Mi’racı Nasıl Anlamalı ve Mi’rac Gecesinde Neler Yapılmalıdır ?



Çağımızda, Mi’rac’ı en iyi anlatan, Mi’rac’la ilgili en zor sorulara en ikna edici tarzda cevap verenlerden biri ve birincisi hiç şüphesiz çağın düşünürü Bediüzzaman Said Nursî’dir.

Bu davamızın doğruluğunu anlamak isteyenleri, onun Sözler adlı kitabındaki 31. Sözle, Mektûbat adlı kitabındaki 24. Mektubun İkinci Zeylini okumaya davet ediyoruz. Bediüzzaman’ın izahının, araştırmacılar tarafından hüsn-ü kabul görmesinin ve mevcud izahlara fark atmasının sebebi, onun meseleyi aklen ele alması, ikna edici misallerle işlemesidir. Daha konuya girmeden önce bir ihtarı var ki o bile fevkalade takdire şayandır.

Diyor ki: Mi’rac meselesi, iman esaslarından sonra gelen ve onların nurlarından medet alan bir nurdur. Mi’raç, iman esaslarını kabul etmeyen dinsizlere karşı elbette bizzat isbat edilmez. Böylelerine önce iman esaslarını isbat etmek gerekiyor. Öyle ise biz, öncelikle Mi’rac’ı anlamakta zorlanan ve vesveseye düşen bir mü’mini muhatap alacağız. Ara sıra da dinleme makamında tuttuğumuz inkârcıya sesleneceğiz.

1-Mirac’ın hakikatı nedir?


Mi’racın hakikati, Peygamberimizin “meratib-i kemalatta seyr-i sülûkündan ibarettir.” Yani olgunlaşma mertebelerinde ilerlemesi ve yükselme kaydetmesidir. İlmen, fikren, halen terakki etmesi, kemal mertebelerini aşması, Sidre'ye uçması, Kab-ı Kavseyn makamına yanaşması, Hakk'ın cemaline kavuşmasıdır.

Olgunlaşma nasıl ve ne ile olur? Meratib-i kemalat denilen «olgunlaşma mertebeleri», gezmekle, görmekle, anlamakla kazanılır. Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v) Mi’racla kimsenin gezmediği yerleri gezmiş, göremediği yerleri görmüş, anlayamadığı şeyleri anlamıştır. Burak’a binmiş, berk yani şimşek sür’atiyle gitmiş, gökleri seyretmiş, menzilden menzile, daireden daireye girmiş, mertebeden mertebeye yükselmiş, Cenab-ı Hakk'ın her yerdeki hâkimiyet ve rubûbiyyetini görmüş, o dairelerin semalarında (göklerinde) yahut o semaların dairelerinde makamları bulunan ve kardeşleri olan peygamberlerle birer birer görüşmüş, tâ “kab-i kavseyn” tabiri ile ifade olunan imkân ve vücûb arası bir makama girmiş, zaman ve mekan kayıtlarından uzak olarak Cenab-ı Hakk'in kelamına ve sohbetine muhatap olmuş, Cemalini görmekle şereflenmiştir.

Ne büyük mazhariyyettir bu? Dünyada iken baş gözüyle kâinatin Yaratıcısını görmek, peygamberler de dahil hiç kimseye nasip olmamıştır. Onun içindir ki o göklerin, fizik ve metafiziğin yolcusuna, o Hakk'ın misafirine kemalat ve fazilette kimse ulaşamamıştır, onun için O eşsizdir.

2-Miraç, Hz. Peygamber’in “Fena âleminden beka âlemine girişi”dir, deniliyor. Bu ne demektir, biz bunu nasıl anlamalıyız?

Mi’rac, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin fena aleminden, beka alemine girmesidir. Mi’rac, bir Dünyalı’nın (s.a.v) ruhuyla ve cismiyle fizik aleminden ayrılıp metafizik alemine uçmasıdır. Anlatılması mümkün olmayan şeyleri bir anda görüp dönmesidir. Mi’rac olayını ve Mi’rac'da cereyan eden hadiseleri insan havsalası kavrayamaz. Çünkü akıl kabı küçüktür, o olayı kuşatamaz. Çünkü beka aleminde görülenleri, fena aleminde ölçecek, tartacak bir alet yok. Onun için Mi’racın Sultanı, Hakk'ın davetlisi olan Peygamberimiz, cenneti, Cenab-ı Hakk’ın kudsî hadisinde geçen şu ifadelerle tanıtmak istemiştir:

“Ben salih kullarıma öyle şeyler (ve öyle bir cennet) hazırladım ki, o cennetin benzerini ne göz görmüştür, ne kulak işitmiştir? Ne de insanoğlunun hatır ve hayali onu canlandırabilir!.”

Peygamberimiz’in Miraca bir anda gidip dönmesini ve yukarda ki sözünü anlayabilmemiz için bir misal verelim: Bir anne karnında dördüz bulunduğunu düşünelim. Bir hikmete binaen anne karnı açılsa, o dördüzlerden biri dünyaya çıkarılsa dünya ve içindeki şeyler gösterildikten sonra tekrar anne karnına konulsa bu çocuk:

- Arkadaşlar! Ben bir anda dünyaya götürüldüm, getirildim. Dünyanın her yerini gezdim, her şeyini gördüm, dese yalan söylemiş olur mu? Olmaz.

İşte Mi’rac hadisesi bu. Bir anda dünya ananın karnı açılıyor, fena âleminin kapıları açılıyor. İçimizden Birisi, Birincisi ve Sonuncusu ahirete alınıyor, gezdiriliyor, gökler ve göklerin sakinleri, Arş, Kürsi, Levh u Kalem, Sidre-i Münteha, Cennetler ve Mevla'nın cemali, Cehennem ve Cehennemlikler bir anda gösteriliyor tekrar dünyaya konuluyor.

Anne karnından dünyaya getirilen ve tekrar yerine konulan diğer arkadaşları:

Madem bir anda dünyaya gittim geldim diyorsun, öyleyse dünya nasıl? bize anlat, deseler; bu zat dünyayı onlara nasıl anlatsın? Anlatamaz. Anlatsa dahi dinleyenler anlayamaz, Çünkü dünya ile anne karnının hiç bir benzerliği yok ki, dağ dese anne karnında dağ yok, orman dese orman yok; yer, gök, ay, güneş, cennet gibi bir bahar, cehennem gibi bir kış var dese, hiç birini anlayamazlar, Çünkü bunların hiç biri anne karnında yok.

Bu uzun ve şaşırtıcı cevapları bırakır da "dünya öyle bir yer ki ne gözünüz onun benzerini görmüş, ne kulağınız işitmiş, ne de hayaliniz canlandırabilmiştir” dese hem onları ikna etmiş olacak hem de meraklarını ateşlemiş olacaktır. İçlerinde “keşke biz de gidip görsek” arzusunu uyandıracaktır. Cenab-i Hak da bu arzularını gerçekleştirecek, dokuz ay sonra onları umdukları dünyaya kavuşturacaktır.

İşte dünyadan, fena aleminden beka alemine alınan, mülk ve melekût alemleri kendisine gösterilen Peygamberimiz, dünyanın bin sene mutlu hayatından bir saati daha üstün olan Cenneti Kudsî Hadis’in bir parçasıyla: “Onun gibisini ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş, ne de hayaller canlandırabilmiştir!.” yollu veciz ve mu’ciz bir ifade ile anlatmış, ümmetinin merakını tahrik etmiştir.

Anne karnındakiler, oradan daha büyük bir dünyanın olduğunu kabul etmezlerse, 9 ay sonra inanmadıkları dünyada gözlerini açınca utanacakları gibi; şu fani dünyadan başka, ebedi bir dünyaya, ahirete inanmayanlar ve orada geçerli döviz olan İslamiyet'e sarılmayanlar da 9 ay, veya 9 yıl yahut 90 yıl sonra inanmadıkları ahirette gözlerini açınca utanacaklar, inançsızlıklarının cezasını çekmek üzere Cehennem hapsine atılacaklardır.

Anne karnı şu dünyanın yanında ne kadar küçük kalırsa, ahiretin yanında şu dünyamız da o kadar belki ondan daha küçük kalacaktır. Onun için ahirete göre dünya bütün parlaklık ve güzelliği ile beraber “bir zindan hükmündedir.” denilmiştir.

