Ahlakın Menşein Akıl Düsturunu Vicdan Görenlerin Reddiyesi



Felsefecilerin içerisinde en mükemmel görüşleri ortaya koyan Kant diyor ki: "Vazife veya vicdanî mesuliyet ahlaktır. Bunun menşei akıl, düs­turu emr ve vicdandır." Bu görüş, diğer felsefecilere nazaran birçok mes­leklerden üstündür. Lâkin Kant'ın ortaya koymuş olduğu "Ahlak, vicdanî mesuliyettir, menşei akıl, düsturu emrdir." tarifi birçok cihetlerden isabetli değildir. Kant'a göre bile akıl ve vicdanın hakîkaten ahlaka kâfi bir temel olması naklolunmuştur. Fakat Kant'ın, mücerred akıl ve vicdanı ahlakî kanunlara hâkim kılması doğru değildir. Çünkü eğer Kant yukarıdaki ta­rifiyle birlikte vahye teslim bir aklı ve vahye dayalı bir vicdanı kasdetmiş olsaydı, ahlakın temel ve menşei hakkındaki görüşleri isabetli olurdu.

Haydi biz de Spencer gibi, bir gayeye yönelmek ahlaktır dersek, şöyle itiraz olunabilir: Hiçbir gaye menfaatten hâlî olmadığına göre toplumun hayatı söz konusu olur. Binaenaleyh toplumun hayat ve refahı aleyhinde olduğu takdirde gayemi icra etmek istersem, diğer ifadeyle gayeme yönelirsem topluma zulmetmiş olurum; yönelmez isem ahlaksız olurum denilir.

Hissi insaniyyeyi ahlaka temel etsek bile yine Rousseau gibi bir felsefeci bize şöyle itiraz edebilir: İnsanın doğuştan itibaren fıtrî olan his­siyle hayrı ve şerri ayırt edeceğine kâni'yim, lâkin hissin, gayenin, emrin ahlaka menşei yahud sevk-i idare merkezi olmasına kâfi düstur olacağına kâni' değilim.

Zira insan nerede olursa olsun, çocukluğundan itibaren belli başlı terbiyelere tâbii tutuluyor. Mesela cehalet, nefsî arzu­lar, bâtıl zanlar, hatalı talimler, bozuk terbiyeler, fâsid kıyaslar, muhit, çevre ve telkinin tesirleri fıtrî olan hâlis vicdanın hislerini öldürür. Binae­naleyh böyle bir felakete mahkum vicdan, his aslâ ahlakın sevk-i idare­sini tayin edemez ve rehber de olamaz.

Rousseau'nun sözünü takdir etmekle birlikte ilaveten ahlakın men­şeini tayin edecek böyle bir vicdanı tesbit etmek için ayrıca saf bir vicda­na ihtiyaç vardır. Binaenaleyh ahlakî düsturların vicdanî kanunlarını, özellikle güzel ahlakların menşeini tayin edecek bir vicdanın da çevre, cehalet, nefsânî arzular, hayalî ve vehmî tuzaklardan tamamen kurtul­muş olması gerekir ki, artık ondan sonra ikinci bir vicdana ihtiyaç kal­masın. Bu takdirde ancak ve ancak Allah'ın seçmiş olduğu kulları olan peygamberlerin vicdanları kâfi olur.

Peygamberlerin vicdanı, çevre ve nefsin tesirinden kurtulması bakımından, özellikle vahiyle şereflenip saf­laştırılması hususunda ayrıca mucize ile teyid olunmaktan dolayı beşer hayatının saadetine hukûkî, itikadî, amelî ve ahlakî olarak kâfi bir düs­turdur. Binaenaleyh "Ahlakın menşei akıl, düsturu emirdir." sözündeki emri tahsis etmek gerekir. Yani Allah Teâlâ'dan gelen emre binaen olan vicdan mesuliyeti tayin eder, ahlaka düstur olur denilirse, Kant'ın tarifi tamamlanmış olabilir.

Her ne kadar zamanımızda peygamber yoksa da tarih, siyer âlimle­ri, vahyi müşahede edenler, mucizeleri görüp bize naklettiler. Şöyleki, yalanlamaya imkan yoktur. En başta Kur'ân-ı Kerîm'in her asırda muci­zesi tekrarlanmaktadır. Çünkü asır da ayrıca ayetleri tefsir eder. Binaen aleyh ahlakın tüm düsturlarını, vicdanın saflaştırılmasını umûmî bir emre yahud vahiyden mahrum olan hislere değil, ancak ve ancak ayet ve ha­dis temellerine dayandırmalıyız.

Kant, ahlak, vazife yahud vicdanen mesuliyet diye fikirlerini ortaya koymuştur. Avrupa felsefesini alt üst ederek yeni bir mezhebi ortaya koy­makla birçok hakîkatlere muvafakat etmişse de, ahlakın kanunî düstur­larına fikirleri aslâ kâfi gelmemektedir. Çünkü kendisi nübüvvet mesele­sini ele almamakla bir türlü kendi hisleriyle ahlakî kanunların düsturunu, menşe' ve sevk-i idare merkezini tayin edememiştir. Nitekim:

"Bütün maddeler ikiye ayrılır:

a-Tecrübe ile varlığı bilinen maddelerdir.

b-Akıl ve hisle varlığı tesbit olunan maddelerdir. Bu kısım ise mü- cerred hayalden ibaret bir şeydir." dediği halde, ahlak bahsinde hiss-i vicdâniyyeye büyük bir ehemmiyet vermiştir. Sanki kendisi böyle bir yo­lu takib etmekle, Epikorya medresesinin mensublarını ve Revâkıyye mezheblerini reddetmek istemiştir. Kant: "İnsanda hayr-ı a'lâ fazilettir; o fazileti bilfiil meydana çıkarmak ise vecibe ve vazifeden ibarettir." de­miştir. Bunu demekle Kant üç görüşü ortaya koyuyor:

1-İnsanda cüz'î irade vardır. Bu cüz'î iradenin adı hayr-ı a'lâ'dır. Onu fiile geçirmemiz vazifedir. Bunu demekle,

2-Akıl kuvvetiyle iradeyi fiile geçirmek arzu ve isteği, vazife ve vic­danın icab ettiği şeydir. Doğrusu, fiilin icra edilmesi aklî kuvvetin eseri­dir. Demek insanda idrakli ve iradeli bir akıl vardır.

3-Her akıl ve vicdan sahibi bir gayeye sahibdir. Yani insan kendisi bizzat şahsiyetini şunun bunun keyfiyle değil, ancak hem kendisinin hakkında hem de başkasının hakkında bir kanunu icra eder. Şahsiyetin emrettiği kanun ise yine akıl ve vicdanın emrettiği fiildir. İşte ahlak deni­len şey bilfiil emri yerine getirmekten ibarettir. Öyle ise sen başkasının hukukuna, şerefine riayet etmelisin, çünkü o da senin gibi bir insandır. Binaenaleyh senin ona riayet etmen bir menfaat için olmamalıdır. Çünkü insanın maddesinde bir kıymet, manevi bir değer vardır. Kant'ın hoşuma giden en isabetli görüşü budur.

Kant'a göre aklın iki türlü emri vardır; in­san hangisinin emrinden çıkarsa öbürünün dairesi altına girer; hangi dairenin emrlerini tatbik ederse, onun tatbik ettiği, fiili, ahlakı ve vazifesi­dir. Mesela "Sıhhat istersen perhiz tut." aklın şartlı olan emridir. Çünkü sıhhat bir gayedir. Bu emrin icabı olan perhiz sıhhate kavuşmanın gaye ve vesilesidir, demiştir. Çünkü Kant'a göre böylece tarif etmiş olduğu çalışmak, ahlakı icab etmeyen bir şeydir. Çünkü bundan feragat etmek mümkündür. Öyle ise şartlı olan emr ahlaka temel olamaz, çünkü aklın vermiş olduğu, şartlı ve maksadlı emrin tatbik edilmesi şart değildir. Hal­buki iş tam aksidir. Yani, şartlı emr de tatbik edilir.

Aklın ikinci emri, mutlak emrdir; vicdana bina edilir. Bu akıl vazifeyi tayin eder. İşte vazifenin adı ahlaktır. Yukarıda belirttiğimiz gibi bu aklın emri, gaye ve maksada dayalı değildir. İşte bu aklın, insan insan olduğu için ona hürmet etmek, haysiyet ve şerefini korumak gereklidir şeklinde­ki mutlak emridir. İşte vazifeyi tayin edecek emr bu emrdlr. işte vazifeyi tayin eden ahlakın temeli olan akıl budur; tüm kanunlar, vazifeler bu ak­la yönelir, demiştir. Halbuki, kayıdlı ve kayıdsız her ikisi de emrdir. Arada fark yoktur.

Bu kadar sözü uzatmamız, Kant'ın Epikorya, Revâkıyye meşreblerini redderek ortaya koymuş olduğu görüşünü beyan etmek içindir. Kant, İslam dîninden haberdar olsaydı elbette burada fikri çok isabetli olacaktı. "İnkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinin ahlak bölümündeki fikrinin özeti şu­dur: "Kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder. Aynı akıl ve vicdan iradenin neti­cesi olduğundan onu sorumlu kılar." der ve bu hususta çokça bocalar. Gerçek şu ki, kul cüz'î iradesiyle fiilini kisbeder, yaratmaz, Allah yaratır. Kant, bunun üzerinde çok durmakla beraber bir türlü yaratma sıfatını kisb sıfatından ayı ramam ıştır. Gerek kendisi ve gerek reddetmiş olduğu fikirler, on üç vecihle hataya düşmüşlerdir:

1 -Kant ve benzerlerinin "Akıl ve hisle varlığı bilinen maddelerin bir kısmı mücerred hayalden ibarettin" şeklindeki fikirleri cidden insanı inka­ra sevk edicidir. Çünkü melek, cin, insanın ruhu, aklı ve hissi bilinir, ha­yalî birşey değildir. Hayal sahasında bunları saymak büyük bir hatadır. Zira bunlar tecrübe ve hayalin, hatta maddenin ötesinde kalırlar.

2-Ahlakın menşeinin tayininde "Akl-ı amelî (yani his) kuvvetli bir menşe’dir." demekle hissi, amelî ahlak olarak göstermesinde büyük bir tenâkuz vardır. Yani aklı Cenâb-ı Vâcib-ul-Vücûd'un varlığına kâfi gör­mediği halde, Vâcib-ul-Vücûd'un hükmü olan ahlak hakkında kâfi görüp hükmü ona vermesi arasında tenâkuz vardır. Yani hâkimi tanımayan aklı, hâkimin hükmünün icad edilmesinde hükme menşe' kılması tenâ- kuzdur.

3-Kant insanda olan fıtrî imanı isbat ederek "Fıtrî iman Vâcib-ul-Vü­cûd'un varlığını isbat eder." demiştir. Demek kendisi Ulûhiyet-i Mutlakayı inkar etmiyor. Fakat ahlak ve vazifeyi tayin ederken aklını, Ulûhiyyet-i Mutlaka'nın hükmüne hâkim kılmaktadır. Yani diyor ki: "İlah vardır, lâkin vazife ve ahlakı tayin etmekte vicdan hâkimdir, akıl hâkimdir.” Ona göre, sümme hâşâ Allah hâkim değildir. Bu da kendisinden sonra gelenlerin mutlak inkarına sebebiyet vermiştir. Nitekim devamen şöyle der:

4-"Vîcdan şunun bunun keyfiyle değil, bilakis kendisi bizzat ahlakî vecibeleri ve vazifeleri tesbit ve tayin eder." Yani vicdan kanunu icad eder, vicdan kanuna mahkum olamaz demek istiyor. Kant'a göre hiçbir kanun kendisine hâkim değil, lâkin kendisinin ortaya koymuş olduğu vicdanın semeresi olan ahlakî kanunları, tüm insanlara hâkimdir. Onun bu sözü evvelden nakletmiş olduğumuz "İnsanın hakkına riayet etmeli­sin" demesine muhaliftir. Çünkü Kantın tayin ettiği hayr, başkasının vic­danına göre şer olabilir. Başkasının vicdanının hükmü olan şerri kaldır­ması, başkasının hakkına tecavüzdür. Kaldırmaz ise kendi vicdanına göre hükmetmemiş olur, vicdanı hükümsüz kalmış olur. Bu takdirde hü­kümsüz bir vicdanı ortaya koymuş oluyor.

5-Aklın hükmünde iki türlü emr vardır:

a-Şartlı ve kayıdlı emrdir.

b-Mutlak emrdir.

"Kayıdlı ve şartlı emrin yerine getirilmesi, mesela, sıhhat için perhiz tut, gibi emrleri yerine getirmek şart değildir. Çünkü insan fedakârlık ya­pabilir." der. Bu takdirde Kant bu maddeyle hayrın mükafatını kaldırıyor. Böylece dînî ve dünyevi gayeleri ortadan kaldırıyor. Mesela "Korunmak istersen doğruyu söyle" cümlesindeki "doğruyu söyle" emri şartlı emrdir. Şartlı emrin yerine getirilmesi şart değildir, çünkü vesiledir. Binaenaleyh doğruluktan feragat icab eder. Böyle bir feragat -yani yalan- akıl ve bütün vicdanlara muhaliftir. Hatta kendisine göre de cinayettir.

