Kınalızade Ahmed Efendi:Ahlak-ı Ala-i
Bir Osmanlı düşünürünün olaylara yaklaşım tarzını anlamak ve düşünce sitematiğini görmek açısından Kınalızade ve eseri olan Ahlâk-i Alai seçilmiştir. Kınalızade Ali Efendi (1510-1572), Ahlâk-i Alai kitabında, birey, aile ve devleti ahlâktan hareketle açıklamıştır. Adı geçen kitap, insanın bu dünyada nasıl yaşaması gerektiğini, nelerden kaçınması ve nelerin yapılmasının gerekli olduğunu ayrıntılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Ele aldığı sorunları, ahlâkın temel kavramları olan iyi ve kötü bağlamında açıklarken, ahlâk, din ve toplumsal düzenin dayandığı ilkeleri esas almıştır. Ayrıca, sorunları kâinatın bütününde insanın nasıl bir konuma sahip olduğu ve ne türden özellikleriyle diğer varolanlardan ayrıldığı, insan olmayı ne türden nitelikleriyle kazandığını bütünlüklü bir şekilde ortaya koymuştur. Şerif Mardin’e göre Kınalızade, adı geçen kitapta, hilafet makamıyla, Platon’un filozof kral tipini birleştirmeyi denemiştir (Mardin 1998, 224). Sözkonusu sorunları incelerken, büyük ölçüde Nasreddin Tusi ve Devvani’nin (Oktay 2005, 446; Mardin 1998, 224) ahlâk anlayışlarını takip etmiştir.
3.3.3. l. Ahlâkın Tanımı
Ahlâk-i Alai, ameli hikmet (pratik ahlâk) hakkındadır (Kınalızade 1, 27); Ahlâk ilmi, tıbbî ruhanîdir (Kınalızade 1, 36); şeklinde tanımlar veren Kınalıza- de’nin kaygısı, kişinin eylemlerinin hangi temeller üzerine oturduğu ve eylemlerin hangilerinin kötü ve hangilerinin iyi olduğunu belirlemektir. Bu ilmin sözkonusu ettiği amel, her şahsın kendi dairesindeki halleridir. Ev halkından yahut memleket halkından olan kişilerle meydana gelen ilişki ve karışmalarını “il- m-i tedbiri’l menzil” ve “ilm-i siyaset-i Medine” adlı iki ilim anlatır. Ahlâk ilmi tekil, diğer iki ilimse bileşik sorunlar üzerinde yoğunlaşır (Kınalızade 1,91). Kınalızade, ahlâkın hem birey hem de toplum için nasıl bir görev üstlendiğini ortaya koyarak, devletin hangi temeller üzerinde oturduğunu ya da oturması gerektiğini ele almaktadır.
Kınalızade’nin bildirdiğine göre Nasırî Tusî ahlâk ilmini şöyle açıklamıştır- “Bu ilim, insan ruhu nasıl bir huy edinsin ki, ondan meydana gelecek davranışlar güzel ve övülmüş olsun, bunu öğretir. O halde bu ilmin konusu isteğe bağlı olarak iyi ya da kötü işlerin meydana gelmesi bakımından insan ruhudur. Buna göre evvela “İnsan ruhu nedir? Olgunluğa kavuşması neyle mümkündür? Kuvvetleri nelerdir?” bilmek gerekir ki, insanlar bunları tam bir hayır istikametinde kullanarak isteğine kavuşur. Olgunluk derecelerine ve saadet mertebelerine kavuşmaya engel olacak şeyleri de bilmek gerekir ki, bu da fazilete kavuşmak için lüzumludur. Bunu bilmek, çirkin ahlâkı ve pis işleri, davranışları ruhtan temizlemek içindir. Bir temizlemedir. Boşaltmadır. Birincisi ise süslemedir. Yani güzel ahlâk ve işlerle ruhu süslemektir” (akt. Kınalızade 1, 45). Bu tanımda ortaya çıkan değerler, ahlâkın nasıl bir içeriğe sahip olduğu, ne türden amaçlara yöneldiği ve ahlâk araştırmasında nasıl bir yol izleyeceğini göstermektedir.
Ahlâkı, hikmetin bir bölümü olarak tanımlayın Kınalızade, öncelikle hikmetin tanımları üzerinde durmuştur. Hikmetin genel kabul görmüş olduğunu belirttiği tanım şöyledir: Hikmet, haricî varlıkları ilk planda ne halde ise, o hal üzere bilmektir. Kınalızade’ye göre bu tanım, doğruya yakın ve makbul olmakla birlikte, amelin kendine şamil değildir. Bazı filozoflar şöyle tarif etmişlerdir: “Hikmet, insan nefsinde ilim ve amelin meydana gelmesi ve insan nefsinin bu iki yönden kemal mertebesine ulaşmasıdır” (Kınalızade 1, 28). Hoca Nasirî’ye göre hikmet, eşyayı layık ne ise öyle bilmektir; ef’âli ne ise öyle kılmaktır (Kınalızade 1, 28). Kabul edilen bu tanımların farklılıkları nedeniyle Kınalızade kendi hikmet anlayışını ortaya koymuştur.
Kınalızade’ye göre nazarî hikmet üç kısımdır:
1- Hariçte ve zihinde cismanî bir maddeden uzak olan varlıklardır. Cenabı Hak, mücerret akıl ve ruh gibi, cisimden (heyuladan) ve maddeyle birleşmekten uzak olanlar. Bunlardan bahseden ilme, ilahi ilim (ilm-i a’lâ) denir. Zira cismin maddesi sefil ve noksan olduğundan, en yüce konulan içine alan ilme en yüce (ilahi) demek uygundur.
2- Zihinde maddeden uzak, fakat hariçte maddeye muhtaç olan varlıklardır. Küre, üçgen ve dörtgen gibi. Bunların hariçte muayyen maddesi vardır. Bunlarla ilm-i riyazi ya da ilm-i evsat uğraşır. Riyaziye ilmi dört kısımdır: Heyet (yıldızlarla ilgili hesap), hendese (geometri), hesap (cebir) ve Musiki.
3- Zihinde ve hariçte maddeye muhtaç olanlar. Bundan bahseden ilme ilm-i tabii ya da ilm-i esfel denir. Zira tabiat, hareket ve sükûnun başlangıcıdır. İşte bu ilim bundan bahseder. “İm-i efsel” denmesinin sebebi, hariçte ve zihinde eksik olan maddeye muhtaç olmasıdır (Kınalızade 1, 31-32).
Kınalızade’ye göre, hikmetin konulan arasında olan haricî varlıklar iki kısımdır:
1- Varlığında, insanın güç ve iradesinin etkisi olmayanlar. Yer, gök, şahıslar, insan ve hayvan gibi.
2- Varlığı, insanın güç ve iradesine bağlı olanlar. İnsanın ortaya koyduğu fiiller, hareketler ve ameller gibi (Kınalızade 1, 29).
Harici varlıkların ikiye ayrılması gibi, hikmet de iki' ye ayrılır:
1- İnsanın güç ve iradesinden bağımsız varlıklardan bahseder. Buna nazarî hikmet denir. Zira bunu elde etmenin yolu, tetkik ve incelemeye bağlıdır.
2- İnsanın güç ve irademizin de tesiri muhakkak olan ve onlarsız meydana gelmeyen haricî varlıklardan bahseder ki, buna da ameli hikmet denir. Amelin nasıl lığından bahsettiği için, amele nispet ederler (Kınalızade 1, 29). Ameli hikmet, fertlerin fiil ve amellerinden insan nefsinden bahseden ilimdir (Kınalızade 1, 29).
Kınalızade, genel olarak hikmeti ve özel olarak da ameli hikmeti tanımlamış olur.
Hikmetin özellikle de ameli hikmetin amacı, insanın saadetidir. Kınalızade’ye göre amel salih ve makbul olduğunda, insan nefsini hakiki saadete ulaştırır. Fasid ve çirkin olan ameller, insanı ahirette zarara götürür (Kınalızade 1, 29). Ameli hikmetin faydası salt mücerret ilim sevgisi olmayıp, asıl kaygı, ameli mükemmelleştirmek ve davranışları güzelleştirmektir. “İlim ağacı, amel meyvesini vermezse, itibar dairesinin dışında kalır” (Kınalızade 1, 30). Esas kaygı saadet (mutluluk) olduğundan, ahlâk ilminin amacı da insanının saadetinin gerçekleşme yollarını göstermektir.
