Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Ehl-i sünnetin Sahâbe ve Hulefâ-i Râşidin Hakkındaki İnancını Açıklama

Üçüncü nokta, Ehl-i sünnetin sahâbe ve hulefâ-i râşidin hakkındaki inancını açıklama hususundadır. Bil ki; insanlar, sahâbe ve hulefâ-i râşidin konusunda bazı açılardan ileri gitmişlerdir. Bazıları onları aşırı överek imamların günahsızlığını (ismet) iddia etmiş, bazıları da sahabeyi kötüleme konusunda dilini serbest bırakıp eleştiriye kalkışmıştır. Sen asla bu iki gruptan olma ve itikadda orta yolu takip edenlerin yoluna gir!

Bil ki, Allah'ın kitabında muhacir ve ensâr hakkında övgüler almaktadır. Resûlullahın (s.a.s.) onları çeşitli ifadelerle övdüğüne (tezkiya) dair haberler tevatür derecesine ulaşmıştır. Onun (s.a.s.) "Ashabım yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız kurtulursunuz"(Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3) "İnsanların en hayırlısı benim asrımda yaşayanlardır, sonra da onları takip edenlerdir"(Buhârî, “Fezâilu’l-Ashâb”, 1) sözleri bunlardandır. Sahâbenin her biri hakkında özel övgü ifadeleri vardır ki bunları burada nakletmek uzun sürer. Bu nedenle onlar hakkında bu inan­cı taşıman ve hüsn-i zanna aykırı olan olayların nakledilmesinden dolayı sû-i zan etmemen gerekir.

Bu rivayetlerin çoğu taassup nedeniyle uydurul­muştur ve aslı yoktur. Nakil ile gelenlerin te’vili ise mümkündür. Onların aklın almadığı bir konuda hata ettiklerini ve yanıldıklarını mümkün gör­mek ve fiillerini -her ne kadar isabetli olmasa da- hayra niyetlenmeleri dışında yorumlamak mümkün değildir. Bunlar içinde en meşhur olanı, Hz. Muaviye ile Hz. Ali (r.a.) arasındaki savaş ve Hz. Âişe’nin (r.ah.) Basra’ya gitmesidir. Bu olayda Hz. Âişe’nin fitneyi söndürmek istediğini ancak işin [sonuç itibarıyla] kontrol edilemez bir boyut aldığını düşünmek gerekir. Çünkü işlerin akıbetinin başlangıçta arzu edildiği gibi gerçekleşmemesi ve kontrol edilemez bir noktaya varması mümkündür. Hz. Muaviye hakkındaki zan ise yorumdan ve onun yürütmekte olduğu işlerden kaynaklanır. Bunun dışında anlatılanlar ise tek yolla gelen (âhâd) rivayetlerdir ve bun­ların doğrusu ile yanlışı karışmıştır. İhtilaflardan çoğu, bu işlerle uğraşan, Râfizîlerin,(*) Haricîlerin(**) ve gereksiz işlere girenlerin uydurmalarından kaynaklanır. O halde doğruluğu ispatlanmayan haberlerin tümünü inkâr etmek, sabit olanların ise te’vili yolunu aramak gerekir. Bunu yapamadı­ğında ise “Muhtemelen (bu rivayetin) benim bilmediğim bir te'vil ve açık­laması vardır ancak ben şu an bunu bilmiyorum” demelisin!

Bil ki; şu an sen, Müslüman biri hakkında su-i zan etmek, onu eleştirmek ve bundan dolayı yalancı durumuna düşmek ile bir Müslüman hakkında hüsn-i zan etmek ve dilini eleştiriden alıkoymak arasındasın. Mesela bundan dolayı hata ettiğini düşünsek de Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda hata yapmak, onları kötülemede isabet etmekten daha emniyetlidir. Mesela bir kimse ömrü boyunca îblis’e, Ebû Cehil’e, Ebû Leheb’e ya da kötü insanlardan birine lanet etmekten kaçınsa, bunun ona bir zararı olmaz. Ancak bu kimse, yüce Allah katında suçsuz olduğu bir konuda bir Müslümanı kötüleyerek hata etse helâka maruz kalır. Bilakis insanlar hakkında bilinen şeylerin çoğunu söylemek doğru değil­dir. Çünkü şeriat, gıybet edilen kimse hakkında doğru bile olsa, gıybeti yasaklamıştır ki buna riayet etmek gerekir. Her kim bu konuları anlarsa ve onun mizacında gereksiz işlere meyletme özelliği yoksa, susmayı, tüm Müslümanlar hakkında hüsn-i zan etmeyi ve selef-i sâlihînin tümü hak­kında övgü ile konuşmayı tercih etmesi gerekir. Sahâbenin tamamı hakkındaki hüküm budur.

Râşid halifelere gelince, onlar da diğer insanlardan faziletlidir. Ehl-i sünnete göre onların fazilet sıraları, imâmetteki sıraları gibidir. [Onların] bu yeri “Falanca falancadan daha faziletlidir” sözümüzdür ve mânâsı, âhirette Allah katındaki yerlerinin yüce olmasıdır. Bu ise sadece yüce Allah’ın bildiği ve Resûlü’nün de O’nun bildirmesiyle vâkıf olduğu gaybî bir husustur. Şeriatın sahibi olan peygamberden, [aralarındaki] faziletin bu sıraya göre olduğuna dair kesin bir nassın mütevâtir olarak geldiğini iddia edemeyiz.

Bilakis rivayetler, sahâbenin tamamı hakkında övgü ifade etmektedir. Peygamberin onları övmesinin inceliklerinden yola çıkarak fazilet hususunda bir tercih hükmü ortaya koymak ise câhilce bir işe kalkışmak ve Allah’ın istemediği bir şeyi yapmaktır. Ayrıca, zâhirî amellere bakarak bir kişinin Allah katındaki faziletini öğrenmek de aynı şekilde güçtür ve bunun amacı karanlığa taş atmaktır. Nice insanlar vardır ki, dış görünüşleri itibarıyla haram işlemektedirler, ancak Allah katında öyle bir yerdedirler ki, kalplerinde O’ndan başkası yer almaz. [Onların asıl] karakterleri içlerinde gizlidir. Bunun gibi zâhirî ibadetlerle bezenmiş nice insanlar da vardır ki, içlerinde gizlenen kötülükten dolayı, Allah'ın öfkesini kazanmışlardır, insanların içlerindeki sırları yüce Allah’tan başkası bilemez.

Faziletin vahiy, Peygamberden gelen haberle­rin ise işitilerek bilindiği kabul edildiğinde, sahâbenin fazilet konusunda­ki farklılığına işaret eden [haberleri] işitmesi en uygun olan insanların, sürekli onunla (s.a.s.) birlikte bulunan kişiler olduğu da [anlaşılır.] Ayrıca onlar Hz. Ebûbekir’in (r.a.) hilafette önde geldiği hususunda icma etmiş­lerdir. Sonra Hz. Ebûbekir (r.a.) Hz. Ömer'i (r.a.) tayin etmiş,ondan sonra gelen Hz. Osman (a.s.) ile ardından Hz. Ali (r.a.) üzerinde icma edilmiştir. Allah hepsinden razı olsun. Onlardan herhangi birinin herhangi bir maksatla, Allah’ın dinine ihanet etmesi düşünülemez. (Sahabenin) bu konudaki icmaları faziletteki derecelerini gösteren en güzel delildir. Bu nedenle, Ehl-i sünnet bu fazilet sıralamasına inanmış ve ardından bu husustaki rivayetleri araştırmış, sahâbenin ve icma sahiple­rinin bu sıralamaya dayanmasını bilmelerini sağlayan delilleri bulmuş­lardır. İşte imâmetin hükümleri konusunda kısaca anlatmak istediğimiz hususlar bunlardır. Doğrusunu en iyi Allah bilir.

(*)Râfizîlik, Şîa’yı nitelemek için kullanılan isimlerden biridir.

(**)Hâricilik, İslâm tarihinde özellikle iman-amel ilişkisi konusundaki aşırı fikir ve uygulamaları üe tanınan ilk siyasî ve itikadî mezheptir.

İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik yay.)
Devamını Oku »

İmam el-Gazzâlî'nin Mişkatu'l Envar Adlı Eserinden Alıntılar...



İmam Gazzali'nin Mişkatu'l Envar Adlı Eserinden Alıntılar...

İncelik

Nurların bir tertip üzere bulunduğunu anladıysan bilmiş ol ki bu tertip sonsuza değin uzanmaz. Bilakis İlk Kaynağa kadar çıkar. İlk Kaynak zatı için ve bi­zatihi nurdur, nur ona bir başkasından gelmez. Bü­tün nurlar tertipleri üzere nurlarını ondan alırlar. Şu halde şimdi bir düşün, nur ismine nurunu başkasın­dan alan mı daha lâyıktır, yoksa zatında aydınlatıcı olup kendinden başka bütün varlıklara nur veren mi ? Bu husustaki gerçeğin sana gizli kalacağını zannetmi­yorum. Böylece tahakkuk etmiş oldu ki nur ismi, üs­tünde başka bir nur olmayan, diğer nurların kaynağı olan en üstün, en yüce nura lâyıktır.



Hatta çekinmeden şunu da söylüyorum: Nur ismi ilk Nur’dan başkaları için sırf bir mecazdan ibaret­tir. Çünkü Ondan başkaları zatları itibarıyla dikkate alınacak oldukları takdirde kendi zatları bakımından herhangi bir nura sahip değildirler; bilakis nurâniyetleri başkasından ödünç alınmıştır ve bu nûraniyet kendi başına kaim olmayıp başkasıyla kaimdir. Ödünç alın­mış olan şeyin ödünç verene nisbeti ise tamamen bir mecazdan ibarettir. Mesela birisi diğerinden bir elbise, bir at, bir binit, bir eğer ödünç alsa ve ödünç vere­nin izin verdiği sürece ve müsaade ettiği ölçüler da­hilinde hayvana binebilse, hakikaten mi mecaz anla­mıyla mı zengin sayılır? Doğrusu ödünç alan gerçekte eskisi gibi fakirdir. Zengin olan, ödünç veren ve ih­san edendir. Geri alma hakkı da ona aittir. Öyleyse Hak Nur, halk ve emr elinde olan, evvela nurlandınp sonra bunu devam ettiren Zattır. Bu ismin hakikati ve buna hak kazanma konusunda kimse kendisine ortak değildir. Yalnızca isimlendirmede bir benzerlik vardır ki burada da kölesine mal verip onu mal sahibi ola­rak isimlendiren efendinin kölesine olan üstünlüğü ilişkisi vardır. Kul bu hakikati anladığı zaman kendi­sinin ve sahip olduklarının tamamıyla, ortaksız ola­rak efendisine ait olduğunu bilir.



-----------------------------------------------



Herşeyin iki ciheti vardır: Kendi nefsine yöne­lik ciheti, Rabbine yönelik ciheti. Herşey kendi nef­sine yönelik cihetten ademdir, Allah Teâlâya yönelik olan cihetten ise mevcuttur. Öyleyse Allah Teâlâ’dan ve Onun vechinden başka bir mevcut yoktur. Ve ezelen ve ebeden “O nun vechinden başka herşey he­lak bulucu dur. Böylelerinin Bâri Teâlânın “Kimin­dir bugün mülk-ü saltanat? Vahid ve Kahhar olan Allah'ındır.”(Gafir,16) nidasını duymaları için kıyametin kop­masına gerek yoktur. Bu nida onların kulaklarından ebediyen ayrılmaz. Bunlar “Allahu ekber” sözünden de Allah'ın başkalarından büyük olduğunu anlama­mışlardır -haşalillah- çünkü vücudda Onunla bir­likte başkası yoktur ki O onlardan daha büyük olsun. Diğerlerinin, bağımlılık cihetinden başka herhangi bir varlıkları yoktur. Şu halde mevcut olan yalnız Onun vechidir. Ve Onun kendi vechinden büyük olduğunu söylemek de muhaldir.Allah-u Ekber’in manası,Allah’ın kendisi hakkında izafet ve mukayese yoluyla en büyük olduğunun söylenmesinden başkasının-ister ne bi olsun,ister melek olsun-O’nun kibriyasını idrak etmesinden yüksek olduğudur. Allah’ı tam anlamıyla yalnız Kendisi bilir. Nitekim her bilinen şey, bilenin bir şekilde hüküm ve tasarrufu altındadır. Bu ise [başkasının Onu tam olarak bilebilmesi] Cenab-ı Hakk ın Celâl ve Kibriya’sına aykırıdır. el-Maksadul- Esnâfi Şerhi Esmâillahıl-Hüsnâ adlı eserimizde daha önce bu hususta açıklamada bulunduk.

İşaret

Arifler, hakikat semasına yükseldikten sonra, var­lıkta Vâhid-i Hak’tan başkasını görmedikleri konu­sunda ittifak etmişlerdir. Ancak kimisi bu hali ilmi bir irfan olarak, kimisi ise tadarak, zevki bir hal şek­linde tecrübe etmişlerdir. Kendilerinden kesret bütü­nüyle zail olmuş, mutlak teklik içerisinde müstağrak olmuşlar, akılları başlarından gitmiş, o hal içerisinde mebhût olmuşlar, ne Allah’tan başkasını, ne de ken­dilerini hatırlamaya mecalleri kalmamıştır. Kendile­rinde Allah’tan başkası kalmamış, öyle bir sarhoş ol­muşlardır ki önünde aklın hükm-ü saltanatı yok olup gitmiştir. Bunlardan kimisi “Ene’l-Hak” demiş, diğeri “Sübhânî mâ a’zama şâni! = Teşbih ederim kendimi, şanım ne yücedir!”, bir başkası da Cübbemin içinde Allahtan başkası yoktur.” demiştir. Aşıkların sarhoş­luk halindeki sözleri gizlenir, söylenmez. Bunlardan sarhoşluk gidip Allah’ın yeryüzündeki mizanı olan akıllarının hükmüne dönünce, anlarlar ki bu durum, hakikaten birleşme (ittihad) olmayıp ittihadın ben­zeridir. Bu durum, âşığın fart-ı aşk esnasında söyle­diği şu söze benzer:

Ben sevdiğim, sevdiğim de ben Biz bir bedene girmiş iki ruhuz.

İnsan birdenbire bir aynayla karşılaşıp ona balonca aynanın kendisini görmeksizin, orada gördüğü kendi suretinin aynanın sureti olduğunu sanabilir. Yine cam­daki şarabı görür, camın şarap renginde olduğunu zannedebilir. Bu durum kendisine iyice açıklık ka­zanıp ayağı burada sebat bulunca şöyle der:

Cam inceldi, şarap saflaştı Birbirlerine benzediler, iş karıştı.

Sanki şarap var da kadeh yok, yahut kadeh var da şarap mevcut değil.

Şarap kadehtir demekle kadeh gibidir demek ara- sında fark vardır. Bu hal galebe ettiğinde, hal sahibine nispede buna “fenâ”, hatta “fenâu-l-fenâ” denir. Çünkü kendinden geçtiği, fenâ bulduğu gibi kendinden geçi­şinden dahi geçmiştir. Nitekim bu haldeyken kendini bilmediği gibi kendini bilmediğini de bilmez. Şayet kendini bilmediğini bilecek olsaydı, kendini de bilmiş olacaktı. Bu hal, buna müstağrak olan kimseye izafe­ten mecaz diliyle ittihad ve hakikat diliyle de tevhid diye isimlendirilir. Bu hakikatlerin ötesinde de çeşitli sırlar vardır ki açıklamak uzun sürer.



----------------------------------------------------



....Diğer bütün nurlar ödünç alınmıştır, hakikî olan O’nun nurudur. Herşey Onun nurudur, hatta O herşeydir. Diğer varlıkların nurluluğu ancak mecaz yoluyladır. Öyleyse O’nun nurundan başka nur yok, diğer nurlar bizzat değil, bağlılık cihetiyle nur sayılırlar. Vecih sahibi herşeyin vechi O’na yöneliktir: “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır.”(Bakara,115) O halde O’ndan başka ilah yoktur; çünkü ilah, kulluk ve uluhiyet bakımından yüzlerin -yani kalp yüzlerinin, çünkü nurlar bunlardır- ken­disine çevrildiği Zattır. O ndan başka ilah olmadığı gibi, O ndan başka O da yoktur. Çünkü “O” (hüve) her ne şekilde olursa olsun işaret edilen şeyden iba­rettir. İşaret ise ancak O na yönelik olabilir. Hatta nereye doğru işarette bulunsan, hakikatte bu işaret O’nadır; her ne kadar bahsettiğimiz hakikatlerin ha­kikatinden gafletinden dolayı bundan bihaber olsan dahi bu böyledir. Bilmiş ol ki güneşin nuruna işa­ret ettiğin zaman güneşe işaret etmiş gibisindir, as­lında güneşin nuruna değil güneşe işaret sözkonusu- dur. Varlıkta olan herşeyin O’na olan nisbeti, misale göre nurun güneşe olan nisbeti gibidir. Şu halde “La ilahe illallah = Allah tan başka ilah yoktur’’ avamın, La ilahe illa hû = O ndan başka O yoktur” ise ha­vassın tevhididir.



-------------------------------------

Bil ki Allah’ın semâların ve yerin nuru oluşunun mânâsını, zâhirî-görülen nura kıyasla anlayabilirsin. Mesela günışığında ilkbaharın nurlarını ve yeşilliğini gördüğün vakit renkleri gördüğünden şüphe etmez­sin. Belki de renklerle birlikte başka birşeyi görme­diğini zanneder, mesela yeşillikle beraber yeşillikten başka bir şey görmüyorum dersin. Bu nokta üzerinde bazıları ısrar etmiş ve nurun herhangi bir mânâsı ol­madığını, renklerle beraber başka bir şey bulunma­dığını zannetmişlerdir. Böylece varlıkların en âşikârı olmasına rağmen nuru inkar etmişlerdir. Nur nasıl mevcut olmaz ki varlıklar onun sayesinde zuhur eder; o hem kendisi görülmekte, hem de onun vasıtasıyla başkaları görülmektedir, nitekim bu husus daha önce geçmişti. Ancak güneş battığı, kandilin yok olduğu, gölgenin düştüğü zaman gölgelik yerle ışıklı yer ara­sında zarûrî bir ayırım yaptılar ve nurun renklerden farklı bir mânâsı olduğunu, renklerle beraber idrâk edildiğini, hatta renklerle olan birleşmesinin şidde­tinden ötürü idrâk edilemediğini, zuhurunun şidde­tinden dolayı gizli kaldığını itirafa mecbur oldular. Kimi zaman zuhurun şiddeti gizliliğin sebebi olur. Bir şey sınırını aştığı zaman zıddına dönüşür.

Bunu anladıysan bil ki basiret sahipleri ne gördülerse onunla beraber Allah ı görmüşlerdir. Bazen kimileri buna şunu da ilave ettiler: “Ne gördümse onun önce­sinde Allah ı gördüm.” Kimisi varlıkları Onunla görür, kimisi de varlıkları görür, Onu da varlıklarla görür. Bunların ilkine: “Kâfi değil mi bu ki Rabbin herşeye şahit!”(Fussilet,53), İkinciye de “İleride biz onlara âfâkta... ayet­lerimizi göstereceğiz.” (Fussilet,53)kavl-i şerifleri işaret eder. İlki müşahede sahibi, İkincisi Allah’ın ayetleriyle istidlal sahibidir. Birincisi sıddîkların derecesi, İkincisi râsih âlimlerin derecesidir. Bunlardan sonra da yalnız per­delenmiş gafillerin derecesi bulunur.

Bunu kavradıysan bilmiş ol ki göze herşeyin zâhirî nur vasıtasıyla zuhur edişi gibi basirete de herşey Al­lah ile görünür. O, herşeyle beraber olup bunlardan ayrılmaz, herşeyi izhâr eder. Aynen nurun herşeyle birlikte olup nesnelerin onunla zuhur edişi gibi. An­cak burada bir farklılık vardır: zâhir nurun, güneşin batışıyla kaybolup gölge ortaya çıkana kadar gizli kalması tasavvur edilebilir. Herşeyin kendisiyle zu­hur ettiği ilâhî nurun ise kaybolması tasavvur edi­lemediği gibi değişime uğraması da imkansızdır. O her daim varlıklarla beraber kalır. Bundan dolayı tefrika (ayırım) ile istidlâl yolu kapanmıştır. Onun kayboluşu tasavvur edilecek olsa semâlar ve yer yı­kılır; kendisiyle eşyânın zuhur ettiği varlığı bilmek ancak onunla (ilâhî nur) mümkün olan şey, tefrika yoluyla idrâk edilirdi. Fakat bütün varlıklar, Hâlıkının vahdâniyetine aynı şekilde şehâdet etmekte oldukla­rından -çünkü bazı şeyler değil, herşey; kimi vakit­ler değil, her dâim Onu hamdiyle teşbih eder- tef­rik ortadan kalkmış ve yol gizlenmiştir. Çünkü açık olan yol, eşyâyı zıtlarıyla bilmektir. Zıttı ve değişimi olmayan için, kendisine şehadet etmede bütün hal­ler birbirine benzer. Böylece gizli oluşunun, açıklığı­nın şiddetinden ve kendisinden gafletin, aydınlığının parlaklığından ileri gelmesi uzak değildir. Zuhuru­nun şiddetinden dolayı yaratılmışlardan gizlenen, nurunun parlaklığından ötürü onlardan perdelenen Allah’ı teşbih ederim.

Belki bu kelamı da bazı eksik akıllılar tam an­lamıyla kavrayamazlar da “Allah herşeyle beraber­dir, nurun varlıklarla beraber olması gibi” sözümüz­den Onun her mekânda olduğunu anlayabilirler. O mekâna nispet edilmekten yüce ve mukaddestir. Her­halde bu hayali uyandırmaktan en uzak şey, “O her- şeyden önce, herşeyin üstünde, herşeyi zuhur ettiren­dir.” sözümüzdür. Basiret sahibinin marifetine göre zuhur ettiren, zuhur ettirilenden ayrılmaz. İşte “O herşeyle beraberdir.” sözümüzün mânâsı budur.

Ayrıca sana gizli kalmaz ki izhâr eden, izhâr edi­lenle beraber olmakla birlikte ondan önce ve onun üstündedir. Ancak onunla beraberliği bir yönden ve ondan önceliği başka bir yöndendir. Bu sözün çelişik olduğunu zannetme; senin irfan konusundaki derece­nin ölçüsü olan mahsûsâtı dikkatle incele. Elin hare­ketinin nasıl hem elin gölgesinin hareketiyle beraber, hem de ondan önce olduğunu düşün. Artık kimin idrâki bunu anlamaya kâfi değilse ilmin bu çeşidini terketsin. Nitekim her ilmin kendine mahsus adam­ları vardır ve herşey ne için yaratıldıysa o onun için kolaylaştırılmıştır.



--------------------------------------------------



“Rahmanın sureti üzere demekle “Allah’ın sureti üzere” demek arasında fark vardır. Çünkü İlâhî Hazrete bu sureti veren İlâhî Rahmettir.

Sonra Ademe lütfederek ona âlemde bulunan her sınıf varlığı içine alacak şekilde muhtasar bir su­ret verdi. Öyle ki o bütün bir âlem gibi veya âlemin muhtasar bir nüshası gibi oldu. Ve Adem’in bu sureti Allah’ın hattıyla yazılmıştır. Bu, rakamlarla alâkası olmayan ilâhı hattır; nasıl O’nun kelâmı ses ve harf­lerden münezzeh ise, hattı da rakam ve harflerden münezzehtir. Aynı şekilde kalemi tahta veya kamış olmaktan, eli de et ve kemikten münezzehtir. Eğer bu rahmet olmasaydı insanoğlu Rabbini bilmekten âciz kalacaktı; çünkü ancak nefsini bilenler Rabbini bilir. Öyleyse bu rahmet eserlerinden biri olunca, Allah’ın değil Rahmanın sureti üzere oldu. Nitekim İlâhiyet Hazreti; Rahmet Hazretinden, Mülk Haz- retinden ve Rubûbiyet Hazretinden ayrıdır. Bundan dolayı bütün bu Hazretlere ayrı ayrı sığınmakla em­rederek şöyle buyurdu: “De ki: insanların Rabbine, Melikine, İlâhına sığınırım.” (Nas,1-3) Eğer mânâ böyle ol­masaydı, “Allah Adem’i yarattı” sözü lafzen düzgün olmaz, “kendi sureti üzere” demesi gerekirdi. Hal­buki sahih hadiste “ Rahman’ın sureti üzere” şek­linde geçmektedir.



---------------------------------------------------------



“Kur anın zahiri, bâtını, haddi ve matla-ı vardır.” Bu söz bazen mevkûf olarak Hz. Ali'den de nakledilir.

Benim söylediğim şu: Hz. Musa iki ayakkabının çıkarılması emrinden, iki âlemi [dünya ve ahiret] terkedip atmayı anlamış ve emre zâhiren ayakkabılarını çıkarmak, bâtınen de iki âlemi terkederek uymuştur.

İşte ‘itibar’, yani bir şeyden diğerine, zâhirden sırra in­tikal etmek budur. Resulullah’ın (s.a.v.) “İçinde köpek olan eve melek girmez.” hadisini işitip de köpek bes­lemeye devam eden ve “Bu sözden murad zâhir değil­dir, aksine murad kalp evini gazap köpeğinden uzak tutmaktır. Çünkü meleklerin nurlarından hâsıl olan marifete engel olur. Çünkü gazap aklı örten şeydir.” diyenle; bu emre zâhiren uyup kalpteki kötü huyları temizleyen ve: “Köpek, yalnız suretiyle köpek değil­dir, esas olarak mânâsıyla köpektir. O mânâ da yırtı­cılık ve et yiyiciliktir. Şu halde kişinin varlığının ve bedeninin meskeni olan evi köpeğin suretinden uzak tutmak vacip olduğuna göre, kalp evini -ki hakîkî ve has cevherin meskenidir- de köpekliğin şerrinden uzak tutmak daha önemlidir.” diyen arasında fark vardır. Kim ki zâhir ile bâtını birleştirir, o kâmildir. “Kâmil odur ki marifetinin nuru, vera inin nurunu söndürmez.” sözüyle de bunu kastetmişlerdir. Bun­dan dolayı kâmilin, kemâl-i basiret sahibi olmasına rağmen şeriatın herhangi bir emrini terketme konu­sunda nefsine müsamaha etmediğini görürsün.



--------------------------------------------------------------------

İncelik

Resulullah (s.a.v.): “Abdurrahman b. Avf’ın  cen­nete emekleyerek girdiğini gördüm.” buyurduğunda zannetme ki O bu durumu gözleriyle görmedi; bi­lakis uyuyanın rüyada görmesi gibi o da -Abdur­rahman b. Avf mesela o sırada bedenen evinde uyu­yor olsa dahi- uyanıkken bu durumu öylece gördü. Uyku bâtın-ilâhî nur üzerinde duyuların sultasını kırdığı için böylesi müşahedelerde tesirlidir. Nite­kim duyular bâtın-ilâhî nuru meşgul eder, onu du­yular âlemine doğru çeker, yüzünü gayb ve melekût âleminden döndürür. Bazı nebevî nurlar kimi za­man öyle kuvvetli, öyle baskın olur ki duyular on­ları kendi âlemine çekmekten âciz kalır ve meşgul edemez. Böylece peygamber başkasının uykuda gör­düğünü uyanıkken görür. Sonra bu nur kemâlin zir­vesinde bulunursa idrâki yalnız gözle görülenlerden ibaret olmaz, bunlardan sırra geçer, imanın cennet diye isimlendirilen âleme, zenginlik ve malın ise süflî âlem olan şu hayata doğru cezbettiği kendisine keşfolunur. Dünyevî meşgalelere doğru cezbeden daha kuvvetli veya öbürünü engelleyici nitelikte ise, cen­nete doğru gidişe sekte vurur. Eğer iman cezbedi- cisi diğerinden daha kuvvetli ise, kişi cennet yolunda zorluk ve yavaşlık ile birlikte ilerler. Bunun şehadet âlemindeki misali ise “emeklemektir. Böylece sırla­rın nurları Peygambere hayal camlarının (zücâcât) ardından zuhur eder. Burada Resulullah’ın (s.a.v.) müşahedesi Abdurrahman b. Avf ile sınırlı ise de, hükmü yalnız Abdurrahmana mahsus değildir. Bi­lakis basireti kuvvetli ve imanı muhkem, serveti de imanıyla yarışacak kadar çok olan, ancak iman kuvvetinin ağır basmasından dolayı servetinin ima­nına mukavemet edemediği herkes için bu durum geçerlidir.
İşte bu sana peygamberlerin suretleri görüş ve su- rederin ardındaki mânâları müşahede ediş keyfiyetini gösterir.

------------------------------------------------



Hatime

…….

Çünkü nur hidayet için istenir. Hi­dayet yolundan çevrilmiş olan ise bâtıl ve karanlıktır, hatta karanlıktan da kötüdür. Çünkü karanlık hakka götürmediği gibi bâtıla da götürmez. Kâfirlerin akıl­lan ve diğer algıları onlar hakkında ters işler ve onları dalâlete götürmekte yardımlaşır. Böylelerinin misali şöyle bir adama benzer: “Karanlık bir deniz içinde­dir, dalga etrafını sarmıştır; üstünden bir dalga, üs­tünden bir bulut... karanlıklar, bazısı bazısının üs­tünde bulunan karanlıklar (içindedir).” Karanlık bir deniz; içinde bulunan bütün helak edici tehlike­leriyle, değersiz meşguliyetleriyle, kör edici bulanık­lıklarıyla dünyanın kendisidir. Birinci dalga, hayvânî sıfatlara, hissi zevklerle uğraşmaya ve dünyevî ihtiyaç­ları tatmin etmeye davet eden arzulardır. Buna uyan­lar hayvanlar gibi yerler ve zevklenirler. Bu dalganın karanlık olması tabiidir, nitekim bir şeyi sevmek se­veni kör ve sağır yapar.



İkinci dalga, yırtıcı hayvanlara, mahsus gazap, düş­manlık, buğz, kin, haset, Övünme, kibirlenme, çok­luk sahibi olma sıfatlarına yönelten dalgadır. Bunun da karanlık olması tabiidir, çünkü gazap aklı ortadan kaldırır. Üstteki dalga olması da tabiidir, çünkü ço­ğunlukla gazap arzular üzerinde hakimdir, hatta ga­zap kişiyi sardığı zaman arzuları unutturur, istek du­yulan zevkleri bir yana bıraktırır; arzu hiçbir zaman harekete geçmiş olan gazaba karşı duramaz.

Bulut; kâfirle iman arasında, hakkı bilmek ile Kur’an ve akıl güneşinin nuruyla idrâk etmek ara­sında perde olan kötü inançlar, yalancı zanlar, asılsız hayallerden ibarettir. Nitekim bulutun özelliği güne­şin nurunun aydınlatmasına perde olmaktır.

Bütün bunlar karanlık olduğuna göre bunların birbiri üzerine yığılmış karanlıklar olması tabiidir.

Bu karanlıklar uzaktaki şeyler şöyle dursun ya- kındakilerin dahi bilinmesine perde olduğu için­dir ki, kâfirler yanıbaşlarında zuhur etmiş olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) en küçük bir düşünce ile anlaşı­labilecek olan hallerini bilmekten perdelenmişlerdir. Bundan dolayı onların elini çıkardığı zaman neredeyse göremeyecek’ olduklarını söylemek yerindedir.

Bütün nurların kaynağı İlk-Hak Nur olduğuna göre, her muvahhidin ‘Allah’ın kendisi için bir nur yapmadığı kimsenin nuru olmadığına itikad etmesi gerekir.



İmam Gazzali-Mişkatul Envar(Büyüyenay yay.)
Devamını Oku »

İcma Hakkında : el-Gazzâlî



Biz icmâ ile, özellikle muhammed (a.s) ümmetinin dînî bir iş hususundaki ittifakını kastediyoruz. İcmâ´ sözlükte, hem ´ittifak´ hem de ´kesin karar´ anlam­larına gelen müşterek bir kelimedir. Buna göre bir kimse, her hangi bir işi yap­maya karar verince bu şahıs için arapçada ´ecmea´, bir topluluk ittifak edince de ´ecmeû´ denilir. Bu anlamda icmâ, yahudi ve hristiyanların icmâ´ı için kullanıla­bileceği gibi dînî olmayan bir konudaki ittifak için de kullanılabilir. Fakat, örf bu lafzı yukarda verdiğimiz anlam için özelleştirmiştir.

Nazzâm, hüccet olduğu orta­ya çıkmış her sözün, isterse bu söz tek kişinin sözü olsun, icmâ´ olacağı kanaatin­dedir. Bu anlayış hem dile hem de örfe aykırıdır. Fakat nazzâm, icmâ´ı kendi an­layışına uydurmuştur. Çünkü o, icmâ´ın hüccet olmadığı kanaatindedir. Nazzâm, kulaktan kulağa mütevatir olarak yayılan ´icmâ´a aykırı davranmanın haram ol­duğu şeklindeki anlayışı duyunca ´hüccet olduğu ortaya çıkmış her söz icmâ´dır´ demiştir.

2. İcmâ´ın Gerçekleşme İmkanı:

İcmâ´ın gerçekleşmesinin mümkün olduğuna en açık delil, icmâ´ın fiilen vu­ku bulmuş olmasıdır. Nitekim biz ümmetin, beş vakit namazın ve ramazan oru­cunun farz olduğu konusunda icmâ´ ettiklerini bilmekteyiz. Ümmetin tamamı, nasslara ve kesin delillere ittiba ile teabbüd edip duruken ve bunlara muhalefet etmeyi, cezalandırılma sebebi sayarken, artık icmâ´ın tasavvuru nasıl imkansız oiabilir! Nasıl ki, itici sebeplerinin (devâî) uyuşması sebebiyle, insanların yeme-içme üzerinde icmâ´ etmeleri imkansız olmadığı gibi, aynı şekilde gerçeğe (hakka tabi olma ve ateşten korunma üzerinde icmâ´ etmeleri de böyledir.

Denirse ki:

Sayıca çokluğuna ve gerçeği itiraf ve gerçek konusundaki inatçılık hususun­daki devailerinin farklılığına rağmen ümmetin görüşleri nasıl uyum içinde (ittifak) olabilir! Nasıl ki insanların, aynı günde kuru üzüm yeme hususunda ittifak etmeleri imkansız ise, dini bir konuda ittifak etmeleri de aynı şekilde imkansız­dır.

Deriz ki:

Tüm insanları aynı günde özellikle kuru üzüm yemeye yönlendirecek bir et­ken (bâis) yoktur. Halbuki, ümmeti, gerçeği itiraf etmeye sevkeden bir etken var­dır. Üstelik, sayıca çok olmalarına rağmen yahudilerin batıl üzerinde topyekun buluşmaları tasavvur edilebilirken, müslümanların gerçek üzerinde topyekun bu­luşmaları niçin tasavvur olunamasın!

Sayı çokluğu, ancak, benzerliklerin (eşbâh), itici ve vazgeçirici sebeplerin (devai ve savârif) tearuzu durumunda etkilidir.İcmâ´ın dayanağı çoğunlukla, ya mütevatir nasslar ya da karine-i haller ile zorun­lu olarak bilinen şeylerdir. Aklını kullanabilen herkes bu hususta aynı yöntem üzeredir. Tabiatıyla, burada ictihad ve kıyasın icmâ´a müstenid olup olamayacağı gündeme getirilecektir, ilerde geleceği üzere bu konu tartışmalıdır.

3. İcmâ´ın Bilinme İmkanı:

Kimi alimler, ´ümmetin bir konuda icmâ´ etmesi mümkün olsa bile, icmâ´a katılanların değişik bölgelerde bulunduğu düşünülecek olursa, bunu kim bilebile­cektir´ derler.

Deriz ki:

İcmâ´a katılanlar, görüşme imkanı olabilecek sınırlı bir sayıda iseler, bunlar­la yüz yüze görüşerek bunu bilmek imkanı vardır. Tek tek herbiriyle görüşme imkanı yoksa, bir kısmının görüşü, doğrudan görüşme yoluyla, diğerlerininki de, kendilerinden mütevatir olarak gelen haberlerle öğrenilebilir. Nitekim biz, şafiî´nin ashabından herkesin, müslümanın zimmî mukabilinde öldürülemeyece-ği ve velisiz nikahın batıl olacağı görüşünde olduğunu; tüm hristiyanların teslis, tüm mecusilerin tesniye inancında olduğunu bilmekteyiz.

Denirse ki:

Şafiî ashabının ve ebû hanîfe ashabının mezhebi, bir tek kişiye dayanmak­tadır ki bu tek kişi, şafiî ve ebû hanîfe´dir ve tek kişinin görüşünü bilmek elbette ki mümkündür. Yine hrıstiyanlann mezhebi tsa´ya dayanmaktadır. Bunlar baş­langıç itibariyle tek kişiye dayandıkları için bilinebilir. Peki, belli bir sayıya has-redilemeyen bir topluluğun görüşü nasıl bilinebilecektir

Deriz ki:

Muhammed ümmetinin din işleri konusunda söyleyeceği söz de, bunların Muhammed´den anladıklarına ve duyduklarına dayanmaktadır. Diğer taraftan, ´ehlu´l-hall ve´l-akd´, belli bir sayıda olunca, bir kişinin sözünü bilmek mümkün olduğu gibi, ikinci kişinin, onuncu, yirminci kişinin sözünü bilmek de mümkün­dür.

Ehlu´l-hall ve´l-akd´den birisinin, belki de, rum beldelerinde ve kafirlerin elinde esir olabileceği söylecek olursa,

deriz ki, ona da müracaat edip görüşünü öğrenmek gerekir. Tıpkı diğerleri gibi, esirin sözü de nakledilir ve bunu bilmek mümkündür. Bu esir kişinin, diğerlerine muhalif kaldığında tereddüdü bulunan kişi, icmâ´a gerçekleşmiş gözüyle bakamaz.

Bu defa da ´tamam, bu esir kişinin görüşünü öğrendiniz diyelim. Ne bili­yorsunuz, adam belki de bu görüşünden cayacak´ denilerek itiraz edilecek olursa, deriz ki; icmâ kurulduktan sonra onun sonradan caymasının hiç bir etkisi yoktur. Çünkü kurulmuş olan icmâ´, onun yeniden ileri süreceği farklı görüşe karşı hüc­cet olur. İcmâ´a katılan herkesin aynı anda dönmesi de mümkün değildir. Zira bu durumda iki icmâ´dan biri hata olur. Îcmâ´ın hata olması ise, sem´ delili ile im­kansızdır.

İmam Gazzali,el-Mustasfa,trc.Yunus Apaydın,Rey yay. Cild.1
Devamını Oku »

Bilimlerin Gaye ve Sırları

 

el-Gazzâlî




Ey din kardeşim! Benden, dinde ilimlerin gaye ve sırları ile mezheplerin gaye ve incelikleri hakkında bilgi vermemi istedin. Şimdi sana, çeşitli meslek ve yolların farklılığı ile fırkaların çekişmeleri arasından hakkı bulup ortaya çıkarmada karşılaştığım sıkıntıları, taklid çukurundan tahkik mertebesine cesaretle nasıl yükseldiğimi, bu arada Kelam İlmi’nden nasıl istifade ettiğimi, sonra hakkı idrak için imamı taklidi öne süren ta’lim ehlinin, üçüncü olarak felsefe yapanların yollarından ve son olarak tasavvuf yolundan beğendiklerimi ve hakkın incelikleriyle ilgili halkın sözlerini incelediğim sırada kalbime doğanları, talebenin çokluğuna rağmen Bağdad’da ilmi yaymaktan beni alıkoyan şeyi, uzun bir süreden sonra Nisabur’a dönmeme sebep olan şeyi anlatacağım…

Biliniz ki… insanların din ve inançlar hususundaki ihtilafı, sonra mezhep imamlarının birçok fırka ve farklı yollar üzere bulunuşu, çoğunun içinde boğulduğu ve çok azının ondan kurtulabildiği derin bir deniz (gibi)dir. Her fırka kendisinin kurtuluşta olduğunu iddia eder ve “Her hizib kendi katında olandan memnundur” (Kur’ân 30: 32). Bunu bize, en doğru söyleyen ve peygamberlerin efendisi (sas) bildirmiştir:

“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; onlardan kurtuluşa eren bir tanedir.” Bu vadettiği şey de gerçekleşmiştir.

… Şimdi gençlik yıllarımda, yirmi yaşına ulaşmadan önce buluğa yaklaşan bir zamandan beri şu ana kadar bu derin denizin dalgalarıyla boğuşuyor; çekingen ve korkak değil, cesaretle derinliklerine dalıyorum; her karanlıkla uğraşıyor, her zorluğu yenmeye, her uçurumu atlamaya ve her fırkanın inancını araştırmaya çalışıyorum. Her grubun mezheplerine ait sırları keşfetmek istiyorum…

... Nihayet taklid bağından kurtuldum, çocukluk çağına yakın bir devirde tevarüs ettiğim akidelerden kurtuldum; çünkü Hıristiyan çocuklarının Hıristiyanlık, Yahudi çocuklarını Yahudilik, Müslüman çocuklarını İslam üzere yetişdiklerini gördüm. Rasulullah’tan (sa) rivayet edilen şöyle bir hadis işitmiştim:

“Her doğan fıtrat üzere doğar; sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi yapar.”

Asli yaradılışın hakikati ile anne, baba ve üstadları taklit ederek ariz olan hakikatleri araştırmak, başlangıçta telkinler bulunan ve hangisinin hak ve batıl olduğunu ayırmada ihtilaf söz konusu olan bu taklitlerin arasını ayırmak istedim. Sonra kendi kendime şöyle dedim: Benim maksadım, işlerin hakikatini bilmektir. Öyle ise ilmin hakikatinden maksadın ne olduğunu talep etmek gerekir. Nihayet bana zahir oldu ki yakini ilim, içinde malumu (bilinen) ortaya koyacak şeyin onunla şüphe kalmayan ve kendisine yanılmış olmak ve vehim imkânı bulunmayan şeydir.

Kalp böyle bir ihtimale müsaade etmez. Aksine hatadan emin olmak için o derece yakine uygun olmalıdır. Mesela, bir kişi, onun batıl olduğunu iddia etse ve taşı altına, değneği ejderhaya çevirse, bu bilgi, sahibini şek ve inkâra götürmez. Ayrıca ben, on sayısının üçten daha fazla olduğunu bildiğim zaman, biri bana şöyle dese: “Hayır, aksine, üç, ondan daha fazladır, ve delil olarak da, ben bu değneği ejderhaya çevireceğim” dese, ben de bunu müşahede etsem, bu sebeple bilgimde şüpheye düşmem; bende ancak, onunla ilgili olarak, buna nasıl gücü yettiği konusunda bir taaccub söz konusu olabilir. Yoksa bildiğim şeyde şüphe olmaz.

Sonra şunu bildim ki bu şekilde ve yakini olarak bilmediğim şey, kendisine güvenilemeyecek ve emin olunamayacak bir bilgidir. Beraberinde güven bulamayan her bilgi de yakini bir bilgi olamaz.

el-Gazzâlî, Ebû Hâmid thz. el-Munkizu mine’d-dalâl, neşr. M.Muhammed Cabir, Mısır, s. 3-7.
Çeviren: Osman Karadeniz

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Cennete Zahmetsiz Girilmez

Halife Ömer bin Abdülaziz (Rahmetullahi aleyhin) bir oğlu devletin hazinesinden sorumlu idi. Bayram arefesine rastlayan bir gün Ömer bin Abdülaziz'in kızları yanına gelerek;

“Baba yarın bayram! Halkımızın kızları ve kadınları bizleri ayıplıyorlar ve ‘sizler müminlerin emir’inin kızlarısınız buna rağmen giyecek... Güzel bir elbiseniz yok Siz şu beyazdan başka elbise giymezmisiniz?’ diyorlar” dediler ve ağlamaya başladılar Ömer bin Abdülaziz’in bu durum karşısında göğsü daraldı kalbi sıkıştı hazineden sorumlu oğlunu çağırarak;

“Bana bir aylık maaş ver” dedi Oğlu;

“Ey müminlerin emiri! Siz aylığınızı önceden aldınız bir ay daha yaşayacağınızımı düşünüyorsunuz ki bir aylık maaş alıyorsunuz?” dedi Ömer oğlunun sözünü hem şaşkınlıkla karşıladı hem de takdir etti Ona;

“Oğlum ne güzel söyledin Allah Celle celeluhu seni mübarek kılsın” dedi ve kızlarına dönerek;

“Arzularınızı içinizde tutun Biraz sabırlı olun çünkü Cennete hiç kimse zahmetsiz giremez” dedi.

İmam Gazali, Altın Öğütler,syf;140
Devamını Oku »

Bir Kıssa;Ya Varsa !

Hz. Ali'ye (r.a), birisi geldi. Adam, ölümü, tekrar dirilmeyi, ahirette hesabı, cenneti ve cehennemi inkar ediyordu. Hz. Ali'ye:

"Ya Ali, siz müslümanlar ölüme ve ölüm ötesine inanıyorsunuz; biz ise inanmıyoruz. Siz cehennemden kurtulmak, cennete girmek için bir sürü ibadet ediyor, mal harcıyor, zahmete giriyorsunuz. Bu zahmet değer mi? Hem ölümden sonra tekrar dirilmenin olacağı ne malum?" diye sordu.

Hz. Ali (r.a) adamı sükunetle dinledi, sonra ona şu cevabı verdi:

"Evet, ölümden sonra dirilmek, hesaba çekilmek, cennete veya cehenneme girmek, ya senin dediğin gibi yoktur; ya da bizim dediğimiz vardır. Önce senin dediğinin doğru olduğunu düşünelim. Ölümden sonra ahiret hayatı yoksa, seninle biz aynı durumdayız. Sana da yok bize de yok. Bu arada bizim Yüce Allah için kıldığımız namazların, yaptığımız ibadetlerin, hayır ve iyiliklerin, güzel ahlakın, verdiğimiz zekat ve sadakaların bize bir zararı olmaz. Ama, ya ahiret varsa, bizim dediğimiz doğru çıkarsa, senin hâlin nice olur?" diye sordu.

Adam, biraz durdu, düşündü ve sonra:

"Vallahi, her iki durumda da siz kârdasınız, ahiret varsa vay bizim hâlimize! Yolunu öğret, ben de müslüman olacağım," dedi ve müslüman oldu.

İmam Gazali,İhya,3/467
Devamını Oku »

Allah Teâlâ’ya Kulluk etmenin Hikmeti


Teklif Meselesi





Allah Teâlâ’nın, kullarına yapılması gerekli işleri teklif etmesi; kulların, uşaklarına yaptıkları teklife benzemez. Çünkü efendilerin köle ve uşaklarına vermiş oldukları işlerin, emir ve yasakların, yapılmasında emir sahiplerinin, mutlaka maddî ve manevî, istifâdeleri vardır. Emir ve yasakları bu maksatla vermişlerdir.


Hâlbuki Hakk Teâlâ’nın, kullarına verdiği emir ve yasaklarda böyle bir maksadı yoktur ve o işlerin görülmesindeki faydalar hiç kendisine âit değildir. Allah’ın, kuluna teklifi kulun faydası içindir. Efendinin kuluna teklifi ise tam tersine efendinin kendi istifâdesi içindir. Kul, kendisinin muhtaç olmadığı şeyleri kölesine, uşağına teklif etmez.


Fakat Allah Teâlâ’nın, kullarına teklifi, doktorun, hastasına yaptığı teklifleri gibidir. Bunların yapılmasındaki fayda hep hastaya âittir. Doktor da bu emir ve yasakları sırf onun iyiliği için vermiştir.


Hastanın ateşi yükselince doktor ona soğutucu şeyler içmesini emreder. Ateş düşürücü haplar verir. Doktorun onların içilmesine hiç ihtiyacı yoktur. Hastanın onu içmesi, doktora ne fayda verir ve ne de içmemesi bir zarar getirir. Fakat fayda ve zararın ikisi de hastaya aittir. Doktor, ancak ona fayda ve zararını anlatan bir mürşit, selamet yolunu gösteren bir hidâyetçidir. Eğer hasta, doktorun bütün tavsiyelerini tamamıyla tutarsa hastalığından şifâ bulur, halâs olur. Şayet onlara uymaz ve yapmaz ise hastalığı devam eder ve helâk olur. Hastanın kurtulması veya ölmesi, doktoruna göre eşittir. Çünkü onun yaşamasına ve ölmesine kendisinin hiç bir ihtiyacı yoktur. Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri, hastalıkların şifâsı için şifâ veren sebepler yaratmıştır. Bu da: hayırlar, iyilikler yapmak ve nefsi, temizleyici mücâhedeler ile hevâ ve heveslerinden menetmektir.


Evet, nefsi kötü huylardan kurtaran haller, ameller vardır. Onu âhirette tehlikelere atan fenâ huylar da vardır.


Nitekim bedene, mizaca zarar veren hal ve hareketlerde bulunmak dünyada hastalıklar getirir. Tehlikelere götürür. Kötü huylar ve Allah’ın yasak ettiği şeyleri yapmak dünyâ hayatındaki zehirlenmeler gibi âhiret hayatına nisbetle zehirleyici hal ve hareketlerdir.


Bedenîn sağlığını korumak için nasıl bir tıp ilmi ve-tababet var ise ruhun ve nefsin saadetini sağlayan doktorluk da vardır. Bütün Peygamberler -hepsine salât ve selâm olsun- bu konuda birer ruh doktorudurlar. Halkı salâh yoluna irşâd ederler, kalpleri temizlemek yolunu öğretirler.


Nitekim Hakk Teâlâ Hazretleri:


“Nefsini temizleyip parlatan gerçekten muradına erdi. Onu kirletip gömen de eli boş kaldı.” (Şems 9-10) buyurdu.


Doktor şunları yap dedi, şunları da yapmaktan menetti Artık bundan sonra hastanın hastalığı ya artar veya iyiliğe döner, diye hatırlanıldıktan sonra hastalığı arttı denilirse, akla ilk gelen şey : “hastanın doktorun emir ve yasaklarını tutmadığıdır.” Hastalığı şifâ bulunca da : “doktorun kanununa riâyet ettiği, perhizde kusur etmediğidir.” Gerçekten bazen öyle hastalıklar vardır ki doktorun dediklerini yapmadığı halde hastalığı artmaz, iyiliğe döner. Doktorun emir ve tavsiyelerine riâyet etmediği halde hastalığın uzamaması, her halde muhâlefet ettiğinden dolayı değildir. Belki o doktorun emretmiş olduğu sağlık tedbirlerinden başka bir yolla, sağlık yoluna girmiş olmasındandır.


İşte bunun gibi takva da, kalp ve ruh hastalıklarını kalplerden çıkaran, bir perhiz ve korunma çaresidir. Beden hastalıkları, dünyâ hayâtını mahvettiği gibi, kalp ve ruh hastalıkları da, âhiret hayatını elden kaçırtır.


Bir başka misâl verelim:


İnsanlara hükmeden padişahlardan biri, meclisinde, huzurunda ve yanında bulunmayan başka bir yerdeki tebaasından bazısına, para ve binek göndermek suretiyle yardımda bulunur. Bundan maksadı onun kendine yakınlık mertebesine erebilmesi ve bu sebeple mesut olabilmesi için kendi tarafına, huzuruna teveccüh etmesini arzu eylemiş olmasıdır. Kendisi, mülk ve memleketi idâre hususunda hiç de ona muhtaç olmadığı halde bu yardımı yapmıştır.


Hem de onu bir işte kullanmamasını da kafasına koymuştur. Sultan tarafından kendisine gönderilmiş olan eşyanın kadir ve kıymetini, farz edelim ki adamcağız gereği veçhile, takdir edemedi de bineği, vasıtayı çaldırdı yahut öldürdü veya öldürttü. Yolluğu da şuraya buraya harcadı bitirdi. Harçlıksız, azıksız kaldı, kul bu hareketiyle hem sultana, hem de ayağına kadar gelen nimete nankörlük, kâfirlik etti. Eğer o vâsıtaya binerek yoluna çıksaydı ve yolluğu da onun yolunda harcamış olsaydı, Sultana saygı gösteren, nimetin kadir ve kıymetini bilen, şükreden bir kimse olurdu.


Tabiidir ki bu hal ve hareketi ile yani vasıtaya binmesi ve parayı harcamış olması ile, sultana bir menfaat sağlamış olmazdı. Zâten sultan ona bunları böyle şahsî menfâat kasdı ile de göndermiş değildi ve onun huzuruna girmek teklifinde de kendi şahsına âit bir fayda yoktu. O ancak bu ihsan ve irâdesi ile o kulun saadetini, onun mesut olmasını arzu etmişti. Ne zaman bir kul, efendisine, onun arzu ve isteğine, uyar; onun kendi iyiliği için verdiği emirlere riâyet ederse, hem o emre ve onu verene saygı göstermiş, hem de bu yüzden elde ettiği iyilik ve nimetin kadrini bilmiş,yani şükreden kullardan olmuştur. Şâyet emre muhâlefet eder de ondan doğacak nimetleri elde edemez ise, onun bu muhalefeti, düpedüz saygısızlık, ahmaklık ve nankörlük olur.


Allah Teâlâ’nın yanında, Celâline ve her yerde müstağni olmasına nispetle, kâfirlerin küfürleri veya imana gelmeleri eşittir. Lâkin O kullarının kâfir olmalarını hoş görmez. Çünkü kâfirlik kullarına yaraşmaz. Onları ıslah etmez. Mutlaka kötü insan yapar. Şakavete sevk eder. Nitekim doktor dahi hastasının ölümünü arzu etmez de, onu bundan kurtaracak ilâçlar verir. Sultan da böyle.. Hiç bir suretle muhtaç olmadığı, şahsına veya mülküne bir fayda sağlamasını ummadığı bir kulunun, tebeâsından birinin, kendi şahsına zararlı bir harekette bulunmasından, emirlerine, fermanlarına riâyet etmeyerek başını belâlara sokmasından zindanlara girmesinden, kendisinden uzaklaşmasından memnun olmaz.


Bilâkis tebeâsını iyiliği ve rahatı için verilmiş olan emir ve fermanlara, kanun ve nizâmlara riâyet ederek, kendisine yakınlaşmak suretiyle saâdetini arzu eder. Hâlbuki sultan, o kimsenin ne kendine yakınlığına ve ne de kendinden uzak kalmasına muhtaç değildir. İşte Allah’ın teklifini de bunun gibi anlamak doğru olur. Evet, Çünkü taâtlar iyilikler, yararlı işler; Allah’ın emrettiği her şey, maddî ve mânevi hastalıklara birer devâ ve dermandır. Ma’siyetler, Allah’ın yasakladığı şeyler de, beden ve ruh sağlıklarını bozan birer zehirdirler. Bu zehir kalplere tesir eder. Bundan ancak selim kalp, günah kirinden paklanmış bir ruh ile Allah’a gelenler, Onun huzuruna çıkanlar kurtulur. Mutedil bir mizâca sahip, bütün azaları hastalıktan salim olanların sağlık içinde yaşamak, saâdetine sahip oldukları gibi.


Doktorun hastasına: “İşte sana fayda ve zarar verecek şeyleri bildirdim. Eğer beni ve tavsiyelerimi dinler isen menfaati kendine; şayet dinlemez de aksini yaparsan doğacak zarar da yine kendine aittir”, demesinin gayet doğru ve tabîi oluşu gibi Hakk Teâlâ Hazretleri de Kur’an’ında:


“Artık kim doğru yolu bulmuş, hidâyete ermiş ise onun faydasi kendine; kim de sapıtmış, doğru yoldan çıkmış ise onun da zararı kendinedir.” (Yunus,108) Diğer bir yerde de :


“Kim bir iyilik yaparsa kendi faydasına, kim de bir kötülük işler ise o da kendi zararınadır” (Casiye, 15) buyurması da daha doğru ve tabiîdir.


Sağlığın, hayatın ve soyun devam ve bekâsı için kurulmuş olan ilâhî nizâmların, tabii kanunların gerektirdiği, bir işi bırakanın ve menettiğini yapanın gördüğü ceza ve çektiği minnet ve uğradığı kötü âkibete gelince: bu ona Allah tarafından bir gazab ve intikam olarak verilen bir cezâ değildir.


Meselâ: kadını ile cinsi münasebeti bırakan bir kimseye, evlatsız bırakmakla, azab etmesi, çocuğunu emzirmeyeni, çocuğunun ölümü ile, cezalandırması; yiyip içmeyi bırakanı, açlık ve susuzluk ile, kıvrandırması; ilâcı kullanmayanı, hastalığın ıstırabı ile, çırpındırması gibi…


Allah Teâlâ’nın kullarına gazabı ise: iylâm, incitmek ve acıtmak istemesinden bambaşkadır. Sebep ve neticeleri malûm hayat ve tabîat kanunlarına muhalefet etmenin gerektirdiği cezaların gayrısı olan ve sebebi birden apaçık bilinmiyen amellere âit cezâ ve musibetlerdir. Hayât nizâmlarına muhalefet etmenin cezasında istisnâ ve gecikme yoktur. Bu cezalar hemen verilir ve sebepleri de bellidir. Sebep ve netice esasına bağlıdır. Nitekim sebepler ve bunların eserleri yani sebepler ve neticeleri şu dünya hayatında biri birini çeker, olaylar meydana getirir. Bunlar da; sebepleri sebep kılan Hakk Teâlâ’nın takdir ve tertibi iledir. Bakarsın bazı sebepler; elemler, kederler hâsıl eder. Bazı sebepler de; lezzetler, zevkler verir. Bu dünyadaki geçici (elem ve zevklerin âkibetlerini ahirette ne kazandıracakların ancak Peygamberler bilir.             .


Tâatların, ma’siyetlerin, iyiliklerin, kötülüklerin öbür dünyanın elemlerine ve zevklerine nisbeti aynen bunun gibidir.


Ma’siyetlere neden cezâ verilmiştir?


Kötülük neden elem verir? diye sormak:


Hayvan zehirden neden ölür?


Zehir neden ölüme sebep olur?


İnsan bedeni niçin zehirden müteessir olacak halde yaratılmıştır?


Zehir bedene tesir eder de beden niçin zehire müessir olmaz? diye bir şeyler sormaya benzer.


Allah Teâlâ Hazretleri insanın ruhunu, niçin faziletler yükseltecek, sâadet verecek; reziletler de onu alçaltacak, perişan edecek kabiliyette yaratmıştır? demek de buna benzer.


Allah Teâlâ yarattığı canlı varlıkları, yedirip içirmeden, doyurmaktan, beslemekten; ilâç aldırmadan derdine derman vermekten; cinsî münasebette bulundurmadan da çocuk yaptırmaktan ve emzirmeksizin büyütmekten katiyen âciz değildir. Fakat O, canlı, cansız bütün varlık âleminde vukua getireceği oluşlar için sebep ve neticeler tertip eylemiştir. HER VÂKIAYI BİR SEBEBE BAĞLAMIŞTIR. DİĞER DEYİMLE: HER SEBEP BİR NETİCEYİ MEYDANA GETİRİR. HER VÂKIANM MUTLAKA BİR SEBEBİ VARDIR. SEBEPLER ZİNCİRİNİN HER HALKASI KENDİNDEN SONRASINA BİR SEBEP VE KENDİNDEN ÖNCESİNE BİR NETİCEDİR. Her vâkıanın sebep ve netice olarak vücut bulmasında, Cenab-ı Hakk’ın vâkıaları sebeplere bağlamasında nice sır ve hikmetler vardır ki, onları yalnız kendisi ve bir kaçını da, ilimde râsih olanlar bilir. Bunu bilmek şaşılacak bir şey değildir. Asıl şaşılacak olan, insana hayret veren kâinattaki esaslı ve hiç aksamayan, sabit ve değişmez kanunlardır ki; beşerî bilgiler, fen, teknik, hayât, medeniyet, hep bu illet ve malûl (sebep ve neticenin), diğer ifâde ile: akılları durduran İlâhî plânın değişmez, şaşmaz tatbikidir.


Hayatıma yemin ederim ki, âlemdeki bu hayrete şayan hikmet ve nizâmın sırrını ve sebeplerini idrak edemeyenlerin mutlaka akıl ve basîretinde, gerçeği görebilmekte, hakka hidâyetinde bir eksiklik vardır. Böyle olmasaydı yani kâinatın nizamı İlâhî ve mükemmel bir plâna bağlı olmasaydı; bitki ve koyun, davar, keklik, tavuk gibi itidale en yakın olan ve yapı itibariyle en latif hayvanların rızık ve nasipleri zâyi olurdu.


Bir bitkinin, kemâli, kendinden, bir derece üstün olan hayvana gıda (besin) olmaktır. Evet bir hayvan bitkiden ayrılan şeylerle bitkiye varlık veren maddelerin kendi bedenine geçmesi ile) hayatını devam ettiriyor. Bir bakıma hayvan, bitkinin parçalarını kendinde toplamış olmak itibariyle âdeta bitki oluyor. Hayvanın kemâli de budur. Kesilmiş, bir hayvanın insana nisbeti de bunun gibidir. (İnsan da hayvan? besinlerle yaşar) insanın da ADN cennetindeki meleklere nisbeti böyledir. Nitekim Hakk Teâlâ :


 “Melekler onların üzerine her kapıdan girerler.” (Râd, 24) buyurmuştur.


Bazı müdafaasız hayvanların bir kısım yırtıcı hayvana besin olmasına gelince: yırtıcı ve zararlı hayvanlarda siyasî ve tıbbî o kadar çok faideler vardır ki bunları siyâset er- bâbı ve doktorlar bilir. Bir misâlle açıklıyalım:


Azîz ve Hakîm olan Allah’ın takdirine, bu küllî ve şaşmaz nizâmın bütün eşya ve varlıklarda hüküm sürmesine taaccüp eden kimsenin misâli, âdeta bir a’mâ gibidir. Kör adam bir saraya girmiş, sarayın salonuna konulmuş olan süs eşyalarına, sırça ve cam takımlarına toslayınca bunları mutfak eşyası sanarak, konak sahibine:


—     Aklınızdan zorunuz mu var, niye bu eşya ve takımları yerlerine koymadınız?!. Yahut: (onları yersiz ve plânsız sanarak),


—      Niçin yol üstüne, ayakaltına bıraktınız? demiştir. Onlar da cevap olarak:


—     Yok canım; eşyanın her biri yerli yerinde bulunmaktadır. Bozukluk, onlarda değil, onları görecek gözün olmamasından ileri geliyor, demişlerdir.


