlar. Ama biribirlerinin misli değildirler. Hak Teâlâ Kur’an-ı Hakimde; «Allah göklerin ve yerin nurudur. Nurunun misâli bir mişkât (lamba yatağı, abajur) gibidir ki İçinde büyük bir kandil (ampul) vardır, kandil, cam İçindedir. Cam da sanki bir inci yıldız... Mübarek bir ağaçtan tutuşturulur. Bir zeytinden ki ne doğulu, ne de batılıdır. Yağı ateş dokunmasa bile hemen ziya veriverecektir. «Nur üstüne nur….» (Nur 24/35)

Şimdi bu âyette zikredilen mişkât, cam, ağaç ve zeytin yağı İle Cenâbı Allah’ın nurunun nerede benzerliği vardır? düşünülmelidir!

Hak Sübbânehu ve Teâlâ :«Gökten bir su indirdi de vadiler kendi miktarınca sel oldu. Sel de yüze çıkan köpüğü götürdü.» (Ra’d 13/17) buyurdu. Bunu da Kur’an’a misâl olarak zikretti. Halbuki Kur'an ezelî bir sıfattır. Onun asla misli yoktur. O halde nasıl oluyor da su ona misâl teşkil edebiliyor! Neticede: rüyâlar vardır ki,Allah’ın Rasulüne süt veya ip görmek suretiyle» arz edildi de Cenâbı Peygamber bunların neyi temsil ettiğini haber vermek için: «Süt islâmdır, ip ve Kur’an'dır.» dedi.

Kur'an'a misâl teşkil edecek şeyler sayısızdır. Şimdi düşünelim! Süt ile İslâmiyet, ip ile Kuran arasında ne mümâselet yani benzerlik vardır? Bu olsa olsa, sütün hayâtımızı besliyen maddi bir besin;İslamın da iç hayatımızı yaşatan mânevi bir gıda olmasıdır. İp ise; kurtuluş için kendisine yapışılan bir âlet, Kur’an da (manevi hastalık ve felâketlerden) kurtulmak İçin sıkı tutulacak bir nimet oluşudur.

İşte bunların her biri misâldir, misil değildir. Evet hakikaten İslâm'ın da Kur'an'ın da misil yoktur.

Allah Teâlâ’ıiın ise hiç bir misli yoktur. Ama, ona kendi sıfatlarından alınma, akla uygun münâsebetler kurarak bir çok misâller söylenmektedir.

Allah Teâla eşyayı nasıl yaratıyor, onları nasıl biliyor,nasıl kelâm ediyor, kendi zatına mahsus kelâmı nasıl oluyor? Artık biz doğru yolu tutmak isteyene bildirdik ve tanıttık. Bunların hepsini insan ile temsil ettik. Eğer insan kendini bu sıfatlardan tanımamış olsaydı, Hak Teâlâ hakkındaki misâli anlıyamazdı.

Allah Teâlâ hakkında misâl câizdir, fakat misil batıldır. Çünki misâl, bir şeyi açıklıyan, izâh eden söz, manâ veya halden bir şeydir. Misil ise; bir şeyin diğer şeye her bakımdan benzemesidir.

Eğer, söylediğiniz bu tahkik ve gerçekleme Allah'ın rüyada görülmesine izâfe olunmaz, belki Peygamberin rüyada görülmiyeceğinl ifâde edebilir. Çünki hakikaten rüyâda görülen onun aynı, kendisi, değil misalidir. Rasul-i Ekrem'in;Beni rüyâda gören hakikaten beni görmüştür kelâmı bir nevi câiz görülmedir ki manâsı: sanki o beni görmüş ve o görmüş olduğu misâlden işittiğini de âdetâ benden işitmiş gibi demektir, denilirse; Cevap olarak şöyle deriz; «Ben rüyâmda Allah Teâlâ'yı gördüm» diyen kimsenin de demek istediği budur, bundan başka değildir. Ama bu sözü ile: «Ben Hak Teâlâ’nın Zâtını, kendisini gördüm» demek isterse hayır, asla doğru değildir. Çünki Allah Teâlâ’nın mukaddes zâtının görülmeyeceği hakkında bütün din bilginleri ve Islâm filozoflarınca ittifak hâsıl olmuştur.

Halbuki uyuyanın, rüyasında Allah'ın zâtı ve Peygamberin kendisi sandığı bir misâli görmesi câizdir. Bu hal rüyalarda görülüp durmakta iken nasıl inkâr edilebilir?

Gerçi o Peygamberi bizâtihi görmemiş ise de bir topluluğun rüyada Peygamberi görmüş olduğu haberi kendisine tevatür edilmiştir. Yalnız (rüyada görülen ve O'dur diye) inanılan misâl doğru da olabilir, yanlış da.

Doğru olmasının mânâsı: Allah Teâlâ Peygamber ile onu rüyâda görene bazı işleri tanıtmak ve bildirmek için rüyâsının aralarında vâsıta yapmıştır. Evet, Allah Teâlâ'nın kudretinde, kulu ile onu hakkı ulaştıracak olan bu vâsıtanın benzerini yaratmak vardır. Bu hal mevcut iken onu inkâr etmek nasıl mümkün olur?