Kınalızade, nazarî hikmetin de aynı amaç doğrultusunda çalıştığını belirtmiştir. Ona göre nazarî hikmetin faydası, varlıkları ve hakikatleri tanımak, eşyanın mahiyetini ilimle bilmektir. Böylelikle şahıs, dünyada kemal, ahirette hakiki saadete ulaşır. Zira insan zekâsı, bütün haricî varlıkları ve eşyanın mahiyetini doğru yolla ve açık delillerle bilmektedir. İdrak safhasında kesin bir tasdik hasıl olduğunda, Tanrı’nın sıfatları, doğru hükümler, mücerret akıllar, temiz ruhlar, gezegenler, bütün felekler, yürüyen ve sabit kalan yıldızlar, basit unsurlar; maden, nebat ve hayvan sınıflarım içine alan üç terkip, ruh ve cesetten meydana gelen insan hakkında düzenli bir fikre, yakın bir inanca sahip olarak, dünyada olgunlukların zirvesine, ahirette ise doğru inancın temin ettiği hakiki saadete ulaşır (Kınalızade 1, 30).
Ahlâk ilminin amacı olan saadet iki temel üzerine oturtulmuştur:
1 - Sahih bir itikada sahip olmak için Hak ilminin tahsili. Bu, nazarî hikmet vasıtasıyla kazanılır.
2- Güzel ahlâk ve salih ameli elde edip, çirkin huylan atmak suretiyle elde edilendir. Bunu elde etmek de ameli hikmeti tahsil edip, sonra da ilmiyle amel etmek suretiyle mümkün olur (Kınalızade 1, 34-35).
Teorik ahlâkla meydana gelen doğru inanıştan mahrum olanlar, ebedî hüsrandadırlar. Cehalet ve sapıklık karanlığına dalmıştır. Kötülük ve küfürde sürekli olarak duracakların arasına katılmış olur (Kınalıza- de 1,35). Hak itikada sahip olup da adi isteklerin peşinde şeriata aykırı yollarda gitmiş ve çirkin alışkanlıklar kazanmışsa, saadet binasının tamamen yıkılmayacağı kabul edilmiştir (Kınalızade 1, 35). Sahih, itikada sahip olup davranış ve amel bakımından dünya ve ahirette sürekli olarak saadette kalacak olanlardır. “Alim ve ilmiyle amil olanlar (bildiğini tatbik edenler), hiçbir üzüntü ve keder çekmeyip cennet bahçelerine girerler. Bu ne büyük kazançtır” (Kınalızade 1, 35). Görüldüğü gibi, genel olarak hikmetin amacı, evrenin tümü hakkındaki bilgilerden hareketle insanı her iki dünyada da saadete eriştirmektir.
Ahlâkın, sadece kişisel bir durum olmayıp, toplumu da yakından ilgilendirdiğini kabul eden Kınalızade, konuyu üç aşamalı olarak incelemiştir:
İnsanın gücü ve iradenin müdahalesiyle meydana gelen üç şey vardır:
1- Bir başka şahıs mülahaza olunmadığı apaçık olup, tek şahıs olarak bir kişiden meydana gelen fiil Ve amellerdir. Bunlardan bahseden ameli hikmete “ilm-i ahlâk” denir. Zira bu ilimde her şahsın huyundan bahsolunur. Nasıl olmak gerek ki, iyi ve övünülecek bir huya sahip olunup, çirkin ve yerilen bir huydan kaçınılsın? Kişi tenhada ve yalnız bile olsa, kendine hakim, cömert, namuslu olup, hiddetli cimri, namussuz olmamalı. Bu ilim buna benzer huy ve davranışlardan bahseder.
2- Ev halkı ile olan fiil ve amellerden bahseden ilimdir. Buna ilm-i tedbiri’l menzil (aile ahlâkı) denir. Kişilerin ev halkı, ailesi, çocukları, hizmetçileri ve çalıştırdıklarıyla ilişkilerini ve bu ilişkilerden doğan intizamların yarattığı olumlu sonuçlan konu edinir.
3- Bütün şehir halkı ve bütün diyarın karışması itibariyle meydana gelen tavır, davranış ve fiillerdir ki, bundan bahseden ilme “ilm-i tedbiri’l- Medine ’ (devlet ahlâkı) denir (Kınalızade 1, 32-33).
Buraya kadar söylenenlerin, ulema tarafından genellikle kabul edildiğini belirten Kınalızade, kendisi de bu görüşleri paylaşmaktadır.
Kınalızade’ye göre insan nevinden sadır olan salih ameller, bir temel noktadan ve bunu gerektiren bir sebepten doğduklarından, ya tabii ya da vaz’idir. Herhangi bir kişinin bir işi kendiliğinden yapması durumunda, anlayış ve tecrübe sahipleri, feraset ve akıl sahiplerinin bu husustaki tutumlarını örnek almalıdır. Vaz’i durum, bir topluluğun ittifakı olur ki, ona âdet-resum (Örf- töre) derler. Bu ya nebi gibi ilahi inayetle kuvvet bulmuş bir şahsın ortaya koymasıyla, ya da veli ve imamlar vasıtasıyla olur. Bu kısma “Nevmis-i İlahi” derler (Kınalızade 1, 33).
Kınalızade Nasirî’nin bu görüşlerini üç kısımda ele almıştır:
1 - Her şahsı ayrı ayrı ilgilendiren konuya ahkâm-ı ibadat (ibadetle ilgili hükümler) denir.
2- Ev sahiplerini ilgilendiren konular. Ortaklıkları ve ilişkileri cihetinden dolayı buna “münekehat ve muamelat” derler.
3- Memleketler, beldeler ve kulların çoğunun ortak davranışları ile ilişkileri itibariyle meydana çıkan konular. Buna da “hududu siyaset” derler. Bu ilimlere şeriat ehli “ilm-i fıkıh” demişlerdir. Çünkü bu tarz amellerin temelini bir vaz’i (ortaya koyan) vazetmiştir (Kınalızade 1, 33-34).
Böylelikle Kınalızade, hem ahlâk ilminin temellerine, hem de ahlâkın toplum içinde hangi aşamalarda gerçekleştiğine işaret etmiştir.
Kınalızade, evren tasavvurunda temel değerlerden hareketle hikmet ve onun bölümlerinden biri olan ahlâkı ele almaktadır. İslam’ın temel değerleri, insanın ölüm sonrasında, eylemleri nedeniyle yargılanacağını belirtmektedir. Sözkonusu yargı sonucu, ceza ya da ödülün gerçekleşeceğine inanç, insanın bu dünyadaki eylemlerini iyileştirmenin yollarının aranmasına neden olmuştur. Bu inanç, tüm zihinsel faaliyetlerin yani ilimlerin amaçlarını da belirlediği gibi, ilimlerin yapı ve yöntemlerini belirlemiştir. Dolayısıyla, ahlâk ilimi de bu amaç çerçevesinde değerlendirilmiştir. Görülen o ki, ahlâk, dinin bir bölümü olarak ele alınmaktadır. Salt iyi olmak ve eylemi başka bir şey için değil de kendisi için yapmak anlayışının, İslam düşüncesinde görülmediği söylenebilir.
3.3.3 2. İnsanın Varlık Alemindeki Konumu
Kınalızade ahlâkı temellendirmek için insanın temel dayanaklarından biri olan varlık dünyasını da ele almıştır. İnsanı, âlemdeki varlıkların en mükemmeli ve en şereflisi olarak kabul eden (Kınalızade 1, 64) Kınalızade, varlık tabakalarının yapılarını ve insanın bu tabakalarla ilişkisini belirlemeyi öncelikli konular arasında görmüştür. Kınalızade’ye göre tabii cisimler, hem cisim olmak noktasında hem de mertebeleri açılarından eşittirler. Yani, rütbe ve fazilette, bir cismin diğer bir cisme üstünlüğü yoktur. Cisimleri meydana getiren dört unsurun arasında bir değer farkı yoktur. Ancak onların bileşimlerinden oluşan unsurlar da, normale yakın olanlar diğerlerinden üstün kabul edilirler. Bileşiklerde tam olgunluk mümkün değilse de olgunluğa ne kadar yakın olurlarsa, o kadar yüksek ve şerefli olurlar. Olgunluğa yakın olanlar, bu nedenden kendilerinden daha aşağı olanlardan üstün sayılırlar (Kınalızade 1, 65).
Bileşik cisimler arasında bir hiyerarşinin olduğu görülmektedir. Unsur sayılan cisimler, basit ve bileşik olmak üzere iki kısımdır. Basitler dört tanedir: Ateş, hava, su, toprak. Bileşik olanlar iki kısma ayrılırlar. Bileşenlerini uzun süre koruyanlar ve koruyamayanlar olarak ayrılırlar. Kar, bulut gibi unsurlar, bileşenlerin birarada uzun süre tutamazlar. Bileşenlerin uzun süre tutan ya da “tam olan mürekkepler” üç kısımdır. Maden, nebat, hayvan (Kınalızade 1, 65-66). Tam olanlar arasında da bir hiyerarşi vardır. Kınalızade, en alttan başlayarak maden, nebat, hayvan, insan olarak cisimlerin fazilet mertebelerine göre dizmiştir. Bunlardan her cinsin kendi nevilerinde dahi aralarında farklı üstünlükler vardır.
