İstanbul'da Endülüslü Musevî Alîmler

 

Osmanlı devleti, yükseliş döneminde Fatih devrinden başlayarak dünyanın en büyük gücü olma konusunda önemli adımlar atmış ve örnekleri günümüzde de gözlemlendiği üzere bu yolda Do­ğu’dan ve Batı’dan pek çok muteber insanı bünyesinde istihdam et­me yoluna gitmiştir. Nitekim bu amaçla Fatih Sultan Mehmet Viçen-za’dan, Venedik’ten, Floransa’dan, Mısır’dan, İran’dan, Timur ülke­sinden, Ege Adaları’ndan pek çok insanı ülkesine davet etmiş, bunun dışında fethettiği Bizans İmparatorluğu ve Trabzon Rum devleti gibi devletlerin önde gelen kişilerine de çevresinde yer vererek onlara il­tifat etmiştir.

Bu tavrın ilerleyen yıllarda da devam ettiğine, gerek Ya­vuz Selim’in gerekse de Kanuni Süleyman’ın çıktıkları seferler sonra­sında ele geçirilen ülkelerdeki ilim adamı ve sanatkârları beraberle­rinde İstanbul’a getirdiklerine şahit oluruz. Bu çerçevede 1492’de İspanya’da yaşanan bir dramın hemen akabinde pek çok değerli fikir adamı, tüccar ve siyasetçi de Osmanlı ülkesine iltica etmiş ve yine bu kişilerden birikimleri doğrultusunda istifade edilme yoluna gidil­miştir. Bu yazıda Endülüs’ten kaçarak Osmanlı hizmetine giren birin­ci ve ikinci kuşak Yahudilere ve bunların Osmanlı ülkesinde oynadık­ları role değinilmeye çalışılacaktır.

Osmanlıların Yahudi cemaati ile ilk teması Orhan Gazi zamanına tesa­düf eder. Esasen bu hükümdar zamanında Osmanoğulları beylikten devlete geçmiş ve kurumsallaşmanın ilk temel örneklerini vermişler­dir ki, bu kurumsallaşmadan Yahudi cemaati de nasibini almıştır. 1326’da Bursa’yı ele geçiren Orhan Gazi, burada bulunan Yahudi ce­maatine dokunmamış ve hatta onlara bir havra inşaatı için izin ver­miştir. Dönemin çalkantılı siyasi gelişmeleri karşısında Yahudiler Os­manlı nezdinde bir huzur ve sükunet ortamı bulmuş, bunun sonucun­da 1376 yılında Macaristan’dan, 1394’te de Fransa’dan kovulan Ya­hudiler Osmanlı ülkesine göç etmişlerdir.


Osmanlı ülkesindeki Yahudiler geldikleri yerlere nispeten dört ana gruba ayrılmaktaydılar. Osmanlıların hizmetine giren İlk büyük Yahudi grubu “Romaniotlar’’ olarak adlandırılmakta idiler. Bunlar Anado­lu'nun batısı, İstanbul ve Balkan şehirlerinin bir bölümünde yaşamak­ta ve Yunan dilini konuşmakta İdiler. İkinci grup İse köken olarak Al­manya ve Fransa'dan gelen “Eşkenaziler”dlr. Bu grup 15. yüzyıldan İtibaren büyük oranda Osmanlı ülkesine göç etmeye başlamıştır. Fa­kat Eşkenaziler, 1492 yılında Ispanya ve 1496’da Portekiz'den kovu­larak Osmanlı ülkesine sığınan ve yazımızın da merkezinde bulunan “Sefarad" Yahudilerinin yanında küçük bir topluluk teşkil etmekteydi­ler. Seferad İbrani dilinde Ispanyol anlamına gelmektedir. İstanbul, İz­mir, Edirne, Selanik gibi büyük şehirlerin yanısıra Anadolu’daki diğer önemli ticaret merkezlerine de yerleştirilen bu grup, Anadolu’daki en kalabalık Yahudi cemaatini oluşturmakta ve ispanyolcanın bir versi­yonu olan kendi yerel dillerini kullanmaktaydılar. Osmanlı ülkesinde yaşayan son büyük Yahudi cemaati İse Osmanlıların Mısır ve el-Cezire’yi ele geçirmeleri İle Osmanlı egemenliğine giren “mustaribe”ler- dir ki bu grup Arapça konuşmakta ve bu nedenle de Araplaşmış ma­nasına gelen “mustaribe” kelimesi İle anılmaktaydılar.

Osmanlı devletinin İlk yıllarından İtibaren Yahudi toplumuyla ilişkilere rastlanmaktadır. Orhan Gazi, Bursa’yı ele geçirdiği zaman burada bir Yahudi cemaati İle karşılaşmış ve bu cemaatin ibadetine tahsis edil­mek üzere bir mahalle ve sinagog İnşasına izin vermiştir. I. Murat Edirne’yi ele geçirdiğinde Edirne hahambaşısını Rumeli’deki Yahudiler üzerinde yetkili kılmıştır. I. Murat bu hareketi ile ileride Osmanlı devleti bünyesinde yer alacak olan Yahudi millet sisteminin de temel­lerini atmıştır.

İstanbul’un fethinden sonra kuşatma esnasında gösterdikleri taraf­sızlıktan dolayı Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanın­mış, Haham Rabbi Moşe Kapsali’ye de iltifatta bulunulmuştur. Moşe Kapsali’yi şeyhülislamla beraber biat merasimine davet eden Fatih, Yahudi cemaatinden alınacak vergileri de yine ona tevdi etmişti.

Yahudiler, bilhassa 1492 yılında İspanya’da Müslüman egemenliğinin son bulması ve Katolik engizisyonunun başlaması ile büyük baskılara maruz kalmış, bunun sonucunda da zamanın padişahı 2. Bayezid’in yardımları İle aradıkları huzurlu ortamı Osmanlı ülkesinde bulmuşlar­dır. Bu tarihten itibaren Osmanlı imparatorluğu adeta Yahudilerin dal­galı denizde sığındıkları bir liman vazifesi görmüştür. Nitekim 15. yüz- yılın İkinci yarısında Türkiye’ye yerleşmiş olan İsaak Zarfati, Macaris­tan ve Almanya’da binbir zorluğa göğüs germekte olan birçok Yahu’diyi bu nedenle Osmanlı İmparatorluğuna davet etmiştir. O, kaleme aldığı mektubunda kısaca şu satırlara yer vermişti: “Almanya’daki kardeşlerimizin ölümden beter kederler içerisinde olduklarını duydum.

Despotik yasalar, zorla vaftiz edilmeler, sürgünler sıradan ve günlük olaylarmış. Doğuya giden bir Hıristiyan gemisinde yakalanan Yahudinin denize atılması için yasalar yapmışlar. Heyhat, Almanya'da Rabb’ın kavmine ne kötülükler reva görüyorlar. (...) Kardeşler, ben İsaak Zarfati, soyum Fransız olsa da Almanya’da doğmuş ve oradaki hocalarımdan eğitim almış olsam bile size derim ki; Türk ülkesi hiçbir şeyin eksik olmadığı bir ülkedir. Eğer isterseniz burası sizin İçin en ha­yırlı yer olacaktır. Kutsal topraklara giden yol sizin için Türk ülkesin­den geçiyor. Hıristiyanların egemenliği altında yaşamaktansa Müslü­manların egemenliğinde yaşamak sizler için daha iyi değil mi? Burada herkes asması ve inciri altında rahatça oturabiliyor. Burada en değer­li esvapları giymenize izin var. Şimdi ey İsrail bütün bunları görüp ne­den uyuyorsun. Uyan ve bu lanetli toprakları ebediyyen terket!”

Endülüs Emevileri döneminde İspanya ilim ve kültür açısından altın çağını yaşarken bu ülke Yahudileri de söz konusu alanlarda önemli katkılarda bulunmuşlardır. Siyasi alanda ilk akla gelen isim Halife 3. Abdurrahman’ın veziri Hasday b. Şaprut’tur. Aslen tıp doktoru olan bu değerli şahsiyet zaman içinde siyasi kademenin en üst noktalarına kadar yükselmiştir. Onun dışında özellikle felsefe alanında Endülüslü ünlü Müslüman düşünür İbn Hazm’ın çağdaşı olan İbn Cebirol ile 12. yüzyılda yaşayan Kurtubalı düşünür Moşe b. Meymun ilk akla gelen önemli simalardır. Özellikle Batı’da Maimunides olarak da bilinen so­nuncu düşünür aynı zamanda tıp konusunda da önemli bir bilgi biriki­mine sahipti.

Nitekim Moşe b. Meymun’un tıp şöhreti felsefe alanın­daki ününden hiç de geri kalır değildir. Selahaddin’in veziri olan Kadı el-Fadıl’ın doktorluğunu yapan Maimunides, sonradan Eyyubi haneda­nının da doktorluğunu yapmıştır. Düşünsel alanda ise Maimunides, Aristo’nun görüşlerini Tevrat’la uzlaştırmaya çalışmış ve kullandığı yöntem itibariyle de kendisinden sonra gelen Thomas Aquinas ve Spi­noza gibi Batılı düşünürler üzerinde derin tesirler bırakmıştır. Her ne kadar ömrünün en verimli yıllarını Selahaddin Eyyubi idaresindeki Mı­sır’da yaşamışsa da Endülüs doğumlu bir düşünürdür.

Tüm bunların yanısıra İspanya’da ilerleyen yıllarda açılan çeviri okul­larında da Yahudi asıllı pek çok kişiye rastlamaktayız. Yahudiler bilim ve edebiyatla ilgili Arapça yazmaları Latinceye aktarmak suretiyle Avrupa’nın aydınlanmasında önemli roller oynamışlardır. Abbasiler za­manında Bağdat’ta kurulan ve 9. yüzyılda altın çağını yaşayan Beytü’l-Hikme'de, hatırlanacağı üzere Sanskritçe, Rumca, Koptça, Yunanca, Süryanice pek çok eser Arapçaya çevrilmiş ve İslam kültürü büyük ölçüde bu çeviriler üzerine bina edilerek gelişmişti.

İspanya’da bulunan Hıristiyanlar da benzer yöntemi izleyeceklerdir. Nitekim 12. yüzyılda Tuleytula başpiskoposu şehirde Arapçadan Latinceye çeviri yapan Beytü’l-HIkme benzeri bir kurum oluşturmuş ve burada Müslüman ile Hıristiyanların yanısıra önemli ölçüde Yahudi mütercim de istihdam etmişti. Bu okulların benzerleri Işbiliye ve Mürsiye’de de açılacaktır. Pek çok Yahudi araştırmacı bu dönemi bir altın çağ olarak ifade eder. 1492 yılında Gırnata’nın düşmesi bir yerde bu çağın da so­na erme tarihidir. İlerleyen yıllarda Yahudi cemaati böylesine bir par­lak gelişim çizgisini 19. yüzyılda Almanya ve Avusturya'da, 20. yüz­yılda da Amerika’da yakalayabilecektir.

İspanya topraklarındaki Hıristiyanların başlattığı Reconquista hare­keti sonrasında artan dinsel bağnazlık, bu parlak ve çok kültürlü me­deniyetin de sonunu getirecektir. 1492’de Endülüs Müslümanlarının son dayanak noktası olan Gırnata’nın düşmesi ve bunun sonrasında da gerek Müslüman ve gerek Yahudilere dinsel baskıların artması so­nucunda Endülüs kültürünü oluşturanlar sığınak arama derdine düşe­ceklerdir.

Osmanlı ülkesine Endülüs’ten gelen ilk göç dalgası sonrasında he­men gözümüze ilişen simalardan biri Hoca İlya el-Yahudi diye de bili­nen alimdir. Ancak bu zat, sonradan İslam dinine geçecek ve Abdüs-selam el-Muhtedi adı ile anılacaktır. Bu zat, İslamiyete geçen diğer bazı erbab-ı kalem muhtedi gibi eski dinine reddiye tarzında bir eser kaleme almıştır. Tevrat’a oldukça vakıf olan Abdüsselam el-Muhtedi söz konusu çalışmasında Yahudilerin Tevrat’ta yaptığı tahribat, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatı gibi bölümlere yer vermiştir. Kendisi ayrıca veba hakkında bir eser kaleme aldığı gibi astronomi İle de yakından ilgilenmiştir. Bu konu hakkında bir de İbraniceden Arap­çaya çeviri yapmıştır.

Bu dönemde Osmanlı ülkesine gelen ve tıp bilgisi nedeniyle de Moşe Calinus diye adlandırılan Moşe Galino ben Yahuda, Osmanlı hekimbaşısı Ahi Çelebi olarak da bilinen ve Eminönü’nde Evliya Çelebi’nin meşhur rüyasına mekan olan Ahi Çelebi Camii’ni de yaptıran Ahmet b. Kemal et-Tebrizi nin emri üzerine Türkçe bir eser de kalem almış­tır. Onun da diğer bazı Endülüs kökenli Yahudi alimler gibi tıbbın ya­nında astronomi ile de uğraştığını görmekteyiz.

Yahudilerin bu dönemde beraberlerinde getirdikleri en önemli tekno- gelişmelerin başında matbaa gelmektedir. 1494’te İstanbul’da ilk matbaa Yahudiler tarafından açıldığı gibi, yine 2. Bayezid’in salta­natı döneminde yirmi İbranice eser basmışlardır.

Özellikle Kanuni Sultan Süleyman ve 2. Selim zamanında, Endülüs kö­kenli Yahudiler arasından devletin siyasetine etki edecek önemli si­malar çıkmıştır. Bunların en önemlileri Donna Grasia Nasi ve yeğeni Yosef Nasi’dir. Aslen Portekizli olan bu iki kişi Portekiz engizisyonun­dan kaçarak önce İngiltere ve Hollanda’ya ardından da Venedik’e sı­ğınmışlardır. Burada iken Donna Grasia Nasi’nin muhteşem servetine gizliden gizliye Yahudiliği yaşadığı gerekçesi ile el konulmuştur. Bu­nun üzerine bu güçlü kadın, Kanuni’nin hekimlerinden Moşe b. Hamun'u aracı kılarak serveti ile birlikte Osmanlı ülkesine sığınmak is­tediğini bildirmiş ve bizzat padişahın devreye girmesi sonucu serbest kalarak İstanbul’un yolunu tutmuştur.

Donna Grasia Nasi, muhteşem zenginliği ile kısa zamanda İstanbul’un en tanınan simalarından biri olarak bizzat devrin padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından çe­şitli ihsanlara nail olmuştur. Hayatını ve servetinin azımsanamayacak bir bölümünü Avrupa’da eziyet gören Yahudileri kurtarmaya adamış ve başarılı da olmuştur. Bu uğurda yeğeni Yosef Nasi ile beraber biz­zat Kanuni’ye başvurmuşlar ve sonuç olarak İtalyan şehir devletlerin­den Ankona’ya ticari ambargo uygulanmasını sağlamışlardır. Yahudi cemaati arasında “La Sinyora” yani “Hanımefendi” olarak anılan Don­na Grasia Nasi, 1568 yılında muhteşem servetini yeğeni ve damadı Yosef Nasi’ye bırakarak vefat etmiştir.

Yosef Nasi ise Osmanlı Yahudileri içinde en meşhur olanlarındandır. Bu zat, halasından aldığı muhteşem serveti daha da büyüttüğü gibi gerek Kanuni ve gerekse de 2. Selim zamanında devlet siyasetini yönlendiren simalardan olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman 1566 yılın­da Fransa kralı 9. Charies’a bir mektup göndererek Yosef Nasi’nin Fransa hükümetine verdiği 150.000 düka altını acilen ödemesini İs­temiştir. Yosef Nasi'nin yıldızı 2. Selim in tahta geçişi İle daha da par­lamıştır. İslam devletlerinde özellikle klasik dönemde gayrimüslimle­re yönetici kademede görev verildiği nadir rastlanan olaylardandır. Yosef Nasi de bu istisnalardan birini teşkil eder.

Kendisine Ege deni­zindeki Naksos adasının valiliği verilmiştir. Bunun yanısıra Nasi, Kıb­rıs adasının fethedilmesi yönünde 2. Selim’e telkinlerde bulunmuş, fakat Osmanlı donanmasının Kıbrıs’ın fethinden sonra Haçlı donanmasına Inebahtıda yenilmesi üzerine gözden düşmüştür. Onu meşhur eden en önemli projesi ise Filistin’in kuzeyinde yer alan Tiberya’da bir Yahudi yerleşim merkezi kurma teşebbüsüdür. Yosef Nasi burada bir Yahudi yerleşim merkezi kurmak için hem Kanuni, hem de 2. Se­lim'den ferman almış ancak bu proje çeşitli nedenlerden dolayı haya­ta geçirilememiştir.

Nasi’nin 1579’daki ölümü üzerine ise siyaset sahnesine bir başka En­dülüs kökenli Yahudi’nin, Salamon Aben Yaeş’in çıktığını görüyoruz. Aben Yaeş Osmanlı sarayında yükselerek Midilli dükü unvanını aldığı gibi aynı zamanda 3. Murat döneminde, İngiliz kraliçesi I. Elizabet’le de kraliçenin doktoru olan akrabası vesilesi ile irtibat kurmayı başar­dı. Bunun sonrasında İspanya’ya karşı Osmanlı-İngiliz ittifakını des­tekleyen en önemli figürlerden biri oldu. Hatta kraliçe ile padişah ara­sındaki bir takım müzakerelerin takibini de Aben Yaeş üstlenmiştir.

Kanuni döneminde Endülüs kökenli Yahudiler sadece siyaset alanında değil ilim alanında da önemli simalar yetiştirdiler. Bu dönemde nüfuz kazanan önemli bir sima Moşe b. Hamun’dur. 1493 yılında Grana- da’dan göç ederek İstanbul’a gelen Josef b. Hamun’un oğlu olan bu zat, muhtemelen Osmanlı başkentine geldiğinde henüz bir çocuktu. Baba mesleğinde hızla yükselen Moşe b. Hamun, Kanuni döneminde saraya intisap etmiş ve özellikle padişahın muzdarib olduğu nikris ya da nam-ı diğer gut hastalığını iyileştirmesi ve sultanın acısını hafiflet­mesi vesilesiyle de iltifata nail olmuştur. Ancak dönemin en önemli ta­bibi Kaysunizade ile de ihtilafa düşmüştür.

Bu İhtilaf sırasında Kaysu- nizade’nin suçlamalarına maruz kalmıştır. Moşe b. Hamun diş hekim­liği konusunda uzman bir hekimdi. Nitekim diş hekimliği ile ilgili kale­me alınan Osmanlıcadaki ilk önemli eser kendisine alt olup bu eserin yazımı sırasında hiçbir şekilde Türkçe konusunda yardım alma İhtiya­cı hissetmemiştir. Moşe b. Hamun’un evladına bir takım ayrıcalıklar verilmiştir. Nitekim çocuklarından Josef de baba mesleğini devam et­tirecek ve hatta 2. Selim zamanında saray hekimliğine yükselecektir.

İbn Cani el-lsralli de Endülüs kökenli İkinci belki de üçüncü kuşak tıp alimlerinden biridir. Onun araştırmaları daha çok kendi yaşadığı devir olan 17. yüzyıl başlarında oldukça yaygınlaşan tütün kullanımının fay­da ve zararları üzerine hasredilmiştir. İbn Cani, tütün konusunda halk arasında türlü fikirlerin öne sürüldüğünü dile getirmiş ve bu konu hak­kında dişe dokunur herhangi bir çalışma olmaması nedeniyle Motaridis adında bir İspanyol tabibin bu konu hakkında kaleme aldığı bir eseri Frenkçeden Arapçaya çevirmiştir.

16.asrın İkinci yarısı İle 17. yüzyıl başlarında yaşayan Endülüs köken­li bir diğer Yahudi bllimadamı da Selanik’te yaşayan ve Koca Davud adı ile anılan ünlü astronomdur. Bilindiği üzere Selanik, Endülüs’ten gelen ve Seferadim adı ile anılan Yahudi grubunun yerleştirildiği en önemli merkezlerden biridir. Nitekim bu özelliğini 20. yüzyıl başlarına kadar da muhafaza etmiştir. İşte bu şehirde yaşayan Koca Davud la­kaplı Davud el-Riyazi ilerleyen yıllarda İstanbul’a gelmiş ve ünlü astro­nom Takıyeddin b. Muhammed b. El-Maruf’la birlikte çalışmıştır.

Bilin­diği üzere Sokollu Mehmet Paşa ve Hoca Saadettin Efendi’nin deste­ğini alan Takıyeddin 1575 yılında İstanbul’da Tophane sırtlarında bir rasathane kurmuş ve önemli incelemelerde bulunmuştu. Koca Davud burada çalıştığı gibi bir yandan da Hoca Sadettin Efendi’nin oğluna da hocalık yapmıştı. Ne yazık ki bu değerli alim geride bir eser bırakma­mış ya da bir eseri bu vakte kadar keşfedilmemiştir.

Görüldüğü üzere 1492 yılında İspanya’da gerçekleştirilen ve Müslü­manlarla Yahudileri hedef alan büyük göç dalgası en ziyade Osmanlı ülkesini etkilemiştir. Asırlar sonra bir benzerini 1933 yılında Darülfü­nun ilga edilerek İstanbul Üniversitesi’nin açılması sırasında Hitler’in zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan Yahudi profesörlerle yaşayaca­ğımız bu olay sonrasında Yahudiler Osmanlı toplumunda tıp, kültür, si­yaset, astronomi, ekonomi gibi alanlarda son derece etkin bir güce kavuşacaklardır. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bu güç çeşitli neden­lerle büyük ölçüde Ermeni ve Rumların eline geçecektir.



Önder Kaya – Fatih’in Müjdelenen Şehri,syf:61-68 (Küre yay.)
Devamını Oku »

Modern Avrupa'nın Gelişmesinde Türk Etkisi








Prof.Dr. Halil İNALCIK

Batıda Avrupa merkezli tarih görüşünün yerini gerçek dünya tarihi kavramının almasından bu yana, dünyanın çok önemli bir bölgesinde beşyüz yıldan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu tarihi yeni bir ilgi odağı oluşturuyor. Avrupa tarihindeki Osmanlı imparatorluğunun yeri problemi üzerine Avrupa ve Amerika’da son zamanlarda yapılan bir dizi katkı, bu artan ilginin bir işareti sayılabilir. Esas itibariyle Osmanlı belgelerinden yararlanmamaları nedeniyle yeni çalışmaların bir kısmı belli ön yargılardan arınmamış da olsa, bunlar, yeni düşünceler ve yeni yönelimleri keşfetmişlerdir.

Bu yayınların ışığında şimdi biz, mesela, Osmanlı devletinin Avrupa politikalarındaki kuvvetler dengesinde nasıl önemli bir faktör haline geldiğini konuşabiliyoruz. 1430'dan 1525’e kadar süren İtalya savaşlarının ilk dönemi sırasında bile Osmanlı devleti, İtalyan diplomasisinde önemli bir faktördü. Fr. Babinger ve J. Kissling, İtalyan arşiv materyallerine dayanan çalışmalarında, ve S. Fısher, Pfefferman, Schvvoebel, D. Vaugan konuya daha genel yaklaşımlarında, İtalyan saraylarının Osmanlı Sultanıyla ilişkileri nasıl sürdürdüğünü gösterdiler. Bu tür siyasî ve askerî konular görüşmelerle halledildiği ve asla yazıya geçirilmediği için Batı arşivlerinde konuyla ilgili fazla bir malzeme yoktur Fakat bazen bir Osmanlı askerî müdahalesi gerçekten istenmese bile, gözdağı vermek için gizli bir işbirliği söylentisi kullanılıyordu. Büyük baskı altında kalan İtalyan devletleri son çare olarak Osmanlıyı yardıma çağırma tehdidini kullandılar. 1525’de kralları İmparator tarafından tutsak edilen Fransızlar da fiilen bu İtalyan politikasına başvurdular.

Osmanlılar 1526’da Macaristan’ı işgal etmek ve 1532’de Akdeniz’de İmparatora karşı bir deniz cephesi açmak ıçin bu fırsatı memnuniyetle karşıladı, tıpkı geçmişte Venedik’e karşı İtalya’daki durumdan yararlandıkları gibi. 1480’den itibaren Osman- lılar her zaman İtalya’yı işgal etmeyi düşündüler. Kararlı bir adım için onları tereddüde götüren iki faktör, Papa ve imparator önderliğinde birleşmiş bir Avrupa’nın direniş ihtimali, ve kendi deniz gücünün bir deniz cephesi açma noktasındaki zaafı. Fakat 1537’de Kanuni Sultan Süleyman, harekete geçme zamanının geldiğini düşündü.

Daha 1531 ’de Venedik elçisi, Venedik dükasına şöyle yazıyordu: “Süleyman, ‘Roma’ya, Roma’ya’ diyor ve Sezar lakabı nedeniyle İmparatordan nefret ediyor, çünkü bu kendisinin de Sezar [Kayser-i Rum] diye anılmasına yol açıyor”. 1537 ve 1538’de Osmanlıların Adriyatik kıyılarındaki Venedik kalelerini ve Korfu adasını ele geçirme girişimleri aslında İtalya işgaline bir hazırlıktı. O zaman Fransa Osmanlı’nın müttefikiydi. Korfu kuşatması, Fransız deniz gücü tarafından desteklenmişti. Fakat Kral ve İmparator bütün Avrupa Hıristiyanlığını ilgilendiren büyük tehlikeyi gördü. 1538 Temmuzunda Francis, Charles V ile Aigues-Mortes’de barış yaptı ve dahası, Osmanlılara karşı yapılacak bir sefere katılacağına söz verdi. İki ay sonra Sultan’ın büyük amirali Barbaros, Preveze’de güçlü bir haçlı donanmasını yenmeyi başardı. Daha sonra bu zafer, Fransız ittifakı olmadan faydasız bir hale geldi.

Vurgulamaya çalıştığım şey, Osmanlılar İtalyan savaşlarının ikinci döneminde aktif bir unsur haline geldiler ve öyle bir an geldi ki İtalya için mücadele eden Batılılar, kuvvetler dengesinin Sultan lehine kaybedildiğini gördüler. Burada, Osmanlıların Fransa ittifakının değerini tamamen takdir ettiklerini ve Kralı finansal olarak da desteklediklerini ilave etmek gerekiyor. 1533’de Padişah Francis’e, Charles V’e karşı İngiltere ve Almanya prensleriyle koalisyon kurmasını sağlamak için toplam yüzbin altın gönderdi. İki yıl sonra Fransa Kralı Padışah’dan bir milyon düka altını ek talepte bulundu. Daha sonra 1555’de Fransa Kralı II. Henry, paraya sıkışınca, Fransa’da faizi yüzde 12 ile 16 arasında değişen borçlanma bonosu çıkardı ve o zaman aralarında paşaların da bulunduğu pek çok Türk bu borçlanmaya para yatırmayı kârlı buldu. Kral, Sultan’ın Yahudi vergi mültezimi Joseph Nasi’den [Yusuf Nasi] 150.000 scudo borç aldı. Kendi payına Fransa kralı, Avrupa’daki Habsburg üstünlüğünü kontrol altına alan esas güç olarak Osmanlı ittifakının öneminin çok iyi farkındaydı. 1532’de I. Francis, Venedik büyükelçisine, Osmanlı İmparatorluğunu, Avrupa devletlerinin Charles V’e karşı devamlı varlığını garanti eden yegane güç olarak gördüğünü açıkladı.

Kısacası Osmanlı İmparatorluğunun 16. yüzyılda Avrupa’daki kuvvet dengesinde ve sonuç olarak Batı’daki ulus-devletlerin yükselişinde önemli bir rol oynadığı söylenebilir. Bu rolün 1580’den sonraki dönemde İngiliz ve Hollandalıların aldığı Os-manlı destek ve teşvikinde devam ettiği görülür ki o zaman bu uluslar Habsburgların üstünlük girişimlerine karşı Avrupa direnişinin öncüleri olduklarını kanıtlamışlardır.

Onaltıncı ve onyedinci yüzyıllarda Protestan ve Kalvinistlerin desteklenmesi, Avrupa’daki Osmanlı politikasının temel prensiplerinden birisiydi. Daha 1552’de Sultan Süleyman Almanya’daki Protestan prensleri Papa ve İmparatora karşı kışkırtmaya çalıştı. Onlara gönderdiği mektupta, kendisinin bir sefer başlatmak üzere olduğunu, Almanya’ya girdiği zaman kendilerinin bir zarar görmeyeceğine yemin ettiğini söylüyordu. Melanchton, sonuçta Sultan’ın bir memuru olan İstanbul Patriği ile doğrudan temas halindeydi. Daha sonra, Aşağı Ülkelerdeki ve İspanya’ya bağlı diğer topraklardaki Lüteryan prenslere gönderdiği bir mektupta Padişah askeri yardım teklif etti ve onları kendine yakın gördü, çünkü onlar putlara tapmıyor, tek Tanrıya inanıyor ve Papa ve İmparatora karşı savaşıyorlardı. Osmanlı hakimiyeti altında Macaristan ve Transilvanya’da serbestçe Kalvinizm propagandası yapılıyordu ki bu ülkeler onyedinci yüzyılda Kalvinist ve Unitarionların kalesi haline geldi. Habsburglar üzerindeki Osmanlı baskısının Avrupa’da Protestanlığın yayılmasında önemli bir faktör olduğu gerçeği, oldukça inandırıcı bir argümandır.

Ayrıca işaret edilmelidir ki Doğu Avrupa politikalarındaki büyük bir güç olarak, o zaman bölgede hakimiyet kurmaya ve pekiştirmeye çalışan Jagellonlara ve Altın Ordu’ya karşı Moskova- Kırım ittifakım desteklemek suretiyle Osmanlılar, Moskova’nın yükselişine katkıda bulunmuştur. Osmanlılar onaltıncı yüzyıl ortalarında Moskova’nın üstünlük ve yayılmasının, Karadeniz ve Kafkasya’daki çıkarları açısından oluşturduğu tehlikeyi gördükleri zaman ise iş işten geçmişti.

Bu noktada daha ayrıntılı bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerine geçmek istiyorum.

Osmanlı ekonomisinden bahsederken, Osmanlı hakim sınıfının üretici sınıflara karşı tavrını ve geneldeki ekonomi politikası problemini gözden kaçırmamak gerekir.

Her şeyden önce Osmanlı devletinin Avrupa-Asya steplerinde modelleri bulunan göçebe imparatorluklardan birisi olmadığı vurgulanmalıdır. O, bütün o yaşlanmış idari prensipleri ve kurumlarıyla tipik bir Orta Doğu imparatorluğuydu. Öncelikle hakimiyeti altındaki yerleşik nüfusun korunması ve onların tarımsal ve ticari çıkarlarının geliştirilmesiyle ilgileniyordu. Bu politikanın esas itibariyle ekonomik zihniyete değil, devletin İmansal sonuçlarına dayandığı ilave edilmelidir. Onüçüncü yüzyılda Osmanlı sınır boyu nüfusunda göçebe unsurlar belli bir rol oynamış da olsa, Osmanlı devleti kısa zamanda, bir Ortadoğu devletinin temel yapısına sahip tipik bir İslâmî sultanlık haline geldi.

Hukuk düzeni ve hareket tarzı bu noktada hiçbir kuşkuya yer bırakmaz. Mesela biliyoruz ki, Osmanlı devletinin onbeşinci ve onaltıncı yüzyıllarda yapmak zorunda kaldığı en uzun ıç çatışma, devletin yerleşik nüfusun çıkarlarına uyarak İç Anadolu’daki Uzun-Yayla ve Fırat’tan Batı Anadolu’ya uzanan Toros sıradağları göçebelerim kontrol altına alma girişiminden kaynaklanmıştır.

Osmanlı imparatorluğunun ekonomik sistemi ve temel ekonomik prensipleri, kendisinden önce antik zamanlardan beri gelen Ortadoğu imparatorluklarındaki geleneksel devlet ve toplum görüşünden alınmıştır. Bu prensipler, yöneticilerin davranış ve politikalarını belirlediğinden, büyük ölçüde pratik bir öneme sahipti.

İslam devletinde, önceki Ortadoğu devletlerinde olduğu gibi, bütün toplum katmanları ve bütün zenginlik kaynakları, hükümdarın gücünü koruma ve artırma yükümlülüğü altındaydı. Bu nedenle, bütün siyasî ve sosyal kurumlar ve her çeşit ekonomik faaliyet, bu hedefe ulaşmak için devlet tarafından düzenleniyordu. Toplumun iki ana gruba ayrıldığı kabul ediliyordu- hükümdarın otoritesini temsil edenler (yöneticiler, askerler, din adamları) ve sıradan teb’a, yani reaya. İlk gruba mensup olanlar üretimle ilgilenmiyor ve vergi vermiyordu, ikinci gruptakiler ise üretenler ve vergi ödeyenlerdi. Devletin önem verdiği temel özellik, her bireyin kendi sınıfında kalmasıydı; bu, siyasi-sosyal düzen ve uyumun temel gereği kabul ediliyordu.

Orta Doğu devletleri, vergi gelirlerini artırmak için ekonomik faaliyetleri geliştirmenin ve reayanın bütün sınıflarında mümkün olan en büyük üretim artışını sağlamanın gereğini kabul ediyordu. Ekili toprakların kanallar açmak suretiyle artırılması, yollar, köprüler ve kervansaraylar inşa etmek ve yolcuların güvenliğini sağlamak suretiyle de farklı bölgeler arasındaki ticaretin geliştirilmesi gerektiği öneriliyordu.

Üreticiler sınıfının kendi içinde, toprağı işleyenler ve sanat erbabı, tüccarlardan farklı bir hukuk nizamnamesine tabiydi; ilk grubun üretim metotları ve kâr marjları sıkı bir devlet kontrolü altındaydı, çünkü bu toplum görüşüne göre bunlar, hayatın temel ihtiyaçlarım üreten ve bu nedenle yaptığı işler sosyal ve siyasî düzenin korunmasıyla en yakından ilgili sınıflardı. Bu yüzden, bir köylü veya bir sanat erbabının üretim metodunu serbestçe değiştirmesi tasvip edilmiyordu; faaliyetlerine sadece devlet tarafından ortaya konan kuralların sınırları çerçevesinde izin veriliyordu. Orta Doğu toplumunda, sermayedar olmaya izin veren şartları serbestçe taşıyanlar sadece tüccarlardı. “Tüccar”, bu bağlamda, bölgeler arası ticaretle veya uzak diyarlardan ithal edilmiş malların satışı işiyle uğraşan büyük iş adamı demektir. Şehirlerde kendileri tarafından üretilmiş malları satan ve bu malları ikinci elde satan ticaret erbabı “tüccar” kategorisinin dışında kalır. Tüccar sınıfı, hisbe nizamnamelerine, yani çarşıda makul pazarlığı sağlayan dinî hukuk (fıkıh) kurallarına tabi değildi.

Osmanlılarda şehzadeler için yazılan bir nasihat kitabında, onbeşinci yüzyılın ikinci yarısında kaleme alman Sinan Paşa’nın Maarı/name’sinde, hükümdara şu tavsiyelerde bulunulur:

Ülkendeki tüccarlara iyi davran; her zaman onları kolla; kimsenin onlara zarar vermesine izin verme; kimsenin onların düzenini bozmasına izin verme çünkü onların ticaretiyle memleket zenginleşir, ve onların malları sayesinde dünyada ucuzluk yayı-lır; onlar aracılığıyla Sultanın yüce şöhreti çevredeki ülkelere taşınır ve onlar tarafından ülkenin zenginliği artar.

Osmanlı mahkemeleri tarafından yayınlanmış devlet belgelerine bakarken insan, yönetimin her zaman en fazla yukarıda özetlenen prensiplerin uygulanmasıyla ilgilendiği gerçeğini şaşkınlıkla fark eder.

Osmanlı hükümetinin ticareti geliştirmeye ve tüccar sınıfının çıkarlarını korumaya gösterdiği ilgi, ifadesini çeşitli şekillerde buluyordu.

Padişahların yabancılara kapitülasyonları ıhsan etmesinin esas amacı, ticareti teşvik etmekti. Şurası vurgulanmalıdır ki, bir kapitülasyon asla karşılıklı anlaşmaya dayanan bir belge sayılmıyordu ve Padişah’ın imtiyaz ihsanı olma karakterini, aynı imtiyazları Habsburglara ve Rusya’ya vermek zorunda kaldıkları on- sekızinci yüzyıla kadar korudu. Bu fiilî değişimden önce, Padişah, karşı tarafın dostluk sözünü bozması halinde tek taraflı olarak karar verme otoritesini elinde tutuyor ve kapitülasyon geçerliğini kaybediyordu.

Padişah tarafından ihsan edilen bir imtiyaz olma özelliği kabul edilmekle beraber kapitülasyon yine de belli siyasî, finansal ve ekonomik beklentilerle veriliyordu. Belirleyici faktörler genellikle Hıristiyan dünyadan bir müttefik kazanma fırsatı, yün kıyafet, kalay, çelik ve kâğıt gibi az bulunan malları elde etmek ve imparatorluk hâzinesinin esas nakit para kaynağı olan gümrük gelirlerini artırmak idi.

Bazen iddia edildiği gibi Osmanlı imparatorluğu ekonomik olarak kendine yeten bir yapıya sahip değildi. Mesela Batı gümüşünü ithal etmek ekonomi ve finans açısından hayati önem taşıyordu. Bunun ithalatı vergi muafiyetiyle teşvik ediliyordu ve altının daha ucuz olduğu Doğu ülkelerine akışını engellemek için önlemler almıyordu. Avrupalılar, Osmanlıların Doğu Akdenizde kendi ticaretlerine bağımlı olduğunu çok iyi biliyorlardı ve kapitülasyonlardaki özel bir imtiyaz için pazarlık yapmak zorunda kaldıklarında en büyük silahları Osmanlı limanlarını boykot edeceklerine dair tehdit savurmalarıydı.

1516 ile 1550 arasında Arap ülkelerinin ilhakıyla birlikte Osmanlı imparatorluğunun ekonomik tarihinde yeni bir devir başladı ki böylece Osmanlı, fiilen Akdeniz ve Hint Okyanusu arasındaki ticaret yollarının kontrolünü eline geçiriyordu. Onaltıncı yüzyıl boyunca Ortadoğu’nun Hindistan ve Güneydoğu Asya’dan direkt olarak baharat almaya devam etmesi herkesin bildiği bir gerçektir. Osmanlı kayıtlarına göre, 1562’de sadece Mekke’den Şam’a taşman baharatlara uygulanan gümrük vergisinin miktarı 110 bin altın dukadır. İşin dikkat edilmesi gereken ilginç yanı şudur ki, orada ithal edilen baharatlar daha kuzeye gitmek üzere gemilere yüklemek amacıyla Bursa ve İstanbul’a gidiyordu. İlginç bir örnek vermek gerekirse, 1547’de yünlü kumaş satan ve büyük miktarlarda baharat alan bir Macar tüccarını Bursa’da görüyoruz.

Bu dönemde Batıda yeni yükselen ulus-devletler Fransa, İngiltere ve Hollanda, Osmanlı İmparatorluğunda ticaret imtiyazı elde etmeyi en fazla arzu eden ülkeler oldu. Doğu Akdeniz’in, eskiden olduğu gibi ekonomik kalkınma için en fazla gelecek vadeden bölge olduğu inancı vardı. 1550'lerde o zaman Avrupa’daki baharat ticaretini kontrol eden Marrano’lu Mendes ailesinin yerleşmek için Osmanlı başkentine gelmesi sadece dinî temellere dayanmıyordu.

Doğu Akdeniz’deki Venedik hakimiyetine karşı Osmanlılar her zaman rakip uluslara olumlu baktı, önce Cenevizlilere, sonra Raguzalılara ve onbeşinci yüzyılda Floransalılara.

Batılı uluslar arasında Fransızlar ilk ilerlemeyi, Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlûk kapitülasyonlarını yenilemesinden sonra Suriye ve Mısır’da sağladı. Fakat Doğu Akdeniz’de gerçekten Venediklilerin yerini almaya başlamaları 1570-73’dekı Osmanlı-Venedik savaşından sonradır. Bununla beraber, 1536’deki Fransız kapitülasyonları adı verilen şey, asla bir sonuca bağlanmadı. Fransızlara verilen ilk resmi Osmanlı kapitülasyonunun yılı 1569’dur. O günden sonra diğer Batılı ülkeler Fransız bayrağı altında gemi yüzdürmek ve ticaret yapmak zorunda kaldı. Onyedinci yüzyılın başında Doğu Akdeniz’deki Fransız ticaretinin hacmi otuz Fransız livresine ulaştı ki bu o zamanın Fransa ticaretinin yarısını meydana getiriyordu.

Daha sonra İngiliz ve Hollandalılar Habsburglara karşı Fransa’dan daha da güçlü rakipler olduklarını kanıtladıkları zaman, Osmanlılar bu uluslara da kapitülasyonları ıhsan ederek yardımcı ol-makta tereddüt etmedi; İngilizlere 1 580’de ve Hollandalılara 1612’de bu imtiyazı tanıdı. 1642 ve 1660 arasındaki iç savaş dönemi dışında onyedinci yüzyılda İngilizler Doğu Akdeniz ticaretinde öncüydü. O çağa ait bir kaynağa göre ana ihracat ürünü olan İngiliz tekstili için Doğu Akdeniz pazarı üçte bir oranında genişledi ve bütün İngiliz üreticilerin dörtte biri Doğu Akdeniz’e ihracat yapıyordu. W. Sombart’ın kaydettiği gibi, Batı ekonomik yayılması için Doğu Akdeniz ticaretinin önemini kavramadan Batı kapitalizminin yükselişini anlamak mümkün değildir.

Kapitülasyon imtiyazları kademeli olarak o kadar yaygınlaştırıldı ki, Doğu Akdeniz ticareti uzmanlan olan Paul Masson ve R. Mantran, onyedinci yüzyılda yabancı tüccarlara karşı Osmanlı imparatorluğundan daha fazla liberal politika uygulayan dünyada başka hiçbir devlet bulunmadığını tam bir görüş birliği içinde vurgulayabiliyor.

Osmanlıların o zaman ticaret dengesi hakkında hiçbir fikirleri yoktu; bu fikri ilk defa açık bir şekilde tanımlanmış haliyle ancak onaltıncı yüzyılın merkantilıst İngiltere’sinde buluyoruz. Eski çağlardan kalma Orta Doğu geleneğine dayanan Osmanlı ticaret politikasına göre devlet, iç pazardaki mal hacmiyle her şeyin üzerinde kabul edilmeliydi. Öyle ki özellikle şehirlerdeki ahali ve sanat erbabı ihtiyaç maddeleri ve hammaddelerde kıtlık sıkıntısı çekmeyecektir. Sonuç olarak ithalat her zaman iyi karşılanmış ve teşvik edilmiş, ihracat ise önlenmeye çalışılmıştır. Bu nedenle bazen ihracat için daha yüksek gümrük oranlarıyla, hatta buğday, pamuk, deri ve balmumu gibi mallara konan ihracat yasağıyla karşılaşıyoruz. Gümüş ve altın ithalatını teşvik için, bunlar gümrük vergisinden muaftı ve ihracatını engellemek için her türlü adım atılıyordu.

Osmanlılar kesinlikle külçeciydiler; bu Batıdaki gerçek merkantilizm öncesindeki dönemdir. Batıdaki merkantilist ülkelerle arasındaki fark, Osmanlıların devlet ve toplumun temel dayanağı olarak lonca sistemine bağlı olmasıydı. Avrupalılar ise mamul madde ihracatının, külçeleri dışarıdan getirmenin temel bir aracı olduğunu görmüşlerdi. Daha kârlı bir ticaret dengesi kurmayı başarmak amacıyla, yerli endüstri ve ticaret organizasyonlarını kapitalist çizgide geliştirmek, daha çok mal satmak ve daha çok dünya pazarını fethetmek için ele aldılar. Bu arada, onbeşinci yüzyılda Batı ticaret dengelerindeki gittikçe artan olumsuzluğun belki de onları bu yöne ittiği ve onların merkantilist bir politika geliştirmesine yol açtığı, çünkü Doğuya ihraç edecek kıyafet ve madenlerden başka önemli bir ticaret malına sahip olmadıkları söylenebilir. Kapitülasyonlar bu modeli tamamlayıcı nitelikteydi ve şunu kaydetmekte fayda var ki, merkantilist Batı ülkeleri öncelikle Doğu Akdeniz’de kendi şirketlerini kurmak ve kapitülasyonları elde etmekle ilgilenmişti. Osmanlılar farkında olmadan modern kapitalizmin yükselmesini sağlayan Avrupalı bir ekonomik sistemin parçası oldular.

YORUM

C. M. KORTEPETER

New York Üniversitesi

Wisconsin Üniversitesi’nin desteğiyle Profesör Kemal Karpat tarafından Türk Araştırmaları üzerine düzenlenen bu konferans, önemli bir olaydır. Türkler neredeyse bin yıl Orta Doğu tarihinin hakim unsuru olmakla beraber Türklerle ilgili çalışmalar bir çok eksikliğin sıkıntısı içindedir. Bu gözlem Doğu Avrupa tarihi öğrencileri Osmanlı tarihi ve kurumlarıyla ilgili gerekli bilgi elde olmadan siyasî, ekonomik ve sosyal olayları incelemeye giriştiği zaman özellikle açığa çıkmaktadır.

Bugün Profesör Halil İnalcık tarafından sunulan tebliğin ortaya attığı Doğu Avrupa tarihinin bazı önemli sorunları üzerine kısaca yorum yapmam istendi. Profesör İnalcık, Arnavutluk defterleri, Stefan Duşan devri ve Fatih Kanunnameleri üzerine yaptığı çok iyi bilinen çalışmalarıyla, meslektaşlarıyla birlikte, Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yapılan bilimsel çalışmaların temellerini atmıştır. Reform çağı sırasındaki Osmanlı Doğu Avrupa'sı üzerine yap­tığım çalışmalar ışığında, İnalcık’ın tebliği tarafından ortaya atı­lan bazı genel sorunlar üzerine detaylı yorum getirmek isterim.

1. Kaynaklar: Profesör İnalcık, Doğu Avrupa araştırması için Osmanlı arşivlerinin merkezi önemi üzerine açıklamada bu­lundu. Bu noktaya bir itirazım olmamakla beraber, burada iki gözlemimi aktarmak isterim. Seyahat ve arşivlerde zaman ge­çirmek üzere ayırdığımız nispeten yetersiz fonlara bağımlı ol­duğumuzdan, bugüne kadar Osmanlı arşivleri Amerikan bilim adamları için girilmez bir yer durumundadır. İstanbul’a ulaşır ulaşmaz arşiv materyallerinin etkili bir şekilde kullanılabilmesi amacına yönelik olarak arşivlerdeki en önemli serilerin bir tak­vimim hazırlama hedefi orada duruyor. Bu bağlamda Prof. Benningsen ve meslektaşları tarafından Osmanlı-Rus ilişkilerinin takvimini hazırlama yönünde yapılan çalışma, fazlasıyla övgü­ye değer niteliktedir. Şurası da açıktır ki, Osmanlı arşivlerinin dışında, Avusturya, Macaristan, Romanya, Polonya, Rusya vs. gibi ülkelerde de resmi belgeler arasında büyük bir bilgi depo­su, araştırmacıları bekliyor. Bu materyalin büyük bir kısmı sis­tematik bir düzene konulmuş durumdadır ve çoğu basılmış versiyonları ABD kütüphanelerinde kullanımdadır. Burada Hurmuzaki, Veress, Abrahamovicz ve Dorev’in kolleksiyonları kayd edilebilir.

2. Avrupa'da Kuvvet Dengesi: Profesör İnalcık’ın belirttiği gibi Doğu Avrupa’daki Osmanlı varlığı ve faaliyetleri Avrupa tari­hindeki olaylara sıklıkla nihai katkıda bulunmuştur. Bazı yüz­yıllarda Osmanlı hükümetinin bugün geri besleme (feedback) adı verilen kapasiteye sahip olduğu açıktır. Yanı bir köylünün şikayeti hükümetin en yüksek mevkilerinde duyulabiliyordu ve çoğunlukla bir çözüm yolu bulunuyordu. Dahil! planda impa­ratorluğun çöküşü belki de idari Şikayetname sürecinin bozul­duğu günlerden başlatılabilir. Osmanlılar, kendi çağlarında Do­ğu Avrupa ile olan ilişkilerde büyük oranda bir esnekliğe sahip olduklarına dair de bize kanıtlar sunuyor. Macaristan toprakları bir eyalet (Budin Beylerbeyiliği) veya bir vasal (Erdel veya Transilvanya prensliği) olarak yönetildi. Yerli Prensler Erdel, Eflak ve Boğdan’ı idare etti. Osmanlılar onların dış işleri, gümrük ge­lirleri ve savaş ve barışla ilgili işlerini kontrol altında tuttu (Erdel’deki bazı istisnalar dışında). Kırım Tatarlarına, Osmanlıların Polonya-Litvanya, Moskova veya İran’la olan ilişkilerini rahat­sız etmedikçe steplerde ve Tatar politikalarında serbestlik ta­nınmıştı. Uzun vadeli düşünüldüğünde, Osmanlılar böyle bir politik esnekliği korudukları için övülmelıdir, moral anlamda ise asıl övgüyü hak eden, millet sistemi, düşük gümrük vergile­ri ve imtiyaz veya kapitülasyon kavramını getiren İslâmî uygu­lamalardır ki bunlar Osmanlıların hızlı bir şekilde modernleşmesini veya dinî azınlıkların Osmanlı politikalarının içine çe­kilmesini engellemiştir.

3. Ekonomik ilişkiler: Profesör İnalcık aynı zamanda Osmanlıların Avrupa ile olan ekonomik ilişkilerinin ana hatlarına de­ğindi. Osmanlılarla Avrupalılar arasındaki ticaret ve alış verişin hukukî durumu hakkında ayrıntılı bir inceleme için öğrenci, Profesör İnalcık tarafından yazılan “İmtiyazat” maddesine (Encyclopaedia of Islanı III, 1179-1189) başvurması konusunda uyarılır. Osmanlı İmparatorluğu gıda maddeleri bakımından açık bir şekilde kendine yeterliydi fakat bazı stratejik hammad­de ve ateşli silahların kıtlığını çekiyordu. Bu nedenle Osmanlıların, İngiltere’de terkedilmiş manastırların çatılarından kur­şun, Fransa ve İsviçre’de ateşli silahlar, Erdel maden ocakların­da gümüş, Kafkaslarda demir cevheri, ipek ve köle, Moskova’da kürk ve Kürt aşiretleri bölgelerinde güherçile peşinde olduğunu görüyoruz. Aynı zamanda biliyoruz ki Osmanlılar koyun, ma­den cevheri ve hububat ihracatını dikkatli bir şekilde kontrol ederken, Venedik, Polonya ve bu ülkeden İngiltere’ye domuz ve büyük baş hayvan ihracatını teşvik etti. Osmanlı fetih modeli incelenirken kritik mineral ve insan gücü kıtlığının önemi göz ardı edilmemelidir.

4. Şiilik, Reformasyon ve Osmanlı Liderliği Problemi: Ne var ki bu bölgeye siyasî bir birliğin parçası olarak bakmadan, birisinin dikkatini Doğu Avrupa veya Osmanlı İmparatorluğu’nun herhangi bir bölgesinde yoğunlaştırması yeterli değildir. En ka­pasiteli Osmanlı liderleri, sadece Avrupa’daki değil, Asya ve Kuzey Afrika’daki sıyası ve ekonomik konularla da ilgilenebile­cek durumdaydı. Onaltmcı ve orıyedmci yüzyıllarda Osmanlı liderlerinin geldikleri yer, başta Arnavutluk, Bosna, Macaristan vs. olmak üzere Doğu Avrupa, çoğu devşirme sisteminin ürünü olan Osmanlı liderlerinin siyasi stilini etkilemiş gibi görünü­yor. Neredeyse hiç fire vermeden Sultandan ordu komutanları­na kadar Osmanlı liderleri Protestan reformasyonuna destek verdi ve Doğu Avrupa’nın köylü ve kentli sınıflarını korumaya çalıştı. Bu aydınlanmış politika bu haliyle neredeyse onsekızinci yüzyıla kadar Macaristan’ın Türklerin elinde kalmasını ga­rantiledi ve Habsburglar’dan gelen güneydoğu kanadında dinî ve siyasî birliği yeniden kurma yönündeki her türlü girişimi bütünüyle tahrip etti.

Reformasyon, Hıristiyan dünyanın birliğine kökten ve kalıcı bir darbe vururken, aynı dönemde Osmanlılar, Safevi İran Devle­tinin yükselişinden ve Osmanlı İslam Sünniliğine tamamen tezat teşkil eden Oniki imam doğması ve epistemolojisi tanımlamasın­dan kaynaklanan benzeri bir iç mücadele ile karşı karşıyaydı, il­ginçtir ki çoğu Avrupa kökenli olan Osmanlı liderliği, Hıristiyan reformist görüşlerine karşı hassas davranmış görünürken, Şii öğ­retisine bağlı olduğundan şüphelendiği Osmanlı vatandaşlarına karşı aşırı bir sertlik ve acımasızlık sergilemiştir. İşin merak edi­lecek yanı, bu düşmana karşı basit bir uzlaşma problemiyle ken­di insanları arasındaki bir sapkınlığı bastırma arasındaki bir tezat mı sözkonusu yoksa Osmanlı eliti aslında daha iyi anladığı ko­nulara daha hukukî yollarla mı yaklaştı? Bunlar sık sık kendi ana dilleri olan Balkan dillerinde entrikalar hazırlıyor veya görüşme­ler yapabiliyordu.

Açıkçası Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa'daki önemli siya­si ve sosyal gelişmelerle olan ilişkisi henüz yeterli ilgiyi görmüş değil. Osmanlı Avrupa ilişkileri temel problemine gelecek araş­tırma ve tartışmalarla ilgili programda yer vermek bu konferan­sın boynun borcudur.

Çeviren: Kemal Kahraman

Kaynak:Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya,Timaş,syf:87-103
Devamını Oku »

Dünya Tarihinde Osmanlı İmparatorluğu

Wıllıam H. McNEILL-Chicago Üniversitesi

Osmanlı imparatorluğu, Batı Avrupa ve Birleşik Amerika’da önemli oranda kötü tanıtıldı; hatta şimdi bile, İmparatorluğun ölümünün üzerinden elli yıldan fazla bir zaman geçtiği halde, Osmanlı tarihi ile ilgilenen tarihçilerin sayısı, ona yakın önemi haiz bir Avrupa devletinin görebileceği ilgiden çok daha geride kalmıştır. Bunun sebeplerini kolayca anlayabiliyoruz. Osmanlı gücünün yayıldığı asırlarda, korkunç Türk, Hıristiyan Avrupa’nın tamamı tarafından öcü olarak resmedilmişti. İlerleyen Müslüman dalgasını hayal etmek, hemen hemen bütün Hıristiyan zihinlerde şiddetli korkulara ve dinî dehşete yol açıyordu. Müslüman zaferlerini “Hıristiyanlığın apaçık günahlarına karşı Tanrı tarafından tayin edilmiş bir ceza” olarak görmek, Osmanlı zaferlerinin uyandırdığı dehşeti hiçbir şekilde hafifletmiyordu.

Hayli derinlerde yerleşmiş bulunan bu dinî antipatinin kalıntı ve yansımaları günümüze de aksetmekte ve bilim adamlarının Osmanlı gerçeği hakkı*ndaki görüşlerini deforme etmeye devam etmektedir. Tanrıyı uluslararası savaş ve diplomasiden sorumlu tutan bir görüşü bilinçli ve kasıtlı bir biçimde benimsemeyenler arasında bile durum farklı değildir. Dinî antipatilerin en güçlü şekilde varlığını devam ettirdiği yer, Balkan halklarının bizzat kendileri olmuştur; 19, yüzyılda gelişen milliyetçilikleri, onların eski dinî husumetlerine yeni bir ifade zemini hazırlamıştır. Batı Avrupa’da, ve ondan uyarlanmak suretiyle Amerika Birle­şik Devletler’inde ise, eski dinî antipatilerin kılık değiştirmesi biraz daha farklı bir şekil aldı.

Zira 19. yüzyılda Batılı bilim adamları, Avrupa tarihinin seyri için, özgürlüğün gelişimi etrafında dönecek bir vizyon hazırlamışlardı. Bu, temelde, eski Hıristiyan tarih yorumlarının sekülerleştirilmiş bir versiyonu idi. Fakat bizi şu anda ilgilendiren taraf şu: Liberal tarih yorumu, eskiden miras kalan ve Türkleri öcü olarak gösteren görüşte hemen hemen hiç­ bir değişiklik yapmamıştır. Tam tersine, 19. yüzyıl ile 20. yüzyı­lın başlarında Osmanlı yönetici sınıfının bütün dikkatini üzerine çeken Balkan halklarının siyasal bağımsızlık mücadeleleri.

Batılı liberallere, özgürlük ile tiranlık mücadelesinin pek seyrek görü­lecek netlikteki bir nümunesi olarak görünmüştür. Türklerin özgürlük ruhuna karşı çıkarak Osmalılı imparatorluğunu koruma çabaları, Batılıların, Hıristiyan düşmanı olarak Türkler hakkında işitegeldikleri kötü şeyleri doğrulamaktan başka işe yaramadı. Sonuçta, Batı Avrupa’da sekülarizmin yükselişi, her ne kadar Hı­ ristiyan toplum içindeki dogmatik ihtilâfları yumuşattıysa da, Türklerle ilgili olarak uzun zamandan beri var olan önyargıları değiştirmekte pek etkili olmadı. Küçük ama uzman bir grup teşkil eden Avrupalı Islâmiyatçılardan Osmanlı toplumu hakkında daha sempatik bir yaklaşım beklenebilirdi. Fakat yakın zamana kadar, insanın “ilk”lere karşı olan dürtüsü, onların meraklarını neredeyse bütünüyle Islâmın ilk asırlarına yöneltti.

Sonunda, Arapça metin ve belgelerde iyice uzmanlaşmış olarak, pek çok Islâmiyatçı, sadece Muhammed’in dinine karşı belirgin bir olumlu tavır takınmakla kalmadı; aynı zamanda, İslâm tarihi konusunda da Arap görüşünü benimsedi. Bu, diğer birçok şeyin yanı sıra, Islâmdaki hilâfet birliğinin sona erişini pek büyük bir felâket olarak görmek anlamına da geliyor­du. Islâmın ilk beş asrından sonra kurulan her şey -hatta Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş ve devamlı olsa bile- ciddî bir alâkaya değmezdi; çünkü Peygamber’in meşru hilâfeti, en geç 1258’de sona ermiş bulunuyordu. Arapların Türklerle ilgili önyargıları, olayların akışıyla ilgili olarak bu şekilde dinî açıdan yapılan yorumları güçlendirdi; Islâmla ilgilenen Batılı öğrenciler de, genellikle, Arap kaynaklarının hemen hemen ittifak halinde bulundukları bu yargıyı benimsediler.

Bu ise, Osmanlı varlığının Hıristiyan geleneğinden doğduğu şeklindeki pek makbul olmayan bir görüşün esaslarıyla uyum halinde olduğu için, bu önyargılara karşı Batılı Islâmiyatçılardan açık bir tepki gelmedi. Bütün bunlar yetmez gibi, Osmanlı İmparatorluğunun zedelenmiş itibarına tekrar kavuşmasına en ziyade muhtaç durumda görünen millet -Türklerin kendisi- imparatorluğun 1921’deki nihaî çöküşüyle ortaya çıkan felâkete, bütün bunlara sırt çevirmek suretiyle tepki verdi. Yeni doğan Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk’ün ateşli liderliğinde, dikkatini Orta Asya’nın etnik kökenlerine ve Anadolu’daki ilk Türklerin tarihine yoğunlaştırmak suretiyle, daha saf bir Türk mazisi aramaya koyuldu. Çok dilli ve çok uluslu Osmanlı mazisi, 1920’lerin yeni Türk milliyetçiliği için bir cazibe taşımıyordu.

Tam tersine, Arap ve Balkan halklarıyla yüzyıllar süren ortak hayat, bu ateşli milliyetçilere göre, saf Türk kültürünü fena şekilde bulanık hale getirmişti. Onların görevi ise, Osmanlı döneminin kalan izlerini mümkün olan en geniş ölçüde yok ederek, yitirilmiş ulusal bütünlüğü tekrar ortaya çıkarmaktı. Pek tabii ki, bu, Islâmın reddini ve yakın geçmişle bütün bağların koparılmasına yönelik diğer Cumhuriyetçi çabaları içeren aşırı bir durumdu. Gerçekten de. Balkanlar ve Arap ülkeleriyle bağların koparılmasıyla oluşan yaraların zaman içinde iyileşmesinden sonra, tıpkı modern Yunanlıların çok dilli Bizans İmparatorluğunu kendilerine ait görmeleri gibi Türkler de Osmanlıyı ulusal miraslarının bir parçası olarak görmezlerse, bu garip bir şey olur.  Fakat Bizans veya Osmanlı gibi karmaşık sosyal yapıları milliyetçi bir bakış açısından ele almanın açık ve ciddî sakıncaları vardır.

Türk, Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Kürt ve Arap tarihlerini birbirinden ayırarak bir dizi sürekli ulusal tarih ortaya çıkarmaya çalışmak, her ne kadar bu konudaki ciddî çabalarla Osmanlı (veya Bizans) tarihi hakkındaki mevcut bilgilere bir hayli katkıda bulunma imkânı olsa da, kaçınılmaz bir şekilde, geçmiş­ le ilgili gerçekleri çarpıtacaktır. İşte, ilgili uluslardan herhangi birine mensubiyeti bulunmayan kimselerin Osmanlı ile ilgili çalışmalara yapabileceği katkı, bence burada yatmaktadır. Gerçi, belli bir çevrede doğan bilim adamlarının çocukluğundan itibaren miras olarak edindikleri dil ve yerel kültür seviyesine ulaşmak bir yabancı için pek güçtür. Fakat olaylara dışarıdan bakan kimsenin bağımsızlıktan gelen avantajları da vardır; o, yerel kültürün yapısında var olan birtakım duyarsızlık ve düşmanlıkları daha çocukluk çağında bir kültür olarak benimsemiş değildir.

İçeridekilerle dışarıdakiler arasındaki diyalog ve etkileşim sayesinde yerel deneyim ve dil inceliklerini yabancının şüpheciliği ve bakış açısıyla birleştirmek, etkili ve mantıkça sağlam bir bilimsel geleneği teminat altına almanın en iyi yoludur. Sanıyorum, Profesör Karpat da bu konferansı böyle bir düşünceyle düzenlemiş bulunuyor; en azından, onunla yaptı­ğımız sohbetlerde, geniş plandaki görüşlerin ayrıntılardaki uzman görüşleriyle karşı karşıya geleceğini umduğundan söz etmiş­ti. Ben ise, uzmanlıktaki eksikliğim sebebiyle, zorunlu olarak, gö­rüşlerimi geniş plandaki mülâhazalara ayıracağım. O halde, Osmanlı şartları içinde değil de, küresel şartlar altında düşünecek olursak, Osmanlı İmparatorluğu nasıl algılanmalıdır?

1402’den önce, Anadolu’daki Müslüman-Hıristiyan sınırı boyunca ortaya çıkan gazi beylikleri arasında en başarılı olanı, Osmanlı İmparatorluğuydu. Bunlardan sadece Osman’ın torunları Avrupa’ya girmeyi başarmış ve fetih alanlarını muazzam bir şe kilde genişletmişlerdi. Sonunda, Osmanlı Padişahları Anadolu’nun gazi yöneticileri arasındaki bütün rakip ve komşularını geride bırakarak fethettikleri farklı yapılardaki geniş arazilerin karmaşık problemleriyle uğraşmaya koyuldular. Bayezid’in Timurlenk tarafından esir edilişini (Ankara Savaşı, 1402) takip eden karışıklıkları bastırmaktaki başarılarının sonucu olarak da, Osmanlı İmparatorluğu yöneticileri, yeni cins bir Müslüman imparatorluk yapısını ortaya çıkaran ilk kişiler oldular.

Bu ise, İran’da Safevî ve Hindistan’da Moğol yönetimi altında daha sonra ortaya çıkan diğer iki büyük Müslüman imparatorlukla ilgi çekici benzerlikler arz ediyordu. 1520’lere gelinceye kadar, bu üç büyük imparatorluk, neredeyse bütün Islâm topraklarını paylaşmıştı. Bunların üçü de Türkçe konuşan muharip sınıfların hakimiyeti altındaydı. Teb’aları ise kültür ve dil yönünden farklı yapıda idiler. Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarının teb’alan arasında, ayrıca, din farklılığı da vardı. Yönetenler ve yönetilenler, sadece dar bir alanda ortak değerlere ve görünüme sahipti.

Uzun vadede bu durum büyük bir zaaf ortaya çıkardı. Fakat Türk asker ve bürokratları ile Balkan ve Arap halkları arasındaki ortaklığın sınırlı alanının, 16. yüzyılda Osmanlılara, sınırlara büyük kuvvetler yığma imkâ­nı verdiğini düşünmek de mantıklı görünüyor. Çünkü fethedenle fethedilen arasındaki temas noktalarının zayıflığı nedeniyle, Osmanlı Türkleri, arkada bıraktıkları zayıf garnizonlarda ayaklanma korkusu yaşamıyorlardı. Bilmiyorum, ama aynı şey Moğol devleti için de sözkonusu olabilir. Safevîlerin ise Şiî doktrinini bütün ülkede hakim kılma çabaları, yönetenle yönetilen arasında, Osmanlı ve Moğol topraklarına kıyasla çok daha geniş bir temas alanı ortaya çıkardı. Bu da başlangıçta daha büyük sürtüş­melere yol açtıysa da, uzun vadede yöneten ve yönetilen arasında daha büyük bir dayanışmayı netice verdi. Bu üç Müslüman devlet arasındaki ilişkileri anlama konusunda iki nokta daha dikkatimi çekiyor.

Birincisi, her üç imparatorluğun da Türk yönetici sınıflarının bozkır göçebeliğinden gelen hayat tarzı ve sosyal disiplinden şu veya bu ölçüde kurtulmuş olmalarıdır. Şunda da şüphe yok ki, onların temel askerî özellikleri ve becerileri, doğrudan doğruya onların bozkır geçmişinden geliyordu; Safevî imparatorluğunda da kabile döneminden kalma emir-komuta yapıları devam ediyordu. (Öyle sanıyorum ki, Safevî kabileleri, daha doğrudan bir şekilde, evvelce bozkırlarda geleneksel bir hayat sürmüş ve geleneksel disiplinler altında yaşamış eski göçebe topluluklarına dayanıyordu.)

Bununla beraber, Safevî devletinde bile, Osmanlı ve Moğol İmparatorluklarına oranla bozkır geçmişi yüzeye daha yakın çıksa bile, dikkate alınmayan eski kabile bağlarının ciddî şekilde yıpranmış olması muhtemeldir. Bu şekilde, Safevî hareketinin ayırd edici özelliği olan hararetli bir dinî propagandistliğe zemin açılmıştır. Gerek Osmanlı, gerekse Moğol imparatorluklarında olduğu gibi geleneksel Türk bozkır davranış biçimlerindeki kırılmanın daha da ileri gittiği durumlarda ise, dinî doktrin ateşi, muharip sınıfı bununla kıyaslanabilir ölçekte insicamlı bir bü­ tünde eritecek seviyeye ulaşmadı. Fakat burada da merkezî iktidarı yasallaştıran ve sürdüren, yine dinî bir misyondu.

Osmanlı Padişahının dinî rolü Şah İsmail’in sahneye çıkışıyla bir meydan okuyuş karşısında kaldığı zaman bunun bütün Osmanlı komuta zinciri üzerinde meydana getirdiği şok, sanırım, ekseriyetle Osmanlının Hıristiyanlıkla çatışması üzerinde yoğunlaşan bilim adamlarının sandığından çok daha büyük oldu. Böyle bir iddiayı ortaya atmak için gerekli olan pek az veri ve belgeye sahip olduğumun farkında olmakla birlikte. Batının Yükselişi (The Rise oj the West) adlı kitabımda savunduğum görüş de buydu. Her ne olursa olsun, lisan yönünden yeterli uzmanlar ortaya çıkıp da belgeleri, “dinî açıdan Safevî meydan okuyuşunun Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman için ne kadar önem taşıdığı ve büyük Padişahların Safevî doktrininden gelen ve kendi konumlan ve otoriteleri için herhangi bir ölçekte tehdit olarak algıladıkları şeye nasıl karşı koydukları” soruları ışığında ciddî bir şekilde araştırıncaya kadar bu düşünceyi, potansiyel olarak makul karşılanabilir, ilgi çekici bir hipotez olarak gördü­ğümü söyleyebilirim.

Şunu da itiraf edeyim ki, konuyu kendisiyle defalarca tartıştığım değerli meslektaşım, büyük Islâmiyatçı Marshall Hodgson’un şüpheciliğine karşı savunmak zorunda kaldığım için, bu fikir bana aynı zamanda sevimli de geliyor. Ne var ki, temel tezin, belgelendirilmiş delillere değil, peşin bir mantık yürütmeye dayanıyor. Şöyle ki: Kanuni Sultan Süleyman’ın, İmparatorluğun dinî kurumlarını düzenlerken radikal bir biçimde Sünnî geleneğinden ayrılarak şüphe uyandıracak öl­çüde Bizans’ın kilise teşkilâtlanma modeline benzer bir çizgiyi izlemiş olması başka nasıl açıklanabilir? Bir yönetici olarak meş­ruiyetine Safevîlerin kafa tutmuş olması onu derinden rahatsız etmemişse, bütün İslâmî geleneklerden böylesine radikal bir ayrılışı başka ne izah edecektir?

Bu arada, tslâmdaki Şii-Sünnî mücadelesi ile Hıristiyanlıktaki Protestan-Katolik ihtilâfları arasında görünürdeki benzerliklerin, benim simetri duyguma hitap ettiğini de itiraf etmeliyim. Hiç şüphesiz, bu tür paralellikler, özellikle şüpheci bir gözle incelenmelidir. Ancak bana öyle görünüyor ki, peşin mütalâalar Islâmın ve Hıristiyanlığın içindeki gelişmeler arasındaki paralelliği ilk bakışta göründüğünden daha az geçerli kılacak şekilde öne sürülebilir. Bu arada bütün bir medenî dünya çapında iletişimin yoğunlaşarak farklı dinî ve diğer kültür modellerini, beşeri ilişkilerin daha yoğun yaşandığı merkezlerdeki insanların dikkatlerine gittikçe artan bir şekilde sunması gibi faktörleri dikkate alıyorum. Latitudinaryanizm (geniş mezheplilik), şüphecilik ve Avrupa tarihinde Rönesans davranışları olarak adlandırmaya alışık olduğumuz şeyler, bu şartlar altında doğal olarak gelişti. Bunlar, Fatih Sultan Mehmed’in sarayında da az bulunur şeyler değildi.

Bu gevşek dinî tavırlara karşı, kültürel kuvvet alanlarının kıyılarında (Almanya’da Hıristiyanlık, Azerbaycan’da İslâm için) meydana gelen ayaklanmalar bana tesadüf gibi gelmiyor. Her iki bölge de, Roma ve İstanbul üzerinde merkezileşen ticaret ve entellektüel alışverişler açısından marjinal idi. Hem Luther, hem de Şah İsmail, atalarına bağlı (atavistic), püriten içgüdülere hitap ediyordu; bundan da ötede, her ikisi de kurtarıcı bir güce sahip, tek ve otorite sahibi bir gerçek peşindeydi. Geleneksel ve sorgulanmamış tarzları dış dünya ile yeni temaslardan rahatsız olan halklar, bence, kesinliğe, saflığa ve basitliğe tekrar dönebilmek için böyle ıztırap verici çabaları her zaman desteklemeye adaydır. Bu durumda, Safevî ve Protestan hareketi arasındaki benzerlikler tesadüfi olamaz. Bunlara karşı Roma’da ve İstanbul’da gelişen tepkiler de mukayeseli bir incelemeyi gerektirir; böylece her ikisi de diğerinin ışığında daha iyi anlaşılabilecektir.

Bu mülâhazalar, muhtemelen, tehlikeli bir biçimde ayrıntıya yaklaşıyor ve eksikliğini çektiğim bilgilerin test edilmesi gerekti­ğini neredeyse bağırarak ilân ediyor. Bu durumda benim de dünya çapında karşılaştırmalar yapmak üzere daha yüksek ve muhtemelen boş bir seviyeye geri çekilmem gerekiyor. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu da, diğer iki kardeş İslâm devleti olan Safevî ve Moğol imparatorlukları gibi, birbirine yakın zamanlarda ve önemli ölçüde barutlu silâhların yaygınlaşması neticesinde ortaya çıkan ilk modern imparatorlukların oluşturduğu daha geniş bir sınıfın altında yer almaktadır. Bunlar, sözünü edegeldiğimiz üç Müslüman imparatorluğa ilâve olarak, Çin’deki Mançur imparatorluğu, Japonya’daki Tokugawa Şogunluğu, Rusya’daki Moskova İmparatorluğu, Amerika’daki İspanyol İmparatorluğu ve güney denizlerindeki Portekiz İmparatorluğudur.

Bu isimler, etkileyici bir liste oluşturuyor. Avrupa’nın kuzeybatı ucundaki bir küçük bölüm dışında kalan bütün uygar dünya, topun yayılmasına ve bunu müteakiben etkili küçük silâhların geliştirilmesine, daha önce alışılmadık ölçekte büyük devlet- 64 1er halinde birleşmek suretiyle tepki verdi. Sebepleri de uzakta aramak gerekmiyor. Top çok pahalıydı; nispeten varlıklı yöneticiler bunu karşılayabiliyordu. Fakat topun elde edilmesi de şu mânâya geliyordu: Varlıklı ve güçlü bir yönetici, topu savaş mahalline nakledip de ateşe hazır hale geldiğinde, en sağlam bir kaleyi bile birkaç saat içinde yıkabiliyordu.

Topun nakli ve hazır hale getirilmesi, muhasara edilen kalenin top parkurundan uzaklığına ve hangi deniz yahut kara vasıtasıyla nakledilmesine imkân bulunduğuna bağlı olarak haftalar veya aylar alabiliyordu. Ancak böyle karşılaşmalarda birkaç ay bile uzun sayılmazdı; çünkü taş duvarlar karşısında topun ezici bir gücü vardı. Yerel savunmayı yarma konusunda kesin bir gücün ortaya çıkması, her cinsten mahallî hükümetler ile yeni silâhlar üzerinde kontrolü elde eden bir avuç güçlü yönetici arasında çağlardan beri süregelen iktidar ilişkilerini bir anda tersine çevirdi. Yeni ortaya çıkan imparatorluk yapılarından her biri kendilerine has özellikler taşıyordu. Bunlar eski hantal kuşatma silâhlarından, çeşitli teknik mükemmellikler ve üstünlükler sergileyen, daha rahat nakledilebilir meydan silâhlarına geçmişlerdi. Bir süre için Osmanlı İmparatorluğu her iki alanda da öncülüğü elinde tuttu.

Çin, Moskova ve İspanya imparatorlukları da meydanlarda ateşli silâhların kullanımına geçmekte atak davrandılar. Japonlar ve Moğollar gibi daha az korkutucu düşmanlarla karşı karşıya bulunan imparatorluklar ise bu konuda geri kalmayı göze alabilirlerdi; nitekim öyle yaptılar. Bu iki vak’ada, fevkalâde gelişmiş şövalyelik yasalarının cazibesi de büyük rol oynuyordu. Safevî İmparatorluğunun bu tayf içinde nereye düştüğü konusunda tahminde bulunmama imkân verecek askerî tarih bilgisinden mahrum bulunuyorum. Gerçi onun da ateşli silâhların bütün gelişme aşamalarında geri kaldığı şeklinde bir izlenimim var; ama bunun nedeni hakkında tahminde bulunmaya teşebbüs etmeyeceğim. Barut devriminden, dünyayı sarsan iki sonuç doğdu. Birincisi, hepimizin iyi bildiği gibi, şaşılacak kadar kısa bir zamanda, dünya okyanusları Avrupa gemilerine açıldı. Amerika keşfedildi; ona boyun eğdirme işini de Ispanyollar üstlendi.

Bütün dünyanın sahilleri, insanlığın kaydadeğer hiçbir bölümünün uzun zaman muaf kalamayacağı, en karmaşık cinsten ve hayatî önem taşıyan kültürel etkileşimlere sahne olmaya başladı. Bunun Osmanlı İmparatorluğuna bir yararı olmadı. Portekizliler, Afrika’yı dolaşmak suretiyle Osmanlı topraklarını by-pass ederek baharat ticareti için yeni bir yol açtılar. Fakat bunun kendi başına fazla önemi yoktu. Nitekim eski baharat rotaları, alışılmış trafiğin büyük kısmını taşımaya yine bir süre devam etti. En azından 16. yüzyılda, Süveyş veya İran Körfezinden geçen rotalar, Afrika çevresini dolaşan uzun ve tehlikeli yolculuktan daha ucuza geliyordu. Hatta, Afrika çevresinden dolaşan bu yolun uzunluğu yüzünden aracılar, bu yol üzerinden fazla bir komisyon almaya çekiniyorlardı. Barut devriminin ortaya çıkardığı dünya çapındaki ikinci de­ğişiklik, Osmanlı İmparatorluğu için daha büyük önem taşıyordu. Bununla, Avrasya bozkırlarından gelen göçebelerin, uygar komşuların silâhlı birlikleri tarafından uysallaştırılmasını kastediyorum.

Eğitilmiş profesyonel askerlerin ellerindeki silâhlar, bozkır atlılarının en şiddetli hücumlarını püskürtebiliyordu. Ateşli silâhlarla donatılmış orduların merkezî yönetimi, uzaklarda garnizon noktaları kurulmasına ve göçebe saldırılarının daha başlamadan kontrol altına alınmasına imkân veriyordu. Bu imkân kavranır kavranmaz, kırsal kesimlere doğru hızlı bir yayılma mümkün hale geldi; böylece kırsal bölgeler birbiri ardınca uzaktaki bir imparatorluk merkezine bağlanabiliyordu. Batıda Macaristan’dan doğuda Mançurya’ya kadar Avrasya bozkırlarındaki geleneksel kabile hayatı, böylesine baskılar altında gittikçe zayıflayarak çöktü. Uygarlığın ilerleyişi büyük ölçüde 1650’de rayına girmişti; bir asır sonra ise ana batlarıyla tamamlanmış oldu.

Avrupa’nın Bozkır Cephesi (Europe’s Step Frontier) adlı küçük kitabımda, Avrasya bozkırlarının batı kesimine bitişik bu üç imparatorluktan üçünün de bu ilerlemede rol aldığını savunmuştum; Habsburglar Macaristan’ı ilhak etmiş, Osmanlılar Romanya’yı idareleri altına almış, Ruslar ise Ukrayna ile beraber, daha da do­ğudaki geniş bir arazi şeridini topraklarına katmıştı. Bu şekildeki bir bozkır dağılımı, Avrupah rakiplerine karşı Rusları açık bir şekilde avantajlı kılıyordu. (Bu arada, Uzakdoğu ve Orta Asya’da bozkırları kazanan ise Çinliler olmuştu. Bunlar da Rusları hemen tamamıyla kuzeyin ormanlık bölgelerine sıkıştırdılar.) Batıda barut devriminin başlıca galibi olarak beliren ise Ruslardı. Osmanlı ve Safevî İmparatorlukları ile Orta Asya’daki daha küçük Islâm devletleri, çok gerilerde kalmıştı. 1475’te Fatih Sultan Mehmed Karadeniz’i bir Osmanlı gölü haline getirdiğinde, bu sonuç kestirilebilir olmaktan uzaktı.

Islâm, uzun zamandan beri bozkırların batı ve orta kesimlerinde hakim inanç olarak yerleşmişti ve bu bölgelerde Türkçe konuşan halklar hüküm sürüyordu. Buna rağmen, Osmanlı ve Safevî kuvvetleri bu avantajlardan yararlanamadılar ve Rusların hakimiyeti ele geçirmelerine meydan verdiler. Bu İslâm imparatorluklarının modern çağın başlangıcındaki jeopolitik başarısızlıkları, hiç şüphesiz, burada yatmaktadır. Astrahan ve Kazan, Buhara ve Semerkand hanlıkları bir yana dursun, İstanbul ile Kırım Tatarları arasındaki ilişkilerin dikkatli bir şekilde incelenmesi bile, dünya dengelerindeki bu değişim esnasında Türklerin kütlesel gerileyişinin sebeplerinden bir kısmını açığa çıkarabilir.

Ateşli silâhlara erişim ve profesyonel silâhlı gücün merkezî bürokratik yönetimi, açıkça bozkırlar üzerinde hakimiyet kurma yarışındaki kilit faktörleri teşkil ediyordu. Belki de Türklerin başlıca dezavantajı, okçuluk becerilerinde çok derinleşmiş olmaları ve hayat tarzlarının kabile bağımsızlığına çok yakından bağlı olmasıydı. Öyle ki, yeni savaş ve siyaset prensipleri, Türk toplumunun her kademesinde işi akim bırakan bir direnişle karşılaşı­yordu. Yahut asıl zaaf, daha ziyade, yeni silâhların malzeme kaynakları arasında ticaret ve zenaatin mühimsenmeyişinde yatıyordu.

Eğer durum böyleyse, bu davranışların kökeni (öyle sanıyorum) bozkır hayatından miras kalan değerlere kadar uzanabilir. Çünkü bozkır hayatında Türk savaşçıları, atlıları ve okçularının geleneksel bir heybeti vardı; bu da yeni ateşli silâhların gerektirdiği hassas bir ticaret ve zenaat zeminine dayanmıyordu. Bu konuyu bitirmeden önce şuna da işaret etmem gerekir ki, teknolojik olarak baruta geçiş ile orduların bürokratik kontrolü atbaşı giden iki hadisedir. Kargıcılar, okçular, kılıç sallayanlar merkezî cephane ve malzeme depolarından nispeten bağımsız olabilirler. Top ve tüfek kullananların ise sürekli olarak gülle ve mermi takviyesi yapılmadığı takdirde, silâhları işe yaramaz hale gelecektir. Gerek gülle, gerekse mermi yapımı pek çok arazide bulunması pek güç olan malzemeyi gerektirdiği ve askerlerin kendisi tarafından da üretilemediği için bu silâhlarla donatılmış askerlerin cephane akışını kontrol edenlere çok daha yakından bağımlı olacağı tabiîdir.

İşte burada, merkezî iktidarı temsil edenler için merkezden yüzlerce yahut binlerce kilometre uzakta konuşlandırılmış askerler üzerinde bile etkili bir günlük denetim uygulamak için muhteşem bir fırsat doğmaktadır. Yerel ayaklanmalar yahut itaatsizlikler, ancak eldeki barut ve gülle bitinceye kadar sürebilir; eldeki cephanenin ise yerel komutanlara veya belirli garnizonlara başarılı bir ayaklanma fırsatı vermeyecek ölçü­de tutulması ise zor değildir. Bunun sonucu ise bugün anladığı­mız şekilde -ama o zamanın standartlarına göre uzak bürokratik komutlara olağanüstü ölçüde itaatkâr- ordulardır.

Tekrar belirteyim, Osmanlı tarihinin gerçekleri hakkında hakikaten çok az şey biliyorum; fakat yeniçerilerin daha sonraki yozlaşmış dönemleri hakkında okuduklarımdan çıkardığım sonuç şu ki, Osmanlı yönetimi, gittikçe korkutucu bir hal alan profesyonel askerî sınıfı kontrol altına alacak bu mekanizmayı kendi lehine çevirememiştir. Yeniçerilerin kendi silâhlarını İstanbul çarşılarından satın alarak silâhlandıkları ve (muhtemelen diğer askerî malzemenin yanı sıra barut ve güllenin de çoğunu imal eden) başkent 68 esnafı ile içli dışlı oldukları doğru ise Avrupa ve Çin ordularını etkili bir şekilde emri altında tutan bürokratik kontrolün Osmanlıda pek zayıf düşeceği tabiîdir. Durum böyle olunca da, İstanbul’u ciddî biçimde sarsan yeniçeri ayaklanmalarının müteaddit başarı­larının arkasında, son Padişahların kişisel beceriksizliklerinden başka sebepler de bulunmalıdır.

Nitekim aynı şey Rusya’da denendiğinde, Büyük Petro bu ayaklanmaları başarabiliyordu. Eğer barut devrimine karşı gösterilen tepkinin evrenselliğine dikkat çekmekte haklı isem, Kuzeybatı Avrupa’nın bu standarda niçin uymadığını da sormak gerekecektir. Gerçekten V. Charles’ın imparatorluğu Kuzeybatı Avrupa’nın birleşmesi için uygun bir zemin teşkil ediyordu; nitekim benzer imparatorluklar aynı anda dünyanın değişik yerlerinde bu şekilde ortaya çıkmaktaydı. Bununla beraber, Kuzeybatı Avrupa birliği bir yana dursun, yö­ netimin görevlerine yönelttiği bütün dikkatine rağmen, Charles elindeki atadan kalma toprakları bile hiçbir zaman bir İdarî birlik altında sağlama alamadı.

Bir asır sonra bir başka Habsburglu olan II. Ferdinand Almanya’ları Katolik reformu adı altında birleştirmek için gerçekten ciddî bir çaba harcadığında -üç çağdaş Müslüman imparatorluğun çeşitli asker gruplarını itaate getirmek için dinî hissiyattan güç alışına benzer bir çaba- o da bu konuda başarısız kalacak, ama bu sonuç ancak otuz yıl süren bir savaş felâketinden sonra anlaşılacaktı. Avrupa’da yanlış giden ne oldu da, uygar dünyanın geri kalan kısmında ortaya çıkan cinsten bir barut imparatorluğunun burada gelişmesi engellendi? Kendi soruma cevap verebileceğimden emin değilim; bu konudaki düşüncelerimi ele alarak araştırmak da bizi konumuzdan çok fazla uzaklaştıracaktır. Fakat soruyu benim yaptığım gibi ortaya koymak, başka yerlerdeki normal veya alışılmış tepkilere nispetle dünyanın bir yerini benzersiz veya olağandışı yapan şeyin ne olduğunu görmek ümidiyle kültür ve dil sınırlarının karşısından bakmak suretiyle elde edilebilecek faydalara bir nümune teşkil eder sanıyorum.

Son bir mülâhaza ile bitiriyorum. Bana öyle görünüyor ki, modern çağların başlangıcındaki barut imparatorlukları ailesinin bir nevi doğal hayat devresi vardı. Bununla şunu kastediyorum; Barut teknolojisi henüz yeni iken ve yükselen imparatorluk otoritesinin kendini yasallaştırmak için uygun gördüğü ideoloji de henüz taze iken, geniş araziler kolayca fethedilebiliyordu. Sonunda, coğrafî engeller, sosyal ve psikolojik sınırlamalar yahut malzeme sıkıntısı, bu yayılmayı durdurdu. Bazan Doğu Avrupa’da olduğu gibi, ilerleyen imparatorlukların cephelerinin birbirine yakınlaşması, yeni toprakların ilhakını engelliyordu. Bazan Amerika’daki Ispanyollar örneğinde olduğu gibi, yayılmayı sınırlayan şey, insan gücü eksikliği ve misyoner ruhunun zaafa uğramasıydı. Bazan da, Portekizliler ve (belki) Mançuryalılarda oldu­ ğu gibi, asıl kritik unsur, malzemenin imparatorluk sınırlarına nakledilmesinde karşılaşılan güçlüklerdi.

Ülkede istikrarın sağlanması, bürokratik kontrol üzerine fazladan bir yük bindiriyordu; çünkü uzaklardaki garnizonlarda yıllarca görev yapan asker ve yöneticiler, yöre halkı ile her cinsten bağ­lar geliştiriyor ve bu bağlar da merkezî otoritenin menfaatleriyle çatışabiliyor, hattâ yerel kuvvetleri, merkezden gelen emirlere uymamaya teşvik edebiliyordu. Eskisine nisbeten daha da genişlemiş imparatorluk topraklarında asayişin sağlanması da, beraberinde bir başka problemi getiriyordu; Bu durum, 17. yüzyılda bütün uygar Avrasya topraklarında birden ortaya çıkan bir nüfus patlaması­ na yol açmıştı. (Geniş bir kürtaj kampanyasıyla nüfusunu hemen hemen dengede tutan Japonya bir istisna teşkil ediyordu.)

18. yüzyılın sonlarına doğru, Asya’nın pek çok bölgesinde ve Balkanlarda da köylülerin elindeki arazilerin ekonomik olmayan bir bi­çimde bölünmesi, barut imparatorluğunun teb’ası olan halkların önemli bir bölümü arasında kritik problemler doğurmaya başladı. Bu çiftçilerin dilleri ve kültürleri yöneticilerinkinden farklı olduğu için, ayaklanmalarında sistematik hükümet karşıtı, yani milliyetçi ideolojileri benimseyebileceği, aşikârdı. Yunanlıların 1770’lerde Osmanlı imparatorluğuna karşı ayaklanması, barut devriminin uygar dünya çapında normal hale getirdiği dil, din ve kültür bakı­mından farklı devletlerde böyle hareketlerin ne kadar kolayca tahrik edilebildiğini göstermektedir.

Çin’deki köylü isyanları (1774’ten itibaren), Rusya’da Pugaçev ayaklanması (1773) ve Peru’daki yaygın İnka isyanı (1780), göz göre göre tahrik edilen ve sonraki 150 yıl boyunca Osmanlı toplumunu alt üst edecek olan Balkan karışıklığı ile yakın zamanlara denk gelmektedir. Bu ayaklanmaları tahrik eden şartların her yerde aynı olduğunu söylemek istemiyorum. Mesela Pugaçev’in ayaklanması, Rus topraklarının kalabalıklaşmasından kuvvet alan bir isyan değildi. Yine de, silâhlı kuvvetlerin bürokratik açıdan kontrolünde yaşanan yoğun sıkıntıların, gittikçe artan köylü hoşnutsuzluğunun (bazı yerlerde arazi üzerindeki nüfus baskısına bağlı olarak) ve bütün barut imparatorluklarında hazır vaziyette bulunan milliyetçi, emperyalizm karşıtı ideolojilerin, bu imparatorlukların ço­ğunu 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar tehlikeli bir duruma soktuğunu söyleyebilirim.

Şurası da bir gerçek ki, kurulu düzenin hükümetleri sömürülmeye elverişli sınıfların zaman içinde ço­ğalmasına meydan vermiş, bu arada vergilendirmedeki bariz eşitsizlikleri düzeltmekten de âciz kalmışlardı. Sonuç olarak, üst sı­nıfların ağırlığı kronik bir biçimde artmış ve imtiyazlı sınıfları imtiyazsızlardan ayıran hat gittikçe derinleşmiştir. Tabiî ki şartlar büyük ölçüde değişiyordu. Mesela, Portekiz İmparatorluğunun Hint Okyanusundaki yerini, 17. asrın başlarından itibaren büyük ölçüde Hollanda ve İngiliz gemileri aldı. Her ne kadar Lizbon merkezli denetimde yaşanan sıkıntılar onu ciddî şekilde zayıflattıysa da, Portekiz İmparatorluğunun çökü şünde köylü ayaklanmalarının bir rolü yoktu. Diğer uçta ise Ja ponya’daki Tokugava yönetimi en azından dışarıya karşı 18. yüzyıl boyunca güvenlikte kaldı; çöktüğü zaman da bunun sebebi köylü baskısı yahut bürokratik çözülme değildi.

Osmanlı İmparatorluğunu karşılaştırdığım diğer imparatorluk yapılarını anlatırken, bunların her biri için bu ölçüde kesin olmasa da yine de esaslı değerlendirmelerin yapılması gerekir; çünkü bu farklı politikalar birbirinin tıpatıp aynısı bir yol izlememiştir. Ne olursa olsun dahilî güçlükler besbelli öylesine çoğalmıştı ki, bu iktidar sistemlerinin hepsi de kendilerini, sanayi devriminin sonucu olarak yeniden kabaran Avrupa istilasını ve bunun akabinde Avrupa’nın kuzeybatı bölgesinde mesela 1750’den sonra ger­çekleşen fikrî, teknolojik ve kurumsal ilerlemeleri savuşturamayacak kadar kötü bir durumda buldular.

Eğer sadece Osmanlı İmparatorluğunun değil, aynı zamanda büyük Asya imparatorlukları­nın da nasıl aynı anda kendilerini böylesine zayıf bir durumda ve çöküş halinde buldukları dikkate alınacak olursa, 19. yüzyıl Avrupalılarının -özellikle Ingiliz ve Fransızların- yerel direnişi kayda değer bir hızla bastırmış olmaları daha anlaşılır hale gelecektir. Mülâhazalarımdan şöyle bir netice de çıkıyor: Benim “barut imparatorlukları” adını verdiğim devletlerin kendi içlerinde, onları 19. yüzyılın ortalarına doğru Batı Avrupa’nın nüfuzuna açık hale getiren iç gelişmelerin bir tipolojisi bulunabilir. Kuzeybatı Avrupa’nın gücüne güç katması başdöndürücü olmakla birlikte, Osmanlı, Mançu, Moğol ve Japon imparatorluklarında Batı baskılarına karşı etkili direnişin 1850-60 yılları arasında, sadece on yıl içinde çöküvermiş olması, sadece Avrupa açısından değil, Asya açısından da bir açıklama gerektiriyor. Veya ben bunu öne sürmek üzereyim.

Bu ihtimalleri araştırmak için, barut imparatorluklarından her birinin Batı ile karşılaşmada geçirdiği aşamaları mukayeseli bir biçimde araştırmak gerekiyor. Osmanlı deneyimi, bence, Hind, Çin ve Amerikan İspanyolları ile gerçek paralellikler taşı­ maktadır. Bu devletlerde yönetenle yönetilen arasındaki sosyal ve psikolojik boşluğun derinleşmesi, onları Batı saldırganlığı kar­şısında ciddî şekilde zayıf düşürmüştü. Makine mamülû eşyanın, özellikle tekstil ve metal ürünlerinin rekabeti karşısında geleneksel zenaat hayatının kesintiye uğramış olması, bu üç imparatorluğun bir başka ortak özelliğiydi. Aynı şekilde, daha önce belirt­tiğim gibi, toprak üzerindeki yerel nüfus baskısının patlama noktasına getirdiği köylü hoşnutsuzluğu da bir diğer ortak noktayı teşkil ediyordu. Diğer yandan, Japonya ile Rusya, Batı Avrupa’nın başarılarına uyum sağlama konusunda değişik bir yol izledi.

Sonuç olarak, Rusların ve Osmanlıların Batıyla karşılaşmaları, kayda değer sonuçlar çıkaracak bir araştırma alanı olarak gözükmektedir. Çünkü Ruslar yalnızca Ukrayna ve Kırım’da Türklerin önüne geç­mekle kalmadı, aynı zamanda. Büyük Petro zamanında yukarı­ dan bir modernleşme devrimi gerçekleştirdi. Halbuki ondan yarım asır önce IV Murat tarafından başlatılan ve Osmanlı askerî kaynaklarını Batı Avrupa devletleri seviyesine çıkarmayı hedef alan benzer bir çaba, sürekli bir başarı elde edememişti. Osmanlıların bu başarısızlıkları, hep IV. Murat’ın haleflerinin kişilikleriyle açıklanır. Belki bu, Murat’ın 1640’taki ölümünden sonra olanları izah edebilecek yegâne gerçekçi yoldur. Fakat Bü­ yük Petro’nun idaresi altında Ortodoksluğun, Padişahların idaresi altında da Islâmm farklı rolleri -özellikle 1656 sonrasındaki Köprülü dirilişi olarak adlandırılan yıllarda- bence dikkatli bir incelemeyi gerektirmektedir.

Benim sezgim -hattâ sezgiden daha da ötesi- şu ki. Büyük Petro, Ortodoksluktaki eski inananların mezhebini süzüp çıkarmak suretiyle, kendisinin pahalı ve radikal icatları­ nın halk arasında yol açtığı hoşnutsuzluğu bin yıllık dirilişin siyasî yönden katlanılabilir kanallarına yöneltirken. Padişahlar hiçbir zaman İslâmî müesseselerle köprüleri atmamışlar, hattâ Mehmet Köprülü’nün iktidara yükseliş zamanında, aykırı derviş etkisiyle bütünleşmiş bir nevi eski gazi ruhunun yeniçeriler arasında ve di­ ğer devlet dairelerinde yayılmasına izin vermişlerdi. Eğer böyleyse, bu politika değişikliği, Osmanlı yönetimini, her zamankinden daha kuvvetli bir biçimde, insan çabasının başarı veya başarısızlı­ ğını doğrudan doğruya Tanrının esrarengiz iradesine bağlayan Tanrı-merkezli bir insan ve toplum teorisiyle eşleştirmiştir.

İnsanlar bir kere buna candan ve safçasına inandıktan sonra, askerî ya 73 hul başka çeşit bir reformu gerçekleştirmek için sadece insan çabası harcamak, pek tabii ki, saçma hale gelecektir. İlâhî lûtfu celb edebilmenin çok daha emin bir yolu, uzak ve parlak geçmişin geleneklerine mümkün olan en yüksek sadakatle dönmek olacaktır. Böyle bir fikrî duruş, Rus usûlü reformları anlamsız hale getirmişti, Bu görüş, 1656’dan sonra Osmanlı imparatorluğunda hükmettiği sürece -Köprülü’nün eski gazi ruhunu canlandırma gayretlerindeki başarılar, bu görüşün Osmanlı hükümetinin en yüksek makamlarında hakim hale gelmesi için gerekli ilk hareketi sağlamıştı- Batı Avrupa’nın debelenen Proteus’u ile temas karşısında Rusların ve Osmanlıların 18. yüzyılda verdikleri farklı tepkiler daha fazla anlaşılabilir hale gelecektir. Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıl Osmanlı ve Türk tarihinin de mukayeseli bir inceleme ile aydınlatılabileceğine inanıyorum; fakat bugün bu alanı araştırmak için vaktim yeterli değil.

Bu sebeple, Osmanlı tarihinin tarihçiler için en verimli alanlardan birini teşkil ettiğini gözlemlemek suretiyle sözlerimi bitiriyorum. Dil ve kavram olarak yeterli birikime sahip olan herkes bir öncü olabilir. Metinlerin neşri ve hükümet yapısı ve uygulamalarıyla ilgili birinci derecedeki bilgilerin elde edilmesinden tutun, ekonomik, sosyal ve entellektüel tarihe dair geniş alanların araştırılmasına kadar yapılması gereken ve sonra da karşılaştırmalı tarih ve dünya tarihi potasına konulacak olan o kadar çok şey var ki! Bu alanda herkes için yer vardır: ister Türk olsun, ister Bulgar, Yunan veya Sırp yahut Alman, Fransız, İngiliz veya Rus -hattâ bu konferansta da geniş şekilde görüldüğü gibi, Amerikalı.

YORUM

Andrew C. Hess Tempk Üniversitesi

Profesör McNeill, tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Osmanlılar üzerinde çalışma yapma konusunda görülen genel isteksizliğin sebeplerinden bazılarına dikkatleri çekti. Her ne kadar dinî ve laik önyargıların Osmanlı deneyimine bakışı­mızı etkilediğine dair beyanlara tam anlamıyla katılıyor isem de, “korkunç Türk” şeklindeki yaygın stereotiplerin ötesine geçmenin, çeşitli ideolojilerin Türk tarihi üzerindeki etkilerini incelemekten daha ciddî bir problem teşkil ettiğine inanıyorum.

Norman Daniel’in ve Batıdaki İslâm imajı ile ilgili çalışma yapanların belirttikleri gibi, Avrupa sınırlarında başka ve radikal bir bi­çimde farklı bir toplumun varlığı. Batı Avrupalı liderler tarafından pek çok defalar dışarıdaki tehlikeye karşı Avrupa’nın birliğini canlandırma konusunda bir araç olarak kullanılmıştır. Bu yüzden, yüzyıllar boyunca süregelen bir şekilde Türkleri, modern sosyal psikolojinin deyimiyle, negatif referans grubu olarak gören bir düşünce tarzını aşmak için girişilecek herhangi bir te­ şebbüs, İslâm ve Hıristiyan dünyasının büyük toplumlarını zaman zaman ihtilâfa sürükleyen yapı farklılıkların tamamıyla uğ­raşmak anlamına gelecektir.

Belki bu konuda Amerikalı bilim adamları daha rahat ve bu iki farklı uygarlığın arasındaki uzun süreli savaşın neticeleriyle baş edebilecek durumdadırlar. Fakat bu iki kültür cephesi arasında bir köprü kurabilmek için bence. Amerikan bilim adamları da İslâm toplumunun tarihi ile ilgili olarak kendi bilim geleneklerini yaratmak zorundadırlar. Çalış­ma ne kadar uzmanca olursa olsun, Türklerin tarihî deneyimi diğer halkların hareketlerinden ayrı tutulduğu yahut daha esrarengiz hale getirildiği takdirde, tevarüs ettiğimiz bu güçlü ayırı­mın üstesinden gelmek için gerekli anlayış ve iletişim yerine getirilmiş olmayacaktır.

Bu gerçeğin ışığı altında. Profesör McNeill’in duyduğu rahatsızlık, büyük ölçüde Batıdan alınmış bir gelenekle eğitilmiş olanlarımız için, sınırlı dil maharetinden ziyade yaratıcı bir dürtünün işaretidir. Osmanlı tarihini içeriden inceleyen birisinin İran’daki Safevî yükselişi ile Avrupa’daki Protestan ayaklanması arasında mukayese yapılması karşısında şaşırması, bence doğaldır. Fakat kültürlerarası bir açıdan bakıldığı zaman, bu iki “dinî devrim” arasındaki benzerlik daha az rahatsız edici hale gelmektedir. Aslında hem Orta Avrupa, hem de Azerbaycan, bir cephe deneyimine imkân vermeyecek kadar Osmanlı ve Habsburg (Ispanyol) kuvvet merkezlerinden uzaktı.

Kültürel farklılıkların vurgulanması -Safevîler için İran, Protestanlar için de Orta Avrupa gelenekleri ideolojik bir içerik kazandığında âsiler ile onların imparatorluk- çu muhalifleri arasında kesin bir cephe açan bir direnişi teşvik etti. Son olarak, gerek Safevî ve Protestan kuvvetlerinin yükseli­şinde, gerekse âsiler ve onların “Ortodoks” basımları arasında yoğun savaşların ortaya çıkışında görülen bu çarpıcı paralellik, hiç şüphesiz, hem Müslüman, hem de Hıristiyan uygarlıklarını etkileyen ekonomik gelişmeler ve nüfus hareketleriyle ilgiliydi. Bu ortak unsurlara rağmen, bence en çarpıcı olan şey, bu iki “devrim” arasındaki farklılıktır. Ayrıntıya girmeden belirtecek olursak, Protestan reform hareketi. Roma Katolik Kilisesi ile Habsburg İmparatorluğunun siyasî egemenliğine karşı, yükselen orta sınıf ile Orta Avrupa aristokrasisi arasındaki ittifaktan doğ­du.

Safevî hareketi ise kabile adamları, köylüler ve İran’a tekrar siyasî bağımsızlık kazandırmak isteyen Farslaştırılmış aydınlar arasındaki ittifakın sonucuydu. Onun için, onaltıncı yüzyılın ve onyedinci yüzyıl başlangıcının Orta Avrupası bütünüyle yeni ortaya çıkmış bir sınıfla uğraşırken, Iran-Islâm toplumu, Türk kabilelerini kendi içine çekerek Fars bağımsızlığını yeniden kurmaya çalışıyordu. Bu iki “devrimin” gelişmesinde aykırı olan şey, onbirinci yüzyıl sonrası İslâm dünyası tarihini Avrupa’dan ayıran şeydi: Türk göçerlerinin Islâm kültürü bünyesine girmesi ile Avrupa’da yeni orta sınıfın kültürel liderliğinin benimsenmesi. Onaltıncı yüzyılın sonundan onsekizinci yüzyılın son çeyre­ ğine kadar Osmanlı İmparatorluğu tarihinin, askerî kurumlarm başarısızlığının incelenmesi suretiyle açıklanabileceği söylenebilir.

Yine de, bu devre içinde İmparatorluk bir şekilde kendisini savunabilmiştir. Bununla beraber, Osmanlıların Rus bozkırlarını kontrol etmekte âciz kalmaları ve onaltıncı yüzyıl askerî disiplinini sağlayamamaları, Osmanlı ordusuna karşı ağır suçlamalardır. Fakat imparatorluğun iç yapısı incelenecek olursa, Kanunî Süleyman’ın ölümü (1566) ile Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) arasındaki dönemde Yeniçerilerin ve askerî liderlerin hareketleri biraz daha anlaşılır hale gelebilir. Osmanlı İmparatorlu­ ğu, diğer özelliklerinin yanı sıra, esas itibarıyla bir tarım devletiydi. Köylüleri yönetmek üzere düzenlenmiş kurumlarıyla, bozkır araziler, sınır muhafızlarına -Kırım Tatarları- verildi. Böylece asker yerleştirmesi pahalı ve geliri az olan arazileri elde tutmaktan kaçınılmış oluyordu.

Bunun gibi, onsekizinci yüzyıl Osmanlı ordusunun onaltıncı yüzyıldan beri imparatorluğu etkileyen sosyal değişikliklerden uzak durmasını beklemek, askerî kurumlan, bir parçasını teşkil ettikleri toplumdan soyutlamak gibi gerçekçilikten uzak bir davranış olurdu. III. Murat yönetiminin 1595’te sona erişine doğru devleti etkisi altına alan değişikliklerde imparatorluğun bütün sınıfları yer aldığına göre, bunu müteakip gözlenen devlet memurlarının “beceriksizliği” ile Yeniçeri askerlerinin “disiplinsizliği,” açık bir şekilde, daha büyük bir hadisenin bir parçasını teşkil ediyordu.

Onyedinci ve onsekizinci yüzyılla ilgili modern araştırmalardan anlaşıldığına göre, III. Murat’ın ölümünü izleyen iki asır süresince Osmanlı devleti, kendisini yayılmacı bir imparatorluktan kendisini korumayı düşünen bir muhafazakâr yönetime dönüştürmüştür. Bu dönemde Yeniçeri askerleri yayılmacı Osmanlı ordusunun kılıcı olmaktan çıkmış, onun yerine, kurulu düzenin muhafızı haline gelmişlerdir. Türk-Müslüman imparatorluğunun zayıf ve çökmekte olan hali üzerinde yürütülen hükümler, onyedinci ve onsekizinci yüzyılların bu mahiyetteki tarihini dikkate almamaktadır. Osmanlıların çöküşü ile ilgili çalışma yapanların çoğu, Batının askerî ve ekonomik alanlarda Türklere nisbeten gelişmiş olmaları üzerinde dururlar. Fakat bu bakış açısı, Osmanlı olaylarının yüzeyinden derinlere inerek IV Murat’ın niçin imparatorluğu eski konumuna getirmediğini yahut uzun çöküş yılları boyunca devletin bütünlüğünü sağlayan şeyin ne olduğunu keşfetmeye imkân vermez.

Osmanlı tarihinin derinlemesine incelenmesini engelleyen unsurlar giderildiğinde, Türk-Müslüman toplumu üzerindeki çalışmalar, hiç şüphesiz, Osmanlı kurumlarına sadakat unsurunun bugünkü çöküş tipolojisinde nasıl eksik kaldığını da gösterecektir. Bu imparatorluğun onyedinci yüzyıldan sonra iç düzenle uğ- raşmaktansa uzun bir dizi askerî yenilgiye katlanmayı niçin tercih ettiğini de belki o zaman anlayacağız. Onun için, kültür sı­nırlarını kolaylıkla aşan ekonomik ve askerî kuvvetlerin nasıl ilerlediğini anlatmak yerine toplumlar üzerinde mukayeseli bir çalışma yürütmek, Osmanlı üzerindeki Batı etkisinin, nasıl olup da Batı Avrupa’dakinden bu kadar farklı bir tarih yarattığı konusunda muhtemelen daha iyi bir açıklama ortaya çıkaracaktır. Kültürlerarası tarihin uygarlıklar arasındaki farklılıkları kü­ çültme eğilimine rağmen.

Profesör McNeill’in kendi alanına giren barut imparatorlukları hakkındaki teklifine benzer şekilde, Osmanlı tarihinin daha geniş bir ölçekte araştırılması, açıkça bir zarurettir. Osmanlı üzerindeki çalışmalar özel bir muamma olmaktan çıkmakla ve insan ilişkilerinin seyrinden hariç tutulmaktan kurtulmakla kalmamalı, aynı zamanda yüzeysel alanlarda çalışan bilim adamlarının fikir ve eleştirilerine de tabi tutulmalıdır.

Netice itibarıyla bu Türk-Müslüman imparatorluğu, bir yığın deneyimi temsil etmektedir. Geçmişin tavır ve uygulamalarının, bu ilginç tarihi bize beşeriyetin halleriyle ilgili daha fazla şeyler anlatmaktan alıkoyması için hiçbir neden yoktur.

Çeviren: Ümit Şimşek

Kemal Karpat-Osmanlı ve Dünya
Devamını Oku »

Dünya-Ahiret Benzerliği

 


el-Câhız
Hicri 259, miladi 776 yılında Basra’da doğan ve yüzyıla yakın uzun ve verimli bir ömür geçirmiş olan Ebû Osman Amr el-Câhız (ö. 255/869), Mutezile mezhebinin önemli simalarındandır. Dil-edebiyat, ahlak, kelam, felsefe, zooloji vb pek çok sahada eserler telif etmiştir. Farklı sahalarda yazılmış eserlerinde onu özgün kılan disiplinlerarası bir yaklaşım dikkat çekmektedir. Özellikle dil konusundaki felsefî tahlil ve değerlendirmeleri Nazzâm’la beraber bu sahada Mutezile’nin en çarpıcı isimlerinden birisi olmasını sağlamıştır. Mutezile mezhebinin akla verdiği önem bilinmektedir. Aşağıda Câhız’ın Resâ’il’inden yapılan çeviride din-dünya ve akıl-nakil ilişkisi gibi konularda bu hususun açık yansımalarını görebiliriz.

-------------

Bil ki adab, hem din hem de dünya için kullanılmaya uygun vasıtalardır. Bunlar tabiatların/mizaçların asıllarına göre ortaya konulmuşlardır. Din ve dünya işlerinin yürütülmesine dair işlerin esasları aynıdır. dinî hususlardaki muameleleri bozuk olanın dünyevi muameleleri de bozuk olur. Dünyadaki muamelelerde geçersiz olan her iş dinde de geçerli olmaz.

Din ve dünya arasındaki yegâne fark, yalnızca bunların yurdunun farklı olmasıdır. Birinin hükmü burada, diğerinin oradadır. Böyle olmasaydı ne bir ülke var olur, ne devlet ayakta durur, ne de siyasetin/idarenin istikameti olurdu. Bunun için Cenab-ı Allah “Bu dünyada kör olan kimse ahirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır” (Kur’ân 17: 72) buyurmuştur. İbn Abbas, bu ayetin açıklamasıyla ilgili olarak şöyle demiştir: Kim bu dünya işlerini nasıl çekip çevireceğine dair aklında bir bilgiye sahip değilse, o dine de aynı akılla yönelir ve dünya hususundaki bilgisizliği ahiret hakkında daha da fazla olur. Çünkü dünya duyulur/görülür âlem, ahiret ise gayb/duyu ötesi âlemdir. Gördüğünü bilmeyen, görmediği hakkında daha da cahil olur…

Bil ki ahiretin hükmü dünyanın hükmü gibidir, yani doğru, hakkaniyetli tartım, adil hüküm. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “O gün teraziler kurulur, iyilikleri ağır gelenler asıl kurtuluşa erecekler onlardır, iyilikleri hafif gelenler ise kendilerini hüsrana uğratanlar ve cehennemde asırlarca kalacak olanlardır” (Kur’ân 23: 102–103) Bu ayette Allah Teâlâ bir benzetme yapmaktadır. Çünkü insanlar terazinin bir kefesine bir şey konulduğunda diğer kefeye de ondan daha az veya çok bir şey konmadıkça ölçmenin makul bir anlamı olmayacağını bilir. Herkes mutlak hata eder, ayağı sürçer, dalgınlığa düşer.

Allah, kötülüklerinden pişman olarak iyilikleri kötülüklerine baskın gelenlerin kurtuluşa ereceklerini, felaha kavuşacaklarını haber vermiştir. Kötülükleri ağır basanlar ise azara ve azaba müstahak olur. Onun hükmü bu dünyada da böyledir; çünkü veli kullarına yardımcı olur, onlar hakkında adaletle karar verir. İşlerinde iyilik baskın olduğu için hata etseler de bazı durumlarda onlara hatalarını gösterir. Diğerlerinin ise, bazı işleri iyi olsa da, kötülükleri fazla olduğu için onlardan yüz çevirir. İnsanların kendi aralarında da durum böyle cereyan eder.

Bazen kötülük işlese bile çoğunlukla fiillerinde adil olanı adil sayarlar, tersine bazen iyilik işlese de çoğunlukla fısk ve fücûr işleyeni de fâsık addederler. Netice itibariyle işler ancak akıbetlerine göre değerlendirilir ve her kişi hakkında hal ve gidişatının geneline göre hükmedilir. Bu bahsi geçen durumlar akli sabitelerdir, muameleler bunlara göre yürür gider, siyaset buna göre istikamet kazanır ve böyle olması gerektiğine dair toplum içinde herhangi bir ihtilaf yoktur…

Câhız 1983. Mecmûu Resâili Câhız, tahkik: Muhammed Taha Hâcirî, Beyrut, s. 128–131.
Çeviren: Mehmet İlhan

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Olağanüstü Hadiselerin Sırları

 



İbn Sina


Tanrı dostları sayılan arif ve velilerden meydana gelen kerametler, hem tasavvufu hem de Türk-İslam kültürünü belirleyen önemli kavramlardan birisidir. Keramet kavramı, sadece sufileri değil, aynı zamanda akılcılıklarıyla bilinen filozofları derinden etkilemiştir. Bu etkileniş, İslam bilgi anlayışının öteden beri zorunsuzluk temeline dayanmasının bir bakıma sonucudur denilebilir. Aşağıda filozof İbn Sina’nın Tanrı dostlarından meydana gelen olağanüstü hallere ilişkin görüşleri yer almaktadır.

İşaret


Bir arifin az bir gıdadan alışık olunmayan uzun bir süre uzak kaldığı haberi sana ulaştığı zaman bunu doğrulamaya yatkın ol ve doğada görülen yollardan olarak değerlendir!

Tembih


Hatırla ki bizdeki doğal güçler, bozuk (gıda) maddelerini hazmetmek sebebiyle sağlıklı (gıda) maddelerini hareket ettirmekten (sindirmekten) meşgul edildiklerinde, söz konusu iyi maddeler az çözülmüş (sindirilmiş) ve değişimden uzak bir halde korunurlar. Binaenaleyh bazen gıda, sahibinden uzun bir süre kesilse bile, aynı halde olmayan başka birisi onun onda biri müddetinde gıdadan kesilse helak olacak iken, o bununla birlikte hayatını sürdürebilir.
(…)

İşaret


Bir arifin kendisi gibi birisinin kapasitesini aşan bir fiili veya hareket ettirmeyi veya hareketi kendi gücüyle yapmaya güç yetirdiği (haberi) sana eriştiği zaman, onu büsbütün inkâr ile karşılama! Kuşkusuz ki doğa yollarını değerlendirmende, bunun sebebine ulaşmaya bir yol bulabilirsin.

Tembih


Bazen insan, hallerinde itidal üzere iken, öyle bir kuvvet sınırına ulaşır ki, tasarruf ettiği veya hareketlendirdiği şeye son gücünü hasredebilir. Sonra nefsine, tıpkı korku veya hüzün esnasında olduğu gibi, öyle bir yapı arız olur ki onun gücü bu son noktadan inişe geçer; hatta öncesinde rahatlıkla yapabildiğinin onda birini yapmaktan bile aciz kalır. Ya da tıpkı öfke veya yarışma halinde veya mutedil derecede mest olma veya neşelendiren ferahlık esnasında arız olduğu gibi, nefsine öyle bir durum arız olur ki, gücünün son sınırı katlanır, hatta onunla gücünün zirvesine ulaşır. Dolayısıyla ferahlık halinde yardım aldığı gibi, arife bir canlılık yardım ettiğinde buna şaşmamak gerekir. Böylece bu, arifin kuvvelerine bir hükümranlık kazandırır veya yarışma halinde olduğu gibi onu bir izzet kaplar. Bunun neticesinde ise, arifin kuvvetleri alevlenerek parlar. Ve bu durum, neşe veya öfke halindekinden daha büyük ve daha görkemlidir. Nasıl böyle olmasın ki? Bu, apaçık Hak’tan, güçlerin ilkesinden ve rahmetin aslındandır.

İşaret


Bir arifin gaipten bir haber verdiği ve bir müjde veya korkutma bildirerek isabet ettiği haberi sana ulaştığında, onu doğrula! Ona inanmak kesinlikle sana güç gelmesin. Çünkü bu olayın doğanın yollarında bilinen sebepleri vardır.

İşaret


Tecrübe ve kıyas, insan nefsinin uyku halinde gaibe bir tür erişimi olduğunda mutabıktır. Buna göre yitip gitmesi için bir yol veya ortadan kalkması için bir imkân olmadığı takdirde benzeri bir erişimin uyanıklık halinde de vuku bulmasına bir engel yoktur. Tecrübeye gelince, birbirinden işitme ve tanıdık bilgiler (mütearife), buna şahitlik eder ve insanların hepsi böyle bir şeyi doğrulamayı ilham eden bir tecrübeyle kendinde tecrübe etmiştir; birinin karışımının bozuk, tahayyül ve hatırlama kuvvelerinin uykuda olması durumu istisna! Kıyasa gelince, bunun gerçekliğini (aşağıdaki) uyarılardan anla!
(…)

İşaret


Senin nefsin için de, yetenek ve aradaki engelin ortadan kalkmasına göre, bu âlemin nakşı ile nakşolma durumu vardır. Bunu öğrenmiştin, artık bazı bilinmeyenlerin gayb âleminden kendi nefsinde nakşolabileceğini zinhar inkâr etmeyesin! Seni daha fazla aydınlatacağım!
(…)

Tembih


Ortak duyu, nakşın kendisine yerleştiğinde gözlem hükmünde olduğu nakış levhasıdır. Bazen duyusal nakşedici duyu nezdinde yitip gider ama sureti ortak duyuda iyi bir şekilde kalıcı olur. Dolayısıyla nakış, vehmeden olmadan gözlenen hükmünde kalıcı olur. Yağmur damlasının düz bir çizgi şeklinde inmesi ve hızla dönen bir noktanın dairenin çevresi şeklinde nakşolması durumuyla ilgili sana söylenenleri hatırına getir! Dolayısıyla suret, ortak duyunun levhasında temsil olduğu zaman, ister dışarıdaki duyulurdan onda resmedilme halinin başlangıcında olsun, ister duyulurun kalıcılığıyla kalıcı olsun veya duyulurun yitip gitmesinden sonra sabit kalsın isterse de eğer mümkünse onda vukuu, duyulurdan ötürü olmasın, gözlemlenen hale gelir.

İşaret


Bir grup hastalar ve safra dengesi bozuk insanlar, duyulur, açık ve hazır (birtakım) suretler gözleyebilirler ve bu suretlerin dış bir duyulur ile bağıntısı olmaz. O halde bu suretlerin nakş edilişi, iç bir sebepten veya iç sebepte etkin olan bir sebeptendir. Ortak duyu, tahayyül ve vehim madeninde dolaşan suretlerden de kendisine nakşedebilir; tıpkı onların ortak duyu levhasından tahayyül ve tevehhüm madeninde nakşedilmesi gibi. Bu durum karşılıklı aynalar arasında cereyan eden olaya yakındır.

Tembih


Sonra, bu nakşedilmeden yüz çevirten iki meşgul edici vardır: (Birincisi) dış duyusaldır, ortak duyu levhasını onda resmettiği şeyle başka şeylerle meşgul olmaktan alıkor; adeta ortak duyuyu hayalden tamamen soyutlar ve ondan zorla gasp eder. (İkincisi) iç akılsal veya iç vehimseldir ki bu, tahayyülü kendisini ilgilendiren şeyle onda tasarruf edip zorla iş yaptırarak zapt eder. Bu durumda tahayyül, ona boyun eğerek ortak duyuya tasallut etmekten boşta kalır; dolayısıyla hareketinin zayıflığı nedeniyle ortak duyuda nakşetme imkânı bulamaz. Zira o, kendisine bağlanılan değil bağlı olandır. İki meşgul ediciden biri durağanlaştığında bir meşgul eden kalır ve bazen o, (orta duyuyu tam olarak) zapt etmekten aciz kalabilir. Bu durumda tahayyül gücü ortak duyuya egemen olur; böylece onda suretleri ’duyulur’ ve ’gözlenen’ olarak görüntüler.
(…)

Tembih


Duyusal engellerden azaldığı ve daha az engel kaldığı zaman nefsin fırsatlar bulup, tahayyülün meşguliyetinden kurtularak kutsiyet tarafına yönelmesi uzak görülemez. Buna göre gaipten kendisine bir nakış nakşedilir; bu nakış, tahayyül âlemine geçer ve (daha sonra) ortak duyuda nakşolur. Bu durum, uyku halinde veya duyuyu meşgul edip tahayyülü yoran herhangi bir hastalık halinde gerçekleşir. Çünkü tahayyülü hastalık yorabilir, bazen de aleti olan ruhun çözülmesi nedeniyle çok hareket kendisini yorabilir. Akabinde tahayyül, bir tür durağanlığa ve boşta olmaya koşar, nefs de ulvî yöne doğru kolaylıkla çekilir. Nefse bir nakış gelip çattığında tahayyül ona doğru ikaz edilir ve o nakşı telakki eder. Bu da ya gelen şeye ait bir uyarıcı ve istirahatından veya yorgunluğundan sonra tahayyülün harekete geçmesi nedeniyledir. Çünkü tahayyül, buna benzer bir uyarılmaya karşı oldukça hızlıdır. Ya da bunun nedeni natık (düşünen) nefsin doğal olarak tahayyülü kullanmasıdır. Zira tahayyül bunun gibi gelen uğurlu şeylerde nefsin yardımcısıdır. O halde tahayyül, engeller kendisinden uzaklaştığı durumda bu geleni kabul ettiği zaman o, ortak duyunun levhasında nakşolur.

İşaret


Nefs, çeken taraflara gücü yetecek derecede cevheri güçlü olduğu zaman onun için böyle bir kazanç veya fırsatın uyanıkken de vuku bulması ihtimal dışı değildir. Buna göre bazen (ulvî âlemden gelen) eser, zikir (hatırlama) gücüne iner ve orada durur. Bazen ise eser istila eder ve hayalde parlak bir şekilde ışıldar. Bu durumda hayal ortak duyu levhasını kendi yönüne doğru zorla alı kor ve kendisinde nakşedilmiş şeyi resmeder. Özellikle de natık nefis ona destekçi olur ve vehim gücünün hasta veya safrası dengesiz kimselere bazen yaptığı gibi ondan yüz çevirmez ki bu, daha uygundur. Böyle yaptığı zaman, eser gözlenir, görülür, işitilir vb. hale gelir. Ve bazen yapısı oldukça çok olan örnekler şeklinde veya düzenli bir söz olarak yer tutar; bazen de ziynet hallerinin en yücesinde olur.
(…)

İşaret


[342] Nefse uyku ve uyanıkken gelen ruhanî eser, zayıf olabilir. Bu durumda söz konusu eser, hayali ve hatırlama gücünü hareket ettirmez ve onun bir izi kalmaz. Bazen ise bundan daha güçlü olur ve hayali hareket ettirir ancak, ne var ki hayal, kendini tamamen intikale kaptırır ve açıklıktan uzak kalır. Dolayısıyla gelenleri hatırlama gücü zapt edemez, sadece tahayyülün intikallerini ve kopyaladıklarını zapt eder. Bazen de gelen eser, oldukça güçlü olur ve onu telakkide nefis son derece dayanaklı olur. Dolayısıyla suret hayalde açık bir şekilde resmedilir ve nefs onu anlamlandırabilir. Bu durumda hatırlama gücünde güçlü bir şekilde resmedilmiş olur ve intikallerle karmaşıklaşmaz. Bu durum sana, sadece bu eserlerde arız olmaz, dahası uyanıkken doğrudan gelen düşüncelerinde de olabilir. Buna göre bazen düşüncen hatırlama gücünde zabt edilir, bazen sana işini unutturarak oradan tahayyül edilen şeylere intikal eder. Bu durumda, (hatırlamak için) onun aksiyle çözümlemeye ihtiyaç duyarsın ve zapt edilen veriden onu izleyen veriye aynı şekilde diğerine intikal edici olursun. Böylece kişi, yitirdiği ilk işini bazen yakalayabilir bazen de ondan kopabilir. Sen onu (yitirdiğin şeyi) ancak bir çeşit çözümleme ve tevil (yorumlama) ile yakalarsın.

Ekleme


Hakkında konuşulan eserden uyanıklık veya uyku halinde hatırlama (zikr) gücünde karar kılmış bir şekilde zapt edilmiş olan, ’ilham’, ’açık bir vahiy’ veya tevil ya da tabire ihtiyaç duymayan bir ’rüya’ olur. Bu eserden kendisi ortadan kalkıp, geriye kopyaları ve izleri kalan ise tevil ve tabire ihtiyaç duyar. Bu da, şahıslara, vakitlere ve adetlere göre farklı farklı olur: Vahiy tevile, rüya ise tabire muhtaçtır.
(…)

Tembih


Bazen ariflerden, onların neredeyse ’âdeti’ (doğal düzeni) ters çevirebildikleriyle ilgili haberler sana ulaşır ve sen hemen onları yalanlamaya yeltenirsin. Bunlar örneğin şöyle sözlerdir: “Bir arif yağmur duası etti ve insanlar (için) yağmur yağdı veya şifa bulmaları için dua etti, onlar da şifa buldu veya onlara beddua etti, onlar da yerin dibine geçti, sarsıldılar veya başka bir tarzda yok oldular veya onlara dua etti; böylece kendilerinden veba, salgın, sel ve tufan uzaklaştırıldı veya bir ariften vahşi hayvan korktu veya bir kuş ondan kaçmadı” veya buna benzer apaçık olanaksız yollu kabul edilmeyecek şeylerdir. Böyle bir (haber karşısında) sen de bekle ve acele etme! Çünkü buna benzer şeylerin doğanın sırlarında birtakım sebepleri vardır; belki bunların bir kısmını sana anlatma durumum olabilir.

Hatırlatma ve Tembih


Daha önce senin için açıklığa kavuşmamış mıydı ki: Natık nefsin bedenle ilgisi, onda doğalaşma ilgisi değil; aksine diğer bir ilgi türündedir. Ve biliyordun ki: Eğer natık nefste veya ona bağlı olanda bir inanç yapısı yer ettiğinde, cevher bakımından ayrı olmakla birlikte bazen bu, onun bedenine de ulaşabilir. Öyle ki havada (yüksekte) duran bir dal üzerinde yürüyenin vehmi, dal (yerde) sabitken benzer birinin vehminin yapmadığı bir şekilde onun ayaklarını kaydırır. İnsanların vehimlerine, karışımların aşama aşama veya bir anda başkalaşması, birtakım hastalıkların başlaması veya onlardan iyileşme bağlı olur. Dolayısıyla bazı nefisler için etkisi bedenlerine geçen bir meleke olmasını uzak görme! Bunlar, güçleri nedeniyle adeta âlemin bir tür nefsi gibi olurlar. Ve de karışımsal nitelikle (bedende) tesir ettikleri gibi, aynı zamanda saydığım (âlemdeki) hepsinin ilkesiyle de tesir ederler. Çünkü onların ilkeleri, bu niteliklerdir. Özellikle, bedeniyle arasındaki özel bir ilişki nedeniyle ona daha uygun bir hale gelen cisimde bu tesir gerçekleşir. Özellikle her ısıtıcının sıcak olmadığını ve her soğutanın da soğuk olmadığını daha önce öğrenmiştin. Dolayısıyla sen de bazı nefislerin böyle bir gücü olduğunu inkâra yeltenme! Hatta onlar, kendi bedenlerinin etkilenmesi gibi onlardan etkilenen başka cisimlerde fiilde bulunurlar. Yine özellikle kendi bedensel güçlerine egemen olmakla melekeleri keskinleştiği zaman, bu gibi nefislere özgü güçlerin başka nefislerin güçlerine aşıp onlarda fiilde bulunduklarını inkâr etmeyesin! Buna göre bu nefis, başkasının tutkusuna, öfkesine ve korkusuna da egemen olur.
(…)

İşaret


Bu durumun nefsinin yaratılışında vuku bulduğu, sonrasında da ’hayırlı’, ’olgun’ ve ’nefsini arındırmış’ olan kimse, işte mucize sahibi bir peygamber veya keramet sahibi bir dosttur. Onun nefsini (daha da) arındırması, bu kuvveyi yaratılışının gereği üzerine ilaveten bu anlamda artırır. Böylece o, en yüksek dereceye erişir. Bu durum kendisi için vuku bulup da sonrasında ’kötü’ olan ve bu gücü kötülükte kullanan kişi, alçak bir sihirbazdır. Onun nefsinin kadri, haddi aşmasından dolayı bu anlamda kırılır; dolayısıyla arınmışların olduğu zirveye katılamazlar.

İşaret


Göz değmesi de, bu kabilden bir iş olabilir. Bunun kaynağı, hayranlık duyan nefsanî bir haldir ki bu hal, bir özelliği nedeniyle hayranlık duyduğu şeye bitkinlik vermek şeklinde tesir eder. Bunu, cisimlere tesir eden şeyin onunla buluşan veya ona bir parçasını ulaştıran veya ortadaki bir niteliğe nüfuz edici olmasını varsayan kişi uzak görebilir. Bizim aslını ortaya koyduğumuz şeyi derinliğine düşünen kimse, bu şartı değerlendirmeye alınma derecesinden aşağıya düşürür!

İşaret


Garip durumlar doğa âleminde üç ilkeden kaynaklanır: Birincisi, zikredilen nefsanî heyet; ikincisi, kendine özgü bir kuvvet ile mıknatısın demiri çekmesi örneğinde olduğu gibi, unsursal cisimlerin özellikleri; üçüncüsü ise, göksel kuvvetlerdir. Ki onlarla cisimlerin karışımları arasında konumsal yapılarla özelleşmiş yerseller vardır veya onlarla nefislerin kuvveleri arasında uygun fiilî ya da edilgin yeteneksel hallerle özelleşmiş yerseller vardır ki, garip etkilerin ortaya çıkışı bunlara bağlıdır. Sihir, birinci kısımdandır, dahası mucize ve kerametler de bu kısımdandır. Çekim kuvveti ise, ikinci kısma, tılsımlar ise, üçüncü kısma girer.

Nasihat


Senin zeki olman ve sıradan insanlardan beri olmanın, her şeyi inkâr ederek karşı koyman olmasından kaçın! Böyle bir tavır, hafif meşreplik ve acizliktir. Açıklığı henüz senin için belli olmayan bir şeyi yalanlamandaki ihlalin, elinde herhangi bir delil bulunmayan şeyi doğrulamalıdaki ihlalinden farklı bir şey değildir. Aksine senin, imkânsızlığına kesin bir kanıt bulmadığın sürece kulak verdiğin şeyi yadırgamak seni rahatsız etse bile, ’durup düşünme’ (tevakkuf) ipine sarılman gerekir. Dolayısıyla senin için doğrusu, buna benzer şeylere, kesin kanıtı kurulu olan tard etmediği sürece, ’imkân’ dairesinde serbestlik vermendir. Bil ki doğada acayip şeyler vardır ve faal yüce kuvveler ile edilgin aşağı kuvvelerin garip şeyler üzerine toplanmaları söz konusudur.

Son ve Vasiyet


Ey kardeşim! Senin için bu işaretlerde gerçeğin özünü süzdüm ve kelimelerin inceliklerindeki hikmetlerin en hasını sana lokma lokma sundum. Artık sen de bu bilgiyi, bayağı insanlardan; cahillerden; parlak zekâ, eğitim ve âdetten nasibini almamış kişiden; kafası karışık insanlarla haşır neşir olandan; veya bu filozofların mülhitlerinden ve onların asalaklarından sakın! Gönlünün duruluğuna, gidişatının düzgünlüğüne, vesveselerin kendisine üşüşmesine izin vermediği, gerçeğe rıza ve doğrulukla baktığına güven duyduğun kimseyi bulduğunda, sana sorduğu şeyden ona peyderpey, parça parça, bölüm bölüm ver! Böylece kendisine öğrettiklerinden, daha sonra karşılaşacağı şeyleri ferasetle kavramasını beklersin. Sana uyarak, kendisine ulaştırılanları mecrasından çıkartmayacağı konusunda onunla Allah ve iman üzerine ahitleş! Eğer bu ilmi ifşa veya zayi edersen, benimle senin aranda Allah vardır! Allah vekil olarak yeter!

İbn Sînâ, İşaretler ve Tenbihler, Çev. A. Durusoy, M. Macit, E. Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 191–204.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »