Osmanlı Tarihinde Dönemler



İnsanoğlu, evrendeki milyonlarca karmaşık olayı, zihninde geliştirdiği birtakım çerçeve ve örneğe göre biraraya getirip manalandırmak ihtiyacındadır. Bulutlara bakıp onları zihnindeki belli şekillere benzeten bir kimsenin fantezisi gibi. İnsanoğlu, zaman ve mekân oluşumu içinde iz bırakmış milyonlarca toplumsal olayı da, aynı biçimde belli çerçeveler içine koyup manalandırmayı ve kavramayı dener. Toplum birimi, aile, kabile, kavim, devlet, millet ve nihayet tüm insanlık olabilir.

Olaylar yığınına, kafasındaki örnek ve çerçevelere göre bir şekil ve anlam vermeye çalışır. Geçmişteki olayları biraraya getirip manalandıran bu çerçeveler, tarih dönemleri şeklinde bir görünüşe bürünür. Bu çerçeveleri, onun fantazileri, hayat görüşü, içinde yaşadığı toplum biriminin inanç ve beklentileri yahut da belli bir sosyolojik formül/teori şekillendirir. Geçmişi kadrolayan bu çerçeveler kişiden kişiye, toplumdan topluma değişir; belli bir tarih görüşü ve önümüze belli bir tarihî tablo koyar. Derin değişim noktalarının tespitini de, önceden edinilmiş inançlar belirler. Bir kelime ile, tarihte yorum ve önerilendönemler, çocuğun bulutları şekillendiren bakışından pek de farklı değildir.

İnsanlık tarihine bir yorum, nesnel (objektif) bir metodoloji getirme çabası, Vico, Hegel, Spengler, Dilthey, Toynbee ve Braudel gibi birçok büyük düşünür ve tarihçiyi uğraştırmıştır. Temel sorun şudur. Acaba tarihi olaylar yığınına nesnel bir çerçeve vermekte birtakım nesnel (objektif) ölçütleri esas almak, böylece olabildiğince bir nesnel tarihe varmak mümkün müdür?

Dönemlerin hareket noktası kökten değişim tarihlerinin tespitinde ölçütlerimiz; bir myth (efsane), bir dinî sistem veya grup dayanışımı yahut belli siyasi bir ideoloji olabilir. Yahut o tarih, kendi iç gelişimi bakımından veya dünya tarihi çerçevesinde ele alınabilir. Bir toplumu her yönüyle şekillendiren, ona dayanışım prensibini, tüm hareket ve yaratıcılığını veren temel öge veya ögeleri tespit etmeden değişme noktalarını tanımak güçtür.

Osmanlı tarihinde İslam ve gaza prensibi böyle bir işlev görüyordu. Son kez Fransız Annales mektebinin bazı nesnel ölçütlere (coğrafî koşullar, nüfusta, ekonomide değişmeler) göre nesnel bir gelişim yorumu ve dönemler tespiti önerisi tarihçilerce kabul görmüştür. Fernand Braudel’in uzun süreç (longue durée) teorisi, böyle bir yaklaşımın meyvesidir. Braudel her toplumun üç-dört kuşak içinde yapısal değişikliğe uğrayabileceği varsayımından yola çıkar. Ama bu yaklaşım da tarihi gelişimi anlamak için yetersiz görülmüştür. Bu yaklaşım, insan iradesini ve zihniyetini (mentalité) dışarda bırakan, insanlık tarihini tümüyle insan dışında faktörlere indiren abartılı bir mekanik determinizm içermiyor mu?

Öbür yandan Annales mektebinin etkisiyle gerçek tarihin, devletler tarihi olmaktan ziyade toplumlar tarihi, halk kitlelerinin yaşam tarihi olması gerektiği görüşü ağır basmış, toplum içinde insanı ele almış, ve sonuçta sosyolojik kavramlar gittikçe daha çok tarih araştırmalarına yön vermeye başlamıştır. Türkiye’de, özellikle F. Köprülü, Ö. L. Barkan ve başkalarının çığır açan faaliyetiyle böyle bir doğrultuda son yarım yüzyılda büyük mesafe alınmıştır. Bu üretgencilikte muazzam arşiv olanaklarının katkısı büyüktür. Biz, aşağıda iç dinamikleri esas alan bir gelişim ve dönemler denemesi sunmak çabasındayız.

***

Öncelikle, Osmanlıların bizzat kendilerinin tarihlerini dönemlere bölüp bölmediklerini, yaşadıkları çağ ile önceki çağlar arasında bir ayırımın bilincinde olup olmadıklarını ve tarihte devirler hakkında ne gibi fikirlere sahip bulunduklarını gözden geçirelim.

II. Bayezid’in emriyle yazdığı özenle hazırlanmış tarihinin mukaddimesinde Kemalpaşazâde, Osmanlı tarihini daha önceki Müslüman hanedanlarla karşılaştırır ve “Osmanlı hanedanının üstünlüğünün sebepleri”ni (vücûh-i rüchan) üç başlık halinde toplar.[1]

Büyük bilgin ilk olarak, diğer Müslüman hanedanların aksine Osmanlıların, İslâm dünyasında daha önceki Müslüman devletleri zorla istilâ ederek değil ve fakat Dârü’l-Harb’e ait toprakların fethi yoluyla devletlerini kurduklarını belirtir. İkinci olarak, Osmanlı Devleti’nde hükümdarın otoritesi ve kanunların geçerliliği tam ve mutlaktır. Üçüncü olarak da, Osmanlı Devleti bütün ötekilerden daha zengin, daha çok nüfusa sahip ve ülke bakımından daha geniştir. Hiçbir devlet Osmanlıların askerî gücüne sahip değildir; yalnız Osmanlı Devleti büyük bir deniz gücüne sahip olmuştur. Osmanlı sultanlarının amacı, ‘tedbîr-i imâret-i rûy-ı zemin’, yani yeryüzünü mamur hale getirmek, hak dininin düşmanlarını yok etmek ve Kutsal Kanunu (Şerîatı) desteklemektir.

Âşıkpaşazâde’nin derleme tarihi (kompilasyonu) ve anonim Tevârih-i Âl-i Osmân gibi popüler eserlerde, farklı dönemlere dair fikirlerin daha öznel bir biçimde ifade edildiğini görmekteyiz. Meselâ, Anonim Tevârihlerden,[2] I. Bayezıd saltanatında (1389-1402), Uc beyliği geleneklerini savunan çevrelerin, Sultanın emperyal-merkeziyetçi politikasına karşı tepkisinin epeyce şiddetli bir ifadesini bulmaktayız.

Bu kronikler, I. Bayezid’in hükümdarlık döneminde meydana gelen saray hayatının kul sistemi ve işret meclisler ile debdebeli bir hal alması, merkezileşmiş bir bürokrasi ve maliye yönetimlerinin denetimi ve çeşitli ‘Frenk’ âdetlerinin benimsenmesi hakkında keskin eleştiriler içerir. Bu eleştiriler, ‘yeni’ dönemin ondan önceki dönem ile keskin bir şekilde tezat halinde bulunduğunu ileri sürer. Aslında bu eleştiriler, merkeziyetçi imparatorluk dönemine geçildiğinin bilincini gösterir.

II. Bayezid’in saltanatı döneminde yazılan eserlerde de, II. Mehmed devrinde meydana gelen kapsamlı gelişmeler hakkında benzer eleştirilere rastlıyoruz. Kuşkusuz, İstanbul Fâtihi, Osmanlı Devleti’ni her bakımdan bir imparatorluk durumuna getiren ve kişiliğinde klasik mutlak otorite sahibi padişahı yaratmış bir sultandır. O, her bakımdan Osmanlı tarihinde yeni bir devir açmıştır.

16. yüzyılın sonlarına doğru, tahta çıkışı vesilesiyle ilân ettiği meşhur Adâletnâme’de yönetimdeki yolsuzlukları sıralarken III. Mehmed (1595-1603) Süleyman’ın saltanat dönemini ideal bir dönem olarak gösteriyor ve o dönemin kanun ve ilkelerine dönmeyi talep ediyordu.[3]

Ne var ki, onun hükümdarlık döneminde siyasî, malî ve askeri bunalım daha da ağırlaştı ve imparatorluğu yarım yüz yıllık tam bir düzensizlik ve bozulmanın içine soktu. İşte bu dönemde, Osmanlı devlet adamları ve yazarları, önceki Altın Çağ[4] ile kendilerinin yaşadıkları “tagayyur ve fesad” devri arasındaki ayırımın keskin bir biçimde farkına vardılar ve eski nasihatnâmeler tarzında yazdıkları lâyihalarda (memorandumlar) Osmanlı idaresindeki kusurlara dair gerçekçi gözlem ve eleştiriler ortaya attılar.

Bu tarzın en iyi bilinen yazarı Koçi Bey’dir. Ama, ondan önce 16. yüzyılın sonları ve 17. yüzyılın başlarında bu vadide yazmış başkaları vardır ve aslında Koçi Bey birçok gözlemi onlardan, özellikle Kitab-i Mustatab’dan aktarmıştır.[5] 16. yüzyılın sonuna doğru Selânikî ve Nushatü’s-Selâtin’inde Mustafa ‘Âlî,[6] ve nihayet 17. yüzyıl başında ‘Ayn-i Ali ve Kitâb-ı Mustatab yazarı[7]kanunların ve düzenin bozulması (“tagayyur ve fesad”) üzerinde ayrıntılı gözlem ve analizler yaparlar. Gerçekte onların devlet felsefesi ve eleştirileri geleneksel nasîhatnâmeler çerçevesinden ayrılmaz. Sâfiyâne, önceki devirlerde işlerin iyi gittiği ve gereği gibi düzenli olduğunda ısrar ederler.

Bunlar bozulmanın kökenini, 16. yüzyılın son çeyreğinde III. Murad (1574-1595) ve III. Mehmed (1595-1603)’in hükümdarlık dönemlerinde bulurlar ve genelde Süleyman dönemini izlenecek örnek olarak gösterirler. Bu zamandan 20. yüzyıla kadar Osmanlılar arasında, imparatorluğun çöküşü ve bunu durdurmak için ihtiyaç duyulan ıslahat hakkında çoğu zaman birbirini izleyen fikirler ortaya atılmıştır. Böylece, tarihî gelişmenin kanunları ve dönemler anlayışı üzerine (Kâtib Çelebi) ilginç fikirler ileri sürülmüştür. Osmanlı yazarları genelde Gazalî, Fârâbî, Nasîreddîn Tûsî, Devvanî ve özellikle İbn Haldun’un siyaset teorilerinden esinlenmişlerdir.[8]

Bunların arasında Kâtib Çelebi ve Naîmâ özel bir yer tutar. Düstûrü’l-amel[9] adlı risâlesinde Kâtib Çelebi toplumların niteliği ve gelişmesiyle insanın doğası ve gelişmesi arasında tam bir paralellik (anthropomorfism) öngörmüştür. İnsanlar gibi toplumlar da, ilki büyüme dönemi, ikincisi istikrarlı olgunluk dönemi ve üçüncüsü de zeval dönemi olmak üzere, üç dönemden geçerler. Ancak sağlam bir yapısı bulunan toplumlarda çöküş, geç ortaya çıkar ve uygun önlemler alarak çöküşü ertelemek mümkündür. Bununla birlikte, kaçınılmaz sondan kurtulmak imkânsızdır. Sırasıyla, temel üreticiler olan köylüleri, askerî sınıfları ve devletin malî idaresini göz önüne alarak Kâtib Çelebi, bunların her birinde zaaf ve çözülmenin ne zaman belirmeye başladığını tespit etmeye çalışır.

Onun başlangıç noktası, eski nasihatnâmelerinkinin aynısıdır; yani, hükümdar orduya, ordu servete (mala), servet reâyânın refahına ve reâyânın refahı da adalete bağlıdır (daire-i adalet).[10] Kâtib Çelebi’nin çöküşün sebeplerini belirlemek için toplumdaki özel sınıfları incelemeye girişmesi ilginçtir.

O, olgunluk döneminin, 1593’de Celâlîlerin ortaya çıkışına kadar sürdüğü inancındadır; ülkenin ve devlet hazinesinin gerçek malî desteği köylüdür.

Kâtib Çelebi, Osmanlı ülkesindeki köylü sınıfının; ağır vergilendirme, yöneticilerin yolsuzlukları ve rüşvet ve vergilerin mültezimlerin eline bırakılması yüzünden harap olduğunu öne sürer. O da, Süleyman çağını, devleti oluşturan ana sınıfların denge içinde bulunduğu mutlu bir dönem sayar.

Tarihinin girişinde Naîmâ,[11] Mustafa Âlî, Kâtib Çelebi, Kınalızâde ve özellikle en büyük tarihçi olarak gördüğü İbn Haldun tarafından ifade edilmiş olan toplum ve tarih hakkındaki teorileri özetler. İbn Haldun’u izliyen Naîmâ, devletlerin ve medeniyetlerin gelişmesine yön veren çeşitli ilke ve etkenleri açıkladıktan sonra İbn Haldun’un beş dönem teorisini özetler. Bu şemayı Osmanlı tarihine uyarlama çabasında Naîmâ, 1683’deki Viyana bozgununu izleyen yenilgiler ardından gelen barışçı politikayı dördüncü dönemin başlangıcı sayar; yani önceki dönemin ilke ve kanunlarının izlendiği ve devletin olabildiğince komşularıyla barış içinde yaşamaya çalıştığı bir kanaat ve sükûnet döneminin belirtisi olarak yorumlar.

Naîmâ’dan sonra, İbn Haldun’un teorisi, Osmanlı tarihinin seyrini açıklayan çöküş devri tarihçileri tarafından giderek daha fazla benimsendi. Gerçekten de, İbn Haldun’un fikirlerinin etkisini, 1700’den sonra Amcazâde Hüseyin Paşa ve daha sonra Ragıp Paşa’nın, imparatorluğu ölümcül bir çalkantıdan kurtarmak ümidiyle barışçı bir siyasete sıkı sıkıya bağlanmalarında görmekteyiz. Naîmâ’nın, tarihini Amcazâde Hüseyin Paşa için yazdığını ve aynı dönemde İbn Haldun’un Mukaddime’sinin Türkçeye çevrildiğini[12] de hatırlayalım.

Osmanlı tarihini İslâm siyaset ve ahlâk felsefesine göre sistemli biçimde dönemlere ayırmaya çalışan Osmanlı tarihçileri, 19. yüzyılda Ahmed Cevdet Paşa[13] ve Mustafa Nuri Paşa[14] izledi. Kâtib Çelebi gibi onlar da, Osmanlı tarihini başlıca üç ana döneme ayırıyorlardı: gençlik, yani büyüme; orta yaş yani istikrarlı olgunluk çağı; ve yaşlılık yani çöküş dönemi. Bundan sonra her dönemi alt aşamalara ayırırlar.

Mustafa Nuri Paşa’nın önemli özelliği, Osmanlı tarihinin dönemlerini belirlemeye çalışırken, sadece siyasî tarih ölçütlerini değil, fakat aynı zamanda kurumlar tarihi ve kültürel gelişmeler ölçütlerini de kullanmasıdır.

Ona göre, üçüncü aşama sırasında (yani genel olarak 16. yüzyılda), lükse duyulan eğilim artmış, ahlâk ölçüleri kaybolmuş ve çözülmenin ilk işaretleri görünmeye başlamıştır. Fakat, eğer gerçek çöküş 1683’de Viyana önündeki bozgundan sonra başladıysa, 1595’den 1683’e kadarki safha olgunluk dönemi içinde sayılmalıdır. Osmanlı tarihinin, büyüme, olgunluk ve çöküş olarak, anthropomorfist biçimde üç döneme ayrılması teorisi, Türkiye okul kitaplarımızın dayandığı klasik bölümlenme olarak Abdurrahman Şeref ve Yusuf Akçura yoluyla günümüze kadar gelmiştir.

***

Belli bir tarih sürecini dönemlere ayırmaya çalışırken, önceden tasarlanmış bir tarih kuramına dayalı katı bir çerçeve gerekmez ve bunun gerçek bir bilimsel metodoloji olmadığı Leopold von Ranke’den beri anlaşılmıştır. Tarihi gelişmeyi, belgelere dayanan inceleme ve olayları sebepler zinciri (causalité) içinde açıklama metodu o zamandan beri tarihçinin atölyesine egemen olmuştur. Biz burada gelişmeyi, devlet ve toplumun denge arıyan faaliyeti ve bu dengeyi bulduğu dönemler şeklinde bir çerçeve ile yorumlamaya çalışacağız. Tarihi süreç başlıca şu temel cepheleriyle ele alınmalıdır.

İlk olarak, yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu ve yabancı güçler arasında kurulan değişen denge, sonra imparatorluk içinde hükümdarın değişen siyasi otoritesi sorunu ve bunun imparatorluk içindeki öteki kuvvetler karşısında denge durumu ve nihayet devletin askerî, malî ve toplumsal kurumlarının dayandığı toprak tasarrufu ve işlenmesi sisteminin geçirdiği aşamalar açısından incelemek gerektiğine inanıyoruz (Çift-hane). Bu bize tarihi realiteye en yakın yorumlama biçimi olarak görünmektedir.

Cihad veya gazâ, yani İslâmî Kutsal Savaş, 17. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Devleti’nin dinamik hareket ilkesi olarak devam etmiştir. 1354 itibariyle İznikli Müslümanlar, esirleri olan Selanik Başpiskoposu Gregory Palamas ile tartışmalarında, Hıristiyan Batı’nın istilâsının kaçınılmaz olduğundan bahsetmekteydiler[15] ve 1333’e kadar inen erken bir tarihten itibaren Bizans imparatorları, Osmanlı tehlikesine karşı Kiliselerin Birliğini önererek yardım için papaya başvurmaya başladılar.

Bununla birlikte, gazânın sadece Bizans İmparatorluğu ile Balkan ülkelerini kaygılandırmaktan çıkıp bir Avrupa sorunu haline gelişi, ancak I. Bayezid (1389-1402) zamanında gerçekleşmiştir. Osmanlıların 1393 ile 1396 arasındaki yıllarda, bir doğrultuda Adriyatik ve Mora’ya, öbür yandan Tuna kıyılarına ulaşmasından sonradır ki, Macaristan ve Venedik kesin bir kararla eyleme geçmiş ve bir Haçlı seferi için Batı Hıristiyan dünyasını harekete geçirebilmiştir.[16]

Buradaki gerçek sorun, bir yanda Macaristan ve Venedik, öte yanda bu devletlerle Osmanlı İmparatorluğu arasında Konstantinopolis ve Balkanlar’a kimin sahip olacağı sorunu idi; siyasi bir güç karşılaşması idi. Gaza siyasetinin en yüksek noktasını II. Mehmed temsil etmiş ve sorunu Osmanlılar lehine çözümle bir dengeye ulaştırmıştır. Bununla beraber, Fâtih, Akdeniz’in ve Orta Avrupa’nın kapıları sayılan Rodos ve Belgrad’da durdurulmuştur. Osmanlı için gazâ ve yayılma (buna Osmanlı emperyalizmi de deniyor) devlet, asker ve halk için kaçınılmaz bir hareket, yaşam ve denge prensibi idi.

Batı’ya yayılma politikasını ele alan Süleyman (1520-1566), 1521’de Belgrad’ın ve 1522’de de Rodos’un fethiyle Doğu-Batı ilişkilerinde yeni bir aşamayı gerçekleştirdi. Bu dönemde Osmanlıların cihada karşı tavrında, daha doğrusu devletin yapısında önemli bir değişiklik meydana gelmiştir.

Osmanlı Devleti, artık İslâm dünyasının sınırlarında gazilerin bir uç devleti değildir: Şimdi o Müslüman dünyasının tarihî ülkelerini, Mekke ve Medine dahil Arap ülkelerini sınırları içine katmış, gerçekte İslâmî bir Hilâfet haline gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Memluk Sultanına gönderdiği mektupta güçlü Osmanlı Sultanı FatihSultan Mehmed (1451-1481) dahi, Memluk Sultanının ‘haccın ifasını kolaylaştırmak’ üzere Mekke’nin koruyucusu sıfatını tanımış, kendisi için gazayı ve gazileri desteklemek görevine sahip çıkmıştı.[17]Ondan sonra, I. Selim (1512-1520) ile Kanunî Sultan Süleyman (1520-1566) zamanına gelince Osmanlı Sultanı her iki yükümlülüğü de üzerine almıştır.

Süleyman, Akdeniz ve Orta Avrupa’da Habsburglara karşı şiddetli bir mücadeleyi sürdürürken, öbür yandan, Portekizlilere karşı Sumatra’daki Açe Sultanı’na ve Hindistanda’ki Gücerat hükümdarına askerî yardım gönderiyordu.[18] Onaltıncı yüzyılın ortalarında cihadın artık evrensel hale geldiğini ve Müslüman dünyasının hâmisi olarak Osmanlı Devleti’nin her cephede aktif duruma geçtiğini görmekteyiz. Bu, Osmanlı tarihinde yeni bir dönem açıyor, bunda başarı kazanarak yeni bir dengeye, döneme ulaşıyordu.

Bu noktada, Osmanlı siyasetini yönlendiren temel diplomatik ilkenin, Hıristiyan dünyasını bölünmüş halde tutmak olduğunu vurgulamalıyız. Süleymanın seferlerini yazan Matrakcı Nasûh, Fransa’yı destekleme politikasını (1526 Macaristan seferi bunun için yapılmıştır) açıklarken, bunda Avrupa’yı parçalanmış halde tutmanın esas olduğunu belirtmiştir. 16. yüzyılda Osmanlılar, haçlı seferi bahanesiyle Avrupa’yı kendi egemenlikleri altında birleştirmeye çalışan Habsburglarla Papalığı uzlaşılamaz iki düşman olarak kabul ediyor ve Avrupa’da onlara karşı ortaya çıkan her eylemi destekliyordu. Osmanlıların, 1525’den itibaren Fransa ile ittifakı ve Akdeniz’de birlikte deniz harekâtında bulunmaları Avrupa ve Osmanlı için tarihî bir gelişmedir. Bu çerçevede Süleyman’ın protestanları destekleme politikası yakınlarda bazı Batı tarihcilerinin (Fisher-Galati, Kortepeter, Setton) dikkatini çekmiştir. Nişancı Feridun’un devlet belgeleri derlemesinde Süleyman’ın 1552’de Almanya’nın Lutherci prenslerine gönderdiği mektubu bu bakımdan özel bir önem taşır.[19]

Burada Süleyman, müttefiki olan Fransa ile işbirliği ettikleri sürece protestanlara saldırmayacağına dair söz veriyordu. Osmanlılar bütün Avrupa’da Papa’ya karşı tüm dinî reformcuları teşvik ettiler ve desteklediler. II. Filip’e (1556-1598) karşı isyan halinde bulunan Hollandalılara gönderilen teşvik mektubu da yine Feridun Bey’in mecmuasında bulunmaktadır. Sultan, İspanya’da isyana hazırlanan Müslümanların (Moriskoların) Hollanda âsileriyle ilişkiye geçip aynı zamanda baş kaldırmalarını öneriyordu.

Osmanlılar, Papa ve Habsburglu İspanya Kralına karşı, Kraliçe II. Elizabeth ile dostane ilişkiler kurmaya önem verdiler, 1580’de Kraliçe’ye kapitülasyon bağışladılar ve Levant ticaretinde, Katolik siyasetine uymuş olan Fransa’nın yerine İngilizleri destekleme politikasına önem verdiler.[20] Macaristan’daki Kalvinistleri her zaman kuvvetle desteklemeleri de aynı politikanın başka bir yönünü oluşturuyordu. Süleyman döneminde Fransa ve Protestan politikasıyla Osmanlı Devleti Avrupa devletler sisteminin kaçınılmaz bir ögesi oluyor; böylece gazâ politikası pratik bir güç denge politikasıyla bağdaştırılıyordu. Bu dönem 1683 Viyana kuşatmasıyla inkâr edilmiş oldu.

1683’de kendisine aşırı güvenen ve Viyana’yı kuşatan Kara Mustafa, Avrupalı güçlerin birleşerek toptan dört cephede saldırıya geçmelerine sebep oldu. O zaman Fransa bile Osmanlı’yı desteklemekten vazgeçti. Başta papa olmak üzere Habsburglar, Venedik ve Lehistan bir Kutsal Liga kurdular. 1686’da Rusya bu ittifaka katıldı. Bundan sonra, Osmanlı’ya karşı emperyalist tutumunu Avrupa Hıristiyan dünyasını ve medeniyetini himaye maskesi altında saklama imkânına kavuştu. Bütün cephelerde onaltı yıl yıpratıcı savaşlardan ve yıkımın kenarına geldikten sonra Osmanlılar nihayet yenilgiyi kabul ettiler (Karlofça Antlaşması, 1699).

Macaristan’ın terki ile ilk parçalanma gerçekleşti. Artık Cihad tamamiyle terk edilmişti. Naîmâ’nın bu yeni barışçı politika hakkındaki samimi ifadesini gördük. 18. yüzyılda iki büyük askeri emperyalist devlet, Avusturya ile Rusya saldırıyı devam ettirdiler. Batılı devletler ise, ticari çıkarları nedeniyle Osmanlı’yı desteklediler. Karlofça görüşmelerinde Avusturya, onların baskısı sonucu barışa yanaştı. Bu dönemde Fransa ticaretinin yarısı Levant pazarlarına bağımlı idi ve ayrıca Habsburglara karşı Avrupa denge politikasında Osmanlı daima değerli bir müttefik idi.

Bu noktada, 1700-1914 arasındaki dönemde, sürekli olarak Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa arasındaki ilişkileri yönlendiren Şark Meselesi ortaya çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun ülke bütünlüğü için Batı devletlerinin desteği zorunlu hale geldi. Kanunî döneminde Osmanlı üstün gücü, Avrupa’da yeni millî devletlerin koruyucusu rolünü benimsemiş, Avrupa devletler güç dengesinde başlıca rol sahibi olmuştu. 1699’dan sonra ise, Batı devletlerinin desteği Osmanlı için kaçınılmaz bir denge unsuru olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu Bizans ile birlikte 1500 yıllık bir tarihî bölge geleneğini temsil eder. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanından itibaren Osmanlı sultanları, ‘İki Kıtanın Sultanı ve İki Denizin Hükümdarı’ [Sultanü’l-berreyn ve Hakanu’l-bahreyn] unvanını kullandılar. Batı istikametinde Balkanlara ve doğu yönünde ise Küçük Asya’ya doğru genişleyerek, Osmanlı İmparatorluğu bu iki bölgeyi Doğu Roma zamanındaki gibi Boğazlar merkezi etrafında birleşik bir imparatorluk şekline soktu. Bu, 1000 yıl süren bir tarihî geopolitik devamlılığı temsil ediyordu. İstanbul’da Patrik ve Şeyhülislam bu geopolitik gerçeğin timsali idiler. Osmanlılar, Balkanlar’da uzun bir mücadeleye başlamak zorunda kaldıkları sırada, Küçük Asya’da da yüzyıllarca devam eden geleneksel bir siyasî durumla uğraşmak mecburiyetinde kalıyordu.

Rum (Anadolu) Selçuklu Sultanlığı 12. yüzyılda, İran’a hükmeden Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun bir uç eyaleti sayılıyordu. 13. yüzyılda İran İlhanlı Devleti bu durumu yineledi. Osmanlı Beyliği dahil tüm beylikler, İlhanlı maliye defterlerinde bu imparatorluğun Ucat eyaletleri olarak kaydedilmiştir. Ancak I. Bayezid’in (1389-1402) saltanatında Osmanlı hükümdarı kendini Rum Selçuklu sultanlarının mirascısı, Anadolu’nun meşrû efendisi olarak görmeye başladı.

Bayezıd, Anadolu Selçuklu sultanlarının taşıdığı ‘Sultanü’r-Rûm’ unvanının kendisine tevcih etmesi için Mısır’daki Halifeye baş vurdu;[21] fakat o sırada doğuda, eski Moğol İmparatorluğu’nu İslâmî bir kisve altında canlandırmak düşüncesiyle Timur ortaya çıkmıştı.

Timur, tüm Anadolu üzerinde hükümranlık iddiasında bulundu ve Bayezid’den kendisini metbu tanımasını istedi. 1402’de Ankara yakınlarında Çubuk ovasında Bayezid’i esir aldı ve Anadolu beyliklerini kendisine bağımlı devletler olarak yeniden canlandırdı. Osmanlı ülkesini de diğer beylikler gibi bağımlı bir devlet durumuna soktu (Çelebi Mehmed’in Timur’un adını taşıyan sikkeleri vardır). Hükümdarlıkları boyunca, yani yaklaşık yarım yüzyıl, I. Mehmed (1413-1421) ve II. Murad (1421-1451) üzerinde Timurlular metbuluk iddiasında bulundular. Timur’un oğlu Şahruh babasının Küçük Asya’da kurduğu düzeni devam ettirmekte azimli idi.

I. Mehmed’e gönderdiği bir mektupta Şahruh, onun kardeşlerini bertaraf edip Timur’un bahşettiği toprakları birleştirmesi eylemini onaylamadığını yazmakta idi. 1441’de Şahruh’a yazdığı mektupta II. Murad, ona bağımlı bir hükümdarın hitabına uygun ifadelerle hitap etmekte ve Osmanlıların yakın geçmişte Karamanlılardan aldıkları toprakların Timur tarafından ihsan edilmiş topraklar olduğunu belirtmeye çalışmakta idi.[22] O halde, özetle, 1441 gibi geç bir dönemde bile Timurlular hâlâ Timur’un Anadolu’da kurduğu düzeni ayakta tutmaya çalışıyorlardı. Osmanlılar buna karşı polemike başvurdular.

Timurlularla rekabet için Oğuz Han’ın oğlu Günhan’ın oğlu Kayı’nın soyundan geldikleri hakkında Osmanlı iddiaları da tam bu dönemde kuvvetle benimsendi. II. Mehmed’in 1461’den itibaren Anadolu beyliklerini ele geçirmeye başladığı sırada, Doğu Anadolu ve İran’ın efendisi olan Uzun Hasan da, Timur gibi, tüm Anadolu üzerinde hükümranlık iddiasında bulunuyordu. Bu Türkmen hükümdar, kovulmuş beyleri himayesine alıp Osmanlı Sultanına meydan okudu. 1472’de Karaman beyine destek için gönderdiği askerler Osmanlı memleketinin tam kalbine kadar sızdı, Akşehir’e geldi. Bu defa, Osmanlı Sultanı doğudaki rakibini yenecek güçteydi (Başkent Savaşı 1473) ve Anadolu bu kez kesin biçimde Konstantinopolis’in efendisinin hükmü altına girdi.[23]

Böylece, Küçük Asya’da dört yüzyıl süren bir siyasî durum, yani Anadolu’nun doğudaki büyük komşularından birine bağımlılığı sona erdi.

Bununla birlikte, Safevîler, 16. yüzyılın başında İran’da iktidara geldiklerinde, onlardan Şah İsmail alevi Kızılbaşların piri ve hükümdarı sıfatıyla Osmanlıların Anadolu’daki hükümranlığını yeniden ciddi biçimde tehdit etti. 1514’de, ateşli silahları ile I. Selim, Şah’ın Türkmen zırhlı süvarilerini dağıttı ve Safevî iddialarına kesin bir darbe indirmeyi başardı. Doğu Anadolu’yu İstanbul’a bağlıyarak tehlikeyi uzun yüzyıllar için bertaraf etti. İran ile mücadele 16. ve 17. yüzyıllarda Doğu Anadolu ötesinde Kafkaslar, Azerbaycan ve Irak’ta sürdürüldü.[24] Böylece Osmanlılar Balkanlar’da olduğu gibi Anadolu’da tam egemenliklerini kurmuş, Boğazlar ekseninde bin yıllık imparatorluk geleneğini ihya etmiş oluyorlardı.

Burada Osmanlılara karşı Batılı ve Doğulu hasımlarının birbirleriyle diplomatik temaslar kurduğunu, Osmanlı ülkesini aralarında paylaşmak için planlar yaptıklarını vurgulamalıyız. Osmanlılar üzerindeki planları için Timur Fransız sarayına mektuplar yollamış, Uzun Hasan Venedik’le ittifak yapmış ve Safevîler de Almanya ve İspanya Habsburglarına elçiler göndermiştir. Anadolu ve Rumeli’de imparatorluğu korumak kolay olmamıştır.

Osmanlılar, iki cephede aynı anda savaşmak zorunda kalmaktan daima kaçınmışlardır. Bu amaçla, doğuda ve batıda münavebeli bir savaş ve barış siyaseti izlemekte dikkatli davranmışlardır. Kanunî, İran’a sefer yapmak için İmparator Şarlken ile 1547’de barış anlaşmasını imzalamıştır. Fakat, 1593-1606 yıllarında Habsburglara karşı yürütülen Uzun Savaş sırasında Şah Abbas’ın Azerbaycan’da saldırıya geçmesi, Osmanlıları aynı anda iki cephede birden savaşmaya zorlamış ve bu savaşlar yıkıcı etkiler yapmıştır. Buraya kadar Osmanlı devletinin dünya güçleri karşısında her dönemde gerçekleştirmeye çalıştığı denge politikasını inceledik.

Şimdi Osmanlı Devleti’nin iç yapısındaki devir açan değişmelere bir göz atalım.

Hem Doğu’da hem de Batı’da dünya ölçüsünde bir mücadeleyi yerine getirmek için Osmanlılar, bütün kaynaklarını sürekli hazırlık halinde ve tek bir iradenin emrinde tutmak zorundaydılar. Böylece Osmanlı devleti, merkezileştirici mutlak bir tek otorite altında klasik Osmanlı padişahlığını kuracaktır. Bu siyasi dengeyi Osmanlılar II. Mehmed döneminde gerçekleştirdikleri zaman Avrupa’da mutlakiyetçi idare kuramcıları (Machiavelli, Postel, Bodin) Osmanlı’yı bir model olarak ele almaya başladılar.

Fatih’e kadar ilk dönemlerde Osmanlı Beyi’nin merkezî otoritesine karşı en büyük karşıtlık serhad bölgeleri Uclardan gelmekteydi.[25] Osmanlı hükümdarlarının iç siyasette aradıkları denge, bilinçli olarak merkezî hükümet denetiminin korunması ve güçlendirilmesidir. Böylece, Uc beylerinin yeni fethedilmiş topraklarda, bağımsız beylikler kurmaları engelleniyordu. Daha ilk dönemde İzmit sınır bölgesini kontrol eden bey, Osman Gazi’nin yoldaşı Akça-Koca idi. Akça-Koca’nın ölümü üzerine Orhan, bu bölgeyi idare etmek üzere büyük oğlu Süleyman’ı atadı. Süleyman daha sonra, 1340’larda Rumeli karşısında yeni fethedilen, en önemli Uc bölgesi olan Karesi sancak beyliğine gönderildi ve merkezini Biga’ya taşıdı.

Süleyman, daha sonra 1352’ de Avrupa toprağında Gelibolu Ucu’nu feth etmek üzere Çanakkale Boğazı’nı geçti, Trakya’da yerleşti. Süleyman, dönemin en güçlü Uc beyi oldu. Babasından önce, 1357’de ölmeseydi, Osmanlı tahtının doğal sahibi olurdu. I. Murad (1362-1389) tahta çıktığında, Rumeli’deki Uc kuvvetlerinin başına, en güvendiği komutan olan lalası Şahin’i, beylerbeyi veya Avrupa’daki Osmanlı kuvvetlerinin kumandanı olarak yerleştirdi. Lala Şahin Meriç vadisinde, Orta-Kol’da Edirne’den sonra merkezi Filibe olarak Rumeli’yi sultanın kontrolu altına aldı. Sol Kol’da Evrenuz, Sağ Kol’da Mihal-oğulları Beylerbeyine tâbi idiler. Fakat, Beylerbeyi ile Uc-beyleri arasındaki rekabet kaçınılmazdı.

Uc beylerinin Rumeli’de, 1373’de Şehzade Savcı’nın isyanında önemli bir rol oynadıkları anlaşılmaktadır. I. Bayezid’in 1402’deki düşüşünü izleyen iç savaş döneminde Uc beyleri bir derece bağımsızlık kazandılar ve kimin Osmanlı tahtına geçeceği büyük ölçüde onların elinde kaldı. Kendilerine doğrudan bağımlı olan akıncılar, yürükler ve Uc tımarlı sipahileri onların doğrudan doğruya emirleri altında idi.

Sırasıyla, Serez-Selanik-Teselya-Arnavutluk sınır bölgesinde Evrenuzoğulları, Üsküp’te İshak, sonra Paşa Yiğit ve oğulları, Tuna Bulgaristan’ında Mihaloğulları ile Kümülüoğulları pratikte egemen ‘feodal’ aileler durumunda olup Uc sancağını babadan oğula tevârüs ediyorlar, tımarlara kendi adamlarını getiriyorlardı. II. Murad’ın hükümdarlık döneminde Üsküp Uc-beyi İsa Bey’in denetimindeki bölgedeki 189 tımarlının 160 kadarı kendi kulları, köleleri ve kapı halkı idi.[26] Uc-beyleri bağımsız beyler gibi komşu yabancı devletlerle antlaşmalar yapıyor ve onlardan haraç alıyorlardı. Bununla beraber, II. Mehmed’in (1451-1481) gazi kişiliği ve güçlü merkeziyetçilik siyaseti karşısında Uc beyleri eski bağımsız durumlarını korumayı başaramadılar. II. Mehmed özellikle Mihaloğullarını denetimi altına almayı başardı, Rumeli’de sultanın merkeziyetçi otoritesini kurdu, böylece merkezileşmede yeni bir dengeye, yeni bir döneme ulaşılmış oldu.

II. Mehmed döneminde devlet içinde söz götürmez iktidar, Uclarda değil, merkezde-Kapıkulu kuvvetlerine dayanan Sultan’da idi. Kul sistemi,[27] yani askerî ve sivil idareyi sultanın kulları ile yürütme sistemi, ülkenin her yanında Sultanın merkezî ve mutlak otoritesini garanti altına alıyordu.

Saray kul sistemi Orhan hatta Osman zamanından beri mevcut görünmektedir. 1361’i izliyen yıllarda büyük ölçüde genişleyen devletin gereklerini karşılamak üzere merkezî bir bürokrasi ve tımar sistemi teşkil edildiği zaman, kul sistemi esas kabul edildi; ve doğrudan Sultan’a bağlı kullardan oluşan ücretli daimî ordu, Yeniçeri Ocağı kuruldu. Bu ordu, ilk kurulduğu sırada 1,000 kişi, I. Bayezid (1389-1402) döneminde 6-7,000, II. Murad devrinde 4-5,000 kişi idi. II. Mehmed’in saltanatında (1451-1481) ise mevcudu 8-10,000’e çıkarıldı.

Bu merkezi askerî güç sayesinde Osmanlı sultanları Uc beylerinden daha kuvvetli duruma geldi. Üstelik, sınır bölgeleri her ne zaman güçlü düşmanların saldırısına uğrarsa, [meselâ Kosova (1389) ve Niğbolu (1396) savaşlarında olduğu gibi] sultan, derhal harekete geçip kesin darbeyi indirebiliyordu. Kapıkulları, aynı zamanda Sultanın emir ve yasaklarını eyaletlerde uygulamak üzere yasak kulu adı altına görev yapmaktaydılar.[28]

Yeniçeri Ocağı, Kapıkullarının yalnızca bir kesimini oluşturmaktaydı. Daha 14. yüzyılda bile Sultanın kulları sadece merkezdeki askerî gücü değil, fakat aynı zamanda taşradaki tımarlı sipahilerin önemli bir bölümünü de içeriyordu. Saray’da ve taşrada bir süre hizmet gördükten sonra kullar imparatorluğun her köşesine, tımarlı, subaşı, sancak beyi veya beylerbeyleri olarak gönderiliyor, böylece Sultanın siyasî ve icraî otoritesini temsil eden asker-idareciler olarak hizmet görüyorlardı.[29] Kulların imparatorluk yönetiminde yaygın şekilde kullanımı, I. Bayezid devrinde başlamıştır. O, Anadolu’da feth ettiği beyliklerde yerli aristokratik aileler yerine kendi kullarını getirmekte idi. II. Mehmed, en yüksek siyasi-idari mevki olan veziriâzamlığı, Çandarlı ailesi yerine kendi kullarına bahşettiğinde kul sistemi tamamlanmış oldu. Kısacası, sultanın merkezî ve mutlak otoritesinin güçlenmesi, kul sisteminin gelişmesiyle el ele gitti.

Böylece devlet idaresinde yeni bir dengeye veya döneme ulaşılmış oldu. Osmanlı Sultanının öteki Müslüman hükümdarlar üzerindeki üstünlük sebeplerini sıralarken Kemalpaşazâde, Osmanlı sultanlarının kulları sayesinde emirlerini her yerde kesinlikle uygulamaya muktedir olduğunu vurgular. Eyalet idaresine atanan hiçbir kul, halk üzerinde imtiyazlı bir mevkie ulaşma ve başkaldırma imkânını bulamazdı.

Osmanlı sultanları, özellikle I. Bayezid ve II. Mehmed döneminde tüm bölgelerde yerel hanedanları ve feodal beyleri ortadan kaldırmaya ve bütün yerel ayrıcalıkları bertaraf etmeye özen gösterdiler.[30] Balkanlar’da, küçük prens ve senyörler ortadan kaldırılmış veya Osmanlı timar kadrolarına alınmıştı.

Balkan köylüsü kendilerini koruyamayan eski efendileriyle artık işbirliği yapmıyor, zimmî statüsü içerisinde Osmanlı tebaası olarak devletin himayesi altına girmiş bulunuyordu. Daha önceki askerî sınıflar ile kilise ve manastırlar da, ellerinde bulundurdukları pronoa ve charistialar üzerindeki haklarını teminat altına alan, yeni merkezileşmiş sisteme bağlanmayı daha güvenli buldular.

Özetle, merkezî Osmanlı hükümeti, eski Bizans imparatorluk geleneklerini canlandırdıkları Balkanlar’da, bir iktidar ve güven kaynağı olarak hareket ediyordu. Anadolu’dan koşup gelerek ganimet arıyan gaziler, ulema ve toprağa aç köylüler, sürekli artan sayılarda bu güvenilir imparatorluğun hizmetine girmek için Avrupa’da feth edilen topraklara göç etmekte idiler. Bunun yanında, devleti sık sık iç savaşa sürükliyen ve halkı bezdiren saltanat müddeilerini bertaraf etmek için de, zalim fakat zorunlu bir çözüm bulundu. II. Mehmed, kardeş katli geleneğini kanunnâmesine bir madde olarak koydu.

Çok sonra 16. yüzyıl sonlarında şehzadelerin sancağa vali gönderilmesi âdeti de kaldırıldı. Böylece mutlak merkezî otoritenin sürekliliği yolunda kesin adımlar atılmış oldu. Hükümranlığın yönetici ailenin bütün bireylerine ortaklaşa ait olduğu eski Türk geleneğine bu suretle son verilmiş, kadim Doğu’nun tek mutlak hükümdarın şahsında temsil edilen bölünmez ve kutsal otorite fikri benimsenmiş oldu.[31]Şehzadeler arasında, yıkıcı iç savaşlar dönemi böylece kaldırılmış, yeni bir denge ve düzen yerleşmiş oldu.

Fakat, 16. yüzyılın sonunlarından itibaren sultanın dayandığı güç, yani saray halkı ve Yeniçeri ve öbür Kapıkulları, onun adına devleti kendi denetimleri altına sokacak kadar güç ve nüfuz kazandılar. Onları dengeleyecek bir güç kalmadı. 1600’e doğru Yeniçerilerin sayısı 35-50 bine vardı; onlar 1622’de Sultan II. Osman’ı tahttan indirip katledecek kadar ileri gittiler.

Kapıkulları, devlette tüm iktidarı elde edip eyaletlerde otoriteyi ve gelir kaynaklarını da ele geçirdiler. Evliya Çelebi (17. yüzyıl ikinci yarısı) şehirlerde Yeniçeri serdarı, çavuş ve kethüda-yeri sıfatıyla heryerde onların egemen olduğunu tespi edecektir. 17. yüzyıla ait İstanbul’daki tüm esnafı ve dükkânlarını tespit eden bir ihtisab defterinde, dükkan sahipleri tümüyle saray halkı, kapıkulları, beyler ve paşalar olarak görünmektedir. O zaman eyaletlerde ücretli menşei köylü askerler, Sekbanlar onlara karşı direnişe geçtiler.

1625-1628’de Abaza Mehmed Paşa[32] komutasında birleşip Anadolu’nun denetimini ellerine geçirdiler. Bu otorite bunalımı, Köprülü Mehmed’in 1656’da diktatör yetkileriyle durumu kontrol altına almasına kadar sürdü. Daha sonra Yeniçeriler, yalnız belli grupların tepkisini değil, halk protesto hareketlerini de temsil eder oldular. Merkezde ve eyaletlerde şehirlerde sayıları kontrolsuz artan ve artık bir çeşit milis haline gelen Yeniçeriler halkın önüne düşüp, IV. Mehmed’i (1687) ve III. Ahmed’i (1730) tahttan indirdiler.

Padişah ve saray, devlet işleri üzerinde mutlak otoritesini, ancak 1826’da Yeniçerileri ortadan kaldırdıktan sonra yeniden kurabildi. Yalnız Yeniçeri Ocağı değil, fakat kul kurumunu oluşturan öbür resmî örgütler de 17. yüzyılda aslî niteliklerini değiştirmişlerdi.[33] Devletin çözülmesi ve genel kargaşanın sebeplerini araştırırken 17. yüzyıl ortasında Koçi Bey listenin başına kul sisteminin bozulmasını koyar. Özetle, siyasi güç temsil eden gruplar arasındaki çatışmalar ve varılan yeni dengeler, Osmanlı tarihinde iç siyaset dinamiğini anlamak için önemlidir.

Son olarak toprak tasarrufu sistemini ele almamız gerekiyor. Yakın Doğu’nun geçmişteki öteki imparatorluklarında olduğu gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda da merkezileşmiş rejimin toplumsal ve iktisadî temeli, toprak tasarrufu ve gelirlerinin devlet tarafından sıkı denetimini sağlayan özgün bir sistemdir.[34] Kapıkullarının özellikle Anadolu şehirlerinde kontrollarına yol açan neden 1593-1610 Celâli anarşisidir. Özetle ülkede eski güçler dengesi bozuldu. Islâhat Lâyihası yazarlarının dediği gibi, klasik Osmanlı idaresinde Kapıkuluna karşı eyalet tımarlı ordusu bir denge oluşturuyordu.

Toprak mülkiyetinin devlete ait oluşu, daha doğrusu rakabe, kontrol hakkının merkezî hükümetin elinde olması, devlet politikasının amaçlarıyla uyumlu olarak toplum düzenini denetlemesini ve gelirleri bu amaçlara ve zamanın ihtiyaçlarına göre tahsis etmesini mümkün kılmaktaydı. Osmanlılardan önceki devirlerde, Selçuklularda ve Bizans İmparatorluğu’nda da, devletin toprak üzerindeki denetimi imparatorluğun siyasal, toplumsal ve ekonomik yapısını belirlemişti. Bu imparatorlukların çöküş dönemlerinde hem toprak hem de köylü yerel görevlilerle âyânın kontrolüne geçecektir.

Osmanlı İmparatorluğu, yayılmacı bir güç olarak genişleme günlerinde, tarım arazisinin devlet kontrolu altında olması ilkesini genel olarak uygulama gücüne sahipti. Kural olarak, Osmanlı rejimi, -hem dünyevî hem de dinî alanda- eski toprak sahiplerinin mülk haklarını kaldırmış ve fethedilen bölgeler ve de sonradan tarıma elverişli hale getirilen topraklar devlet denetimine alınmıştır. Hükümdar, nadiren toprak üzerinde mutlak mülkiyet haklarını şahsa özel bir bağış belgesi ile, temliknâme ile devredebilirdi.

Gerçekte bu üç katmanlı bir toprak tasarrufu sistemiydi: toprağın mutlak rakabe hakkı devlet elinde idi; köylü tasarruf hakkına, yani sürekli kiracı olarak toprağı kullanma hakkına devlete bir tapu resmi ödiyerek bir sözleşme ile sahip olurdu. Bu ikisi arasında tımar sahibi sipahiye veya devletin temsilcisi olarak birine, devlete ait hakların çiğnenmemesi için gözetim yetkisi verilirdi. Başlıca toprak vergilerini toplayıp toprağın boş bırakılmasını önlemek üzere konulan kanunları o uygulardı.

Sipahi devlete karşı belirli askerî görevleri yerine getirmekle yükümlüydü ve topladığı belirli vergileri de maaşı olarak alırdı. Bütün bu hususlar Kanunnamelerde tespit edilmişti. Para ekonomisinin tam olarak gelişmediği devletlerde devletin temel gelir kaynağını oluşturan toprak vergileri iltizam yoluyla da toplanabilirdi: vergilerin merkezî hazineye nakit olarak girmesini sağlayan iltizam sistemi idi.

Büyük sayıda askere ihtiyacı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, bu aynî vergiler çoğunlukla köylerde yerleştirilen sipahileri desteklemek üzere tımar olarak dağıtılmıştır. Böylece, Osmanlı döneminde toprak tasarrufu sistemi, vergi sistemi ve eyalet askerî teşkilatı bir bütününün tamamlayıcı ögeleri olarak bölünmez bir sistem oluşturuyordu.

Osmanlı’nın bu sistemi, fethettikleri bölgelerde, yani Bizans İmparatorluğu ve Balkan devletlerinden aldıkları topraklarda uygulamaya koyması zor olmadı. Çünkü İslâm hukukuna göre savaşla alınan topraklar devlete ait sayılırdı. Hatta vakıf haline getirilse bile, devlet gerekirse vakfiyetini kaldırabilirdi (Fâtih vakıf ve mülklerin devlete mal edilmesi kararında bu prensibe dayanmıştır). Fakat, Osmanlı işgalinden önce Anadolu’da, birçok arazi, mülk ve vakıf olarak devredilmiş ve bu durum Şeriata uygun olarak tertip edilen senetlerle tasdik edilmiş bulunuyordu, bu yüzden eski Selçuklu Devleti topraklarında çeşitli uzlaşmalara varılmak gerekmiştir.[35] Meselâ toprak sahipleri, eşkinci sistemi yoluyla devlete asker sağlamakla yükümlü kılınmıştır.

I. Bayezid’in saltanatı sırasında (1389-1402) bu gibi topraklar üzerinde devlet kontrolü genişletildi: Bu politika Bayezid’e karşı Anadolu’da karşıtların ortaya çıkışının sebeplerinden biridir. Onun saltanat döneminden II. Mehmed dönemine kadar bu açıdan bir uzlaşma ve hoşgörme politikası izlenmiştir. Fetret ve iç bunalımlar merkezî hükümeti, Rumeli ve Anadolu’daki nüfuzlu kişilere büyük mülk topraklar bağışlamayı zorunlu kılmıştır.

Bu gibi toprak mülkleri, devletin el koyması ihtimaline karşı bir tedbir olarak, sahipleri tarafından genellikle aile vakfına dönüştürüldü. Fakat, seferleri için fazla asker ihtiyacı karşısında, Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) bu toprakların önemli bir bölümünü 1476 civarında tekrar devlet mülkiyeti altına aldı. Vakfın gerçek amaçlarını yerine getiremeyen, binası yıkılmış veya hükümdarlarından berat almamış vakıfları ilga etti. Bunları mîrî için müsadere edip tımar olarak askeri sınıf mensupları arasında dağıttı. Bu reform sonucunda bu işte çalışmış olan tarihçi Tursun Bey’in ifadesiyle 20 bin (?) köy ve çiftlik devlete mal edildi.[36]

Bu eylem, özellikle vakıflardan yararlanan dinî grupların ulema, zaviyedar şeyh ve dervişlerin Sultana karşı tavır almalarına sebep oldu. Fâtih’in ölümünden sonra şiddetli bir tepki kendini gösterdi ve müsadere edilen toprakların büyük bir kısmı eski sahiplerine ve vakıflara geri verildi.

Fakat yeniden eski istikamete dönülmesi için çok zaman geçmedi: I. Süleyman’ın büyük seferleri için asker ihtiyacı, nüfustaki artış ve yeni toprakların tarıma açılması mîrî topraklarda büyük bir artışa yol açtı. İfrazat adıyla anılan bu yeni mîrî topraklara ait kayıtlar dönemin defterlerini doldurmaktadır.

16. yüzyıl sonundan itibaren kırsal bölgelerde, hem tarımda, hem de toprak tasarrufu sisteminde ağır bir buhran ortaya çıktı. Bunun temel sebepleri arasında öncelikle, 1580’lerden itibaren Batı Avrupa’dan ucuz gümüş ve gümüş para akışı ve, bunun ardından, Osmanlı maliyesini, imparatorluk ekonomisini ve yönetim mekanizmasını kargaşaya sokan enflasyondur. Tarihçi Selâniki, yüzde yüz bir enflasyonun herkesi özellikle askeri fakirleştirdiğini ve genel bir hoşnutsuzluğun ortaya çıkışına neden olduğunu tarihinde vurgulamıştır.[37] Tımarların değeri aniden düşünce tımar sahipleri seferden kaçmaya, çeşitli yollarla köylülerden daha fazla gelir sızdırmaya çalıştılar.

İkinci olarak, bu dönemde yeni fetihlerin durması tımara atanmak için elinde pâdişah emriyle bekleyen adaylar sayısında büyük bir artışa neden oldu ve timar elde etmek isteyenler arasında sert bir rekabete yol açtı. Yolsuzluklar aldı yürüdü, asker isyanlara katılmaktan geri kalmadı. Üçüncü olarak, Kapıkulları başta saray halkı, çavuşlar tımar topraklarını her yerde ele geçirmeyi başarıyor ve dolayısıyla tımar açığını daha da şiddetli hale getiriyorlardı.

Sonuç olarak, çok sayıda topraksız asker ve işsiz ücretli asker grupları (yevmliler, sekban ve sarıcalar) eşkıya çeteleri halinde köy ve kasabaları basıp yağmaya başladılar; daha sonraları bunlar büyük güce sahip önderler ve âsi paşalar (Karayazıcı, Canpulad-oğlu, Varvar Ali, Abaza Mehmet) etrafında toplandılar ve üzerlerine gönderilen hükümet kuvvetlerini püskürtecek bir güç oluşturdular. İsyancılar Celâlî genel adıyla bilinmektedir.[38]

Onlarla uğraşmak üzere gönderilen Kapıkulları da, köylülerin başına bela olup onları soyan bir başka çapulcu gücü oluşturdular. Eyaletlerde kapılarında ücretli sekban ve sarıca askeri toplıyan paşalar şu veya bu bahane ile isyan etmek imkânını buldu. Anadolu’da bu dönemde eşkıya başında âsi paşaları görüyoruz. İstanbul’da merkezde yeniçeri zorbaları gibi bu dönemde Anadolu’da sekban ve sarıcalar başında âsi paşalar ülkeyi tam bir anarşi içine sürüklediler.

Bu dönem 1590-1656 tarihlerini kapsar. Merkeziyetçi kontrol ancak Köprülü Mehmed Paşa ile gerçekleşecektir. Bu dönem aynı zamanda derin ekonomik ve sosyal çalkantı dönemi olup kargaşalığın altında bu ekonomik sarsıntıyı hesaba katmak gerekir. Bu dönemde devam eden uzun savaşlar (1593-1606 Avusturya, 1603-1612 İran savaşları) ve enflasyon devleti, avârız yükümlülüklerini olağan ve ağır bir nakdî vergi haline getirmeye mecbur etti.

Bütün bu koşullar, özellikle Anadolu’daki köylüleri toptan topraklarını terk edip berkitilmiş şehirlere kaçmaya veya eşkıya çetelerine katılmaya sevk etti. Özellikle 1595’ten 1607’ye kadar süren dönemde Anadolu’da anarşi ve halkın kitle halinde kaçışı Osmanlı tarihinde Büyük Kaçgun olarak bilinir. Kanunî döneminde yeni toprakların tarıma açılması, yüzde altmışa varan nüfus patlaması, bu anarşi döneminde Anadolu’nun bir daha kalkınamayacağı bir yıkım dönemine yerini bırakmıştır. Aynı yıllarda Rumeli’deki Hıristiyan köylüler arasında ilk ciddi isyan girişimleri vuku bulmuştur.[39]

Bu büyük ekonomik-siyasi-sosyal bunalım sırasında, kapı halkı geçimini sağlamak için eşkiyalığa başladılar. Devletin temel kurumları, kul sistemi, tımar sistemi ve toprak tasarrufu düzeni perişan oldu. Bu yılları yaşayan Koçi Bey “erbab-ı tımar ve zeamet bilkülliye yok oldu…ulûfeli kul dünyayı tuttu ve sipahi güruhunu bastırdı” demektedir. Devlet, eyaletlerdeki topraklar üstündeki denetimini kaybetti; toprak gelirleri, büyük ölçüde Kapıkullarının ve askerî sınıfla bağlantılı nüfuz sahibi yerel kişilerin, âyanın eline geçti. Klasik Osmanlı rejimi tamamiyle çöktü. Bu nedenle biz bu tarihe kadar Osmanlı tarihini Klasik Dönem diye ayırd ediyoruz. 1683-1699 savaş dönemi derin değişikliklere yol açmış, âyan rejimini hazırlamıştır.

İmparatorluk topraklarının yarısını oluşturan Padişah hasları, daha doğrusu merkezî hazine kontrolundaki topraklar, genellikle eskiden beri mukata’a adıyla sözleşme ile özel kişilere iltizama verilirdi. Bu mukata’aların büyük kısmı askerî sınıf mensuplarının eline geçti. 17. yüzyıl sonlarında mukata’a iltizamı yoluyla devlet toprakları üzerinde denetim kuran bu sınıf, köylüler üzerinde fiilen yönetici durumuna geldi ve a’yânın doğuşuna yol açtı.[40] Devlet toprak üzerinde denetimini sağlıyan eski düzenli tahrirleri artık yerine getiremiyordu. Toprağın gerçek kontrolunu ele geçiren nüfuzlu â’yânlar, kendilerine şahsen bağlı ücretli askerî kuvvetler beslemeye başladı.

Düzenli tımarlı asker işlevini kaybettiğinden devlet âyânı bu yerel askeriyle imparatorluk ordusuna katılmaya teşvik edip pek çoğuna mîrmîran veya paşa rütbesi tevcih etmeye başladı. Kazalarda yerel otoriteyi temsil eden âyan yanında 18. yüzyıl ikinci yarısında eyaletlerde büyük mukata’a topraklarını kontrolu altına geçiren ve özel orduları bulunan güçlü yerel hanedanlar ortaya çıkıp güçlendi. 1683-1699 felâketli savaş yıllarında, mukata’a iltizamlarını malikâne adıyla eyaletlerde zengin ve nüfuzlu kişiler hayatları boyunca, hatta aileleri için sağlamışlardı.

Böylece toprak ve vergiler üzerinde kontrolunu kaybeden devlet, eyaletlerde temel fonksiyonlarını yerel âyan ve hanedana devretmiş bulunuyordu. Bu dönemde, Avrupa’da görülene benzer bir şekilde, imparatorluğun feodalleşmesinden bahsedebiliriz. 18. yüzyılın sonunda merkeziyetçi imparatorluk artık mevcut değildi. II. Mahmud’un yeni bir ordu kurup güçlü a’yânları ve hanedanları (Pozvant-oğlu, Tepedelenli, Karaosmanoğulları, Çapan-oğulları) teker teker ortadan kaldırmasına kadar, Anadolu ve Rumeli’de, merkezî bir hükümetin otoritesini tanıyan bir imparatorluğu yeniden kurmak mümkün olmadı. Uzak eyaletlerde, Suriye, Mısır, Bağdat’ta Osmanlı Sultanının temel egemenlik haklarını fiilen ele geçiren Memluk beyleri (Mısır’da), Yeniçeri garnizonlarına dayanan yerel hanedanlar yükseldi. Bu gelişme, daha önce 16. yüzyıl sonlarında Garp Ocakları’nda, Tunus, Cezâyir ve Trablus’ta gerçekleşmiş bulunuyordu.

Buraya kadar Osmanlı tarihinin yapısında ve temel kurumlarında yeni bir dönem açan değişmeleri gözden geçirdik. Osmanlı tarihinde dönemleri bu ampirik gözlemler çerçevesinde saptamak gerektiğine inanıyoruz.

Prof.Dr.Halil Inalcık

Bilkent Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Türkiye

Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 1 Sayfa: 61-72; Doğu Batı Dergisi/Osmanlılar

Dipnotlar :

[1] Kemalpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osmân, Defter I, haz. Şerafettin Turan, Ankara 1976; Ruhî’ye ait olduğu söylenen kronikte de (Oxford Bodleian Library, Marsh 313) benzer fikirler ileri sürülmüştür.

[2] Tewarikh-i Âl-i ‘Osman (Die altosmanischen anonymen Chroniken), ed. F. Giese, Breslau 1922, 30; daha tam bir metin: Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, ? 700.

[3] H. İnalcık, “Adâletnâmeler”, Belgeler (Türk Tarih Kurumu), II/3-4, 105.

(4] Süleyman’ın saltanat döneminin Altın Çağ sayılması hakkında bkz. H. İnalcık, “Süleyman the Man and the Statesman”, ed. G. Veinstein, Soliman Le Magnifique et sgn temps, Paris 1992.

(5] Osmanlı layiha yazarları için bkz. H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire, 1600-1800”, Archivum Ottomanicum, VI (1980); “The Ruznâmçe Registers”, Turcica, XX (1988), 256.

(6] A. Tietze’nin neşir ve çevirisine bkz: Mustafa ‘Âlî’s Counsel for Sultans of 1581, I, Metin, II, Çeviri, Viyana 1979-1982.

[7] Aynî Ali, Kavânin-i Âl-i Osman der Hulâsa-i Mezâmin-i Defter-i Divan, İstanbul 1280 H.; bu basım popüler bir basım olup tenkitli yeni bir basımı Douglas Howard tarafından hazırlanmıştır; Kitâb-ı Mustatab için bkz. Y. Yücel, Osmanlı Devlet Teşkilâtına Dair Kaynaklar; Kitâb-ı Müstetâb, Kitâbu Mesâlihi’l-Müslimîn ve Menâfi’i’l-Mü’minîn, Hırzü’l-Mülûk, Ankara, 1988.

[8] Bkz. C. Fleischer, “Royal Authority, Dynastic Cyclism, and Ibn Khaldunism in Sixteenth-Century Ottoman Letters”, Journal of Asian and African Studies, XVII (1983), 198-220; Fârâbî, Tûsî ve Devvânî’nin etkileri için bkz. Kınalızâde Alaâeddin Ali, Ahlâk-ı Alâî, Bulak 1248 H., II, 5, 105-112.

(9] Hacı Halife veya Kâtib Çelebi olarak bilinen Mustafa b. Abdullah, Düstûrü’l-‘amel li islâhi’l-halel, İstanbul, 1280 H.; Almanca çevirisi: W.F.A. Behrnauer, ZDMG, X (1857), III -132.

[10] Bkz. H. İnalcık, “Kutadgu Bilig’de “Türk ve İran Siyaset Nazariyeleri ve Gelenekleri”, Reşit Rahmeti Arat İçin, 1966, 259-275.

(11] Mustafa Naîmâ, Târih-i Na’îmâ, I-VI, İstanbul, 1280 H.: I. Ciltteki giriş.

[12] Çeviren Pirîzâde Mehmed Sa’ib, Mukaddime-i İbn Haldun, I-II, İstanbul 1275 H.; Tanzimat dönemi tarihçisi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa tarafından tamamlanmıştır: İstanbul 1277 H.

(13] A. Cevdet (Paşa), Vekâyi’-i Devlet-i Aliyye (Târih-i Cevdet), İstanbul 1271-1301.

(14] Netâ’icü’l-Vuku’ât, I-IV, İstanbul 1294-1327 H.

[15] G.G. Arnakis, “Gregory Palamas among the Turks and Documents of His Captivity as Historical Sources”, Speculum, XXVI (1951), 104-118.

[16] Yeni bir yorum için bkz. H. İnalcık, “The Ottoman Turks and the Crusades, 1329-1522”, A History of the Crusades, genel yayın yönetmeni, K. M. Setton, c. VI: The Impact of the Crusades on Europe Haçlı Seferlerinin Avrupa Üzerindeki Tesiri, haz. H. W. Hazard ve N. P. Zacour, Madison, 1993, 221-353.

[17] Bkz. A. Feridun, Münşeatü’s-Selâtin, I, İstanbul 1275 H., 236.

[18] Bkz. H. İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History of Islam, haz. Holt, Lambton ve Lewis, Cambridge 1970, 320-323; H. İnalcık, An Economic and Social History of the Ottoman Empire, Cambridge 1994, 327-331.

[19] A. Feridun, a.g.e., II, 542-544.

[20] H. İnalcık, haz. 16. notta zikredilen An Economic and Social History, 367-372.

[21] Bkz. “Bayazıd I”, Encyclopaedia of Islam, 2. bs. (EI2).

[22] I. Mehmed ve II.Murad’ın mektuplaşmaları için bkz. Feridun, I, 150-152, 177-178.

(23] Bkz. “Mehmed II”, İslâm Ansiklopedisi (İA), 523-527.

(24] Şimdi bkz. “Selim I”, EI2.

[25] Uç beylerinin Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar oynadıkları hayatî rol için bkz. Gazavât-ı Sultan Murad Han, haz. H. İnalcık ve M. Oğuz; “Mehmed I”, EI 2, “Murad II”, İA.

[26] H. İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar, Ankara 1954, 149-150.

[27] Bkz. “Ghulam”, EI 2.

[28] Bkz. Kânûnnâme-i Sultanî ber Mûceb-i Örf-i Osmânî, Ankara 1956, notlar 2-5, 8-12, 2024, 30, 32, 36, 39, 40, 45.

[29] Bkz. H. İnalcık, The Ottoman Empire: The Classical Age 1300-1600, İkinci basım, London: Phoenix, 1995, 76-118; “Timar”, EI2.

[30] H. İnalcık, “L’Empire Ottoman”, Studies in Ottoman Social and Economic History, London: Variorum II, 1985, 85-87; H. İnalcık, “The Rise of the Ottoman Empire”, Cambridge History of Islam, I, 295-303.

[31] H. İnalcık, “The Ottoman Succession and its relation to the Turkish Concept of State”, The Middle east and the Balkans under the Ottoman Empire: Essays on Economy and Society, Bloomington 1993, 60-61.

32] Bkz. “Mehmed Paşa, Abaza”, İA.

[33] Bkz. 5. notta zikredilen: H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation”.

[34] Bkz. 17. notta bahsedilen An Economic and Social History, 103-154.

[35] A.g.e., 126-131.

[36] “Mehmed II”, İA, Cüz, 53.

[37] H. İnalcık, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş ve İnkişafı Devrinde Türkiye’nin İktisadi Vaziyeti”, Belleten, XV (1951), 629-690.

[38] Celâlîler için bkz. M. Akdağ, Celâlî İsyanları, Ankara 1963; krş. H. İnalcık, “Military and Fiscal Transformation…”.

[39] Bkz. I. Khassiotis, “Sull’ organisazione, incorporazione Sociale e ideologia politica dei Greci a Napoli, dal XV alla meta del XIX sec.,” Epistimoniki Epetiris is Philosofikis scholis tou Aristoteliou Pamepistimiou, Thessalonikis, 20 (1981); aynı yazar, “The European Powers and the Problem of Greek Independence from the Mid-fifteenth through the Early Nineteenth Century”, Ellada: Istoria kai politismos, Salonica 1981.

(40] Bkz. H. İnalcık, “Centralization and Decentralization in Ottoman Administration”, Studies in Eighteenth Century Islamic History, ed. T. Naff ve R. Owen, London 1977, 27-52.







Devamını Oku »

Kur'an-ı Kerim'e İman



Şüphesiz Kur'ân Allah'ın kelamıdır, O'ndan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuş, elçisine vahiy olarak indirmiştir. Müminler de onu böylece hakk olarak tasdik ederek, onun gerçekten Allah Teâlâ'nın kelamı olduğuna ve mahlûkatın kelamı gibi yaratılmış olmadığına yakinen iman etmişlerdir. Onu işitip de, onun beşer sözü olduğunu iddia eden kesinlikle küfre girer. Allah Teâlâ, bu kimseyi kınamış, ayıplamış ve şöyle buyurarak Sekar/Cehennem'le tehdit etmiştir: "Onu çok yakında Sekar'a sokacağım/".Allah'ın, “Bu ancak bir beşer sözüdür" diyen kimseyi Sekar'la tehdit etmesinden anlıyor ve yakinen inanıyoruz ki Kur'ân, beşerin yaratıcısının sözüdür, hiçbir şekilde beşerin sözüne benzemez.

Kur'an-ı Kerim Allah Teâla'nın sözüdür. Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'dan söz olarak keyfiyetsiz sadır olmuştur. Bu ne demektir? Sözün Cenab-ı Hakk'tan sadır olması nedir? Bu söz insanların ağzından çıkan söz gibi bir söz müdür? Harf ve sesler söz konusu mudur? Hayır değildir!

Tarih içerisinde böyle diyenler olmuştur. Biz bunlara Müşebbihe diyoruz. Bunların uzantıları da var. Bugün bile artık Suudi Arabistan kaynaklı dezenformasyon çalışmaları içerisinde bunların çalışmaları Selef Akidesi (!) adı altında neşrediliyor. İbn Teymiye de böyle söylüyor: "Kur'an-ı Kerim Cenab-ı Hakk'tan söz olarak, kelam olarak sadır olmuştur" diyor. "Evet, harf ve sesle sadır olmuştur. Çünkü bir yerde söz varsa orada harf vardır, ses vardır. Başka türlüsü mümkün değil. Biz bu harf ve sesin mahiyetini bilemiyoruz" diyor. Bir kere Kur'an ve Sünnet'te vahyin Kur'an'ın Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olduğuna delalet eden hiçbir nass yoktur. Seleften, bunu açıkça ifade eden hiç kimse de yoktur.

Bu gerçekten çok önemli bir husus. İbn Teymiyye'nin, Selef adına konuşan daha doğrusu Selef adına konuşma edasıyla konuşan biri olarak Selefe attığı iftiralardan birisi de budur. Birçok iftira atmış, biri de budur. "Selefin söylediğini söyleriz, nasslarda geldiği gibi inanırız, ondan ötesini söylemeyiz, konuşmayız" gibi tırnak içi bir "Selefi" tavrı görürüz, hissederiz. Fakat bu tavrın altında müthiş bir bid'at vardır. Onlardan biri de budur.

Seleften hiç kimse "Kur'an-ı Kerim (vahiy) Allah Teâlâ'dan harf ve sesle sadır olmuştur" dememiştir. Kalbe ilka ses ile olmaz. Adı üstünde "kalbe ilka". Ses ile olduğu zaman biz bunu duyarız. Cebrail (a.s)'ın sesini duymuş mudur efendimiz? Duyduğu zaman o Cebrail (a.s)'ın sesidir. Cebrail (a.s) Kuı^an'ı nereden alıyor? Beyt-i Mamur'dan alıyor. Levh-i Mahfuz'da yazılı KuKan ve diğer bütün kitaplar... Mübarek semavi kitapların tamamının aslı Levh-i Mahfuzdadır. Oradan indirilecek olan ayetleri görevli melekler Cebrail (a.s)'a veriyor. Cebrail (a.s) da alıp Efendimiz (s.a.v)'e getiriyor. Yani, İbn Teymiyye'nin bir yerde iddia ettiği; Cenab-ı Hakk bir şey söylediğinde iki insanın -haşa- karşılıklı konuşması gibi veya bir padişahın karşısındaki görevliye emretmesi gibi, ondan ses ve harfle sadır olur, o da onu kulaklarıyla duyar sonra alır duyduğunu... böyle bir şey olmaz. Teşbih işte budur.

"Kur'an (vahiy), Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle sadır olur" dedikten sonra biz bunun keyfiyetini bilemeyiz demenin hiçbir anlamı yok. Çünkü bir takım rivayetler var; "Cenab-ı Hakk bir şeyi emrettiğinde Semavat'ta, mukarrabin meleklerinin bulunduğu katta zincir sesine benzer bir ses duyulur. Melekler kanatlarını çırparlar. Ondan sonra aşağıdaki alt sema katlarındaki melekler sorarlar: "Cenab-ı Hakk ne buyurdu?" Onlar da: "Hak buyurdu" derler." Bu hadistir.(1) Yani, tabiri doğruysa kaydıyla söyleyelim bunu: Bir sahne düşünün, bir padişah karşısındaki görevliye bir şey emrediyor. O da haşyetten, korkudan titriyor, kendisini bir titreme alıyor daha aşağıdaki görevlilere bunu hemen korku içinde aktarıyor. Böyle bir sahne canlanıyor İbn Teymiyye'nin zihninde ki "Cenab-ı Hakk'tan harf ve sesle ama keyfiyetini bilemeyeceğimiz harf ve sesle sadır olur" diyor. Arkasından bu hadisi ekleyerek Cenab-ı Hakk'tan sadır olan bu sesin melekler tarafından duyulduğunu söylüyor. Melekler tarafından duyulan bir ses nasıl keyfiyetsiz olur? Bir mahlûk tarafından duyulan bir ses keyfiyetsiz olur mu? Olmaz. Dolayısıyla ne kadar "bilâ keyf" derseniz deyin bir tarafından bir keyfiyet atfettiğiniz sürece bu kayd-ı ihtirazının hiçbir anlamı yok. Bu bir teşbihtir.

Sözün Cenab-ı Hakk'tan başlaması; böyle bir hadis de var. "Kur'an Allah kelamıdır, O'ndan başlamıştır ve O'na dönecektir.Bu anlamda bir hadis var.(2) Kuran-ı Kerim'in Allah Teâla'nın kelamı olduğu açık. Kur'an'da ve Sünnet'te buna delalet eden onlarca nass var. Fakat bu sözün insan sözü gibi harf ve sesle sadır olduğuna dair bir tek ayet ve hadis yok. Kuıran-ı Kerim'in Cenab-ı Hakk'tan başlaması ne demektir? Bundan kasıt, bizim dünyamıza aktarılan ilahi hakikatler var. Biz bunları Cenab-ı Hakk'ın bildirmesiyle biliyoruz, melekler de öyle. Levh-i Mahfuz'dan onu okuyan melekler de Cenab-ı Hakk'ın kaleme emretmesiyle ona vakıf oluyorlar. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'tan başlıyor bu kelam.

Ona dönmesi ne demektir? Bu konuda âlimler birkaç farklı şey söylemişler. Birincisi Kur'an-ı Kerim'in kıyamete yakın bir zamanda insanların arasından, dünyamızdan çekilip alınacağını ifade eden hadisler var. Bunların da anlattığı gibi Kur'an-ı Kerim tekrar sema katına yükselecek, dünyamızı terk edecek, tevbe kapısının kapatıldığı zamandan itibaren -ki müminler artık ölmüş olacak-, yeryüzünde Allah diyen kimse kalmış olmayacak. Kıyamet, inkarcıların başına kopacak. İşte bu durumu anlatıyor demiş bazı âlimler.

Bazı âlimler de demişler ki: Kelamın Allah Teâlâ'ya tekrar dönecek olması yeryüzüne kıyamet koptuktan sonra, Cenab-ı Hakk'ın bu emirlerinin, şu anda mükellef kılındığımız emirlerin tatbik sahasının ortadan kalkması demek. Çünkü mükellefiyet unsuru ortadan kalkacak. Kıyamet, ahiret olunca öbür dünyaya biz geçince orası teklif yurdu değil; ya mükâfat ya da azap yurdu. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in hüküm getiren ayetleri bilhassa bu anlamda Cenab-ı Hakk'a rücu etmiş olacak, diyorlar.

Kur'an-ı Kerim'i Allah Teâla, Rasul-i Kibriya Efendimiz (s.a.v)'e vahiy olarak indirmiştir. Bu vahiy Efendimiz (s.a.v)'in de ifade buyurduğu gibi birkaç türlü oluyor. Rüya ile veya meleğin kalbe ilka etmesiyle veya Cebrail (a.s)'ın bir insan suretinde gelip Efendimiz (s.a.v)'le konuşmasıyla veya Efendimiz (s.a.v)'in vasıtasız olarak bir çan sesi gibi bir ses duymasıyla oluyor -ki Efendimiz (s.a.v), vahyin en ağır şeklinin bu olduğunu söylüyor-. Böyle birkaç türlü vahiy inzal tarzı var. Vahiy bunlardan her biriyle Efendimiz (s.a.v)'e indiriliyor.

Müminler de bunun bu şekilde (Cenab-ı Hakk'tan peygamberimize indirilmesi meselesinde söylediklerimizin hak) olduğunu tasdik ederler.

»Şüphesiz ki Kur'an Allah Teâlâ'nın kelamıdır. Keyfiyetsiz bir söz olarak O'ndan başlamıştır. Ve Rasul-i Kibriya efendimize vahiy olarak indirilmiştir. Müminler onun bu şekilde hak olduğuna iman ve tasdik etmişlerdir.

Kur'an'ın hakiki olarak Allah Teâlâ'nın kelamı olduğunu yakînî olarak bilir ve iman ederler. Kur'an-ı Kerim yaratılmışların sözü gibi mahlûk değildir. İnsanlar da, onların sözleri de mahlûktur. Ama Kur'an-ı Kerim Allah Teâlâ'nın kelamıdır ve mahlûk değildir. Kur'an-ı Kerim'i işitip de bunun insan sözü olduğunu söyleyen kimseler kâfir olurlar.

Kur'an-ı Kerim'in mahlûk olup olmaması meselesi tarihte kalmış bir tartışma. Mutezile'nin böyle bir iddiası var. Mutezile Hristiyanlarla Hz. İsa (a.s)'ın tabiatı konusunda münakaşa ederken Hristiyanlar Kur'an Kerim'de Hz. İsa (a.s) hakkında "kelimetün minhu = &'' ifadesinin geçtiğini söylüyorlar. Yani "Allah Teâlâ'dan bir kelime, O'nun bir kelimesi..." Dolayısıyla O'nun bir kelamı, O'nun bir sözü olduğu söylüyorlar ve diyorlar ki bu "Kur'an mahlûk mudur, değil midir?" Mahlûktur deseler, "Kur'an-ı Kerim kelamullah olarak mahlûktur" demiş olacaklar. Mahlûk değildir deseler Hz. İsa (a.s) da bir kelamullah olarak "Mahlûk değildir" tanımının içine girmiş olacak. Dolayısıyla Mutezile bu cendereden kurtulmak için Hz. İsa (a.s) da mahlûktur, Kur'an da mahlûktur" demişler. Bu o zaman yaşanmış ve tarihte kalmış bir tartışma. Abbasiler döneminde on beş sene böyle bir "28 Şubat" olmuş. Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında kovuşturmalar, soruşturmalar, sürgünler, işkenceler, tutuklamalar... On beş sene boyunca karanlık dönem yaşanmış Mutezile marifetiyle. Daha sonra bu dönem sona ermiş, Halife Mütevekkil iş başına geldiğinde Mutezili akidesini benimsememiş, Ehl-i sünnet akidesine dönmüş ve bu sıkıntılı dönem sona ermiş.

"Halku'l-Kur'an" meselesine "Mihne" de denir. Tarihte, Mihne olayla,., Mihne süreci diye de anılır. Bunun bugüne bakan yüzünde, yansımasında söyle bir şey söz konusu: Bugünkü tarihselciler.

Modernistler geçmişte Mutezile tarafından ortaya atılmış bu iddiayı şunu söyleyerek istismar ediyorlar: Mutezile geçmişte Kur'an-ı Kerim'in mahluk olduğunu savunmuştur. Dolayısıyla mahlûk demek belli bir tarihte, belli bir coğrafyada, oraya mahsus olmak üzere yaratılmış şey demek. Kur'an-ı Kerim'in mahlûk bir kelam olduğunu söylediğinizde onun tarihselliğini de söylemiş olursunuz otomatik olarak. Dolayısıyla Mutezilenin bu görüşü, bugün Kur'an'ın tarihselliği iddialarına müthiş bir temel teşkil eder, diyorlar.

Oysa hemen şunu söyleyelim: Mutezile "Kur'an mahlûktur" derken asla ve kat'a Kur'an'ın tarihselliği gibi bir iddiada bulunmamıştır. Bu iddia Mutezile'nin aklının ucundan bile geçmemiştir. Hiçbir Mutezili, Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken onun belli bir döneme kadar bağlayıcı, ondan sonraki dönemler için bağlayıcı olmayan bir kelam olduğu şeklinde bir iddiada bulunmamıştır. Böyle bir iddiada bir Müslümanın bulunacağını düşünmek mümkün değildir zaten. Dolayısıyla Kur'an'ın mahlûk olduğunu söylemek ve iddia etmek başka bir şeydir, tarihsel olduğunu söylemek, iddia etmek başka bir şeydir. Mahlûk olduğu iddiası kabul edilse bile buradan tarihsellik çıkmaz. Bu bir istismardır. Esasen elmalarla armutları toplamaya benzer bu. Onlar Kur'an'ın mahlûk bir kelam olduğunu söylerken bağlayıcı bir kelam olmadığını söylemiyorlar. Bütün insanları bütün zamanları mekânları kuşatan, tamamına hükmeden, tamamını bağlayan mahlûk bir kelam olduğunu savunuyorlar. Yani o kelamın ontolojisiyle tabiri caizse hükümranlığı bağlayıcılığı arasında böyle bir lazım-melzum ilişkisi yoktur Mutezileye göre. Evet, o mahlûk bir kelamdır ama bağlayıcıdır. Tarihselciler de, "Madem mahlûk bir kelamdır, o halde bağlayıcı da olmamalıdır" diyorlar. Bu ikisi arasında böyle bir lazım- melzum ilişkisi yoktur ki!

Dolayısıyla bu maddeyi okurken, bugünün dünyasına hitap edecek şekilde güncelleyecek olursak şunu söylememiz lazım: Kur'an-ı Kerim mahlûkatın sözü gibi mahlûk değildir. Dolayısıyla tarihsel de değildir. Kur'an-ı Kerim'i işiten ve o insan sözüdür iddiasında bulunan kâfir olur. Dolayısıyla onun tarihsel bir metin olduğunu söyleyen de kâfir olur. "Allah Teâlâ'nın kelamı, hükmü, hitabı belli bir tarihi bağlar, bizi bağlamaz" diye bir itikada sahip kimse kâfir olur. Çünkü Tevhid'in beşli kategorisinde gördüğümüz üzere hükümde tevhid ilkesini zedelediği için, hükümde Allah Teâlâ'ya şerik koştuğu için o kimse Allah korusun kâfir olur.

Allah Teâla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söyleyenleri kınamış ve "Onu yakında Sekar'a sokacağım" buyurmuş. Sekar, Cehennem'in bir adı. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu söylemek küfürdür ve ahiretteki akıbeti Allah korusun çok acıdır, acıklıdır.

Allah Teâla "Bu ancak bir insan sözüdür" diyenleri Sekar'a (Cehennem'e) sokmakla tehdit ettiğine göre biliriz ve yakin olarak inanırız ki bu beşerin değil beşeri yaratanın sözüdür, insan sözüne, beşer sözüne benzemez.

Dipnotlar:

(1)- el-Buhari, "Tefsir*, Sûratü Sebe*.

(2)- es-Süyûtî, Câmiu'l-Ehâdîs, 32/174.

Ebubekir Sifil - Muhtasar Tahavi Akidesi Şerhi,syf:119-125
Devamını Oku »

Maddi Bir Medeniyet


Modern Batı medeniyetini salt maddî bir medeniyet olmakla suçlayan Doğuluların bütünüyle haklı olduğu şimdiye kadar söylenenlerden açıkça ortaya çıkmaktadır. Yine Batı medeniyetinin gelişimi sadece bu yönde [maddî bakımdan] gerçekleşmiştir ve ona hangi açıdan bakarsak bakalım, bu maddîleşmenin az-çok doğrudan sonuçlarıyla kar­şılaşıyoruz. Bununla birlikte konu hakkında söylediklerimize hâlâ ilave edecek bir şeyler vardır ve ilk olarak “maddecilik/materyalizm” gibi bir kelimenin kullanıldığı farklı biçimleri açıklamak gerekmektedir. Biz bu kelimeyi çağdaş dünyayı nitelemek için kullanacak olursak, kesinlikle maddeci olduklarına inanmayan, ama aynı zamanda hayata bakışlarının modern olduğunu iddia eden farklı kimseler, bunun sırf iftira olduğu inancıyla itirazda bulunacaklardır. Bu yüzden konu hakkında herhangi bir kapalılık oluşmaması için biraz daha açıklamaya ihtiyaç vardır.

“Maddecilik/materyalizm” kelimesinin esas itibarı ile ancak XVI- II. yüzyıla kadar geriye gittiği önemlidir. Terim onu maddenin gerçek varlığını kabul eden teorilere işaret etmek için kullanan filozof Berke­ley tarafından vaz’edilmiştir. Bizi burada ilgilendirenin kelimenin bu kullanımı olmadığım söyleyemeye gerek yoktur ve maddenin varlı­ğı meselesi bizim tartışma konıimuz değildir. Aynı kelime kısa zaman sonra daha sınırlı bir anlam kazanmış ve o zamandan itibaren bu an­lamı muhafaza etmiştir. Böylece kelime var olan her şeyin maddeden ve türevlerinden ibaret olduğunu, bunlardan başka bir şeyin varlığın­dan söz edilemeyeceğini öne süren anlayışa işaret eder olmuştur. Böy­le bir anlayışın yeni olduğu ve öz itibarıyla modern bakış açısının ürü­nü olduğu, bu yüzden en azından modern bakış açısının aslî eğilimle­rine karşılık geldiğini vurgulamak önem arz eder.(**)Ancak biz bu bö­lümde “maddecilik”ten, aynı zamanda oldukça kesin bir anlamda ol­sa da, farklı ve daha geniş bir anlamda bahsedeceğiz. Bu bağlamda ke­limeyi bütün bir zihinsel bakış açısına işaret etmek için kullanıyoruz. Bu bakış açısına ilişkin yukarıda bahsettiğimiz algı da diğer tezâhürler arasında bir tezâhürden ibarettir ve özü itibarı ile herhangi bir felsefî teoriden bağımsızdır. Bu bakış açısının özü, maddî düzleme ait şeyle­re ve bu şeylerle ilgili meşgalelere az-çok bilinçli bir öncelik vermek­te yatar; ister bu meşgaleler hâlâ belli bir spekülatif görünüş taşısın is­ter salt pratik meşgaleler olarak kalsın değişmez. Bunun gerçekte çağ­daşlarımızın büyük çoğunluğunun zihinsel tutumu olduğu ciddi biçim­de inkâr edilemez.

Son yüzyıllar boyunca geliştirilen “kutsal-dışı” bilimin bütünü hissî âlemi araştırmakla sınırlıdır. Bu bilimin ufku hissî âlemle mahduttur ve yöntemi ancak bu âlem içinde geçerlidir. Ancak bu yöntemler başka yöntemleri dışarıda bırakacak şekilde “bilimsel” ilân edilmiştir. Bu da bir tutum olarak, maddî şeylerle ilgilenmeyen her ilmin varlığını red­detmek demektir. Bununla birlikte, böyle düşünen ve batta hayatları­nı özellikle söz konusu bilimlere adayan kimseler arasında dahi kendi­lerini “maddeci” olarak adlandırmayı veya bu adı taşıyan felsefî teoriyi kabul etmeyi reddeden pek çok kimse vardır. Hatta bu kişiler ara­sında bir dinî inancı arzulu biçimde benimseyip ikrar eden ve bu ikrar­larındaki samimiyetlerinde kuşku olmayan kimseler dahi vardır. An­cak bu kişilerin bilimsel tutumlarının, maddeci olduklarını açıkça be­yan eden kimselerin bilimsel tavrından hissedilir bir farkı yoktur.Modern bilimin tanrıtanımaz ve maddeci denilerek reddedilip reddedilme­yeceği meselesi dinî açıdan oldukça tartışılmıştır. Ancak bu mesele ço­ğu zaman yanlış bir çerçeve içinde ele alınmaktadır. Böyle bir bilimin bilinçli bir şekilde ne tanrıtanımazlığı ne de maddeciliği ikrar edece­ği ve kendisinin önyargıları nedeniyle bazı şeyleri görmezden gelmek­le yetineceği, bununla birlikte şu veya bu filozofun yaptığı gibi o şey­leri resmen inkâr etmeyeceği oldukça açıktır. Bu yüzdendir ki modern bilimle ilgili olarak ancak fiilî bir maddecilikten veya uygulamalı mad­decilik olarak isimlendirmeyi sevdiğimiz şeyden bahsedilebilir. Ancak bu durumda kötülük daha ciddileşecektir, çünkü bu takdirde kötülük daha derine nüfûz etmekte ve daha geniş yayılmaktadır.

Bir felsefî tutum “profesyonel” filozoflar arasında dahi oldukça yü­zeysel bir şey olabilir. Dahası bilfiil olumsuzlama ve redden kaçınan, ama kendilerini tam bir kayıtsızlık haline uydurabilen pek çok zihni­yet vardır. Bu da bütün tutumlar arasındaki en tehlikeli olanıdır, çün­kü bir şeyi reddetmek için her halükârda o şeyi az da olsa bir derece düşünmek gerekmektedir. Oysa ilgisizlik tutumu o şey hakkında hiç düşünmemeyi mümkün kılmaktadır. Bütünüyle maddî olan bir bilim kendisini mümkün olan tek bilim olarak ortaya koyduğunda ve insan­lar ondan başka hiçbir geçerli bilginin olmadığı fikrini tartışılmaz bir hakîkat olarak kabul etme alışkanlığını kazandıklarında ve yine insan­lara verilen bütün eğitim böylesi bir bilim “hurâfe”sini -ki bu durum­da onu “bilimcilik” olarak isimlendirmeliyiz- telkin erine eğiliminde olduğunda, şimdi bu insanlar pratikte maddeci olmaması mümkün mü­dür? Bir başka deyişle bu insanlar bütün meşgalelerini madde yönüne nasıl çevirmesinler?

Görünen o ki modern insan için görülebilir ve dokunulabilir olan­dan başkası yoktur. Ya da en azından, onlar başka bir şeylerin de ola­bileceğini teorik olarak kabul etseler dahi o şeylerin ancak bilinmeyen yahut bilinemez şeyler olduğunu alelacele ilân edecek ve böylece o şeylere dair daha fazla düşünme zahmetinden kurtulacaklardır. Bununla birlikte bazı insanlar hâlâ bulunacak ve bu insanlar bir tür bir “başka âlem” fikri oluşturmaya çalışacak, bunu yaparken sadece hayâl güçlerine dayanacak ve o başka âlemi maddî âleme benzer şekilde resmedecek ve zaman, mekân ve hatta bir tür “cismânîlik” de dâhil olmak üzere maddî âleme ait bütün şartları ve özellikleri o âleme taşıyacaktır. Bir başka bağlamda maneviyâtçı algılardan bahsederken böylesi kaba/çirkin maddileştirilmiş temsile dair çok çarpıcı örnekler vermiştik. Ancak orada işaret edilen inançlar kendisinde bu hususî özelliğin [yani kaba maddîciliğin] karikatür derecesinde abartıldığı aşırı bir durumu tem­sil ediyorsa, ruhçuluğun ve ruhçulukla az çok yakınlığı olan fırkaların böylesi bir şeye sahip olmayı tekelinde tuttuğunu düşünmek yanlış ola­caktır.

Gerçekten de, daha genel bir biçimde, hayâlin faydalı sonuçlar vermeyeceği ve normalde kendisine kapalı kalması gereken alanlara sokulması modern Batıkların kendilerini duyular âleminin yukarısına yükseltmekte ne kadar aciz ve yetersiz olduklarını açıkça gösteren bir olgudur. “Tasavvur” ve “tahayyül”ü birbirinden ayırt edemeyen pek çok insan vardır ve Kant gibi kimi filozoflar temsil edilemeyen her şe­yi “tasavvur edilemez” ve “düşünülemez” ilân edecek kadar ileri git­miştir. Aynı şekilde “ruhçuluk” veya “idealizm” ismiyle giden her şey genelde [“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” deyiminde olduğu gibi] bir tür yer değiştirmiş maddecilikten ibarettir. Bu sadece bizim “yeni-ruhçuluk” olarak nitelendirdiğimiz şey için değil, felsefî ruhçuluk için de geçerlidir. Şu var ki felsefî ruhçuluk kendisini maddeciliğin tam tersi ola­rak görür. Gerçek şu ki ruhçuluğun ve maddeciliğin, felsefî anlamda ele alındığında, birbirlerinden ayrı olarak bir anlamlan yoktur. Bu iki­si Descartesçı ikiciliğin/düalizmin iki yarısından ibarettir ve bu iki ya­rı radikal bir şekilde birbirinden ayrılmak neticesinde bir tür düşman­lığa dönüştürülmüştür. Ve o zamandan itibaren bütün felsefe bu iki te­rimin arasında gidip gelmiş ve bu ikisinin ötesine geçememiştir. Ruh­çuluk adına rağmen rûhânîlikle/maneviyâtla bir ilgisi yoktur. Ruhçulu­ğun maddecilikle anlaşmazlığı, kendilerini daha yüksek bir bakış açısına konumlandıran ve bu iki zıttın temelde denk olmaya yakın olduğu­nu ve farzedilen zıtlıklarının pek çok hususta sırf lâfzî bir anlaşmazlık­tan ibaret olduğunu gören kimselerin ilgisini çekemez.

Genel manada konuşacak olursak, modern insanlar ölçülebilen, sa­yılabilen veya tartılabilen, yani maddî olan şeylerle ilgilenen bilimden başka bir bilimi tasavvur edemez, çünkü nicel bakış açısı ancak bunla­ra uygulanabilir. Yine niteliği/keyfiyeti niceliğe/kemmiyete indirgeme iddiası modern bilimin en ayırt edici özelliğidir. Bu yönde şöyle bir faraziyede bulunma noktasına kadar ileri gidilmiştir: Kelimenin gerçek anlamında bilim ancak ölçmenin söz konusu olduğu yerde mümkündür ve nicel ilişkiler dışında bilimsel yasalar olamaz. Descartes’ın fizik an­layışı herhangi bir teori ile değil, genel bilimsel bilgi tasavvuru ile iliş­kili bir eğilim olduğundan dolayı reddedilmesine rağmen Descartes’ın “mekanizm”i, her zamankinden daha çok büyüyen ve telâffuz edilen bu eğilimin [yani nitelikleri niceliklere indirgeme eğiliminin] doğuşuna işa­ret eder.

Bugünlerde insanlar ölçmeyi psikoloji sahasında dahi kullan­maya çalışıyorlar, oysa psikolojinin alanı mahiyeti gereği ölçmenin eri­şiminin ötesindedir; böylece onların vardığı yer ölçmenin imkânının sa­dece maddede bulunan bir hususiyete, yani sınırsız bölünebilmesi özel­liğine dayandığını anlamamak olmaktadır. Ya da aynı özelliğin var olan her şeyde bulunduğu farzedilmelidir ki bu da her şeyi maddileştirmek anlamına gelmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bölünmenin ve saf çokluğun ilkesi maddedir. Bu yüzdendir ki nicel bakış açısına atfedilen ve —yukarıda gösterdiğimiz gibi— toplumsal alana kadar uzatılan önce­lik, gerçekten de, yukarıda zikredilen anlamda maddeciliği oluşturur. Bununla birlikte bu bakışın felsefî maddecilikle ilişkili olması şart de­ğildir; çünkü bu nicel bakış, modern bakışın özünde var olan eğilim­lerin gelişimi sürecinde gerçekten de tarihsel anlamda felsefi madde­cilikten öncedir. Niteliği niceliğe indirgemeye çalışma hatasının ya da mekanist tipe az-çok uyan bir açıklama yapma girişimlerinin yetersizli­ği üzerinde durmayacağız. Şu anki amacımız bu değildir ve biz bu bağ­lamda sadece hissî düzen içinde dahi bu tip bir bilimin gerçeklikle çok az ilişkisi olduğunu ve gerçekliğin büyük kısmının onun dairesinin dı­şında kaldığını söyleyeceğiz.

“Gerçeklikken bahsederken bir başka gerçek durum zikredilmeli­dir. Bu durum çoğu kimse tarafından kolaylıkla görmezden gelinebilmekle birlikte, tasvir ettiğimiz zihniyetin bir işareti olmak bakımından çok önemlidir. Söz konusu durumdan kastımız “gerçeklik” kelimesi­ni sadece duyulur düzleme/âleme ait gerçekliğe işaret etmek için kul- anma ışkan iğidir. Dil bir halkın veya bir dönemin zihniyetinin ifa­desi olduğundan, bundan bu şekilde konuşanlara göre duyularla kav­ranamayan her şeyin vehimsel ve hatta bütünüyle yok olduğu sonucn çıkarılmalıdır. Onların tam olarak bu durumun bilincinde olmamaları mümkündür; ancak yine de bu olumsuz kanaat esastır ve onlar bunun aksini iddia ederlerse bu iddianın, onların zihniyetindeki daha yüzeysel bir unsurun ifadesi olduğundan -ki onlar bu durumun farkında olmayabilirler- ve onların itirazının sırf lâfzî olduğundan emin olabi. liriz. Eğer bu bir abartıymış gibi görünüyorsa, o halde yapılması gere­ken; örneğin, pek çok insanın varsayılan dinî kanaatlerinin neye var­dığı ve hangi anlama geldiği belirlenmelidir.

Onların din kelimesinden anlayabildikleri mahza kuru bilgi olarak ve mekanik biçimde ezberle­yerek öğrendikleri ve gerçek manada içselleştirip sindirmedikleri, ama belli bir şeklî ve uzlaşısal tutumun parçasını oluşturduğundan hafızala­rında tuttukları ve çeşitli vesilelerle tekrarladıkları birkaç düşünceden ibarettir. Biz bu “dinin küçültülmesine yukarıda işaret etmiştik ve zik­rettiğimiz “lâfzîlik” bu küçültmenin en son aşamasını temsil etmekte­dir. İşte bu yüzdendir ki pek çok sözde “inanan/mü’min” pratik mad­decilik konusunda “inanmayanlar”dan hiç de geri kalmamaktadır. Bu meseleye daha sonra döneceğiz; ama ilk olarak modern bilimin mad­deci tabiatına ilişkin araştırmamızı sonuca ulaştırmalıyız, çünkü bu ko­nu farklı açılardan ele alınmayı gerektirmektedir.

Daha önce zikredilen şu hususa bir kez daha dikkat çekilmelidir: Modern bilimler ne tarafsız bilgi özelliğine sahiptir, ne de onlara ina­nan kimseler için dahi gerisinde sırf pratik mülâhazaların gizlendiği bir maskeden fazlasıdır. Şu var ki bu maske sahte bir aklilik vehmini mu­hafaza etmeyi mümkün kılmaktadır. Bizzat Descartes kendi fiziğini iş­leyip geliştirirken asıl itibarıyla fizikten bir mekanik sistemi, bir tıp ve ahlâk sistemi çıkarmakla ilgileniyordu ve İngiliz deneyciliğinin yayılmasıyla daha da büyük bir değişim yaşandı. Ayrıca, bilimin genel halk kitlesi gözündeki itibarı neredeyse sadece, bilimin ulaşılır kıldığı pra­tik sonuçlara dayanmaktadır; burada da mesele yine görülebilen ve dokunulabilen şeyler meselesidir. Faydacılığın/pragmatizmin bütün mo­dern felsefenin nihaî sonucunu temsil ettiğini ve gerilemesindeki en aşağı aşamaya işaret ettiğini söylemiştik. Ancak felsefî alan dışında & dağınık ve sistemsiz bir faydacılık vardır ve uzun zamandır hep var ol­muştur.

Pratik maddecilik felsefî maddeciliğe nisbetle neyse, bu dağınık ve sistemsiz faydacılık da felsefî faydacılığa nisbetle odur ve insanların genelde “ortak duyu/hiss-i müşterek” dedikleri şeye karışır Ay­rıca, neredeyse içgüdüsel olan bu faydacılık maddeci eğilimden ayrıla­maz: Ortak duyu maddî âlem ufkundan ötesine geçme tehlikesine atıl­mamak ve doğrudan pratik faydadan yoksun hiçbir şeye dikkat affet­memekte bulunur. Hepsinden önemlisi, sadece duyular âlemini gerçek olarak gören ve duyulardan kaynaklananın ötesinde bir bilgi kabul et­meyen de “ortak duyu”dur. Hatta bu sınırlı bilgi derecesi dahi “ortak duyu”nun gözünde ancak maddî ihtiyaçları tatmin ettiği ve bazen de belli bir tür duyguculuğu beslediği için değerlidir, çünkü duygu, çağdaş “ahlâkçılık”ı şok etme pahasına samimi biçimde itiraf edilecekse, ger­çekten de maddeyle çok yakından ilişkilidir. Akla kalan tek yer, pratik amaçların hizmetine koşulmak ve insan bireyinin en aşağı veya cismânî kısmının taleplerine tâbi bir araç olarak, “alet yapan bir alet olarak hareket etmektir. Nitekim Bergson şöyle demiştir: Bütün biçimleri ile “faydacılık” hakikate tam bir kayıtsızlık demektir.

Bu şartlar altında sanayi artık bilimin uygulamasından ve bilimin kendisinden tamamen bağımsız kalması gereken bir uygulamadan ibaret olarak görülemez. Sanayi bilimin bizatihi amacı ve gerekçesi olmakta, böylece bu alanda da normal ilişkilerin tersine çevrildiğini görmekteyiz. Modern dünyanın, kendi bildiği yoldan bilim aradığını iddia ederken dahi meydana getirmek için bütün enerjisini adadığı şey aslında sana­yiyi ve makinaları geliştirmekten başka bir şey değildir. Böylece insan­lar maddeye hâkim olmaya ve onu kendi amaçlarına göre şekillendir­meye çabalarken, başlangıçta da ifade ettiğimiz gibi,, sadece kendileri­ni köleye dönüştürmekte başarılı olmuşlardır. Çünkü insanlar aklî ar­zularını makinalar icat etmeye ve geliştirmeye hasretmekle kalmamış, kendileri de makinalara dönüşmüşlerdir. Bazı sosyologların “iş bölü­mü” adı altında öylesine hevesle savunduğu “ihtisaslaşma/uzmanlaşma” kendisini sadece bilim adamlarına değil, aynı zamanda teknisyen­lere ve şuradan işçilere de dayatmış, böylece bu ikisi için bütün akıllı iş­ler imkânsız hale gelmiştir.

Önceki zamanlardaki zanâatkârlardan/ustalardan çok farklı olan teknisyenler ve sıradan işçiler makinaların kö- leleri haline gelmişler ve onlarla sanki tek bir parça oluşturur duruma gelmişlerdir. Bunlar tam bir mekaniklik içinde, önceden belirlenmiş ve en küçük bir zaman kaybına uğramamak için hiç değişmeyip hep aynı *şekilde yapılan hareketleri sürekli tekrarlamaya mecburdurlar tekrarlamaya.En azından, en gelişmiş “ilerleyiş” aşamasını temsil ettiği düşünülen Amerikan yöntemlerinin gerekleri böyledir. Gerçek şu ki bütün mesele mümkün t olan en büyük miktarı üretmektir. Niteliğe çok az önem verilmektedir ve önemli olan sadece niceliktir. Daha önceden başka alanlarda ulaş­tığımız aynı sonuçla burada bir kez daha karşı karşıya geliyoruz: Modern medeniyet haklı biçimde bir nicelik medeniyeti olarak tasvir edi­lebilir ki bu da onun maddî bir medeniyet olduğunun bir başka söyle­niş biçimidir.

Bu ifadenin doğru olduğuna kendini inandırmak ve ikna etmek için insamn tek yapması gereken, bugünlerde ekonomik faktörlerin hem halkların hem de bireylerin hayatları üzerinde icra ettiği devasa etki­yi fark etmektir. Sanayi, ticaret, maliye; bunlar önemi olan tek şeyler­miş gibi görünmektedir. Bu da bizim bir başka yerde varlığını sürdüren tek toplumsal ayrımların maddî servete dayandığına dair söyledikleri­mizle uyuşmaktadır. Siyaset tamamen ekonominin hâkimiyeti altında görünmekte ve ticarî rekabet halklar arasındaki ilişkiler üzerinde bas­kın bir etki icra etmektedir. Bu sadece bir görünüşten ibaret olabilir ve bu faktörler eylemin sebebi olmaktan ziyade vesileleri/araçları olabilir. Ancak böylesi araçların seçilmesi onları fırsat olarak gören çağın tabi­atım göstermektedir.

Ayrıca, çağdaşlarımız tarihteki olayları belirleyenin sadece ekono­mik şartlar olduğuna inanmışlar ve hatta bunun her zaman böyle ol­duğunu vehmetmektedirler. Hatta her şeyin sadece ekonomik faktör­lerle açıklanabileceğini öne süren bir teori dahi uydurulmuştur ve bu teori “tarihsel maddecilik” namını taşımaktadır. Burada da bizim da­ha önceden işaret ettiğimiz telkin süreçlerinden birisinin etkisi görüle­bilmektedir ve bu etkinin gücü genel zihniyetin eğilimleriyle uyuştuğu için çok daha büyüktür. Ve bu bağlamda sonuç, ekonomik faktörlerin toplumsal alanda meydana gelen neredeyse her şeyi gerçekten de belir­lediğidir. Şurası kesin bir gerçektir ki kitleler her zaman şu veya bu yö­ne yönlendirilmiştir ve denilebilir ki kitlelerin tarihteki rolü asıl itiba­rı ile yönetilmeye izin vermelerinde yatar; çünkü kitleler baskın biçimde edilgen olan unsuru, kelimenin Aristocu anlamında maddeyi temsil eder. Ancak onları bugün yönetmek için sadece maddî araçlara sahip olmak yeterlidir ve bu kez madde kelimesini sıradan anlamında kulla­nıyoruz. Bu da bu çağın ne kadar derinlere battığını açıkça göstermektedir. Aynı zamanda bu aynı kitleler kendilerinin yönetilmediklerine, bilakis kendiliklerinden davrandıklarına ve kendi kendilerini yönettik­lerine inandırılmıştır. Onların bunun doğru olduğuna inanmaları da onların ne kadar akılsız olduğuna dair bir fikir vermektedir.

Ekonomik faktörler zikredildiğine göre, bunu mesele hakkında çok yaygın bir yanılgıya dikkat çekmek için bir fırsat sayalım. Bu yanılgı ti­caret alanında kurulan ilişkilerin insanları birbirine yakınlaştıracağını ve birbirlerini anlamalarını sağlayacağını sanmaktır. Oysa sonuç tam tersidir. Madde, sıkça belirttiğimiz gibi, çokluk ve bölünme tabiatına sahiptir ve bu yüzden bir mücadele ve çatışma kaynağıdır. Benzer şe­kilde, ister halklarla ister bireylerle ilgili olsun, ekonomik alan bir çı­karlar alanı olarak kalır ve böyle de kalmak zorundadır. Özellikle Ba­tı, Doğu ile anlaşmaya bir temel sağlamak için sanayiye, modern bili­me —ki sanayiden ayrı olamaz- bel bağladığından daha fazla bel bağ­layamaz. Eğer Doğulular bu sanayiyi, geçici de olsa sıkıntah bir zorun­luluk olarak kabul etme noktasına gelirlerse -ki bu sanayi onlar için daha fazlası olamaz- işte ancak bu onları Batı’nın işgaline direnmeye ve kendi varlıklarını korumaya imkân veren bir silâh olacaktır. İşlerin başka türlü iyi olmayacağım anlamak önem arz etmektedir. Kendile­rini Batı ile ekonomik rekabet beklentisine veren -her ne kadar böyle bir faaliyetten nefret etseler de- Doğulular bunu ancak tek bir amaç­la yapabilirler: Kendilerini kaba güce, yani sanayinin kendi tasarrufu­na aldığı maddî güce dayalı yabancı hâkimiyetinden kurtarmak. Şid­det şiddeti doğurur; ama bu alanda çatışmayı arayanın Doğulular ol­madığı kabul edilmelidir.

Ayrıca, Doğu ile Batı arasındaki ilişkiler meselesi yanında, endüst­riyel gelişmenin en bariz sonuçlarından birisi savaş makinalarının sü­rekli mükemmelleştirilmesi ve yıkıcılıklarındaki müthiş artıştır. Sade­ce bu dahî bazı modern “ilerleme” hayranlarının barışsever rüyaları­nı yıkmaya yeter. Ancak bu rüyacılar ve “idealistler” uslanmaz ve saf­dillikleri sınır tanımaz görünmektedir. Bugünlerde o kadar moda olan “insanseverlik” kesinlikle ciddiye alınmayı bak etmemektedir. Fakat tuhaf olan şu ki insanlar savaşın sebep olduğu yıkımların her zaman- kinden büyük olduğu bir zamanda savaşa son verilmesinden bahsederken bunu sadece yıkın araçlarının çoğalması sebebiyle değil aynı za­manda savaşların artık, tamamen profesyonel askerlerden oluşan nisbeten küçük ordular arasında yapılmayıp iki taraftan da -savaştan hiç anlamayanlar da dâhil olmak üzere- bireylerin ayrım yapmadan bir-i birlerine saldırması sebebiyle yapmaktadır. Burada da günümüz kafa karışıklığına dair tipik bir örnek bulunmaktadır ve gerçekten de onu düşünmeye zahmet eden herkes için şu husus hayret vericidir: “Kitlesel askere çağrı” veya “genel seferberlik” oldukça doğal bir şey olarak görülmekte ve çok az istisna hariç, herkesin zihni “ordu millet” fikrini kabul etmektedir. Bunda da sadece sayıların gücüne olan inancın sonu­cu görülmektedir: Devasa savaşan kitleleri harekete geçirmek modern medeniyetin nicel karakteri ile uyumludur. Aynı zamanda, bu şekilde, “zorunlu eğitim” gibi kurumlar aracılığıyla “eşitlikçilik”in talepleri de karşılanmış olmaktadır. Şu da eklenmelidir ki bu genelleştirilmiş savaş­lar bir başka özellikle modern olgunun ortaya çıkması ile mümkün ol­muştur.

Bu olgu “milletler”in oluşumudur ki bu da bir taraftan feodal düzenin yıkılmasının diğer taraftan da eşzamanlı biçimde Ortaçağ Hı­ristiyan âleminin yüksek birliğinin parçalanmasının bir sonucudur. Bi­zi çok uzak noktalara götürecek bir konuyu değerlendirmek için dur­maksızın şunu ifade edelim: İşler daha da kötüleşmiştir ve bunun se­bebi, normal şartlarda etkili bir hakem olması ve tabiatı gereği, siyasî düzene ait bütün çatışmaların üzerinde bir konum işgal etmesi gereken manevî otoriteyi tanımayı reddetmektir. Manevî otoriteyi reddetmek de pratik maddeciliğin bir örneğidir. Teoride böyle bir otoriteyi tanı­dığını iddia eden kimseler dahi pratikte ona, tıpkı dini günlük haya­tın ilgilerinden uzakta tuttukları gibi, toplumsal alanda gerçek bir etki veya müdahale gücü vermezler. İster kamusal ister özel hayatta olsun, hâkim olan aynı zihinsel tavır budur.

Çok nisbî bir bakış açısından olsa da maddî gelişmenin belli avan­tajlar sunduğu kabul edilse dahi, yukarıda açıklaya geldiğimiz sonuçları göz önünde bulundurmak süreriyle, bu avantajların karşısındaki deza­vantajların daha ağır basıp basmadığını pekâlâ sorabiliriz. Biz karşılaş­tırılamaz şekilde daha değerli olup da bu tip bir gelişmenin hatırına fe­da edilen pek çok şeyi, unutulmuş yüksek bilgi şekillerini, yok edilmiş aklîliği ve kaybolmuş maneviyâtı düşünmüyoruz. Modern medeniyeti özünde olduğu şey olarak alıp kabul ettiğimizde, meydana gelen şey­lerin avantajlarım ve dezavantajlarını karşılaştıracak olursak, sonucun, kâr zarar hesabı yapıldığında, olumsuz çıkacağı iddia edilebilir. Şu an gittikçe artan bir hızla çoğalan icatlar çok daha tehlikelidir, çünkü icatlar gerçek doğası onları kullanan insanlar tarafından bilinmeyen güçleri devreye sokmaktadır.

Bu da modern bilimin bilgi olarak, yani fiziksel âlemle sınırlı olduğunda dahi, açıklayıcı bakış açısından değersizliğini kesin biçimde ispatlamaktadır. Aynı zamanda, bu mülâhazaların hiç- bir şekilde pratik uygulamaları kısıtlamadığı gerçeği bu bilimin tarafsız olmaktan uzak olduğunu ve araştırmalarının gerçek objesinin sanayi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu icatların -hatta insanlar için ölümcül bir rol oynamak maksadıyla tasarlanmamış, ama yine de pek çok felâkete ve yeryüzünün ekolojisinde beklenmedik rahatsızlıklara sebep olan icatların— böylesi tehlikesi tahmin edilemeyecek ölçüde büyümeye devam edeceğinden, modern dünyanın, henüz daha zaman varken mevcut çok tehlikeli gidişini durdurmazsa, belki de bu araçlar sayesinde kendi yıkımını getirmekte başarılı olacağını çok da uzak olmayan bir tahmin olarak söyleyebiliriz.

Fakat modern icatları tehlikeli olmaları temelinde eleştirmek yeterli değildir ve bundan daha fazlasını yapmalıyız. İnsanlar ilerleme adını vermeye alıştıkları şeylerin “yararlanandan bahsediyorlar ve insan ancak ilerlemenin sırf maddî türden olduğuna işaret etmeye özen gösterdiğinde böyle bir yaran kabul eder. Ama oldukça yüksek ve değerli görülen bu faydalar genelde aldatıcı değil midir? Bugün insanlar “refahlarını bu araçlarla artırdıklarını iddia ediyorlar. Bizim inancımıza göre onların hedefledikleri bu amaç, gerçekten ulaşılacak olsa dahi, bu kadar çok çaba harcamaya değmez. Fakat aynı zamanda, bu hedefe ulaşıldığı son derece tartışmalı görünüyor. Birinci olarak, bü-
tün insanların aynı zevklere ve aynı ihtiyaçlara sahip olmadığı ve herşeye rağmen modern koşuşturmacadan/dur durak bilmezlikten ve hız çılgınlığından kaçınmak isteyip de artık bunu yapacak durumda olmayan pek çok insanın olduğu dikkate alınmalıdır.

Bu insanlara tabiatlarının tamamen tersine olan bir şeyi empoze etmenin bir “yarar” olduğu savunulabilir mi? Bu soruya şöyle bir cevap verilecektir: Bugünlerde böylesi insanların sayısı azdır ve bu yüzden onları ihmal edilebilir bir azınlık olarak görmek savunulabilir. Nitekim siyaset sahasında çoğunluk azınlıkları ezme hakkını kendinde görmektedir ve çoğunluğun gözünde azınlığın açıkça var olma hakkı yoktur, zira onların bizatihi varlığı 'eşitlikçi' tek-biçim arzusuna muhalefet etmektedir. Ancak insanlık bir bütün olarak alınır ve bakışlar sadece Batı dünyasının sakinler ile sınırlandıramazsa, mesele farklı bir cihet kazanmaktadır. Bir an ön. cenin çoğunluğu şimdi azınlık olmamış mıdır? Ama bu durumda artık aynı argüman kullanılmaz ve özel bir çelişki ile, “eşitler” kendi meçle, niyetlerini kendi “üstünlükleri” adına dünyanın geri kalanına empoze etmeye ve kendilerinden hiçbir şey istemeyen insanlar arasında sıkıntı çıkarmaya çalışır.

Bu “üstünlük” sadece maddî anlamda var olduğun­dan, onun en kaba araçlarla empoze edilmesi doğaldır. Onun hakkın­da bir yanlış anlaşılma olmasın: Genel kamuoyu “medeniyet” bahane­sini tam bir iyi niyetle kabul ederse, onu sırf bir ahlâkçı ikiyüzlülüğü ve kendilerinin işgal planlarına ve ekonomik kaygılarına bir kılıf ola­rak görecek kimseler de vardır. Bu kadar çok insanın, bir halkı köleleş­tirmek ve onları bir başka ırk için tasarlanmış âdet ve kurumlan zorla benimsetmek ve kendilerine hiç faydası dokunmayacak şeyleri elde et­meleri için onları en sevimsiz meslekleri edinmeye mecbur etmek yo­luyla en çok değer verdikleri şeyi, yani medeniyetlerini, ellerinden çe­kip almak süreriyle mutlu ettiklerine inandığı zamanlar gerçekten de ne garip zamanlardır! Ne var ki günümüzde durum tam da budur: Mo­dern Batı insanın daha az çalışmayı ve daha azıyla yaşamaya razı olma­yı tercih etmesi fikrine tahammül edemez. Sadece nicelik önemli oldu­ğundan ve duyuların kavrayışından kaçan her şeyiırVar olmadığı iddia edildiğinden maddî şeyler üretmeyen herkesin “aylak” olması gerekti­ği varsayılmaktadır.

Bu meselede genelde Doğululara yöneltilen eleş­tiriyi hiç dikkate almayalım ve Avrupalıların sözümona dinî çevreler­de dahi kendi dinî tefekkür tarikatlarına yönelik takındıkları tavrı göz­lemleyelim. Böylesi bir dünyada aklîliğe yahut sırf derûnî tabiata sa­hip bir şeye artık yer yoktur; çünkü bunlar ne görülebilir ne dokunulabilir, ne tartılabilir ne de sayılabilirdir. Tamamen anlamsız olanları da dâhil olmak üzere bütün biçimleri ile sadece dış eyleme yer vardır. Ayrıca, İngilizlerin “spor”a ilgisinin her geçen gün artması da şaşırtıcı değildir. Modern dünyanın ideali kas gücünü son sınırına kadar geliş­tirmiş “insan hayvam”dır. Modern dünyanın kahramanları, kaba-saba olsalar dahi sporculardır. Halkın coşkusunu kabartan sporculardır ve kalabalığın ateşli ilgisine hâkim olan onların üstün başarılarıdır. Böyle şeylerin mümkün olduğu bir dünya gerçekten derine batmıştır ve so­nuna yaklaşmış görünmektedir.

Fakat bir an için kendimizi ümitlerini maddî refah idealine bağla­mış ve bu yüzden modern “ilerlemecin hayata sunduğu iyileştirmelerle sevmen kimselerin yerine koyalım. Bu kimseler aptal yerine koya­madıklarından emin midirler? Bugün insanların sırf daha hızlı-ulaşım araçları ve benzeri şeyler kullandıklarından ya da daha çalkantılı ye kar­maşık bir hayatları olduğundan dolayı bugün önceden olduklarından daha müftu olduğu doğru mudur? Hakîkat tam tersidir. Huzursuzluk hiçbir gerçek mutluluğun şartı olamaz. Ayrıca insanın ihtiyacı çoğal­dıkça bazı şeylerden yoksun olma ve dolayısıyla mutsuz olma ihtima­li artmaktadır. Modern medeniyet daha büyük yapay ihtiyaçlar yarat­mayı hedeflemekte ve yukarıda işaret ettiğimiz gibi, her zaman, karşı­layabileceğinden fazla ihtiyaçlar yaratacaktır; zira böyle bir gidişat bir kez başlatıldıktan sonra durdurulması çok zorlaşır ve gerçekten de bir aşamada değil de diğer bir aşamada durdurmanın bir sebebi yoktur, in­sanlar için önceden var olmayan ve asla hayâl dahi etmedikleri şeyler olmadan yaşamak sıkıntı değildi.

Buna karşılık şimdi o şeylerden mah­rum kaldıklarında sıkıntı çekmeye mahkûmdurlar; zira onları zorun­lu ihtiyaçlar olarak görmeye alıştılar ve bunun sonucunda o şeyler ger­çekten de onlar için zorunlu ihtiyaç halini aldı. Sonuç olarak var güç­leriyle, kendilerine anladıkları tek tür olan maddî tatmin sunacak şey­leri elde etmeye çalışıyorlar. “Para kazanmaya” yoğunlaşıyorlar; çün­kü bu şeyleri almalarına imkân verecek olan paradır. Ne kadar çok sa­hip olurlarsa o kadar çok arzu ediyorlar; çünkü sürekli yem ihtiyaçlar keşfediyorlar, ta ki bu arayış onların hayatta tek amaçları haline geli­yor. Dolayısıyla bazı “evrimciler”in “var olma mücadelesi” adı altında bilimsel bir yasa değerine yükselttikleri vahşî rekabet, ki mantıkî sonu­cu sadece en güçlü olanın, yani mümkün olan en dar maddî anlamıy­la en güçlü olanın var olma hakkına sahip olmasıdır. Yine, kendileri­ne servet ihsân edilmemiş kimselerin servet sahibi kimselere karşı his­settiği kıskançlık ve hatta nefret...'

Kendilerine eşitlikçi teoriler vaze­dilen insanlar nasıl olur da çevrelerinde en maddî eşya düzeninde, ya­ni kendisine karşı en hassas olmak zorunda oldukları düzende eşitsiz­lik gördüklerinde tepki göstermezler?

Eğer modern medeniyetin kitle­lerde uyandırdığı uygunsuz iştahların baskısı altında bir gün yıkılması mukadder ise, modern medeniyetin temel kötülüğünün adil cezası­nı görmemek için veya ahlâkî değerlendirmede bulunmaksızın modern bilimin fiilinin o fiilin icra edildiği aynı alandaki sonuçlarım ifade etmek için kişinin kör olması gerekir. Incil’de şöyle yazılıdır: “Kılıca sarılan herkes kılıçla helâk olacaktır.” Maddenin vahşî güçlerini serbest bırakanlar aynı güçler tarafından ezilerek helâk olacaklardır; onlar o güçleri aceleyle harekete geçirdiklerinde artık onların efendileri değildirler ve ölümcül seyirlerine başlatıldıktan sonra onları bir daha geri tutamazlar. Tabiatın gücü veya kitleler halindeki insanların gücü veya ikisinin birlikte gücü pek fark etmez; çünkü her üç halde de devre­ye giren ve maddeye üstün gelmeden bu üçünü yönlendirebileceğine inanan kimseleri acımasızca yok eden maddenin yasalarıdır. Incil yine Şöyle der: “Bir ev kendi içinde bölünmüşse, ayakta duramaz.” Bu de­yim, tabiatı gereği kavgaya ve her yönden bölünmeye sebep olmama­sı imkânsız olan modern dünya ve onun maddî medeniyeti hakkından doğrudan geçerlidir. Bundan sonucu çıkarmak çok kolaydır ve kısa za­man içinde işleri tam tersi istikamete çevirmek şeklinde köklü bir deği­şiklik olmazsa mevcut dünyamızı acı bir sonun beklediğini öngörebil­mek için daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktur.

Bazı kimselerin bize karşı, modern medeniyeti ve onun maddeci­liğini anlatırken onu [modern medeniyeti] bir derece de olsa hafifle­tecek belli unsurları zikretmediğimiz şeklinde bir serzenişte buluna­cağını çok iyi biliyoruz. Gerçekten de böylesi unsurlar bulunmasaydı, bu medeniyetin acınacak biçimde çoktan yok olması kuvvetle muhte­meldir. Bu yüzden böylesi unsurların varlığını hiçbir şekilde tartışmı­yoruz. Ama aynı zamanda yanılgıya da düşmemeliyiz. Bu başlık altına farklı felsefî hareketleri, örneğin “ruhçuluk”u, “idealizm”i veya çağ­daş akımlar arasında “ahlâkçılık” veya “duyguculuk” biçimini alan her­hangi bir şeyi dâhil etmemiz yanlış olacaktır. Bu meseleleri yukarıda yeterince tartıştık ve sadece bu zihin tutumlarının bize göre teorik ve­ya pratik maddecilikten daha az kutsal-dışı/dünyevî olmadığını ve ger­çekte maddecilikten ilk bakışta göründüğünden çok daha az uzak ol­duğunu zikredelim. Diğer taraftan, eğer gerçek maneviyâtın bazı ka­lıntıları korunmuşsa da-ancak modern bakışa rağmen ve modern ba­kışın hilâfına olabilir. Dar anlamda Batılı unsurlar dikkate alınırsa, bu maneviyât kalıntılarının hâlâ bulunabileceği yer sadece dinî alandır- Ancak içinde yaşadığımız zamanda din algısının  ne kadar çekilip da­raldığına, mü’minlerin dahi dinle ilgili olarak ne kadar yüzeysel ve vasat bir fikir oluşturduklarına ve dinin gerçek maneviyât ile bir ve aynı şey olan akklîliğmden ne oranda soyutlandığına yukarıda işaret etmiş­tik.

Bu şartlar altında bazı ihtimaller hâlâ var ise, bu ihtimaller ancak bilkuvve olarak vardır ve hâlihazırda gerçek etkileri çok azdır. Bunun­la birlikte, bir tür sanallığa çekilse dahi, kendisini boğmak ve yok et­mek için birkaç yüzyıldır yapılan girişimlere rağmen varlığını korudu­ğu görülünce bir dinî geleneğin gücüne hayran kalınır. Ve insan bunun hakkında durup düşündüğünde, bu tür bir direnişle ilgili olarak, insan gücünden fazlasının varlığına işaret eden bir şeyler olduğu açıktır. An­cak bir kez daha tekrar edelim ki söz konusu gelenek modern dünya­ya ait değildir ve modern dünyanın kurucu unsurlarından birisini oluş­turmaz; bilakis modern dünyanın bütün eğilimlerinin ve özlemlerinin tam tersidir. Bunu açıkça söylemek ve aldatıcı uzlaştırmalar aramamak gerekir. Kelimenin gerçek anlamında dinî bakış açısı ile modern zihin tavrı arasında ancak düşmanlık olabilir. Bir taviz ancak dinî bakışı za­yıflatır ve modern zihin tavrını güçlendirir ve bu tavizle modern zih­niyetin düşmanlığı azalmayacaktır, çünkü modern zihniyet insanlıkta­ki insandan üstün bir gerçekliği yansıtan her şeyi tamamen yok etme­yi arzulamaktan kendini alamaz.

Modern Batı’nın Hıristiyan olduğu söylenir, ama bu bir yanılgıdır; modern bakış Hıristiyanlık karşıtıdır, çünkü modern bakış öz itibarı ile din karşıtıdır. Yine modern bakış daha da geniş anlamda din karşıtıdır, çünkü gelenek karşıtıdır. Bu da ona özel karakterini veren ve olduğu şey olmasını sağlayan hususiyetidir. Şurası kesindir ki Hıristiyanlık’tan bir şeyler zamanımızın Hıristiyanlık karşıtı medeniyetine girmiştir ve bu­nun sonucunda bu medeniyetin en “ilerlemiş” temsilcileri -ki onlar ken­dilerini kendilerine has dilde böyle isimlendirirler- dahi gayr-i ihtiyarî ve belki de farkında olmadan dolaylı biçimde de olsa belli bir Hıristi­yan tesire maruz kalmaktan ve maruz kalmaya devam etmekten kendi­lerini alamamışlardır. Durum bu minval üzeredir, çünkü geçmişten ko­puş ne kadar köklü de olsa hiçbir zaman tam bir kopuş halini almaz ve devamlılığı engelleyecek noktaya varamaz. Daha ileri giderek diyeceğiz ki modern dünyada değerli olan ve hâlâ var olan her şey modern dün­yaya her hâlükârda Hıristiyanlık’tan ve Hıristiyanlık kanalıyla gelmiş­tir. Hıristiyanlık kendisiyle birlikte önceki geleneklerin bütün mirasını erm e getirmiş ve o mirası Batı’nın şartlarının izin verdiği ölçüde canlı tutmuş ve kendi içinde hâlâ potansiyel imkânlarını taşımak tadır. Ama kendilerini Hıristiyan olarak isimlendiren kimseler arasın da dahi bu zamanda, bu imkânların tam olarak bilincine sahip birisi var mıdır?

Katoliklik içinde dahi /âhireti ikrar ettikleri inancın derin anla­mını kavrayan ve az,-çok yüzeysel bir biçimde ve akılla değil duygusal olarak inanmakla yetinmeyen ve kendilerinin olduğunu iddia ettikleri dinî geleneğin hakikatini gerçekten “bilen” kimseler nerededir? Böylesi en azından birkaç insanın var olduğuna dair kanıt sevinçle karşılan* malıdır, zira bu Batı için en büyük belki de biricik kurtuluş ümididir. Ancak şimdiye kadar böyle hiç kimsenin varlığından insanları haberdar etmediği kabul edilmelidir. Acaba böylesi kimselerin tıpkı bazı Doğulu bilgeler gibi kendilerine ulaşılmaz bir yalnızlık halinde yaşadıkları dü­şünülebilir mi yoksa bu son ümit de sonunda terk mi edilmelidir? Batı Ortaçağlarda Hıristiyan’dı, ama artık değil. Batı’nın tekrar Hıristiyan olabileceği söylenecekse, bunu bizden daha ateşli biçimde isteyebile­cek kimse yoktur ve umarız Batı’nın yeniden Hıristiyanlaşması etrafta görülen her şeyin bizi farzetmeye götürecek olandan daha kısa bir za­manda gerçekleşir. Ama bu konuda kimse kendi kendini kandırmamalıdır. Bu olacak olursa, modern dünya felâha erecektir.



(*)Editörün notu: The Crisis of the Modern WorlcTun 7. Bölümü. îlk olarak Fran­sızca aslından 1927 yılında basılmıştır.

(**)XVIII. yüzyıldan önce Grek atomculuğundan Dekartçı fiziğe kadar “mekanist” teoriler vardı. Her ne kadar ikisi arasında daha sonraları bir tür ilişki doğura­cak birtakım yakınlıklar olsa da mekanizm materyalizm ile karıştırılmamalı­dır. [Editörün notu: Bu dipnot, Arthur Osbome çevirisinde yer alırken Mar- co Pallis çevirisinde yoktur.]



Geleneğe İhanet - Harry Oldmeadow (insan yay.)
Devamını Oku »

İstanbulu Mekan Edinen Batılılar



İstanbul 18. ve 19. yüzyıllarda Batılı pek çok alim, sanatkâr ve aske­re ev sahipliği yapmış bir şehir. Bunlardan bir kısmı burada doğmuş, bir kısmı İse son uykularına burada çekilmişlerdir. Bazıları şehre aşık olmuş, defalarca gelerek farklı semtlerde uzun süreli ikamet etmiş, yazdıkları romanlara, şiirlere, çizdikleri tablolara bu şehri taşımışlardır. Bu kişilerin biyografilerinin bir kitabı çok rahatlık­la dolduracağını bildiğimden sadece kişisel olarak ilgimi çeken birkaçını bu satır­lara taşımakla yetineceğim.

Dışı Osmanli içi Fransiz bîr subay:Humbaraci Ahmet Paşa

Yolu Galata Mevlevihanesi’ne düşenler bilir. Mevlevihanenin hamuşanında yani haziresinde girişin hemen sol tarafında en köşede etrafı demir parmaklıklarla çevrili bir mezar yer alır. Söz konusu mezar, hayatı neredeyse bir film senaryosunu andı­ran Humbaraci Ahmet Paşa’ya aittir. Paşanın Fransa’nın Limousin eyaletinden Gala­ta Mevlevihanesi’ne uzanan ilginç hayatına şöyle bir göz atalım. Claude Alexandre Comte de Bonneval adı ile soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmet Pa­şa, önce Fransız donanmasında ardından da kara ordusunda eğitim alarak subay oldu. İtalya ve İspanya ile yapılan savaşlarda başarılara imza attı. Ancak bir takım nedenlerden dolayı dönemin kralı olan ve “Güneş Kral” olarak da bilinen 14. Louis ile arası açıldı. Fransa’dan kaçarak ülkesinin can düşmanı olan Avusturya’ya sığın­dı. Burada bir diğer Fransız, Prens Öjen’in hizmetinde çalıştı ve ülkesiyle yapılan savaşlarda Avusturya orduları namına önemli başarılar elde etti. Osmanlılara karşı da kayda değer başarılar kazandı. Ancak 20 yıllık bir hizmet evresinin ardından Prens Öjen ile arası açılınca kendine yeni bir sığınacak ülke arayan de Bonneval’in bu yöndeki talepleri, İspanya ve Lehistan tarafından reddedildi. Bunun üzerine 1729 yılında henüz Lale devrini yaşamakta olan Osmanli topraklarına sığındı. Bir müddet Bosna’da yaşadı ve hatta burada İslam’a geçerek Ahmet adını aldı. Lâkin paşanın Müslümanlığının samimiyet derecesi hala tartışmalıdır. Kendisinin tasav­vufa olan meyli ise bilinmektedir. I. Mahmut’un Patrona İsyanı sonrasında tahta geçmesi ile gerginleşen Osmanlı-Avusturya ilişkilerini akıllıca değerlendiren Ahmet Bey, Osmanlı ordusu için bir dizi ıslahat önerisi sununca İstanbul’a çağrıldı.



Paşalık rütbesi verilerek o sıralar Üsküdar’ın Ayazma semtinde bulunan humbaracıların eğitimi İle görevlendirildi. Paşa’nın işini hakkıyla yaptığı biliniyor. Nitekim 1736-39 yılında Osmanlı ordularının Avusturya karşısında kazandığı başarılarda onun payı büyüktür. Lâkin son dere­ce hırslı kişiliği ile tanınan ve bu nedenle de hizmetine girdiği hemen her devletin üst düzey ricaliyle çatışmaktan geri kalmayan paşa, İs­tanbul’da da rahat durmadı. Bir ara Kastamonu’ya bile sürüldü. Öm­rünün son demlerini bugünkü Beyoğlu’nda Galata Mevlevihanesi’ne yakın bir mevkide bulunan evinde geçirdi. İleri yaşına rağmen Fransa ya da İtalya’ya geçerek faaliyetlerine burada devam etmek azminde olan paşanın fırtınalı yaşamı, 1747’de ölümüyle duruldu. Bu denli fır­tınalı bir ömür yaşayan askerin, kelime anlamı “sessizler evi” olan ve ölüm sonrasındaki huzur ve asudeliğe gönderme yapan Mevlevi ha- muşanında yatması ise son derece ironiktir.



İSTANBUL DOĞUMLU BİR FRANSIZ İHTİLALİ KAHRAMANI:

Andre Chenier

İstanbul dünyaca ünlü pek çok aydın ve yazarı misafir ettiği gibi bazı önemli simalar da bu kozmopolit kentte doğmuşlardır. Galata’da, Bankalar Caddesi’ndeki meşhur Komando merdivenlerini çıkıp sola kıvrıldığınızda ve Avusturya Lisesi’ni geride bırakıp, Ceneviz podesta- larının ikamet ettiği sarayı geçip yolunuza devam ettiğinizde, son de­rece eski fakat bir o kadar da heybetli bir İş hanı İle karşılaşırsınız.

Saint Pierre Hanı adını taşıyan yapı, gerçekten de İstanbul'daki en eski hanlardan bir tanesidir. Bakışlarınızı binanın üzerinde gezdirdiğinizde gözleriniz Fransızca şu İbareye takılır: “André Chenier naquit dans cette maison le 30 Octobre 1762.” Benim gibi Fransızca fukarası İseniz o zaman çevirisini de vererek sizi bir zahmetten kurtarayım: "André Chenier 30 Ekim 1762'de bu evde doğmuştur." Yapıyı gördükten sonra bu sefer de aklınıza şu sual takılacaktır, “iyi de buranın evle ne İlgisi var?” Gerçekten de buranın evle bir ilgisi yok. Hatta yapının tarihte oynamış olduğu en önemli rol, Osmanlı Bankası’nın kurulduğu bina olması. Esasen Levanten kökenli Fransız mimar Alexandre Vallaury tarafından buraya iliştirilen kitabe, eksik malumat taşır. Zira Chenier, bu handa değil, doğumundan kısa bir süre sonra bölgede çıkan yangın neticesinde yok olan Fransız Ticaret Temsilciliği lojmanlarında doğmuştur. Zaten doğumundan 3 yıl kadar sonra da ailesi İstanbul’u terk edip Fransa’ya yerleştiğinden dolayı Saint Piere Hanı’nı hiç görememiştir. Chenier’i şöhrete ulaştıran da zaten Fransa’daki yaşamıdır.



Chenier, aydın bir aileden gelmekte idi ve annesinin Rum kökenli ol­ması nedeniyle de daha çocukluk çağlarından itibaren Helen ve Latin tarihine merak salarak bu devirlere duyduğu özlemi kaleme aldığı şi­irler yazdı. Fransız romantizminin en ünlü simaları arasında kabul edil­mesine neden olan şiirlerinin pek çoğu, ölümünden sonra basıldı. Chenier, ihtilalin gerçekleşmesine hatipliği ve gazetelerde kaleme al­dığı ateşli yazıları ile önemli katkılarda bulundu. Ancak İhtilal sonra­sında yaşanan terör devresinde İdareyi ele geçiren Jakobenleri eleş­tirdiği ve onlarla ters düştüğü İçin hakkında tutuklama emri çıkarıldı. Bir süre saklandıysa da sonunda tutuklanarak Saint Lazare Hapisha-nesi’ne gönderildi. Temmuz 1789’da devrim, en ateşli çocuklarından birini daha yiyecek ve Chenier, giyotinle idam edilecektir. İdam edil­meden önce eliyle alnını göstererek söylediği sözler, genç yazarın dramını da sergiler: “Gelecek kuşaklar İçin bir şey yapamadım. Hal­buki burada bir şeyler vardı.” Kaderin garip bir cilvesidir kİ onun ida­mından sadece iki gün sonra kendisini giyotine gönderen Robespierre liderliğindeki Jakobenler de devrilecektir. Chenier öldüğünde sadece 31 yaşındaydı.

Öğrencilerin Don İzzet Paşası

İstanbul’da sadece uzun süre yaşamakla kalmayıp burada hayata gözlerini yuman Avrupalı sanatçılardan biri de Giuseppe Donizetti ya da öğrencilerinin İfadesi İle Don İzzet Paşa’dır. Müzisyen bir aileden gelen Giuseppe Donizetti, oldukça renkli bir hayat sürmüştür. Donizetti, gençlik yıllarında bando üyesi olarak Napolyon’un ordusunda yer aldı. Hatta onun Elbe adası sürgününde ve son savaşı olan Waterloo’da hazır bulundu. Sonrasında memleketine dönerek Plyemonte ordusunda alay bandosu idareciliği yaptı.

Bu sırada Osmanlı payitahtında da köklü değişimler yaşanıyor, 2. Mahmut kılık kıyafet alanından, eğitim alanına bürokrasiden sosyal yaşama kadar uzanan sahalarda köklü reformlara imza atıyordu. Bu reform sürecinden asırlık mehterhane de etkilenmişti. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra o günlerin hatırasını yaşatan Mehteran’ın da ilga edilerek yerine modern tarzda bir Mızıka-i Hümayun kurulması için teşebbüslere girişilmişti.



İşte Osmanlı bandosunda hizmet verecek yetenekli ve tecrübeli hoca arayışının devam ettiği günlerde Serasker Hüsrev Paşa, İstanbul’daki Sardunya elçisinden bu konuda yardımcı olmasını İster. Bu talep üzerine Giuseppe Donizetti İstanbul’a gönderilir. Pera semtinde Asmalımescit civarına yerleşen Donlzetti’nin, burada yaşanan yangınlardan dolayı birkaç ev değiştirdiği biliniyor. Nitekim Donizetti ailesinden kalma ve bugün de giriş kapısının üzerinde “Apartament Donizetti” ibaresinin okunabildiği yapı, Asmalımescit’ten Pera Palas’a doğru yürürken sol kolda karşınıza çıkıverir.

Donizetti, İstanbul’a geldiği ilk 4 ay İçinde “Mahmudiye” adını verdiği bir marş kaleme alarak sultanın takdirini kazanmıştır. Dahası bugün de muamma olan bir biçimde söz konusu marş, 1839’da İsveç ordusu tarafından resmi marş olarak kabul edilmiştir. Avrupa’da da çeşitli de­falar basılan marş, Sultan 6. Mehmet Vahdettln’ln saltanatı dönemin­de, resmen Osmanlı milli marşı İlan olunur. Bu beste her ne kadar Sul­tan Mahmut’un İktidarı döneminde milli marş olarak kullanılmışsa da,Donizetti’nin daha sonra tahta çıkan Sultan Abdülmecit İçin kaleme aldığı Mecidiye Marşı ortaya çıkınca İkincisi İlkinin yerini almıştı.

Yaptığı hizmetler sonrasında Donizetti'nln rütbesi 1841'de miralay (al­bay). 1851de de mirlivalığa (tuğgeneral) yükseltildiği gibi hayatının son yıllarında da “paşa" unvanını aldı. Donizetti Paşa, Türk müziğinin önde gelen pek çok İsmine de hocalık yapmıştı. Sultan Abdülmecit, Dürrinigâr Kalfa ve Süleyman Paşa gibi isimler onun yetiştirdiği en önemli öğrencilerdi. Donizetti İstanbul’da başarılarla dolu yaşamını, uzun süredir mücadele etmekte olduğu kalp rahatsızlığına yenik düş­mesi nedeniyle Kırım Savaşı’nın son günlerinde, 12 Şubat 1856’da ta­mamladı. İstiklal Caddesi üzerindeki Santa Marla Kilisesi’nde gerçek­leşen cenaze töreninin ardından Harbiye’deki Nötr Dame de Sion Lise- si'nin hemen bitişiğinde bulunan Saint Esprit Katedrali'ne defnedildi. Bugün de katedralin mahzeninde bulunan lahitinin hemen arkasında şu yazılar okunabilir: “Bergamotu Giuseppe Donizetti, Bonapart’ın askeri, Legion D'Honneur sahibi, Osmanlı askeri müziği eğitmeni, Abdülmecit’in paşası, İstanbul’da 1856’da öldü.” Osmanlı hizmetindeki meşhur Batılılar içerisinde anısı en uzun süre devam eden kişilerden biri olan Donizetti’nin torunları da İstanbul’da ikamet etmeyi sürdürmüşlerdir.

Mazlum ulusların şaîri:Adam MickieWicz

Bazı şairler vardır ki yaşadıkları devirlerde maruz kaldıkları zorbalık, şiirlerine güç olarak yansır. Polonya’nın milli şairi olarak kabul edilen Mickiewicz de şiirlerini böylesi bir dönemde kaleme almıştır. Mickiewicz, 1798 yılında Napolyon savaşlarının süregeldiği bir devirde doğ­muştu. Doğduğunda mensubu olduğu Polonya ulusu özgürlüğün ne ol­duğunu neredeyse unutmuştu. Bu nedenle Polonyalılar, Napolyon’un 1812’de topraklarından geçişini büyük bir coşkuyla karşıladılar. An­cak ertesi yıl Napolyon önce Leipzig’de 2 yıl sonra da Waterloo’da ye­nilince İngiltere, Prusya, Avusturya ve Rusya'dan oluşan koalisyon güçleri Polonya’nın kaderini Viyana Kongresi’nde belirlediler. Galip devletlerin üçünün ortasında yer alan Polonya’nın akıbeti daha baş­tan belliydi. Rusya, Avusturya ve Prusya Polonya’yı kendi aralarında paylaştılar. Bu felaketler devri Mickiewicz’in düşünce yapısının oluşu­munda önemli rol oynadı.

Mickiewicz’in çağdaşları Almanya’da Goethe ve Sebiller, İngiltere’de Lord Byron, Fransa’da Victor Hugo gibi güçlü edipler idi. Bunlar, döne­min ihtilallerle geçen siyasi çalkantılarında romantik ve milliyetçi eserleri ile ihtilalin oluşumuna katkıda bulunan isimlerdi. Mickiewicz de bu ediblerden bir kısmı ile doğrudan görüşmüş ve fikirlerinden et­kilenmiştir. 1817’de daha öğrencilik yıllarında, Polonya bağımsızlık hareketi için bazı örgütlere üye olmuş, 1824te de çarlık hükümeti tarafından tutuklanarak Rusya'ya sürgün edilmişti.

Genç Polonyalı Saint Petersburg, Moskova ve Odessa gibi Rusya'nın kültürel merkezlerinde geçen bu devreyi en iyi şekilde değerlendirmiş, Puşkin başta olmak üzere dönemin pek çok aydınıyla temas kurmuştur. Sonrasında Rusya'daki dostlarının da yardımıyla 1829’da Çekoslovakya ve Almanya üzerinden İtalya’ya geçti. Almanya'da Weimar kentinde ünlü şair Goethe ile tanışma şansı buldu. Tüm Avrupa’yı kasıp kavuran 1830 ihtilallerini Mickiewicz, İtalya’da karşıladı. En kanlı çatışmalar bil hassa Polonya'da gerçekleşti ve isyancıları Rus ordusuna karşı en çok motive eden güç onun şiirleriydi. Ancak isyan Rusya tarafından şiddetle bastırıldı. Liberalizm ve işçi hareketlerinin etkisiyle patlak veren 1848 ihtilallerinde de Mickiewicz aktif rol aldı. O sıralarda İtalya’da bulunduğu için Avusturya’ya karşı mücadele eden Garibaldi’nin ordusunu destekledi. Yine burada kaleme aldığı yazılarda despotizm altında inleyen Polonyalı, Alman, Macar ve İtalyanlara birleşme çağrısı yaptı. İhtilaller Almanya ve İtalya'da görece sonuç elde ederken Doğu Avrupa halklarının kaderinde köklü bir değişime yol açmadı.



1853’te Osmanlı ile Rusya arasında çıkan savaş, bir süre sonra İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı ile ittifak kurarak Kırım’a saldırması, Mickiewicz’e yeni bir umut ışığı sundu. Eylül 1855’te büyük despotun sonunu daha yakından görmek ve mücadelede daha aktif rol almak için İstanbul'a geldi. Bilindiği üzere Kırım Savaşı’nda 1848 ihtilalleri çerçevesinde ayaklanan ancak özgürlüklerini elde edemeyen Macar ve Polonyalılar da mütte­fik ordular safında yer almışlardı. Mickiewicz’in yapmak istediklerin­den biri de mücadeleye katılan vatandaşlarına dizeleri ile destek ver­mekti. Kendisinin İstanbul’da Saint Lazare Manastırı ile Lüksemburg Oteli’nde bir müddet kaldıktan sonra bugün Kasımpaşa semti sınırla­rı içinde kalan ve 1955’te yani şairin 100. ölüm yıldönümünde müze­ye dönüştürülen üç katlı bir evde kaldığı biliniyor. Burada geçen bir kaç ayın sonunda muhtemelen savaş nedeniyle İstanbul’a yaralı müt­tefik askerler tarafından taşınan koleraya yakalanarak ansızın öldü.

Hayata gözlerini yumduğu üç katlı evin bodrumunda temsili bir meza­rı bulunmaktadır.

İstanbul sevgîsi İçin ordudan atîlan yazar:Claude Farrer

Claude Farrer, isimleri İstanbul’la özdeşleşerek şehrin caddelerine nam olmuş İki Fransız yazardan biridir. Diğeri ise Plerre Loti'dir ki elinizdeki çalışmada onun hakkında ayrı bir yazı yer aldığından kendisi bu makaleye dahil edilmemiştir. Farrer de tıpkı Loti gibi denizcidir. İstanbul’u defalarca ziyaret etmiş ve her ziyaretinde başka mekanlarda ikamet ederek şehri tanıma yoluna gitmiştir. İstanbul’a karşı o denli yoğun duygular beslemiştir ki I. Dünya Savaşı yıllarında kendisi gibi bahriye subayı olan Pierre Loti İle beraber savaş halinde oldukları Osmanlı devletini savunan, Fransa’nın Osmanlı karşısında yer almasını büyük bir tarihi hata olarak niteleyen yazılar kaleme aldığı İçin 1919’da subaylık mesleğinden erken emekliliğe sevk edilmiştir. Bu aslında Farrer’e edebiyatla daha yakından ilgilenme ve daha çok gezme imkanı vermiştir. Yeri gelmişken hemen belirtelim kİ Farrer’in emekli olmadan önce görev yaptığı gemilerden bir tanesi de Çanakkale savaşları sırasında sulara gömülerek batan meşhur Fransız zırhlısı Bouvet’dir.



Farrer’in İstanbul’a ilk gelişi 1902, son gelişiyse 1950’dir. 1903’de ise Pierre Loti’nin idaresinde olan La Vautour gemisi İle İstanbul’a gelmiştir. Farrer, bilhassa I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı devleti lehine kaleme aldığı yazılardan ve bunun karşılığında ödediği bedel­den dolayı Türk halkının yoğun sevgisine mazhar olmuştur. Nitekim Fransız hükümeti Milli Mücadele yıllarında onun bu popülaritesinden istifade etmeye çalışmış ve kendisi İstanbul’a gönderilmiştir. Sakar­ya Savaşı’nın kazanıldığı günlerde İstanbul’a gelen yazar, buradan Adapazarı’na geçerek Mustafa Kemal Paşa İle görüşmüş, onun niyet­lerini öğrenmeye çalışmıştır. Esasen bilindiği üzere Fransa, bilhassa Ortadoğu’daki nüfuz alanlarının paylaşımı meselesinden dolayı Ingil­tere ile ters düşmüş ve kamuoyunda da I. Dünya Savaşı’nda toprak­ları Almanlar tarafından harabe haline getirilen Fransa’nın ana kara dışında macera aramaması konusunda bir dizi propaganda faaliyeti­nin sürmesi nedeniyle Anadolu’yu terke hazır bir hale gelmiştir, ilginçtir  ki İstanbul ve Türk aşığı olarak bilinen Farrer'in M. Kemal ve kafasındaki tasanlar hakkındaki düşünceleri pek müspet değildir.

Farrer modernize olmaya başlayan Türkiye'nin şarka mahsus gizemini yitireceğinden endişe eder. Buna rağmen kendisinin çeşitli defalar Ankara ve İstanbul'a gelmeye devam ettiği biliniyor. Yazar bu gezilerdeki gözlemlerini yazılarına ve romanlarına da taşımıştır. Bugün Divanyolu'nda bir cadde, 1935'te Fransız akademisine de seçilmiş olan İstanbul sevdalısı bu yazarın adını taşır.

Sovyet devrimi sürgünü bir büyükadalı:Troçki

1917’de gerçekleşen Rus devrimi tüm dünyada büyük bir heyecana yol açmıştır. İşin ilginci bu devrim Marx’ın öngördüğü gibi işçi sınıfının en kuvvetli olduğu İngiltere, Fransa ya da Almanya gibi bir sanayi ülkesinde değil de Rusya gibi despotik bir tanm ülkesinde gerçekleşmiştir. Devrim sonrasında sosyalistlerin Bolşevik kanadı, daha ılımlı olan Menşevik kanadını tasfiye etmeye kalkmış, bu da Rusya’yı bir iç savaşın içine sürüklemiştir. İç savaş döneminde bilhassa iki isim,Bolşevik hareketin lideri Lenin ile Kızılordu’nun kurucusu ve Lenin’in halefi olarak gösterilen Troçki ön plana çıkmıştır. Lenin’in ardı ardına geçirdiği felçler sonrasında ise iktidar beklenildiği gibi Troçki’nin değil, komünist parti içerisinde ciddi bir yandaş desteği toplamayı başaran Stalin’in eline geçecektir. Troçki’nin Lenin’in bazı eylemlerini tasvip etmemesi ve Stalin’le de bazı konularda çatışması ona sürgün yolunu açacaktır.



1879’da orta halli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak Ukrayna’da doğan ve devrimciler safına katılan Troçki, İlk sürgününü bu nedenle 1898’de çarlık rejimince Sibirya’ya sürülerek yaşamıştı. 1928’de önce ülke içinde Alma Ata’ya sürülecek ancak eleştiri ve faaliyetlerine devam edince bir yıl sonra bu kez Sovyet hudutlarının dışında yaşamaya mahkum edilecektir. Sovyet hükümeti, sürgün konusunda Batılı bazı ülkelerle yazışmaya girişmiş lâkin hiçbir ülke bu ateşli devrimciyi kabul etmeye yanaşmamıştı. Sovyetlerin aradığı olumlu yanıt Türkiye’den gelecektir. Türk hükümeti, Troçki’nin ikameti İçin Büyükada’yı tahsis etmiş ve dilediği kadar burada ikamet edebileceğini Sovyet yetkililere bildirmiştir. Türkiye'nin Troçki'yi kabul etmesinde hiç şüphe yok ki onun “Savaş komiserliği" görevinde bulunduğu yıllarda Türk milli davasına silah temini konusunda göstermiş olduğu kolay­lıklar etkili olmuştur. Her ne kadar Bolşevikler bu yardımı, Sovyet devrim ilkelerinin Türkiye'de de tutunacağı umuduyla yapmış olsalar da o yokluk günlerinde gelen destek TBMM İçin hayat İksiri vazifesi görmüştür.

Türkiye tarafından Büyükada’nın tercih edilmesinin en temel nedeni adanın İstanbul'dan uzak olması ve küçük olduğundan dolayı kontro­lünün kolay sağlanması olsa gerek. Talihin garip bir cilvesidir ki ada, aynı zamanda Bizans İmparatorluğu zamanında da sürgün yeri vazife­si görmekteydi. Troçki’nin ikametine Arap İzzet Paşa köşkü olarak da bilinen İlyasko Köşkü tahsis edilir. Köşkün önüne de bir karakol kurulur. Zira Troçki’nin Stalin ya da halihazırda Rusya’daki İç savaşı kaybettikleri için İstanbul’a kaçmak zorunda kalan Beyaz Ruslar ta­rafından bir suikaste maruz kalmasından endişelenilmektedir. Esasen bu endişe tamamen yersiz de değildir. Zira İkamet ettiği köşk 1931’de kundaklanır.

Troçki açısından ada günleri fırtınalı yaşamının en sakin safhaların­dan birisini teşkil eder. Bu devrede “Hayatım” adlı otobiyografisinin yanısıra pek çok yazı kaleme alır. Ayrıca sandalla denize açılarak ba­lık avlamak suretiyle de zihnini dinlendirir. Adada zaman zaman Geor­ge Simenon ve Emil Ludwig gibi edebiyat dünyasının ünlü isimlerince de ziyaret edilen Troçki, 15 Temmuz 1933’de adadan ayrılır. Fransa ve Norveç’in ardından bir süre de Meksika’da yaşayan Troçki, 1940’da burada hayatını kaybedecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:177-185(Küre yay.)
Devamını Oku »