Her cinsin üstün olan nevileri, üst cinsin alt nevilerine yakın olurlar. Örneğin, maden kabul edilen mercan, büyüyüp gelişme nitelikleri gösterdiğinden, bitkiler alemine yakındır. Hurma ağacı, cins ayrımı nedeniyle hayvanlar alemine yakındır. Nebat aleminin nihayeti, hayvan aleminin başıdır. Hayvanların en aşağı derecesi olan isfencat (deniz anası). Bunun üstünde olanlar doğuranlardır. Bit ve pire gibi hayvanlar süratle hareket ederler. Bunların nebatlardan üstünlüğü, his ve hareket sahibi olmaları ve gıdalarını aramalarıdır. Bunların üstündeki hayvanların, zarardan sakınmak için gazap kuvvetleri vardır. Her bir hayvanın kendini korumak için silahlan vardır. Arının peteğini altıgen yapması önemli örneklerden biridir. Bu yeteneklerin her biri Allah tarafından verilmiştir (Kınalızade 1, 66-69).
Hayvanların en mükemmeli ve yükseği, insanlar alemine en yakını at, fil, maymun ve papağandır. Fil ve maymunun zekâsı bellidir. İnsan nevinin en alt katmanını, kutuplarda ve bazı ormanlarda yaşayanlar oluştururlar. Bunların geri kalış nedenleri yaşadıkları coğrafyadır. Bu mertebeden sonraki farklılıklar, kemal ve fazilet elde etmek için çalışılıp kazanıldıktan sonra ortaya çıkarlar (Kınalızade 1, 69-70). Varlık tabakalarının hiyerarşik yapısı, insanın evrendeki konumunu ortaya koymaktadır.
Aşağıda görüleceği gibi, insanın meleklerden üstün olup olmadığını da tartışarak, insanın evrendeki konumunu netleştirmeye çalışmıştır. İnsanın varlık dünyasıyla ilişkisi ruh aracılığıyla devam etmiştir. Özellikle canlılar aleminin ortak özelliklerinin neler olduğu ve insanın diğer canlı tabakalardan nasıl ayrıldığını, ruh bağlamında ele almıştır.
3.3.3.3. Ahlâkın İnsan Yetenekleriyle İlişkisi
Kınalızade’ye göre ahlâk, ruhun özellikleri çerçevesinde gerçekleşmektedir. Ruhu tanımak ve onun açık ve gizli kuvvetlerinin neler olduğunu belirlemek gerektiğinden hareketle, kemal ve noksan, saadet ve şevket gibi terimlere bağlı olarak sorunu üç makam çerçevesinde incelemiştir: İlk makam, nefsi natıka olarak bilinen insan nefsidir. Filozofların nefs-i natıka dediklerine, din lisanında “ruh” derler. “Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsra/85). Hakiki mutasavvıflar ve değerli imamlar, ruhun hakikati hakkında konuşmaktan çekinmişlerdir (Kınalızade 1, 45-46).
Öğrenciler için ruh şöyle tarif edilmiştir: İnsan ruhu, cisimden gayri ve cismanîlik dışında bir cevheri basittir. Bizzat mahkulatı idrak ve bedeni mahsusta âletler ve kuvvetler sebebiyle tedbir ve tasarruf eder (Kınalızade 1, 46).
Bu tarif altı açıdan açıklanmıştır:
1- Ruhun varlığının ispatı.
2- Ruhun cevher olmasının beyanı.
3- Basit nefs olduğunu açıklamak.
4- Ruhun cisim ve cismanî olmadığını beyan.
5- Ruhun bizzat idrak edici âletlerle tasarruf ettiğini belirtmek.
6- Ruhun duyularla hissedilemeyeceğini aydınlatmak (Kınalızade 1, 46- 50).
İkinci makam, ruhun bedene göre durumudur. Bedenin bölümleri, birbirine zıt unsurlardan oluşturulmuştur. Tanrı, muhtelif şeyleri toplayarak, zıt şeyleri düzenleyerek, bedeni farklı unsurlardan oluşturmuştur. Ona (insana) hayvan nefsi verdi ve onu huya bağlı hararetle şereflendirdi. Ruhun kemali elde etmesi için düzenli âletler verdi ve saadet yollarını kat etmesi için onları birleştirmiştir. Birleşiklerden oluşan bedenin ebedî ve sürekli yaşaması mümkün değildir. Bedenin ölüp çürümesinden ruha zarar gelmez (Kınalızade 1,51- 52). Ruh mücerrettir. Mücerrete bekâ kubbesinden başka elbise olmaz. (Kınalı- zade 1, 52). Üçüncü makam, insan ruhunun kuvvetlerini beyan ve sair hayvanların kuvvetlerinden ayırt etmeyi açıklamak hakkındadır (Kınalızade 1, 52).
Yunan düşüncesinden gelen görüşe bağlı olarak filozoflar ruhu:
1- Nebatî ruh.
2- Hayvani ruh.
3- İnsanî ruh (Kınalızade 1, 52) şeklinde bölümlemişlerdir.
Nebatî ruh, çoğalma ve büyüme kabiliyeti olan her şeyde vardır. Beslenme, büyüme ve gelişme özelliklerine sahiptir (Kınalızade 1, 53-54). Hayvanî ruh, her hayvanda nâtık ve gayr, natık vardır (Kınaızade 1, 54). insan turunç mahsus olan ruh nisan. diğer hayvan türlerinden ayırır. Hayvan ve nebatlarda bulunmayan, akl sahibi olmak, konuşmak ve gülmek gibi özellikler, insan ruhuna mahsustur (Kınalızade 1, 54). Kınalızade, ilkin ruhu tanımlamış, sonra bedenin özelliklerini belirtmiş ve son olarak da ruhun canlılar tabakası arasında ne türden özellikler gösterdiğine işaret etmiştir.
Kınalızade, ahlâkî eylemlerin insan ruhunun hangi kuvvetlerine bağlı olarak gerçekleştiğini anlatmak için, her ruh türünün kendine özel kuvvetlerini tanımlamıştır:
Nebatî ruhların dört kuvveti şunlardır:
1- Beslenme kuvveti.
2- Büyüme kuvveti.
3- Üreme kuvveti.
4- Şekil veren kuvvet. Bunlardan ilk ikisi, şahsın bekâsı için lazımdır. Üçüncü ve dördüncü kuvvetler şahsın bekâsı için lazım değildir. Bu kuvvetlere, hizmet edilen kuvvetler denir. Bunlardan her birine, çekici, tutucu, hazmettirici ve atıcı olmak üzere dört kuvvet daha hizmet eder (Kına- lızade 1, 54-55).
Hayvanî ruhların kuvvetleri ikidir:
1- Kuvvetî müdrike (kavrayan kuvvet).
2- Kuvveti muharrike (hareket ettiren kuvvet) (Kınalızade 1, 58).
Kuvvet-i müdrike iki kısımdır:
1- Zahirî hisler (dış duyular)
2- Bâtîni hisler (iç duyular). Böylelikle müdrike iki sınıftan oluşur. Birinci sınıf, beş duyumdan oluşan dış duyumlardır (Kınalızade 1, 58-59).
İkinci sınıf olan bâtınî hisler de beş adettir:
1 - Hiss-i müşterek (müşterek duygu): Dimağın başlangıcına konulmuş bir kuvvettir. Zahirî beş duyu ile idrak olunan güzel suretler onda toplanır. Ruh bu nedenle idrak eder. Hekimler bunu, beş ırmağın döküldüğü havuza benzetirler.
2- Hayal: Müşterek histe toplanıp idrak olunan suretler, idrak olunan diğer şeyler duyulardan kaybolduktan sonra bu kuvveti hıfzeder. Hatırlamayla ilgilidir.
3- Kuvvet-i vahime: Hissedilen şeylerden olmayan lâkin hissedilen şeylerden alınmış ve hissedilen şeylere müteallik olan cüzi manaları idrak eder. Örneğin düşmanlık ve dostluk gibi.
4- Kuvvet-i hafıza: Kuvveti vehimenin idrak ettiği şeyleri koruyan kuvvettir. Nitekim, hayal kuvveti de hissi müşterekin idrak ettiği şeyleri muhafaza eder.
5- Kuvvet-i mutesarrife: Hissedilen suretler ve cuz’i manalar arasında tasarruf ve tedbir edip terkip ve tahlil eder. Yani bir sureti diğerine bitiştirir, birini diğerinden ayırır. Yakuttan bir dağ örneğinde olduğu gibi. (Kınalıza- de 1, 59-60).
Kuvveti muharrike de iki türlüdür:
1- Şehvet kuvveti: Bu kuvvet sebebiyle ruh kendine uygun gelen istekleri çeker ve elde eder. O halde ruhun bir şeyi çekme hareketine başlangıç bu kuvvettir. Bunun için hareket ettirici kuvvet derler.
2- Gazap kuvveti: Bu kuvvet sebebiyle insan kendine uygun düşmeyen, çirkin ve menfur şeyleri defeder, uzaklaştırır. (Kınalızade 1, 61). Muharrike kuvveti, müdrike kuvvetine muhtaçtır (Kınalızade 1,61).