Eğer, Peygamber'in rüyâda görülmesi câizdir hükmüne varıldığında burada kasdedilen caiz oluş ,peygamber hakkında mutlak mânâda ele alınmalıdır. Allah hakkında ise böyle mutlak olarak ele alınan hususlardan yola çıkarak câizdir hükmü verilemez. Onun hakkında hüküm, ancak izin verilen hususlardadır, denilirse; cevâbımız şudur: Hakikaten Cenâb-ı Hakk’ı rüyâda görmenin ıtlakına, yâni her hangi bir misâl ve şekilde görülmesine izin gelmiştir. Çünki (salâtü Selâm ona olsun) : Allah’ın Resûlü:

«Rabbimi en güzel surette gördüm» demiştir. İşte bu hadîs, Hak Teâlâ’nın hakkında bir şekil ve sûret isbat etmek hususunda gelmiş olan haberlerde ileri sürülen delillerden birisidir.



İmam Gazali,İki Madnun
Devamını Oku »

Şefaat Hakkında



Peygamberlerin hepsine (salat'ü selâm olsun) ve Allah dostlarının (velîlerin) şefâat etmelerine gelince:

Bilinmelidir ki şefâat; ilâhî huzurdan Peygamberlik cevherine doğan bir nûrdan ibârettir. Bu nûr,ayni zamanda Peygamberden, Peygamberlik cevheri ile münâsebet kurmuş ve münâsebeti çok büyük bir sevgi ile; sünnetleri sıkı tutmak ve çok salâvât getirmek sağlamlaştırmış olanların cevherine ve ruhuna da yayılır.

Bunun misâli: Güneşin ışığı gibidir ki, suya düşünce muhakkak ziyâsı yansıyacak ve bu da her yerde değil, ancak suya yakın olan duvarda ve duvarın da yansıma kanununa göre belirli bir yerinde olacaktır. Hem de ziyanın o belirli yere aksetmesi, orası ile su arasında ve durum itibariyle hâsıl olan bir münâsebete bağlıdır.

Bu münâsebet ise duvarın diğer mahallerinde mevcut değildir. Ziyanın duvarda parladığı o mahal, öyle bir yerdir ki burası su ile sudaki ziyâ mahalli arasında, bir çizgi çizilecek olursa bu çizgi ile o yer arasında meydana gelen açı, suyun dış yüzü ile güneş arasında meydana gelen açıya denktir. Ondan ne dar, ne de geniş değildir, eşittir. İki açı da aynı derecededir.Bunun benzerliği açıktır. Söz götürmez, istiyen tecrübe edebilir. Böyle biri birine eşit iki açı ancak duvarın bu özel mahallinde olabilir. Suya düşen güneşin ziyâsının su çevresindeki duvarda yansıyacağı yer, ancak duvarın bu biri birine eşit iki açının teşekkül edebi leceği özel yeridir. Başka yerinde olmasına imkân yoktur. Duvardaki yansıma alanından suya bakan bir göz güneşi gökte değil suyun içinde görür. Bu misâl hakikaten çok parlaktır.

İşte şu iki hakikati temsil eden güneş ışınının suya vurduğu, sudan da yansıma ile belirli bir mahalle geçtiği gibi Allah’ın nuru da Peygambere doğar, Ondan da kendisi ile hakîki ve kat’î münâsebet kurmuş olanlara geçer. Aynı zamanda da İlâhi nura kavuşan bir insan kendisinden Peygamberini ve ondan da Allah’ı görür. Nitekim ziyânın aksetmesindeki duruma âit maddî münâsebetler, bazı özellikleri gerektirdiği gibi İlâhi nûrun da Peygamberden yansıması hususundaki aklî ve mânevî münâsebetler de, mânevi cevherlerde ruhâni maddelerde bu özel mahallere lâyık olan gönüllere ihtiyaç gösterir.

Kimi, tevhîd istilâ ederse, Allah’ın birliğinin âlemlerdeki tecellisi bütün varlığını kaplarsa, muhakkak ki onun İlâhî huzur ile münâsebeti kuvvetlidir. Vâsıtasız olarak kalbine İlâhî nûr yağar. Bunlar Peygamberlerdir.

Kimi de, sünnet içiyle, dışıyla sarar ise, Peygamberin bütün sünnetlerini yapmıya can atar ve Peygambere tam manasiyle uyar ve ona uyanları (ashâbını, onların tam izinde ve yolunda gidenleri, âlimleri, kâmilleri) sever, ve fakat vahdaniyyeti mülâhazada Allah’ın birliğini ve birlik tecellîlerini müşahede ve tefekkürde ayağı râsih olmazsa yani İslâm ve îmân sahasında yüksek bir âlim olmazsa, onun İlâhî huzur ile münâsebeti, ancak vâsıta ile sağlanır ve o ilâhi nuru almakta vâsıtaya muhtaç olur.

Nitekim güneşe açık olmıyan duvar, güneşe açık olan suyun vâsıtasına ihtiyaç gösterir.Bu misâle esas olan meselede duvar yerinde olan erenlerde gönüllerine ilâhi nurun doğması ve Hakkı görebilmesi için Peygambere ve ona candan bağlanmağa muhtaçtır.

Dünyâ işlerinde yapılan yardım ve şefâatın hakikati da işte bunun gibi bir sultan-vezir misâline döndürülür ki, vezir, sultanın kalbinde husûsi bir yer tutmuş ve ona yakınlığın son derecesine ermiştir. Sultana, bazan vezirin dostlarının hatalarından haber gelir de sultan onları afveder. Bu sultan ile vezirin adamları arasında kurulmuş olan bir münâsebetten değildir. Fakat onların sultan ile münâsebeti bulunan vezire bağlanmış, onun ile münâsebet kurmuş olmalarındandır. İşte bunlara gelen inâyet, vezirin vâsıtası iledir. Onun, sultan yanındaki hatır ve mevkii sebebi iledir Yoksa kendilerinin sultan yanında dereceleri olduğundan değildir.

Aradan vâsıta kaldırılsa, vezir mevkiinden ayrılsa ve sultan ile münâsebeti kesilse, artık sultanın inâyetleri onlara şâmil olmaz. Sultanın onlara eskisi gibi iyilik ve ihsânı gelmez. Ayni zamanda onun yerine gelen yeni vezirin adamları da doğrudan doğruya sultandan bir ihsan ve bağışa nâil olmazlar. Çünki sultan yeni vezirin adamlarını tanımaz. Onların vezir ile hususiyet derecelerini mevkii ve değerlerini bilmez. Bunları ancak vezirin tanıtması ile bilir. Vezirin kendilerine gösterdiği rağbet ve alâka ile onları affınna veya ihsanına mazhar kılar.

İşte vezirin, sultan yanında onları tanıtmak ve kendisinin onlara olan rağbetini izhâr etmek hususunda sultana söyliyeceği sözlere: mecaz yolu ile «şefâat» denir. Gerçekten şefî yani hakiki şefaatçi ise vezirin sözü değil ancak vezirin sultan yanındaki mevkiî ve değeridir. O söz ise ancak maksadı izhâr etmek içindir. Halbuki Allah Teâlâ herhangi bir kulunu başkasının târif etmesine ve tanıtmasına asla muhtaç değildir. Sultan da vezirine mensup bir adamı ve onun, veziri yanındaki bu mevkii ve hususiyeti bilmiş olaydı, vezirin sözüne ihtiyaç olmazdı. Şefâat hususunda bir söz ve kelâm olmadan af ve bağışlama hâsıl olurdu.

Allah Teâlâ ise sultan gibi değil, vezirine yani Peygamberine mensup olanı ve Peygamberi ile münâsebet derecesini bilmektedir. Allah Teâlâ Peygamberlere -hepsine salât selâm olsun- kimlere şefâat edeceklerini ve neler deyeceklerini bildiği halde, onları huzurunda konuşmalarına izin vermiş olaydı, onların diyecekleri, yine kendi bildiği, sözler yani şefâatçıların diyecekleri şefâat sözleri olurdu. Allah Teâlâ Hazretleri şefâatın hakikatini bir misâl ile canlandırmak isterse, onu his ve hayâle koyar.

Bu temsil de ancak şefâat ile mezun olan, şefâat dileğini ifâde eden sözlerle olur. Buna da yukarıda geçen temsilde ziyânın münâsebet yolu ile aksetmesi misâli delillik eder. Hakîkaten Peygamber tarafından yapılacak şefâate hak kazanmaktan bahseden haberlerde bildirilen kişilerin hepsi, Rasûl-i Ekrem (A.S.j ile ilgili şeylere bağlanmıştır. Ona salâvât getirmek, kabirini ziyaret etmek, ezâna cevap vermek, ezân sonunda dua etmek ve şâire, Peygambere olan sevgi, saygı ve onunla alâkayı, ruhanî münâsebeti kuvvetlendiren sebepler vasıtalardır.




İmam Gazali,İki Madnun
Devamını Oku »

Cennetliklerin Allah Teâlâ'yı Ziyâreti


Cennetliklerin Allah Teâlâ’yı ziyâret edeceklerini dile getiren hadîs-i şerifte, Cenâb-ı Hak için “ziyâret” kelimesi kullanıldığına göre, bu ifâdenin Peygamber Efendimiz hakkında kullanılmasında hiçbir sakınca olamaz.

Cennetliklerin Cenâb-ı Hakkı ziyâret edeceklerini genişçe tasvir eden hadîs-i şerîf özetle şöyledir: Ashâb-ı kirâmdan Ebû Hüreyre hazretleri, tâbiîn neslinin önde gelen âlimlerinden Saîd ibnul-Müseyyeb ile karşılaştığımda ona:
“Cenâb-ı Hak’tan ikimizi Cennet çarşısında bir araya getirmesini niyâz ederim” deyince, İbnü’l-Müseyyeb:
Cennet’te çarşı mı var?” diye sordu. O da bu soruya şöyle cevap verdi:

“Evet, var. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bana haber verdiğine göre, Cennet ehli Cennete girince, kazandıkları derecelere göre yerlerine yerleşecekler. Sonra onların, dünya günlerinden Cuma günü kadar bir sürede Rablerini ziyâret etmelerine izin verilecek. Cenâb-ı Hak Cennetliklere Arş’ını açacak ve Cennet bahçelerinden bir bahçede onlara görünecek. Cennet ehline nûrdan koltuklar, altından koltuklar, gümüşten koltuklar, inciden koltuklar, yakuttan koltuklar konulacak. Onların en aşağı derecede olanları, -esasen onların arasında aşağı derece diye bir şey yoktur ya- misk ve kâfûr tepelerinde oturacaklar. Kendilerinden daha yükseklerde oturanlar bulunduğunu sanmayacaklar.”

Hadîs-i şerifin devamında Ebû Hüreyre radıyallahu anhın belirttiğine göre Peygamber Efendimize:

“Yâ Resûlallah! Rabbimizi görecek miyiz?” diye sorulmuş, Âlemlere Rahmet olan Efendimiz de, berrak bir gecede dolunayı görebilmek için insanların birbirini itip kakmasına, üst üste yığılmasına gerek kalmadığı gibi, Cennetliklerin de Cenâb-ı Hakk’ı açıkça göreceklerini, Cenâb-ı Hakken da bütün kullarıyla karşılıklı olarak görüşüp konuşacağını söylemiştir. Fahr-i Âlem Efendimiz bu hadisin devamında, Cennetlikler için hazırlanan büyük ikrâmlardan faydalanmak üzere, her güzelliğin bulunduğu bir çarşıya gidileceğini anlatmıştır.(1)

Peygambere Selâm Vermek

Fakih, hadis hafızı ve kıraat âlimi Ebû İmrân el-Fâsî (v. 430/1039), Allah ona rahmet eylesin, şöyle demiştir: “İmâm Mâlik, ‘ziyaret tavâfı’ denmesini, ‘Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettik’ diye konuşulmasını doğru bulmamıştır. İnsanlar kendi aralarında böyle konuştuğu, birbirini ettiğini söylediği için, imâm Mâlik, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in insanlarla bir tutmayı uygun görmemiş, ‘Biz Peygamber Efendimiz’in ziyaret demek yerine ‘Biz Peygamber Efendimiz’e selâm demeyi uygun görmüştür.”

Birbirine selâm verme sözü de insanlar arasında çokça kullanılan bir ifâde tarzı olduğuna göre, İmâm Mâlik hazretlerinin bu görüşünü tam olarak kavramak müşkil ! görünüyor.

Şu da var ki, insanların birbirini ziyâret etmesi mübâhtır; Resûl-i Ekrem Efendimiz’in kabr-i şerifini ziyâret etmek için sefere çıkmak ise vaciptir. Bu cümledeki “vâcib” sözü farz anlamında değil; mendûb, yapılması teşvik ve te’kid edilen şey anlamındadır.(2)

İmâm Mâlik'in Hassâsiyetinin Sebebi

Bana göre İmâm Mâlik’in, “Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettim” demeyi uygun görmemesinin sebebi, ziyâret sözünün kabre isnâd edilmesinden dolayıdır. Onun yerine “Peygamber Efendimiz’i ziyâret ettim” denseydi, İmâm bu sözde bir sakınca görmezdi. Onun Peygamber Efendimiz’in kabrini ziyâret ettim” sözünü uygun görmemesinin sebebi, Fahr-i Âlem Efendimiz’in:

“Allahım! Benden sonra kabrimi tapılan bir put hâline getirme!” diye duâ etmesi ve: “Peygamberlerinin kabrini, ibâdethâne hâline getirenlere Allah son derecede gazap eder.” buyurmasıdır.(3)
İşte İmâm Mâlik’in, Fahr-i Cihân Efendimiz’in kabr-i şerifine “ziyâret” kelimesini nisbet etmeyi uygun görmemesinin sebebi, putperestlere benzeme ihtimâlini tamamen ortadan kaldırmak içindir.

Ziyâret Sırasında Neleri Hatırlamalıdır?

Mâlikî fakihi İshâk ibni İbrâhim et-Tücîbî (v. 352/963) şöyle demiştir:

Hac görevini ifa eden mü’minlerin, (Mekke’ye gitmen Mekke'den dönerken) Medine’ye uğraması ve Mescid-i Nebi'de kılması artık bir gelenek hâlini almıştır. Mescid-i Nebevî’ye gidenler Peygamber Efendimiz’in Cennet bahçelerinden bir bahçe olan ravzasını,(4) minberini, kabrini, oturduğu, secde ederken mübarek eliyle dokunduğu, ayağıyla bastığı yerleri, otururken yaslandığı ve o sırada Cebrail aleyhisselâmın vahiy getirdiği direği görmek; sahabenin ve diğer büyüklerinin yaşadığı o yerlerin bereketinden faydalanmak isterler.Kısacası yukarıdan beri sayılan şeylerin hepsinden gereken dersi çıkarmak onlara saygı göstermek ve onlar üzerinde düşünmek isterler.

Ziyaret Konusunda Bir Tavsiye

Medineli muhaddis İbni Ebî Füdeyk (v. 200/815) şöyle demiştir:

“Kendisine yetiştiğim âlim ve sâlih zâtlardan birinin şöyle dediğini işittim: Bize ulaşan bir hadîs-i şerîfe göre, bir kimse Nebiyy-i Ekrem sal- allahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in kabr-i şerifinin karşısında durarak- ‘Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey îmân edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin. ’ âyet-i kerîmesini okur, ardından da “Ya Muhammedi Allah sana salât etsin!” der ve bunu yetmiş defa söylerse, bir melek ona adıyla hitap ederek: ‘Ey falan! Allah da sana rahmet eylesin’ diye seslenir ve o kimsenin dünya ve âhiretle ilgili bütün dilekleri kabul edilir.” (5)

Kadı İyaz-Şifa-i Şerif-cilt:2-Yaşar Kandemir

Kaynaklar;
1)-Tirmizi,Cennet,15,nr.2549
2)-Yukarıdaki “Fakih, muhaddis ve kıraat âlimi Ebû İmrân el-Fâsî” diye başlayan paragraftan buraya kadar olan kısım Şi/a-i Şerifin bazı nüshalannda yoktur.
3)-Mâlik, MuuattaKasru’s-salât fi’s-sefer 85.
4)-Ahzâb 33/56.
5)-Beyhakî, Şu‘abü’l-îmân (Zağlûl), III, 492, nr. 4169.


Devamını Oku »

Bütün Melekler Günahsızdır



Bazı âlimler ise, meleklerin masum olduğunu gösteren bu ve ben-zeri avdetlerin sadece onların peygamberleri ve Cenâb-ı Hakk a yakın mertebede bulunanlarıyla ilgili olduğunu söylemişlerdir. Diğer meleklerin mâsum olmadığını söylerken de tarihçilerin ve müfessirlerin, meleklerin de günah işlediğine dâir zikrettiği bazı rivayetlere dayanmışlardır. İnşallah biz bu rivayetleri az sonra bu bahiste ele alıp değerlendireceğiz.

Ancak burada şu kadarını söyleyelim ki, bütün meleklerin masum ve günahsız okluğu görüşü en dogru görüştür. Melekler, Allah katında yüce mertebelere sahiptir. Onlar kendilerini bu mertebeden aşağı düşürecek kusurlardan münezzehtir.

Bir hocamızın kitabında bu konuda şöyle dediğini gördüm: Bütün meleklerin masum ve günahsız olduğuna dâir bu kadar âyet ve hadis varken, bir âlimin bu konuda ayrıca söz söylemesine gerek yoktur.

Ben de şöyle diyorum: Bundan önceki bahiste peygamberlerin gü-nahlardan korunduğuna dâir söylediğimiz şeyler (üç fayda başlığıyla an-latılanlar). meleklerin günahsızlığı konusunda da geçerlidir. Şu farkla ki, peygamberlerin sözlerine ve davranışlarına ittibâ etmek gerekli olduğu hâlde, meleklerin söz ve davranışları hakkında bilgimiz olmadığı için onlara uymakla yükümlü değiliz.

Hârût ve Mârût Kıssası

Bütün meleklerin günahsız olmadığını söyleyenlerin ileri sürdüğü delillerden biri Hârût ve Mârût kıssasıdır. Onlar, Hârût ve Mârût hakkında tarihçilerin söylediği ve bazı müfessirlerin naklettiği bilgilere dayanır, Hz Alî ile Abdullah ibni Abbâs tan rivâyet edilen onlara dâir haberleri ve imtihan edilişlerini zikrederler.

Ey okuyucu! Allah seni rızâsına uygun işler yapmaya muvaffak kılsın! Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden bu konuya dâir nakledilen sahîh veya zayıf hiçbir rivâyet yoktur.(İbn Kesir,Tefsirul Kuranil Azim,1,354)

Bu konuda Ahmed ibni Hanbelin Müsnedinde ve İbni Hibbâmn es-Sahih'inde ve daha başka hadis kitaplarında nakledilen şöyle bir rivâyet vardır: Abdullah ibni Ömer radıyailahu anhümânın Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellemden rivâyet ettiğine göre Allah Teâlâ Hz. Âdem’i yeryüzüne indirince melekler O’na: “Ey Rabbimiz! Biz Seni hamdederek tesbîh ve takdis edip dururken. orada bozgunculuk edip kan dökecek birini mi ya-ratacaksın?’ demişler; Allah da onlara: Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ buyurmuştu.”’ O zaman melekler: “Ey Rabbimiz! Biz sana Âdemoğlu’ndan daha itaatkarız" deyince Cenâb-ı Hak meleklere: “öyleyse içinizdeki en değerli meleklerden ikisini seçiniz de onlar yeryüzüne indirilsin, o zaman onların ne yapacağına bakalım” bu yurdu. Melekler Hârût ile Mârût’u seçtiklerini söyleyince onlar yeryüzüne indirildiler. Bunun ardından Zühre yıldızı (Çoban yıldızı) en güzel kadın kılığına sokuldu ve onların karşısına çıkarıldı. 

Zühre, Hârût ile Mârût'un yanına gelince, bunlar ona sahip olmak istediler. O da: “Siz Allaha şirk koşmadıkça istediğinizi yapmam!” dedi. Onlar da: “Biz aslâ Allah’a şirk koşmayız.” dediler. Zühre onların yanından ayrıldı, kucağında bir çocukla birlikte geri döndü. Onlar yine Zühre ile beraber olmak istediler. Bu defa Zühre: “Siz bu çocuğu öldürmedikçe istediğinizi yapmayacağım!” dedi. Onlar yine: “Vallahi biz onu kesinlikle öldürmeyiz.” dediler. Zühre tekrar onların yanından ayrıldı ve bir kadeh içkiyle geri döndü. Hârût ile Mârût yine ona sahip olmak istediler. O zaman Zühre: “Şu içkiyi içmedikçe isteğinizi yerine getirmem!” dedi. (İçki içmenin daha hafif bir günah olduğunu düşünen) Hârût ile Mârût o içkiyi içip sarhoş oldular. Zühre ile ilişkide bulundular, o çocuğu da öldürdüler. Hârût ile Mârût ayılıp kendilerine gelince, kadın onlara: “Kesinlikle yapmayız dediğiniz şeylerin hepsini sarhoş olunca yaptınız!” dedi. Bunun üzerine Hârût ile Mârût dünya azabı ile âhiret azabından birini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını tercih ettiler.”

Bu rivâyeti değerlendiren âlimler, özellikle de îbni Kesîr Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden böyle bir rivâyetin gelmediğini söylemiş, Abdullah ibni Ömer’in bunu Peygamber Efendimiz’den değil, İsrâiloğullarından kıssalar nakletmesiyle bilinen Kâ‘bü’l-Ahbâr’dan rivâyet ettiğini ve bu rivâyetin doğru olduğunu söylemişlerdir.

Ayrıca bu mesele kıyasla halledilebilecek bir konu da değildir.
Hârût ve Mârût hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen olayın yorumu hakkında müfessirler ihtilâf etmişlerdir.

Bu olay Kur an-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır: “Onlar, Süleymân’ ın saltanatı konusunda şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleymân hiçbir zaman kâfir olmadı. Fakat insanlara büyü yapmayı, Bâbil’de Hârût ve Mârût adlı meleklere indirilen bilgileri öğreten o şeytanlar kâfir oldular. Halbuki o iki melek: “Biz insanları denemek için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi.

Onlar ise bu iki melekten karı ile kocanın arasını açacak şeyler öğreniyorlardı. Oysa onlar Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine yarar değil zarar getirecek şeyleri belliyorlardı. Ve elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Kendilerini ne kötü bir şey karşılığında sattılar. Keşke bunu da bilselerdi.(Bakara,102) Kâdî İyâz, bu âyet-i kerîmeyi bahsimizin ilerleyen kısımlarında tefsir edecektir.

Bu konuda müfessirlerden birinin söylediğini diğeri kabul etmemiş, bir kısmının söylediğini de birçok Selef âlimi kabul etmemiştir. Konuyu bu bahiste geniş bir şekilde ele alacağız. Bu konudaki haberler Yahudilerin uydurmaları olup onların kitaplarından nakledilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de onların bu konuyu uydurup Süleymân aleyhisselâma nisbet ettiklerini ve onu kâfirlikle suçladıklarını bildirmiştir.

Yahudiler Hz. Süleymân’ı hiç sevmezlerdi. Onun Resûl-i Ekrem’in dediği gibi bir peygamber değil, büyü ile olağanüstü güçler elde eden, hayvanlara ve cinlere söz geçiren bir hükümdâr olduğunu ileri sürerlerdi. Bunun sebebi, Hicr sûresinin 18. âyetinde belirtildiği üzere şeytanlar, Allahın emirlerini birbirine aktaran meleklerden kulak hırsızlığı yaparak yarım yamalak duydukları bir şeye yüz yalan katarak onları kâhin dostlarına iletirlerdi. Onlar da gaybdan haber veriyoruz diye insanları kandırırlardı. Süleymân aleyhisselâm onların sırlarının yazılı olduğu bilgileri ele geçirdi ve bunları tahtının altı-na gömdü. Onun vefatından sonra şeytanlar, bu gömülü bilgileri ortaya çıkardılar ve onu insanlara “Süleymânın eşsiz hâzinesi (büyüsü)” diye sundular. Âyette Allah Teâlâ, onların bu iddialarının hiçbir kıymeti ve esası bulunmadığını belirtmektedir.

Hârût ve Mâruf kıssasında birçok çirkinlik bulunmaktadır. İnşallah biz bu çirkinlikleri ortaya çıkaracağız ve olayın üzerindeki perdeyi kaldıracağız.

Hârut ve Mârût Kıssasının Mâhiyeti


Âlimler ve müfessirler bu kıssada birçok bakımdan ihtilâfa düşmüşlerdir;ihtilâf ettikleri şey, Hârût ile Mârût’un iki melek mi, yoksa iki insan mı olduğu konusudur.

Âyet-i kerîmedeki “iki melek” ifâdesiyle kastedilen Hârût ile Mârût mudur?

Âyet iki melek anlamında “melekeyn” diye mi, iki padişah anlamında “melikeyn” diye mi, yoksa her iki şekilde birden mi okunacaktır?

Yine “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyeti ile “vemâ yüallimâni min ahadin' âyetlerindeki “mâ” harfleri nâfiye midir, yoksa mevsûle midir?

“Mâ” harfleri nâfiye olursa, meleklere sihir indirilmediği ve onların kimseye sihir öğretmediği anlamı çıkar; mevsûle olursa, onlara sihir indirildiği ve insanlara sihir öğrettikleri anlamı çıkar.

Müfessirlerin büyük çoğunluğu şöyle demiştir: Allah Teâlâ insanları iki meleğin onlara sihir öğretmesi yoluyla imtihan etmiştir. Buna göre sihir yapmak insanı dinden çıkanr; sihir yapmanın helâl olduğunu düşünerek sihir öğrenip yapanlar kâfir olur; sihir öğrenip yapmayanlar ise hayatlarını mü min olarak sürdürürler. Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de, meleklerin büyü yapmayı öğrenmek isteyenlere;
“Biz insanları denemek için gönderildik, sakın büyü yaparak kâfir olma!” dediklerini belirtmektedir. Melekler sihir öğrenmeye gelen insanlara sihri öğretmeden önce onları şöyle uyarırlardi:

“Sakın sihir öğrenip yapmayın! Sihir, kan kocayı birbirinden ayırır; sihir hilesine başvurmayın: Bakınız bu sihir çok kötü bir şeydir, sakın sihir yapıp da kâfir olmayın!” derlerdi.

Hârût ile Mârût Kimseye Büyü Öğretmedi

Şu hâle göre bu iki meleğin sihrin kötülüğünü anlatarak insanları uyarmaları, Allah’ın emrini uygulamaktan ibarettir. Onların Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine emrettiği şeyi yapması günah değildir. Başkalarının sihri öğrenip yapmaları ise kendileri için bir imtihândır.

Tebe-i tâbiîn âlimlerinden Abdullah ibni Vehb’in rivâyet ettiğine göre, bazı kimseler, tâbiîn âlimlerinden Hâlid ibni Ebî îmrân’ın yanında Hârût ile Mârût’tan bahsettiler ve onların insanlara büyü yapmayı öğrettiklerini söylediler. Bunun üzerine Hâlid ibni Ebî İmrân: “Biz o melekleri böyle bir şey yapmaktan tenzîh ederiz.” dedi. O zaman orada bulunan biri Bakara sûresinin 102. âyetini okuyarak, “Hârût ile Mârût’a indirilen bilgilerden” söz edince, bu ünlü âlim ona cevap olarak: “O meleklere böyle bir bilgi indirilmedi.” dedi.

Görüldüğü üzere Hâlid ibni Ebî İmrân'ın yanında bulunan kimseler. Hârût ile Mârût’un, kendilerinden sihir yapmayı öğrenmek isteyenlere büyünün küfür olduğunu söylemek ve Allah Teâlâ’nın insanları sihir ile çetin bir imtihâna tâbi tuttuğunu belirtmek şartıyla isteyenlere sihir yapmayı öğretmelerine izin verildiğini söylüyorlar, Hâlid ibni Ebî İmrân da onlara, Hârût ile Mârût’un kimseye sihir öğretmediğini kesin bir dille ifâde ediyor. Hâlid ibni Ebî Imrân çok büyük bir âlim olarak o iki meleği büyük günah işlemekten tenzîh etmişken, biz onları konuyla ilgili haber ve hikâyelerde anlatıldığı şekilde küfre düşecek işler yapmaktan nasıl tenzîh etmeyiz?

Hâlid ibni Ebî İmrân’ın “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyetindeki “mâ” harfini nâfiye (olumsuzluk edâtı) kabul ederek âyeti: “O meleklere böyle bir bilgi indirilmedi” şeklinde açıklaması Abdullah ibni Abbâs radı- yallahu anhümâdan nakledilmektedir.

Bu Kıssanın En Uygun Tefsiri


Endülüslü kırâat âlimi Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib de (v. 437/1045) der ki:
-
“İbni Abbâs’tan nakledilen bu görüşe göre,''vema unzile alalmelekyni bibabil harute vemarut''âyetindeki ‘mâ’ harfi olumsuzluk edâtı (nâfiye) kabul edildiği takdirde,“Süleymân hiçbir zaman kâfir olmadı.”ifâdesini şöyle anlamak gerekir: Şeytanların uydurduğu, Yahudilerin de onlardan öğrenip yaptığı sihri Hz. Süleymân hiçbir zaman yapmadı ve dolayısıyla küfre girmedi. “Meleklere indirilen bilgiler” âyetinde sözü edilen melekler Cebrâil ile Mîkâil’dir. Yahudiler sihri getiren meleklerin Cebrâil ve Mîkâil olduğunu ileri sürmüşler, sihri hazırlayıp Hz. Süleymân’ın tahtının altına gömmüşler, sonra da onun saltanatını sihirle yürüttüğünü iddia etmişlerdir. Allah Teâlâ ise Yahudilerin yalan söylediğini âyet-i kerîme ile ortaya koymuştur. ”

Sihir yapmayı öğretenlerin şeytanlar olduğu âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurulmaktadır: “Bâbil’de Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen bilgileri öğreten o şeytanlar kâfir oldular.”

Hârût ile Mârût Melek mi, İnsan mı?

Bazıları âyette zikredilen Hârût ile Mârût’un iki melek değil, sihir öğrenen iki adam olduğunu söylemiştir.

Ünlü tabiîn âlimi Hasan-ı Basrî de (v. 110/728) “vemâ ünzile ale’l-melekeyni” âyetini “melikeyni” şeklinde okuyarak Hârût ile Mârût’un Bâbilli iki zâlim kral olduğunu söylemiştir. Bu okuyuşa göre “mâ” harfi nâfiye (olumsuzluk edatı) değil mevsûle olmuş olur.

Ashâb-ı kirâmdan olan Abdurrahman ibni Ebzâ da (v. 70/689 civan) "melekeyni” kelimesini “melikeyni” şeklinde okumuş ve o bu meliklerin Hz. Dâvûd ve Süleymân olduklarını söylemiştir. Bu durumda “mâ” yine nâfiye (olumsuzluk edatı) olmuş olur.

Tefsir âlimi ve Hanefî fakihi Ebü’l-Leys es-Semerkandî’nin (v. 373/973) söylediğine göre o iki adam (o iki melik), Isrâiloğulları’ndan iki kraldı ve Allah Teâlâ onların yüzünü başka bir şekle soktu (meshetti).

Kelimenin “Melekeyni” şeklinde okunması meşhûr, ancak “melikeyni” şeklinde okunması kabul görmeyen (şâz) bir kırâat şeklidir. Bu âyetin, yukanda geçtiği üzere Ebû Muhammed Mekkî bin Ebî Tâlib in söylediği şekilde tefsir edilmesi uygundur. Çünkü bu yorum, melekleri günah işle-mekten tenzîh eden, onların hiçbir kötülük yapmayacağını belirten ve onların tertemiz olduğunu ortaya koyan bir yorumdur. Nitekim Allah Teâlâ melekleri “tertemiz”, “saygın ve itaatkâr”, “hiçbir emrinde Allah'a isyân etmeyen” varlıklar diye nitelemiştir.
İblis Kıssası

Meleklerin günah işlediğini söyleyenlerin öne sürdüğü hususlardan biri de İblis kıssasıdır. Onlar İblîs’in meleklerden, meleklerin başkanlarından. Cennet in bekçilerinden biri olduğunu, buna benzer başka meziyetlere de sahip bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Şeytanın meleklerden olduğunu söylerken de “O zaman meleklere ‘Âdem’e secde edin' dediğimizde Iblis'ten başka hepsi derhal secdeye kapandı.” âyetindeki ‘iblis ten başka hepsi" şeklindeki istisnaya dayandılar. Âlimler, İblîs’in meleklerden olduğu konusunda da ittifak etmediler; hattâ âlimlerin büyük çoğunluğu bu görüşü reddettiler. Her biri tabiîn neslinin ünlü âlimlerinden olan Hasan-ı Basrî . Katâde bin Diâme es-Sedûsî ve Zeyd ibni Eşlem : “Hz. Âdem insanlann atası olduğu gibi, İblîs de cinlerin atasıdır" dediler.

Ayet-i kerîmede İblîs hakkında: “O cinlerdendi” buyurulması, İblîs’in Hz. Âdem’e neden secde etmediğini be-lirtirken: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” demesi, İblîs’in nûrdan yaratılan meleklerin cin-sinden olmadığını göstermektedir. Resûl-i Ekrem de bu konuyu şöyle aydınlatmıştır: “Melekler nûrdan, cinler saf bir ateş alevinden 'Rahmân 55/15'Âdem de size bildirilen şeyden (topraktan) yaratılmıştır” (Müslim, Zühd 60). Melek ile şeytan arasındaki önemli farklardan biri de meleğin üreyip çoğalmaması, yani zürriyetinin olmamasıdır. Şeytana gelince, onun soyunun hangi yolla meydana geldiği âyet ve sahîh hadislerde belirtilmemekle beraber, üreyip çoğaldıkları insanoğluna hitap eden şu âyet-i kerîmede ifâde buyurulmaktadır: “Onlar size düşman iken, Beni bırakıp da onu ve onun soyunu mu dost ediniyorsunuz?”

Tabiîn neslinin ünlü âlimlerinden Şehr ibni Havşeb (v. 100/718) şöyle demiştir:

İblîs, bozgunculuk yaptıkları zaman, meleklerin yeryüzüne kovduğu cinlerdendi. Arapça’da, aynı cinsten olmayan şeyler arasında da istisna yapılabilir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. îsâ’yı öldürdüklerini sanan kimselerden söz ederken ‘Bu konuda zan ve hayallerinin peşinden gitmekten başka hiçbir bilgileri yoktur’ buyurmak sûretiyle, bilgi ile zan aynı cinsten olmadığı hâlde onlar arasında istisnâ yapmıştır.“

Meleklerin mâsum varlıklar olmadığını ileri sürenlerin rivâyet ettiği şöyle bir haber vardır: Meleklerden bir gurup Allah’a isyân ettiği zaman yakıldılar. Yine meleklerden bir guruba Hz. Adem’e secde etmeleri emredildiğinde ona secde etmekten kaçındılar, onlar da aynı şekilde yakıldılar. Daha sonra Hz. Âdem’e secde etmeyen bir başka gurup da yakıldı. En sonunda Kur ân-ı Kerîm de haber verilen olaydaki melekler ona secde etti, fakat Iblîs secde etmedi.

Bu haberin aslı, esası yoktur. Sahîh rivâyetler bunların hiçbir dayanağının bulunmadığını göstermektedir. Aklı başında olanlar böylesi haberlere dönüp bakmaz.

Kadı İyaz,Şifa-i Şerif Şerhi(Yaşar Kandemir) - cilt:3,sayfa;183-193
Devamını Oku »