Bir de: (burnundaki “kokuları bozan” hastalık sebebiyle) koku almıyan bir ahşem de, önüne, güzel kokulu ud ağacı, çiçek saksıları ve kokulu meyvaları koyanı, bunların burada yer kaplamaktan başka ne faydası var da koyuyorsun! diye kınar. Ona cevap olarak meselâ: şu ud ağacının odunluktan başka faydası de vardır. Çok güzel bir koku yayar. Odalar, meclisler bunun ile kokulanır. Şimdi senin bu kokuyu almana burnundaki koku bozan hastalığı yani haşm manidir, denilir.


Burada başka bahisler ve sorular da vardır. Bunlardan biri şudur: Gerçekten Hakk Teâlâ Hazretleri bir şeyi emrettiği halde nasıl olur da ondan bahsetmeyi menediyor? Halbuki, basîret ancak bir şeyden bahsetmekle hâsıl olur, diyen bulunur. Buna cevap şöyledir:


Bu yersiz bir hayret ediştir. Çünkü bir işin vukûu, sağlam ve kat’î bir inancı, yahut hakîki bir bilgiyi gerektirir. Kesin inanç ise tasdik ve îmân yolunda mücerret bir taklîd ile bilinir meydana gelir.


Bilgi ve marifet de burhân ile burhanı elde etmek de o işten bahsetmek ile hâsıl olur. Bu itibarla insanların topu birden, bahsetmekten menedilmemiştir. Ancak, bahsin inceliklerine ve burhânın hakîkatlarına ermeyen âciz ve idrâki zayıflar menedilmiştir.


Bunun misâli şudur: Doktor hastaya bir ilâç içmesini ’emreder. Fakat bu hastalığa dermân olmasının sebebini araştırmaktan meneder. Çünkü hastanın idrâk seviyesi onu kavramaktan âcizdir. Araştırmak onu yoracak, anlamaktan âciz kalacaktır. Bu yüzden de hastalığı artacak, netice itibariyle zararlı çıkacaktır.


Gerçi pek nâdir hastalar vardır, zekîdir. Tıp yoluna girmiştir. Hastalıkların sebepleri hakkında bilgi edinmiştir. Bunları araştırma ve eşelemekten alıkonulmaz. Hatta bunlara kendi hastalığı için verilen ilâçların halinden, münâsebetlerinden bahsedilmesi de menedilmez. Bilakis, onun kuru ve kısa bir söze inanmayacağı, körükörüne bir taklidçi olamayacağı anlaşılır ise gereken izâhat da verilir. Çünkü zekâsı müsâittir. Hastalığın sebeplerini anlayabilecektir. Hastalığını ve ona münâsip ilâcın verildiğini bilince de ilâç ile meşgul olacaktır. Önem verecek ve tavsiyeleri tamamıyla yerine getirmeye çalışacaktır.


Şayet durumu ve tedâvi yolunu anlamaz ise ilâç ve tavsiyelere riâyet etmekten de yüz çevirecek olursa ona hastalığını ilâç ve tavsiyelerin uygunluğunu anlatmak lâzımdır Bilgi ve idrâk kabiliyeti yeterli olan da sorgu ve sualden, düşünme ve araştırmadan menedilmemelidir. Ancak hastalar içinde böyleleri pek azdır. Çokları akıl ve idrâk bakımından zayıftırlar.


İşte dinî ve şer’î meseleler de sebep ve hikmetleri bilmek ve onlardan bahsetmek de bu kâbildendir.


İnsanların, hayvanları kendilerine itâat ettirmesine gelince; meselâ: tenezzüh yerlerine parklara ve güzel şeylere bakmak için gezen, yaya giden, ayaklarını çalıştıran bir kimseye:


-Bakın şu adama! Ayaklarını gözlerine hizmetçi yapıyor ve onları onun hizmetinde yoruyor. Halbuki ayak da onun, gözleri gibi bir organıdır. Buna ne oluyor da birini diğerinin rahatı için yoruyor, birini diğerine hizmetçi yapıyor? denilir. İşte bu, düşünce ve sorular hep eşyalardaki kadirleri ve mertebeleri bilmemektendir. Fakat akıllı olan şu hakikati iyi bilir:


“Kâmil olan dâima nâkıs olanla beslenir. Noksan, zayıf ve aciz, olan da kâmil olanın hayatı için musahhar kılınır. Onun fayda ve hizmetinde tutulur.” Bu da hikmetin ta kendisidir, bunda zulüm ve haksızlık yoktur. Çünkü zulüm: “Başkasının mülkünde tasarruf etmektir.” Halbuki Hakk Teâlâ, kendi mülkü içinde bir başkasının mülküne tesadüf etmez ki onda tasarrufu zulüm olsun! Bu gerçeğe göre Allah’tan zulüm vâki olması tasavvur olunamaz. Doğrusu kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf etmek, istediğini yapmak hakkına mâliktir. Bu itibarla Onun bütün yaptıkları zulüm değil, adalet olur.


Yine akıllı olan bilir ki İlâhi vahiy, gerçek şeriat, hak din, “aklın almıyacağı hiç bir şeyi getirmez, ileri sürmez” sözü ile mümkün görmediği ve muhâl olarak kabul etmiş olduğu bir şeyi, meselâ: Allah Teâlâ’nın kendisi gibi bir Allah yaratmasının yahut da biri birinin zıddı, aksi olan iki şeyin bir yerde, bir noktada birleşmesinin mümkün olmadığına aklî burhânın delâlet ettiğini söylemek isterse; din ve şerîat bunu reddetmez, kabul eder.-Eğer o: “aklın alamayacağı ve aklî burhân sözü ile aklın idrâk edemediği bir şeyin künhü ve hakikati idrâk ve ihâta olunmaz, demek, isterse, işte bu hüküm her yerde, bâhusûs fizik, kimya ve tababet ilminde doğru değildir. Meselâ: mıknatısın demiri kendine çekmesi ve hâmile bir kadının bir tür yılanın üzerinde yürümesiyle çocuğunu düşürmesi gibi. Ve bundan başka birçok eşyada kendilerine mahsus hassalar, özellikler vardır. .


İşte bunlar aklın almadığı şeylerdendir. Akıl bu hassaIardan her birinin hakîkatı üzerinde durmaz ve kendi başına bunların sırrına vâkıf olamaz. Hem de onun muhâl olduğuna hüküm vermekten geri dönmez. Halbuki: Aklın almadığı her şey haddi zâtında muhâl değildir. Meselâ; biz ateş ağacını ve ateş çıkarmasını görmeseydik ve birisi de bize: “Ban hakikaten bir odun parçasını odun parçasına sürttüm de ikisi arasından mercimek büyüklüğünde kırmızı bir şey çıktı. Bu kızıl madde şu şehri ve içinde bulunan her şeyi yedi, bitirdi. Canlı, cansız o’ kadar çok çeşitli şeylerden hiç birisi onun içine girmedi, onun cisminde ve hacminde bir ziyâdelik yapmadı. Üstelik o kendi kendini de yedi. Neticede ne kendi kaldı ne de bu şehir ve eşyası…” diye çok garip bir haber vermiş olaydı biz ona: “böyle şey olmaz, bunu akıl kabul etmez.” der idik.


Halbuki bu: “ateş ve onun hassasıdır” his bunu tasdik eder, göz ateşi ve yaptığını görür, beş duyumuz bu olguyu doğrular. Fakat akıl bundaki sebeplerin sırrını, hakîkatını kendi burhânı ve delilleri ile keşfedemez. Edemeyince de: “mümkün değildir, muhaldir.” der. Hâlbuki muhâl değildir. Madde ve hadise meydandadır.


İşte şerîat, dini emir ve yasaklarda aslında, muhâl olmayan iç yüzü hakkiyle bilinmeyen bunun gibi acayip şeyleri ihtivâ eder ki, hakîkaten onlar aklın sahasından uzaktır. Uzak ile ınuhâl arasında fark vardır: Akıldan uzak olan şey; işitilmemiş, görülmemiş şeydir. Muhâl ise; olması tasavvur edilemeyen şeydir.


Gelelim Allah Teâlâ’nın:


“O Allah yaptığından, yapacağından sorulmaz. Onlar ise sorumludurlar.” (Enbiyâ, 23) kelâmına, bir de : “Yarabbi bu kıyamet gününde beni niçin a’mâ olarak hasrettin; halbuki ben dünyâda görürdüm. (Tâhâ, 124-125) âyetine,


—     Soru, bir şey sormak, bazan mutlak olur. Ve bununla ilzâm kasdolunur. Meselâ: filân filân ile munâzara yaptı, ona bir sual yöneltti, denir. Fakat bazan da suâl mutlak olur ve onunla bir haber ve bir mesele sorulur. Talebenin hocasına bir şey sorması gibi, Hakk Teâlâ Hazretlerine ilzâm için aslâ soru tevcîh edilmez, Ona yaptığından yapacağından sorulmaz, cümlesi bu manâdadır. Çünkü ona ilzâm manâsında kullanılan “niçin, neden? denilemez. Fakat bir haber ve bir mesele sormak ve anlamak istemek meselesi böyle değildir.


“Yarabbi beni kör haşrettin, hâlbuki ben hakîkaten görüyordum” kelâmından da maksat budur. Bu sorulara cevap, bunlardaki maksadı izah, husûsunda bu kadar söylememiz kâfidir. Biraz zekâ ve dirâyet ile taklid seviyesinden yükselip istidlâle, tahkik ve istidlâl mertebesine, erişemeyenler, helâk olanlara katılır. Fayda vermeyen kiyâsetten (zekâdan) Allah’a sığınırız. Çünkü cehalet (bilmemek) kurtuluşa, halâsa faydasız kiyâsetten daha yakındır. Şiir :


İnsanların ayıpları, kusurları içinde,


Kâmil olabileceklerin eksik kalması gibisini görmedim.



Kaynakça:


İmam Gazzâli trc: Dr.Sabit ÜNAL İki Madnun [Kitap]. – İzmir : İlahiyyat Yay., 1988. s.24-35


https://ismailhakkialtuntas.com/2012/01/16/teklif-meselesi-allah-tealaya-kulluk-etmenin-hikmeti/

Devamını Oku »

İmam el-Gazzâlî - Kanunu't-Tevil

İmam Gazzali - Kanunu't-TevilÇeviren:Bilal Aybakan

Esirgeyen ve bağışlayan Allah'ın adıyla

Hamd âlemlerin rabbı olan Allah'a mahsustur. Alem­lere rahmet olarak gönderilmiş efendimiz Hz.Muhammed’e, ailesine ve bütün ashabına salât selâm olsun.

Zâhid imam Ebû Hâmid Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî et-Tûsî’ye. Hz. Peygamber'in “Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır’ hadisinden maksadın ne olduğu soruldu; bundan maksat, acaba suyun suyla olduğu şeklinde bir karışma mı, (kişinin) etrafını dolaşmak suretiyle onu kuşatma mı,dışardan bir­takım hayaller vasıtasıyla şeytanın kalple temasa geçme­si,kalbin de bunları duyulara aktararak orada yerleşmesi ve bundan vesvesenin üremesi mi, yoksa şeytanın cevherinin kalbin cevheriyle temasa geçmesi midir?

Hz. Peygamberin yaptığı bu tasvir ile cinlerin insan­lara hayvanlar biçiminde ve daha başka çeşitli şekillerde görünmesi, meleklerin peygamberlere insan biçiminde görünmeleri gibi olaylar birbiriyle uzlaştırılabilir mi? Yoksa bu varlıkların suretleri belirtilen örneklerdeki gibidir de onları görebilecek insanlar için üzerlerindeki perde çekilince, meleklerde oluşturulduğu gibi onlarda da bedensel bir yoğunluk mu oluşmaktadır?

Dinin cinler ve şeytanlar hakkındaki bu görüşü ile Felasife’nin “Bunlar birtakım sembollerdir (misâl) ve bedenlerin içinde bulunup onları düzenleyen dört temel unsurdan (ahlât-ı arba ’a) ibarettir” şeklindeki görüşü ile uzlaştırma imkânı var mı yok mu?

Saralı kimselerden meydana çıkan sesler, hasta kişiyi yere seren cinin varlığın sözleri mi yoksa bizzat saralının, yakalandığı nöbetin şiddetinden maruz kaldığı bir sanrıyı (hallüsinasyon) dile gelmesi midir?

Bunlar, kuvve halinde olup henüz fiile geçmemiş gaybî olaylan nasıl haber verebilirler? Tabî’iyyûn,bu konuda, sevdâ' unsurunun (hıltu ’s-sevdâ ’) kabarıp baskın hale gelmesiyle bunların vuku bulduğu yolunda öğrendik­leri bir görüşü ileri sürmektedirler. Buna da hava unsuru (hıltu'r-rîh) adını verirler. Bu ikisi arasında ortak bir neden (illetün câmi ’ah) var mıdır?

Hz. Peygamberin “Ezan okunduğunda şeytan yel­lenerek kaçar” diye haber verdiği örnek nasıl (anlaşıl­malıdır? Bu örnekten maksat. Arapların "taşı gıcır­datan” veya “adam öfke saçıyor” dediği tarzda (tozu dumana kalarak kaçar anlamında) bir şey mi yoksa o sırada gerçekten yellenen bir maddi varlığın tasavvur edilmesi midir? Halbuki şeytan gıda ile beslenmeyen yalın bir varlıktır. Beslenme türevi bir şey ondan nasıl meydana gelebilir? Kemikle, belki de onları koklayarak beslenen bu varlıkların tersi nasıl olabilir? Kaldı ki yalın varlık için bileşik duyu organlarına sahip olduğu) da düşünülmez.

Berzahla gerçek nasıldır? Oranın ehli, cennet veya cehennem ehli türünden midir? Durum böyleyse artık orada, cennet ve cehennemdekinin dışında tasavvur edilebilecek bir konum yok demektir.

Denilse ki aslında berzah, sur adı verilen ve iç tarafı rahmet dış tarafı azap şeklinde bir kapısı olan (cennet ve cehennemi birbirinden ayıran) ortak paydadır. Bu izah doğru mudur yoksa onun başka bir izahı mı vardır?

Berzah'a müstahak olan kimlerdir? Tartısı ağır gelen cennete, tartısı hafif gelen cehenneme gider; tartısı eşit gelenin durumu ise Allah’ın dilemesine kalmıştır. Acaba berzah, bu üçüncü kesimin, kereme nail olmak veya şakavete yenik düşmek şeklinde durumları netleşene dek bekletilmesinden mi ibarettir?

Melekler de Ademoğulları gibi cennette mi yoksa başka yerde mi mükâfat göreceklerdir? Yoksa melekler vildan diye anılanlar varlıklar mıdır yoksa vildan,melek,insan ve cin dışında dördüncü bir varlık türü müdür? Huriler beşinci tür varlıklar mıdır, değilse peki onlar nasıldır ve nitelikleri nedir?

Kur’an cennetin genişliğinin gök ve yerin genişliği kadar olduğunu ifade etmiştir. Bunda bile göğün içine sığdığı bir kabı ve zarfı olduğu ve genişliğinin onun genişliğini geçtiği gibi hususularda düşünmeye muhtaç meseleler vardır.

Hz. Peygamberin havzu mahşer yerinde midir yoksa cennette midir? Bu hadisten anlaşılan zahir anlama göre cehennemden kurtuluşuna karar verilenler mahşer sıkın­tıları içinde oradan henüz ayrılmadan ve şefaatten önce ondan içerler. Havzun suyu cennetten midir yoksa başka yerden midir? Başka yerden olması mümkün değildir; çünkü Hz. Peygamber “ondan içen bir daha asla susuzluk çekmez’' buyurmuştur. Peki cennetten herhangi bir şeyin dünyada bulunması mümkün müdür? Bütün peygamber­lerin havuzlan var mıdır? Yoksa bu. şefaatle birlikte Peygamberimize tanınan ayrıcalıklardan bir diğeri midir?

Bu soruları yeterince açıklayıcı cevabından ötürü sevap ve lütûfa nail olur inşaallah. Bunlara cevap olarak dedi ki:

Bunlar, çeşitli nedenlerle dalmaktan ve cevap ver­mekten hoşlanmadığını türden somlardır. Ancak ısrarlı müracaata binaen bu tür somlarda kendisinden yarar­lanılacak bir küllî kanunu açıklıyor ve diyorum ki:

İlk bakışta ve fikrin zahirinde akıl (ma'kûl) ile nakil (menkûl) arasında bir çatışma olabilir. Bu konuyla ilgile­nenler üç ana kısma ayrıldılar: Kimi bütün dikkati nakle verme ifratında bulundu, kimi bütün dikkati akla verme tefritinde bulundu ve kimi de orta bir yol tutup ikisini bir­leştirme (cem ’) ve uzlaştırmaya (telfîk) gayret etti.

Orta yolu tutanlar da kendi içinde üç guruba ayrıldılar: Kimi aklı asıl, nakli tâbi saydı ve nakli araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi nakli asıl, aklı tâbi savdı ve aklı araştırmaya fazla özen göstermedi. Kimi de her ikisini asıl saydı ve aralarını birleştirme ve uzlaştırmaya gayret etti. Böylece konuyla ilgilenenler beş gruba ayrılmış oldular.

Birinci grup: Bunlar, dikkati tamamen nakle veren­lerdir. Bunlar yoldaki aşamalardan ilkine takılıp kalan­lardır. Naklin zâhirinden ilk anladıklarına kanaat getir­mişlerdir. Bunlar naklin açıklama ve temellendirme (ta’sil) kabilinden getirdiği her şeyi tasdik etmişlerdir. Ancak naklin zâhirinde bir tenakuz bulunduğuna muha­tap kalıp te’vile mecbur kaldıklarında bundan kaçınır ve derler ki: Allah her şeye kadirdir. Onlara mesela şeytanın şahsi tek durumda iki ayrı yerde ve iki ayrı biçimde nasıl görülür diye sorulsa derler ki: Bu Allah'ın kudreti karşısında şaşılacak bir şey değildir. Allah her şeye kadirdir. Bunlar belki şöyle bile demekten çekinmezler: Tek bir şahsın iki ayrı yerde tek bir durumda bulunması Allah’ın kudreti dahilindedir.

ikinci grup: Bunlar ise öncekilerden ayrılıp onların tam zıt kutbuna yöneldiler. Bütün dikkati akla verdiler. Nakle iltifat etmediler. Duydukları dini bilgiden anlayışlarına uygun düşeni kabul ettiler; akıllarına ters düşeni ise Peygamberlerin tasvir ettikleri şeyler olduğunu, bunların avam düzeyine indirilmesi gerektiğini ve herhangi bir şeyin olduğunun İtilafına anlatılmasına ihtiyaç duyulabileceğini ileri sürdüler. Akıllarına uygun düşmeyen her şeyi bu anlayış doğrultusunda yorumladılar. Bunlar maslahat uğruna peygamberlere yalan bile nisbet edecek denli akıl konusunda aşırıya kaçtılar ve bu yüzden tekfir edildiler.

Peygamberler hakkında bunu tecviz edenin boynunun vurulması gerektiği hususunda ümmet içinde bir görüş ayrılığı yoktur. Birinci gruptakiler kişiyi te’vil ve araştır­ma riskinden kurtaracak düzeyde çaba göstermediler ve cehalet yöresinde karar kılıp oradan memnun kaldılar. Ne var ki bunların da durumu öncekilerinkine yakındır. Onlar "Allah her şeye kadirdir. Allah’ın gizemli işlerinin künhüne vâkıf olamayız” sözleriyle sıkıntıdan kurtul­maya çalışırken bunlar ise çıkışı şu şekilde aramışlar: Peygamber söylediklerini maslahat için bildiğinin hilafı­na söylemiştir. Tehlike ve kurtuluş açısından iki çıkış yolu arasındaki fark kapalı değildir.

Üçüncü grup: Bunlar aklı asıl sayıp uzun uzadıya onu araştırdılar nakle dair özenleri ise sönük kaldı.İlk bakışta ve ilk düşünmede birbiriyle çatışan ve akla ters düşen zâhir anlamlar arasında bir uzlaşma onlarda oluş­madı. Bu sorunun (işkâl) getireceği zahmeti göze ala­madılar. Fakat akla muhalif duydukları her zâhiri de red ve inkâr ettiler. Kur’an gibi ınütevatir olanlar ile te’vili, lafızlarına yakın olanların dışında kalan hadislerin râvilerini yalanladılar. Kendilerine te’vili zor geleni, uzak ve ilgisiz te'vil yapmaktan sakınmak için inkâr ettiler. Bu lıadisleri kabulden kaçınmayı te’vilde uzak düşmeye yeğ tuttular. Bu görüşün, dinî bilginin kendileri aracılığıyla bize ulaştığı güvenilir kimselerden gelen sahih hadisleri reddetme yönünde taşıdığı tehlike aşikârdır.

Dördüncü grup: Bunlar nakli asıl saydılar, ona dair araştırmaları uzun uzadiya devam etti, dolayısıyla zihin­lerinde pek çok zâhir anlam arasında uzlaşma gerçekleşti. Akıldan ise kaçınıp ona dalmadılar. Bu nedenle de nakil ve zâhir anlamlar ile aklî bahislerin (ma ’kûlât) bazı yön­leri arasında yer yer çatışmalar belirdi. Akılla uğraşıları fazla olmadığı ve onda derinleşmedikleri için aklen imkânsız hususlar zihinlerinde netleşmedi: çünkü imkân­sızların bir kısmı ancak ince akıl yürütme ve birbirini izleyen pek çok öncüle dayalı uzun akıl yürütme ile kavranır. Buna bir husus daha eklendi. O da şudur: İmkansızlığı genel olmayan herşeyin mümkün oluşuna hükmettiler. Oysa kısımların üç tane olduğunu fark etmediler:

İmkânsızlığı delille bilinen kısım, imkânı delille bili­nen kısım ve imkânsızlığı da imkânı da bilinmeyen kısım. Bu üçüncü kısım hakkındaki âdetleri imkânsızlığı ortaya çıkmadıkça imkânına hükmetmek şeklinde cereyan etti. Bu da tıpkı imkânı açığa çıkmadıkça imkânsızlığına hük­metmek kadar hatalıdır. İmkânı da imkânsızlığı da bilin­meyen tür mezkur üç kısımdan biridir. Bunun bu şekilde kalması ya aklın konumu nedeniyle ilgili meselenin beşer gücü kapsamına girmemesi vüzündendir. Ya da özellikle bu düşünürün, o meselenin deliline şahsen muttali ola­mayışı ve o delile dikkatini çekecek birim bulamayışı nedeniyle yetersiz kalması yüzündendir.

Birincisine örnek: Görme duyusunun yıldızların (kevkeb) sayısının tek veya çift oluşunu ve onları gerçek büyüklük ve ebatıyla algılama acziyeti görme algısının yapısı yüzündendir.

İkincisine örnek: Bu bazı kimselerin algısının ayın yörüngesindeki uğrak yerlerini (menzil) algılamaktan aciz kalması türünden kişiye özel bir yetersizliktir. Oysa doğuş, batış ve diğer zamanlarda bu menzillerden 14 tanesinin her durumda görünmesi. 14 tanesinin de karşı yörüngede gizlenmesi olayı bazı kişilerin görme duyusuyla sabit olmuştur. (Kişilerin duyu yetileri arasın­daki) bu tür bir farklılık akıl idraki için de geçerlidir.

Bu kişilerin ma’kûlâta ilgileri az olduğu için, onlara göre imkânsızların sayısı fazla değildir: böylece pek çok te’vilde büyük bir külfetten uzak durdular. Çünkü onlar, tıpkı Allah'ın bir cihette bulunmasının muhal olduğu gerçeğini kavramadığı için üst (fevk), oturma (istiva) gibi yön bildiren kelimeleri te'vile gerek görmeyen kişi gibi (davranıp) te’vile ihtiyaç olup olmadığının bile farkına varamadılar.

Beşinci grup: Bu aklı araştırmak ile naklin arasını birleştiren, her birisini önemli bir asıl sayan ve akıl ile dinî bilgi arasında bir tearuzu ve bu tearuzun gerçek olduğunu inkâr eden orta yolu izleyen gruptur. Aklı inkâr eden kişi dini de inkâr etmiş olur. Çünkü dinî bilginin doğruluğu akılla anlaşılmıştır. Akıl delili tasdik edilmezse nebi ile mütenebbi, doğru sözlü ile yalancı arasındaki farkı anlayamazdık. Din ancak akılla sâbit olmuşken nasıl olur da akıl dinle inkâr edilsin.

Haklı olan grup işte bunlardır. Bunlar sağlam bir metod izlediler. Ne var ki onlar sarp bir yokuşa tır­mandılar. yüce bir işe talip oldular ve meşakkatli bir yola girdiler. (Helal olsun onlara!) Ne de gem almaz bir arzuya kapılmışlar ve ne de girift bir yola koyulmuşlar! Ömrüme yemin olsun ki (bu yolu izlemek) bazı durumlarda son derece kolay, ama çoğu durumlarda ise oldukça zordur.

Evet,ilimlerle uzun süre uğraşan, bunlarla çokça ilgilenen çoğu zaman yakın te'villerle akıl ile nakil arasını uzlaştırmaya muktedir olur. Şüphesiz yine de iki husus geriye (çözümsüz) kalır: Bunlar zihinlerin nerdeyse alamadığı ve uzak tevillere mecbur kalındığı durum ile birtakım sure başlarında anılan harfler türünden ken­disinde te'vil yönü kesin olarak açıklık kazanmayıp (anlaşılması) kişiye müşkil gelen durumdur: zira bu harflere dair nakle dayalı bir anlam sıhhat kazanmış değildir. Bu iki durumdan salim olduğunu zanneden kişi bu vehme ya akıl konusundaki eksikliği ve teorik imkan­sızlıklar bilgisinden uzak oluşu nedeniyle kapılır ve imkansızlığını bilmediği şeyi mümkün görür, ya da bu vehim, haberleri yeterince mütalaa etmeyişinden kay­naklanır. Böylece akla aykırılığı sık sık vuku bulan haber parçaları arasında zihninde bir uzlaşma gerçekleşmez. Bu konuda üç tavsiyede bulunuyorum:

1-Kişi haberlerin tamamına muttali olma hırsı beslememeli. Sözü zaten bu noktaya getiriyordum. Zira bu amaç gerçekleşmeyecek bir arzudur. (Böyle bir kişi) Allah'ın şu sözünü okusun: “Size ilimden çok azı ve­rilmiştir”.

Bu durumlardan bir kısımının bırak orta düzeyde olanlara, büyük âlimlere bile gizli kaldığı gerçeğini ihti­mal dışı görmemek gerekir. Bilinsin ki Hz. Peygamber’in her hususta muradına muttali olduğunu iddia eden âlimin bu iddiası aklının fazlalığı değil azlığının ürünüdür.

2-Akli delil (burhan) asla inkâr edilmemeli. Zira akıl yalan söylemez: şayet akıl yalan söylese o zaman belki dini ispat hususunda da yalan söylemiştir: çünkü biz dini onunla tanıdık. Yalancı bir müzekkinin tezkiyesiyle şâhidin doğruluğu nasıl anlaşılabilir ki. Ayrıntılara din tanıklık eder; akıl da dini tezkiye eder.

Aklın tasdik edilmesi kaçınılmaz olduğuna göre cihet ve sureti Allah’tan nefyetmede tereddüt etmen caiz değildir. Sana “Ameller tartılır” denilince amellerin tartılaınayacak bir araz olduğunu ve bir te’vilin kaçınıl­maz olduğunu anlamalısın. Yine “Ölüm beyaz bir koç suretinde getirilir ve boğazlanır” sözünü işittiğinde bunun te’vil edilmesi gerektiğini anlamalısın; zira ölüm getirile­meyecek bir arazdır. Getirmek bir intikal olayıdır, bu ise bir araz için mümkün değildir, dolayısıyla onun beyaz koç gibi bir sureti olamaz; çünkü arazlar cisimlere dönüşmez, dolayısıyla ölüm boğazlanmaz. Boğazlama boynu bedenden ayırmak demektir. Ölümün ise ne bir boynu, ne de bir bedeni vardır. Olsa olsa o bir arazdır ya da onu bayatsızlık diye görenlere göre araz olmayıştır. Öyleyse bu haberin te’vil edilmesi kaçınılmazdır.

3-İhtimaller çatıştığında te’vili tav in etmekten uzak durmak. Çünkü Allah'ın muradı ve Rasulü’nün muradı hakkında zan ve tahmine dayalı hüküm vermek tehlike­lidir. Konuşanın muradı ancak kendi muradını açıkla­masıyla bilinir. Muradı açığa çıkmamışsa ihtimal vecihlerinin sayısı inhisari tarzda belirlenip biri dışında -ki o biri de burhan ile taayyün eder- tamamı çürütülmedikçe nereden bilinebilir?

Fakat Arab'ın sözündeki ihtimal vecihleri ve bunlar­daki mecaz yolları pek çoktur. Bunlar ne zaman sınırlı sayıya iner? Öyleyse te'vilde çekimser bir tulum takın­mak daha güvenli bir yoldur. Buna şu örnek verilebilir: Amellerin tartılıdığına dair hadis vârid olduğu halde amellerin tanılamayacağı sende açıklık kazandığında elinde “tartı"' ve “amel” olmak üzere iki lafız vardır. Mecazın “amel” lafzı olması mümkündür. Onunla kinaye yollu “amel defteri" {sahifetu’l-amel) -ki bu defterler amelin mahallidir- kastedilmiş olabilir; böylece tartılan o amel defterleri olur. Mecazın tartı (vezn) lafzı olması mümkündür. Bununla kinaye yollu "tartının işlevi"' kaste­dilmiş olabilir. O işlev de amel miktarını öğrenmektir. Tartının işlevi de zaten budur. Tartmak ve ölçmek miktar öğrenme yollarından biridir. Binaenaleyh bu dununda te’vil edilmiş olanın vezn değil amel lafzı olduğu veya amel değil vezn lafzı olduğuna akle veya nakle sığınmaksızın hüküm vermen Allah adına ve O'nun muradına dair talimine dayalı bir hüküm vermek olur.

Tahmin ve zan ise bir bilgisizliktir. Bu bilgisizlik içtihadla kavranabildi birtakım ibadet, amel ve taabbüdât alanında duyulan zorunlu ihtiyaç nedeniyle mazur sayılmıştır. Amelle bir bağı bulunmayan hususlar ise ıııücerred bilgi ve inançlar kabilinden sayılır. Bu tür hususlarda zanna davalı hüküm vermeye nasıl cesaret edilebilir? Te’viller konusunda söylenenlerin çoğu zan ve tahminlerdir. Akıllı kişi bu konuda iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya zanna dayalı hüküm verir. Ya da şöyle der: Bu sözün zahirinin kastedilmediğini biliyorum; çünkü bu zâhir,aklı yalanlamaktadır.

Gerçek muradı ise bilmiyo­rum ve bilmeme de ihtiyaç yok; çünkü onun amelle ilgili bir yanı yoktur; keşf ve kesin bilginin (yakîn) özüne ulaş­maya da imkân yoktur; talimine dayalı hüküm vermeyi de uygun görmem. Böyle davranmak her akıllı kişi için daha doğru,güvenli ve kıyamette de güvende olmaya daha yakın bir yoldur. Çünkü kıyamette sorguya çekilip takibe uğraması ve şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: Sen hakkımızda zanna dayalı hüküm verdin.Öte yandan ona,bir amelin emredilmediği gizli ve kapalı muradımızı niye istinbat etmedin diye sorulmaz. O halde itikad bakımından üstüne düşen, mutlak iman ve mücmel tasdikdir ki o da şöyle denilmesinden ibarettir: "O'na iman ettik, hepsi de Rabbimizin katındandır”.

Kıyametteki bu sorgu, eğer olursa elbette uzundur, oysa cevabı oldukça kolaydır. Bu nedenledir ki İmam Mâlik, kendisine “istivâ” sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: “İstiva bilinen bir şeydir, ancak keyfiyeti akılla kavranamaz. iman edilmesi vaciptir ve soruya konu yapıl­ması da bid'attir”.

Bu tür sorulara cevap vermekten hoşlanmadığım yo­lundaki mazeretim de bu tavsiyelerden anlaşılmaktadır. Ortaya koyduğu bazı sorunlara ona yine de yardımcı olmayı tercih ediyor ve diyorum ki:

Hz. Peygamber'in "Şeytan, kanın akarak dolaştığı gibi her birinizde dolaşır” sözü, kim zerrelerinin insan bedeninin iç tarafında akıp bedenin tamamım dolaştığı gibi şeytanın etkisinin de insanın içinin tamamına sirayet ettiğine işaret etmektedir. Yoksa bundan maksat, onun cisminin insan cismiyle suyun suyla olduğu gibi bir karış­ma değildir. Bu. öncüllerinin açıklanması uzun sürecek ve delilleri aklî olan bir araştırmanın ürünü bir sözdür. Onun kalplere temas keyfiyeti ise duyu yetisinin açığa çıkardığı bir hayal görme olayı değildir. Herhangi bir şey tahayyül etmediğim ve vesveselerin karışımı sırasında gözümle de izlemediğim halde kalbimde yine de vesveseler farkettiğim olur. Bu hükme dair delilin çoğu öncülleri duyu alanıyla ilgilidir. Bilakis vesvese şeytan­dandır. tıpkı ilhamın melekten olması gibi. Kalplerimizde farklı seslere (havâtır) tesadüf ederiz. Zira bu seslerden kimi hevaya uymaya, kimi ise ona aykırı davranmaya çağırır. Bunlar farklı şeyleri öngördükleri için farklı seslerdir.

Bunlar birtakım sebeblere muhtaçtır; çünkü bunlar hadistir. Faiklı şeylerin sebebleri de farklıdır. Din, ilhamın kendisinden meydana geldiği sebebe “melek”, vesvesenin kendisinden çıktığı sebebe ise “şeytan” adını vermiştir. İlham hayra sevkeden sesten ibarettir. Vesvese ise şerre çağıran bir sesten ibarettir. Melek ve şeytan ise bunların sebeplerinden ibarettir. Nitekim odanın iç duvar­ları ateşle aydınlanırken tavanı ise isten kararır. Biliyoruz ki ışık siyahlıktan farklıdır. Yine biliriz ki birinin sebebi diğerinin sebebinden farklıdır. Işığın sebebi ateşin aydın­lığıdır, siyahlığın sebebi ise dumanıdır. Bununla anlaşılır ki, vesvesenin sebebi ilhamın sebebinden farklıdır. Evet şimdi de geriye o sebebin bir araz mı,yoksa kendi başına kaim bir cevher mi olduğunu araştırmak kaldı. Onun bir araz, değil kendi başına kaim bir cevher olduğu da daha önce anlaşıldığına göre geriye onun diri olup olmadığını incelemek kaldı. Dini delillerle onun diri olduğu ve onu anlamada aklın da belli ölçüde bir rolü olduğu da anlaşılmıştır.

Tabî'iyyûn ve Felasife'nin onun (insan bedenini oluş­turan) temel unsurlar (cıhlât) olduğu görüşü tanı bir cehalettir. Çünkü bu unsurların tesiri, sıcaklık, soğukluk, rutûbet ve kuruluk şeklindeki dört tabiatın muktezasından sayılmaz. İçe doğan sesler (havâtır) inançlar ve bilgilerin {ilm), cemâdâtın arazı olan tabiatların ürünü olmaları mümkün değildir. Aksine bunlar derece bakımından yer katmanlarının üstünden inerler. Buna göre onlar yer kaplamayan cevherdir veya yer kaplayan cismidir; hava gibi latif ve diğer bir cisim gibi yoğun olan başka bir var­lık olma ihtimali yoktur. Bu düşünce melek, cin ve şeytan hakkında geçerlidir. Bir grup da kendi başına kâim her varlığın cisim olduğu görüşüne yöneldi ve Yaratıcıyı da bununla niteledi. Oysa Allah böyle bir nitelemeden münezzehtir. Zira bunların cisimden başka şeye akılları ermemiştir.

Diğer bir grup ise, Allah hariç kendi başına kaim her varlık cisimdir görüşünü ileri sürdü ve varlık alanında Allah dışında kendi başına varolup tahayyül edilmeyen bir cevherin bulunmasını imkânsız gördüler.

Bir kesim ise şu görüşe kail oldu: Melek, cin ve şey­tandan her biri kendi başına kaim duyulur cevherlerdir; bunlar cisim veya hareket eden varlıklar değildir; dolayısıyla nüzûl,intikal, geliş, gidiş gibi fiillerin onlar hakkında kullanılması Allah hakkında olduğu gibi bir isti'âredır. Aralarındaki bu görüş ayrılığı insanın idrak edici ve bilen cevheri hakkında da yaşanmıştır.

Kimileri de,onun parçalanmayan ve yer kaplamayan parçacık olduğunu ileri sürdü. O insan bedenin ne içinde ne de dışında, ne ona bitişik ne de ondan ayrıdır. Üstelik onun hakkında bu sıfatlar caiz (mümkün) değildir. Bu konuda bana açılmış bir keşfi anlatmıyorum. Zira genel bir tasvir keşif değil taklid sayılır. Taklid edilmeye ise ben başkasından daha iyi durumda değilim. Kaldı ki ma’kûlât alanında taklidin bir faydası da yoktur. Bu hususun keşfine dair açıklama ise uzun sürer. Uzun sürmese bile bunu anlatmaktan kaçınmak noktasında Hz. Peygamber’e uymak daha iyidir. Nitekim o kendi­sine sorulduğu halde ruhun sırrını anlatmamıştır. Öyleyse yapılmış açıklamaya bir şey ilave edilmesi gerekmez.

Melek ve şeytan suretine dair peygamber ve velilerin müşahede ettikleri, çoğunlukla özlerine {ma ’nâ) aykırı düşen ve o asıl özlerin müşahedesi yerini tutan sem­bollerdir {misâl). Nitekim rüyada peygamberler görülür ve kendilerinden istifade edilir. Rüyada müşahede edilen onların sembolleridir; onların bedenleri ise yerlerinden ayrılmış değildir.

Bu konunun ayrıntısını “Acâibu’l-kalb” kitabında anlattım. Cinler hakkında söylenecek söz de bövledir. Bu nedenledir ki birtakım farklı suretler görebilirsin Zira ifade edilecek sembollerin vecihleri sayıya sığmaz. Nitekim Hz. Peygamber i rüyada gören onu hep aynı surette görmez. Ne var ki bu temsiller peygamber ve velilere uyanıkken, diğerlerine ise sadece uykuda vâki olur. Sahih olan rivayetlere göre Hz. Peygamber Cebrail'i pek çok defa görmesine rağmen onu kendi (gerçek) suretinde sadece iki kere görmüştür.

Saralıdan işitilen söze gelince bu onun kendi sözüdür. Cinni bir varlık onun diliyle konuştu yönünde bir görüş akılla bağdaşmaz. Elbette cin birtakım seslerin, görüntü­lerin {temsil) ve hayallerin saralının kalbine doğmasının sebebidir ve onun sebebiyle konuşma ve hareket motifi uyanır. Saralının konuşması uyuyanın konuşması gibidir. Konuşan uykudaki kişidir, bir başkası değil. Saralının gaybten haber veriş nedeni ise olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olması ve Allah'ın yaratmış olduğu ve kendisine bazen levh, bazen imam, bazen de kitab denilen bir şeyde sabit olmasıdır. Nitekim Allah ‘‘apaçık bir kitapta “apaçık bir imamda ..." buyurmuştur. Şeylerin (bilgilerin) orada sabit oluşu. Kur’an'ın hafızın dimağında sabit oluşu gibidir. Yoksa bu sabit oluş, dizili yazılmış işaret­lerin fâni bir cisimde bulunuşu şeklinde değildir. Çünkü sonsuzun, görünürdeki bu kitaplar gibi sonlu bir şeye yazılması mümkün değildir.

Kalp bir ayna gibidir. Levh de bir ayna gibidir. Ne var ki aralarında bir perde vardır. Aradan bu perde çekilince levhteki suretler kalpte görünür. İşte buna engel olan aradaki perdedir. Kalp dünyada engellenmiş durumdadır. Kalbin çoğu meşguliyetini duyunun ona taşıdığı veriler üzerinde düşünmesi oluşturur. Bu nedenle kalp, duyular yüzünden sürekli bir uğraş içindedir. Duyular uyku veya sara nedeniyle faaliyet dışı kaldığında, temel unsurlardaki bozukluk yüzünden içerde başka bir engelleyici de yoksa, kalp levhte yazılı bazı suretleri muhtemelen görür. Bunun tam olarak anlatılması uzun sürer, buna dair birtakım izahlara “Acâibu’l-kalb“ kitabında işaret ettim. Can çe­kişme sırasında kişinin cennetteki veri -ki bu ona bir müjde olur- veya Allah korusun cehennemdeki yeri -ki bu da ona uyan olur- netleşinceye dek ortaya çıkan dunun da böyledir. Çünkü ölüm arefesinde henüz ruh çıkmadan da duyular faaliyet dışı kalır.

Şeytanın kemikten beslendiği, onun ezandan kaçışı, havuz ve berzaha dair hadislere gelince bunların ayrıntılı maksadına dair bir araştırmam yoktur. Bunlardan bir kısmı, hakkında tevil yapmaktan uzak durulması tavsiye edilenlerdendir. Bir kısmı ise ancak salt nakille kavra­nabilir. Benim hadis ilmindeki birikimim sınırlıdır. Havuzun yeri ise sadece nakille bilinebilir. Öyleyse bu konuda hadislere müracaat edilsin. Berzahtan murad ise akıl hastası ve İslam davetinin kendisine ulaşmadığı kimse gibi hiç iyilik ve kötülüğü bulunmayan kimseler için cennet ile cehennem arasında yer alan bir mertebe olabilir. Yine de delalet eden bir nakil bulunmadıkça muradın biri değil diğeri olduğuna hükmetmek ancak bir tahmindir Allah Teala doğruyu en iyi bilendir. Allah'ın hamdiyle (bu risale) tamamlandı.

http://www.islamiarastirmalar.com/upload/pdf/9d0e25ea1638c8e.pdf?sid=9fd2424237579e7159f7c81048fc0804

 
Devamını Oku »

Yüce Allahın Arşın Üstüne 'İstiva' Nitelenmekten Münez­zehtir

Yüce Allahın Arşın Üstüne 'İstiva' Nitelenmekten Münez­zehtir


Yüce Allahın arşın üstüne kurulmakla (istivai) nitelenmekten münez­zeh olduğunu iddia ediyoruz. Çünkü, cisim üzerine yerleşen ve oraya kurulan her varlık, zorunlu olarak belirli bir ölçü ile belirlenmiştir. Bu durumda, bu varlık [üzerine yerleştiği ve kurulduğu] bu cisimden ya küçüktür ya büyüktür ya da ona eşittir. Bunların hepsi bir ölçü ile belir­lenmeyi (takdir) gerektirir. Şayet O’nun cismin bulunduğu bu mekâna (arş) temas etmesi üst yönden mümkün olursa, diğer yönlerden temas etmesi de mümkün olur ki, bu durumda O, bu yönler tarafından kuşatıl­mış olur. Halbuki hasım zorunlu olarak kendi öğretisine (mezheb) bağlı kaldığından, buna hiçbir şekilde inanmamaktadır.


Özetle belirtmek gere­kirse; “bir cisme ancak başka bir cisim yerleşir (istikrar) ve ancak bir araz onda yer tutabilir”. Yüce Allah'ın cisim ya da araz olmaktan münezzeh olduğu açığa çıktığından, bu iddianın [içerdiği] meseleleri tek tek kesin delil ile [açıklamaya] gerek yoktur.


 Şayet denirse ki, “Yüce Allah'ın 'Rahman arşa istivâ etti' [Taha 20/5] ve Hz. Peygamberin (a.s.) 'Allah her gece dünya semasına iner' (Müslim, “Salâtü’l-müsâfîrîn”,24) sözlerinin anlamı nedir?”


Deriz ki: Bu konuda zahirî anlamlar üzerinde oldukça uzun tartışmalar yapılmıştır. Ancak, biz burada bu iki zâhirî anlamın anlaşılması hususun­da bir yöntem zikrederek diğerlerine de doğru yolu göstermiş olacağız, o da şudur: Biz insanların halk tabakası {avam) ve âlimler olarak iki gruba ayrıldığını söyleriz. Halk tabakasının bu türden te’villere kalkışmasının uygun olmadığını düşünüyoruz; hatta benzetmeyi (teşbih) gerekli kılan ve [O nun hakkında] sonradan olmaya (hudûs) delâlet eden her şey, onla­rın akidelerinden sökülüp atılmalıdır. Böylece onlar, Allah'ın benzeri olmayan, işiten ve gören bir varlık olduğunu gerçek mânâda kavrarlar. Bu âyetlerin anlamlarını sorduklarında ise bu sorulardan menedilmeli ve onlara "Bu sizin meseleniz değildir, bu konulardan uzak durunuz. Çünkü her ilim dalının o hususta uzman olan kişileri vardır" denilmelidir.


Bu kişilere, seleften, kendisine “istivâ” hakkında soru sorulan kim­senin verdiği cevabı vermek de mümkündür.


O şöyle demişti: “Istivânın ne olduğu bilinmekte, bunun nasıl gerçekleştiği (keyfiyet) ise bilinmemektedir. Bu konu hakkında soru sormak bid'attır, buna inanmak ise zorunludur."(1) Bunun nedeni, halkın aklının, bu türden akıl ile bilinen (ma'kûlât) konuları anlayacak kapasitede olmamasıdır. Onlar, Arapların benzetme yoluyla anlattıkları husularda (istiare) var olan geniş anlamlan kavrayacak dil kapa­sitesine de sahip değillerdir. Alimlere gelince, onların bu konuları araştır­maya ve öğrenmeye çalışmaları uygundur. Bunun farz-ı ayn olduğunu ise söylemiyorum. Çünkü [dinde] bu konuda bir yükümlülük {teklifi olduğu belirtilmemiştir. İnsanların yükümlü olduğu husus, Allah’ı bir başkasına benzeten özelliklerden tenzih etmektir. Şeriat, herkesi {ayâri) Kur’ân’ın bütün anlamlarını kavramakla yükümlü tutmamıştır. Bununla birlikte, bunların, surelerin başındaki harfler gibi müteşabihâttan olduklarını iddia edenlerin sözünü de kabul etmiyoruz. Çünkü surelerin başlarında bulunan bu harfler, anlamlara delâlet etmeleri için, Arapların önceki terminolojisi (ıstılah) dikkate alınarak konulmuş değildir. Terim haline gelmeyen kelime ve harflerle konuşan bir kimse, bunlarla neyi kastettiğini bildirinceye kadar, bu kelime ve harflerin anlamları anlaşılamaz. Bunu anlattığında ise, bu harfler onun tarafından icat edilmiş bir dil haline gelir.