İnsan ruhuna, mahsus iki kuvvet vardır ve bu iki kuvvet nedeniyle insan hayvanlardan ayrılır:
1- Kuvvet-i âlime (bilme ve öğrenme kuvveti).
2-Kuvvet-i amile (yapma-icra kuvveti).
Kuvvet-i âlime iki kısımdır,
a- Teorik yönün den alim olan kuvvet,
b- Pratik ahlâk yönünden âlim olan kuvvet.
Nazarî ahlâk yönünden âlim olan kuvvetin eseri ve yaptığı iş, akılla bilinen şeylerin varlık ve bölümlerini idrak etmektir. Pratik ahlâk yönünden âlim olan kuvvetin eseri ve yaptığı iş ise, güzel ahlâkı kötü işlerden ayırt edip hangi işleri yapmanın olgunluk ve saadet sebebi, hangi işleri yapmanın da noksanlık ve isyan sebebi olduğunu idrak etmektir.
Birincisine, “akl-i ilmi”,
İkincisine ise “aklî ameli derler.
Yapma ve Hareket Kuvveti (Kuvveti amile): Beden, aza ve organlarının harekete geçmesine ve bir şeyin iş halinde dışarıya çıkmasına sebep olur, işini yaparken ilk kuvvete (bilme öğrenme) ihtiyaç duyar. Bu kuvvete mecazî anlamda akıl denebilir. Söylenilen kuvvetlerin içinde bazıları, eserleri onlardan şuur, fikir yürütmek, seçmek ve istemekle meydana gelir. İnsanın olgunluğa ulaşması ve saadete ermesi bunlarla gerçekleşir (Kınalızade 1, 62- 63). Seçmek, dilemek ve fikir yürütmekle eserleri meydana gelen kuvvetler dörttür. İkisi hayvani kuvvetten, müdrike ve muharrikten kaynaklanır. İkisi de İnsanî kuvvetten, âlime ve amile kuvvetlerden kaynaklanırlar (Kınalızade 1, 64).
Böylelikle, insan eylemlerinde hem hayvanî özellikler hem de İnsanî özelliklerin etkili olduğu gösterilmiş olur. İnsan hayvanî özelliklere sahip olmakla birlikte, Tanrı’ya en yakın noktalara ulaşabilme yeteneklerine de sahiptir.
İnsanlar arasındaki farklılıkların ve üstünlüklerin, anlayış gücü, yetenekler ve selim akıldan kaynaklandığını belirten Kınalızade’ye göre, selim akılla yapılan ameller, ilmin inceliklerine, fennin hakikatine nüfus etmeyi sağlar Dahası bu akılla gidilen süreç, velilik mertebesine kadar ulaşarak, Tanrı’ya yakın bir noktaya varılabilir. Sözkonusu süreci gerçekleştirmek için, öncelikle dünyevî arzulan terbiye etmeleri gerekir (Kınalızade 1, 70). İnsanın Tanrı’ya en yakın olma imkanına sahip olduğunu düşünen şeyhler ve ariflere göre, insaniyet makamı, melekler makamından daha yücedir. İlahiyatçı, felsefeci ve kelâmcılara göre insanlık mertebesi, melekler mertebesinin altında yer alır. İnsanların en üstün mertebeye ulaşanlar, melekler mertebesinin en altında yer alırlar (Kınalızade 1, 71). Bu belirlenimlere göre, insanın kâinattaki mertebeler arasında yeri ortadır (Kınalızade 1, 73).
Ruh ve bedenden oluşan insan, hem meleklere hem de insana ilişkin yetenekler taşımaktadır. İnsan, melek yönü geliştirilip, hayvaniyetten üstün hale getirildiğinde, melekten ve salt mücerretten daha üstün olur. Hayvan yanını geliştiren insanlar, hayvanlardan daha aşağı bir hale gelirler (Kınalızade 1, 73). İnsanın meleklerden üstünlüğü Adem’in ilmine bağlanmış, şehvanî yanı hayvanlarla ortak görülmüştür (Kınalızade 1, 77). İnsanın durumu kendi yeteneklerini nasıl kullandığıyla yakından ilgilidir. Hayvanlar kendi doğal ortamlarında ihtiyaçlarını doğal unsurlarla giderirken, insan, bütün ihtiyaçlarını, düşünerek, üretmek zorundadır (Kınalızade 1, 73-74).
Hayvanların tersine insan, olgunluk ve şerefi, hayır ve saadeti, düşünce ve çalışma yoluyla kazanmak durumundadır. Aklını iyi yolda kullanır, saadet yolunu tercih eder, doğru yola (sırat-ı müstakim) girerse, marifet ve fazilet cihetine koşarsa, güzel ahlâkı elde edip, iyi hareketin zirvesine tırmanırsa olgunluk düşüncesi gerçekleşir ve Tanrı’ya yakın olan yüksek zümre arasına katılır. Eğer huyunun dizginini heva ve hevese verirse, ilk mertebedeki hayvaniyette kalır. Günden güne alçalarak en aşağıya yuvarlanır (Kınalızade 1, 74).
İnsan, birtakım vasıflarda ve işlerde hayvanlarla hatta bitkilerle ve cansız varlıklarla ortaktır. İnsanda kendine mahsus bir özellik vardır ki, o özellikte hayvanlardan bir fert, bitki ve cansız varlıklardan bir şey ona ortak değildir. İnsanı bütün diğerlerinden ayıran şey nutuktur (Kınalızade 1, 75-76). Nutuktan kasıt, akılla bilinen şeyleri anlamak, kuvvete ve fikir yürütüp tedbir düşünmeye iktidarı olmak, güzel ahlâk ve işleri, kötü ve çirkin olanlardan ayırt etmeye güç sahibi olmaktır. Bu özellik insanda, Tanrı’yı tanıyıp, kemal sıfatlarını kavramaya, varlık silsilesinde olan mücerret akılları, temiz ruhları, gezegenleri, yıldızlan, tek ve birleşik unsurları, ufuklar ve ruhlarda derç edilmiş apaçık ayetleri ve parlak delilleri bilmeye vesile olur. Nazarî kuvvetle bu kısımları tahsil eder. Ameli kuvvet cihetinden razı olunmuş ahlâk ve övülmüş işleri, çirkin ahlâk ve pis işlerden fark edip, saadeti kazanmak ve fazileti elde etmek için Allah’ın verdiği “nutk” hassasını kullanır (Kınalızade 1, 76). Kınalızade, insanın varlık dünyasındaki yerini ve canlılar özellikle de hayvanlarla ortaklıklarını ve farklılıklarını belirttikten sonra, ahlâkın nasıl mümkün olduğunu ele almıştır.
3.3.3.4. Ahlakî ve Ahlakî Olmayan Eylemler
Ahlâkın insanın doğasında olan özelliklerle ilişkili olduğuna işaret eden Kı- nalızade, huy teriminden hareketle insanın ne türden özelliklere sahip olduğunu açıklamıştır. Temel kaygı, insanın ahlâklı olabilmesi için, insan doğasında engelleyici ve destekleyici unsurları sergilemektir. İslam düşüncesinin temel sorunlarından biri olan kader sorununu huy terimi çerçevesinde ele alıp inceleyerek, huyun özellikleriyle eylemler arasındaki bağlantıyı çeşitli açılardan tartışmıştır. Temel sorun huyun değişip değişmemesidir. Çünkü huy değişirse ahlâk öğretilebilir olmaktadır.
Kınalızade’ye göre, ahlâk ilmi çeşitli konulardan oluşmuştur:
Sözkonusu ilmin en önemli uğraşı alanı huyun (hulk) nasıl bir yapıya sahip olduğunun açıklanmasıdır. Huyun kısımları, fazilet ve rezilliklerin cinslerinin ne olduklarını ortaya koyar. Hulk* (huy), bir melekedir ki, onun sebebiyle nefisten fiiller kolaylıkla meydana gelirler ve fiillerin oluşmasında fikir ve düşünceye ihtiyaç duyulmaz (Kınalızade 1,91). İnsanın olumsuz özelliklerinin temel dayanağı olan bu fiilleri tanımak için fiillerle huy arasındaki ilişkinin açıklanması gerekir.
Öncelikli sorun huyun değişip değinmemesidir.
Kınalızade'nin belirttiğine göre, bu konuda esas olarak iki görüş vardır:
1- Değişmez diyenler.
2- Huyu iki kısma ayırıp bir yanın değişebilir diğer yanın değişmez olduğunu ileri sürenler.
Kınalızade, huyun değiştiğini kabul ettiğinden, ahlâkın değişmesini kabul etmektedir. Bilginler ve filozofların çoğuna göre huy, tabii değil, haricî sebeplerden hasıl olduğunu kabul ettiklerinden, huyun değişkenliği ve ona bağlı olarak da ahlakın değişmesi yargısı doğrudur. Ayrıca Peygamberlerin insanları din üzerine davetleri ve tarikat şeyhleri ile bilginlerin terbiye çalışmaları da değişkenliği esas almaktadır (Kınalızade 1, 36-37).
Öne çıkardığı argüman oldukça önemlidir. Çünkü, huyun değişmemesi kabul olduğunda, dinin temel değerleri zarar görecektir ve iyi ya da kötü insanın bütün eylemleri meşru hale gelecektir. Huyun değişme sorunu, en önemli problemlerden biri olan insanın doğuştan iyi olup olmadığı sorusunu öne çıkarmaktadır.
Bu konuda üç görüş ortaya çıkmıştır.
1-Yaratılıştan iyi olduğunu kabul edenler,
2-Yaratılıştan iyi fakat şer unsurları da içinde barındırdığı görüşünü savunanlar,
3-Filozofların çoğunluğunun görüşü ise, ne iyi ne kötü olduğudur (Kınalızade 1, 37-38).
Kınalızade’ye göre, eski İslam ahlâkçılarının çoğu, araştırmacılarının hepsi, “her huyun değişmesi mümkündür” görüşündedirler. Kınalızade de bu görüşü paylaşır. Temel argümanı, peygamberin huyları değiştirmeyi esas alan görevleridir ve peygamberler ilk terbiye edicilerdir. İkinci terbiyeciler, selim akıl sahibi olanlardır (Kınalızade 1, 41-42). İnsanın temel niteliklerinden biri kabul edilen huy ve insan eylemleriyle doğrudan ilişkili olan ahlâk arasındaki bağlantı, ahlâkın nasıl bir temele oturtulmak istendiğini göstermektedir.
Huyu, nefsin sabit bir melekesi kabul eden Kınalızade’ye göre, nefsin keyfiyeti iki kısımdır:
1 - Utanmak ve gülmek gibi geçici sürelerde beliren durumlar için kullanılan hal.
2-Kişiliğe yerleşmiş, yavaş kaybolan cesaret ve cömertlik gibi özellikler anlamında meleke. (Kınalızade 1,91 -92).
Melekenin gelip geçici olmayan ve kişinin temel nitelikleri arasında sayılan unsurlar için kullanılması, ahlâkî eylemler açısından önemlidir. Çünkü melekedeki süreklilik gibi ahlâkî eylemlerin tanımlarında da süreklilik esastır (Kınalızade 1, 92).
Ahlâk ile huy arasındaki köklü bağlar nedeniyle Kınalızade, huyun neden olduğu eylem türlerini şöyle sıralamıştır:
1- Cömertlik, cesurluk ve yumuşaklık (hilm) gibi, fazilet ve iyi huy olarak kabul edilen unsurlar.
2- Korkaklık, hafiflik gibi eylemlere neden olan şekli, rezillik ve çirkinlik olarak adlandırılır.
3- Fazilet ve rezillik olarak nitelenmeyecek unsurlar (Kınalızade 1, 92-93). îlk iki eylem türünün adlandırılmaları ve içerikleri, ahlâki eylemleri belirlemektedirler.
İnsan ruhunda bulunan müdrike ile muharrike kuvvetleri, fazileti tanımlamak için kullanılmışlardır. Müdrike, aklî idrakleri meydana getirmekte ve nazarî ve amali olmak üzere iki alt dala bölünmektedir. Muharrike, beden hareketlerinin oluşmasını sağlar ve istekleri harekete geçiren kuvvet ile “kuvvet-i muhar- rike-i seb’i belirleyici unsurlardır (Kınalızade 1, 93). Kınalızade’ye göre, bu dört kuvvet aracılığıyla meydana gelen eylemler, sahih, akla uygun ve güzel bir vecih üzere bir itidal sınırında oluşmuşsa, fazilettir. İtidalden çıkarak ifrat ve tefrite yönelen eylemler rezillik olarak tanımlanmışlardır (Kınalızade 1, 94).
Fazilet, dört huy tipinde kendini gösterir:
1- Hikmet, nazari kuvvet güzel huyla bezenmiş ve itidal üzere işler meydana getirmektir.
2- Adalet, amali kuvvetin itidalli eylemde bulunmasıdır.
3- İffet.
4- Şecaat, istekleri harekete geçiren kuvvet, güzel ahlâk ile süslenip terbiye edilmesi ve mutedil işlerin gerçekleştirilmesidir (Kınalızade 1, 94).
Bu dört faziletin ifrat ve tefriti de rezillik olarak tanımlanırlar. Kınalızade, ahlâksızlığın kaynağı olan rezillikleri, faziletlerin zıttı olarak tanımlayıp sınıflandırmıştır. Hikmetin zıddı, cahilliktir; şecaatin zıddı, korkaklıktır; iffetin zıttı, iffetsizliktir; adaletin zıddı, zulümdür (Kınalızade 1, 123). Ona göre faziletlerde itidali kaybedip ifrat ve tefrite gidildiğinde kötülükler ortaya çıkmaktadır. Rezilliklerin (kötülüklerin) çokluğunu doğru çizgi tanımından hareket ederek açıklamıştır. Buna göre, nasıl iki nokta arasındaki en kısa çizgi doğru olarak kabul edildiği gibi, hak yol hak din birdir ve doğru olan odur. Delalet çeşitleri, iki nokta arasındaki sayısız yollar gibi sayısızdır (Kınalızade 1, 123-124).
Adaletin zıddı olan zulüm, bir kimsenin hakkına tecavüz etmek, ırzına, mal ve nefsine zarar vermektir. Tefriti ınzılam, bir kimsenin kendisi hakkında vaki olan her çeşit zulme boyun eğip onu kabul etmesi suretiyle nefsine reziletin bulaşması, himmet ve gayretinin azalması, sefalete razı olmasıdır. Ahlâk üzerine düşünen ulema, adaletin ifrat ve tefritini “cevr” (eziyet) olarak tanımlamışlar ve boyun eğenlerin de eziyet (cevr) altında olduklarını kabul etmişlerdir. Allah’ın emirlerine uymayarak her şeyi yapanlar, hem kendi nefislerine hem de başkalarına zulmetmiş sayılırlar (Kınalızade 1,. 126).
Kınalızade, fazilet ve rezillikleri tanımlama yanında, fazilete benzeyen rezillikleri de açıklamıştır (Kınalızade 1,129). Hikmet faziletine benzeyen rezillik örneği olarak, tam yetkili ve yeterince bilgi sahibi olmadan, bazı kişileri yüceltenleri vermiştir. Olumsuz izlenim yaratıp yayanlar, cahil ve rezillik hastasıdırlar (Kınalızade 1, 130). İffet faziletinin benzeri olarak, ihlas sahiplerinin kıyafetine bürünüp çirkin amellerle zahitlerin mertebelerinde görünmek isteyenler verilmiştir. Sahip olmadıkları şeye, sahipmiş gibi gözükenler bu öbeği oluştururlar (Kınalızade 1,131). Sefa faziletinin benzeri, zenginmiş gibi görünüp mirasları tüketenler ve kötü yerlerde sefil işlerle meşgul olanlardır (Kınalızade 1, 131).
Şecaat faziletinin benzeri, mal biriktirmek, zengin olmak ve makam sahibi olmak için çalışanlardır (Kınalızade 1,132). Kınalı zade’nin yaptığı bu ayrım, her faziletli görünen kişinin, gerçekte öyle olmadıklarına dikkat çekmektedir.
Kınalızade, iffetin nevilerinden olan hürriyeti şöyle açıklamıştır:
Hürriyet, nefsin güzel bir yoldan kazanılmış olan mal ve mülkü iyi yollarda sarfetmeye kadir olup, pis yollardan kazanıp kötü yallarda harcamaktan kaçınmaktır. Buna güç yetiren insan hürriyete sahiptir. Bunun aksi olan, yani nefsini heva ve hevesinin peşine takıp, bunları gerçek hayra kullanmaya kadir olamadığı için gerçek hürriyetine de sahip olamaz (Kınalızade 1, 108).
Kınalızade’ye göre adalet, en şerefli fazilet ve en büyük haslettir. Zira adalet, eşitlikten ibarettir. Eşitlik de beraberliktir (Kınalızade 1, 135). Bununla birlikte insanlar, ilahi takdirin eseri olarak zenginlik ve fakirlikte eşit değillerdir. Şayet bütün insanlar zengin ya da fakir olsalardı, birbirlerine yardım etmezlerdi (Kınalızade 2, 131). Ayrıca toplum, beden organlarındaki hiyerarşi gibi, idare edenler ve edilenler olarak ikiye ayrılır (Kınalızade 2, 136). Bununla birlikte, ahirette hükümdar ile uşak arasında fark yoktur (Kınalızade 2, 215). Bir bakıma Kınalızade, toplumsal yapıda içkin olan eşitsizliği adaletle gidermek kaygısı gütmektedir. Hakikatte bir şeyin diğer bir şeyle sayı ve özellikte yahut da bir başka sıfatla birlikte olmasıdır. O halde eşitliğin temeli birliktir. Birlik ise sıfatların en şereflisi, hallerin en mükemmelidir. Zira birlik, birliğin aslına dönüp Allah’a bağlanmak ve yakınlıktır.