Cennet de Cehennem de çok yakın bize. Efendimiz’in (s.a.v) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: •Cennet sizin her birinize nalınının tasmasından daha yakındır. Cehennem de öyledir. » Bu ikisi ölüm kadar yakındırlar. Ölüm, hiç umulmadık bir zamanda kapıyı çalabilmektedir. Ahirzaman muallimi Hz, Muhammed (s.a.v) buyuruyor ki: “Akıllı insan, nefsini (herkesten) küçük gören, onu hesaba çeken ve ölümden sonrasi için çalışandır. Aciz ve zavallı insan da nefsinin arzularına uyan, sonra da Allah’ın bağışlayıcı olmasıyla kendisini aldatan insandır.“ Öyleyse insan, öyle işlerle uğraşmalı ki ölüm geldiği zaman ve ahirette gözlerini açtığı zaman utanmasın, rezil olmasın.

3-Mi’racın uzun mesafesiyle, “andolsun ki, biz insanoğluna şah damarından daha yakınız!” mealindeki ayetin ifade ettiği mesafesizliği nasıl bağdaştırmalı ve nasıl anlamalıyız?

Cenab-ı Hak, bize son derece yakındır; biz ise O’na son derece uzağız. Güneş buna en güzel misaldir. Güneş, elimizdeki aynamız sayesinde bize son derece yakındır. Eğer güneşin şuuru olsaydı aynamız aracılığıyla bizimle konuşabilirdi de. Çünkü o ışığı ve ısısıyla bize bizden yakındır. Biz ise ondan, onun zatından 149,5 milyon kilometre uzağız. Teşbihte hata olmasın Şems-i Ezeli olan Allah, isim ve sıfat ışıklarıyla her şeye her şeyden daha yakındır. Çünkü Vacibü’l-Vücûd’dur, mekândan münezzehdir, hiçbir şey Ona perde olamaz. Fakat her şey son derece Ondan, Onun Zat’ından uzaktır. İşte Peygamberimizin uzun mesafeyı tayyederek (dürerek) gitmesi ve bir anda yerine gelmesinin sırrı ve sebebi budur. Biz güneşe gidecek olursak ne kadar uzun zaman alacağı malum. Ama güneş bize gelecek olsa ne kadar kısa zamanda o uzun mesafeyi keseceği de bilinmektedir. İşte Peygamberimizin Mi’racın’da böyle bir tecelli vardır. Yani Şems-i Ezelî’nin akrebiyetinin tecellilsi.

Mi’rac, Peygamberimizin velayetinin seyr-i sülûkudur. Veliler nasıl ruhanî seyr-i sülûklarıyla kırk günden tâ kırk seneye kadar iman mertebelerinin hakka’l-yakîn derecesine çıkıyorlar; öyle de, bütün velilerin sultanı olan Peygamberimiz de sadece kalbi ve ruhuyla değil, cismi, duyguları ve latifeleriyle kırk sene yerine kırk dakikada, belki bir anda veliliğinin en büyük kerameti olan Mi’racla büyük bir cadde açmış, iman hakikatlerinin en yüksek derecelerine gitmiş, Mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, Kab-ı Kavseyn makamında Allah’a imanı ve ahirete imanı gözüyle görmüş, cennete girmiş, ebedî saadeti müşahede etmiş, ümmetinin bütün velileri o Mi’racın gölgesinde seyr-i sülûk yani kalbî ve ruhanî yürüyüş yapsınlar diye o büyük caddeyi açık bırakmıştır.

4-Mi’rac, neden sadece Hz. Muhammed (s.a.v) efendimize tahsis edilmiştir?
Miraç Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) Efendimize has bir olaydır. Onun mu’cizelerindendir.

Süleyman Çelebi’nin de dediği gibi …Ne insan, ne cinn, ne melek, ne peygamber bundan önce hiç kimse Mevlâ ile görüşme gibi bir devlete nail olmadı, hiç kimse Miraç gibi bir asansöre bindirilmedi ve hiç kimse mertebelerin en yücesine çıkarılmadı, Ezel Sultanı’nın sohbetine mazhar olmadı. Dolayısıyla hiçbir ümmete Miraç Gecesi gibi bir gece verilmedi. Çünkü dost ve düşmanlarının ittifakıyla güzel ahlakın en yüksek derecesi Peygamberimizde bulunuyordu. O âlemin Yaratıcısının sonsuz kemaldeki cemalinin görünmesine ve gösterilmesine araç ve ayna oldu. O, âlemlerin Rabbinin, her yerde birliğini ve tevhidin bütün mertebelerini aleme ilan etti. Âlemin Sahibinin, eserlerindeki güzelliklerin işaretiyle Allah’ın Zatındaki sonsuz güzelliklerini gösterdi. O’nu sevdi ve başkalarına sevdirdi.

Allah’ın kudret mu’cizelerini, kıymettar mücevherlerini en yüksek çapta ve boyutta tanıttı ve teşhir etti. Türlü türlü zinetlerle süslendirilen, şuurlu yaratıkların gezme ve tefekkürüne açılan Allah’ın şu kâinat sarayında cinlere, insanlara ve meleklere Kur’an aracılığıyla rehberlik etti. Allah’ın nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını, nereden gelip, niçin gelip ve nereye gittiğimizi en yüksek ve en mükemmel bir şekilde o açıkladı, Risalet vazifesini kusursuz bir şekilde o ifa etti. Şükrün, zikrin, ibadet ve itaatin, dua ve niyazın en çaplısını, en ısrarlısını, en şevklisini, en yorucusunu, en zevklisini, en coşkulusunu Allah’a O takdim etti. Böyle bir Zat, elbette Kab-ı Kavseyn makamına çıkacak, ebedî saadetin kapısını çalacak, imanın gaybî (görünmeyen) hakikatlerini görecek, Mi’racla lutuflandırılacak, şereflendirilecektir ve öyle de olmuştur.

Bu sebeple biz, Kâinatın Fahriyle iftihar ediyoruz, gecemizle iftihar ediyoruz; bizi Onunla ve Onun geceleriyle şereflendirdiği ve nuruyla aydınlattığı için Mevlây-ı Züîcelâle şükürler, hamd ü senalar ediyoruz.

Miraç, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) üm¬meti adına Cenab-ı Hak'la ömrî görüşmesidir. Milletin vekili olan bir başbakan nasıl cumhurbaşkanıyla aylık, haftalık görüşmelerde bulunur, milletinin arzu ve isteklerini ona takdim eder, cumhur başkanının emir ve dileklerini de millete getirirse aynen öyle de Hz. Muhammed (s.a.v.) de bütün yaratıkların vekili, cinlerin ve insanların son peygamberi sıfatıyla, Kâinatın Yaratıcısı ve Hâkimi Yüce Allah ile ömrî görüşmesini yapmış, insanlığın en büyük arzusunu takdim etmiş: Ya Rabbi ümmetim BEKA istiyor, LİKA istiyor, diye niyazda bulunmuş, ümmetinin affını dilemiştir,.

Cenab-ı Hak'tan, Süleyman Çelebî’nin ifadesiyle:

"Ümmetini sana verdim ey Habib / Cennetimi onlara kıldım nasib"

müjdesini alıp gelmiştir.

5-Süleyman Çelebi’nin “Gel Habibim Sana Aşık Olmuşam” mısrasını nasıl anlamalıyız?

Mevlid-i Nebevî ile Mi’raciyenin okunmasını son derece faydalı ve İslâm’ın güzel bir adeti bulan, iman hakikatlerinin ihtar edilmesi için en hoş ve en şirin bir ders gören, Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’yi rahmetle ve şükranla anan Bediüzzaman, merhumun yukardaki mısrasını tahlil ve tashih etmekten de kendini alamamıştır. Şöyle ki: “Sana aşık olmuşum” ifadesi, Vacibu’l- Vücûd olan Allah’ın kudsiyetine ve hiçbir şeye muhtaç olmama anlamına gelen “istiğna” düsturuna uygun düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin mevlidi herkesin beğenisine layık olmuştur ve madem o, velayet ve hakikat ehlidir; öyleyse onun vurgulamak istediği mana doğrudur, o mana da şudur: Cenab-ı Hakk’ın sınırsız cemali ve kemali vardır. Kâinatın her tarafına yayılmış olan cemal ve kemalinin bütün çeşitleri Cenab-ı Hakk’ın cemal ve kemalinin işaretleridir. Her cemal ve kemal sahibi, kendi cemal ve kemalini seveceği gibi Yüce Allah da sınırsız cemal ve kemalini pek çok sevmektedir. Hem de kendine layık bir muabbetle sevmektedir. Hem de cemalinin pırıltıları olan isimlerini sevmekte, dolayısıyla isimlerinin güzelliklerini gösteren sanatını sevmekte, cemal ve kemaline ayna olan sanat eserlerini ve onların güzelliklerini sevmektedir.

Madem Sevigli Peygamberimiz Allah’ın sanat eserleri içinde en mükemmel ferddir ve yaratılmışlar içinde en mümtaz şahsiyettir ve madem Allah’ın sanatını zikir velvelesi ve tesbih çığlıklarıyla en güzel O teşhir ediyor, İlahi isimlerdeki cemal ve kemal hazinelerini Kur’an diliyle O açıyor, küllî kulluğuyla ilahî Rubûbiyyete O aynadarlık ediyor, öyleyse kâinatı içinde toplayan mahiyetiyle, Allah’ın bütün isimlerine tam bir ayna da O olmuştur. İşte bunun için denilebilir ki Cemil-i Zül’celal kendi cemalini ve isimlerini sevdiğinden, cemalinin ve isimlerinin en mükemmel, isimlerinin en parlak aynası olan Hz. Muhammed’i de (s.a.v) sever. Ona benzeyenleri de derecelerine göre sever. Sanatını ve yarattıklarının güzelliklerini sevdiği için, sanatını en yüksek sesle dile getiren, zikir ve tesbih çığlıklarıyla aleme ilan eden, güzel ahlakın doruk noktasında bulunan Hz.Muhammed’i de (s.a.v) sever.

Bu izahlardan anlaşıldı ki, Cenab-ı Hakk’ın muhabbeti, rahmeti gibi kâinatı kuşatmıştır. Öyleyse şu sınırsız mahbublar, (sevgililer) içindeki en yüksek makam Hz. Muhammed’e (s.a.v) aittir ki “Habîbullah” lakabı O’na verilmiştir. İşte bu en yüksek “Mahbubiyet Makamı”nı Süleyman Çelebi “Sana aşık olmuşum” ifadesiyle dile getirmiştir. Madem bu mana, Allah’ın şanına uygun olmayan manayı hayale getiriyor, öyleyse bunun yerine “Gel Habibim, Senden razı olmuşum” denilmelidir.

6-Mi’raca lüzûm var mıydı?

Peygamberimize kadar geçen zaman içerisinde çeşitli bölgelerde birden fazla peygamber de bulunabiliyordu. Aynı anda, aynı bölgelerde iki peygamber görevlendirildiği de vaki idi. Peygamberimizle bu duruma son verilmiş oldu. Çünkü Cenab-i Hak O'nu bütün bir aleme cin ve inse hatta bütün bir kâinata SON PEYGAMBER olarak tayin etmişti. Çünkü zaman ahirzamandı. Ondan sonra bir daha peygamber gönderilmeyecekti. O nübüvvet müessesesinin hatemi, peygamberlerin sonuncusu Hatemü'l-Enbiya idi. Kıyamete kadar insanlığın tek mürşidi, mujdecisi, kurtarıcısı O ve O'nun nuru olacaktı.

Kâinatın şerefi, gözü, gözdesi, alemlerin fahri, insanlığın efendisi olan bir Zat'in elbette ki kâinatı gezmesi, görmesi ve kâinat içindeki şeyin en yüksek maksadını, en büyük neticesini anlaması gerekiyordu., Ve her tabakanın ayrı ayrı kulluk vazifelerini bilmesi, Allah'ın rubûbiyyetinin saltanatını, hakimiyyetinin haşmetini müşahede etmesi, nelerle hoşnud olacağını öğrenmesi, gördüklerini ve öğrendiklerini anlatması; böylece Allah'ın saltanatının dellalı olması lazım geliyordu, Onun için Mi’rac gibi bir seyahate lüzûm görüldü. Çünkü oturarak edinilen bilgi ile, gezilerek, görülerek edinilen bilgi bir değildi. Onun için Peygamberimiz, Cenab-ı Hakk'ın emri ve izni ile kâinati dolaştı, gökleri gezdi, gördü, Cenab-ı Hakk'ın en büyük dairesinin adı olan Arş-ı Azam'a çıktı, imkân ve vücûb ortasında kab-ı kavseyn ile ifade edilen makama girdi ve Zat-i Celil-i Zü'l-Cemal ile görüştü.

7-Resûlullah efendimize dünyada iken cennet ve cehennemin gösterilmesinin hikmeti nedir?

Bunda çok hikmetler vardır, biz sadece bir tanesini söylemekle yetineceğiz: Cennetin iyilik ve güzellikleri, cehennemin de azabı ve dehşeti sınırsızdır. Eğer onları Peygamberimiz dünyada iken görmeyip te kıyamet gününün başlarında görseydi, cennetin güzelliklerine dikkati takılabilir, ya da cehennemin dehşetinden korkabilirdi. Bu da, o gün şefaat bekleyen ümmetine bütünüyle yönelmesine engel olabilirdi. Onun için Yüce Allah Mirac Gecesinde bunları gösterdi ki o gün onlar kalbini ve dikkatini fazlasıyla meşgul etmesin. Etmesin ki o gün sadece ümmetini düşünsün, ümmetinin kurtuluşu için şefaat hakkını kullansın. Bu da merhameti sonsuz Allah’ın lütuf ve merhametinin ayrı bir tecellisidir.

8-Peygamberimiz mirac'a ruhu ile mi gitmiştir, yoksa cismiyle mi? Rüyasında mı gitmiştir, yoksa uyanıkken mi?

Bu sorunun cevabı tartışmalıdır. “Ruhu ile ve rüyada gitmiştir” diyenler olduğu gibi; “hem ruhu hem de cesediyle gitmiştir.” diyenler de vardır. Bu ikinci görüşü benimseyen Veliyyullah Dihlevî, “Mirac bedenle cereyan etmiştir ama, o sırada beden, ruhun sıfatlarını taşır vaziyette bulunmuştur.” der. Aşağıda da görüleceği gibi Bediüzzaman bunu: “Latif cismi, sür’atli ruhuna tabi olmuştur” sözüyle ifade etmiştir. Her iki görüş mensupları kendilerini haklı çıkarabilecek deliller ortaya koyabilmekteler, ancak biz, “hem ruh ve hem de cesediyle beraber gitmiştir.” Görüşünü benimseyenlerdeniz.

Görüşünü paylaştığımız Çağın Düşünürü Bediüzzaman bu meseleyi şu şekilde izah etmektedir: Yüce Allah mülkünde ve melekûtundaki harika ayetlerini (mucizelerini) göstermek, şu âlemin tezgahlarını, kaynaklarını ve insanlığın ahirete ait amellerinin neticelerini Peygamberimize temâşâ (seyr) ettirmek istemiştir. Elbette Peygamberimizin, alem-i mubsirat (görülmesi gereken alem) in anahtarı hükmündeki gözünü ve alem-i mesmuat (işitilmesi gereken alem)deki ayetleri işiten kulağını Arş'a kadar beraber alması lazım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vazifelerine sebep olan alet ve cihazlarının makinesi hükmündeki mübarek ismini dahi Arşa kadar götürmesi aklın ve hikmetin muktezası (gereği) dir. Cenab-i Hak, hikmetinin gereği olarak Cennet'te cismi, ruha arkadaş edecek, çünkü ruh, dünyada iken kulluk vazifelerini cesedle beraber yapmıştır, hadsiz lezzetleri ve acıları onunla beraber tatmıştır.

Madem Cennet'e, cisim ruh il!e beraber gidecek; elbette Cennetü'l-Me'va'nın gövdesi olan Sidretü'l-Münteha'ya götürülen Peygamberimiz de hem ruhu ve hem de cesediyle götürülecektir. Çünkü Efendimiz’in (s.a.v) ruhu, vazifelerini, ibadetlerini cesediyle birlikte yapmış; lezzetlerini ve acılarını cihazatının (organlarının) mahzeni olan cismiyle tadmıştır. Elbette onun mübarek cismi, yüce ruhuyla Arşa kadar beraber gidecektir.

9-Bin türlü zorluklarla ve uçakla ancak birkaç kilometre yükseğe çıkılabilir, bir insan cismiyle binler senelik bir yolu nasıl bir kaç dakikalık bir zaman içinde gidip gelebilir?

Dünya gibi ağır bir cisim, fenni hesaplara göre yıllık hareketiyle bir dakikada 188 saatlik bir mesafeyi kesiyor. Takriben 25 bin senelik bir yolu, bir sene de alıyor.

Acaba dünyamıza şu muntazam hareketi yaptıran ve bir sapan taşı gibi döndüren Kudreti Sonsuz, bir insanı Arş'a çıkaramaz mi? Güneşe koyduğu cazibe (çekme) kanunuyla pek ağır bir cisim olan dünyayı, Mevlevi gibi güneşin çevresinde gezdiren Şems-i Ezel (Allah), rahmetinin cazibesiyle ve muhabbetinin cezbesiyle bir kulunu cismiyle beraber berk (şimşek) gibi Arş-i Rahman'a çıkaramaz mi?