Hz. Peygamberin (a.s.) "Yüce Allah dünya semâsına iner” sözü ise bir meseleyi anlatmak [tefhim] için zikredilen ve ne olduğu bilinen bir ifa­dedir. Bu sözün kullanıldığı ya da benzetme yoluyla ifade ettiği anlamın zihinlerde hemen oluştuğu bilinmektedir. O halde bu sözün müteşâbih olduğu nasıl söylenir? Aksine bu söz, câhil bir kimsenin zihninde yanlış bir anlamı çağrıştırırken, âlime ise doğru bir anlam ifade etmektedir.


Bu, yüce Allah’ın "Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir" (el-Hadid 57/4) sözüne benzer. Bu söz câhil bir kimsede, Allah’ın arş üzerinde bulunmasıyla çelişen bir birliktelik halini düşündürürken; âlim, O’nun ihâta etmek ve bilmek suretiyle tüm insanlarla beraber olduğunu anlar. Hz. Peygamberin (a.s.) şu sözü de buna benzer; "Mü’minin kalbi, Rahmân’ın iki parmağı arasındadır.”(Tirmizî, “Kader”, 7..)Bu söz câhile; [Allah’ın) et, kemik ve sinirlerden oluşan, tırnakları ve parmak uçlarım içine alan ve avuç içinden ortaya çıkan iki uzvunun (parmağının) var olduğunu düşündü­rürken; âlim için bu söz, kullanıldığı anlam dışında, benzetme yoluyla ifade edilen (musteâr) bir anlama delâlet eder. Sanki O “parmak” [kelime­si) ile kendi kudretini isimlendirmiştir. Çünkü parmağın özü [rûh) ve gerçek mânâsı {hakikat), dilediği gibi çevirebilme kudretine sahip olma­sıdır. Yüce Allah’ın "O sizinle beraberdir” sözündeki beraberlik (maiyyet) ifadesi de bu tür bir anlama delâlet eder. Buradaki beraberlik ifadesi ile kastedilen anlam, [O’nun her şeyi] bilmesi ve kuşatmasıdır.


Arapların yaygın olan alışkanlıklarından {âdet) biri de, sebepliyi {müsebbeb) sebeb ile anlatmaları ve [bir şeyin) sebebini, benzetilen şeye {musteâr minh) benzeterek ifade etmeleridir. Bir kudsî hadiste geçen yüce Allah'ın şu sözü böyledir: “Her kim bana bir karış yaklaşırsa, ben de ona bir arşın boyu yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene, ben koşarak giderim.”(Buhari, “Tevhid”, 50) Câhil bir insana göre koşmak {hervele) ayaklan hareket ettirmeye ve hızlı yürüme­ye işaret eder. Gelmek {ityâri) ise [insanlar arasındaki) mesafenin yakınlaştı­ğını gösterir. Aklını kullanan kimseye göre, insanlar arasındaki mesafenin kapanmasından kastedilen mânâ, cömertlik ile ikramda bulunmanın bir araya gelmesine delâlet eder. Bu durumda (yukarıdaki) sözün gerçek anlamı şudur: “Bana karşı vazifelerini {tâat) yerine getirmelerinden dolayı, kulları­ma rahmetimi ve nimetlerimi bol bol veririm.”


Rivayet edildiği üzere, Yüce Allah bir [kudsî] hadiste şöyle buyurur: “İyilerin {ebrâr) bana kavuşma özlemleri arttı, benim onlara kavuşma özlemim ise daha güçlüdür.”(2) Allah, özlem {şevk) lafzının kullanımından anlaşılan mânâdan yücedir. Çünkü o (şevk), bir tür acı çekmedir ve dinlenmeye ihtiyaç duymadır ki bu eksikliğin ta kendisidir. Oysa ki özlemek, özlem duyulan şeyi kabulün, ona yönelmenin ve onun eliyle bol bol nimetlenmenin bir vesiledir. Öfkenin ve rızanın sonuçları olan ve genelde bunların sebeplerini de oluşturan mükafat ve ceza istemek, öfke ve rıza ile ifade edildiği gibi sebeplinin zâtı da şevk ile ifade edilir. “Hacerü’l-Esved, Allah’ın yeryüzündeki sağ elidir” (Aclûni, Keşfü’l-hafâ, 1, 348.)sözü de böyledir.


Câhil bir kimse, buradaki sağ el ifadesi ile et, kan ve kemikten oluşan, beş parmağa ayrılan ve sol elin mukabilinde bulunan sağ elin kastedildiğini zanneder. Sonra bu kimse basiretini açtığında, O’nun arş üzerinde oldu­ğunu ve bu nedenle de sağ elinin Ka'be’de bulunamayacağını, bunun gibi O'nun {sağ elinin] Hacerü’l-Esved olamayacağını anlar. Böylece en alt düzeyde bir kavrayışla, bu ifadenin selamlaşma (musafaha) için benzet­me yapıldığını algılar. Çünkü kralların sağ taraflarının öpülmesi emrolunduğu gibi, Allah da bu taşın ziyaret edilmesini ve öpülmesini emret­miştir. İşte [sağ el] lafzı bu anlam için benzetme yapılmıştır. Dil konusun­da aklı tam ve keskin görüşlü olan kimse, bu gibi meseleleri büyütmez ve bunların anlamlarını açıkça kavrar.


Şimdi “istivâ” ve “nüzûl” kelimelerinin anlamlarına tekrar döne­lim. Istivâ [ifadesi], şüphesiz arşın O’na nisbet edilmesini ifade etmekte­dir. Arşın O'na nisbet edilmesi için; bilinen, irade edilen ve güç yetirilen bir şey, arazın bulunduğu yere (mahal) benzeyen bir yer ya da cismin bulunduğu mekâna benzeyen bir mekânın olması gerekir. Ancak bu nisbetlerden bazıları aklen imkânsızdır, bazıları da lafız olarak benzetme {istiare) yapmaya uygun değildir. Bu nisbetlerin tamamı, aklın imkânsız görmeyeceği ve lafzın ayrı kalamayacağı nisbetler olduğunda ve bunlar dışında bir nisbet bulunmadığında, [istivâ ile] kastedilenin bu [nisbet] olduğu bilinmelidir. Arşın, cevher ve arazda olduğu gibi mekân ya da mahal olmasına gelince, lafız bu (mânâya) uygundur ancak daha önce de belirtildiği gibi akıl bunu imkânsız görür.


Arşın bilinen ve irade edilen bir şey olmasına gelince, akıl imkânsız görmese de lafız buna uygun değildir. Onun güç yetirilir olması, kudret elinde meydana gelmesi, yaratılmışların en büyüğü olmakla birlikte O’na boyun eğmesi, övülmesi ve büyüklükte altında olan diğer varlıklara hatır­latılması için ele geçirilmeye elverişli olması gibi hususlara gelince, bunlar da aklın imkânsız görmediği hususlardır ve lafız bu (mânâlara) uygundur. Burada (istivâ ile] kesin olarak kastedilen mânânın bu olması yanlıştır. Lafzın uygunluğu, Arap dilinden haberi olan kimse için ortadadır. Buna benzer [güçlükler], Arap dilini sonradan araştıran, onu yeni öğrenen ve bu dile Arapların Türk diline yönelerek onda sadece ilk konuları öğrenmele­rinde olduğu gibi yönelenlerin anlayışından kaynaklanır.


Dil açısından en doğru ifade; “Hükümdar (emir) ülkesine yerleşti" demektir. Nitekim şair şöyle demiştir:


'Bişr, kılıç kullanmadan ve kan akıtmadan Irak’a yerleşti.'


Bu nedenle, selef (âlimlerinden) bazıları “Allah arşa istivâ etti” [Taha 20/51 âyetinin anlamını “Sonra duman halinde olan göğe istivâ etti” (el-Fussilet 41/11)] âyetindeki gibi anlamışlardır.


Hz. Muhammed'in (s.a.s.) “Yüce Allah dünya semâsına iner” sözüne gelince, buradaki [inme sözünü] iki şekilde te’vil etmek mümkün­dür Bunlardan ilki, nüzûl fiilini mecâz olarak O’na nisbet etmektir. Çünkü bu fiil Allah'ın “Şehre sor...” [Yusuf 12/82] âyetinde ifade ettiği gibi, meleklerden birine nisbet edilmektedir. Bu âyette gerçekte kendisi­ne soru sorulan kişi şehir halkıdır. Aynı şekilde bu [ifade] insanların dille­rinde dolaşan ifadelerden olup bununla bir şeye tâbi olanın [çeşitli] hal­lerinin tâbi olduğu şeye nisbet edilmesini kastediyorum. “Kral şehrin kapışma indi” denilir ve bununla kralın ordusu kastedilir. Çünkü kralın şehrin kapısına indiğini haber veren kişiye “Onun ziyaretine çıktın mı?” diye sorulabilir. Bu durumda o “Hayır, çünkü o ava çıktı ve henüz inme­di” diye cevap verir. Bu kişiye “Niçin [biraz önce] kral indi dedin, şimdi ise onun henüz inmediğini söylüyorsun” denemez. Burada “kralın inmesi”nin anlamı ordusunun [şehre] inmesidir ki, bu apaçık bellidir.


İkincisi, şüphesiz “yükselme” (irtifa) lafzı büyüklenmek (tekeb­bür) için kullanıldığı gibi “inme” (nüzul) lafzı da insanlar hakkında tevazu ve incelik ifadesi (telattufi olarak kullanılabilir. “Falanca başını gökyüzü­nün bulutlarına doğru kaldırdı” denildiğinde, onun böbürlendiği kastedi­lir. “Göğün en üst tabakasına (a‘lâ-i illiyyîn) yükseldi” denildiğinde ise o kişinin büyüklük tasladığı belirtilir. Bir kimsenin konumu (emr) yükseldi­ğinde ise “Onun yeri göğün yedinci katıdır” denilir. Buna karşılık konumu düştüğünde ise “En aşağı dereceye (esfel-i safilin) düştü” denir. Bir kimse tevazu ve nezaket gösterdiğinde “Yerde süründü” ve “En alt dereceye indi” denir. Bu anlaşıldığında, “inme” fiilinin ayrılmak ya da düşmek suretiyle bir mekândan ya da mertebeden inmek anlamında kullanıldığı anlaşılır. Bir mertebeden inmek ise lütuf göstermek, mertebesinin üstünlüğünün gereği olan bir fiili terk etmek ve ona ihtiyaç duymamak (istiğna) yoluyla olur. Lafzın aralarında gidip geldiği şu üç mânâya bir bak, akıl (Allah hakkında bunlardan hangisinin (kulla­nımını] mümkün görebilir?


Yer değiştirme (intikâl) şeklinde gerçekleşen 'inme" fiiline gelin­ce; daha Önce de geçtiği üzere, akıl (Allah hakkında] bunu da imkânsız görür. Şüphesiz bu ancak, yer kaplayan (mütehayyiz) bir varlık hakkında mümkündür. İnme fiilinin [O'nun] mertebesinin düşmesi şeklinde anla­şılması da imkânsızdır. Çünkü yüce Allah, sıfatları ve tüm ihtişamı (celâl) ile ezelîdir. Onun yüceliğinin (uluvv) yok olması mümkün değildir. Lütuf ve merhamet göstermek, ihtiyaç duymadığı ve önemsemediği için kendi­sine yakışan bir fiili terk etmek anlamındaki "inme” fiiline gelince, bu mümkündür. Böylece anlam belirlenmiş ve [Allah’ın] inmesine bu anlam verilmiş olur.


Denir ki: "Arşın sahibi olan Allah, derecesi en yüksek olandır” [el-Mümin 40/15] âyeti inince sahâbe büyük bir korkuya kapıldı ve bu yüce ihtişamın (celâl) huzurunda rahatlıkla bir şey istemekten ve dua etmekten kaçındılar. Bu nedenle onlara, ihtişamının büyüklüğüne ve şanının yüceliğine rağmen yüce Allah’ın kullarına lütfedici ve merhamet­li olduğu ve ihtiyaç duymadığı halde dua ettiklerinde onlara cevap verdi­ği bildirildi. Şüphesiz duaya cevap vermek, yüceliğin gerektirdiği müstağ­ni olmaya ve önemsememeye nispetle bir tenezzüldür (nüzût). O, kulla­rının kalplerini duaları, rükûyu ve secdeyi çokça yapmaları hususunda yüreklendirmek için bunu “nüzûl" olarak ifade etmiştir. Çünkü, yüce Allah'ın ihtişamının esaslarını (mebâdı) tam olarak hisseden bir kimse, rüküşünün ve secdesinin hakkını vermeye çalışır.


Şüphesiz, yüce Allah'ın ihtişamına nisbetle, kulların tümünün O'na yaklaşması, kulun yeryüzündeki krallardan birine yaklaşmak için parmaklarından birini hareket ettirmesinden daha iyidir.


O,bu hareketle krallardan birini yüceltse, bundan dolayı kınanmayı hak eder, kralların âdetlerinden biri de şudur: Onlar, alt tabakada bulunç insanları ferzdi), hizmetlerinde kullanmayı küçümserler ve devlet büyük­leri ile hükümdarlar dışında [onları] kullanmayarak büyüklük taslarlar. Böylece bu insanları [kendilerine] hizmet etmekten, önlerinde secde etmekten ve saraylarının eşiğini öpmekten alıkoyarlar. Halifelerden bazı­larının âdeti de böyledir. Şayet nüzûlün anlamı, ihtişamın gereklerinden olan lütuf, merhamet ve cevap vermek olmasaydı, bu ihtişamın akıllarda düşünceyi duraklatması, dilleri zikirden alıkoyması ve organların hareke­tini söndürmesi gerekirdi. Bu ihtişamı ve lütfü algılayan bir kimse, nüzul fiilinin celâl sıfatına uygun olduğunu ve onun câhillerin anladığı gibi değil, yerinde kullanılan mutlak bir lafız olduğunu kesin olarak anlar.


Şayet “O'nun nüzûlü [inmesi] niçin dünya semâsına tahsis olun­muştur?" denirse, biz de deriz ki: Dünya semâsı, ardında [başka] bir mer­tebe olmayan en son mertebedir. Bunun gibi, toprağın yeryüzünün en aşağı noktası, Süreyya yıldızının ise en yüksek yıldız olduğu varsayılarak “Toprağa düştü” ve “Süreyya yıldızına yükseldi” denilir.


Şayet “Hz. Peygamber (a.s.) niçin O’nun nüzûlünü sadece gecele­re tahsis etti ve ‘O, her gece inerdi' dedi?” denildiğinde ise, şöyle deriz: Tenha yerler, duaların kabul edilmesi umulan yerlerdir, geceler ise insan­ların sükûnet bulmaları, kalplerinden başka şeylerin uzaklaştırılması ve sadece Allah'ı zikretmeleri için hazırlanmış yerlerdir. Meşguliyetlerin yoğunlaşıp kalplerin Allah'ı unuttuğu sırada meydana gelen duaların değil, buna benzer duaların kabul edilmesi ümit edilir.


(1)-Bu söz, Mâliki mezhebinin imamı, büyük müctehid ve muhaddis Mâlik b. Enes'e nısbet edilmektedir.


(2)-Irâkî bu hadisin kaynağını bulamadığını, ancak Deylemî’ni el-Firdevsinde Ebû Derdâ dan böyle bir nakil bulunduğunu belirtir; bkz. İhya, 111. cild, Kitâbü Acâibi’l-kalb.



İmam el Gazzali - İtikadda Orta Yol (Klasik yay.)

Devamını Oku »