Alemdeki çokluk arasında hasıl olan her birlik, hakiki birliğin bir nur ve gölgesidir. Nispetler içinde bile müsavat nispetinden daha şereflisi yoktur. Bunun için de adalet faziletinden daha üstün bir haslet yoktur (Kınalızade 1, 135). Herhangi bir konuda adalet, ifrat ve tefrite kaçmadan, orta yolu izlemektir.
Kınalızade, adaletin öncelikli olduğu üç alanı şöyle sıralamıştır:
1- Malların taksimi. Hakların korunması için mal taksiminin eşit yapılması.
2- Muamelatda adalet. Alışveriş, icare ve rehin gibi konular.
3- Tedibata müteallik hususlarda adalet. Hadler, siyasetler, kısaslar. Bunların her birinde tenasübe riayet olunca, adalet hasıl olur. Bir kimsenin hakkını çiğneyerek zulüm yapana misliyle muamele gerekir. Adalette vasat derecesi fazilet olup, icrasında hiçbir tarafa meyletmeden vasatı korumak gerekir. Buna Allah’ın terazisi derler. Her işte akıl yoluyla bir mertebeye ulaşmak mümkün olmadığından, Allah kullarına bir mizan inzal buyurdu. Bu ilahi yoldur. Bu mizan en mükemmel ölçüdür. Bundan sonra ikinci mizan sözü geçerli olan hakimdir (Kınalızade 1, 136).
Adaletin korunması için toplumda bulunması gereken üç şey:
1- Namus-u Rabbani
2- Hâkim-i İnsani.
3-Dinar-i Nizami.
Bu üç maddeye Yunan filozofları namus (nomos) demişlerdir. Filozoflara göre namus, ilk ve en yüce olarak şer’i ilahidir. İkincisi, otoriter hükümdar ve adaletli hakimin fermanıdır. Üçüncü namus, paradır. Para ikinci namusun yani adaletli hakimin fermanıdır. İkinci namusun hidayete ermesi için birinciye uyması gerekir. Bu konuyla ilgili ayet: “İnsanların adaleti ayakta tutmaları için, beraberlerinde de Kitab’ı ve mizanı indir- dik”(Hadid /25). Bu ayet adaleti tahakkuk ettirecek otoriter devlet başkanına işaret eder. Namus-u evvele yani şer’i ilahiye uymayanlar, kâfir ve münafıktır. Namus-u saniye yani adaletli devlet başkanı ile hakime itaatkâr olmayanlar isyan kardır. Namus-u salise itaatkar olmayanlar hain ve hırsızdır (Kınalızade 1, 138).
Adalet, evvela şahsın zatına, sıfatına, kuvvet ve uzuvlarına taalluk eder. İkinci olarak ehline (çoluk çocuk, aile) kendi mahiyetinde bulunanlara, ortaklarına, akrabalarına, gözetimi altında bulunanlara taalluk eder (Kınalızade1, 139).
Kınalızade’ye göre, insanın fazilet ve saadeti kazanması için takip edilmesi gereken yol doğadır. Ona göre insanı kemale ulaştıran iki yol, doğa ve sanattır. (Kınalızade 1, 150). Doğada her şey, kendi içkin nedenleri çerçevesinde gerçekleşir ve çocuğun olması örneğinde olduğu gibi, onlarda sanatın etkisi olmaz. Ancak ağaçtan sandalye yapmak sanat işidir. Sandalyenin gerçekleşmesi zanaatkâr vasıtasıyla olur. Dolayısıyla doğa sanattan öncedir ve sanat doğaya bağlı işler (Kınalızade 1, 151). Sanat tabiat ilişkisi ahlâk alanında da geçerlidir.
Kınalızade’ye göre ahlâkı güzelleştirmek ve fazilet kazanmak sanat işi olmakla birlikte üstat ve muallim olan tabiata da uymak gerekir (Kınalızade 1, 151). Bu ilişki, bebeğin beslenerek aşamalı büyümesi ve her aşamada yeni değerleri öğrenerek onlara göre davranmasıyla açıklanmıştır.Bedenin büyümesi doğanın bir yapısı olarak görülürken, kazandığı değerler sanat ile açıklanmıştır. İnsanda bulunan doğal kuvvetlerle kültürel değerler arasında sürekli bir ilişki vardır. Düşünce açısından önemli aşamalardan biri, hayvan ve bitkiler ile insanın farklı olduğunun bilincine varılmasıdır. İlk akıl etme seviyesi budur. Bundan öncekiler akıl etmek değil ihsasdır.
Bireyin en son kazandığı akıl etme yeteneğiyle, insana tabiattan sadır olan kemale ermeyle son bulur. Bundan sonra sıra tedbir ve sanat sebebiyle olan kemale ulaşmaya gelmiştir. Fazilet isteyen kimsenin, sanatla yöneldiği kemale ulaşmak hususunda tabiata uyması lazımdır (Kınalızade 1, 151-153). Hiçbir insan iyiyi, doğruyu ve ahlâk güzelliğini elde etmek için çalışmanın dışında kalamaz. İnsanlar farklı yeteneklere sahip oldukları için, herkesin kendi kabiliyetine göre ahlâk yönünde çalışması gerekir az ya da çok zaman içinde hedeflerine ulaşırlar (Kınalızade 1, 154).
Ahlâkı güzelleştirmede en önemli vasıta ahlâk ilmidir. Bu ilme tıbb-i ruhanî de denir. Ahlâk ilmi, insan ruhundaki mevcut faziletleri bâki kılmak, elde edilmemiş faziletleri kazanmak için çalışır (Kınalızade 1, 154-156).
Ruhunda sıhhat isteyen kişi, ruhun şu üç kuvvetine bakmalıdır:
1 - Şehvet kuvvetinin fazileti olan iffetin,
2- Gazap kuvvetinin fazileti olan şecaatin,
3- Temyiz ve idrak kuvvetinin fazileti olan hikmetin ne durumda olduklarını görmelidir. Bunlara sahipse şükretmeli sürekli sahip olmanın yollarını aramalıdır. Eğer bunlar eksikse bunları kazanmak için çalışır (Kınalızade 1, 154-155).
Şehvet sorunlarını itidalli ve ölçülü hayatla giderir. Gazapla ilgili olarak korkaklığı yenip bundaki orta yola ulaşmak amaçlanır. İffet ve şecaat faziletlerini kazandıktan sonra hikmete yönelir ve cerbeze ve beladetten uzaklaşır. Bunun için de kâinata bakışın ölçülerini kazandıran ilme koşar. Düşünme ve isabeti sağlamlaştıran mantık ilmini elde eder. Sonra meselelerin sebep ve sonuçlarını, delilleriyle yakînen ispatlayan riyaziye (matematik) ilimlerini kazanır. Bu insana her meselede zan ve ihtimale razı olmayıp katiyet ve yakın mertebesine alışmayı sağlar. Böylece bundan sonra eşyanın hakikatlerinin, dış varlıkların hallerinin keşfi ile varlığını süsler. Bu sahada cehil ve noksandan kaçar. Tabiat ve ilahiyat ilimlerini tahsil eyleyerek meseleleri yeterince idrak kabiliyetine ulaşır. Bu noktaya Allah’ın yardımıyla ulaşılır.
Bu üç faziletin (şecaat, iffet ve hikmet) sonucu, en büyük fazilet olan adalet ortaya çıkar. Böylece faziletleri kazandıktan sonra yaşayışını, şahsî ve toplumsal vazifelerini adalet üzere yapan kişi, hakiki olgunluğa ebedî saadete ulaşır. “İşiyle beliren kâmil insan”, “sağlam hakim”, “kâmil filozof’ gibi isimler verilir. Bu mertebeye çıkan kişiler, bundan sonra isterlerse bu temel faziletlerin süsü olabilecek diğer faziletleri de kazanabilirler.
Diğer faziletler iki kısımdır:
1 - Bedeni faziletler. Hastalığı gidermek, sıhhati korumak.
2- Medenî faziletler. Din ve devlet nizamıyla ilgilenmek (Kınalızade 1, 155-156).
Medenî faziletler, din ve devlet ahvalinin nizama konması, mülk ve millet işlerinin sevk ve idaresini belirleyen ilimlerdir. Dinî, edebî ve riyazî ilimler, toplumun yönetilmesine yönelik kullanılırlar (Kınalızade 1, 156). Faziletlerin sürekliliği, ruhun sıhhatini korumasıyla ilgilidir. Ruhun bir meleke olarak kazandığı faziletleri korumak için çalışmak, en önemli vazife olduğundan, her an saadet veren faziletler için çalışılmalıdır. Ruhun sağlığım korumak, bedenin sıhhatini korumaktan daha önemlidir (Kınalızade 1, 157). Faziletli bir kişi, kendi gibi kişilerle ilişki içinde faziletlerini koruyabilir. Rezil kişilerle ilişkiler fazileti öldürdüğünden, rezil kişilerin eylem ve düşüncelerine katılmamalı, onlardan uzak durulmalıdır. Başkaları hakkında dedikodu yapan kişiler, başkalarının utanç verici eylemlerini anlatanlar, kötü kişilerdir (Kınalızade 1, 157).
3.3.3.5. Ahlâkî Hastalıkların İlaçları
Kınalızade, faziletlere sahip olmama durumunu ve olumsuz davranışları hastalık olarak görmüş ve hastalıkların nasıl tedavi edilmesi gerektiği üzerinde de uzun boylu durmuştur. Diğer yandan, faziletlerden yoksun olan insanın hayvan aşamasında yer aldığı anlayışı gözönünde bulundurulduğunda, eksiklik sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu eksiklik, bir tür sahip olunan faziletlerin kaybı ya da onlardan sapmadır.
Kınalızade’ye göre, aslında hastalık, mizacın sapmış olmasından doğar. Mizacı saptığı noktadan itidale döndürmek onun ilacıdır.
İtidale dönüş kendiliğinden olmadığından, nefsin şu üç kuvvetini kullanmak gerekir:
1 - Temyiz kuvveti, bununla düşünür ve bakışını belirler.
2- Şehvanî kuvvet, faydayı elde etmek için kullanılır.
3- Gazap kuvveti, zarar verici şeyleri giderir (Kınalızade 1, 167). Hastalık olarak tanımlanan olumsuz düşünce ve eylem türlerinin tedavisinin mümkün olduğu ve tedavide kullanılacak güçlerin insanlarda içkin olduğu görüşü hakimdir.
Mizaç iki türlü sapar:
1 - Kemiyet cihetinden sapma.
2- Keyfiyet cihetinden sapma. Keyfiyette bir sapma gerçekleşirken, kemiyet, fazlalığı ve noksanlığına bağlı olarak iki sapmayı barındırır. (Kınalızade 1, 168).
Kınalızade, temyiz kuvvetinden kaynaklanan ifrat ve tefritin özelliklerini çeşitli yönleriyle açıklamıştır (Kınalızade 1, 169).
Temyiz kuvvetiyle ilgili hastalıklar çok olmakla birlikte üç tanesi çok tehlikelidir:
1- Hayret (kararsızlık).
2- Cehl-i basit (bilir görünmek).
3- Cehl-i mürekkep (bilmediğini bilmemek).
Hayret, bir konuda birbirine yakın anlamlar taşıyan iki yargıdan hangisini hakikate daha yakın olduğunu bilememek ve şüpheye düşmektir. Bunun için aklın en basit olandan başlayarak süreci iyi düşünüp kurması gerekir. Cehl-i basit hastalığından kurtulmak için bilgi sahibi olunmalıdır. Bu öbekte yer alanların hayvanlarla karşılaştırarak onlardan da aşağı olduklarını belirtmiştir (Kınalızade 1, 174-175).
Cehl-i mürekkep, bilmediğini bilmemektir. Bunlar sürekli cahil kalmaya mahkumdur. Bu hastalığın tedavisinde ruh doktorları acze düşmüşlerdir. Çünkü nefis, kendi cahilliğine ihtimal vermeyip, âlim olduğuna inanırsa, ilim öğrenmesi ve cehaletten uzaklaşması mümkün müdür? Bu tür insanların matematik gibi kesin ilimlerle uğraşmaları onların tedavisi için gereklidir. Matematiğin kesinliğine alışınca kendi zanlarını yeniden gözden geçirme imkanı bulur ve doğru tavra yaklaşır (Kınalızade 1, 176-177).
Kınalızade gazap kuvvetinden kaynaklanan hastalıkların çok olduğunu ve bunların üçünün, gazap, korkaklık ve korkunun çok tehlikeli olduğunu belirtmiştir. İlki, gazap kuvvetinin ifratıdır, yani kemiyet çokluğudur. İkincisi, tefriti yani kemiyet noksanlığıdır. Üçüncüsü, keyfiyet yönünden kötülüktür (Kınalızade 1, 177-178).
Kendini beğenme, övünmek, kavgacılık, mizah, büyüklenme, alay etmek, eza ve cefa etmek, çaresizlere eziyet etmek, egoistlik, gazabın nedenleri olarak sıralanmıştır. Ayrıca bunların ilaçlarının neler olduğu üzerinde de durmuştur (Kınalızade 1, 181-197).
Korkaklık ve ilacı; ölüm korkusu ve ilacı (Kınalızade 1, 201- 204) ele alınan diğer konular arasındadır.
İnsanın temel kuvvetlerinden biri olan şehvet kuvvetinden kaynaklanan hastalıkların çok olduğu, ancak dört tanesinin çok zararlı olduğu belirtilmiştir:
1- Şehvetin ifratı.
2- Betalet (??tembellik?? ).
3- Hüzün.
4- Haset. En zararlı olan bu dört tane üzerinde durmuş ve her birini ilaçlarıyla birlikte açıklamıştır (Kınalızade 1, 211-244).
Kınalızade, dilden kaynaklanan afetlerin olduğunu ve bu afetlerin diğerlerinden daha çok zarar verdiğini belirtmiştir (Kınalızade 1, 244).
Dilden kaynaklanan hastalıklar şunlardır:
1- Malayani. Yani din ile dünya için faydası olmayan sözü söylemektir. Bunlar, yalan, gıybet ve fuhuş gibi haram şeylerdir.
2- Lüzumsuz söz. Bir konuyu anlatırken lafı uzatmak ya da tekrar etmek.
3- Bâtıla dalmak.
4- Mira ve cidal, şer’an yasaklanmış ve hikmet açısından da çirkindir.
Mira ve cidal, başkasının sözüne müdahale ve itiraz ile “öyle değildir diyerek reddetmektir. Mira, kişiler arasında nefreti doğurur. Bunun da sebebi büyüklenmedir; üstünlüğünü açığa vurarak başkasını cebretmektir. Olması gereken şudur. Bir insan bir söz söylese, hak ise tasdik ve kabul edilmeli. Söz bâtıl ve dünyayı ilgilendiren konularda ise, sükût edilmelidir. Dinî konularda ise yumuşaklıkla nasihat verilmeli, mücadele ve ihtilafa düşülmemelidir. Bilginler demişlerdi ki: Bir kimse bir toplulukta hatalı bir söz söylese, ya lafız ya da mana cihetinden o toplantıda onun hatasını yakalayıp açıklamak suretiyle doğrusunu söyleme. Çünkü senden minnetsiz öğrenir, hem de sana düşman olur. Bu afetin sebebi, büyüklenmek ve yüksek görünmektir.
5- Husumet. 6- Süslü anlatım. Söz sanatlı anlatım. 7- Kötü söz söylemek, argo kullanmak. 8- İnsana, hayvana ve cansız varlıklara lanet etmek. 9- Şarkı ve şiir söylemek. 10- Mizah. 11- Tasahhur ve istihsa, başkalarının söz ve fiillerini taklit etmek. 12- Başkalarının sırrını yaymak. 13- Sözünde durmamak. 14- Yalan söylemek. 15- Gıybet. 16- Kovuculuk. 17- İki yüzlü, iki dilli olmak. 18- Övgü. 19- Sözde meydana gelen ince hata ve kusurlar. 20- Avamın, İlmî incelikleri, Kur’an’daki müteşabihleri, kader ve kazanın sırrını, şeriat ve hikmetin sırlarının müşküllerini sorması (Kınalızade 1, 248-296).
Bütün bu unsurlar bireyin davranış şeklini belirleme ve ahlaklı birey olmasını sağlamak için sıralanmıştır.
Kınalızade’ye göre ruhsal hastalıklara uygulanacak tedavi yöntemleri dört çeşittir.
1- Güzel amel ve faydalı davranışlarla ruhu kuvvetlendirmek. Çirkin davranışlardan uzak durmak.
2- Kötü huy ve çirkin ahlâk sebebiyle ruha gelen hastalığın ıstırabını şuurlu bir şekilde düşünüp kendisini azarlamak, pişman olmak.
3- Ruha köklü bir şekilde yerleşmiş adi huyları gidermek için, onun zıddını yapmak. Cimrilik hastalığını tedavi için israf yolu benimsenmelidir. Zamanla orta yola ulaşılır.
4- Çirkin huy, ruh ülkesinde uzun zaman kalmış ve yıkılmaz bir kale gibi olup, diğer üç tedavi şekliyle sonuç alınamamışsa, nefse zor ibadetler ve güç ameller yüklenmelidir. Altından kalkamayacağı adaklar ve bozamayacağı akitler yapmalıdır (Kınalızade 1, 172-173). Tedavi ahlâkî terbiyedir.