6-Mutlak emrin tatbiki yani "İnsanın insaniyetine riayet et." emrini yerine getirmek mecburidir. Fakat Kant'ın dediği gibi, bu mutlak emrin tatbiki çok yerlerde mümkün değildir. Mesela aynı mektebde, aynı pro­fesörde tahsil eden iki insanın hisleri, akılları ve aynı aklın mutlak emrleri bir değildir. Nasıl ki cereyandan enerji, buzdolabında dondurucu, fırında kızartıcıdır, öylece aklın mutlak emri de aynı mektebde okuyan bir tale­benin dimağında gazab ve cimrilik, diğerinde yumuşaklık ve cömertlik, öbüründe korkaklık veya cesareti emreder.

Bu takdirde aklın mutlak emri iki talebeyi tenâzu' kanununa sevk eder; intihab ve mutabakat kanun­larının icra edilmesine sebeb olur. Bu da nizâm-ı âleme muhaliftir. Öyle ise ahlakî düsturların hükmüne hâkim, Allah'ın bildirisidir; akıl değildir.

Kant'ın aklı hâkim kılmasından dolayı büyük bir çılgına yol açılmış, ondan sonraki Bochner, Hegel, Kari Marks gibi bir çok felsefeciler, Kant' ın saltanat-ı fikriyyesinden yükselip materyalist fikri bir çılgın olarak mey­dana getirmişlerdir. Bunların yapmış oldukları anarşi, meydana getirdik­leri tahakkümlerin yegane sebebi Kant'tır. Çünkü Kant, mutlak hükmü vicdana, akla havale eder. Herkesin aklı bir olmadığına göre tekâmüliy- ye mezhebinin ortaya koymuş olduğu tenâzu', intihab, mutabakat, virâ­set kanunlarının tatbikatları mecburi oluyor.

Demek istiyorum ki, Kant fel­sefede gerçekte büyük bir mesafeyi aşmıştır, Ulûhiyet-i Mutlaka'yı da ka­bul etmiştir, fakat nübüvvet meselesini ve Allah'ın hükmünün ahlakın te­meli hakkında kâfi olmasını ihmal etmiştir veya inkar etmiştir. İşte onun bu ihmalkârlığı veya inkarı materyalizmin temel taşı olmuştur ve sonraki felsefecilerin inkarına sebeb olmuştur.

7-Kant bütün maddeleri ikiye ayırıp birinci kısmı, tecrübe sahasına dahil etmek istediği maddeyi, hangi tecrübe yoluyla tesblt edebilmiştir ki, diğer kısmı da akıl ve hisle tesbit olunabilsin ve ona hayalî şekil isnad edilsin? Hayale girmeyen ve sığmayan maddeyi hangi kaideye binaen keyfiyetsiz, sûretsiz bir âleme yani ruhâniyete dahil ediyor? Şöyle bir so­ru sorulabilir: Madde var mıdır, yok mudur? Şübhesiz vardır, denilir. O halde şekil ve sûretsiz maddenin tasavvuru nasıl mümkündür. Hayale gelince, hayal bir maddenin şeklinin karikatürünü veya resmini çeker. Halbuki Kant'ın kasdetmiş olduğu ruhâniyette hayal yoktur.

Işte bu nok­tayı tesbit eden Bochner ve emsâli, maddeye hasr-ı nazar ettikleri için tamamen inkara gitmişlerdir. Görülüyor ki Kant'ın felsefesi tamamen ru­hâniyete dönüşmesi gerekir iken, aksine tamamen maddeye kalbolun- maktadır. Buna sebeb de yine Kant'ın maddeleri ikiye ayırıp, birine ha­yalî şekil vererek ruhâniyet meselesine sokmasıdır.

8-Kant'ın tesbit etmiş olduğu vicdan, fıtrî iman ve aklın tahlil edici ol­ması hakkında biz de müttefikiz, bunlar vardır. Ancak aklı, vicdanı, hayra ve şerre miyar kılması doğru değildir, yani çok cüz'î yerlerde miyardır. Yukarıda dediğimiz gibi iki kişinin akılları, vicdan ve ruhları değişik sıfat­lardadır. Hatta bir vicdan, daimi olarak bir halde kalmaz değişir. Şimdi gazab halinde iken biraz sonra yumuşak olabilir. Şu halde vicdan, ahlakın menşei olamadığı gibi, akıl da ahlakın düsturu olamaz. Çünkü gözün görmesi mahdud olduğu gibi, normal vicdan ve aklın hükmü de mahduddur; bugün, yarın ve dünü bir anda göremez.

Binaenaleyh ahlakın temel düsturları ayet ve hadis olmalıdır; akıl ve vicdan da miyar olmamalıdır, alet olmalıdırlar. Allah'ın hükmü yani peygamberlerin bildi­risi bugün, yarın ve dünü bir gördüğünden, neden, nasıl, ne kadar, niçin kelimelerine de sığmadığı için mutlak hâkimdir; işte değişmeyen hüküm budur. Aksi takdirde, bir vicdanın tahakkümü altından çıksak, öbür vic­danın tahakkümü altına girmiş oluruz. İnsanın hayatı, beşer sistemiyle sınırlandırılmadığı gibi şartlandırılamaz da, çünkü bu esarettir.

9-Buraya kadar sıraladığımız izahtan anlaşılıyor ki, Kant, aklın emr- lerini ve hissi, vazifeye temel kılmakla vazifenin temelini kaybediyor. Ni­tekim kendisi de "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde ahlakî vazifeleri budağa benzetir ve över.

Sonra feryad ediyor:

"Ey vazife! Acaba sana layık olan menşe' nedir, senin kökünü nere­de bulabilirim?" der. Bu feryadla kendisi de akıl ve vicdanın, güzel ah­lakın ulviyetine kâfi gelmediğini itiraf eder.

10-Vicdanın tayin ettiği kanunun mutlak hâkimiyetini itiraf etmekle dostluk ve beşerî kardeşliği, samimiyeti ortadan kaldırıyor. Kant'ın ahlakî kanuna mutlak emrini hâkim kılmasını çok garib gören Schiller adlı filo­zof, onu reddetmek maksadıyla şöyle der: "Ben dostlarıma hizmet ede­rim, fakat ne fayda ki bu hizmeti nefsânî meylimden dolayı yapıyorum. Dolayısıyla faziletli olmadığıma kanaat ederim. Vicdanın mutlak hâkimi­yetinden çokça muzdaribim."

Schiller demek istiyor ki, birçok kimseler masum oldukları halde kanunun tahakkümü altında ezilirler, vicdan bun­lara yardımcı olmayı ister, lâkin aynı vicdanın daha önce çıkarmış ol­duğu kanun buna engel olur. Demek vicdan bu noktada, kula merhamet ve şefkati ortadan kaldırıyor. İlaveten şöyle deriz: Bu felsefeciler, hükmü akla vermekle aklı mahkum kılmaktadırlar.

11-Kant: "Emrler bir kemâliyet olduğu için değil, bir ahlak olduğu için ona ittibâ' lazımdır." der. Bu takdirde Kant'a göre mesela "ibadet edin." emrine itaat etmekte bir kemâliyet söz konusu olmuyor. Bilakis zannettiği gibi değil, emr kemâliyeti elde etmek için meşrû'dur. Çünkü "İbadet et." emri büyük bir saadeti taşıyor ki, o saadet dünyada şöhret, ahirette şereftir. Şu halde kemâliyetten tecrid edilen emr, güzel ahlak­tan da tecrid edilmiştir. Çünkü ahlak, kemâliyetle üstünlüğü kazanır.

12- Kant'ın ahlak ve felsefe yolundaki tekâmülü sûrî ve nazarîdir. Başkası icrâsına mecbur ise de kanunu çıkaranın hakkında bir serbesti- yeti ifade eder. Binaenaleyh kanunu çıkaran kimse, kılıfı kuzu, ruhu kurt gibidir. Bu ise İslam dîninde nifakla tabir edilir.

13-Vicdan ve aklın ortaya koymuş olduğu umum cinayetlerde cezayı icra eder amma, Kant, hayrı işleyene hiçbir mükafat vermez. Bu ise hayrılara sed çekmektir. Hülâsa kendi hayatından ilham alan tüm beşerî kanunlar, mutlak ceza vermek yolunu tercih eder. Bu ise İnsanı ıslaha değil, anarşiye sevk eder. Birkaç cihetle beşerî kanun, İslam kanununa muhaliftir:

a-Beşerî kanunun hâkimi istediği kimseyi cezadan kurtarır. Çünkü kendisinin vicdanı da kanunu ibtal ve ihlal edecek bir kanundur.

b-Beşerî kanun mutlak cezayı vermek yolunu tercih eder; İslam kanunu ıslaha çalışır.

c-Beşeri kanun "suç işlenmesin" diyemez, "suç görülmesin" der. İs­lam kanunu ise "suç işlenmesin" der. Yani tenha bir yerde bir adamı öldürmek suç değildir. Hiç adam öldürmeyen bir kimse, adam öldürmüş gibi görülürse beşer kanununa göre ceza alır.

d-lslam hukukunun tayin ettiği cezalarda afuv söz konusu değildir.

Beşer kanununda ise cânileri afuv etmekle cinayetin çoğalması usulü vardır. Netice-i meram, gerek Kant ve gerek herhangi bir indî kanun beşerin saadet ve refaha kavuşmasına kâfi gelmemektedir. Çünkü akıl, vicdan ve indî kanunlar, çoğu zaman şeytânî hislere, nefsânî arzulara, çevre telkinlerine bina edilir. Bunlar hepsi insanı yoldan çeviren nefsânî arzulardır. O halde akıl ve vicdan altın ise, özellikle ahlakî kanunların çıkarılmasında mihenk taşı lazımdır.

Mihenk taşı ise Asrı Saadete göre vahy-i İlâhiyye, Asrı Saadetten sonra kıyamete kadar ise o vahyin tesbit etmiş olduğu ve bildirdiği Kur'an ve hadistir. Kur’an ve hadîsi, akıl ve vic­dana miyar kılmayan insanlar, kıyamet gününde nedâmet ve hasret çekerek şöyle diyeceklerdir.

*«Şu muhakkak ki Allah kafirleri rahmetinden kovmuş, onlara çılgın bir ateş hazırlamıştır. Kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar. On­lar ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulmayacaklardır. O gün yüzleri ateşte evrilip çevrilirken: "Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra et­mekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik." diyecek­lerdir. (Onlara tâbi’ olanlar da o gün:) ty Rabb'imiz! Hakikat biz reisle­rimize ve büyüklerimize uyduk. Onlar da bizi yoldan saptırdılar." demişlerdir (diyeceklerdir). "Ey Rabb'imiz! Onlara azabdan iki katını ver. Onları büyük bîr lanetle rahmetinden kov."» [El-Ahzâb 64- 68)

De­mek dünya hayatında şeriati = ayet ve hadîsi hayatına hâkim kılmayı bı­rakıp vaz'î kanunları hâkim kılanlar, kıyamet gününde çok pişman ola­caklardır. Ve “Eyvah bize! Keşke (İslam hukukunu icra etmekle) Allah'a itaat etseydik, Peygamber'e itaat etseydik, diyeceklerdir.” Bunlar vaz'î kanunları Allah'ın şeriatine kıyas ettiler yahud yetersiz görmüşlerse ebedî; inandıkları halde vaz'î kanunları hâkim kıldılarsa muvakkat ce­hennemde kalacaklardır. Artık mü'min kime itaat ettiğini ne ile amel et­tiğini ciddi bir surette bilmelidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.62-69
Devamını Oku »

İnsan Akile ve Mefkeret Kuvvetlerinin Çalıştırılması ile Tekamül Eder



Her insanda iki âkile kuvveti vardır. Birisi dimağda diğeri de kalbdedir. Demek ulemânın, akıl dimağdadır, yok efendim akıl kalbdedir şeklin­deki ihtilafları mücerred sûret ve lafzî nizadan ibarettir. Demek iki görüş de haktır.

1-İnsan ve hayvanlarda olan nefs-i nâtıkanın göz, kulak, burun, el gibi aletleri vasıtasıyla görmek, işitmek, koklamak ve tutmaktan ibaret akıl dimağdadır. Dimağa aksedip sûretlenen nakışlar ve İlmî meselelere his ve hareket cihetiyle ilm-i muamele denilir. Bu ilim beden ve azalara aid bölümse, ona ilm-i zâhir denilir. Eğer aynı ilim, aynı hislerle ve idrakle kalbe, ruha aid ise ona da iim-i bâtın denilir. Kalb-i İnsanînin âkile küvetinin aynasında her iki cihetle ilim sûretlenirse yahud ilham olarak bilinirse, ona da ilm-i mukâşefe ve ilm-i hakîkat denilir.

Nefs-i nâtıka maddenin dış tarafını zâhiri duyuları ile hissettiği gibi hiss-i müşterek, vehmiyye, mutasarrıfa, hayaliyye yahud musavvire ve hâfize kuvvetlerinin vasıtasıyla maddenin iç tarafını idrak eder. Ancak in­sanın bâtınî duyuları daha mükemmeldir. Bu duyularla nefs hissedip id­rak ettiği eşyanın aleyhinde olduğuna inanırsa onu defeder; lehinde ol­duğuna inanırsa onu celbeder. Defetmek gazab kuvvetiyle, celbetmek şehvet kuvvetiyledir. Bu kuvvetler fen, matematik, fizik, tarih gibi ilimlerin tekrarlanması yahud tecrübe, çevre ve muhit vasıtasıyla çalışıp kemil bu­lur. Ciddi çalışmak yani muharrike kuvvetini müdrike kuvvetinin emri al­tında çalıştırmak sûretiyle insan maksadlarına kavuşur.

Tavuk bâtınî his­teriyle çaylak ve doğan kuşundan, kuzu kurttan korktuğu gibi, insan da yalnız kaldığı zaman, cinden, şeytandan, vehmî kuvvetinde resimlenmiş efsanevi cisimlerden korkar; suçlu olduğu vakitte polis ve bekçiden kor­kar. Bu korku mutasarrıfa kuvvetinin yahud vehmî kuvvetinin ters çalış­malarıyla meydana gelir. Bu korkuyu yenebilmek için âkile kuvvetini ça­lıştırmak isteyenin, istiâze ve dualara çok önem vermek şartıyla kâmil insanın eli altında olması lazımdır. Çünkü insan yalnız kaldığı zaman hissettiği korkunun, vehimden mi, yoksa cin ve şeytanlardan mı olduğu­nu ayırt edemez. Ancak kalbdeki âkile kuvveti çalışırsa insan bu tuzak­lardan kurtulmuş olur, *“Ey Rabb'im! Korkaklık ve cimrilikten San'a sığınırım.” şeklinde istiâzeler, hadîs-i şeriflerle emrolunmuştur. Korku ve cimrilik olduğu müddetçe insan hak ve hakîkatleri göremez, dolayısıyla vehmin tuzağında kalır. Ebû Cehil gibiler vehmin zehirinden dolayı Habîb-i A'zam'ın azametini ve yüce ahlakını, risâletini görmediler. Nitekim*“...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” [El-A'râf 198] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

2-Kalbdeki rûhânî âkile kuvvetidir. Bu kuvvetin mahalli kalbdir. Yukarıda tarif ettiğimiz zâhirî ve bâtınî duyularla bunun alâkası da yok­tur. Zira kalbdeki âkile kuvvet müstakil olarak yaratılmıştır. Doğrusu dimağdaki akıl yahud nefs, nefs-i nâtıkanın kızı olduğu gibi, bu da ruhun oğludur. Bu kuvvet, maddenin ötesini idrak etmeye kabiliyetlidir. Bu kuv­vet merhamet sıfatıyla karaciğerde, şefkat sıfatıyla dalakta, muhabbet ve aşkıyla da akciğerdedir. Nitekim İmam Buhâri'nin rivayet ettiği hadîs-i şerifte de:

*“Şübhesiz akıl kalbdedir, merhamet karaciğerde, şefkat ve esirge­yiş dalakta, nefâset (nefsin aşk ve muhabbeti) akciğerdedir.” buyrulmuştur. Hazreti Ömer ve emsali gibi zevat, bu aklın kuvvetiyle Peygam­ber'e baktılar, risâletini sezdiler, ona iman ettiler. Hatta siyer kitabında meşhurdur ki, Hazreti Ömer'in akciğerlerindeki aşk ve muhabbetten do­layı yanıklık kokusu ağzından hissedilirdi.

Beyazıd-ı Bestâmî bir gün cemaatine: "Kim beni görürse, dünyada kalb gözüyle, ahirette de maddi gözüyle Allah'ı görecektir." demiştir. Kendini bilmez bir âlim itiraz babından: "Ebû Cehil Peygamberi gördü, lâkin kendisi ne dünyada kalbiyle ne de ahirette gözüyle Allah'ı görme­yecektir." deyince derhal Beyazıd: “...(Habîbim) Onları Sana bakar gibi görürsün, halbuki onlar (Seni) görmezler.” mealindeki ayeti okumakla onu susturmuştur.

Birinci aklın tarifi: Akıl, insanın dimağında fıtraten mevcud bir mele­kedir. Allah Teâlâ onu her insana emanet olarak vermiştir. Ki insan da onunla nazarî ve İlmî meseleleri idrak etsin. Aslında bu idrakle insan hayvandan ayrılır. Çünkü hayvandaki sevk-i tabiî ile adlandırılan idrak kâmil değildir ve akıl da değildir, vehimdir, fakat sûreten vehmî kuvvetle­ri insanın müdrike kuvvetine benzerdir. Evvelden de demiştik ki, insanın dimağında idrak aleti olarak şerbet gibi mündemiç vehim ve idrak vardır.

İnsanın bu idrakine işareten:*“Akıllı odur ki tevazu ile nefsi alçalır. Ve ölümden sonraki (azabdan sakın­mak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır.” buyrulmuştur.

İkinci aklın tarifi de şöyledir: Akıl, bedenin haricinde dimağa akse­den bir cevher-i nûrânîdir. İnsanın nefsinin aynasına, yani müdrikesine aksederse insan gerekli ilimleri, fen ve sanatın inceliklerini kavrar. Kalbe aksederse mezkur sezgiyle birlikte her bir zerreden ayrı ayrı ibretler alır.

Şu halde,*“Sîzler birisinin aklının ukdesini bilmeden onun müslümanlığını tastam beğenme­yin.” mealindeki hadîs-i şerîf de aklın bu mertebesine işaret etmiştir. Aslında bu aklın kemli, latîfeler yükselip kalb makamına ulaştıkları za­man tezahür eder. Bu aklın oluşunun alâmeti de özü konuşmak ve sözün birleşmesidir. Bu akıl sahibi ümmî de olsa âlim de olsa, yüzde doksan dokuz sözü gayrına tesir eder, hatta kalbinden çıkan şimşekler nefsin tüm arzularını yakıp yok eder.

*“Tedbir gibi akıl yoktur. Haramdan sakınmak gibi vara yoktur. Gü­zel ahlak gibi haysiyet ve şeref yoktur.” buyrulmuştur. Tîbî: «Tedbir­den maksad, akl-ı matbû'*»; Kayseri Isa: «Rûhânî hataradır.»» dediler.

Yani hadis şârihleri bu tedbirden maksad, beden şehrine tam hâkim olan akıldır demek istiyorlar. Nitekim bu hüküm şu hadîs-i şeriften anlaşılmıştır:

*“Tam akıllı odur ki, tevazu ile nefsi alçalır ve ölümden sonraki (azabdan sakınmak, cennet nimetlerini kazanmak gibi) şeyler için çalışır. Aciz de odur ki nefsini hevâsına tâbi kıldığı halde Allah'tan iyi maksadları arzular." buyrulmuştur. Bu hadîs-i şerîften, tedbirin önemi, acizlik ve tembelliğin zararları da anlaşılmaktadır.

DİMAĞ VE KALBİN MÜDRİKELERİNDE İLMÎ MESELELER SÛRETLENİR

Çalışmak, tecrübe, tekrarla dimağ ve kalbin âkile ve müdrike kuvvet­lerinde İlmî meseleler sûretlenir; tıbkı bir aynada insanın aksi sûretlendi-ği gibi. Herkes birin ikinin yarısı olmasını, bir şeyin varlığı ve yokluğunu, var ise var olanın kadîm ve hâdis olmasını her iki itibarla garîzi aklıyla bilir. Zâhirî veya bâtınî duyularıyla zârûrî olarak sezilenleri idrak eden bir insan, akıl sahibidir demektir. Bu akıl -kayd deveyi kaçmaktan menettiği gibi- sahibini şer ve fenalıklardan meneder. Demek akıl nefsin kelepçe­sidir. Her şey akla muhtaç ise, akıl da tecrübeye muhtacdır, onunla ço­ğalır. Tecrübeler veya tekrarlar azalırsa akıl da azalır. Bu sûretle çoğa­lan akla akl-ı iktisâbî denilir. Binaenaleyh tecrübe aklın aynasıdır; mümâreset kurucusudur; zaman ve imkan ise onun değerlendiricisidirler.

Tecrübeye binaen kazanılan iktisâbî aklın semeresi fikirdir. Zâhirî ve bâtınî duygular haricinde nefs-i nâtıkada sûretlenen İlmî meseleler fikir­dir, akıl değildir. Zira akıl, dimağa nazaran nefsin, kalbe nazaran da ruhun ilmi kazanmasına alettir. Fikirse aklın ayırt edici mümeyyize kuv­vetidir. Şu halde akıl yalnız hissedilenleri zorluksuz; fikir ise hem hisse­dilenleri hem de meşhûdâtı zorluğa katlanarak tertib ve tedriçle idrak eder. Bu izahtan fikirle akıl arasındaki fark anlaşılmıştır, ister mahalli dimağ ve ister mahalli kalb olan âkile kuvvetinin çalıştırılmasında birçok usuller vardır. En mühimlerini aşağıda beyan ediyoruz. Bu usullerin tat­bik edilmesiyle fen, sanat ve ilmî meseleler dimağda sûretlenir.

1-Aklın birinci tavrında yani birden yedi yaşa kadar iradesi olma­dığından idraki zayıftır, dolayısıyla her gördüğü sûretten müteessir olur.

Bu devrede vehmî ve hayalî sözlerle çocukları korkutmamak şarttır. En doğru mukaddimelerle gücüne göre çok az, tek tek cümlelerin telkiniyle dimağ çalışır. Ve telkin edilen kelimeler bir karikatür olarak çocukların dimağında resimlenir. Öyleyse çok faydalı sözleri telkin etmek lazım. Özellikle korkutmamak, vesvese verici her olaydan korumak şarttır. Aksi takdirde vehmî ve hayalî sûretler, efsanevi hikayeler dimağda yerleşir. İnsan büyüdükten sonra da onun tesirinden kurtulamaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem: “İlk olarak yavrularınıza “Lâ ilâhe İllallah"ı öğretin.” buyurmuştur. Bunda iki hik­met var:

a-Bu mübarek kelimeyle şeytan vesvese verici hisleri istila edemez. Dolayısıyla çocuk büyüdükten sonra ya kalbinde hiç vesvese ve korkak­lık yoktur, ya da hasbe-i beşer olsa da azdır.

b-Bu kelimenin manası: "Allah'tan başka tesir verici, öldürücü, kor­kutucu, kurtarıcı maksad, gaye, tapınak yoktur. Öyleyse izni olmaksızın hiçbir şey aleyhte veya lehte tesir edemez." Bu mana çocuğun dimağın­da yerleşti mi, korkaklık onda tesir etmez, zihni saf kalır, ileride günah işlemez. İşte bu hikmete binaendir ki, hatta gayrı müslim bile, doğan çocuklarını salih bir zâtın yanına götürerek sağ kulaklarında ezanı, sol kulaklarında ikâmeti okuttururlar. Umulur ki çocuklara musallat olacak cinler, şeytanlar kaçar ve vehmî kuvvetleri de bilahare akla galebe çalmaz.

2-Her şeyden müteessir olan akıl, yedi yaştan itibaren on dört veya- hud on beş yani erginlik yaşına kadar kendisinde mevcud nizâ' kuvve­tine binaen his ve müşahede ettiği her şeyde sebeb ve hikmetleri, işin neticesini anlamak ister. Hâfize kuvveti yavaş yavaş çalışır. Bu sırra binaendir ki çocuklar, bayağı büyük adam kadar itirazda bulunurlar. Bu devrede dimağın çalışması için çocuklara, her bir ilmin başlangıcı, az öz konuları telkin edilir. Kur'ân’ın kısa sûreleri, ayetleri ve en mühim ilmî meselelerini hafızalarına nakşetmekle hafızaları çalışır. Bu İlk öğretimde hayalleri zayıflatmak ve hâfize kuvvetlerini çalıştırmaya önem vermek lazımdır. Aksi takdirde hayalî kuvvet güçlenir, iradelerini zayıflatır. Bu takdirde idrak ve sezgi kabiliyetleri ölüverir. Bu iki devrede bedenî eği­timlerinde, oyun meydanlarında onları serbest bırakmak gerekir. Çünkü beden bununla kemil buluyor. Ancak fıtratlarındaki kabiliyetlerinin hangi mesleğe daha fazla meyilli veyahud hangi İlme kabiliyetli olduklarını kontrol ve teşhis etmek lazımdır, ilm-u terbiyet-il-etfarde bu konu çok mühimdir. İleride bu hususta az geniş malumat verilecektir. Bu devrede şunları öğretmek lazım:

a-Kelime-i şahadet, "Âmentü" manası, çok az ve öz Itlkadî mesele­ler, çocuk ilmihali öğretilir. Zemahşerî diyor ki: Birgün babasını döven birisini gördüm; kınadım ve ona bağırdım. O da şöyle dedi: Bırak üstad, küçüklüğümde o beni edeblendirmedi, bunun için onu büyüklüğünde ben edeblendireceğim, buna mecburum.

b-Kur'ân'ı öğretmek... Fransalı Levy diyor ki: Kur'ân'ı Arabca olarak okumakta göz merceğinin tedavisi olduğu gibi layıkıyla telaffuz edilmesi de dildeki peltekliği gideriyor. Bu meziyet hiçbir dilde yoktur.

c-Ahlak, İslâmî edeb ve siyer ilimlerini kısaca öğretmek lazımdır.

d-Vatan ve muallimlerin sevgisine sebeb olabilecek, tarihten kısa maceraları öğretmek;

e-Devlet ricâlinin sevgisini de öğretmek gerek. Bu esnada ayrıca çocuğun kabiliyeti, neye meyilli olduğu kontrol edilir. Artık en çok meyli neye ise onunla dimağının açılması şübhesizdir.

3-On dört - on beş yaşlarından itibaren çocuklardaki şehvet ve gazab kuvvetleri kemiyetten keyfiyete geçer, hayal zayıflar, müdrike ve âkile kuvvetleri, hatta muharrike kuvveti fiile geçer. Yirmi bir yaşına kadar bunlar tastam tekâmül eder. Bu devrede gittikçe hâfize zayıflar. İrade kuvveti ve muharrike fiile geçmekle akıl, haricî müessirlerin tesirin­den kendini kurtarmak ister. Evvelki devrelerde terbiye ne kadar kuvvet­liyse burada o kadar güzel semereler verir.

4-Daimi bir işte veya ilimde çalıştırmak kaydıyla hâfize ve zâkire, musavvire ve hads kuvvetlerinden faydalanarak bu devrede çocuklara birçok şeyleri ezberletmek lazımdır. Burada dimağın çalıştırılmasında en büyük vesile, yumurta, kuru üzüm gibi gıdalarla bedeni beslemek ve birçok ilmî meseleleri tekrar ezberlemek şartıdır. Sanatta ise tecrübe, ilimde ise tatbikat da şart koşulmuştur. Yani işi nazarîde bırakmayıp öğrenilen meseleleri fiilen tatbik etmek gerekir. Arab şairi şöyle der:

*''Âfatsız olarak kişinin ömrü uzarsa

Günler onu tekrarlamakta akla fayda verir.''

Demek istiyor ki herhangi bir hastalık veya sakatlık olmaksızın ömür uzadıkça ilmî meselelerin tekrarında zaman akla değer kazandırır.

5-Fiilî tatbîkatlarla bilgiyi artırmak için tecrübelere başvurmak lazım­dır. Arabcadan bir şiir:

*''Görmez misin ehline akıl ne büyük ziynettir

Amma ve lâkin aklın tamamı uzun tecrübelerledir.''

Yani tecrübelerle tatbik, aklı çoğaltır demek istiyor.

6-On dört - onbeş yaşlardan İtibaren hatta on iki yaştan itibaren ço­cukların tecrübeli ihtiyarların ilmiyle amel edip âlimin sohbetini dinleme­leriyle dimağları çalışır. Aslında bunun gibi dimağ çalıştıracak hiçbir vesile yoktur. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmuştur:

*“Âlimlerden sorun, büyüklerle oturun, hikmeti bilenlerle de istişare ederek danışın."

7-On dört - on beş yaştan yirmi bir yaşına kadar gazab ve şehvet kuvvetlerini terbiye ile dizginlemek şartıyla dimağ çalışır. Hukema demişlerdir ki: “En zeki insanda bu iki kuvvet en fazladır.” Öyleyse insanı en yüksek yerden en aşağı mertebeye düşüren gazab ve şehvet kuvve­tidir. Öyle ya gazabın aşırısı kan dökmektir; bu hapiste çürüttürür. Şehvetin aşırısı nefsi alabildiğine salıvermektir; bu da ya tımarhanede ya da hastahanede öldürtür.

8-Keskin aklın yuvası sıhhatli bedendir. Öyleyse sıhhati korumak da ayrı olarak dimağı çalıştırır.

9-Müzakere, mütâlaa ile dimağı çalıştırmak gerekir. Müzakere, samimi arkadaş bulup onunla kitabı sayfa sayfa ikişer üçer kere dinle­mek ve dinletmektir. Müzakere ezberlemek ve mütâlaadan daha güzel­dir.

10-Tembellik, usanç ve bunalım zamanlarında başkalarıyla konuş­mak ve iradeyi tahrik etmek lazımdır. Bununla dimağın güzelce çalışma­sında hukema ittifak ettiler. Zinhar! Müzakereciler biri erkek biri dişi olmasın, bu beladır.

11 -Açık hava, vakti muayyen programla değerlendirmek, müzik ve edebiyat da aşırı olmamak şartıyla dimağı çalıştırır.

12-Ana baba, muallim ve üstadların nasihat ve telkinlerinden öfke­lenmek dimağın çalışmasına engeldir.

13-Lezzetlere dalmamak, yemek içmek ve havalanmakta vasat hale riayet etmekle dimağ çalışır.

Buraya kadar anlatılan şartlar, dimağdaki âkile kuvvetinin çalışması için lüzumlu şartlardır. Bu şartlara ne kadar riayet edilirse o kadar dimağ çalışır. Bundan sonra anlatacağımız şartlar ise kalbdeki âkile kuvvetinin çalıştırılmasının şartlarıdır. Aslî maksad ilim de değil, dimağı çalıştırmak da değil; bunlar hep vesilelerdir. Aslî maksad, kalb aynasının yüzündeki lekeleri silmekle hak ve hakikatleri müşahede etmektir.

14-Büyük ve küçük günahlardan ibaret fısk ve isyanı terk etmektir. Bunların arzusu bile yüreğin içerisinde dolaşırken, kalbi insaniyenin âkile kuvveti müteessir olur. Toprak maddi göze girmekle ne kadar tesir ediyorsa, fısk ve isyan da kalbin âkile kuvvetini o kadar mutazarrır kılar. Aslında ilm-i nâfi* kalb-i İnsaniyenin âkile kuvvetinde resimlenir. Onun için Rasûl-u Muhterem bizlere öğretmek babında şöyle dua ederdi:

*“Ey Allah'ım! Yaşarmaz gözden, doymaz mideden, korkmaz kalb- den, faydasız ilimden San'a sığınırım. Allah'ım nefsime takvâsını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyicilerin en hayrlısısın. Sen Velî'si ve Mevlâ'sısın.” buyurmuştur. Ayrıca şöyle buyurur:

*“İlim ikidir: Kalbde bir ilim vardır; işte ilm-i nâfi' (en fayda verici) de bu ilimdir. Öbür ilim de dil üzerindedir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın Âdem oğulları üzerindeki hüccetidir.” Bu hadîs-i şerifteki "faydalı ilim"den maksad, kalb-i insaniyenin içinde yani âkilesinin aynasında resimlenen sûretlerdir. Bu süratlenen ilim, kimisine yazı satırları gibi ya­hud karikatür gibi şekil olarak görülür. Bazılarına her iki sûrette de görü­lür. Ancak bu ilim satırlardan değil, göğüslerden göğüslere, kaibden kalblere naklolunur. Nitekim birçok zevat:

“İlim göğüste olandır. Satırlardan olan ilim ilim değildir.” demişler­dir. Bu manada: * “Allah Teâlâ göğsüme neleri akıtıp döktüyse, şübhesiz ki Ben de onu Ebî Bekr'in göğsüne akıtıp döktüm.” mealindeki haber vârid olmuştur. Bundan dolayı ehii hadis bu habere mevdû' dediler. Bu haber mevdû1 ise de guğüsten göğüse gelen ilim başka delillerle müsbettir. Her nasıl olursa olsun bu ilme ilm-i mükâşefe denilir; takvâdan başkasıyla müşa­hede edilmez. Demek birinci şartı takvâdır. Takva büyük ve küçük günahları terk etmekten ibarettir.

15-Zikir,salavat, dua ve istiâzelere sarılmakla kalb çalışır. Nitekim ayet-i kerîmede:*“Ben'i anın ki Ben de sîzi rahmetimle anayım...” [El-Bakara 152] buyrulmuştur. En çok kalbî zikir fayda verir.

16-Sırrı muhafaza etmekle kalb çalışır. Yani olur ki insan zikrettiği zaman Muhabbet, Şevk, Rıza, Kabz, Bast, Mahuv, Sahuv, Heybet, Uns, Fena, İntifâ', Levâmi', Tevâli', Levâih, Revâih, İstinar, İstitar gibi haller nasib olur. İşte bunları gizlemek şartıyla terakki olunur. Bunlar beşaret içerisinde ehli olmayandan gizlemek şartıyla işaretle ifade olunurlar. Okuyucu bu kelimelerin manalarını bizden isteyebilir. Bu takdirde Ma- sum-u Rabbânî'nin diliyle SER BİDEHEM SIR NEDEHEM "Kelle veri­rim sır vermem." denmiştir ki, sâlik ya mahremdir ya mahrumdur vesse­lam. Ashab da bu ilmi sarahaten rivayet etmediler. Evvelden beyan et­miş olduğumuz zâhir ve bâtın ilimlerinden ibaret ilm-i muamelenin için­de gizlediler bunu... Fakat var olmasına şu hadîs-i şerif de işaret etmek­tedir: *“Nur kalbe girdiği zaman kalb genişler.”

17-Şeriat ilimlerinin tayin ettiği ameli işlemekle kalb çalışır.

*“Her kim öğrendiği ilmiyle amel ederse, Allah Teâlâ onu bilmediği ilimlere mirasçı kılar.” buyrulmuştur.

18-Kula ve Allah'a karşı kemâl-i samimiyetle riyazet etmekle kalb çalışır.* “Her kim kırk gün samimiyetle saflık ederse, Allah Teâlâ da kalbinde hikmet çeşmeleri fışkırtır; dili üzerinde akar.” buyrulmuştur.

19-Münkirlerin telkinlerinden, dahilî ve haricî vesvese ve efsanevi şeylerden sakınmakla kalb çalışır. Hadîs-i şerifte de:*“Sana şübhe vereni terk et, şübhe vermeyene yönel.” buyrulmuştur.

Netice-i meram, dimağ ve kalbdeki âkile kuvvetlerinin çalıştırılması için ehli tasavvuf, fıkıhçılar, tefsirci ve hadisçiler muayyen yollar, usuller, ortaya koymuşlardır. Bu yolların bir kısmının özetlerini “İnsan ve Vazife­si" adlı eserimizde beyan etmişizdir. Bu eserde ise apayrı bir yol takib ediyoruz. Şöyleki bir genç buraya kadar bu eseri okur, nefsânî, aklî ve kalbi hislerini çalıştırır, dînî meselelerini araştırır. Burada Allahtan uma­rım ki kat'î bir sûretle okuyucu yazarından daha fazla kendini tanımış olur, öyleyse aklına şu soru gelir: Bedenî, rûhî, ferdî ve ictimâî vazifele­rim nedir? Tatbîkâtım nasıl olmalıdır? İşte bundan sonra eserin sonuna kadar bu vazifeler beyan olunur, Tevfîk ve inayet Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.181-189
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatinin Tarifi



İnsanın hakîkatini ulemâ şöylece tarif etmişlerdir:

İnsan haraketli, diri, ulvî ve nûrânî bir cisimden ibarettir. Görülen bu bedenin heykelinden muhaliftir. Su gülde, yağ zeytinde, ateş tuğlada nüfuz ettiği gibi, ruh da bu cesedde sereyan ve cevlan eder. Kendisi değişmeye tefessüh etmeye salahiyetli değildir. Mutlak sûrette cismânî heykelde tasarruf eder. Alet ve edevatlarının tefessüh etmesi halinde bedenden ayırılır. İşte bu ayrılış ölümdür. Demek ölüm insan için aslî ve ebedî hayatının başlangıcıdır. İmam Râzî ve İbnu Kayyim bu tarifi tercih etmişlerdir. Binaenaleyh ruh o nûrânî cevherdir.

İnsanın hakîkati ruhtur; madde âleminden hariç veya dahil olmayan nûrânî bir cisimdir; maddî cisim değildir; bedene bitişik veya ayrı da de­ğildir. Ancak tasarruf ve tedbiriyle bedeni idare ederse, insan bu idare sayesinde diridir; irtibatını keserse ölüdür. Binaenaleyh ruh kendisi gü­neş, beden yer küresi, nefs aralarına girmiş kesâfetli bir bulut gibidir. Kesâfetin zeval bulmasıyla ruh güneşten daha parlak görünür. Bu tarif da­ha meşhurdur. Nitekim İmam Gazâlî başta olmak üzere birçok ehli ta­savvuf, felsefeciler, Kerrâmiyyeden birçoğu, ehli mukâşefe ve İmam Râğıb İsfehânî'nin kabul ettikleri tarif de budur. İmam Râğıb İsfehânî şöyle demektedir:

İnsan, ins kelimesinden müştak, cin ve meleğe muhalif, birbiriyle kaynaşıp buluşan, görüşen ve tabiatiyle medenî bir varlıktır. Şerefli ve idrakli olduğu için ona ins denilmiştir. Şu halde insan beden ve ruhtan mürekkeb, ruh ve bedenden ibaret müstakil bir hakîkattir. insanlar birbi­rine muhtacdırlar. Hayvanlar gibi tek başına yaşayamadığı için de kendi­si belalara maruz, gayet nazik ve gayet zayıftır.

*“...İnsan son derece zayıf olarak yaratılmıştır.” [En-Nisâ'28] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan ağır bela­lara dûçar olurken aciz kalır ve kendisi ebnâ-i cinsine muhtacdır de­nilmiştir. Bununla beraber kendisinde bir ilim, bir fikir, zenginlik ve güç bulduğu zamanda da haddini aşan ve Cenâb-ı Hakk'ın hukukuna te-cavüz edendir insan.*“Şübhesiz İnsan kendini ihtiyacsız gördüğü zamanda tuğyan eder.” [El-Alâk 6-7] mealin­deki ayet-i kerîmede bu hakîkat tasrih edilmektedir.

İmam Mâverdî diyor ki: İnsan beden ve nefs cihetiyle şerre, ruhu ci­hetiyle de hayra meyledicidir. Cüz'î iradesini şerre uzatırsa, Allah onu şer işlemesine, hayra uzatırsa hayr işlemesine sevk eder. Demek insan nefsi cihetinden şerli, ruhu cihetinden hayrlıdır. Onun hayr ve şer irade­lerine göre Allah Teâlâ da iki yol ona açmıştır. Artık,*“Biz onu (hayr ve şer olmak üzere) iki yola da ilettik.” [El-Beled 10] mealindeki ayet-i kerîme bu hakîkati tasrih etmiştir.

Her şey kendi sûretiyle diğer cinslerden ayrıldığı gibi, insan da hissî olan bedeniyle diğer hayvanlardan, akıl ve ruhuyla da şeytandan, nefsi itibarıyla da meleklerden ayrılır. Nitekim şekil itibarıyla bir bıçak, kavun ve karpuzdan ayrılır; cam da sertliğiyle sudan ayrılır. Demek insan her­hangi bir hayvandan tekâmül etmiş değildir. Bir cihetten birçok mahlukla ortak ve müşterek olsa da, diğer taraftan birçok özellikleri ile hepsinden ayrıdır. Her ne kadar insan da hayvan gibi beden cihetiyle toprak, su, ateş ve havanın özlerinden yaratılmış ise de insan ruhu cihetiyle üstün ve seçkindir, ayrı ve ebedîdir. Çünkü insanın bedeninin cemada, tüyle­rinin nebata, nefsinin hayvana, ruhunun meleğe benzeyişi, insanın bun­lardan birisinden oluşunu ve bunlar gibi olmasını göstermemektedir. Demek insan yalnız bunlardan birisi değil bilakis hepsidir. İşte bu özel­likle insan yer yüzünün hâkimiyetini kazanmaktadır. Demek insan hep­siyle beraber olduğu için hâkimiyeti kazanmıştır; hepsinden ayrı olduğu için de yer yüzünde halîfelik makamına layık olmuştur. Nitekim bu mana­ya işareten:

*“...Muhakkak ki ben çamurdan bir insan yaratacağım. Artık onun hilkatini tamamlayıp içerisine Ruhum'dan üfürdüğüm zaman kendi­si için derhal secdeye kapanın.” [Sâd 71-72] mealindeki ayette beyan olduğu vecih üzere insanların aslı olan Âdem Peygamber'in bedeni topraktan tamamlandıktan sonra Cenâb-ı Hakk ona Kendi kudretinden yaratmış olduğu ruhu da İçerisine üflemiştır, ona can vermiştir. Âdem ve evladı bu ruhla, akılla, idrak ve iradeyle bütün mahluktan ayrılmıştır,işte bu hayat hayvanda olmadığı için İmam Fahreddîn Râzî de birçok felsefe­ciler gibi “Hayvanda hayat yoktur." demektedir.

Bu hikmete binaendir ki insanın beden ve ruhuna zarar vermeyen hayvanların eti nebat gibi, in­sanlara helal ve meşru olmuştur. Bundan dolayı insan hayvandan gıda­yı almaya cevaz bulmuştur. Eğer hayvanın hayatı da insan hayatı gibi ol­saydı, ondan gıda alması caiz olmayacaktı. Mantıkçıların: "İnsan, hayvân-ı nâtıktır, yani düşünen ve konuşandır." demelerinde iki mana kasdolunmaktadır. Bu manayı bilmeyenler insanı hayvan sandılar.

a-Mantıkçılar bu tarifte hissi ve bedeni cihetiyle boyu bosu dimdik, tırnakları enli, derisi açık, güler yüzlü gibi manaları kasdetmişler.

b-Mantıkçılar, aklî ve manevi olan ruh cihetiyle de idrak, fikir, rivayet, konuşkanlık ve sair manaları kasdetmişlerdir.

Ne fayda ki son zamanda insanın içindeki rûh-i hayvânî ve rûh-i İnsanîyi birbirinden tefrik edemeyen bazı ehli ilm-i tabakat-ul-ard mese­leyi karıştırmışlardır; mantıkçıların tarifinin mücerred sûretini almışlardır. İnsan ve hayvan arasındaki sûrî benzerliği ele alarak “İnsan maymun­dan terakkî veyahud maymun insandan tedennî etmiştir." demektedirler. Ve buna aid hayli deliller serdetmişlerdir. Halbuki görüşleri, insanın hakîkatini bilmekten aciz kalmıştır. Demek insan müstakil yaratılmıştır. Beden cihetiyle de, his, irâdî hareket, gazab ve şehvet kuvvetinden iba­ret hayatı yüklenicidir. Nefs bakımından hayvanla beraberdir. Nitekim hekimler de buna rûh-i hayvânî demişlerdir. Bu ruh bedeni aydınlatan ve enerjinin kemiyetleşmesinden ibaret bir cevherdir. Uyku zamanında bedenin zâhirinden, ölüm zamanında da bedenin bâtınından dahi alâkasını keser. Bu bakımdan ona nefs denilmiştir.

Şeyh İsmail Bursevî'nin tasrih ettiğine göre bu, nefs-i nâtıkadan başkasıdır. Ruhun hakîkatini idrak edemeyenler buna nefs-i nâtıka demişlerdir. Halbuki nefs-i nâtıka nihayet nefstir, ruh değildir. Eski felse­feciler de: “Rûh-i İnsanî zâtı itibarıyla maddeden mücerred, bedene muğayir, cesedde mutasarrıf bir cevherdir; beden onun zuhuruna alet ve vasıtadır; kendisi usta, beden onun aletleridir; bu ruh ancak ene ile tabir olunur." demişlerdir.

Rûhânîler de buna rûh-i melekî ve ulvî, öbürüne de nefs-i süflî ve rûh-i süflî demişlerdir. Kanaatim şu ki, bu iki ruh çay ve su yahud süt ve yağ gibi birbirine mündemiç ve çokça irtibatlı ve bitişik olduğundan birbi­rinden tefrik edilmiyor. Fakat gerçek şu kİ insanda iki ruh vardır: Birisi rûh-i İnsanîdir, ötekisi rûh-i hayvânî yani nefstir. Nitekim İmam Rabbânî'nin buyurduğu gibi latifeler aslına kavuşmadığı müddetçe rûh-i insânî ondan fark edilmiyor. Nefs-i nâtıkanın ise makamı süflidir. Melek merte­besinden üstün olan rûh-i İnsanîyi idrakten aciz kalmaktadır. İnsan, la- tîfeleri henüz yerinden kıpırdanmadan evvel bu hakîkati idrak edemiyor.

Allah Teâlâ bir kısım mahlukunu dünya hayatı için yaratmıştır; hay­vanlar bu kabildendir. Bir kısmı yalnız ahiret için yaratmıştır; melekler bu kabildendir. Bir kısmı da her ikisine yararlı olarak yaratmıştır; insanlar bu kısımdandır. Tenâzu', tenâsül, bedenî şehvet ve sair kuvvetlerle insan hayvanla eşit, melekten ayrıdır. Akıl, ilim, idrak, sıdk, vefadariık ve bir tek Allah Teâlâ'ya ibadet etmekle insan meleklerle eşittir. Bunlarla hayvan­dan ayrılır. Nefsin hilesi ve isyan etmek arzusunda insan, şeytanla eşit­tir; enerji harcamakla da cinle eşittir. Bu gibi itibarlarla insan dünyada yer yüzünün hâkimiyetine, hilâfetine, ahirette de cennet veya cehenne­me girmesine salahiyetlidir. Nitekim Ayet-i kerîmede bu hakîkate işaret olarak şöyle ihtar olunmaktadır:*“Sizi başı boş yarattığımı mı sanıyorsunuz?..” [El-Mu'minûn 115] "Ey insan sen başı boş bir hayvan değilsin, mükellef ve vazifeli bir memursun." demektir.

Hayrete şâyandır ki Ferid Vecdi gibi birçok Arab âlimleri ve birçok Türk âlimleri de Darwin'in nazariyesine aldanarak ayet ve hadisleri tevil etmişlerdir. İnsanın hayvandan tekamül ettiğini ileriye sürmüşlerdir. Hat­ta bu fikri Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye isnad ederler. Halbuki Mevlânâ' nın ve Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin ibarelerinde bunların anla­dıkları gibi bir mana yoktur. Mevlânâ'nın ibaresinde "İnsan nefs-i nebatî, nefs-i hayvânî, ahlak, huy ve manevi sûretler cihetiyle maymuna ben­zer." denilmektedir. İbrahim Hakkı'nın ibaresinde ise “Nebattan insana cins-i yakın hurma ağacı, madenden insana yakın mercan cinsi, hayvan­dan insana yakın maymun cinsidir." denilmektedir. Nitekim cins-i karîb yani yakın cins diye tabir etmektedirler. Cins-i karîb, asiî cins demek de­ğildir. Darwin ve Lamark'ın görüşlerini Mevlâna Celâleddîn Rûmî'ye ve İbrahim Hakkı Efendi Hazretleri'ne dayandırmak korkunç bir hatadır. İşte dehşet!

Nitekim*“Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i onun (Âdem'in) sûreti üzerine yaratmıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfteki zamir Âdem aleyhisselâm'a râci'dir; bu takdirde hadîsin manası şöyledir: “Allah Teâlâ Âdem'i herhangi bir mahlukun sûretinde de­ğil, bilakis Âdem'i insan sûreti üzere yaratmıştır.” Goril sûretinde değil ha... Aynı hadîsin,* “Muhakkak Allah Teâlâ Âdem'i Rahman'ın sıfatı üzerine yaratmıştır.” mealinde­ki diğer rivayetinde ise, sûret sıfat manasındadır. Binaenaleyh insan başka bir hayvan sûretinde olmadığı gibi -sümme hâşâ- Allah sûretinde de değildir demektir. Burada yanılmış mutasavvıfların görüşleri de reddolunmaktadır. Ayaa!.. Mahluk Hâlık'a benzer mi? Şimdi, "Zeyd âlimdir." cümlesinde, Zeyd'in ilmi Allah'ın ilmine benzer mi? Sermedî bir varlık mümkün bir varlığa benzer mi ki sûretten zâhirî manası kasdolunsun? Hayret!.. İnsan diğer hayvana benzemediği gibi Hâlık da ona benzemez vesselam.

Her iki hadîsin manası şöyledir: Allah Teâlâ Âdem ve oğul­larını ahsen-i takvim olan insan sûretinde yaratmıştır. Sonra Kendi sıfatı olan İlmi'nden, Kudreti'nden, İradesi'nden, Görme ve İşitmesi'nden bir cüz insana vermiştir. İnsanın hayatı boyu ömrü hududlu olduğu gibi, ilmi, kudreti, hülâsa bütün sıfatları da hududludur. Allah ise hududsuzdur. Öyleyse Hâlık ile mahluk birbirinden ayrıdır. Seyyid Şerîf kuddise sırruh ne güzel demiş; “İnsan-ı kâmil cüz'î, küllî, kevnî ve İlâhî âlemleri kendi zâtında toplayan bir hakîkattir. İnsan ruhu ve aklı itibarıyla tüm kitabları kuşatan "Umm-ul-Kitab", kalbi itibarıyla "Levh-i Mahfuz", nefsi itibarıyla yazar, siler, tertemiz, yüksek ve şerefli bir sayfadır. Bedenî, rûhî, itikadî taharete muvaffak olmayan onun sırrını bilemez. Yüce âlemleri kuşatan bir varlıktır insan...” diye tarif etmiştir. Bu tarife binaen deriz ki, müdrike, ferâsetli, mülhem kuvvetleriyle insan nefs-i nâtıkası cihetiyle de şerefli olarak yaratılmıştır. Binaenaleyh insandaki rûh-i hayvânî ve nefsi, hay­van âleminden yine çok üstündür. Yani insanda iki üstünlük var; nefs iti­barıyla hayvana benzer amma insanın nefsi, hayvanın ruhundan üstün­dür, şereflidir. Rûhî cihetiyle ise asla hayvana benzemez; meleklere benzer ve onlardan da üstündür. Nitekim ayet-i kerîmede şöyle buy­rulmuştur:

"Biz Âdem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe ulaşmış olarak ya­rattık. Onlara karada, denizde taşıtlar verdik. Onlara güzel güzel rızklar verdik ve onları yarattığımızın birçoğundan cidden üstün ve şerefli kıldık.” [El-isrâ' 70] Bu ayet-i kerîmede Âdem oğullarının güzel bir sûrette, nefs cihetiyle de olsa çok olgun bir mizaca mutedil bir kâmete malik olarak yaratılmasına tasrih vardır, insan aklıyla, nutkuyla, okuyup yazmasıyla temâyüz etmektedir. Geçim vasıflarını bulabilmelerinden, sa­natlara kabiliyetlerinden ve saireden münbais kılınmıştır insan... ibnu Abbas radıyallahu anh diyor ki: “insan yemeğini eliyle alır, ağzına yük­seltir. Bu sezgi ve seçkinlik insanlara yeterlidir. Ayaal. insandan başkası şimdiye kadar bir baltayı yapabilmiş mi?..

İNSANIN CİSMÂNÎ VE RÛHÂNİ HALİNE CANLI MİSAL

İnsan mahiyeti ve zâtı hakkında hukemâ birçok misaller vermişler­dir. Çünkü insanın zâtı ve hakîkati; aklı, ruhu, cismânî, maddi ve ma­nevîyi birleştiren bir hakîkattir. Burada o hakîkati bilmek, iç hisleri bilmek ve her bir hissinin mukabilinde -ileride beyan edeceğimiz- güzel ahlakı bilmek için bu temsili yazıyoruz. Nitekim İmam Râğıb İsfehânî'nin eserle­rinde, insan hakîkatini bildirmek için vermiş olduğu bir temsildir.

İnsan büyük âlemi kuşatan küçük bir âlem olduğu için beden cihe­tiyle kendisi bir şehir gibidir. Öyle bir şehir ki surları güzel bina edilmiş, binaları muhkem, sokakları plânlı ve muntazamdır. Mahalleleri taksimli, farklı birçok süslerle ziynetlenmiş ve yapılmıştır. Bu nizam ve intizamlı olan şehirde iskan edilmiş vatandaşlar vardır. Meskenler, evler, mahal­leler onlara taksim edilmiştir. Oralarda su mecraları nice çeşmeler var­dır. Sokaklarında kanallar ve nehirler vardır. Sokakları muntazam, ayrı­ca mahallelerinde sanayi çarşısı yapılmıştır. Envâi çeşit sanatçılara dük­kanlar tevzi edilmiştir. Bunlardan bir kısmı çalışmakla öğrenmiş, iş veren ustalardır. Diğer bir kısmı da yeni öğrenim çağında şâkirdlerdir. Öbür ta­rafında birçok işçiler, ayrı ayrı meslekleriyle çalışırlar.

Her birinin vazifesi ayrı ayrıdır; kimisi memur, kimisi amirdir. Bunlardan bazıları doğru olarak namus dairesinde, diğer bazıları da hıyanetle çalışıp vakit geçirirler. O şehre bir idareci vali tayin edilmiştir ki bu yürektir. Valinin de ayrıca ve­zirleri, yardımcıları, postacıları, muhabirleri, hazinedarları, tercümanları ve katibleri vardır; bunlar hepsi dimağdadır. Valinin tayin olunduğu şe­hirde, bedende sair vatandaşlar da vardır. Bazıları hayrlı, diğer bazıları şerlilerdir. Aralarında birçok muhalefetler, muvafakatlar vardır. Davalar, nizâ'lar, cinsî temâyüller ve sair istekleri vardır. Bunlar asabî damar ve hücrelerden ibarettir. Böylece ruh ve bedenden ibaret her bir insan şeh­rinde sanatçılar, menfaatleri celbedip kendine çeken cazibe, cezbolu- nan gıdayı toplayan ve zabteden mâsike, onu da hazmeden hâzime, ya­ramayanı ifraz edip dışarıya atan dâfia, bedeni besleyecek gâziye ve çoğaltacak nâmiye kuvvetlerinden ibaret nefs vardır. Bunlardan her biri birer fabrika gibi muayyen nizam ve intizamla çalışıyor. İçlerinde gazab kuvveti vardır. Ayrıca her birinde musavvire kuvveti, yani plân yazan ve tatbîkâta hazırlık yapan bir kuvvet vardır. En büyük fizik, kimya, hendese ilmi kemâliyle musavvire kuvvetinde fıtraten mevcuddur.

Vali akıldır, menbaı ve dairesi kalb, tatbik yeri ve amirlik dairesi de dimağdır; sağ veziri mefkeret kuvvetidir; postacısı muhayyile kuvvetidir; meskeni dimağın ön kısmıdır. Muhayyile korkunç bir kuvvettir; telsizdir, telefondur, radyodur, lâboratuarcıdır, siyasetçidir, iktisadadır ve daha neler neler.

Aklın muhabirleri beş duyulardır. Bunların daireleri, göz, kulak, el, dil ve burun duyularıdır. Doğrusu bunların asabî damarlarını birleştiren ve merkezleştiren hiss-i müşterektir. Hiss-i müşterek, muhayyileden daha az vazife görmüyor. Aklın hazinedarı, dimağın son köşesinde yani beyincik içerisinde hafıza kuvvetidir; tercümanı, nâtıka kuvveti olan dil­dir. Kâtibe kuvvetinin âleti eldir. Bu şehirde ikâmet eden vatandaşlar, bir milyondan geçkin asabî damarlardır; üç yüz bini hayrı, üç yüz bini şerri emrederler ve isterler. Diğer kısımları bazan şerre bazan da hayra mey­lederler. Bazan da diğerleri ile amir ve yardımcı olurlar. Bunlar hazır kıta gibidir.*“Sultan yer yüzünde Allah Teâlânın gölgesidir.”; diğer rivayette “Sultan yer yüzünde Allah'ın kamçı­sıdır; onunla kullarını edeblendirir.” mealindeki hadîs-i şerîflerin işa­retine binaen vali kendini helak edici ahlaktan temizlerse, rahatlıkla in­san şehrinde hükmünü icra eder; milleti de ona itaat eder.

Aksi takdirde büyük amir olan vali, Allah'a itaat etmediği takdirde beden şehrinin içerisindeki râiye de ona isyan ederler. Yani akıl kendini küfür, fısk, is­yan ve nifak gibi hastalıklardan temizlediği zaman, kendisi Allah Teâlâ' nın gölgesi olur. Nefsin onları kuşatmış olduğu asabî damarlar ve beden hücrelerinin akla itaat etmeleri mecburidir. Çünkü melek dimağın içinde­ki beynin zarlarına,*“Allah Teâlâ'ya ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin ve sizden olan amirlere de itaat edin.” [En-Nisâ' 59] mealindeki ayetin emrlerini yazar. Nitekim bir devlet idarecisi de Allah'a itaat ederse, melekler milletinin kalblerinde aynı emri yazarlar. Aksi takdirde anarşi ve isyan başlar. Nitekim bu manaya işareten,* “İnsanlar hükümdarlarının dîni üzerindedirler.” hadîs-i şerîfinde hüküm buyrulmuştur. Yani bir devlet adamı Allah'a âsi olursa, milleti de ona isyankârlık yapar. Bir beden şehrindeki akıl da Allah'a isyan etti mi, beden içindeki umum damarlar ona isyan ederler. Bunalımın kaynağı budur. Demek ki insanlar meliki­nin dîni üzerindedir; âsi ise âsiler, velî ise velîler olurlar.

İç duyuların hepsi aslını unutmuş veyahud fıtratı üzerine kalan aklın dîni üzerlndedirler. Gölge sahibini güneşin âfatlarından koruduğu gibi, sultan da milletini, akıl da beden şehrini âfatlardan korurlar. Tabiîdir ki akıl şuurlu, sultan adaletli olduğu zaman böyledir. Aksi takdirde sultan bir gedâya, akıl da nefse esir olursa, şehir harab olur. Kan hücreleri ve cihaz aletleri birbirine girer, mikroplar çiftleşir, hastalıklar galebe çalar ve sıhhat elden gider. İntihar bundan meydana gelir. Soralım: Müslü­man bir âlim hiç intihar etmiş mi?.. Sonra küfür diyarına bakalım; gayrı müslimlerden âlimleri, ya vahşet halinde dağ başında ya da intihar et­miş ipte buluruz. Nedir intihara götüren onları? Allah akla ve bütün amir­lere, Dâvûd aleyhisselâm'a ve ondan sonraki tüm hükümdarlara şu emri vermektedir:

“Ey Dâvûd Biz seni yer yüzünün halîfesi kıldık. O halde sen de (Allah Teâlâ’nın tayin buyurmuş olduğu hüküm ve) hakla insanlar arasın­da hüküm et. Sakın hal Nefsin hevasına uyma...” [Sâd 26] Bu ayetin hükmü ve emri tüm amirleredir. Ve bu ayette iki büyük fayda vardır:

a-Allah Teâlâ'nın beyan etmiş olduğu kanunla hükmetmek, yani iyi­lik yapanı mükafatlandırmak, kötülük yapanı da susturmak, zalimlere ce­za vermekten ibaret adalet faydasıdır. Adaletle yer gök devam etmekte­dir.

b-Hiçbir sûrette nefsin hevâsına uymamak faydasıdır. Eğer bir amire nefsin hevâsı hâkim olursa, amirin memleketinde nefs hâkimdir demek­tir. Binaenaleyh Allah Celle Celâluh'un tayin etmiş olduğu hükümden başkasıyla hükmeden amir, inkara binaen -yani Allah'ın hükmünü kifa­yetsiz görüp- nefsin hevâsıyla hükmederse kafirdir. Akıl da öyledir. Yok Allah'ın hükmünü kifayetsiz görmez ve görmediği halde Allah'ın hükmü­nü icra etmezse amir, fâsık ve zalimdir. Milleti hükmüne razı değilse böy­ledir; razı ise milleti de onun gibidir. Şimdi biraz evvel nakletmiş olduğu­muz “İnsanlar meliklerinin dîni üzerindedirler.” mealindeki hadîs-i şerîfin manası anlaşılmıştır.

Akl-ı müstakim de beden şehrinde bir padişahtır. Allah Teâlâ'nın tayin etmiş olduğu hak ve adaletle hükmeder, hevâ-i nefsine uymazsa mutlak huzura sahib olur. Hâkim ve vali gibi zulmetmekle de Allah Teâlâ'nın gölgesinden yani emir ve itaatinden çıkarsa huzuru kaybediverir ve birçok belalara dûçar olur. İnsanların bir kısmı amir ve işveren, diğer bir kısmı memur ve işçi mutî' olduğu gibi, beden şehrinde de azalar ve duyular bir kısmı amir, diğer kısmı da memurdurlar. Her iki gruptan bazısı diğerine denk yahud daha üstün veyahud daha aşağıda olduğu gibi, Allah Teâlâ nefsin memurlarını da öylece yaratmıştır. Allah, aklı nef­sin emri altında çalışmaktan korusun. Demek eşitlik yoktur. Bazı insanlar memur, bazıları da amirdirler; kimi fakir kimisi zengindirler. Her nerede olursa olsun Allah'a itaat etmeye mecburdur insan. Nitekim “Kimi derece derece diğer kiminden üstün kıldık ki, bir kısmı diğer bir kısmını iş adamı etsin.” [Ez-Zuhrûf 32] mealindeki ayet-i kerîmede bu mana tasrih olunmaktadır.

Bazısı amir ve iş verici, bazısı memur ve işçi olmak sûretiyle kaynaşmak ve birleşmek meydana geldiği gibi nefs-i nâtıkanın da beden şehrindeki misali öyledir. Her zayıfın her kuvvetlinin emri altına girmesi ve emrine itaat etmesi gerekir, fakat hıyanetsiz. Her amir yahud işverenin de Allah Teâlâ'nın vermiş olduğu ölçüyle hareket etmesi gerekir. Yani her hakkı hak sahibine vermekle zulmü terk etmesi lazımdır. Mesela şehvet kuvvetinin ve gazab kuvvetinin aklî kuvvete tes­lim olmaları şarttır. Aklî kuvvetin de her hal ve kârda İslam dîninin huku­kundan faydalanması ve onun nuruyla nurlanması mecburidir. Böylece olursa beden şehrinde sıhhat ve adalet tezahür eder; zülüm, cefa, keder ve huzursuzluk ortadan kayboluverir. Ferdlerin göğüslerinde bu hal dai­mi olursa, her ferdin kalbi diğerine meyleder; kalbler birleşirler; haliyle toplum yekpâre haline gelir, nefret yerini sevgi işgal eder; sevgi de yar­dımlaşmayı, dayanışmayı, tanışmayı meydana getirir ve akıl topluma hâ­kim olur, iyilik yapanlar çoğalır.

Ashâb-ı kiram tek tek nefslerini ıslah ederek kalblerini birleştirdiler. Az bir toplum olmalarına rağmen kalblerindeki sevgi sayesinde tüm dünyaya hâkim oldular. Şahidleri şu ayet-i kerîmedir:

*“(Dünyada aklı selîme İtaat ettikleri için ahirette) Biz onların göğüslerin­deki kini söküp attık. (Ahirette de öylece yapacağız. Onlar) Kardeşler ha­linde karşı karşıya tahtları üzerindedirler.” [El-Hicr 47] buyrulmuştur. Demek takva üzerinde kalbleri birleşenlerin hali böyledir; Allah Teâlâ kalblerindeki nefreti söküp atıverir. Beldelerde yukarıda beyan olunan hayrlı ve ehli takva olduğu gibi, diğer taraftan da şehirlerde yaramazlık yapan fitne ve fesad ehlinden de meydan boş kalmaz. Gerek insî ve ge­rekse cinnî şeytanlar takva sahihlerine saldırdığı gibi beden şehrinde de nefsin behime kuvvetinin hevâsı, hırs, hased ve sair istekleri, akıl ve mefkeret kuvvetini bozarlar, fitneye düşürürler. Âdetullah böyle olagel­miştir; her şeyi zıddıyla yaratmıştır, nefs ve ruhu da birbirine zıd olarak yaratmıştır.

*“Böylece Biz her peygambere de (Sana olduğu gibi) insan ve cin şeytanlarını böylece düşman yarattık. Onlardan kimi kimine bir­takım yaldızlı, aldatıcı telkinde bulunurlar...” [El-En'âm 112]

*“Böylece her şehir ve kasabada oraların âsilerini, günahkârlarını, o yerlerde hilekârlık yapsınlar diye büyük (tanınmış) adamlar ya­rattık ki fitneyi çıkarsınlar...” [El-En’âm 123] mealindeki ayet-i kerîme­lerde beyan olduğu üzere her şehirde fitne çıkarıcı âsiler vardır. Onun gibi insan şehrinde de gizli nefsin gizli hileleri vardır. Elbette aklı selîme düşecek büyük vazife Allah'ın emrlerini bilmek ve tatbik etmektir. Zira şeytanlar asabî damarların kötü hislerini tahrik etmek için nefsle irti­batlıdırlar; böylece yoldan çıkarmaya çalışırlar. Nitekim melek de aklı selîmle irtibat kurar, o da hayrlı asabî damarları hayra tahrik eder. En akıllı insan odur ki Allah'ın indirmiş olduğu hükümle hükmeder ve nefsin hevâsından sakınır.

*“Allah Telâ'nın indirdiği (hüküm) ile aralarında hükmet. (Habîbim şerli­lerin) Heva ve heveslerine uyma, Seni de fitneye düşüreceklerin­den korun.” [El-Mâide 49] mealindeki ayet-i kerîmedeki hüküm yalnız Pey­gambere mahsus değildir. Bu emr her akla ve akıl sahibine, her valiye, her ferde şâmildir. Demek tüm şerlilerin şerrinden korunmak farzdır. İşte cihad budur. Zavallı zayıf bazı mü'minler, cihadı yalnız kılıç sallamaktan ibaret biliyorlar. Halbuki en büyük cihad, nefsin hevâsından sakınmaktır; onun beden şehrinde ve umum şehirlerde hükümran olmasına engel olmaktır,*“(Habîbim) Heva ve hevesini kendine tapınak olarak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] mealindeki ayet-i kerîmeyi Peygamberimiz okuduktan sonra: “Gerçekte Allah Teâlâ yer yüzünde ona tapınılacak hevâ-( nefsten daha fazla gazaba uğra­mış bir tapınağı yaratmamıştır.” buyurmuştur, insî ve cinnî şeytanlar birisinin kalbini istila ettikleri zaman, kalbi istila edilmiş kimse derhal gaf­lete düşüp Allah Teâlâ'nın zikrini unuttuğu gibi, hevâ-i nefs de aklı selîmin beden şehrini istila ederse, ona Allah Teâlâ'nın hükmünü, ahiret âlemini unutturur.

Bir valiye düşmanların tecavüzü anlarında müsâlemet, sulh ve barışı temin etmek vacib olduğu gibi, aklı selîmin de kötü arzuların hakkından gelemediği zaman barışı temin etmesi vacibdir, farzdır. İşte cihadın başlangıcı bu noktadandır. Müsâlemet ve sulh za­manlarında meyil ve muhabbet etmekten sakınmak gerekir. Valinin hıyanet edenlere karşı ahdini bozması ve zalimlerin kafalarını ezmesi vacib olduğu gibi aklı selîmin de nefs baş kaldırdığı zaman sulhu boz­ması ve nefsinin arzularını kesmesi farzdır. Böyle zamanlarda padişah­ların müsamaha göstermeleri layık olmadığı gibi, nefs şiddetli olarak hırsı, hasedi, tûl-i emeli ve sair fena huyları arzuladığı takdirde kuvvetini kesmesi ve onu susturması farzdır, şarttır, yani iman şartıdır. Netice-i meram aklı selîmin on dokuz düstûru vardır. Her bir düsturu ile nefsin on dokuz arzusunu keser. Tamamen muvaffak olursa bir milyonu geçkin asabî damarlar müdrike kuvvetinin emri altına girer. Onun için özellikle bu iki kuvveti beyan edelim. Tevfîk Allah'tandır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.140-157

Önceki yazı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatini-bilmekte-6-fayda-vardir/
Devamını Oku »

İnsanın Hakikatini Bilmekte 6 Fayda Vardır




Bütün akıllıların ittifakıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek farzdır. Bazı hukemâ ve ehli tasavvuf: "İnsana Hâlık'ını bilmek için en evvela kendi nefsini bilmesi farzdır." dediler. Ehli kelam ve diğer bazı hukemâya göre, en evvela vacib, Hâlık'ın varlığını bilmektir, ihtilafları lafzî bir nizâ'dan ibarettir. Çünkü Ma'rifetullah en şerefli bir ilimdir. İttifakla Allah'ı bilmek farzdır. Ha müessiri bilmiş sonra esere inmiş, ha eseri bilmiş son­ra müessire yükselmiş. İki yoldan hangisiyle insan tefekküre başlarsa başlasın, maksad müessiri bilmektir. Biz bu eserde hukemâ ve ehli ta­savvufun yolunu takib etmekteyiz. Çünkü ilm-i ahlakın konusuna en uygun yol, eserden müessire yükseliş yoludur. Binaenaleyh insan keli­mesinin mana cihetiyle altı tarafına bakarsak, altı cihetle Allah'ın varlığını bildirir. Her bir cihet a'zamî bir faydadır. En azında insanın tüm vücudunu idare edecek beyin içindeki zar korkunç bir zekaya sahibdir. Bu üstün zekayı Yaratan'ın, daha üstün ilme sahib olması lazımdır, insanın bu sırrına vâkıf olan aslâ Hâlık'ı inkar edemez.

1 -İnsan iç organlarına dikkatle bakarsa, mesela kalb, ciğerler, böb­rekler gibi, evvelden tarif etmiş olduğumuz göz ve kulak cihazlarının asabî damarları gibi, her biri bir fabrikadır. Bunların kendiliğinden var ol­masına ve halihazırda muntazam çalışmasına aslâ imkan yoktur. Bun­ların hakîkatine vâkıf olan bir şahıs, kendisinin başı boş olmadığını se­zer, bilmecburiye Hâlık'ına inanır. Bu inanç ona İki hakîkati emreder. Bi­rinci emrle Hâlık'ına yönelir, O'na ibadet eder, ikinci emrle nefsine dö­ner, ebnâ-i cinsine yine Hâlık'ın emriyle muamele eder. Demek insanın kendi hakîkatini bilmesindeki birinci fayda budur.

*“...Bilin ki Allah kalblerinizdekini muhakkak bilir. Artık 0'n(un aza­bımdan sakının...” [El-Bakara 235] mealindeki ayet-i kerîmede bu iki emr anlaşılmaktadır. Kul kendi nefsinin acizliğini bilmekle ebnâ-i cinsine gü­zel muamele ettiği gibi Rabb'ine de inanır, azametini düşünür ve yüceli­ğini bilmekle de fenalıklardan arınır. Bundan daha güzel bir fayda ne olabilir?..

2-İnsan ruh cihetiyle en ulvî, beden cihetiyle süflî olduğundan tıpkı bütün kainatı içinde taşıyor demektir. Kendi varlığını ve ruhânî cevherliğinin ebedîliğini bilen ve kendini tanıyan elbette Hâlık'ını bilir. Bu bilgi ona kulluk vazifesini yaptırır. Bunun içindir ki bilgiye sahib olup bilgisiyle amel etmeyen, şu ayet-i kerîmede şiddetle tenkid olunmuştur.

*“Nefsleri hakkında iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah o gökleri, o yeri ve aralarında bulunan şeyleri hak ve muayyen bir ecele (va'de-ye) sebeb olmaktan başka yaratmamıştır. Hakîkaten insanlardan çoğu Rabb'lerine kavuşmayı cidden inkar edicidirler.” [Er-Rûm 8] buyrulmuştur. Gafil insanlar kendi beden ve rûhânî cihetlerini, yaratılışını ve her bir nefsteki hususiyetleri, hatta her bir nefsin de muhtelif hallerini cidden bilmedikleri için Allah Teâlâ'yı ve ahiret gününü -ruhları gibi- inkar ederler. Demek cidden düşünselerdi inkar yoluna gitmezlerdi. Bil­ginin alâmeti şübhesiz amelî tatbîkattır demektir. Bu itibarla ehli tasav­vuf: "Kendini bilen Rabb'ini bilir." dediler.

*“Elbette onlara ufuklarda ve kendi nefslerlnde ayetlerimizi göste-receğiz. Tâ ki (Kur'an ve Tevhid yollarından ibaret) hak beyan olunsun.” [Fussilet 53] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan âfâkî mahlukatta ve kendi varlığındaki hikmetli organlarına bakar, yer yüzünde cârî olagelen hâdiselere dikkat edip düşünürse, Kur'ân'ın ve peygamberlerin yüceli­ğine inanacaktır. Bu inanç, İslamın emretmiş olduğu hükümleri icra etti­recektir. Çünkü ilim ameli gerektirir. Bu ayette de birçok mucizeler vardır; bir kısmı asrımızda tezahür etmiş, bir kısmı da ileride tezahür edecektir.

3-Ma'rifetin semeresi olan nûr-u İlâhî kalbe geldikten sonra âfâkî ve enfüsî deliller müşahede olunur. Müşahede haline yükseldi mi insan, nefsindeki küfür yok olur. Doğrusu kalbdeki olan iman, amelî tatbikle kemiyetleşir, güneş gibi güzel ahlakla görünür. İşte faydanın kemâli bura­da tahakkuk eder. Demek buhar tebahhur edip bulut içinde yağmura kalbolduğu gibi, insanın imanı da amelî tatbikle maddeleşir ve güzel ah­lakın nuruyla da güneş gibi tezahür eder. İmanın bu zuhur eden nurunu müşahede edemeyen ehli küfür şu ayet-i kerîmede de tenkid olunmuş­tur;

*“Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendi (nefs ve inlile­rinin yaratılışında onları şahid etmedim. (Hak ve hakîkat yolundan) Saptıranları da yardımcı etmiş değilim.” [El-Kehf 51] buyrulmuştur. Kü­fürden ayrılmayan insan, kendi yaratılışını ararken ya Ulûhiyeti kendi nefsine isnad eder ya da nefsini ona ortak eder. Sapkınlık da budur. Böylelerin bilgileri sadece vehim ve hayalden ibarettir. Onun için ibretle­ri almaktan aciz kalırlar. Amma kalbinde iman nuru tecellî etmiş mü'minlerse tefekküre daldı mı, yer küresinin üzerindeki maden, nebat, hayvan ve saireleri, hatta kendi varlığındaki Allah Teâlâ'nın kudretinin yaratmak sikkesini okur, müşahede eder ve bu sayede bilgisi ona yakîn derecede amel işlettirir; her bir zerrede binlerce ibretleri görür ve binaenaleyh ebedîliğine ister istemez inanır. Nitekim:

*“Yer(küresin)de kâmil iman ve yakîn sahihleri için ayetler vardır. Kendi nefslerinde de (nice ayetler var). Görmez misiniz?” [Ez-Zâriyât 20- 21] buyrulmuştur. Demek ehli küfür kainat içindeki bunca hayret verici alâmetleri görmezler. Kaptan Coustou gibi bir ehli ilim, Kudretin bir tek mucizesini görünce müslüman olur. Demek bir insanın iman etmesine birçok sikkeleri değil, bir tek ibret kâfi gelir.İşte fayda budur.Her bir in­san kendi nefsindeki bir hikmeti müşahede ederse, ilmi onu İslam deni­zinin içerisine sevk eder.

4-Rûhânî, nefsî ve aklî cihetleriyle beraber kendi varlığını düşünen, şübhesiz âlemin maddi cihetini ve fânîliğini sezer. Kendisinde ruhu ve istiklâli ve ruhunun ebedîliğini müşahede eder. Bu müşahededen dolayı ahirete göre faydasız olan dünyanın her şeyini terk eder, ahiret yurduna döner, orada şerefi kazanmaya çalışır. Binaenaleyh hakîkî insan olur.

5-Bir insan hayvânî kalbini, bedenini ve ruhun hakîkatini müşahede ederse, kendisinde gizlenmiş en büyük düşmanını da müşahede eder, yani nefsini görür, onu Rabb'ine şikayet eder, şerrinden Rabb'ine sığınır. İşte ilim, yani insanın kendini bilmesine işaret şu hadîs-i şerîf ne güzel ırşad etmiş: *“Senin en büyük düşma­nın iki kürek kemiği arasındaki nefsindir.” buyrulmuştur. Artık bu yetmiş başlı ahtapotun şerrinden sakındırmak için irşad babından Rasûl u Muhterem şöyle dua ederdi: *Allah'ım! Bana (akıl ve ruhuma) rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden uzaklaştır = koru.” Demek İnsanın güneş gibi olan ruhuyla yer küresi gibi olan kalbi arasına, ay küresi gibi nefs girdi mi, kalb ruhtan feyz-i llâhiyye'yi kesbedemez olur; çekilirse de ruh kalbe akseder. Artık bütün kemâlatları kalbde bittirir yani ihya eder. Buna rüşd denilir. Artık nefsin iki küre arasından çekilmesiyle akıl, nefsini, kainatı güzelce anlar. Anlayışlı olur, şuurlanır insan. Bu şübhesiz ki en büyük faydadır. Bunun için insan kendini bilmelidir.

6-Nefsin desîselerini öğrenen ve onu idare eden bir insan, bir mem­leketi rahatlıkla idare eder. Bu bilgi sayesinde İktisadî, siyasî bilgilerini de tekmil ettirir. Çünkü kendi nefsinin ayıblarını idrak eden, ayıblardan arınır; gayrının ayıblarını gizleyerek onu irşad eder, arındırır. Tabiî ki bu en büyük siyasettir. Nefsini terbiye ettiği gibi gayrını da kemâlâta erdirir, işte bu adalet ve iktisaddır. Bu iki dişli anahtar, Allah'ın rahmet kapılarını açar. Nitekim,*“Allah Teâlâ başka-sının ayıbından yüz çevirip kendi ayıblarıyla meşgul olan kişiye merhamet etsin.” mealindeki hadîs-i şerîf, bu anahtara ve kapıların açıl­masına işaret etmektedir. Demektir ki kendi nefsinin desîselerini Öğre­nen, yer yüzündeki hâkimiyet makamına ve halîfeliğe layık olur.

Nitekim buraya işaret de,*''Umu­lur ki Rabb'lniz düşmanlarınızı helak ettikten sonra sizi yer yüzü­nün halîfesi yapacaktır...” [El-A'râf 129] buyrulan ayettir. Gerçek şu ki insanın içindeki şehvet kuvveti menfaati celbetmek hususunda devletin ziraat, ticaret, yerden kanal açmak ve madenleri çıkarmak, sanayiden mahsulü almak müesseselerine benzer. Aralarındaki fark, bu müesse­seler bedenin takviyesi için gıdayı toplamaya çalışırlar; şehvet kuvveti ise toplanan o gıdalardan faydalanır. Hem mesela gazab kuvveti, topla­nan veyahud istihsal olunan malları korumak bakımından görevli askeri­ye ve mülkiye müesseselerine benzer.

Bunlar ferdlerin zulmünü kaldırıp mazlumu zulümden kurtardıkları gibi, insanın gazabî kuvveti de aynı va­zifeyi görür. Hem mesela beden içindeki akıl ve tâbi'leri, büyük millet meclisi müessesesine benzer. Bir cumhurbaşkanı bakanlarıyla birlikte bir memleketi idare etmeye kabiliyetli olduğu gibi, müdrike kuvveti de bir insanın bütün beden şehrine hâkimdir. Eğer cumhurbaşkanında bu hâ­kimiyet yıkılırsa kendisinde nefs hâkim olmuş olur. Binaenaleyh tüm memlekete nefs hâkim olmuş oluyor. Roma imparatorluğunu yıkan işte bu hâkimiyettir. Demek istiyorum ki nefsin desîselerini bilen, ondan sakı­nan, aklın emriyle hareket eden bir insan, bir memlekete de hâkim olabi­lir. Bu yıkılmaz bir hâkimiyettir. “Sizi yer yüzünün halifesi yapacaktır.” mealindeki ayetin hükmüne binaen Allah Teâlâ bir kavmi yer yüzünde hâkim kılarsa artık o yıkılamaz demektir.

Bedenin içindeki şehvet, gazab ve müdrikesinin varlığından haber­dar olan, şehvet ve gazab kuvvetini de müdrikesinin emri altında çalış­tıran bir şahsiyet, devletin herhangi bir dairesine tayin olunursa, rahat­lıkla vazifesini bilir ve yapar. Şu halde nefsini ve nefsinin kuvvetlerini bi­len bir zat her hususta üstünlüğü kazanmıştır. İşte bu fayda için insan kendini bilmelidir. Rahatlıkla şunu derim: Ashâb-ı kiram, nefs ve nefsin kuvvetlerini öğrendiler, Kur'an ve hadisten aldıkları ilhamla akıllarını ça­lıştırdılar ve nefslerini mahkum kıldılar. Çok az bir toplum olmalarına rağ­men çok az bir müddette Roma ve Pers devletlerini yıktılar ve hâkimi­yetlerini asırlarca sürdürdüler. Ne yazık ki son asırlarda müstahlefler asıllarıınn izlerini bıraktılar, nefsin desîselerini bilmekten sakındılar, nefs kendilerine hâkim oluverdi. Desîselerini bilmedikleri için kendileri tüm dünyaya mahkum oldular. Mûsâ aleyhisselâm'ın kavmi de öyle oldu. Bunun İçin küçük ve büyük müslümanlara düşecek en büyük vazife ken­dilerini bilmek, nefslerinin istek ve arzularını öğrenmek, desiselerinden sakınmaktır.

*“...Ve sizi yer yüzünün hâkimi kıldık...” [El-Maide 20] mealindeki ayette Mûsâ Peygamberin ümmetinin hali bildirilmiştir. Netice-i meram, eğer bu ümmet ecdadlarının yoluna döner, nefsin desîselerini bilip ondan sakınır ve aklı selîmin emriyle hareket ederlerse, cedleri Fatih İstanbul'u fethettiği gibi onlar da Paris'i fethedeceklerdir. Andolsun Allah'a İslam tüm dünyaya hâkimdir. Ne mutlu hâkimiyetten evvel ve fetih anında Islama asker olan müslümana...

RUH VE BEDENDEN İBARET İNSAN ŞEREFLİ BİR HAKÎKATTİR

İmam Fahreddîn Râzî: “İnsanın hakîkatinde olan ihtilaf, insanın ru­hundaki ihtilafın aynısıdır. Kelamcıların cumhurunun, insan "ben" keli­mesiyle ona işaret edilen hissi, bedeni ve görülen şu heykel-i cismânîden ibarettir şeklindeki tarifleri on yedi hüccetle merdud olunmaktadır.” demiştir.

Bunlardan bir kısmını burada yazmayı münasib gördüm. Çünkü kelamcıların tarifleri bugünkü maddecilerin tarifine son derece yakındır.

1-Bedenin heykel-i cismâniyyesi durmadan değişir; bir taraf çoğal­makla diğer taraftan yok olmakla devam etmektedir. Bu ise insanın ebe­dî olmasını gerektirmiyor. Halbuki insanın hakîkati ve ruhu değişmez ve ebedîdir. Bedenin değişmesi ise onun değişmesini gerektirmemektedir.

2-İnsan kendisi, madde ve halk âlemine aid olan bedenin bazı cüz'- ünden gafil olur. Halbuki böyle bir insan kendi nefsinden ve hakikatin­den bir an olsa bile gafil kalmamaktadır. Şu halde insan bedeninin cüz­lerinden ibaret değildir. Bilakis bedenin cüzleri, mesela dimağ hücreleri gibiler, bütün cüzler ve cihazlar ruhun aletleridir. Binaenaleyh ruhun ke­mâliyle çalışması, aletlerinin kemâliyle sağlam olmasına bağlanmakta­dır.

3-Cebrail aleyhisselam, Dinye adlı sahabînin şeklinde görülürken cem'iyeti ve hakîkati değişmemiştir. Şeytan da Necidli ihtiyar şeyhin sûretinde görünürdü, amma hakîkati değişmemiştir. Demektir ki cismin de­ğişmesi halinde insanın hakîkati bâkîdir. Hem mesela gazaba uğrayıp maymun ve domuzlaşan kavmin insanlıklarının hakîkatleri değişmemiş­tir; heykel-i cismânî olan sûretleri değişmiştir. Çünkü değişmesi halinde ölümden sonra dirilmeye hiçbir mana kalmaz. Halbuki bütün dinlerin itti­fakı ve bütün akıllıların hükmünce ruh ebedîdir. Binaenaleyh insanın hakîkati değişmeyi kabul etmez, seçkin ve ebedî bir varlıktır. Bugün dahi televizyonlarda görünen bir insan veya cisim değişir, fakat onun değiş­mesi için hakîkatinin değişmesi icab etmemektedir. Televizyonda görü­nen, sahibinin bedeninin bir temsili ve sûretlenmesi olduğu gibi, insanın da heykel-i cismâniyyesi, değişmesi halinde ruhunun hakîkatinin değiş-meşini gerektirmemektedir. Bundan da anlaşılır ki insan cismânî heykel değil; bilakis beden onun hakikatinin sûretlenmesinden ibarettir.

4-Sahih hadislerde rivayet olduğu üzere ölümden sonra “Muhak­kak ölenin cesedi teneşire konulduğu zaman naaşının fevkinde ru­hu çırpınır ve etrafında dönüp dolaşır. Şöyle der: Ey ehlim, evla­dım! Dünya benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Ben helal ve haram demeden kazandım, sonra sizlere bırakıp gidiyorum. Mal, mülk gayrıma, vebali de banadır. Başıma gelen bu felaketten sakının.” mealindeki hadîs-i şerîfte Rasûl-u Muhterem "Bedenden baş­ka bir şey vardır, cesedden ayrılmıştır; nedamet ve pişmanlıkla ehline feryad eder. İşte bu ayrılıp feryad eden insanın hakikatidir." diye beyan etmiştir.

Özeti şudur ki, sûretlenen bedenin yok olmasıyla sûret sahibi olan ruh bâkî kalmaktadır. Demek insan ve hakîkati, hayvânî yürek, hayvânî ruh yahud dimağ hücreleri yahud atom cüzleri yahud garizî hararet ve kan değildir. Bunlar hepsi nefs-i nâtıkanın diğer tabirle rûh-u hayvânînin aletleridir. Ruh-i hayvânî, kendisi de rûh-i İnsanîye denk ve benzeridir. Eğer ruh galebe çalarsa, nefs de onun memuru olur. Ne kadar bunca alet ve edevatlar sağlam nizam ve intizamlı olursa, o kadar insan ruhu onlara kuvvetçe irtibat kurar ve tasarruf eder. Aletlerin bozulması halin­de ruh alâkasını keser. Onun alâkasının kesilmesinin adı ölüm, irtibat kurmasının adı da hayatla tabir olunur.

Bu gerçek, selim akıllıların naza­rında açık ve bariz bir hakikattir. Ancak bu hakikatin bilgisinden çok az bir bilgi insanlara verilmiştir. Nitekim ayet-i kerîmede de bu hüküm anlaşılmaktadır:*“(Habîbim) Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emri(nin eseri)ndendir. (Zaten onun hakkında) Size az bir bilgiden başkası verilme­miştir.” [El-isrâ185] buyrulmaktadır. İnsanın hakîkati ve bedenin hayat sebebi olan ruh hakkında herkes bir bilgiyi elde etmek ister. Lâkin bu bilgiden çok az bir mikdar insana verilmiştir. Bu ise ruhun hakikatinin inkar edilmesine bir delil teşkil etmemektedir. Ruh maddeden başkadır. Allah Teâlâ'nın buyruğundan ibarettir ki: "Kün" yani ol emriyle ebediyet için var olmuştur. Demek ruh da mahluktur, ezelî değil lâkin ebedîdir. Aslında bizi bizden gizleyen yine biziz. Yani nefsin istek ve arzuları ve beşeriyet, ruhumuzu gözümüzden gizlemiştir. Nitekim madde âleminde de bulut veya herhangi bir küre, araya girmesiyle güneşi gözümüzden gizler. Güneşi görmememiz güneşin yokluğuna aslâ delil teşkil etmez.

Lâkin insan nefsini zikir, fikir, Tevhid ve ibadetin suyu ile temizlerse, gü­neşten daha bariz ruhunu görür... Bir tekâmüle İhtiyaç var, amma insa­nın kendisine mahsus tekâmül, başkası değil... Mevlâna Rûmî diyor ki:

*''Can bedenden ve beden de candan gizli değil

Ancak can ve ruhun görülmesine izin verilmemektedir.''

Demek tekâmülden sonra insan kendi hakîkatini görür. Mademki ruh vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatinin-tarifi/





Devamını Oku »

Akıl Vazifeyi,Vicdan Mesuliyeti Tayin Eder



İmam Mâverdî'nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiş­tir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah'ın bildirmiş ol­duğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıl­dır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.

İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, fazilet­leri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vic­danın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe'dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tu­tacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber'e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:

“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıko­yacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dos­doğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/' buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sı­ğınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ah­lakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.

İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelin­den sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak ta­yin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz'î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili ha­yatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.

Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özü­nün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde ak­lın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah'ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.

Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ'nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin...” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin  'hayyen' kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgi­sinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.

Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:

1 -Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:

2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuv­vetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi'nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”

İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibi­ni hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah'ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildi­ren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.

3-Seyyid Şerîf de Târifâtı'nda şöyle der: "Akıl, onunla eşya bilinen melekedir." Bundan başka da birçok tarifler vardır.

Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.

Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.

4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meş­hurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.

5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.

6- Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.

7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.

İmam Mâverdî de: "Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur." der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nur­dur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürü­mediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı...” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer'de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:

a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.

b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.

AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER

Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki ha­yalîdir. İllet ile ma'lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşın­dan itibarendir.

Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört - on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma'lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört - on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işler­de heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gü­cüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükel­lef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne ge­lirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfze­der.

On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükel­lef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kı­lar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan iti­baren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.

Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirle­rinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denil­miştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, ken­dilerine öylece süslü göründü.” [El-En'âm 122] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmedeki "ölü" kelimesi cehil, "diri" kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri'nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat'ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas'ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü'min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat ca­hile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hare­ketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o iman­dan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.

Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyo­ruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yap­makta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.

Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorum­luluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsıl­madan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb'ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir'in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?" demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ'nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb'ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”

Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorum­luluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb'lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?

NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR

Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı ola­rak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a'zamî tedbir almakla Allah'a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzak­laştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa gö­re ise kendi cüz'î iradesini Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesinde ifnâ etmek­tir.

Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim ol­duktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah'ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olur­sa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavu­şur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserler­den yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hür­riyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz'î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:''*te,sad,vav,fe''kelimesinin

*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.

*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.

*V harfi vird, vüdd (Allah'ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.

*F harfi ferd (yani Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr'dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.

Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: "Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma'bûd yaratılmamıştır." demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle dü­şünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapı­nak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: "Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanı­nın eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?" demektedirler.

Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk'ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.

Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık'ın var­lığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:

Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?

Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:

Gücümle ne yapabiliyorum?

Ne gibi amel işlerim?

Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?

Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben'i tanıyıp Ban'a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb'ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O'nun Peygamberi'nin sözlerine bağlarım. Ölüm­den endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O'nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O'nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:

*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete gir­menize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mi­rasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkaları­nın size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.'* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah'ın afuvuna amelimizi bağ­lar, rahmetini umar ve Rasûlullah'ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bu­nu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
Devamını Oku »