10-Bir kaç dakikada binlerce senelik mesafeyi gitmek akıl almaz şey, ne dersiniz?

Cenab-ı Hakk'ın san'atında hareketler çeşit çeşittir. Mesela sesin sur'atiyle ışığın, elektriğin, ruhun ve hayalin sur'atleri farklı farklıdır. Gezegenlerin dahi hareketleri o kadar değişiktir ki akıl hayret etmektedir. Bunları kabul eden akıl, acaba latif cismi, sur'atli ruhuna tabi olan Hz. Peygamber'in ruh sür'atindeki hareketini nasıl reddeder?

Bazen öyle olur ki bir veya on dakikalık bir rüyada meydana gelen hadiseleri uyanıkken yapmaya kalksanız belki yıllar alabilir. Demek oluyor ki bir zaman-i vahid (tek bir zaman) (uyuyan ve uyanık) iki şahsa göre, birisine bir gün, birisine de bir sene olabilir

Peygamberimizin Mi’racına kısır aklımızla ve kışırdan ibaret cismimizle değil, O'nun aklıyla ve Onun mübarek latif cismiyle bakmalıyız.

11-Mi’racın benzeri bir başka olay var mı?

Mi’racın benzeri olaylar o kadar çok ki hesaba gelmez. Mesela: Her göz sahibi, gözüyle yerden ta Neptun gezegenine kadar bir saniyede çıkabilir. Her ilim sahibi, astronomi kanunlarına binip, yıldızların ta arkasına bir dakikada gidebilir. Her iman sahibi, namazın rükünlerine fikrini bindirip bir çeşit mi’rac ile kainatı arkasına atıp, Huzur'a kadar gider. Her kalb sahibi ve her kâmil veli, seyr-i sülûk (ruhi yürüyüş) ile Arş'dan, Allah’ın isim ve sifatlarının dairesinden kırk günde geçebilir. Hatta Şeyh-i Geylanî ve İmam-i Rabbani gibi zatlar, sadık ihbarlarıyla bir dakikada Arş'a kadar ruhen yürüdüklerini söylemektedirler.

Nurani cisimler denilen meleklerin Arş'dan ferşe, ferşden Arş’a kısa bir zamanda gidip gelmeleri de Mi’racın bir emsalidir. Hem Cennet ehli, mahşerden Cennete kadar olan beş yüz senelik mesafeyi kısa bir zamanda almaktadırlar. Bu kadar nümûneler, örnekler gösteriyor ki: Bütün evliyaların sultanı, bütün mü'minlerin imami, bütün ehl-i Cennet'in reisi ve bütün meleklerin makbûlü ve efendisi olan Efendimiz Hz. Muhammed’e (s.a.v) layık bir seyr-i sülûk, bir seyahat, bir mi’rac olması haktır, hikmetin tâ kendisidir, son derece makuldür ve şüphesiz olmuştur.

12-Mi’rac seyahatinde beka âleminin varlıklarından biri olan “Burak” ın Peygamberimize tahsis edilmesinin sır ve hikmeti nedir? Merhûm Süleyman Çelebi neden onu hazin bir aşk macerası olarak naklediyor?

Beka âlemindeki mahlukların Hz.Muhammed (s.a.v) Efendimizin uruyla pek çok ilgili olduklarını, aşk derecesinde Onu sevdiklerini ilan ve ispat için Burak tahsis edilmiş, merhum Süleyman Çelebi de Burak’ın şahsında beka alemindeki bütün varlıkların Peygamberimize olan sevdalarını mısralara dökmüştür. Bu meseleyi ikna edici bir tarzda işleyen Bediüzzaman diyor ki: “Resûl-i Ekrem’in getirdiği nur sayesinde ahiret yurdu ve cennet cin ve insanlarla şenlenecektir. Eğer O olmasaydı, Ebedî Saadet olmayacaktı, cennetin her mahlukundan istifade etmeye kabiliyetli olan cin ve insanlar, cenneti şenlendiremeyeceklerdi, böylece cennet sahipsiz ve virane kalacaktı. 

Bülbülün güle olan aşkı, hayvanlar âleminin, bitkiler alemine şiddetle muhtac oldukları anlamına geldiği ve bu ihtiyacı dile getirmesi, için de bülbül seçildiği gibi; beka aleminin yaratıklarının da Hz.Muhammed’e (s.a.v) muhtac ve minnettar olduklarını: “ Adetâ ey Allah’ın Resûlü! Sen olmasaydın biz ne yaratılırdık, ne cennette olabilirdik, ne de Cennet nimetlerinden istifade edebilirdik!” dercesine Burak gibi varlıklar Allah’ın emriyle koşup gelmişler, onlar adına Peygamberimize karşı aşk ve sevdalarını dile getirmişlerdir. Mirac seyahatinde melekleri temsilen Cebrail, cennet hayvanlarını temsilen de Burak Peygamberimizin hizmetine tahsis edilmiştir.

13-Mi’racın mesaj ve hediyeleri nelerdir?

Yüce Allah kulu Muhammed’e (s.a.v) vermek istediği m esajları vahyetti. Beş vakit namazı, Bakara suresinin son iki ayetini, şirk koşmadan ölenlerin -günahlarını affettirmeden ölmüşlerse- cehennemde cezalarını çektikten sonra kurtulup Cennet’e gidebilecekleri müjdesini hediye etti.

Hediye denildiği zaman çoğumuz hep altın, gümüş, inci, mercan gibi takılar veya değerli eşya anlarız. “Ayetten hediye olur mu?” şeklinde itiraz edenler olabilir. Halbuki biraz düşünebilselerdi Allah’ın her bir ayetinin altında cennet gibi paha biçilmez bir hediyenin saklı olduğunu görürlerdi; hem bu dünyada, hem de ahirette.

Mesela, Cenab-ı Hak Mirac gecesinde şu emirleri Habibine verdi.

1-Allah’dan başkasına kulluk edilmeyecek,

2- Ana-babaya iyi davranılacak,

3- Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkı verilecek,

4- Cimri ve israfcı olunmayacak,

5- Çocuklar yoksulluk korkusu ve sair sebeplerden dolayı öldürülmeyecek,

6- Zinaya yaklaşılmayacak,

7- Haksız yere cana kıyılmayacak,

8- Yetim malına haksız yollardan yaklaşılmayacak,

9- Verilen söz yerine getirilecek,

10- Ölçüde ve tartıda doğruluktan şaşılmayacak,

11- Hakkında kesin bilgi olmayan şeyin dedikodusu yapılmayacak,

12- Yer yüzünde gurur ve kibirle dolaşılmayacak.

Bu emirlerin –uyulduğu takdirde- her birinin altında cennet gibi emsalsiz bir hediye saklı. Mi’raçta inen ayetlerin birinde “Allah hiç kimseye, güç ve kabiliyetini aşan bir yük yüklemez.” buyurulmaktadır. Bu ne kadar büyük bir lütuf, ihsan ve nimettir! Şayet bir görev mutlak bir mükemmeliyet içinde yerine getirilmek istenseydi, bunu kim, hangi insan yerine getirebilirdi ki. İşte Allah bunu değil, herkesin güç ve kabiliyetine göre yapabileceğini istemiştir. Bu insan için bir lütuf ve cennet değil midir? Yine aynı gece inen ayetlerin birinde de insanlık için ister uluslararası ilişkilerde, ister dinler arası münasebetlerde çok önemli ve yararlı bir noktanın altı çizilmiştir:

Bu ayet, sadece Hz. Muhammed (s.a.v) ve Kur’an-ı Kerim’e değil, aynı zamanda bütün peygamberlere ve bütün Mukaddes İlahî kitaplara inanmayı emretmiştir. Böyle bir hoşgörü İslâm’dan başka hangi dinde vardır ve nerde görülmüştür? Bundan daha büyük bir hediyeyi Allah’tdan başka kim verebilir? Bu hoşgörüyü benimseyenin dünyası ve ahireti cennet olmaz mı?

Ayrıca, Mirac’da hediye edilen beş vakit namaz da ruhun rahatı, bedenin sağlığı, aklın nuru, kalbin huzuru, müminin mi’racı ve cenneti değil mi? Süleyman Çelebi bu gerçeği ne güzel özetlemiş:

“Sen ki Mi’rac eyleyup ettin niyaz / Ümmetin Mi’rac’ını kıldım namaz

Her kaçan kim bu namazı kılalar / Cümle gök ehli sevabın bulalar.

Çünkü her türlü ibadet bundadır / Hakka kurbiyyetle vuslat bundadır.”

Bunun anlamı şudur: Yüce Allah Peygamberine sesleniyor: Ey Peygamber! Sen miraç yapıp dua ettin. Senin bir miracın oldu. Ben de ümmetin miracını namaz yaptım. Ümmetinden her kim namazını kılarsa bütün göktekilerin sevabını alır. Çünkü her türlü ibadet namazda toplandığı gibi; Allah’a yakın olma ve Ona kavuşma da yine namazla mümkün olmaktadır ve olacaktır.

Bu anlamları içeren bir hediyeyi veya hediyeleri vermek Allah’tan başka kimin gücü dahilindedir?

14-Mi’racın meyveleri nelerdir?

1-Cenab-ı Hak, peygamberimize imanın esaslarını göstermiştir. Efendimiz, melekleri, cenneti, âhireti, hattâ Mevlâ-yı Zülcelâl’in cemalini gözüyle görmüş, bizim de görebileceğimizi müjdelemiş, böylece kâinatı hiçlikten, yokluktan, perişanlık ve karma-karışıklıktan çıkarmış, Cenab-ı Hakk'ıin mektubu ve isimlerinin aynası olduğunu söylemiş, kâinatı ve bütün şuur sahiplerini sevindirmiştir. Şaşkın insanlığa, doğru yolu göstermiş, İnsana: Sen, Ezel ve Ebed Sultanı olan Yüce Mevlâ'nın bir muhatabısın, has bir kulusun, dostu, sevgilisi, kemâlâtının, kusursuzluğunun alkışlayıcısı, cemalinin hayretkârı, ebedî Cennetine aday aziz bir misafirisin, demiş, insan olan bütün insanlara sonsuz bir sevinç, sınırsız bir şevk vermiştir.

2- Ezel ve Ebedin Hâkimi, âlemlerin Rabbi, kâinatın sahibi ve varlıkların sanatkârı Yüce Mevlânın razı olduğu hayat tarzının İslâmiyet olduğunu öğrenmiş; İslâmiyetin başta NAMAZ gibi esaslarını insanlara ve cinlere hediye getirmiştir.

Acaba ayda ne var ne yok, diye merak eden, öğrenmek için trilyonlarca masrafı göze alan, her türlü fedakârlığa katlanan, anladıkça hayretten hayrete düşen insanlığın Hz. Muhammed’in (sav) milyarlarca ışık yılı ile ifade edilemeyecek mesafelere, mesafelerin ötesine olan yolculuğunu daha çok merak etmesi, gerekmez mi? Getirdiklerini anlaması icap etmez mi?

Çünkü feza pilotunun varmış olduğu ay, Yüce Allah'ın memleketinde gezen, dünyanın etrafında uçan bir sinek gibidir. Dünya, güneşin etrafında uçan bir pervane, Güneş ise binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki Mülkün Maliki Yüce Allah'ın misafirhanesinde mumdarlık etmektedir.

Adı geçen sinek, pervane ve lambalarda olup biten haberleri getiren astronotlar merak ve hayretle dinlenir de; zaman ve mekân sınırlarını aşan, Arş'a yanaşan Hz. Muhammed (sav) dinlenmez mi? Fena âleminden çıkıp, beka âlemine giren, Mevlâ'nın mukaddes işlerini, sanatının harikalarını ve Ebediyyet yurdunda rahmetinin hazinelerini gören, gelen, söyleyen şanlı Peygamberin Miraç yolculuğu hiç merak edilmez mi? Mübarek ağzından çıkan sözler hayret, teslimiyet ve muhabbetle dinlenmez mi? O şanlı Peygamberi dinlemeyenler, getirdiklerini kabul etmeyenler,. onun izinde gitmeyenler akılsızlıklarını, ilân etmiş olmazlar mı?

Acaba aya giden süper devletler aydan ne getirdiler? İnsanlığın yararına olan şeyler mi getirdiler, yoksa yıldız savaşlarından bahsetmekle, insanlığı korkutup uykusunu mu kaçırdılar? İşte Ay’ın astronotlarıyla Arşın Astronot’unun arasındaki fark!. Şair bu farkı ne güzel ortaya koymuş:

"Yirminci asrın ablak yüzlü feza pilotu / Buldun mu Ay yüzünde ölüme çare otu?

Bir odun parçasına at diye binen çocuk / Başında çelik külah, sırtında plastik gocuk

Uzaklıkları yenmiş fâtih edasındasın / Dipsizliğin dibini bulmak sevdasındasın,

Allah'a dil uzatır gibi küstah bir yarış / Farkında değilsin ki ay dünyaya bir karış.

Fezada milyarlarca ışık yolu mesafe / Seninki, saniyelik zafer, ilmi hurafe!

3- Sevgili Peygamberimiz, ölümün olmadığı ve bu dünyada iken Allah’ı memnun eden insanların ebediyyen mutlu yaşayacakları bir ülkeyi görmüş, bunun müjdesini ve ebedî saadet definesinin anahtarını getirip insanlara ve cinlere hediye etmiştir. İdam edilecek bir adama: “Müjde! Padişah seni affetti, ve sana ömür boyu mutlu yaşayacağın bir köşk tahsis etti!” denilse bu adamın sevincini ölçmek mümkün olabilir mi? İşte ölümle idam olduğunu ve olacağını zanneden cin ve insanlara Sevgili Peygamberimiz, İslamiyet’i yaşayarak Allah’ı memnun ettikleri takdirde, ebedî saadetin ve cennet köşklerinin müjdesini getirmiş, insanların ve cinlerin üzüntüsünü sevince çevirmiştir.

4- sevgili peygamberimiz, allah’ın cemalini görme meyvesini kendisi aldığı gibi, o meyvenin her mü’mine verilmesinin de imkân dahilinde olduğunu cinlere ve insanlara mujde vermiştir.

5- İnsanın, kâinatın çok kıymetli bir meyvesi, kâinatın sanatkârı ve sahibi olan Allah’ın çok nazlı bir sevgilisi olduğu Mi’rac’la anlaşılmış, ve bu meyveyi “En Nazlı Sevgili: Hz. Muhammed (s.a.v)” cin ve insanlara hediye etmiştir. Küçük bir mahluk, zayıf bir canlı olan insana böyle bir müjdenin verilmesi, adi bir nefere: “Sen mareşal oldun!” müjdesinden çok daha büyük bir sevinç kaynağı olur. Çünkü bu müjde ile insan, fani, aciz, konuşan bir hayvan, devamlı ayrılık tokadı yiyen çaresiz bir varlık iken, kâinatın ve bütün varlıkların üstünde bir makam sahibi olduğu, rahmeti ve ikramı sonsuz bir Allah’ın ebedî bir cennetinde hem de hayal sür’ati ve ruhun genişliğinde, canının çektiği her şeyi bulmuş bir insan olmanın keyfini ve sefasını ancak insan olanlar anlar.

15-Mi’racı inkâr eden dinden çıkar mı?

“Müslüman’ım” diyen hiç kimsenin bu olayı inkâr etme hakkı ve lüksü yoktur. İsrâ’yı -ayetle sabit olduğu için- inkâr eden Müslümanlıktan çıkar, Mirac’ı inkâr eden de ehl-i fısk ve ehl-i bid’at olur. Çünkü bu olay hakkında icma-ı ümmet vardır. Bu olayı tereddüdsüz onaylayan, Ebubekir Sıddîk gibi “Şanlı Resûl ne diyorsa doğru diyordur.” diyen ve İslamiyeti yaşayan, onu yaşatmak için malını, canını feda eden de “sıddîk”lar kervanına katılır, Ebubekir Sıddîk’la (r.a) beraber haşr olur, onunla cennete kavuşur.

16-Mi’rac gecesinde ne yapmalıyız?

Mirac gecesinin meyvelerini toplamalıyız, adeta onları yemeliyiz ve hazmetmeliyiz.

Mi’rac’la gelen mesajı anlamalıyız ve Mi’rac’la gelen on emre kulak vermeliyiz.

Beş vakit namazın Mi’rac’la geldiğini düşünüp, namazla Mi’rac macerasını hatırlamalıyız ve her namazla adetâ Mi’rac’ı yaşamalıyız.

Bakara sûresinin son ayetlerindeki dualar gibi dualarla dua etmeli, elimizden geliyorsa Cevşen’i hatmetmeli veya bir miktarını okumalıyız.

Bediüzzaman’ın Sözler ve Mektubat adındaki kitaplarında bulunan miraç bahislerini okuyarak bir saat tefekkürle bir sene nafile ibadet etme sevabını kazanmalıyız.

Küstürdüklerimizden helallık almalıyız, annemizin, babamızın ellerini öpüp, ihtiyaçlarını karşılayıp, onları memnun etmeliyiz. Vefat etmişlerse, onlar adına hayır ve hasenat yapmalıyız.

İyiliğini gördüğümüz insanlara karşı vefalı davranmaya söz vermeliyiz.

Günahlarımızı affettirebilmemiz için bir taraftan Sadakalar vermeli, bir taraftan da, bir daha işlememek üzere günahlarımıza tövbe-istiğfar etmeliyiz.

Ölmüşlerimiz adına hayırlar yaparak, sadakalar vererek ve fatihalar okuyarak anmalıyız.

Küçüklere şefkatli, büyüklere hürmetli davranmalı, kimseyi incitmemeliyiz.

Peygamber varisi durumunda olan alimlere saygıda kusur etmemeli, ilim meclislerine koşup giderek, sohbeti dinlenebilecek alimlerin derslerine katılmalı, ilimle ve çalışmakla cehaletin, ihtilafın (didişmenin) ve fakirliğin belini kırmalıyız.

Beş vakit namazı hayatın gayesi bilmeli, bu geceden itibaren onu asla bırakmayacağımıza karar vermeliyiz. Çünkü “Nebiler Serveri, (s.a.v) Mirac’a “kab-ı kavseyn” ruhuyla yönelmişti. O, sebepler üstü yaşadığı o noktada namazla müşerref oldu ve onu hayatı boyunca da kâmil manada eda etti.” Zekat konusunda asla cimri olmamalı, asla yanlış yapmamalıyız. Kandiliniz kutlu, Mi’rac Geceniz mübarek olsun.

17-Günümüz Medeniyetinin Temellerinin Atıldığı İslam Coğrafyasının Sınırlarının Çizildiği Geceler.

Kadir Gecesinde bu günkü modern medeniyetin bilim ve tekniğin temelleri atılmış, Mirac Gecesinde de İslâm coğrafyasının sınırları çizilmiştir. Şimdi bu meseleyi biraz açalım:

Doğulu ve Batılı vicdan sahibi her araştırmacının ittifak ettiği bir gerçek vardır. O da: Bu gün dünyaya hâkim olan Modern Avrupa Medeniyeti, varlığını Ronesans’a, Ronesans da varlığını Endülüs İslâm Devletine ve dolayısıyla İslâm Medeniyetine borçludur.

İslâm Medeniyetinin kaynağı Kur’an’dır. Kur’an ise Ramazan ayında, Kadir Gecesinde inmeye başlamıştır. O gece inen ayetlerin ilkinin “İkra’=oku” diye başlaması da çok anlamlıdır. Medeniyete, ahlaka, bilime, teknik ve terakkiye giden yol okumaktan geçer. Kalkınmanın, medenileşmenin ve modernleşmenin temelinde çekirdek olarak İslâm’ın bu ilk emri vardır. Bir “İKRA’=OKU” dan böyle bir medeniyet çıkar mı demeyin. Kocaman incir ağacı da mini minnacık çekirdeğinden çıkmıyor mu? Siz çıkana değil, çıkarana bakacaksınız.

Asya, “oku” diyen kitap kendi elinde olmasına rağmen, böyle bir medeniyete sahne olma liyakat ve fırsatını kaçırdığından dolayı hayıflanmalı, hatasını itiraf etmeli, Allah’dan özür dilemeli, tevbe ve istğfar edip Kur’an’a dönmelidir. Avrupa ise gurur ve kibiri bırakıp Allah’a şükretmelidir. Ve bilmelidir ki kendisini zirvelere taşıyan medeniyet Kur’an’dan fışkırmıştır. Onun sahibi de Allah’dır. İncir ağacı bu incirler “benim hünerim” deyip kibirlenemeyeceği gibi, Avrupa da “bu medeniyet benim hünerim” deyip kibirlenemez.

“İslâm coğrafyasının sınırları Mirac Gecesinde çizilmiştir.” demiştim. Bunu da kısaca izah etmek isterim: Mirac Gecesinde Sevgili Peygamberimiz, Mekke’deki Mescid-i Haram’dan alınıp Kudüs’deki Mescid-i Aksâ’ya götürülmüş, orada hazır bulunan peygamberlerin ruhlarına imam olup iki rekât namaz kıldırmıştır. Böylece Peygamberimiz, bütün peygamberlerin, dinlerinin, dâvetlerinin, devletlerinin, ümmetlerinin ve topraklarının varisi olmuştur. Tevrat ve İncil gibi bütün kitapların mesajı Kur’an’da, Hz. Musa (a.s) ve Hz. İsa (a.s) gibi bütün peygamberlerin güzellikleri de Hz. Muhammed’de (s.a.v) toplanmıştır. Peygamberimiz, Hz. Musa’nın varisi olduğuna göre ona inanan Yahudilerin toprakları da Peygamberimizindir. Peygamberimiz, Hz. İsa’nın varisi olduğuna göre, ona inanan Hıristiyanlarıntoprakları da Peygamberimizindir. İster inansınlar, ister inanmasınlar Peygamberimiz bütün insanlığın peygamberi olduğuna göre, bu gün insanlığın yaşadığı topraklar Peygamberimizin tasarruf alanındadır. Peygamberimiz, bütün cinlerin, melek ve ruhanilerin peygamberi olduğuna göre, bunların yaşadığı âlemler de, Peygamberimizin tasarrufundadır.

Mirac Gecesinde Peygamberimiz, fena alemini geçip beka alemine girmiştir. Dolayısıyla İslâm coğrafyası dünyanın ve fizik âleminin tamamını içine almakla kalmıyor, beka alemini, öteler ötesini, hattâ bütün bir kâinati içine alıyor. “Allah’a kul olana, her şey hizmetkâr olur, Allah’ın mülkü onun mülkü haline gelir.” Kaidesince Peygamberimiz, Allah’ın son peygamberi ve en kâmil kuludur. Onun için bütün fizik ve metafizik coğrafya onun mülkü olmuş, Onun tasarruf alanına girmiştir. Allah’ın da zaten bir sözü vardır: “Yere benim salih kullarım varis olacaktır.” diye. Mirac’la sınırları çizilen İslâm coğrafyasına bu gün maalesef gayr-i Müslimler hâkimdir. Bu durum onların Salih olduğuna değil, olsa olsa Müslümanların salahetlerini kaybettiklerine delil olur. Müslümanlar, İslâm’ı hakkıyla yaşamadılar, Peygamberleri Hz. Muhammed’e (s.a.v) layık olamadılar, böylece İslâm coğrafyasını ve bu coğrafyanın yönetimlerini gayr-i müslimlere kaptırdılar. Kur’an, Müslümanları her an yeniden iman etmeye, salih olmaya ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) çizgisini bulmaya Ona layık bir ümmet olmaya dâvet ederken; ateistleri, gayr-i müslimleri, özellikle Yahudi ve Hıristiyanları da Müslüman olmaya gasbçı, zalim ve kapkaççı olmaktan vazgeçmeye çağırıyor.

Umarım bütün insanlık Miraç’la gelen bu mesajı alır, “Arşa giden Astronot” da buluşur. Umarım insanlık yeniden bir saadet asrını yaşar. Umarım Mescid-i Aksâ, Ayasofya gibi garip ve boynu bükük mescitler hürriyetine, eski huzurlu ve nurlu günlerin kavuşur. Allah’ın rahmetinden bunu bekliyoruz ve bizi de salih kullarından eylemesini umuyoruz.

Tefsir Bilim Doktoru İlahiyatçı Yazar Dr. Vehbi Karakaş
Devamını Oku »

Hz. Mevlana’yı doğru anlıyor ve doğru anıyor muyuz?

Hz. Mevlana’yı doğru anlıyor ve doğru anıyor muyuz?

Bir asra yakın bir zamandır ülkemizde her şey ters yüz edildiği gibi, Mevlana ve Yunus gibi büyük şahsiyetler de bu ters yüz edilmişlikten paylarına düşeni almışlar, kendilerine yakışır şekilde anlaşılmaktan ve anılmaktan mahrum kalmışlardır.

Nasıl antika bir eser, hurdacılar çarşısına düşünce ucuza gider; işte Mevlana ve Yunus gibi kıymet biçilmez antikalar da zamanla yanlış anlayışların, yanlış algıların, bidat ve alafrangaların elinde gadre uğrayabilmişlerdir.

Şimdi her şey düzelmeye yüz tuttuğu gibi, Hz. Mevlana’nın da inşallah kendisine yakışır bir şekilde anlaşılacağına ve anılacağına inanıyoruz.

Mevlana ve Yunus’un misyon ve vizyonunu taşıyanları, onlar gibi Allah’ı ve Peygamberini sevmeyi ve sevdirmeyi hayatının gayesi haline getirenleri, o büyüklerimize yakışır şekilde onları ananları, anlatanları şimdiden tebrik ediyor ve can u gönülden alkışlıyoruz.

Hümanizm adına Mevlana ve Yunus’la barışık olup, Kur’an ve Hz. Muhammed’le (s.a.v) küsülü olanlar, kusura bakmasınlar Mevlana ve Yunus’u anlamış sayılmazlar. Çünkü Mevlana’yı Mevlana, Yunus’u Yunus yapan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Onlar, O’nsuz (s.a.v) olamazlar. İşte bunun içindir ki Mevlana, kendisini sevip de, yolunun tozu olmak istediği Hz. Muhammed’i (s.a.v) görmezlikten gelenlerden davacıdır, bîzardır.

“Ben yaşadıkça Kur'an'ın kölesiyim
Ben seçkin Muhammed'in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikayetçiyim”(1) der.

Mevlanalar, Yunuslar, Abdulkadirler, Muhammed Bahaüddinler, Ahmedî Farûkî Serhendiler, Yeseviler, Harakanîler, Şazeliler, Bediüzzamanlar… ve daha nice isimlerini sayamadığım veliler, safîler, müctehidler, mücedditler, müfessirler, muhaddisler… Ravza-i Muhammediyyenin (s.a.v) gülleri, çiçekleri ve rayıhay-ı Tayyibeleridir. Allah, ümmetin gönül bahçelerini bu güllerden ve çiçeklerden mahrum eylemesin. Tabii bu gülleri ve çiçekleri yetiştiren Şanlı Bahçivan’ın (s.a.v) sevgisinden ve şefaatinden de.

“Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun O'na cemiyeti medyun O'na ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!”

mısralarıyla Âkif, o efendiler efendisi olmasaydı bu gün efendi olarak tanıdığımız hiçbir büyüğümüz, hatta hiçbir şey olmayacaktı, demek istemiş, herkesin ve her şeyin ona “borçlu” olduğunu haykırmıştır.

O Efendiler Efendisi olmasaydı, bedevi bir millet medenileşemeyecekti. O’nın (s.a.v) yetiştirdiği nesil, (sahabe) medenileşmekle kalmadı, medeni milletlere üstad oldu. Dünya, insaniyeti, güzel ahlakı, fazilet, hak, hukuk ve adaleti onlardan öğrendi. Bedevî bir millet, medenileşti, Kostantıniyye’nin, İran’ın, Turanın, Asya’nın, Avrupa’nın fatihi, oldu.

Batı’da Mevlana ayarında, Yunus ayarında bir mürşit bulamazsınız. Yetişmemiştir. Çünkü Batı’da öylesi mürşitleri yetiştirecek bir sistem yok. Batı’nın, otomobil, bilgisayar üreten fabrikaları var, ama Mevlana ve Yunus üretecek fabrikaları yok. Mevlana ve Yunus üreten fabrika İslamiyet’tir. Mevlana ve Yunus yetiştiren Hz. Muhammed’in (s.a.v) çarkı ve atölyesidir.

Bize hangisi lazım? Otomobil ve uçak üreten fabrika mı, Mevlana ve Yunus üreten fabrika mı? Bize her ikisi de lazım. İslam her ikisini de önermiştir, emretmiştir. Ama bize önce Mevlana ve Yunus üreten fabrika lazım. Zîrâ insanlık otomobilsiz, uçaksız, bilgisayarsız çok devirler yaşadı, ama Mevlana’sız, Yunus’suz rahat yaşayamadı ve yaşayamıyor.

Beline bomba bağlayıp kendini ve birçok masumu havaya uçuran gençler, Mevlana’nın, Yunus’un ve Bediüzzaman’ın atölyesinden çıkan gençler değil, tam tersi onların atölyesinden mahrum bırakılan gençlerdir.

Keşke teknoloji ile, topla, tüfekle, bomba ile terör bitseydi, ama bitmiyor, bitmedi ve bitmeyecek. Terör, Mevlana’larla, Yunus’larla ve Bediüzzaman’larla bitecek.

Mevlana’yı anlatırken Bediüzzaman’ı zikretmeden geçemedim. Çünkü Bediüzzaman da günümüzün bir Mevlana’sıdır.

Bediüzzaman, “"Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlana zamanında gelseydim Mesnevi'yi yazardım"(2) demiştir. Mevlana, çağının ve kendisinden sonraki çağların Bediüzzaman’ıdır. Bediüzzaman ise, çağımızın Mevlana’sıdır. Ve kıyamete kadar çağların Mevlana’sı olacaktır.

Bu sözlerimizden kimse Mevlana’nın, Yunus’un vakti geçmiştir, artık onların defterini kapatalım anlamını çıkarmasın. Biz bu sözlerimizle sadece dünün Bediüzzaman’ına ve günümüzün Mevlana’sına dikkat çekmek istedik. Mevlana ve misyonu bu gün, Bediüzzaman ve tahkiki iman şeklinde hizmetini sürdürüyor. Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar Muhammedî silsilenin altın halkalarıdır. Muhammedî bahçenin güzel kokan gülleri ve çiçekleridir. Onların defterleri kıyamete kadar açık kalacaktır. Onların hepsi güzel kokular saçmaya devam edecektir. Sözleri ve neyleri hep diriltici efsunlar üflemeye, gaflet uykusuna dalmışları uyandırmaya devam edecektir. Kimin haddine düşmüş onların defterini kapatmak.

“Takdir-i Huda kuvve-i bazu ile dönmez
Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez.”

Vücutlarını, mucitlerine feda eden bu hak dostlarına, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin fedailerine canlar feda olsun. Söz buraya gelmişken Yunus’un şu mısralarını söylemeden geçemem:

“Canım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhamed
Şefaat eyle bu kemter kuluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed”(s.a.v)

Yukarda gerek Mevlana ve gerekse Yunus’u bir hümanist (yani insan sevgisiyle dolu insan) olarak tarif edenler var demiştim. Bu şekilde bir yaklaşım, onları tanıtanların, onları tanımadıklarına en büyük delildir. Evet, onlar insan sevgisiyle doludurlar. Bu doğru. Ama ondan önce Allah aşkı, Muhammed (s.a.v) sevdasıyla doludurlar. Onlar, Allah aşkı ve Muhammed (s.a.v) sevdasıyla dolu oldukları içindir ki insan sever olmuşlar, insanı, dünya ve ahiret cehenneminden kurtarmanın mücadelesini vermişler. Onlar, Allah sevdasıyla dolu oldukları içindir ki sadece insana değil, hayvanlara hatta yaratılan her şeye şefkatle yaklaşmışlar, “Yaratılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü” demişlerdir. Çünkü Yaradan olmasaydı kim var olabilirdi, kim kimi sevebilirdi ki?

Öyleyse neden bir kısım insanlar Mevlana ve Yunus’un insan severliğini ele almışlar da, onların Allah aşkı ve Muhammed sevdalarını görmezlikten gelmişler?

Cevap:
-Eğer onlar, Allah’ı ve Peygamberini hatırlasalardı İslamiyet akıllarına gelecekti. İslamiyet akıllarına gelseydi, Allah’ın emir ve yasakları karşılarına çıkacaktı. İçkiye, kumara, zinaya, adam öldürmeye, anarşi ve teröre giden yollar kapanacak; namaz, oruç, hac, zekât, tesettür gibi farzlar gündeme gelecek, hak ve adalet her yere hâkim olacaktı. Bunlar da nefs-i emarenin hesabına gelmiyordu.

BAZEN TELEVİZYONLARDA GÖRÜYORUZ

Bazen televizyonlarda görüyoruz: Sigara kokusuyla ağzının havası ve sesi bozulmuş, bıyıkları sapsarı kesilmiş kimseler, Mevlana’yı anlatıyorlar. Veya tesettüre riayeti olmayan hanımlar, Mevlana’yı anlatıyorlar. Adeta ağızlarından bal akıyor. Böyleleri Mevlana’yı anlatamaz, anlatmasın demiyoruz. İslam’ın ölçüleri çerçevesinde, Mevlana’nın ruhuna, misyonuna, derdine ve davasına uygun bir nezafette, nezahette, kılık ve kıyafette anlatsınlar, diyoruz. Çünkü onlar temizdi. “Ervah-ı Tayyibe, revaih-i tayyibeyi sever”(3) cümlesini unutmasınlar. “Şüphesiz Allah da maddî ve manevî kirlerden arınanları sever”(4) ayetini akıllarından çıkarmasınlar. Allah aşk ve Peygamber sevdasını her şeyin üstünde tutsunlar. O aşk ve sevda ile Mevlana’yı dikkatlere sunsunlar.

Mevlana’yı sevip anlatanlara bu keyfiyeti layık gördüğüm için bunları söylemiş oldum. Üzdüysem, bendelerini affetmelerini istirham ediyorum.

Yunus’un şu Peygamber sevdasıyla tüten mısraların nasıl görmezlikten gelirsiniz?:

“Aşık Yunus neder dünyayı sensiz / Sen hak peygambersin şeksiz gümansız,
Sana uymayanlar gider imansız / Adı güzel, kendi güzel Muhammed.”

Kur’an ve Peygamber sevdasıyla yoğrulmuş ve olgunlaşmış olan Mevlana Peygamberimizi kasdederek der ki:

“Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki O, meleklerin bile kıskandıkları Güzel’i öveyim.”(5)
Bu gün her nerde ki sevinç, zevk ve sefa vardır
Muhammed Mustafa’nın (sav) kemalinin fazlındandır.(6)

Onlar, Allah’ı ve Onun Habib’ini böyle sevmese ve sevdirmeseydiler insanları sevemezdiler, sevdiremezdiler. Samimi olamazdılar. Işıkları, asırlarını aşamazdı, aşıp da bize ulaşamazdı.

BİZ MEVLANA’YA UYARSAK

Biz eğer dine uyarsak din rahmet olur, eğer biz, dini kendimize uydurursak din azap olur. Mevlana gibi şahsiyetler de böyledir. Onların rahmet ve bereketinden istifade etmek istiyorsak onları dinlemeli ve hazmetmeli ve onlara uymalıyız. Onları kendimize uydurmamalıyız.

Mevlana Hazretleri buyurmuşlar ki:

"Üzülme; bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun, Tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, Kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır."

Biri Mevlana’ya sert sert sordu:
-Demişsin ki ben 72,5 milletle beraberim, doğru mu?
-Doğru.
-Vay seni gidi, akılsız, idraksiz, irfansız!
Adamın bu hakaretlerine Mevlana:
-Bak bu iddialarında seninle de beraberim! cevabını verince, o çiğ adam pişmeye başlamış, zamanla kâmil bir insan olmuştur. Mevlana işte bunun için 72,5 milletle beraber olmuş. Yamuk yumukları düzeltmek için. O herkese kapıyı açmıştır, ama her kapıdan içeri girmemiştir.

“Sen gel, ne olursan ol yine gel! Kâfir, ateşperest, putperest, hâsılı her ne mezhepte olursan ol yine gel! Zira bizim dergâhımızda ümit kapısı kapalı değildir, yeis yoktur. Sen günahkâr da olabilirsin, ümitsizliğe düşme, yine gel.” demiştir.

Kur’an’ın ve Peygamberin yolunda olduğunu söyleyen, öyle yaşayan ve o yolda ölen bir mürşit hak ve batıla nasıl bir bakabilir, hoş bakabilir? Bakamaz. Öyleyse onun bu sözünü doğru anlamamız lazımdır ki o da şudur:

Ne olursan ol, gel. Gel de, yanımda kıyamete kadar putuna tap, dememiştir. Gel de, Hakiki Mâbud’unu bul, demiştir. Gel de bana bak, benim gibi ol demiştir. Gel, kâfirlikten, puta ve ateşe tapmaktan uzak dur. Günahın ne kadar büyük olursa olsun samimi bir tevbe et, tevbende sabır ve sebat göster. Allah’ın rahmetinden ümidini kesme. Gel, ama benim gibi Müslüman ol, Müslüman kal ve Müslüman öl.

Eğer Mevlana’yı böyle değil de, her sapık mezhebi hoş karşılayan biri olarak görürsek, Mevlana’yı derinden yaralamış oluruz.

MEVLANA ÇOK GECELER YATAĞA GİRMEZDİ

Mevlana’nın çoğu geceler yatağına girmediğini, ibadet, namaz, tefekkür ve dua ile meşgul olduğunu gören dostlarından biri:
-Efendim biraz uyusanız olmaz mı? Sözüne:
-Bu milletin mürşitleri de uyursa bu milletin hali ne olur? Cevabını vermiştir. İbadet şevkiyle yataklara girmeyen Mevlana acaba kimin aşkını taşıyordu?

EVDEKİLERE DAİMA SORARDI:

-Bu gün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?
Arada bir:
-Hayır, hiçbir şey yok, cevabını aldığı zaman sevincinden uçardı:
-Allahım! Sana şükürler olsun. Bu gün evimiz, Peygamberler Peygamber’inin evine benziyor. Pek çok yemek bulunduğu söylendiği zaman da:
-Aman, bu evden Firavun kokusu geliyor, derdi.

Türlü türlü yemek yiyip de şükür ve teşekkürü aklına getirmeyenler Mevlana’yı nasıl anlayabilirler?

MEVLANA GÜZEL SESİ NASIL YORUMLADI?

Bir gün dedi ki:

-Güzel sesi duyduğum zaman, sanıyorum bana cennetin kapısı açılıyor. Sanıyorum o ses cennetin kapısının açılışından geliyor. Orda oturan nasipsizlerden biri atıldı:

-Ben de aynı şeyi duyuyorum. Bana da öyle geliyor!
Mevlana bu adama derin derin, manalı manalı baktı:

-Senin duyduğun, sana cennetin kapısının kapanışından çıkan sestir.” buyurdu.

Onun için demişler ki: “Musıki, âlimin ilmini, fasıkın fıskını, cahilin de cehlini artırır.” Mevlana, güzel sese manay-ı harfiyle yani Allah’ın bir sanat harikası olarak baktığı için bu bakış kendisine cennetin kapılarının açılmasını sağlıyor. Mevlana gibi bakmayanlar, sese manay-ı ismiyle yani ses kimin ağzından çıkıyorsa ona baktıkları ve adeta ona taptıkları için bu bakış, cennetin kapılarının kendilerine kapanmasına sebep oluyor. Onun için sesi ve sureti güzel, serveti ve sağlığı yerinde olanlar havalara girmemeli, mal sahibinin Allah olduğunu itiraf ve idrak etmelidirler.

MEVLANA, DÜNYAYA SIMSIKI SARILANLARI NEYE BENZETTİ

Buyurdu ki:

“Efendiler! Bu dünya bir ağaca benzer. Biz de bu âlemde yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz. Ham meyveler dala iyice yapışır. Oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya layık değildir.”

Dünyadan başka bir hayat tanımayanlar da o ham meyveler gibidirler. Dünyadan ayrılmak istemezler. Çünkü Sultan’ın sarayına yani Yüce Allah’ın cennetine çıkacak ne yüzleri, ne işleri, ne de olgunlukları vardır.

Halbuki “Hamdım, piştim, yandım.” Sözleriyle hayatını özetleyen Mevlana son dakikalarında iyileşmesi için dua edenlere dedi ki:

-Dilediğiniz şifalar artık sizin olsun. Habib ile Mahbub, Seven ile Sevgili arasında bir kıl kadar ince bir mesafe kalmıştır.. İstemez misiniz ki nur Nur’a kavuşsun.

Mevlana öylesine olgun ve dolgun bir meyve haline gelmişti ki Azrail denilen emin bahçivanın sepetine girip Sultan’ın sarayına, Firdevs cennetlerine gitmek için can atıyordu.
Mevlana olgunluğu ile, dünyaya sımsıkı sarılan hamları olgunlaştırmaya, dolgunluğu ile içi boşları doldurmaya, doygunluğu ile de marifetten yana aç ve nasipsizleri doyurmaya çalışıyordu.

VASİYETİ ŞU OLDU:

“Size gizlide ve açıkta takvayı (Allah’tan korkmayı) vasiyet ederim. Az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan ıstırap duymayı, oruca devam etmeyi, namaz kılmayı, şehvetleri bırakmayı, insanlara cefa vesilesi olmamayı hatırlatırım. Sefillerin ve aşağı takımın sohbetlerini bırakınız. Yalnız Salih olanlarla düşüp kalkınız. İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır. Sözlerin hayırlısı da az ve anlamlı olandır. Bir olan Allah’a hamd olsun.”

Mevlana severlere selam olsun.

DİPNOTLAR:

1-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler
2-Necmettin Şahiner, Son Şahitler, 1/318
3-Nursî, Said, Sözler, 353
4-Bakara, 2 / 222
5-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler; Peygamber sevgisiyle alakalı daha geniş bilgi için bkz. Vehbi Karakaş, “Hicazlı Sevgili”,Timaş Yayınları ve “Sana Öyle Hasretim ki” Cihan Yayınları..
6-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler; halisiyye.com

Vehbi Karakaş
Devamını Oku »