3.3.3.6. Aile Ahlâkı
Kınalızade, ahlâkın temel sorunlarını ele aldıktan sonra, toplumun temel birimlerinden biri olan ailenin ahlâk yapısını incelemeye geçmiştir. İnsanın toplumsal varlık olarak tanımlanması ve ihtiyaçlarının toplum içinde gerçekleştirilebilir olması, toplumla birey arasındaki ilişkinin temel boyutudur. İnsanın temel ihtiyaçları olan beslenme, barınma, giyinme, üreme ve güvenlik toplum içinde sağlanmaktadır (Kınalızade 2, 13-14).
Kınalızade’ye göre aile; baba, anne, çocuklar, hizmetçiler ve beslenmeyi temin eden yiyeceklerden (gıda) oluşur (Kınalızade 2,15). Her çokluğun bir birliği vardır. Ailede de çokluğun birliği nizam kurmakla gerçekleşir. Nizamın kurulması idareyi, idare de idareciyi gerektirir. Ailenin idarecisi babadır. Baba, ev halkının kötü şeylerden uzak durmasını sağladığı gibi, ev halkı da faziletlerini babanın sağladığı nizam içinde kazanır (Kınalızade 2, 15). Baba çoban gibidir. Sürüsünü iyi besler ve onun başına gelebilecek zararlardan korur. Bunun yanında ev halkının her birinin ihtiyaç duyduğu olgunluğa ulaştırması gerekir. Ayrıca baba, doktor gibidir. Ev halkından hasta olanları tedavi etmeli ve tedavi için acı reçetelerden kaçınmamalıdır (Kınalızade 2, 17-18).
Kınalızade’ye göre para, ihtiyaçları karşılamak için en gerekli şeylerden biridir. Buna küçük namus da denir. Adaleti koruyan paradır ve lazımdır. Kolay elde edilemez ve onun az olması değerlilik nedenidir (Kınalızade 2, 23).
İhtiyaç duyulan mallar üç açıdan incelenirler:
1- Kazanılması ve elde edilmesi.
2- Korunması.
3- Harcanması.
Malların kazanılması üç şekilde olur:
1- Ticaret.
2- Zanaat.
3- Ziraat.
Malların kazanma yollarından hangisinin daha üstün olduğu ihtilaflıdır. İmam Şafi, ticaretin üstün olduğunu söylerken, sonraki âlimler, akitler- deki hileler nedeniyle ziraatı üstün görmüşlerdir. Mal kazanmada adil yol tercih edilmeli ve hileler ve zulümden kaçınılmalıdır (Kınalızade 2, 24-25). Mal, artırarak korunmalıdır. Çünkü mal artmazsa, aile düzeni bozulur, anlaşmazlıklar ortaya çıkar.
Malın artması için üç şartı gözetmek lazımdır:
1 - Aile halkını sıkıntıya düşürecek şekilde kısmamalıdır.
2- Din ve diyanete zarar vermeyip şer’an farz olan zekâtı ve sadakayı terk ve ihmal etmemek.
3- İnsanlar arasındaki ırza ve insanlığa zarar vermemek, hasislik ve cimrilik yapmamak (Kınalızade 2, 27-28).
Malın korunmasında da üç şart vardır:
1- Harcama kazançtan çok olmamalıdır. Kazanç, masraflardan fazla olmalıdır.
2- Korumak ve biriktirmek istenen malı kazanacak güçte olmak ve biriktirmeye çalışmak.
3- Her zaman değerli ve her zaman aranan şeye rağbet göstermek (Kınalızade 2, 28-31).
Malın harcanmasında dikkat edilecek hususlar:
1- Cimrilikle biriktirme, aileye zarar verir.
2- İsraftan kaçınmak, özellikle de haram şeyler için harcamaktan kaçınmak gerekir.
3- Hayır için harcanmalıdır.
4- Malı harcadığı için hiçbir minnet ve sitemde bulunmamak (Kınalızade 2, 31-34).
Mallar üç şekilde harcanmalıdır:
1 - Allah rızası istemek ve dinin icrasının tahakkuk etmesidir.
2- Cömertlik. Hayır için yapılanlar.
3-Kendi zaruri işleri ve yaşama imkanları için harcamak (Kınalızade 2, 34-35).
Neslin devamı için evlilik şarttır. Evlenmek için iyi huylu bir kadın bulmalıdır. Kadınla erkek arasındaki ilişkiler, erkeğin üstünlüğü çerçevesinde ve kadının eksiklikleri bağlamında incelenmiştir (Kınalızade 2, 39-59). Doğan çocukların rızklarının Tanrı tarafından verileceği, doğan çocuklarla ilgili olarak isteksizlik gösterilmemesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Çocuğun ismi, doğum zamanın isimlerine uygun olmalıdır. Uygun olmayan isimlerin, hayat boyu insanı rahatsız edeceği belirtilmiştir (Kınalızade 2, 61).
Çocukların zihinleri taze ve temiz olduklarından her tarafa meyil ederler. Kötü şeyler gösterilir ve bunlardan men edilmezse çocuk kötüye yönelir. Kötü şeylerden men etmek, çocuk eğitiminin temelleri arasındadır. Terbiyede esas unsur çocuğun ar sahibi olmasıdır. Bu terbiye şekli çocuğun huyunun iyi olmasını sağlar. Terbiyenin esasını din oluşturur (Kınalızade 2, 63-64). Azla yetinmeyi öğrenmeleri gerekir (Kınalızade 2,65). Öğretmen, iyi ve dindar, akıllı ve ahlâklı olmalıdır. Büyüklerin yanında edep ve terbiyeli olmalı ve çok yumuşak olmamalıdır. Yumuşak olursa terbiyede zayıf kalır; çok öfkeli ve kızgın da olmamalıdır. Öğretmenin tutumu, çocuğun öğrenme karşısındaki tutumunu belirler, öğretmen az dövmelidir. Çocuk cömert yetiştirilmeli, arkadaşlarına yardım etmeyi öğrenmelidir. Kibirlenmek, böbürlenmek ve alaycılıktan tamamen men edilmelidir (Kınalızade 2, 66-67).
Çocuğa, mal ve dünyanın değersiz olduğu, altın ve gümüş biriktirmenin iyi olmadığı öğretilmelidir. Her gün tembellik ve oyuna müsaade edilmelidir. Büyüklerine saygılı yetiştirilmelidir. Aşın sevgi çocuğu öğrenmekten alıkoyar (Kınalızade 2, 67-68). İlim tahsilinde, anne ve babadan taklit yoluyla öğrendikleri delil ve akıl yoluyla verilmelidir. Çocuklar, hangi ilim ve fenne istidatlıysa ona yönlendirilmelidir (Kınaİızade 2, 68). Çocuklar uğraştıkları işten para ve mal kazanırlarsa, o işi şevkle yaparlar (Kınalızade 2, 71).
Çocuklara öğretilmesi gereken adaplar: Konuşma adabı (Kınalızade 2, 75), oturma ve yürüme adabı (Kınalızade 2, 81), yeme içme adabı (Kınalızade 2, 85), ana-babaya karşı vazifeler (Kınalızade 2, 89) gibi şeylerin ahlâk ilkeleri çerçevesinde öğretilmesi, çocuğu faziletli olmaya götürür.
Ailenin üyelerinden sayılan uşak ve hizmetçilerin terbiyesi (Kınalızade 2, 95) ile köle ve cariyelerin (Kınalızade 2, 101) terbiyesi de önemli konular arasında sayılmıştır. Çünkü baba onlardan da sorumlu olduğundan ailenin sağlıklı olması, aile üyelerinin tümünün terbiyesinin tam olmasına bağlıdır. Ayrıca köle, cariye, hizmetçiler ve hizmetliler, insanın eli, ayağı, gözü ve kulağı gibi kabul edildiklerinden (Kınaİızade 2, 95), onların terbiyesi önemsenmiştir. Hizmet elemanları farklı milletlerden olduklarından, onları eğitirken kavmî olarak ne türden özelliklere sahip olduklarının bilinmesi gerekir. Bu gerekliliği ortaya çıkaran şey, her milletin farklı özelliklere sahip olmalarıdır (Kınalızade 2, 107). Bu kaygılar doğrultusunda Kınalızade, Arap, Acem, Rum, Türk, Moğol, Kürt, Arnavut, Rus, Çerkez, Gürcü, Abaza, Hint, Zenci ve Avrupalılar hakkında kısa bilgiler vermiştir (Kınalızade 2, 108-117).
* Ahlâk, ‘seciye’, tabiat’, ‘huy’ anlamına gelen hulk veya huluk teriminin çoğuludur, insanın fizik yapısı için halk, manevî yapısı için hulk terimleri kullanılmıştır (Çağrıcı 1989, 1).
Ayhan Bçıak-Türk Düşüncesi,syf:367-384
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder