Uluslararası Politika ve Avrupa

Davut Ateş*

* Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi, İktidadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü...

İnsan & Toplum, 3(6), 107-133.


Öz: Tarih, toplumların kolektif hafızasıdır. Hiçbir toplumun tarihi ötekinden bağımsız değildir. Tarihyazımı geleneksel olarak siyasal otoriteler, yani devletler arasındaki ilişkilere odaklanmıştır. Bu bağlamda toplum ve devlet, eş değer olgular olarak kabul edilmiştir. 15. yüzyılın sonunda başlayan coğrafi keşifler ile dünya tarihinde Avrupamerkezci bir bakış açısı hâkim olmuştur. Avrupamerkezci tarihyazımının gelişimi münhasıran tarihyazım alışkanlığının bir sonucu değil, o günkü dünya politikasının genel çehresini yansıtan bir niteliktedir. Tarihçiler, sonuçta bölgesel ve küresel ölçekte etkin olan devletleri esas alarak tarihyazım işine girişmiştir. Bu çalışmada, Avrupamerkezci tarihyazımının uluslararası politika boyutu açıklanmıştır. Tarihyazımı, toplum ve modern devlet arasındaki bağ incelenmiş, Avrupamerkezli modern devletler sisteminin gelişimi gözden geçirilmiş, modern devletler tarafından Avrupa dışı toplumların yeniden inşası süreci değerlendirilmiş, Avrupa dışı toplumların alternatif bir tarihyazımının ne kadar mümkün olduğu tartışılmış ve sonuçta bugünkü Avrupamerkezci tarihyazım alışkanlığının yerleşmesinde modern devletler arası pratiklerin belirleyici işlevlere sahip olduğu ileri sürülmüştür.

...

Giriş


Tarih kolektif hafızadır. Tarih çoğu durumda geçmişte olmuş bitmiş olaylara hasredilir ve bugün tarihin dışında bırakılır. Oysa tarih, bugünü kısmen etkileyen ve belirleyen bir faktör olarak düşünülürse aslında tarihin sadece geçmişe hasredilmesi olanaklı değildir. Zira geçmişte olanlar bugünün içinde devam etmektedir. Çünkü toplumlar,kolektif hafızanın gerekleri doğrultusunda düşünme ve hareket etme eğilimindedir.

Tarihçiler de bu hafızanın oluşturulmasındaki başat aktörlerdir. Klasik tarihçiler açısından önemli siyasal olaylar temel bir araştırma konusuydu (Schmidt, 2002) ki devletler arasındaki savaşlar veya başka türlü ilişkiler, bu kapsamda birincil olaylar olarak ele alınmıştır. Hem devlet içindeki iktidar mücadeleleri hem de bunun devletler arası ilişkilerdeki yansımaları, klasik tarihçilerin kolektif hafızayı oluşturma sürecinde başvurdukları birincil kaynaklar olmuştur. Bunda, tarihi “büyük adamlar tarihi” olarak kaleme alan ve vakanüvislikten gelen gelenek kadar henüz sınıf veya sıradan insanların tarihi etkileme gücünün bulunmadığı kabulü de etkili olmuştur. Postmodernizm klasik tarihe önemli bir darbe vurduysa da 20. yüzyılın sonunda ortaya çıkan etnik milliyetçilikle siyasi tarih, yani devletlerin tarihi, yeniden canlanmaya başlamıştır (Fırat, 2006).Bugünkü dünyada milletin ve toplumun sınırları büyük ölçüde ulus-devletler arasında kesinleştirildiği varsayılan sınırlar tarafından belirlenmiştir (Biersteker, 2002).Tarihyazımında devletlerin başat bir rolü vardır. Siyasette ve devletler arası ilişkilerde ise güç olgusu, merkezî bir konum teşkil eder (Baldwin, 2002).

Tarihyazımında gücün işlevi yadsınamaz. Bu durumda güç hem bir ülke içindeki iktidar alanına hem de ülke sınırları dışındaki iktidar mücadelesine ilişkindir. Böylece tarihyazımında dünya politikasının konjonktürünün merkezî bir işleve sahip olduğu ortaya çıkar. Dünya politikasının merkezi hangi coğrafya ise öteki coğrafyalar kendi tarihlerini o merkezle ilişkiler çerçevesinde yazmaya özen göstermektedir. Yaklaşık son dört yüz yıldır dünya politikasında etkin olan güç Avrupa olduğuna göre, buna paralel tarihyazımında Avrupamerkezciliğin kendini göstermesi yadırganacak bir şey değildir.

Avrupa’nın genişlemesi modern ulus-devletler yoluyla olmuştur ki bunların ortaya çıkışı da 1648 tarihli Westphalia Antlaşması’na dayandırılır. Antlaşma uluslararası politika tarihi içinde önemli bir kırılma noktasıdır ve bu nedenle bir “mit” hâline dönüştürülmüştür (Teschke, 2003). Aslında Antlaşma, Avrupa içindeki iktidar mücadelesinin ve bir yüzyıl süren savaşlar dizininin sonucudur. Antlaşmayla Avrupa içindeki iktidar parçalanmış, ulus-devlet denen siyasal varlıklar vücuda gelmiştir. Bu noktadan sonra Avrupa tarihi, artık modern ulus-devletlerin tarihiyle özdeş tutulmuştur. İlerleyen yüzyıllar içinde modern ulus-devlet pratiğinin Avrupalı sömürgeci devletler yoluyla dünyanın geri kalanına yaygınlaştırılmasıyla Avrupa dışındaki toplumlar da kendi tarihlerini modern ulus-devlet yapısı içinde tahayyül etmeye başlamıştır. Avrupa’nın maddi alanda kaydettiği gelişmeler, elbette “şiddetin organizasyonu”nda da kendini göstermiş; silah teknolojileri gelişmiş, silahlanma artmış ve dünyanın geri kalanının zorla tahakküm altına alınması kolaylaşmıştır (Buzan, & Lawson, 2013).

Sonuçta bir taraftan Avrupa,merkezde değerlendirilirken öte yandan ise Avrupa dışı toplumlar ulus-devletleşme sürecine paralel biçimde kendilerini yeni dünyada konumlandırma gayretine girmiştir.19. yüzyılda, önce fen bilimlerinde yaygınlaşan bilimsel yöntemlerin insanın ve toplumun tabiatını anlamak üzere sosyal bilimlere teşmil edilmesinden tarih disiplini de nasibini almıştır. Buna göre tarihçinin amacı, geçmişte ne olduğunu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarmaktır. Tarihin bilimsel yöntemlere dayanarak araştırılmasında ilk başvurulacak kaynaklar devlet arşivleri olmuştur ki bunlar günümüzde de geçerli olmak üzere daha çok devletler arası ilişkilere dair belgeleri içermektedir. Böylece siyasi tarih disiplini ortaya çıkmıştır (Fırat, 2006).Siyasi tarih, sosyal bilimlerin pek çok alanı için temel bir çerçeve sunar (Criss, 2006).

Böylece klasik tarihyazım alışkanlığı modern dönemde ulus-devletler yoluyla sürdürülmüştür. Entelektüel tarihçi bakış açısında “her çağ ihtiyaç duyduğu düşünceleri üretir”(Armitage, 2013). Buna bağlı olarak tarihin yazımında belirleyici olan güç merkezleri esas alınır. Dünyanın geri kalanının dikkate aldığı en önemli güç merkezi tabii ki Avrupa,daha doğrusu Avrupalı sömürgeci imparatorluklardır. Modern dönemdeki tarihyazımında Avrupamerkezcilik tarihçilerin elinde olan bir seçenek değil, dünya politikasının onlara dayatmış olduğu tarihsel bir zorunluluk hâline gelmiştir. “Batı” kavramına dâhil edilen güç merkezini dikkate almadan bir tarihyazımı âdeta imkânsız olmuştur. “Batı” tanımının içine alınan coğrafyalar Batı Avrupa, Kuzey Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya’dır. Zaten etimolojik olarak ‘‘Avrupa’’ antik Yunancada “batı” demektir(O’Hagan, 2002).Ancak, daha spesifik olarak Batı Avrupa ve Kuzey Amerika ile onların gelişmişlik seviyesine ulaşmış olan diğer birkaç bölgeyi içine alır.

Bu bağlamda Avrupamerkezciliğin inşası paralel iki sürecin birlikte işlemesiyle vücut bulmuştur. İlki, 16. yüzyıldan itibaren Avrupalılar kendilerini dünya haritasının merkezine koymuşlardır (Küçükkalay, 2005). Diğeri ise öteki toplumlar kendilerini Avrupa’ya göre konumlandırma derdine düşmüştür. Osmanlı, Çin, İran ve Hindistan gibi eski kıtalardaki siyasal ve ekonomik yapıların gerilemeye, aynı dönemde ise Avrupalıların siyasal ve ekonomik alanda yükselişe geçmesiyle tarihyazımında Avrupa, insanlığın gelişiminin merkezine oturmuştur.

Bu bağlamda modern tarihyazımında Avrupamerkezcilik, aslında Avrupalı dev-
letlerin dünya üzerindeki hâkimiyetlerinin gelişimiyle paralel bir seyir izlemiştir.
Avrupamerkezci tarihyazımının gelişimi münhasıran tarihyazım alışkanlığının bir
sonucu değil, o günkü dünya politikasının genel çehresini yansıtan bir niteliktedir.
Tarihçiler, sonuçta yerel, bölgesel ve küresel ölçekte etkin olan devletleri esas alarak
tarihyazım işine girişmiştir. Bu çerçevede bu çalışmada, Avrupamerkezci tarihyazımı-
nın uluslararası politika boyutu açıklanmıştır. Tarihyazımı, toplum ve modern devlet
arasındaki bağ incelenmiş, Avrupamerkezli modern devletler sisteminin gelişimi gözden geçirilmiş, modern devletler tarafından Avrupa dışı toplumların yeniden inşa süreci değerlendirilmiş, Avrupa dışı toplumların alternatif bir tarihyazımının ne kadar mümkün olduğu tartışılmış ve sonuçta bugünkü Avrupamerkezci tarihyazım alışkanlığının yerleşmesinde modern devletler arası pratiklerin belirleyici bir role sahip olduğu ileri sürülmüştür.

Tarih, Toplum ve Modern Devlet


Klasik tarihyazımı, özne merkezli kurguya dayanır.

Tarihçiler hikâyelerini oluştururken iki temel özneyi dikkate almışlardır. Bir kısmı milletleri esas alarak bu hikâyeyi oluşturmuştur ki milletlerin tarihi sonuçta milletlerin vücuda getirdikleri siyasal varlıklar olan devletlerin hem kendi içlerinde hem de dışarıyla ilişkilerinde ortaya çıkan olayların kayıt altına alınması ve bunların kısmen neden-sonuç ilişkisi içinde değerlendirmeye tabi tutulmasıyla resmedilir. Bu kurguda toplum-millet ve millet-devlet özdeşliği vardır. Zaten daha yakın dönemde Batı Avrupa’da yeşeren modern düşünceler ekseninde devletin doğuşuna ilişkin açıklamalarda da toplum-devlet özdeşliği mevcuttur.

Sözleşmeyle veya anayasalarla egemen bir otoritenin vücuda getirilmesi devletin
doğuşuna, aynı zamanda bir grup insanın doğa durumundan toplum durumuna geçişini simgeler (Hobbes, 1993; Macpherson, 1980). Sözleşmenin oluşturulması, uygulanması, öngörülmeyen sorunlar, egemenin zaman zaman değişmesi ve egemenin diğer egemenlerle ilişkisi devlete bağımlı bir tarihyazımını zorunlu kılar. Devlet toplumla,toplum da millet ile özdeşleştirilir. Yazılan tarih de milletin tarihi olur. İktidar, onu icra eden bir aktör ile üzerinde icra edilen başka aktörler arasındaki ilişkide gözlenebilen bir şeydir. Böylece iktidarı icra eden egemenin özneliği ile üzerinde iktidar icra edilen toplumun nesneliği birbirini tamamlayıcıdır ve tarih metnini ortaya çıkaran şeydir.

Diğer bir kısım tarihçiler ise temel özne olarak milleti veya devleti değil, bunların
ötesinde içinde pek çok milleti ve devleti barındıran medeniyet olgusunu tarihin ana
öznesi olarak ele alır. Örneğin Toynbee, dünya tarihinin belirleyici aktörlerini devlet-
lerden ziyade medeniyetler olarak görmüştür (O’Hagan, 2002).

Devletler, medeniyetlerin siyasal alandaki taşıyıcılarıdır. Bu kavramlaştırmaya göre dünya coğrafyası, çeşitli medeniyetler arasında bölünmüş vaziyettedir. Medeniyetler organik canlılar gibidir,doğar, büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve ardından ölüme terk edilir. İşte tarih de medeniyetlerin hayat hikâyesinden başka bir şey değildir. Her medeniyet farklı milletler veya devletler tarafından temsil edilerek sürdürülür. Bu açıdan milletlerin tarihi, medeniyet tarihi içinde küçük ve tamamlayıcı unsurları oluşturur. Devletle özdeş tarih çalışması dünya coğrafyası üzerindeki siyasal otoritelere bağımlı biçimde bir metin yazmaya çalışırken medeniyeti merkeze alan girişimler ise daha geniş ölçeği içeren coğrafya ve beşerî varlıklar üzerinden giderek bir tarih metni oluşturma gayreti içine girer.

Hangi açıdan ele alınırsa alınsın insanlar ve toplumlar geçmişlerine dönük olarak tarihyazımı yoluyla kendilerini yeniden inşa ederek bir anlamda içinde bulundukları dünya içinde anlamlı bir yer edinmeye ve buna göre bir gelecek perspektifi oluşturmaya çalışır. Bu çerçevede tarihyazımı aslında toplumların dünyevi hayatlarını anlamlandırması, daha üst amaçlar edinmesi, kendilerine bir kısım misyonlar biçmesi girişimidir. Tarihçi de toplum adına bu işi bilfiil gerçekleştiren aktördür. Tarihi olmayan bir toplumun geleceğinin olamayacağı varsayımı boşuna değildir. Tarihi araştırma ve metin yazma işi, bu anlamda sadece geçmişte olmuş bitmiş olayları gün ışığına çıkarmaktan öte, toplumların bugününü aydınlatma ve geleceklerini öngörme kabiliyeti kazanma çabasıdır.

Modern dünyada tarihsel araştırma, “yöntemsel milliyetçilik”i benimsemiştir. Dünyanın milletlerden oluştuğu, milletlerin devletlerde vücut bulduğu, tarihin de devletler arasında cereyan ettiği konusunda genel bir kabul vardır. Farklı etnik veya millî topluluklar, sonuçta var olan devletin sınırları içerisinde asimile edilecektir ki bu asimilasyon süreci pratikte devletin sınırları dâhilinde en kalabalık ve yaygın olan etnik kimliğin(kurucu unsur) millîleştirilmesi suretiyle icra edilmiştir. Böylece modern ulus-devlet inşa edilmiş olacaktır. Tarihçi, devletin resmî arşivlerine dayanarak ve devleti merkeze alarak bir ulusal tarih yazma işine girişir. Batı Avrupalı tarihçiler de doğal olarak sömürgeci imparatorluğun tarihinin yazımını aynı perspektif doğrultusunda gerçekleştirir(Armitage, 2013).

Modern devletin ulusal birliği sağlama çalışmasında tarihin yeniden yazılması inşacı bir işlev üstlenmiştir (Fırat, 2006). Diğer yandan siyasal bir yapı olarak devlet, her zaman var olan bir olgu olsa da onu oluşturan unsurlar zaman içerisinde köklü dönüşümlere uğramıştır. Bugün modern devletten anlaşılan şey, 16. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkmış olan ve bütün dünyaya yaygınlaşan modeldir ki BM Şartı tarafından yasal garantiye alındığı üzere bugün geçerli uluslararası hukukun temelini bu model oluşturmuştur (Biersteker, 2002). Bu bağlamda modern tarihyazımı medeniyetleri değil, devletleri özne kabul eden yöntem doğrultusunda gelişmiştir.

Öncelik, devletin bölgesel veya küresel konjonktür içinde anlamlı bir yere oturtulması, buna istikrar kazandırılması ve mümkün olduğu kadar bu varlığın kalıcı hâle getirilmesidir. Böylece tarihyazımında ulus-devlet merkezli ve onu toplumla özdeş kılan yöntemsel milliyetçilik genel bir ilke olarak kabul ediliştir. Tarihyazımında devlet bir kez merkeze oturtulduktan sonra toplumun tarihi artık var olan siyasal yapının devamını önceleyen bir tarzda inşa edilir. Bu bağlamda devletin bölgesel veya küresel ölçekteki gelişmeler karşısında sahip olacağı zeminin kavramlaştırılması hem öncelik hem de aciliyet arz eder. Zaten bu nedenledir ki modern dönemde siyasi tarih, bu minvalde merkezî bir yer işgal etmiştir.

Örneğin Türkiye’deki siyasi tarihyazımının gelişimi de sonuçta öncelikle batıda ortaya çıkan ve dünyayı etkileyen olayların anlatılması şeklinde vücut bulmuştur (Ülman,2006). Fransız Devrimi, Viyana Kongresi, 1830 ve 1848 İşçi Devrimleri, İtalyan ve Alman Birliklerinin kurulması, İngiliz-Çin Afyon Savaşları, Amerikan İç Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Orta Doğu sorunu ve Soğuk Savaş bunlar arasındadır. Buradaki temel amaç, bölge ve dünyadaki gelişmeler içinde modern Türkiye’nin sahip olacağı zeminin tanımlanması ve aydınlatılmasıdır.Öte yandan, Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990’lı yıllardan sonra tarihçiler tarafından
“küresel tarih” kavramı kullanılmaya başlanmıştır.

Bununla ifade edilmek istenen düşünce, tarihin münhasıran tek tek ulus-devletlerin tarihi olarak kavramlaştırılamayacağı, aslında bütün ulusların tarihinin birlikte insanlığın tarihini oluşturduğu iddiasıdır.

Buna göre, tarihin sadece milletler, daha özelde ise onların siyasal varlığını ifade eden devletler ekseninde incelenmesi, küresel tarihin insanlığın bütününü kapsayıcı bir olgu olduğunu önemsizleştirmektedir. Bu çerçevede ulusal tarih, artık küresel tarih içinde konumlandırılmaya çalışılmaktadır (Iriye, 2012). Ancak, bu süreçte dünya politikasında etkin olan güçler, elbette küresel tarihin ana damarını ve çerçevesini kendilerinin tercihleri doğrultusunda belirlemektedir. Yani dünya politikasında daha fazla özne olan ulusların veya devletlerin düşünceleri, hareketleri ve politikaları genel çerçevede yazılmaya çalışılan insanlık tarihinin belirleyicisi konumuna gelmektedir. Tarih her ne kadar ulusal ölçekte yazılsa da elbette sonuçları itibarıyla uluslararası bir karakter taşır(Armitage, 2013).

Zira tarihçi, yüceltmeye çalıştığı mevcut devleti medeni, kültürel, sosyal, ekonomik, siyasi veya coğrafi açıdan bir zemine oturtur. İşte bu zemin uluslararası alandır. Tarihçi bir anlamda devlete uluslararası tarih alanında bir yer açmaya çalışır. Elbette bunu yaparken öteki devletleri ve onların işgal ettikleri pozisyonları dikkate
almak zorundadır. Ancak, bu çaba sırasında çok önemli bir açmaz bulunmaktadır:
Siyasi tarih, belge bağımlılığı sendromuna sahiptir (Criss, 2006). Yani devlet arşivlerinden derlenecek bilgi ve belgelerle tarihte ne olup bittiğinin tam anlamıyla ortaya çıkarılması esastır, ancak, çoğu durumda bu bilgi ve belgelere ya hiç ulaşılamaz veya ilgili devletin ya da kurumun izin verdiği kadar ulaşılabilir. Bu da gerçeklerin ortaya çıkarılmasında önemli bir açmazdır. Bu yönüyle hem ulusal ölçekte devletlerin tarihinin olduğu gibi yazılabilmesi hem bunlardan yararlanılarak daha kapsayıcı bir insanlık tarihi resminin çizilmesi yöntemsel düzeyde aşılması zor kısıtlara sahiptir.

Tarihyazımının ulusal düzeyden küresel düzeye çekilmesindeki önemli etkenlerin başında kuşkusuz küreselleşme ve medeniyet algısındaki dönüşüm gelmektedir. Geleneksel medeniyet tarihçilerinin kavramlaştırdığı şekliyle medeniyetlerin tek tek ve birbirlerinden görece özerk bir konumda olmadıkları, aslında insanlık tarihi boyunca ortaya çıkmış medeniyetlerin bir zincir gibi birbirine bağlı oldukları, birbirlerini besledikleri, onları temsil eden siyasal yapılar zamanla yok olsa da medeniyetlerin pek çok niteliklerinin daha sonrakiler içerisinde eridiği varsayılmıştır. Böylece medeniyet kavramlaştırması çoğulluktan tekilliğe doğru kaymıştır (Ateş, 2008).

Bu çerçevede modern dönemdeki tarihyazımının, iki temel dinamiği olduğu ileri sürülebilir. Birincisi modern devletin ortaya çıkışıdır. Yukarıda da ifade edildiği üzere 1648 yılındaki Westphalia Antlaşması, Avrupamerkezli modern devletin gelişim tarihindeki en önemli olay olarak kavramlaştırılır. Antlaşma ile devletler, hukukun birer öznesi olarak kabul edilmiştir. Antlaşmanın ortaya koyduğu en önemli sonuç, ilerleme fikridir.İlerleme, ancak, özgürlükle mümkün olabilir. Özgürlük ise Katolik hegemonyasına karşı Protestan bir olgu olarak gelişmiştir (Koskenniemi, 2011). Hristiyanlığın anlaşılmasının kilisenin tekelinde olmadığı, okuma-yazma bilen her bireyin metinleri okuyarak dini kendisinin anlayabileceği yolundaki Protestan eğilim, aynı zamanda dinin özel alana münhasır bir olgu olduğu düşüncesini yerleştirmiştir. Böylece Avrupa’da Protestanlığın gelişimi ile kamu alanındaki laik uygulamaların gelişimi paralel gitmiştir.

Protestan dünya görüşü, takip eden dönemde dinin kamusal alanda işgal ettiği yer
konusunda mezhepsel ayrımları ortadan kaldırmış, siyasal erkin laik niteliği tebarüz
etmiştir. Hangi mezhebi benimserse benimsesin egemen bütün modern devletler,
benzer aktörler olarak tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Mutlak egemenliğini sağ-
lamlaştırma gayretindeki Avrupalı monarklar, tarihi, siyasal bir araç olarak kullanmıştır.Siyasi tarih ile ideoloji iç içe geçmiştir (Yurdusev, 2006).

Siyaset ideolojiden, siyasi tarih de ideolojiden bağışık olamaz. İdeoloji toplumsal süreçte icra edilen siyasette taraflara indirgemeci bir zihniyet kazandırır. Siyasal mücadelede taraflar daha basitleştirilmiş amaçlar ve yöntemlere yönelerek siyasetin nihai hedefi olan iktidarı ele geçirmeye çalışır. Bunun hikâyesi yazılırken doğal olarak tarihçilerde kendi ideolojik tercihlerini ortaya çıkan metinlere yansıtır ve karşımıza siyasi tarihin ideolojik yönü çıkar. Antlaşmayı takip eden dönemde Avrupa’daki mutlakıyetçi krallar egemenliklerini, dolayısıyla toprak bütünlüğünü sağlayabilme çabası içinde“ulusal tarih”i yeniden yazmaya, böylece farklı inanç, mezhep ve etnik kökene mensup uyruklarını ortak bir tarih algısında birleştirmeye çalışmıştır. Bu süreçte milletleri âdeta “hayali cemaatler” (Anderson, 1983) olarak inşa edilmiştir.

19.yüzyıl sonundan itibaren dünyanın diğer bölgelerindeki ulus-devletleşme süreci
de benzer bir seyir izlemiştir. Örneğin Türkiye’de modern dönemde Batılılaşmanın
simgesel başlangıcı kabul edilen Tanzimat’tan itibaren yıkılışa kadar geçen dönemi
kapsayan Osmanlı tarihinin daha sonraki Cumhuriyet döneminde yazımı sırasında,
yeni devletin ideolojisinin çok belirleyici olduğu ve geçmişin bu ideolojik bakışın öncelikleri doğrultusunda yeniden inşa edilmeye çalışıldığı gözlenmektedir. Cumhuriyet Döneminde desteklenen çalışmalarla yeni devletin ideolojisine göre bir Osmanlı tarihi yazımının öne çıkarıldığı görülebilir (Köksal, 2010). Her devlet kendinden önceki döneminin tarihinin yazılmasına öncülük ederken sonuçta kendi konumunu yüceltici ögeler üzerinde durmuştur. Ulusdevlet dinamiği doğrultusundaki tarihyazımı daha çok devlet içi unsurları ilgilendiren, birlik, beraberlik ve bütünlük oluşturma kaygısı taşıyan bir süreçtir.

İkincisi ise küreselleşme ve Batı tipi tekil medeniyet algısının dayatması karşısında
modern devletin kendisini dünya konjonktüründe sağlam bir yere oturtma gayreti-
dir. Medeniyetin tekil veya çoğul biçimde kavramlaştırılması (O’Hagan, 2002) kültür eksenindeki düzenin anlaşılması açısından önemlidir. Acaba dünyanın farklı coğrafyalarındaki kültürler ayrı birer medeniyeti mi temsil etmektedir, yoksa bütün bunlar tek bir insanlık medeniyetinin parçaları mıdır? Medeniyetin tekil biçimde kavramlaştırılması hâlinde bugün “Batı medeniyeti” olarak tanımlanan olgunun, insanlık tarihindeki birikimin geldiği son aşama olarak algılanması gerekir. Yani Batı medeniyeti,aslında kendisinden önceki medeniyetlerin kazanımları üzerine kurulmuştur, münhasıran Batılıların bir medeniyeti olarak değerlendirilmez. Sami dinleri olan Yahudilik,Hristiyanlık ve İslam, antik Orta Doğu ve Akdeniz medeniyetleri ve Roma, bugünkü Batı medeniyetinin kurucu unsurları olarak ele alınabilir. Elbette kurucu unsurların sadece bunlarla sınırlandırılması da söz konusu değildir.

Sonuçta antik medeniyetler daha uzaktaki başka medeniyetlerle alışveriş gerçekleştirmiştir. Bu kapsamda tekil kavramlaştırma bağlamında Batı medeniyeti, insanlığın ortak mülkü olarak ele alınabilir. Medeniyetin çoğul biçimde kavramlaştırılması hâlinde ise Batı medeniyeti kendisini diğerlerince kurulan ortak bir medeniyet değil, tam tersine diğerlerini mağlup ederek kurduğu ve sadece Batı’ya ait olan bir medeniyet hâline gelir. Bu durumda Batı medeniyeti ötekilerle sürekli bir rekabet hâlindedir ve kendisini yenilemek zorunda kalmaktadır. Diğer medeniyetler her an Batı medeniyetini tehdit etmektedir. Bu tehdidin başarıya ulaşması hâlinde Batı medeniyeti üstünlüğünü kaybedebilecek ve yeni gelen medeniyet dünya hegemonyasını ele geçirebilecektir.

Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezi (Huntington, 1993) bu anlamda çoğul
medeniyet tasavvurunu öne çıkarmaktadır.Bugünkü tarihyazımında Batı medeniyeti, kendisini ötekilerden farklılaştıran bir algıya ve kimliğe sahiptir (O’Hagan, 2002). Küreselleşmenin zorlamasıyla ortaya çıkan tekil tarihyazımı çerçevesinde toplumların öncelikli amacı, küresel temaşa alanında daha etkin bir konuma gelebilmektir. Ancak burada gelişmiş Batılı ülkelerle az gelişmiş öteki ülkeler arasında bir ayrıma gitmekte yarar vardır. Batılı devletler, küresel tarih ve medeniyet olgusunu elbette kendi tarihleriyle ve Batı medeniyetiyle özdeşleştirme uğraşı içindedir, zorlayıcı bir konumdadır, üstünlüğün devam ettirilmesi temel hedeflerden biridir. Bu bağlamda Batılı ülkeler, Batı medeniyeti olgusu etrafında bütüncül bir tarihyazım işine girişmektedir.

Ortak medeniyet algısı Batılı devletleri küresel eksende birleştirici bir çimento görevi üstlenmektedir. Oysa az gelişmiş ülkeler açısında durum tam tersidir. Bunlar, bahse konu bütüncül tarihyazım sürecinde tamamen pasif bir konumda bulunmaktadır. Ya Batı tarafından yazılan tarihe kendilerini eklemleme ve alan kazanma uğraşında veya bu süreci tamamen yadsıyarak âdeta Avrupamerkezci tarihin dışında kalmaktadır. Tercih hangi yönde kullanılmış olursa olsun, sonuçta belirleyici çerçeve modern devletler sistemi ve bunun devletlere dayatmış olduğu bir kısım
davranış kalıplarıdır.

Modern Devletler Sistemi ve Avrupamerkezcilik


1648 yılındaki Westphalia Antlaşması ile devletin egemenliği mutlaklaşma eğilimi-
ne girmiştir. Devlet iki bağdan kurtularak egemenliğini mutlaklaştırmıştır. Birincisi
imparatorluk ve kilisenin en üstte yer aldığı hiyerarşik yapıya tabiiyetten, ikincisi ise
feodal beyliklerin yarı egemen yerelliğinden kurtulmuştur (Teschke, 2003). Westphalia Antlaşması, modern uluslararası sistemin laik anayasası gibi de nitelendirilebilir(Straumann, 2008). Zira Roma Katolik Kilisesi’nin egemen devletlerin iç işlerine karışmasına son verilmiştir.

Böylece devletler arasındaki rekabet ve mücadele din kisvesinden kurtarılarak “güç” bağlamına oturtulmuştur. Uluslararası politikanın tanımlan masında güç merkezi bir yere sahiptir. Hatta bu yüzden devletler arası ilişkiler “güç politikası” olarak tanımlanır (Morgenthau, 1992). Uluslararası alanda devletler sahip oldukları gücü ekserileştirmeye, böylece kendileri için güvenli bir ortam yaratmaya çalışır. Uluslararasında barışın ve istikrarın şartı, devletlerin güçlerinin onlar arasında savaşa meydan vermeyecek şekilde dengelendiği durumdur (Baldwin, 2002). Batı’nın dünya politikasında merkezî bir konuma gelmesi fiziki gücünün diğerlerine kabul ettirilmesiyle mümkün olmuştur (O’Hagan, 2002).Devlet, egemenlik ve ülke (territory) uluslararası ilişkiler pratiğinde ve araştırmalarında temel olgulardır.

Klasik tarihyazımı da zaten önemli oranda bu olgular üzerinden yapılır. Bunlar tarih boyunca sosyal ve siyasal olarak inşa edilegelmiştir. Devletler arası pratikler içinde yer alan tanıma, anlaşma yapma, diplomasi, uluslararası hukuk, savaş ve barışın koşulları, egemenlik ve ülkesellik ilkeleri tarafından belirlenir. 16. yüzyıldan itibaren Batı Avrupa’da şekillenmeye başlayan ve günümüzde bütün dünyada yaygınlaşan, egemenlik ve ülkeselliğe dayanan modern devletin temel nitelikleri tarihsel bağlamdan kopartılmış ve bunlara her zaman ve her yerde şeklinde evrensel bir geçerlilik atfedilmiştir. Böylece modern devletler sistemi Batı’yla özdeşleştirilmiştir.

Avrupamerkezcilik sonuçta ideolojik bir tercihtir ve modern tarihyazımının yadsına-
maz bir niteliğidir.Antik Yunan hem genel olarak modern siyaset bilimine hem de daha özelde modern uluslararası ilişkilere ilham kaynağı olmuştur (Schmidt, 2002). Antik Yunan, bugün Yahudi-Hristiyan ve antik Roma ile birlikte, Batı toplumunun dayandığı üç temelden biridir. Batı’nın ayrıcalıklı konumu ve öteki toplumlara üstten bakışı bu noktadan başlar. Çünkü Yunan site devletinde siteye mensup bireyler (erkekler) sitenin onurlu yurttaşları olarak kabul edilirken site dışındaki alanda yaşayan diğer toplumlar “barbar” olarak kategorize edilmiştir. Barbarlar yönetilmeye muhtaçtır ve köleleştirilmeye müsaittir. Bu anlayış, Avrupalıların yükselişe geçmesiyle birlikte Avrupa dışı toplumlara bakışın tarihsel temelini hazırlamış olur.

15.yüzyıl sonundan itibaren Avrupa, dünyanın geri kalanına doğru genişlemeye baş-
lamış, böylece bugünkü anlamda Avrupamerkezcilik yaklaşık altı asırlık dönem içinde çeşitli evrelerden geçerek inşa edilmiştir. Avrupa’nın genişlemesi sürecinde yabancılaşma içsel bir motor gücü olmuştur. Tabiat ile beşerin birbirine karşıtlığı ve birbiriyle mücadelesi üzerinden oluşturulan tezle Avrupa, tabiat üzerinde tahakküm kurmaya girişmiştir. İşte bu bağlamda Avrupa dışındaki coğrafyalar, üzerinde tahakküm icra edilebilecek tabiatın bir parçası olarak değerlendirilmiştir (Rashid, 2012). Kolonileştirme,köleleştirme ve yağma-talan bu anlayışın doğal sonuçları olarak görülmüştür. Avrupa“kendi kendine yeter” toplum olmaktan çıkarak önce yağmaya, ardından ise ticarete,üretime ve sömürüye yönelmiştir. Zaten Avrupa’daki ilk sermaye birikimleri İspanyollar ve Portekizliler tarafından yapılmış, daha sonra bu sermaye önce İngiltere daha sonra ise Fransa’da üretim sürecine geçilmesinde kullanılmıştır.

Avrupa’da feodal sistemin yıkılmasında ticaretin gelişmesi önemli etkenlerden biridir.Yerel sınırlardan kurtulan ticaret, modern ulus-devletin ortaya çıkışında işlevsel olmuştur. Ekonomik ve siyasal yapı arasındaki etkileşim Avrupa’nın Orta Çağ’dan çıkışına zemin hazırlamıştır. İlerleme vaadi medeniyet tasavvuruyla ilişkilendirilmiş, medeni olmayanları –barbarları– medeniyet standardına getirme çalışmasının bir parçası olarak savaş dâhil bütün zorlayıcı pratikler Avrupalılar tarafından meşrulaştırılmıştır.

Aslında genişlemenin bu ilk evresinde Avrupalılar tarafından ortaya konan pratikler
önceki medeniyetlerin pratiklerinden niteliksel yönden bir fark taşımaz.Zenginleşme,
daha etkin araçlara sahip olma, diğerlerini kolonileştirme, ticareti geliştirme ve siyasal tahakküm kurma gibi eğilimler önceki medeniyetlerin genişlemesinde de mevcuttur17. yüzyıldan itibaren Avrupa’nın gittikçe artan maddi gücü, onun aynı zamanda düşünsel alandaki etkinliğinin yükselmesini beraberinde getirmiştir. 18. yüzyıla gelindiğinde “Aydınlanma” felsefesi pek çok alanda kendini göstermiş (Buzan, & Lawson,2013) ve bütün insanlığa öncülük iddiasına sahip olmuştur. Oysa 18. yüzyıl ortasına gelinceye kadar Çin ve Hindistan, üretim tekniklerinin pek çoğunda en modern durumu temsil ediyordu ve bu Asya kültürleri ilerlemenin, refahın ve zenginliğin temsilcileri konumundaydı. Özellikle 19. yüzyılda hızlanan sanayileşme, dünyanın geri kalanı üzerinde Avrupa’nın maddi gücünü hızla yükseltmiş, bu durum Avrupamerkezci bakış açısının inşasına katkı sağlamıştır. 19. yüzyılda hız kazanan emperyalizm, “ilerleme” düşüncesiyle birleştirilmiş ve meşrulaştırılmıştır. “Avrupa mucizesi’” Avrupamerkezci
biçimde hikâyeleştirilmiştir.

20.yüzyıl başına kadar Avrupa’nın dünya üretimi içindeki payı, çok da önemli sayı-
lamayacak ölçüdeydi. 1700 yılı itibarıyla dünyadaki üretimde Asya’nın payının % 61,
Avrupa’nın payının ise % 31 olduğu tahmin edilmekteydi. Oysa 1913 yılına gelindi-
ğinde bu resim tamamen tersine dönmüştü. Asya’nın dünya üretimi içindeki payı %
24’e düşmüş, Avrupa’nın payı ise % 68’e çıkmıştı (Buzan, & Lawson, 2013). Bu sayı,
20. yüzyıl başına gelindiğinde dünya ekonomisi içindeki güç dengesinin tamamen
Avrupamerkezli hâle geldiğini göstermektedir. Bu gelişmeye paralel olarak başta
tarihyazımı olmak üzere fiziki ve sosyal bilginin üretilmesinde ve yeniden işlenmesinde Avrupa’nın öncülüğü ve merkezî konumu sağlamlaşmıştır.

Maddi güç ve zenginlik,bunlara sahip olanların manevi değerlerinin kabul görmesini hızlandırmaktadır. Ayrıca dünyayı derinden etkileyen iki büyük dünya savaşının Avrupamerkezli olarak cereyan etmesi, bir anlamda Avrupa’nın gücünü temsil etmiş ve ötekilerin periferi özelliğini pekiştirmiştir. Zaten Soğuk Savaş sona erdikten sonra ortaya atılan Batı’nın muzaffer olduğu ve tarihin sonunun geldiği tezinin temelinde, Batı dışı alternatifin mağlup olarak görülmesi (Fukuyama, 1992) varsayımı bulunur.

Batı Avrupamerkezli medeniyetin dünyaya genişleme ve onu denetimi altına alma
serüveninde en dikkate değer kırılma noktası, elbette Sanayi Devrimi’dir ki bu gelişme,Avrupa’nın daha önceki medeniyetlerden farkını oluşturmuştur. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere’deki dokuma tezgâhlarının el yapımı özellikten çıkıp üretim bandı şeklinde birer makineye dönüştürülmesiyle başlayan Sanayi Devrimi, ardından buharlı makinelerin icat edilmesi, kömür ve demirin hassas ham maddeler olarak ortaya çıkışına neden olmuştur. Daha önceki dönemde evlerde el tezgâhlarında dokunan kumaşlar,artık fabrika adı verilen toplu çalışma alanlarında gelişmiş tezgâhlarda dokunmaya aşlamıştır. Bu durum, Avrupa’nın ekonomik ve sosyal yapısını derinden dönüştürmüştür.

Seri üretim olgusu gelişmiş, ayrıca aynı mekânı paylaşan işçilerin zaman içerisinde ortak sınıfsal bir kimliğe geçişi sağlamıştır. Nitekim 1830-1850’li yıllar arasında Batı Avrupa’da yaşanan işçi devrimleri, bu gelişmenin sonuçlarıdır. Buhar makinesi gemi inşasında ve taşımacılığında köklü değişikliklere neden olmuş, ayrıca Avrupa’da kara parçaları üzerindeki demir yolu ağının gelişmesini sağlamıştır. Taşımacılıktaki köklü dönüşümün gerisindeki itici güç seri üretim olmuştur. Böylece hem fabrikanın ihtiyaç duyduğu ham maddenin bol miktarda ve en kısa sürede temin edilmesi hem üretilen ürünlerin pazara hızlı ulaştırılması sağlanmıştır. Ayrıca ticari sömürgecilikten sanayi evresine geçiş Batı Avrupa ile sömürgeler arasındaki ilişkileri de köklü biçimde dönüştürmüştür. Sömürgeler, artık sadece zenginliklerin talan edilebileceği coğrafyalar değil, bundan daha önemli olarak seri üretimin ihtiyaç duyduğu ham maddenin temin edileceği arz kaynakları ve üretilen ürünlerin satılacağı pazarlar olarak görülmeye başlanmıştır.

Böylece sömürgeler, yatırım yapılabilecek alanlar olarak öne çıkmıştır. Sanayi Devrimi’nden sonra vuku bulan Batı Avrupa-diğer coğrafyalar ilişkisi, bu yüzden artık salt ticari sömürgecilik olarak değil,daha çok yeni-sömürgecilik veya emperyalizm olarak nitelendirilir. Sonuçta Avrupa,sanayi devriminin neden olduğu gelişmeler yoluyla daha önceki medeniyetlerin yapamadığı bir şeyi yaparak dünyadaki bütün coğrafyaları içine alan bir sistem kurabilmiştir.

Bugün itibarıyla artık dünyadaki bütün toplumlar, Avrupa’nın sahip olduğu gelişmişlik ve refah düzeyine ulaşabilmenin hesaplarını yapmaktadır. Avrupa medeniyeti, kendisini,ulaşılması gereken bir standart olarak herkese kabul ettirmiştir.
Dünya tarihinde Avrupamerkezli olarak yaşanan bu değişimin merkezinde yer alan
olgulardan biri de kuşkusuz ulus-devletin ortaya çıkışıdır. Ulusal çıkar doğrultusunda
rekabet küreselleşmiş, bu süreç devletler arasında inşa edilen bir kısım pratiklerle yönetilmeye çalışılmış ve bu pratikler dünyaya yayılma eğilimine girmiştir.

Burada devletler arası pratiklerden en kayda değer olanlarından ikisi üzerinde kısaca durulmuş ve bunların Avrupamerkezciliği dünyaya genelleştirdiği gösterilmiştir.

Birincisi,diplomasidir. Diplomasi, modern uluslararası politikanın “başat kurum”u olarak ele alınır. Diplomasinin gelişiminde mutlak egemenliğe dayalı modern devletin yükselişe geçmesinin payı büyüktür. Aynı şekilde diplomatik pratiklerin yaygınlaşması devletler arasındaki rekabeti teşvik etmiştir. Diplomasi ve savaş, karşıt olgular şeklinde kavramlaştırılır. Bu çalışma kapsamında devletler arası pratiklerde diplomasinin iki temel işlevi önemlidir: temsil ve iletişim (Jönsson, 2002). Diplomasinin temsil işlevi yoluyla modern devletler arasındaki pratikler katı kurallara bağlanır, bir anlamda mutlak egemenlik öznelerini devletlerin oluşturduğu uluslararası toplum (Bull, 1977) içinde tescil edilir ve pekiştirilir. Bunlar da diplomasinin iletişim işlevi sayesinde pazarlık ve müzakere kanallarına dökülür. Bu yolla devletler aralarındaki sorunları ve anlaşmazlıkları şiddete başvurmadan çözmeye çalışır. Bu pratik bir taraftan uluslararası düzeni korumaya ve
barışı sağlamaya katkı yaparken aynı zamanda devletlerin varlığını, dokunulmazlığını
ve münhasır egemenliğini garantiye alır ve yüceltir.

Sonuçta uluslararası toplum içinde devletlerin mutlak egemenliği milletlerin self-determinasyon hakkının icrasını temsil etmiş olur. Bağımsız ve egemen bir devlete sahip olmaya çalışan her topluluk, bu ilkelere riayet ederek siyasal varlık statüsüne kavuşur.

İkincisi uluslararası hukuktur. Westphalia Antlaşması’nı takip eden dönem içinde
egemen ve eşit ulus-devletler arasındaki ilişkilerde diplomatik pratiklerin yanında bir
kısım temel hukuk kuralları da şekillenmeye başlamıştır. Avrupalı devletlerin dünya
politikasındaki ağırlıklarının artışına paralel biçimde uluslararası hukukun tarihi,
Avrupa medeniyetinin genişlemesiyle özdeşleştirilmiştir. Devletlerin egemenliği ve
eşitliği, siyasal bağımsızlığı, toprak bütünlüğü, iç işlerine karışmama gibi bir kısım
pratikler uluslararası hukukun temel prensipleri hâline getirilmiştir. Modern devletler,
söz konusu hukuk sisteminin temel öznesi addedilmiştir. 1904 yılı itibarıyla dünyada
uluslararası hukukun öznesi konumunda olan 46 devlet vardır. Bunların 22’si Avrupalı,21’i Amerikalı, diğer 3’ü ise Japonya, Liberya ve Kongo’dur (Koskenniemi, 2011). Ancak Avrupamerkezli biçimde gelişen modern devletler hukuku sisteminin, antik dönem kaynaklarından beslendiği de dikkate alınmalıdır.

Uluslararası hukukun dünyaya genelleşmesinde kolonileştirme ve sömürgecilik önemli bir yer işgal eder. Örneğin 1885 tarihli Berlin Konferansı sonuç bildirgesinde, dünyanın “medeni” ve “barbar” milletlerden oluştuğu açıklanmıştır. Medeni kısım, Avrupa kültürüne ait olanlardır. Avrupa’nın dönüşümü ve yükselişi doğrusal bir çizgide tahayyül edilmiş ve “insanlığın ilerlemesi” şeklinde kavramlaştırılmıştır. Bu yaklaşım eski dönemlerden beri hâkim bir tarihyazımı yaklaşımı olan döngüsel anlayışı ters yüz etmiştir.Döngüsel tarih anlayışının en olgun analizi, İbn Haldûn’nun Mukaddime’sinde (Uludağ,2011) bulunur.

Uluslararası hukuktaki Avrupa belirleyiciliği Westphalia Antlaşması ile başlamış, 1945 yılında BM’nin kurulmasıyla diğer milletlerin tam anlamıyla katılımına açılmıştır. Ancak,diğerlerinin katılımı uluslararası hukukun temel felsefesine bir meydan okuma ve alternatif önerme şeklinde değil, Avrupalı devletlerin sahip olduğu hakların diğerlerine genişletilmesi şeklinde gelişmiştir.Modern uluslararası hukukun yazımı Avrupa kültür ve medeniyetinin genişlemesiyle paralel bir seyir izlemiştir. Bu genişleme sırasında Avrupalı güçler “hakkın sahibi” medeni milletler olarak kavramlaştırılırken ötekiler “haktan yoksun” ve “köleleştirilmeye müsait barbar kavimler” olarak tasvir edilmiştir.

Bu bakış açısı, klasik Yunan site devletlerinin dış dünyaya bakışının tipik bir tekrarından başka bir şey değildir. Dünyanın geri kalan bölgeleri ana ülkenin refahına katkı sağlayan maddi araçlar, hatta hak olarak düşünülmüştür (Tekeli, 1998). Batılılar Doğu’yu ele alırken tamamen kendilerini merkeze koymuşlar ve mevcut çıkarları doğrultusunda kendilerine hizmet edecek bir Doğu inşa etme işine girişmişlerdir (Said, 2012).

Günümüze gelindiğinde, geçen yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan değişiklikler neticesinde uluslararası hukukun konuları da genişleme eğilimine girmiştir. Ticaret ve ekonomik faaliyetlerin serbestleştirilmesi, az gelişmiş ülkelerin kalkınma sorunları,çevrenin korunması, insan haklarına riayet gibi konular Avrupa’ya münhasır “aydınlanma” ve “medenileşme” idealleri çerçevesinde ilerlemeci söylemle dünyanın hepsini kapsar bir duruma gelmiştir (Koskenniemi, 2011). Küresel ölçekte taraf, hatta bazı özel koşullarda taraf olmayan devletler açısından bağlayıcı bir nitelik kazanan pek çokuluslararası sözleşme imzalanmış (1949 Viyana Konvansiyonları, BM Şartı, Soykırımın Yasaklanması Sözleşmesi gibi), bunlar doğrultusunda bazı uluslararası kurumlar kurulmuş (Uluslararası Adalet Divanı, BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi), böylece dünyanın her noktasının aynı medeniyet ölçütü nispetinde ilerlemesi hedeflenmiştir.

Mevcut uluslararası hukuk çerçevesinde, örneğin self-determinasyon ilkesi hemen hemen herkes tarafından kabul edilmiş vaziyettedir.Bugün ulus-devletleşme süreci gelişmiş Batı’da göreceli olarak istikrarlı biçimde yönetilebilmektedir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, özerkliğin tanınması, yerel kültür ve kimliğin yaşam alanına dokunulmaması yoluyla bugün Avrupa’da var olan pek çok ayrılıkçı eğilim, mücadelesini daha barışçıl bir şekilde vermektedir (Bask, K.İrlanda, İskoçya, Korsika gibi). Ayrıca ulus-devlet ötesi siyasal bir yapı olarak ortaya çıkan Avrupa Birliği, kıta içindeki mikro-bölünmelerin aslında makro düzeyde bir arada tutulmasının aracı vaziyetindedir. Oysa ulus-devletleşme sürecini sağlıklı biçimde yönetemeyen Avrupa dışı coğrafyalarda bu ilkenin uygulanması yoluyla dünyadaki ulus-devlet sayısı sürekli biçimde artmaktadır. Avrupamerkezli olarak ve modern devlete bağımlı biçimde gelişen uluslararası hukuk ilkeleri ve pratikleri, tıpkı diplomaside olduğu gibi tarihin Avrupamerkezci biçimde ele alınmasına yol açmıştır. Hem Avrupalı devletlerin gelişimi böyle bir seyir izlemiş hem de Avrupa dışı coğrafyalardaki devletlerin eğilimleri bu yönde olmuştur.

Böylece dünya politikasındaki güç ağırlığını temsil eden diplomasi ve uluslararası hukuk gibi pratikler yoluyla dünyadaki herkes, kendisini Avrupa’ya göre konumlandırma gayreti içine girmiştir.Sosyal bilimlerin bir dalı olarak “Uluslararası İlişkiler” disiplininin tarihi, yüz yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Modern devletler arası ilişkilerin tarihi, yaklaşık dört asırlık bir geçmişe sahiptir. Oysa devletler arası ilişkilerin tarihi ise insanlık tarihiyle eş bir geçmişe sahiptir (Ateş, 2009a). Bugün bu alanda Avrupa merkezli pratiklerin hâkim olmasının en önemli açıklaması, dünya politikasında sahip olunan ağırlıktır. Bunun sonucunda tarihyazımı da Avrupa esas alınarak icra edilmektedir. Sosyal bilimlerdeki özelleşmede bile bu durum kendisini kısmen göstermektedir. Uluslararası İlişkilerin münhasır bir araştırma alanı hâline gelmesiyle devletlerin birbirleri üzerinde veya genel olarak ulus-lararası politika alanında etkinlik kazanma süreçleri arasında çok yakın bir ilişki vardır.

Örneğin Soğuk Savaş döneminde Uluslararası İlişkiler bir “Amerikan disiplini” olarak
tasvir edilmiştir (Hoffmann, 1977). Bunun nedeni, yeni doğan bu sosyal bilim alanının icra edildiği dönemde ABD’nin dünya üzerinde hegemon vaziyette bulunmasıdır.Devlet merkezli uluslararası ilişkiler çalışmalarında devletler, tarihsel bağlamdan ve mekândan kopartılarak insanlık tarihi boyunca belirli şekillerde var olagelmiş evrensel yapılar şeklinde arz edilir. Oysa evrensel olarak var olanın devletten ziyade söz gelimi milletler olduğu ileri sürülebilir. Zaten bu yüzden, devletler arası politika kavramından ziyade “uluslar”arası politika kavramı daha yaygındır.

Modern dönemde devlet ve ulus olguları ülkesellik üzerinden tam olarak birbiriyle örtüştürülmüş olduğundan bugün uluslararası politika dendiğinde sadece devletler arası ilişkiler anlaşılmaktadır.Siyaset bilimi, sosyal kuram ve uluslararası ilişkiler yaklaşımlarında Avrupa tarihinde 15. yüzyılı takip eden dönemde yaşanan göç hareketleri, kolonileştirme ve sömürgecilik eleştirel bakış açısından azade kılınarak âdeta doğallaştırılır.

Diğer toplumların benzer şeylere girişmesi bugün artık neredeyse imkânsız görülmektedir. Bu imkânsızlık, fiziki şartların olmaması anlamında değil, Avrupa’nın dünyaya hâkim kıldığı değerler çerçevesinde kavramlaştırılan ahlakilik kapsamında tanımlanmaktadır.Siyaset kuramıyla uluslararası ilişkiler birbiriyle yakından ilgilidir. Çünkü iktidar mücadelesi, sadece sınırları kesinleştirilebilen belirli bir toplum içinde vuku bulmaz.

Tam tersine toplum içindeki iktidar mücadelesi, toplumun –ki toplumun modern dönemde en belirleyici tanımlayıcısı devletin sınırlarıysa– ötesine taşar. Böylece devletler arasında sonu gelmeyen bir iktidar mücadelesi yaşanır. Uluslararası ilişkiler alanında yapılan temel çalışmalar, tabiatı itibarıyla o günkü dünya politikasında etkin olan devletler arasındaki ilişkiler üzerinden yürütülmektedir. Bu durumda uluslararası ilişkiler çalışmaları barışın korunma şartlarını bulmayı hedeflerken aynı zamanda statükonun devam ettirilmesinin koşullarını öne çıkarmış olur.

Uluslararası ilişkilerdeki tarihyazımı, doğal biçimde Batı dışı toplumların dünya poli-
tikasındaki varlığını görmezden gelmeye yönelir. Çünkü bunların mevcut dünya
politikasındaki rolü, gelişmiş ülkeler arasındaki güç mücadelesine sahne olmaktan
öteye geçmez. II. Dünya Savaşı’nın ertesinde her ne kadar Batı tipi modern ulus-devlet dünyaya yaygınlaşmış olsa da modelin her yerde aynı şekilde işlevler üstlendiğini ve benzer niteliklere sahip olduğunu iddia etme zordur. Bu noktada gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında bir ayrım yapmak gerekecektir. Her iki coğrafyada devlet, egemenlik, eşitlik, diplomatik pratikler, iç işlere karışmama, ülkesellik ve uluslararası hukuk kurallarından anlaşılan ve pratiklere yansıyan davranışlar farklılıklar arz edebilmektedir. Buna karşın modern tarih, sonuçta Batı merkezli olarak yazılmıştır.

Bu yazımda Batı’da vuku bulan ve dünya politikasını etkileyen büyük dönüşümler önemli rol oynamıştır: Coğrafi Keşifler, Avrupa’daki din savaşları, imparatorlukların yıkılması,denizaşırı sömürge imparatorluklarının kurulması, Sanayi Devrimi, Fransız Devrimi,ulus-devletleşme, işçi devrimleri, dünya savaşları bunlar arasındadır. Batı dışında yeşeren modern devletler de kendi varlıklarının temelini buraya dayandırmıştır.

Devamı için bkn:(2) https://www.ilimsofrasi.com/2018/08/uluslararasi-politika-ve-avrupa-2.html

Devamını Oku »

Postmodern Dönemde Medya



Postmodern toplum, farklı niteliklerle öne çıksa da tüketim olgusunun odakta olduğu bir toplum olarak tanımlanabilir. Küre­selleşmenin doruk noktasına ulaştığı ve yerelliğin de buna bağlı ola­rak Ön plana çıkağı bu dönemin düşünsel olarak ayırt edici özelliği, modernitenin ve tabiî olarak araçsal aklın ve Aydınlanmanın dört bir yandan eleştiriye tabi tutulması ve kültür endüstrine mahkûm homojen toplum tipolojisinin reddedilmesidir. Modernliğin ileri bir biçimi olduğundan söz eden düşünürler olsa da, postmoderniteyle modernitenin temel referansı olan Aydınlanma düşünce­sinden bir kopuş kastedilmektedir. Sarup un deyişiyle, “Postmodernizm, modernizmin devamı olan bir süreklilikten çok modernizmin yerleşik biçimlerine bir karşıtlıktır?(39)

Bu nedenle Habermas da, Aydınlanma ve modernliğin geti­rilerine, nesnel bilim ve evrensel ahlâka muhalefet eden ve kökleri Nietzsche, Heidegger ve Bataille’de yatan -başta Foucault, Lyotard, Baudrillard ve Derrida olmak üzere- postmodernist olarak anılan isimleri(40) yeni-muhafazakâr olarak vasfedip eleştirmekte­dir. Habermas’ın eleştirisinin yoğunlaşağı noktalarsa; postmodernistlerin Aydınlanma çizgisindeki bilim-sanat-din-felsefe ay­rımını yok saymaları, mantığın ve sözün hiyerarşik üstünlüğü yerine retorik ve yazıyı öne almaları, öznelcilik ve görececilik yan­lısı olmalarıdır.(41) Bu eleştirilerin kaynağı, postmodernistlerin te­mel söylemlerinin amaçların yerini araçların alması söylemidir ki bundan kasıt, doğruluktan işlerliğe kayma ve dikkatlerin eylemin amaçlarından eylemin araçlarına çevrilmesidir.

“Bilimin amacı artık doğruluk değil işlerlik artırımıdır -yani, ku­rulabilecek en iyi girdi çıktı dengesi. Bilim adamları, teknisyenler ve araç gereçler doğruluğu bulmak adına değil, iktidarı büyütmek adına satın alınırlar. Günümüzde sorulan soru artık “doğru mu?” sorusu değil, “ne işe yarar?” sorusudur. Bilginin ticarileşmesi bağ­lamında bu soru daha çok “satılabilir mi?”, iktidarın büyümesi sü­recinde ise “etkili mi?” sorusuna karşılık gelmektedir.”(42)

Bu yeni süreçte, işlerliğin artırımına dönük biçimlenmede piyasa metaın kullanım değerini de ortadan kaldırmış ve böylece yararlılığın yerine gösterge işlevi geçmiştir. Artık pazardan temin edilen mal, belli bir ihtiyaca yönelik olmaktan ziyade kullanım değerinin ötesinde simgesel anlamlarından dolayı imrenilen, sa­hip olunmak istenen, alınan ve tüketilen göstergelerden ibarettir.(43) Bütünüyle postmodern bir kültür olan tüketim kültürüne eleştirel yaklaşan Baudrillard'ın vurguladığı gibi tüketimcilikte arzu edilen şey, tüketilen gerçek nesneler değildir. Gerçek nesneler, arzuların yerine konan şeylerden ibarettir. Doyurulması gereken arzular bi­yolojik olmaktan çok simgesel arzulardır. Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkültürlülük onaylanmakta ve popülarite ve farklılık göklere çıkarılmaktadır.(44)

Sanayi sonrası toplumunda sıkça görülen esnek üretim mo­delleri, üretim ve tüketimdeki standardizasyonun ortadan kalkması gibi yeni biçemler, bu kültürle beraber postmoderniteyle yoğunlaşan belirsizlik vurgusunun endüstriye doğrudan etkisi olmakla birlikte üretimde önceliğin artık bilgide olduğu görülür. Einstein'in rölati­vite teorileriyle bilimsel paradigma kayması yaşanırken endüstriler artık hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını büyük öl­çüde yok ederek bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır. Bilgi üretimin esas gücü olmuştur. Fabrikalarda çalışanların ve tarım iş­çilerinin sayısı azalırken teknik bilgi sahibi, profesyonel ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlemlenmeye başlamıştır.(45)

Çalışma hayatıyla birlikte değişen toplumsal yaşam başta de­ğerler dünyası olmak üzere, bireylerin ve toplumların tüm anlam­landırma biçim ve süreçlerini de baştan aşağıya yenilemiştir. Böylece ortaya çıkan bu yeni toplum tipini çeşidi düşünürler gösteri toplumu, tüketim yoluyla denetim altında tutulan bürokrasi top­lumu, sanayi sonrası toplum gibi çeşidi adlandırmalarla nitelemiş­lerse de toplumun en başat tarafına yönelik adlandırmaya başvu­rursak medya ya da bilgi toplumu nitelemesi daha uygun olur. Nitekim Giddens'in dediği gibi, “postmodern dünya, üzerinde med­yanın egemen olduğu ve bizi geçmişimizin dışına çıkaran (...) iler­leme düşüncesin anlamının kalmadığı''(46) bir dünyadır.

Medyanın egemenliğindeki söz konusu kökten değişimin te­mel aracı olması bağlamında toplumun bilgi/enformasyonla nite­lenmesi mümkündür. Neticede sanayi toplumu nitelemesindeki başat öğenin sanayi devrimi olması gibi bilgisayarların hayatın her alanına yoğun bir şekilde girişi, iletişimin ve dolaşan enformasyo­nun artışı, dünyanın her tarafından bilgi alma imkânının insana sağladıkları göz önüne alınarak elektronik devrimiyle de enformas­yon toplumuna geçilmekte olduğu ileri sürülebilir.(47) Bu dönemde kitle iletişim araçlarının ve yani medyanın egemenliğinden bahse­dilme olanağı yaratan en büyük fonksiyonu, medyanın sahip ol­duğu araçlar vasıtasıyla geniş kitlelerin dünyayı anlamlandırmaları için gerekli olan her türlü anlam ve bilgiyi yeniden üretmesidir.

Bu kapsamda medya, bir bütünleşme aracı olan toplumsallaşmaya da hizmet eder: Toplumsallaşmanın, toplumun mevcut değer ve norm­larının bireye öğretilmesi ve bireyin öğrendikleriyle duruma, rolüne ve statüsüne göre davranması olduğu düşünülürse tek tek tüm bi­reylerin toplumsal varlığı üzerindeki tesiri daha anlaşılır olacaktır. Kızılçelik’in ifâdesiyle “sosyalizasyon ajanı” işlevi de gören medya­nın, toplumun yaşama biçimine işaret eden kültür üzerindeki etkisi de aynı ölçüdedir: Her türden toplumsal değer, norm, örf, adet, gelenek, görenek, ahlâk, inanış ve toplumu özgünce var eden tüm semboller medyanın etkisine ve hatta baskısına maruzdur.

Aslan’a göre çoğu ampirik nitelikli olan araştırmaların bul­gularına göre bu hâliyle medya, toplumsal durum belirlemede ve gerçekliği şekillendirmede çok etkin bir role ve güce de sahiptir. Doğal olarak bu etkiler, egemen durumda olan ve medyanın sa­hibi olan kişi ya da kesimlerin belirlemeleri doğrultusunda ger­çekleşmektedir.

“Düzmece ya da propaganda amaçlı olaylar (psudo-events) veya “suni gündem" betimlemesinde de açıklıkla ifade edildiği gibi medya, olayları ve gerçekleri az ya da çok, kendi bakış açısı doğrul­tusunda çarpıtır."(48)

Medyanın sahipliği meselesinde en kritik husus medyanın aynı zamanda çok büyük bir ekonomik sektöre dönüşmüş olma­sıdır. Medya, az maliyet ve kâr maksimizasyonu mantığıyla çalışan şirketlerin yer aldığı bir endüstrinin bütünüdür de. Medya bu an­lamıyla demokrasiler için dördüncü kuvvet olarak vasfedilmek bir yana dursun Chomsky’nin belirttiği gibi halkın gerçek sorunlarım değil, egemenlerin ele almak istedikleri sorunları gündemine taşır: Büyük şirketlerin Amerikan medyası ve küresel medya üzerindeki egemenliği sayesinde Soğuk Savaş süresince Sovyetler Birliğine yönelik korku iklimin yaratılması ve 1991den sonra küresel terörızm gibi yeni korkular yaratarak demokrasi gibi gerçek sorunların tartışılmasını engellediği düşünülür.

Baudrillard’ın da vurguladığı gibi, günümüzde iletişimin gücü sayesinde “kamusal uzam bir gösteri olmaktan çıkarken, özel uzam da bir sır olmaktan çıkmaktadır. Artık gerçek diye nitelenen, dün­yayla kurulan bağlantı değil televizyon ekranlarından verilendir : Te­levizyon dünyadır.''(49) Böylece gerçekle gerçek olmayan arasındaki fark da postmoderniteye uygun olarak giderek belirsizleşmektedir. Nitekim postmodernist sanatın en çok vurgu yaptığı temalardan birisi olan oyun, gerçekle gerçek olmayan arasındaki yer değişimi, üstkurmaca, rastlantısallık gibi belirsizlik durumları günlük haya­tın da etkili bir parçası hâline gelmiştir.

Sosyal medya olgusu, postmodernitenin bu durumunun en aşikâr ifadelerinden biridir, insanlar artık artan bir şekilde alışveriş­lerini internetten yapmakta, giysileri denemeden, parfümleri kok­lamadan, sebze-meyveyi dokunmadan almaktadırlar. Buna ilaveten maddesel tüketimin ötesinde; arkadaşlık, sohbet etmek gibi çeşitli aktivitelerde fazla emek verilmeden, kolay ve hızlı bir şekilde ya­pılabilmektedir. Gerçekle gerçek olmayanın (sanal), modelle ger­çeğin birbirine karıştığı bu dünya, Baudrillard’ın “hiper-gerçek dünyacıdır: “Habersizsiniz, toplumsal sizsiniz, olay sîzsiniz..? Baudrillard, konuyu kısmen başka bir düzlemde ele almışsa da ‘Yeni Medya’ ile işaret ettiği alan, bugün bir düzen hâlinde ortada dur­maktadır. Ki bu düzende “her birey başlı başına bir medya kanalı olmuştur adeta. Bireylerin, kaç takipçisi olduğu, ürettiği içeriklerin ne kadar paylaşıldığı gibi verilerin ölçümünü yapan (...) birçok site (bile) vardır.''(50)

1970’lerden itibaren hayata geçen ve 1990’lardan sonra hız­lanarak öne çıkan internet kullanımı, farklı tür ve İçeriğe sahip web sitelerinin ortaya çıkmasıyla yaygınlaşmış ve giderek artarken,kitle iletişim araçları içinde onu özel bir yere doğru taşımaya başla­mıştır. Özellikle 2000'li yıllarda cep telefonlarının da erişim sağla­ması ve sosyal medya patlamasıyla kullanıcı sayısı doruk noktasına ulaşmıştır.(51) Haber siteleri, bloglar, sosyal ağlar, etkinlik yayıncılığı, wikiler, sosyal etiketleme siteleri, video ve fotoğraf paylaşım site­leri, yorumlar gibi yaygın türlere sahip sosyal medya, kullanıcıla­rın kendi ürettiği İçeriği yayınladığı ve paylaştığı her türlü internet tabanlı platformun genel adıdır. Bilgi ve haber aktarımı niteliğin­den ötürü kitle iletişim aracıdır, yani medyaya dâhildir. Geleneksel medyadan en büyük farkı çok taraflı olması, karşılıklı bir iletişimin söz konusu olmasıdır. Bununla birlikte etkileşimselliği nedeniyle kullanıcıya dayanan üretimin sürekli güncellenme olanağı vardır. Medyaya göre en büyük avantajlarıysa hızlılık ve kullanışlılıktır. Kişilerin birbirleriyle, kurumların kişilerle doğrudan iletişim ku­rabildiği ve geri dönüş alabildiği bir platformdur.

Medya araçlarının sosyalleşmesi demek olduğu kadar toplu­mun da medyatikleşmesi anlamlarını barındıran sosyal medyanın son dönemde adından sıklıkla bahsedilme sebebiyse siyasal ve sos­yal olaylar üzerindeki tesiridir. Amerikan başkanlık seçimlerinde Obama'nın sosyal medyadan yoğun bir şekilde istifade etmesi, hü­kümetler tarafından gizlenmiş bir takım belgelerin Wikileaks ile duyurulması, çeşitli siyasal/tarihî sorunlar için imza kampanyaları düzenlenmesi, hakkında toplatma karan çıkan bir kitabın paylaşıl­masıyla beraber internet üzerinden on binlerce kişi tarafından erişil­mesi ve bazı Arap ülkelerinde çıkan iç karışıklıklarda sosyal medya üzerinden örgütlenme ve propaganda yapılması bu anlamda en çok öne çıkan örneklerdir.

Bu tür örnekler sosyal medyanın birey, toplumsal yapı, toplumsal ilişkiler ve toplumsal değişme üzerinde oldukça etkin bir araç olarak kullanılabileceğini ve kullanılmakta olduğunu göstermek açısından ilginçtir. Aynı zamanda bilgi toplumuna geçişle birlikte başladığı değerlendirilen bu dönüşüm ça­ğında toplumsal olanın ve sosyolojinin anlamı üstüne de bazı dik­kat çeken hususları göz önüne getirmektedir. İnternet kullanımın yaygınlaşmasına koşut olarak sermaye ve ticaretin daha hızlı kü­reselleşmesiyle birlikte yerel olanın değer kazanması, hegemonya­nın tasfiyesi konusunda umutlar üretmesiyle birlikte kitle-iktidar ilişkilerinde kitlelerin aleyhine bir gelişim göstermesi, toplumun bilgilenme sürecinde yarattığı yapısal değişimle birlikte geniş manipülasyon olanaklarına sahip olması, dünyanın postmodern sü­reçteki bu çok kutupluluğunda sosyal medya ve internetin kendi içinde çelişkiler de barındıran bazı sonuçlarıdır.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:186-192

Dipnotlar:

39 (a.g.e.: 206)

40 Postmodern etiketi kullanılsa da bu isimler bunu kabul etmemişler­dir.

41 Kızılçelik, S. (2000). Frankfurt Okulu. Ankara: Anı Yay., s.202- 206.

42- Sarup, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A. Çev.) Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 198-199,

43- Şan, M. K. ve Hira, 1. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11,11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr

44- Sanıp, M. (1996). Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Güçlü, A Çev») Ankara: Bilim ve Sanat Yay., s. 237,

45- Lyotard, J. F. (2000). Postmodern Durum, Bilgi Üzerine Bir Rapor. (Çiğdem, A. Çev.) Ankara: Vadi Yay., s. 22.

46- Giddens, A. (2008). Sosyoloji. (Güzel, C. Yay. Haz.) İstanbul: Kır­mızı Yay., s. 152.

47- Şan, M. K. ve Hira, î. (2003). Sanayi Sonrası Toplum Kuramları.11.11.2011. www.sosyoloji.sakarya.edu.tr.

48 Arslan, D.A. (2004). Medyanın Birey, Toplum ve Kültür Üzerine Et­kileri, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 01.11.2011, http://www. ınsanbilimleri.com

49- Sarup, M. (1996). Poslyapısalcılık ve Postmodernizm. (Guçlü, A. Çev„) Ankara: Bilim ve Sanat Yay, s.236.

50-Baudrillard, J.(2010). Simulakrlar ve Simülasyon (5.Basım). (Adanır, O. Çev.), Ankara: Doğubatı Yay, s.53»

51 TÜİK'un 2011 yılı Nisan ayında gerçekleştirilen “Hane Halkı Bi­lişim Teknolojileri Kullanım Araştırması” sonuçlarına göre, Türkiye genelinde hanelerin %42,9'u internet erişim imkânına sahiptir. Bu oran 2010 yılının aynı ayında % 41,6 idi. (http://www.tuik.gov.tr, 2011)
Devamını Oku »

Sentetik Hayatlar ve Tüketimin İdeolojisi

Featherstone,(107) endüstriyel toplumların yaygın yaşam bi­çimi olan tüketim kültürünü tahlil ederken ilk olarak sözkonusu olguyu kapitalizmle açıklayan teoriden bahseder. Buna göre çağ­daş Avru-Amerikan toplumlarını eşitlik ve özgürlük etrafında bir­leştiren kapitalizm, öte yandan boş zaman ve tüketimi öne çıkar­mıştır. Moderniteyle hilafi bağlamında postmoderniteyi, esasen bir dönüşüm süreci olarak nitelemek mümkündür. Özellikle XIX. as­rın sonuyla XX. asrın başlarındaki sanayileşme hızı, rekabetin güç­lenmesi ve işçilerin kentlere yığılmasıyla kapitalist bir kitleselleşme zuhur etmiş ve bu, dönüşümün esas motoru olmuştur. Hayatın tüm boyutlarının araçsal rasyonel hesaba tabi kılınmasıyla özsel tüm farklılıkların, kültürel geleneklerin ve niteliklerin niteliklere dönüştü­rüldüğü bu sürecin ilk ürünüyse tüketim toplumu olgusu olmuş­tur: Artan ihtiyaçlar, sıradanlaşan lüks ve şirketler arasındaki reka­bet ve kâr arayışlarında palazlanan hızlı tüketim... Fransız ihtilâli ile birlikte siyâsetin öznesi olması beklenen toplum, tüketimin yaygınlaştırılması arayışı doğrultusunda medyanın müşterek kabuller dayatması neticesinde ideolojinin bir nesnesine, bir kitleye dönüştürülmüştür.

Featherstone’ın kitle kültürü ve tüketim toplumu kavramla­rının büyük oranda kapitalist üretim tarzının bir neticesi olduk­larına dair izahatını müteakip aktardığı ikinci perspektifse daha baskın biçimde sosyolojik bir sunum yapar. Burada tüketim sınır­lılıkları itibariyle insanların elde ettikleri doyum ve statüler üze­rinde durur Buna göre tüketim, tabakalaşmanın da bir göstergesi olarak bireylerin farklılaşmasına olanak sağlayacaktır. Oysa iş ha­yatının rutinleştiriciliği ve yabancılaşana etkisi sebebiyle genelde fertler birbirinin benzeri hâline gelmişlerdir zamanla.

Tüketim kül­türünün yarattığı bireyselliğin, sömürü ve toplumsal kontrolü sağ­lamak gayesine hizmet etmesiyle birey pasifize edilmiş, toplum da salt bu kültürle yoğrulmuş ve böylece geleneksel cemiyetlerin çe­şitliliğinin aksine modern toplumda her şeyle beraber kültür de standartlaşmıştır.(108) Bu kültürde, geleneksel ayrılıklar çökmekte, çokkülturlülük güya tasdik edilerek popülarite ve farklılık gök­lere çıkarılmaktadır.(109)

Üçüncü perspektifse bedensel tahrik ve estetik hazlar vaad eden duygusal zevkler, rüyalar ve arzulara dairdir. Gösterge de­ğeri yaklaşımına bağlı olarak doyurulması gereken arzular biyolo­jik olmaktan çok sembolik arzulardır. Featherstone’ın dediği gibi, tüketimin, maddi bir etki olarak değil, göstergelerin tüketimi ola­rak anlaşılmalıdır.
Bu nokta yazarın postmodernitede kültür kavramının ki­lit rolünü vurguladığı noktadır. Çünkü aktardığı gibi bazı neo- marksistlerin kapitalizmin yeniden üretiminde kültürün önemin­den bahsetmelerinin sebebi, mevzubahis gösterge değerleridir:

“Sözgelimi Jamcson kültürün ‘bizzat tüketim toplumunun asli bir öğesi’ olduğunu, ‘hiçbir toplumun bu toplum kadar göstergelere ve imajlara doymuş olmadığını' yazar (...) Baudrillard geç kapıtalîst toplumda elektronik kitle iletişim araçlarının oynadığı kilit role dikkat çeker. Televizyon gerçeklik duygumuzu tehdit eden bir imaj ve enformasyon aşırılığı üretir. Anlamlandırma kültü­rünün zaten göstergelerin ve imajların dallanıp budaklanması­nın, gerçek ve hayali arasındaki ayrımı silikleştirdiği bir simülasyon dünyasına yol açar."

Kültürün kapitalizm için taşıdığı değeri ortaya koyan ise yeni orta sınıftır. Farklı kuramcılar tarafından yeni küçük burjuvazi, bilgi sınıfı, yeni sınıf yeni entelektüeller gibi isimlerle tesmiye edilen bu hizmet sınıfına Featherstone, kültür aracıları demeyi tercih eder. Daha genel bir kavram olan yeni orta sınıf kavramı ziyâdesiyle mü­dürlere, işverenlere, bilim insanlarına işaret ederken kültür ar acılan; farklı bir sektörü, “simgesel malların ve hizmetlerin tedârikiyle” iş­tigal edenleri tanımlamaktadır. Kimdir bunlar?

“Pazarlama, reklam ve halkla ilişkiler uzmanları, radyo ve televiz­yon yapımcıları, sunucular, magazin muhabirleri, moda yazarları ve yardım uzmanları (sosyal yardım çalışmaları, evlilik danışmanları, cinsel terapistler, diyetisyenler, oyun önderleri vb.)."

Kültür aracları, adlandırıldığı gibi sınıflar arasında aracılık ederler: Üst sınıfların hayatlarını renklendiren teferruatı alt sı­nıflara aktarırlar ve böylece postmodern söylemle koşut olarak popüler kültür/yüksek kültür ayrımının ve simgesel hiyerarşile­rin ortadan kaldırılmasına hizmet ederler. “Spor, moda, popüler müzik ve popüler kültür gibi yeni alanları geçerli düşünsel analiz alanları olarak meşrulaştırarak entelektüellerle ortaklık kurar[lar]. Kültür aracılarının eskiden burjuvaziye ya da sanat çevrelerine tahsisli olan ayırt edici tavırları, ayırt edici oyunları ve diğer ruh­sal zenginlik göstergelerini neredeyse herkese sunmasıyla sanat da giderek daha az seçkinci, daha profesyonel ve daha demokratik bir karakter kazanmıştır yazara göre. Böylece edindikleri saygı­nın yükselişi, yeni orta sınıfın estetik, üslup, hayat tam, hayatın üsluplaştırılması ve duygusal keşfe yönelik artan hassasıyyetle bir arada gelişmiştir.

Featherstone’ın üzerinde durduğu bir diğer kavramsallaştırma olan günlük hayatın üsluplaştırılmasıysa mevcut kültürel âlemde bireyselliğin, kendini ifade etmenin ve uslupçu bir özbilincin yön­temi olan bu hayat tarzı kavramına dayanır. Postmodern dünyada hayat tarzı, bireyin tüm varoluş sahasının “fark edilmesi'’ ile ilinti­lidir:

Bedensellik/güzellik/karizma, giyim şekli, konuşma biçimi; hobi, otomobil, mobilya, ev seçimi ve yani bütün olarak kişinin beğeni ve üslup duygusunun bireyselliğinin işaretleri olarak tüketim tercihleri ile sınırlıdır.

“Bir hayat tarzının bireyselleştirilmesine duyulan ilgi ve üslupçu özbilinç yalnızca gençler ve zenginler arasında görülmez; tüketim kültürünün yaygınlığı yaşamımız ya da sınıfsal kökenimiz ne olursa olsun hepimizin kendimizi geliştirme ya da ifade etme olanağına sa­hip olduğumuzu gösterir. Bu dünya, ilişkilerinde ve tecrübelerinde yeninin ve en son modanın peşinde koşan, maceradan hoşlanan ve hayatın tüm olanaklarını araştırmak için riske giren, yaşayacağı tek bir hayat olduğunun ve bu hayattan zevk almak, yaşantılamak ve dışavurmak için çok gayret etmesi gerektiğinin bilincinde olan er­kek ve kadınların dünyasıdır.”

Günlük hayatın estetikleştirilerek üsluplaştırılması daimî bir şekilde yeni modaların, yeni üslupların, yeni hissedişlerin, mace­raların ve tecrübelerin arayışına yön verir. Bu da yenilenme, sahip olma, satın alma, şeyleşme süreçleriyle birlikte güç aldığı piyasa di­namizminin sürekliliğine hizmet eder.

Nihayetinde Baudrillard’ın da evvelce gösterdiği gibi tüke­tim kültürü tam anlamıyla postmodern bir kültürdür: Tüm de­ğerlerin aşın değerlendiği ve sanatın gerçeklik karşısında zafer ka­zandığı derinliksiz bir kültür biçimidir. Bilgiyle birlikte, üretim/ tüketim dengesinin, siyasal yapılanmanın yanı sıra kültürün post- modern dünyada içinde kaybolduğu yeni gerçeklik, tüm sanatların da eksenlerinin kaymasını sağlamıştır. Bu kaymanın temel vasıtası olarak kültürün gösterge değerince biçimlenmesi, lüks tüketim, sı­radan hayatın estetize edilmesi gibi eğilimler birey ve toplumların içsel değerlerinin yansıtıcısı olarak bir neden değil sonuç olarak değerlendirilmelidir.

Bilimlerin görecelı/parçalı gerçekliğe dönüş­mesi, hakikatin bilinemez ya da belirsiz hâle gelmesi, tarihi veya ulusal olanın ideolojik birer çıkarsamaya dönüşmesi, dinî olanın bireyselleştirilmesi ise felsefi ya da zihnî kavrayışın özüne ilişkin se­beplerdir. Burada ekonominin yeriyse bu iki esas değerin arasıdır, yani tüm kültürle birlikte bir eser olmakla birlikte ekonomi aynı za­manda bir anlayışın toplumsal yansımasına göre biçimlenir ki kül­tür için kilit kavram yeniden-üretimdir: İktisadî olanın devamlılığı için tüm kültür, bir yeniden-üterim vasfi da taşımaktadır.

Postmodernitenin özellikle kültür alanında tanımlanması, onun kapitalizmin küresel ve mütehakkim karakteriyle de bu nok­tada ilişkilidir: Mutlakıyetin yokluğunun farz edilmesi, belirsizlik, bilinemezlik ve yerine geçebilirlik; temelde bireyin ekonomik var­lığını yok ederek holdinglerin/şirketlerin esiri etmekte, siyasal ör­gütlülüğü yerine öznelliği sunmakta, kültürel anlam dünyası yerineyse anlamı belirsiz bir serbestiyet sunmaktadır. Gerçekten de postmodern bireycilik farklılaşma, ayrışma -tersine izolasyon- ile tahkim edilir. Bunun için postmodern birey, kendini toplumun bir parçası değil, toplum tarafından kuşatılmış, zamansız, mekânsız bir özne olarak nitelemektedir; maddî piyasada bireylerin farklılığını öne çıkaracak tüketim nesnelerine yönlendirilmeleri de mânâ ale­minde -New age dinler ve tahrif edilmiş ezoterik kalıplar- bire­yin dinin en önemli kısmı, piramidin tepesi gibi gösterilmesi de aynı hesaba dayanmaktadır.

Yaşamsal alandaki narsist farkındalığın, siyasal sistemler için uygun olarak anarşist/tekilci bir örgüt­lenme değil, liberal/bireyci/örgütsüz bir toplum ve tahakküm sis­temi olarak yansımasıyla ekonomik bütünde yeri doldurulabilir -sadece alanında uzman- ve ürettiğinin bütün içerisindeki yerin­den tamamen soyutlanmış/yabancılaşmış bireyin felsefi kavrayışına uzanacağı açıktır. Bütün bu niteliklerdeki dönüşümlerin felsefi ol­duğu kadar ekonomik ve bir o kadar da kültürel olduğu için postmodernizmin de toplumsal ile doğrudan bağlantılı olarak taşıdığı değerleri içerdiği boylece anlaşılırdır.»

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf:132-136

Dipnotlar:

107 Featherstone, Mike (2005); Postmodernizm ve Tüketim Kültürü, Ay­rıntı Yayınları, 2. Basım, İstanbul

108-Kızılçelik, Sezgin (2000), Frankfkurt Okulu. Anı Yay., Ankara; s. 185.

109-Sarup, Madan (1996), Postyapısalcılık ve Postmodernizm. (Çev.: Güçlü, A.), Bilim ve Sanat Yay, Ankara; s, 237.
Devamını Oku »

Kültür endüstrisine karşı lümpenizm










Türkiye’de yerleşik kültür anlayışının, organizasyonlarının, küresel kültür tesirinin kırılması için büyük siyasal dönüşümlere yatkın yeni bir güzideler sınıfının teşekkül etmesi gerekir. Kültür endüstrisinin belli başlı sahalarına girmedikçe kültür kapışması yapılamaz.

Ercan Yıldırım / Yazar



 Dünyada ulus devletler, uluslararası sistem, yeni kopuşlar ve birliktelikler için kıvranıyor; “tematik ittifaklar” sadece bölgemizde değil yeryüzünün tamamında milletleri, devletleri aynı anda bir konu üzerinde savaşa tutuştururken başka bir tema etrafında buluşturabiliyor. Aslolan eko-politik zemin olsa bile ittifakları ya da çatışmaları yerel kültürel farklılıklar belirliyor, en başta mezhep, etnik kimlikler, simgeler, kutsallar ve onlara sahip olma iradeleri çarpışıyor.


Kültür üzerinden yaşanan çatışmalar, fay kırıklarındaki sarsıntılar dünya sisteminin yeni organizasyonlara açılmasını beraberinde getiriyor. Burada belirtmek gerekir, elbette sistem kültürel ayrışmaları ve karşılaşmaları siyasi ve ekonomik bölüşümler için mazeret olarak kullanıyor. Fakat neoliberal dünyada öyle özdeşlikler ve ayrımlar siyasallaştı ki artık ABD gibi, AB gibi büyük hiyerarşileri bile kültürel faylar kendi akıntısına katabilmektedir.




Dünyanın sağcılaşması, otoriter yönetimlerin aranmaya başlaması, “güçlü lider ve güçlü devlet” özlemleri Avrasya’da olduğu kadar Transatlantik’te de demokratik öncülerde yükseliyor. Neoliberal siyasallık, kültüre yatkınlık, fay hatlarını öne çeken söylemler “kültürel kapanma”yı beraberinde getirdi, milliyetçi-ırkçı benlik aynı zamanda dini sahiplenmeyi doğurdu.

Türkiye’deki siyasi kamplaşmaları kültür savaşları, kültür kapışmaları ve karşılaşmalarıyla denkleştirmek Gezi ve 15 Temmuz sonrasında çok daha azaldı, aslına bakılırsa. Kutuplar kavgalarını kültürel alan üzerinden, simgeler aracılığıyla sürdürüyordu fakat fay hatlarımızın dışında “yaşam tarzı” kültüralizmi kavgasıyla karşılaşmıyoruz artık. Kamu-özel alan tartışmaları da nicedir gündemimizden çekildi. Bu İslami kesimin kamuyu tutmasından, kültürel alanı kaplamasından mı kaynaklanıyor? Bilhassa siyasi iradenin kültürel iktidarı kuramama üzerine sözleri dikkate alınırsa hayır, tam tersine!

Kültür endüstrisinin iktidarı

Türkiye’de öyle görünüyor ki siyasal iktidar ile kültürel iktidar ayrışmış... Kültürde ipleri ellerinde tutanlar millet hayatına giremeyecek, siyasetle aynı dili kuramayacak durumdayken siyaset de cari “kültür tekelleri”nin etkisini kıramayacağı kabullenmişliği içinde! Yine öyle anlaşılıyor ki Türkiye’de kültürel iktidar sol-Kemalist çevrede değil “kültür endüstrisi”nin bizatihi kendisinde. Türkiye’de kültür kanalları klasik Kemalist elitin yahut solun kontrolünde gibi duruyor görüntüsü verse de aslında “milli burjuvazi” politikasında devlet eliyle zenginleşenlerin, doğrudan kapitalist dünya sistemine bağlı İstanbul büyük burjuvazisinin güdümünde. İstanbul büyük burjuvasının kontrol ettiği “kültür endüstrisi” siyasallaşan kültürel fay hatlarına, etnik-mezhep-tarzı hayata zaman zaman enerji yüklese bile bu kesimlerin hepsini “küresel kültür” kalıpları içinde aynılaştırabiliyor. Kimse kendini televizyondan, dizilerden, filmlerden, dergi-kitap yayıncılığından azade kılamaz. Orada üretilenleri izlemediğini, okumadığını, takip etmediğini dahası kendi küçük çaplı kültürel özerkliğini bunların yönlendirmediğini iddia edemez! Sadece eğlence, matbuat, sanat, eğitim sahasını değil Gezicilerden İslami kesime kadar siyasal yönelimleri de kültür endüstrisi yönlendiriyor.

Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devletler üstü sermaye, kapitalist dünya sistemi etkili... Bu açıdan siyasal iradeyle devlet kanalları, millet bağıyla kültür odakları birbirlerine ciddi tesir edemiyor.

Demokratik seçim mekanizmalarına etki edemese de kültürel kaynakları bırakmayan küresel finans ve İstanbul büyük burjuvazisi kitleler üzerinde doğrudan etkili. Haliyle kültürden anlaşılan seküler hayat tarzının versiyonları... 15 yıllık siyasi iktidarın arkasında duran kitlelerin genel eğlence ve kültür mekanizmaların ürünlerini sahiplenmesi kültür endüstrisinin sosyolojik başarısı aynı zamanda! Evlenme programlarını izleyen insan portremiz akabinde ortaya çıkan üçüncü sayfa programcılığını çoktan sahiplendi bile... Unutmayalım ki Türkiye’nin ihraç kalemleri arasında ciddi manada televizyon dizileri var; o yapımlardaki Türk milleti ve ailesi onlara reyting başarısı sağlayan kesimlerle kavgalı esasında.

Bu dizilerdeki Türkiye bir yanıyla bilkuvve millet bağımıza uymasa bile dünyanın herhangi bir ülkesine gittiğinizde karşılaşacağınız davranışlara, beğenilere, tutumlara, ihtiyaçlara çok yatkın.

Türkiye küresel kültür üretimi açısından çok cazip, cazip olduğu kadar öncü. Türkiye’deki küresel finans distribütörleri kültür endüstrisine çok büyük kaynaklar ayırıp, ciddi yapımlara imza atıyor.

Öyle ki Çin’den sonra kültür ekonomisinde en hızlı büyüyen ikinci ülkeyiz. Burada hemen belirtmek gerekir ki, birtakım okur–yazar zevatın dillendirdiği gibi kültür kalemlerine ayırdığımız bütçe ve kaynaklar az değil çok fazla hatta sağlık giderlerinin üstünde!

Kültürden ne anlıyoruz?

Tabii sorgulamaya girişecekler “Kültürden ne anlıyoruz” döngüsünün verdiği iktidarı sonuna kadar kullanmak isteyecekler. İslami kesimin kültür başlığı altına aldığı konularla yerleşik kültür dilinin kastı aynı değil; dindarlar kitap-dergi-biraz da dizi üçgeni içinde sıkışmış durumda. Peki kültür endüstri-si hangi alanlarda varlık gösteriyor; sinema, radyo, sahne sanatları, sanat, tasarım, mimarlık, matbuat, reklamcılık, yazılım ve bilgisayar oyunları, müzik, televizyon. Gastronomiyi, turizm yayıncılığını da bunlara eklemek gerek. İslami kesim bu sektörlerin hemen hiçbirinde önde olmadığı gibi esamisi bile okunmuyor! Basılı yayıncılık mı? Hala en çok okunan gazeteler, dergiler, kitaplar kültür endüstrisinin, küresel medeniyetin kontrolündeki yayınların elinde. Kalite konusunda denk mücadele olsa bile kitaplarını okuyucuyla buluşturamıyor İslami kesim çünkü dağıtımı da İstanbul büyük burjuvası yürütüyor.

Kültür sadece eser, ürün manasına gelmiyor başlı başına dağıtım demek esasında! Ürün vermek entelektüel bir faaliyet olsa bile onu taliplisiyle bu-luşturmak tamamıyla kapitalist ekonomi şartlarıyla ilgili. Türkiye’de kültür kanallarını çalıştıran İstanbul büyük burjuvazisi zaten medyaya, sinema sektö-rüne, eğlenceye, reklamcılık, yazılım, mimarlık konularına hükmediyor; matbuatta, sanat dallarında da başta bankalar olmak üzere holdinglerin doğrudan yatırımları egemen. Belli başlı yayınevleri, sergiler, müzeler, kitleleri ilgilendiren festivaller, galeriler, dergiler bu bankaların ve holdinglerin finansörlüğünde.

Kültür ekonomisi devleti de aşacak biçimde holdinglerin yatırım sahaları arasında. Yine belli başlı yayınevleri eğer banka-finans sektörüyle ilişkili değilse yurtdışı fonları tarafından desteklenmektedir, bilhassa çeviri üzerinden edebi-düşünce kamusunu yönlendirenler çeviriler için fonlanıyor. Kültürel iktidar kavgasını kültür endüstrisi yönlendiriyor; kültür ekonomisinde büyük pay devletin değil küresel kapitalizmin Türkiye distribütörlerinin elinde.

Cumhuriyet’in erken döneminde de Soğuk Savaş yıllarında da kültürün sahibi, destekçisi görüntüde devlet idi; bugün kültürel iktidar isteyenler hala işleri devletlerin belirlediğini, yönlendirdiğini zannediyor. Halbuki kapitalist dünya sistemi kültür sahasını hiçbir alana açık bırakmıyor kitle kültüründen yüksek sınıfa kadar her alanı kendisi tutuyor. Osmanlı Bankası imparatorluktan güçlüydü; satış rakamlarına bakmadan gazete payitahtı sallamaya, kamuoyu oluşturmaya yetiyordu.

Lümpenlikle nereye kadar?

Kültür sonuçtur, ekonominin, siyasi tercihlerin akabinde ortaya çıkan temel ihtiyaçlara, estetik ve zevke dayanır. Haliyle aktüel medeniyetin dili, hegemonya ilişkileri, beğeni düzeyi ve yeni ürünleri kültürü belirler, besler. Dünya sisteminin kâr maksimizasyonuna, üretim mantığına bağlı olarak kültür iletişimin, ulaşımın, herkesin her şeyden haberdar olduğu teknik ve teknolojik medeniyetin dilidir; bu yüzden kısa sürede değişir, pratiktir, bireyi hedef-ler, kişiler üzerinden toplumları tesirine alır, yüzeysel malumatfuruş bilgiyi yüceltir. Dünyada kapitalizm pek çok ekonomik ve siyasi kriz geçirmesine rağmen hiçbir dönemde “kültür krizi”ne girmedi.

Küresel medeniyet milletlere ve devletlere ordularla, iktisadi politikalarla, krizlerle egemenlik sağlarken küresel kültür ile kitlelere, bireye, dini yönelimlere “hegemonya” uyguluyor... Uluslararası sisteme siyasi direnç gösterse bile devletler gündelik hayatta küresel medeniyetin hegemonyasına boyun eğmekten başka alternatif getiremiyor. Türkiye gibi güçlü tarihi ve kültürel referanslara sahip ülkelerin ise “kültür endüstrisi” vasıtasıyla genel pop-tüketim kültürü ideolojisiyle mekanizma dışına çıkmasını engelledi.

Kültür ya festivaller, bale, tiyatro, opera gibi uç faaliyetler zannediliyor ya da gelenekselcilik; mimari restorasyonlar, musiki icraları, geleneksel sanat atölyeleri, içeriksiz paneller, seviyesiz kürsüler, tarihi pazarlama... İslami kesim kültür savaşı vermek istiyorsa öncelikle sermayeye, teknolojiye, ufku açık burjuvaya sahip olmalı; burjuvanın her türü belirgin dini mensubiyetler içerse de iktisadi kaynakları küresel finansa endeksli olduğundan mekanizmanın dışına çıkamaz, çıkamıyor! Bugün Türkiye başta olmak üzere dünyadaki milletlerin ekseriyetinde temel sorun “yüksek sınıf ile alt sınıf zevklerinin örtüşmesi”dir; lümpenizm en güçlü yönelim olarak rafine, estetik ilgileri sıradanlaştırdı. Başta kültürel iktidar arayanlar olmak üzere, siyasetten matbuata kadar genel kalitesizlik sorunu, lümpen reflekslerle örtüşüyor. Bu lümpenizm ilkin kültür çevrelerinde kendini gösteriyor.

Kültür dönüştürme gücüdür, toplumun tamamını belirli mensubiyet bağlarına sürükler, icbar edici yönü cazibesidir, kullandığı güç iktisadi menşeili-dir, eğlenceden esere kadar maddi tatmini, metayı, para ve kariyeri teklif edip satın alır. Yüksek kültürü lümpenize ederken oluşturduğu kültür komünleriyle özellikle Türkiye gibi seküler-geleneksel çatışması yaşayan ülkelerde proje dağıtımına öncelik verir, çevrenin Nişantaşı arzularını tatmin ettirir.

Türkiye’de yerleşik kültür anlayışının, organizasyonlarının, küresel kültür tesirinin kırılması için büyük siyasal dönüşümlere yatkın yeni bir güzideler sınıfının teşekkül etmesi gerekir. Kültür endüstrisinin belli başlı sahalarına girmedikçe kültür kapışması yapılamaz; bu ise siyasi iradeye eşlik edecek iradeli, kararlı, vizyoner burjuvayla, hiçbir şartta kaliteden taviz vermeyecek, birkaç projeyle ayartılamayacak, küçük olsun bizim olsun demeyecek kişiler-le yürütülür. Lümpenizme yaslanan kariyeristlerle dönüşüm ancak tersinden yaşanır; “Türkiye gerçekleri”ni yücelten realistlerin sisteme katılmasıyla.

@Ercnyldrm1

Star


























Devamını Oku »

Halis niyet, salih amel, hayırlı emek



Herkes içindekini bilir. Allah da bilir. Nihayetinde iki şeyden kaçamayız: Kendimizden ve ölümden.

Şu kadar yıllık yürüyüşün sonunda geldiğimiz yer burasıdır: Sadece inançlı olmak yetmiyor, inandırıcı da olmak zorundayız. Kısaca: İtimat ehli. Makâlât’ta geçer: “Dünyada yaratılmış her nesneye güven vermek.” Aynı eserde şu da sorulur: “Bir kimse şeker tatmamış olsa, adını bilmekle tadını ne bilir?”

İnsan zor zamanlardan oluşur. İşte o zorlukların üzerimizde hakkı ve hatrı vardır. En tatsız olay bile, sonunda aziz bir hatıraya dönüşür. Üstünden yıllar geçer ve neşeyle anlatırız.

Şunu da anlamış bulunuyorum: Asıl mesele, bir davaya sahip olmak değil, bir davaya ait olmaktır. Hayır, kelime oyunu yapmıyorum. Biri evsahibi, diğeri misafir gibi davranır. Tam da burada şunu hatırlatalım: Kiraz deyince aklımıza öncelikle ağaç mı geliyor, meyve mi? Evsahibi gibi davrananlar için de şöyle diyelim: Hak iddia ediyorlar ve başkalarını çok kolay yargılıyorlar.

Asıl mesele, vefa yokuşunu hiç şikâyet etmeden çıkmaktır. Sırtımızda ne olursa olsun. Bize iyiliği dokunanlara vefa, millete vefa, memlekete vefa, mukaddesata vefa. Elbette minnet ağır bir yüktür, herkes taşıyamaz. Taşıyanı severiz, taşıyamayanı anlayışla karşılarız.

Makâlât’tan naklettiğimiz sorunun devamını da buraya alalım: “Gözleri görmeyen insana ‘gör’ demek ne fayda sağlar?”

***

Atalarımız, ‘bin bilsen de bir bilene danış’ demişler. Milyonlarca bir bilenin olduğu günlerden geçiyoruz.

Sıklıkla tekrarlanan bir söz: ‘İlk taşı günahsız olan atsın.’ Biraz değiştirelim: ‘İlk sözü günahı olmayan söylesin.’ Herhalde uzun bir sessizlik yaşanır.

Bilinen gerçek: ‘Akıl akıldan üstündür.’ Buradan devam edersek: Kalp kalpten derindir.

Kalp demişken. Mehmet Akif’in tavrı, İsmet Özel’in kavgası, Sezai Karakoç’un mücadelesi, Cahit Zarifoğlu’nun samimiyeti, Necip Fazıl’ın ısrarı, Nuri Pakdil’in çabası, Nurettin Topçu’nun ahlâkı, Hasan Aycın’ın duruşu… Bütün bunların bize anlattığı / söylediği nedir? Hakikatli bir emekten, halis niyetten ve salih amelden doğan bereket olabilir mi? İşte bu bereketin neresindeyiz? Neresindeyim?

***

Yunus Emre, “Halkı bostan edinmiştir / Dilediğin üzer ölüm” der. Durumumuz tam olarak budur. Emperyalist güçler, İslâm dünyasını bostan gibi görmekte, diledikleri yeri bombalamakta, işgal etmekte ve istedikleri kimseyi öldürmektedirler. Direnenleri ise hemen terörist ilan ediyorlar. Yanı sıra, Türkiye’nin terörle imtihanı ortada.

Bunlar olurken bizler ne yapıyoruz?

Belki de yürüyen merdivenlerde durup düşünmeye çalışıyoruz. Böyle bir şey mümkün mü?

Evet, ne yapıyoruz? Birbirimizi üzmekle, yormakla, yıpratmakla, yıkmakla meşgul oluyoruz. Zaten düşmanın da yapmaya çalıştığı şey bu değil mi? Bir de yasal uyarı: İnsanların kusurlarını bulmak için iz sürmek, kimseyi iyi bir yere götürmez.

Kişisel ve kurumsal reklâm peşindeyiz. İnegöl ilçemizde İshak Paşa Camii’nin (1465) avlusundaki şadırvanın üzerinde şu yazıyor: “Hakkın lütfu, halkın yardımı, Abdullah’ın emeğiyle oldu bu şadırvan.” Abdullah, Allah’ın kulu demek. Hak ve halk yani. Benlik bunun neresinde? Son yıllarda ise küçüğünden en büyüğüne kadar dillerde hep aynı kelime: Ben.

Gidişatın bir parçası olarak, artık eserler değil, maketler üretiliyor. Mutlaka onlardan birkaç tanesini görmüşsünüzdür. Çeşme, saat kulesi, giriş kapısı vs. Bazı iddialarımız da işte bu maketlere benziyor. İçine girmiyoruz ki dolduralım.

Uzun sözün kısası: Halis niyet, salih amel ve hayırlı emek bahsini, samimi bir şekilde yeniden düşünmemiz gerekiyor. Neredeyiz, ne durumdayız?

İbrahim Tenekeci

10.01.2018

yenişafak
Devamını Oku »

Küçük Yaştaki Kızların Evlendirilmesi Meselesi



Küçük yaştaki kızların evlendirilmesi meselesi üzerinden Diyanet’e karşı başlatılan kampanyayı üzülerek takip ettim. Kanaatim odur ki, tartışmanın tarafı olan birçok kimse için amaç, hiçbir şekilde, bir yanlışı düzeltmek veya yanlışlık tespiti değil.

Bilmeden, gelişi güzel, ortama uyarak mesele hakkında yorum yapanların dışında iki grup var. Biri altın bir fırsat bulmuş, Diyanet üzerinden hükümetle hesabını görüyor, diğeri bu durumu bahane ederek dini, insanların gözünde dinî olan ne varsa onu itibarsızlaştırıyor.

Bütün bu çarpıklıklar, “sapkınlıklar” dinle irtibatlı, dindarlar arasında var, diyor. Böylece bir taraftan muhafazakârlık iddia ve söylemindeki iktidarı vururken bir taraftan da dinî değerleri, kurumları, kavramları aşındırıyor, dindarları yıpratıyor, dini hedef alıyor.

Hâlbuki din, Kur’an veya Hadis, hatta İslam Hukuku (fıkıh) kimseye kızını on, on iki, on beş yaşında evlendir demiyor, bu hususta herhangi bir teşvik veya özendirme de kesinlikle söz konusu değil.

Ama fıkıh/fetva kitapları, yazıldıkları zaman, çevre ve örfü yani o günkü mevcut durumu esas aldıkları için bu konulara giriyor, bu yaşlardaki kızların evlenebilirlik yahut evlenemezliği, buna uygun olarak yaş tespitleri bu kitaplarda yer alıyor.

Problem, bu kitaplardaki bilgi, olduğu gibi, bugüne uyarlanmadan, bugüne/bu yeni duruma dair tespitler, teklifler, düzenlemeler yapılmadan doğrudan günümüze taşındığı zaman ortaya çıkıyor.

Bir kısım insanlarımız bunu bilmiyor. Belli ki, bilenler de meseleyi yeterince izah etme, belirgin kılma noktasında problemler yaşıyor. Arkadaşlar, bu, dinin, Kur’ân’ın, Sünnet’in emri değil; kültür, demiyor, diyemiyor.

“Din ile tedeyyünü”, “din ile kültürü” birbirinden ayırmak lazım. Bu fıkıh/fetva kitaplarında görülen yaşla ilgili tespitler de doğrudan dinin değil, o dönem, çevre, şartlar, coğrafyanın, o dönemin sosyoloji ve kültürünün belirlediği şeyler, diyemiyor.

Buna benzer durum/uygulamalar başka kültürlerde de var. Bizim eski kültürümüzde, şiirlerde, türkülerde, şarkılarda da var. Ayrıca, serinkanlılıkla bakıldığında meselenin sadece küçük yaştaki kızlar üzerinden konuşulmasının doğru olmadığı, erkeklerle de ilgili olduğu görülüyor.

İşte bazı örnekler: “Henüz girmiş on üç on dört yaşına / Küçücükten bir yar sevdim yar/oy nenni (aslı, “ermeni” imiş, sansüre uğramış?). Bu da Karacaoğlan’dan o günün havasını, gerçeğini yansıtan “anlamak için” okunması gereken bir şiir.

On birinde bir yâr sevdim,
Taze açmış güle benzer.
On ikide şeker, şerbet,
Oğul vermiş bala benzer.

On üçünde gözün süzer,
Zülfünü gerdana dizer,
Kargı, kamış gibi uzar,
Boyu selvi dala benzer.

On dördünde bedir bedir,
Dostunun ikrarın güder,
Nere çeksen ora gider,
Boynu toklu kula benzer.

On beşinde yaşar yaşın,
Her örnekten bağlar başın,
Tenhalarda arar eşin,
Tez alışkın tele benzer.

On altıda kurt bilekli,
Ünler de Hakk'a dilekli,
Sağrısı yeşil örekli,
Esen poyraz yele benzer.(tamamı için bkn.https://karacaoglansiirleri.blogspot.com.tr/2008/01/on-birinde-bir-yr-sevdim_21.html?m=1)

Bu da bir delikanlının dilinden: “Ahlat'ın başındayım. On altı yaşındayım. Kınamayın vay dostlar. Gül kızın peşindeyim” şeklinde devam edip gidiyor. Hepsini buraya taşımanın hoş olmayacağı bunlardan başka örnekler de var.

Erken yaşlarda evlenme yakın zamanlara kadar Anadolu’da yok muydu? Adanalı bir arkadaşımızın annesi on iki, babası on üç yaşındayken evlenmiş. Doğu veya Batıdaki bazı istismar örneklerini bir tarafa koyacak olursak bu, yakın zamanlara kadar bilinen bir şey.

Bunun o günkü şartlarda makul sayılabilecek sebepleri de var. “Efendim, kız on beş yaşında o zihnî olgunluğa erişmiyor. Bir eve çıkıp evliliğin sorumluluğunu taşıyacak durumda değil” deniyor. Doğru. Bugün için, kesinlikle böyle.

Ama o gün tamamen böyle değil. İnsanlar en küçük yaşlarından itibaren zor hayat şartlarıyla yüz yüze ve çalışmak zorunda oldukları için daha erken olgunlaşıyorlar. Bugün ise medenî hukukta evlilik için tespit edilen “on sekiz yaş” bile birçok aile tarafından erken sayılıyor.

Sonra, bu yaşlarda bir kız çocuğunun yeni bir eve çıkıp o evin sorumluluğunu yüklenemeyeceği iddiası da o gün için çok geçerli değil. Çünkü içerisinde kayınpeder-kayınvalide, kardeşler, hatta yengeler ve çocukların olduğu büyük evlere gelin gidiyorlar.

Bunun yanında, kız iyi bir kız, aile iyi bir aileyse veya kız gösterişli güzel bir kızsa başkasına gitmesin; varlıklı bir aileden ve akraba ise mal bölüşülmesin; kimi zaman da evde, bağ-bahçede, tarlada çalışmak için yardımcıya ihtiyaç olduğu için bu kızlar isteniyor.

Söylemek istediğim, bu, o dönemlerin kültür ve sosyolojisiyle ilgili bir şey; dinin emrettiği, dayattığı bir şey değil. Dönem, çevre, şartlar değişince, bunlara bağlı olarak yapılan tespit ve uygulamaların da tabii olarak kendiliğinden değişmesi gerekiyor.

Nitekim 1917 yılında yayımlanan Hukûk-ı Aile Kararnamesi'nde bu yeni durum ve şartlar esas alınarak evlilik yaşı on yedi-on sekiz olarak düzenleniyor. Bunu öğrenmek, anlamaya çalışmak yerine sövgüyü tercih eden, düşmanlık yapanlar hiçbir takdir veya tebriği hak etmiyor.

Bütün bu tartışma devam ederken, bu camiadan birileri de çıkıp sanki matah bir şey yapıyormuşçasına, “kıvırmayın, gelenekte bu var” diyor. Evet, gelenekte bu var ama niye var diye sormuyor. Örf, kültür, mevcut şartlar esas alındığı için gelenekte bu var.

Bugün kendilerini geleneğe bağlı sayan insanlar o geleneği bugüne taşıyorlar, kızlarını on beş, on altı yaşlarında evlendiriyorlar mı? Hayır! Demek ki onlar da bu yeni durumun farkındalar, en azından bu noktada geleneği günümüze taşımıyorlar.

Koca profesör konuyla ilgili Diyanet’i itham eden ağır bir tweet yazıyor, birileri tarafından samimice haberin kaynağına dikkat etmesi noktasında uyarılınca “üç saat oldu, Diyanet bir açıklama yapmadı” diyor. Geldiğimiz seviye, maalesef budur.

Toparlayacak olursam, burada belirleyici olan din değil, insanların yaşadıkları dönem, çevre ve şartlar. Müslüman bir toplumda böyle bir şey konuşuluyor diye, faturayı hemen dine, dindarlara kesmenin iyi niyet taşıdığına dair cidden kuşku duyuyorum.

Ayrıca, bunu bahane ederek Diyanet’i yıpratmanın bu çevrelere de bir faydası yok. Böyle bir kurumun olmaması, dinî-toplumsal alanda kaos ve keşmekeşi artıracağı gibi, toplumun farklı kesimleri arasındaki mesafeyi daha da derinleştirecektir.

Meselelerimizi sükûnetle, birbirimizi dinleyerek, itham etmeden, anlamaya çalışarak çözmek için bir yol bulmaya çalışmazsak, iyi bir geleceğin bizi beklemediğini söylemek için de ayrıca kâhin olmak gerekmiyor.

Bu da, yukarıda yazılanları teyit eder mahiyette bir istatistik. Paylaşan @glzmnb kardeşime teşekkür ediyorum. 1940'lardan bugüne evlilik yaşıyla ilgili nasıl bir değişim olduğunu gösteren açıklayıcı bir tablo.



@lazamani hocamın konuyla ilgili yazdıklarını da buraya ekliyorum:

Dört mezhebin de kabul ettiği küçük yaşta nikahlama (ki bir nevi beşik kertmesi demektir), İslam hukukuna göre hazırlanan 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile yasaklanmıştır. Zira evliliğin Sanayi Devrimi öncesi sosyal fonksiyonları büyük şehirlerde artık ortadan kalkmıştır.

Konuyla ilgili söz söyleyecek olanların, evlilik hayatının fiilen başlaması ile nikah akdi arasındaki farkı mülahaza etmeleri, Sanayi Devrimi öncesi ile sonrasındaki sosyal hayat arasındaki farklılıkları dikkate almaları gerekir.(Asım Cüneyd Köksal)



@Nail_Okuyucu hocamın konu etrafında yazdığı uzunca ve faydalı zinciri de buraya ekliyorum:

Fakihlerimiz nikâhın meşrû kılınışının sebebini, Allah’ın takdir ettiği kıyâmet vaktine dek nev’-i beşerin yeryüzünde bekâsını temin olarak tespit etmişlerdir. Bunun yolu da insanların soylarını devam ettirmeleridir (tenâsül ve tevâlüd).

Bu gayeyi temin için erkek ve kadının bir araya gelmesi gerekir ki bunun da dinen meşru kabul edilen yolu nikâhtır. Zira nikâha başvurulmadığı takdirde ilişkilere zorbalık (teğâlüb) hâkim olacak ve bu da hem insanlığın hem de yeryüzünün fesâda uğramasına yol açacaktır.

Ayrıca meşrû nikâh dâiresinde kayıt altına alınmayan ilişkiler neseblerin kaybolmasına sebebiyet verecek ve dinin korumayı hedeflediği beş temel esastan biri olan nesil zâyi olacaktır (Bu kısmı, Serahsî'nin el-Mebsût'undan ihtisâr ederek naklettim).



Küçüklerin evlendirilmesine meselesine bu açıdan bakıldığında, İmam Gazzâlî’nin şu cümlelerini de hatırda tutarak hem âlimlerimize hem de bu vâkıanın yaygın olduğu bizden önceki nesillere karşı haksızlık yapmamış oluruz;



Özetle Gazzâlî şunları söylüyor: "Küçüklerin evlendirilmesine verilen cevâzın arkasında, evliliğin kendisinden beklenen amaçlar değil, aşiretler arasındaki ilişkilerin ve aileler arasındaki dayanışmanın güçlendirilmesi düşüncesi yatar."

Meseleye İslâm hukuku açısından baktığımızda, evlenmeyi yalnızca iki kişi arasında akdedilen bir sözleşme olarak değil, Gazzâli'nin de işaret ettiği üzere aileler arası kurulan bir bağ olarak görmek daha isabetli olur.

Bu yüzden nikâhta ehliyet denince yalnızca evlenme ehliyeti değil, evlendirme ehliyeti de (velâyetü'n-nikâh) anlaşılır. Bir şahsın evlenme ehliyeti kazanması için büluğ/rüşd çağına erişmesi gerekirken fıtraten ve ahlâken çocuklarının daima iyiliğini düşünecekleri varsayılan velilerin çocuklarını evlendirmeleri için belli bir yaş sınırı öngörülmemiştir. Bir çocuğun evlendirilmesi, onun evlilik hayatına fiilen başlaması anlamına da gelmemektedir. Kız çocuğunu evlendiren veli, çocuğunu evliliği fiilen yürütebileceği bedenî ve zihnî olgunluk çağına kadar kocasından alıkoyma hakkına sahiptir. Bu meseleye hep kız çocukları açısından bakılması ve meselenin peşinen bir sapkınlık zeminine çekilmesi de bir modern saplantı olarak tezahür ediyor. Oysa ilgili cevaz hükümlerinde kız-erkek ayrımı yapılmamaktadır.

Konuya bakışımızın değişmeye başladığı 19. yy. ve sonrası, İslâm toplumlarının siyasi ve sosyal sahalarda ciddi değişikliklere maruz kalmaya başladığı bir döneme karşılık geliyor. Nikâh, önceleri yalnızca şahısları ve ilgili tarafları ilgilendiren bir mesele iken modernleşme ile yani "modern devlet"in ortaya çıkmasıyla birlikte, siyasi erkin nüfuz ve düzenleme sahası genişledi. Önceleri çok daha sivil bir görünüm arz eden İslâm toplumları artık devletin her alandaki düzenlemeleri ile farklı bir eşiğe atlamış oldu.

1850'li yıllardan itibaren İslâm dünyasında devletler bu yolda attıkları adımlarla ahvâl-i şahsiyyeye daha fazla müdâhil olmaya başladılar. 1916 yılında çıkarılan bazı irâdeler ile 1917 tarihli Hukuk-ı Aile Kararnâmesi bunun en bariz örnekleridir.

Nitekim o dönemde bu kararnâmeye yöneltilen eleştiriler arasında, devletin öncelikle şahısların hak ve yetkisinde olması gereken ahvâl-i şahsiyye sahasına bu denli müdâhil olma yetkisini kendisinde nereden ve nasıl gördüğü önem arz eder. (Sadrettin Efendi'nin tenkitleri gibi) (Nail Okuyucu)



Mehmet Fatih Kaya Hoca

https://mobile.twitter.com/mfkaya08/status/950077072399044610?s=04
Devamını Oku »

Hoca Ahmed Yesevî, Hüküm ve Hikmet"







* Doç. Dr., Büyükelçi, Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü –Ankara/Türkiye

Öz

Bu çalışmada maneviyat geleneğimizin en önemli temsilcilerinden olan Hoca Ahmed Yesevî’nin ölümsüz eseri Divan-ı Hikmet’ten ve tasavvuf geleneğimizden hareketle hikmet ve hüküm kavramları üzerinde durulmuştur. Yesevî’nin açtığı ilim ve irfan yolunun takipçileri medeniyet yürüyüşümüzün temel adımlarını teşkil etmişlerdir. Hakikat yolculuğunun ana hedefi olarak hükümlerin arkasındaki hikmetleri idrak etmek gerekmektedir. Yesevî’nin hikmet felsefesi bize suretlerin ardındaki manayı öğretmektedir. Hükümlerin arkasındaki hikmeti idrak etmek; akıl, iman, erdem ve aşk ile âleme bakmamızı gerektirir.

Onun hikmet mirasının hatırlanması ve anlaşılması, yolumuzu aydınlatması ve hakikat nurunun daha fazla insana ulaşması noktasında önem teşkil etmektedir.

Hoca Ahmed Yesevî, ilim, irfan ve maneviyat geleneğimizin büyük çınarlarından biridir. Hakk’a yürüdüğü 12. yüzyılın ikinci yarısından (ö.1166-67 ya da daha sonrası) bu güne, Orta Asya steplerinden Mezopotamya’ya, Anadolu topraklarından Balkanlara yayılan geniş coğrafyada bir mürşit, bir gönül insanı, bir sanatkâr olarak yolumuzu aydınlatmıştır. Onun açtığı yoldan yürüyen Tapduk Emre, Yunus Emre, Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Sadreddin Konevi, Davud el-Kayseri, Hacı Bektaş-ı Veli, Sarı Saltuk, Baba İlyas, Somuncu Baba, İbrahim-i Gülşeni, Niyazi Mısri gibi büyük arifler, Anadolunun irfan medeniyetini inşa etmiş ve akıl ile imanın, aşk ile aşkın olanın, ilim ile ahlakın, inanç ile erdemin ayrılmaz bir bütün olduğunu göstermişlerdir. Yesevî yolunun bayraktarlığını yapan Horasan Erenleri ve Anadolu Erenleri, etnik, coğrafi ve kültürel farklılıkları manevi bir zenginliğe dönüştürmüş ve bin yıllık medeniyet yürüyüşümüzün ilk adımlarını atmışlardır.

Ahmed Yesevî’nin ölümsüz eseri Divan-ı Hikmet, kendisinden sonra gelişecek olan bu büyük medeniyet paradigmasının en mümtaz örneklerinden biridir. Fuad Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli çalışmasında bu konuyu detaylı olarak inceler (Köprülü 1993). Zaman ile mekânı, insan ile evreni metafizik bir bütünlük içinde ele alan Hoca Ahmed Yesevî, zahir ile batının, mana ile suretin, hüküm ile hikmetin ancak doğru bir ontolojik ve epistemik çerçevede ele alındığı zaman insanı hakikate ve kurtuluşa ulaştırabileceğini söyler.

Aristo, Metafizik adlı eserine “bütün insanlar tabiatı gereği bilmeyi arzular” (Aristoteles 1996: 980a) önermesiyle başlar. İnsanı, diğer varlıklardan ayıran temel özelliğinin “bilme arzusu” olarak tanımlanması önemlidir. Zira bu basit gibi görünen tanımda bilmek ve istemek, ilim ve irade bir araya getirilmiştir.

Her kıymeti haiz bilme eylemi gibi, insanın bir şeyi gerçek manada bilmesi de ancak onun mahiyetini ve varlık sebebini bilmekle mümkündür. Fakat bilmek için de irade etmek, istemek, bilginin peşinde gitmek gerekir. Dolayısıyla bilgi ve özgürlük, insanın fıtratı gereği birbirinden ayrılamaz. Bilmek ve istemek eylemlerinin fıtratın bir parçası olması da ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira tek başına bilmek yetmez; insanın neyi istediğini de bilmesi gerekir. Ahmed Yesevî’ye göre gerçek manada aklını kullanan kişi, neyi aradığını da bilir.

Pir-i Türkistan, Divan-ı Hikmet’te şöyle der:

Gafillere dünya gerek, akillere ahiret gerek

Vaizlere minber gerek, bana sadece (Allah’ım) sen gerek

Hoca Ahmet benim adım, gece gündüz yanar korum

İki cihanda ümidim, bana seni gerek(Dîvân-ı Hikmet, Seçmeler,41,s.104)

Ahmed Yesevî ve onun yolundan giden Müslüman bilgeler, insanın ancak hak ve hakikat ile irtibat kurduğu zaman akıl, erdem ve özgürlük sahibi bir varlık olabileceğini söylemişlerdir. İnsanın yeryüzündeki serüveni, hakikat bilgisini aramakla başlar. Bunun en açık ve sarsıcı ifadesi de, “Oku!” emridir. Hangi meslek ve meşrepten olursa olsun insan, bilmeden ve hür iradesini kullanmadan sorumluluk sahibi olma makamına ulaşamaz. Akıl ve iradeden yoksun bireyler, dinen de hukuken de sorumlu kabul edilmezler. İlahi dinler insanların imanlı, ahlaklı ve erdemli yaşamasını temin edecek kurallar koyar.

Haram ve helaller dediğimiz bu kurallar manzumesi kaynağını, dinin asıl gayesine hizmet etmek isteyen bir idrakten alır. Temel hükümler ve ilkeler sadece kural olsun diye konmamıştır. Mekasidü’ş-şeria olarak bilinen, bugün ‘dinin gayeleri’ diyebileceğimiz ve her amelin arkasında yatan asıl neden, ‘hikmet’tir. Hikmet, bize yaptığımız her işin manasını ve gayesini anlatır. Hikmet olmadan emirler ve yasaklar, basmakalıp formel kurallar haline gelir.

Hukukun koyduğu hükümler ‘ne’ ve ‘nasıl’ sorularına cevap ararken hikmet, ‘niçin’ sorusunu yanıtlar. “Neyi nasıl yapmalıyım?” sorusu elbette önemlidir. İnsan karnını doyurmak için de bir müzik eseri bestelerken de ne ve nasıl sorularının cevapları mucibince hareket eder ve ortaya bir iş, ürün, eser koyar. Fakat “Niçin yapmalıyım?” sorusu, bütün soruları anlamlı hale getiren temel sorudur. Neden yahut niçin sorusunu cevaplamadan yaptığımız hiçbir eylemin anlamlı hale gelmesi mümkün değildir.

Hükümler, kurallar, emir ve yasaklar, varlık sebebini hükmün ötesindeki hikmetten alır. Burada meselenin özüne geliyoruz: Bugün insanlığın ve hassaten İslam dünyasının temel sorunu, ‘hüküm ile hikmet’ arasındaki dengeyi kaybetmiş olmasıdır. Hayatımızda ne çok hüküm var ama ne kadar az hikmet var…

Etimolojik olarak hikmet sözcüğü Arapça’da ‘sınırlama veya önleme’ anlamına gelen ‘h-k-m’ kökünden gelir. Hikmet, bizi cehaletten, ayıplanacak iş yapmaktan ve adaletsizlikten koruyan şey demektir. Aynı kökten türeyen “hüküm” sözcüğünün de benzer bir anlamı var. Hüküm olarak ortaya konan ilkeler, bizi açık bir şekilde yanlıştan korumayı amaçlar. Bir şeyin “muhkem” olması, belirsiz ve zayıf hükümler karşısında onun açık-seçik ve sapasağlam olmasına atıfta bulunur.Kısaca ifade etmek gerekirse hüküm, aklımızla hata yapmamızı ve ahlaken yanılmamızı önler.

Hüküm-hikmet söz konusu olduğunda ‘nasıl’ ve ‘niçin’ soruları da birbirini bütünler hale gelir. Amellerin mana ve gayesinin nasıl belirleneceği konusu İslam düşünce geleneğinde etraflı bir şekilde ele alınmıştır. Bazı ekollere göre bir şeyin iyi veya kötü olmasının yegâne sebebi, Allah’ın iradesidir. Her tür hükmün kaynağı yalnızca O’nun iradesi ve takdiridir. Yalan söylemek ve zulmetmek yanlıştır, zira Allah böyle emretmiştir. Aynı sebeple, hayırseverlik veya dürüstlük iyidir, zira Allah öyle takdir etmiştir.

Aralarında arif, filozof ve mutasavvıfların da bulunduğu Müslüman mütefekkirlere göre ise Allahu Teala’nın, bir şeyi iyi veya kötü emretmesi ile o şeyin tabiatı arasında bir tenakuz yoktur. Allah yalan söylemeyi yasaklamıştır, çünkü yalan söylemek tabiatı itibarıyla kötü bir eylemdir. Allah adaleti emretmiştir, çünkü adalet özünde iyi bir ilkedir. Bu durum Allah’ın kudretini sınırlamaz, zira Allahu Teala her şeyin zaten mutlak yaratıcısıdır.

Kur’an’a göre Cenab-ı Hak, hikmet ve gayeyle hareket eder. Allah kullarından hakikat, adalet ve merhamete aykırı hiçbir şey istemez. Mefhum-u muhalifiyle söyleyecek olursa Cenab-ı Hakk’ın Peygamberleri vasıtasıyla kullarına gönderdiği bütün emir ve yasakların temelinde hakikat, hikmet ve merhamet vardır. Kullarına Rahman ve Rahim nazarıyla bakan ve onları el-Vedud ismiyle seven Allah “hiç kimseye taşıyamayacağı bir yük yüklemez”.

Her emir ve yasağın arkasında yatan hikmeti keşfetmek, bu yükü taşımak için doğru vasıtaları kuşanmak demektir. Hikmet olmadan hüküm de anlamsız hale gelir. Bizi amaca götüren araçların da doğru, sahih ve meşru olması gerekir. Zira eskilerin dediği gibi “kem âlât ile kemâlât olmaz”. Hikmet; idrak, doğruluk ve merhamet demektir. Hikmet, inancımızın ve amellerimizin metafizik ve ruhani boyutunu ortaya koyar.

Doğruluk ve dürüstlük içinde yaşayabilmemiz için bizi hakikate sevk eder. Hikmet, yaptıklarımıza bir anlam ve amaç verir. Bugün bu hikmet anlayışını yeniden keşfetmemiz gerekiyor. ‘Niçin’ sorusuna cevap verilmediği sürece, dinî hayat formel ve şeklî kuralların ötesine geçemez. Kuran’ın yüzlerce ayeti, inananları evrene ve kendilerine bakarak herşeyin anlamını ve gayesini idrak etmeye davet eder.

Allah hiçbir şeyi amaçsız yapmıyorsa, insanların da herhangi bir şeyi amaçsız ve gayesiz yapmasını istemez. Yaptığımız her işin bir anlama, amaca ve hikmete dayanması, yaradılış felsefesinin temel ilkelerinden biridir. İslam dünyası çeşitli dinî ve siyasi sebeplerle bu hikmet anlayışını büyük ölçü- de kaybetti. Gaye ve hikmetini idrak etmek, her ibadetin ayrılmaz bir parçası iken bazen din, bereket ve zarafetten yoksun şekilsel törenlere, adetlere ve kurallara indirgenebiliyor.

Manayı kavramadan surete sarılmak, özden uzaklaşma tehlikesini beraberinde getiriyor. Suretler ve sebepler âleminde yaşadığımız için zahir önemlidir. İman, amel ve ahlak, suretsiz ve zahirsiz olmaz. Lakin suretlerin ötesindeki manaya ulaşmak, bütün yolculukların nihai amacıdır: Kur’an’ın bendesi ve bir Peygamber aşığı olan Hz. Mevlana’nın dediği gibi:

Eğer insanlık âdemin suretinden ibaret olsaydı

Ahmed (Hz. Peygamber) ve Ebu Cehl aynı olurdu. (Mesnevi I: 1019)

Suretlerin ötesindeki anlamı kavramak için de hikmete ve muhkem düşüncelere ihtiyacımız var. Bu noktada özgürlük ve anlam meselesine kısaca temas etmemiz gerekiyor.

Özgürlük ve Anlam Sorunu

Eşyanın anlamını keşfetme eylemi, insan oluşumuzun temel unsurlarından biridir ve bizi beşeriyyet mertebesinden insaniyyet mertebesine ulaştırır. Bunun temel iki temel unsuru da özgürlük ve anlamdır. Modern düşüncenin tersine Yesevî, Mevlana ve İbn Arabi gibi Müslüman arifler özgürlüğü basit bir “tercih hakkı” olarak görmezler. Bir anlam çerçevesine oturtmadan özgürlüğü ele almanın imkansız olduğunda ısrar ederler.

Özgürlük, negatif manada engellerden kurtulmak ise, pozitif manada kanat açıp semaya yükselmektir. Seçme hürriyeti olarak özgürlük, moderniteyle ortaya çıkan otonom bireyin temel özelliğidir. Hegel’e ve onu izleyen Weber’e göre modernitenin en temel özelliği, seçme hürriyetidir. Modern otonom birey, birey olmanın sayısız imkanları arasından istediği tercihi yapabilir.

Modern bilim ve teknoloji, bize bu imkanı sunar. Tercihlerin artması, özgürlük alanının genişlemesi demektir.Fakat buradaki kritik konu, neyi seçtiğimiz değil, bir şeyi seçiyor olduğumuz gerçeğidir. Weberyan manada özgürlük, seçme eyleminin ya da yeteneğinin kendisinden ibarettir.Seçimin ne yönde olduğu, nasıl bir muhtevaya sahip olduğu önemli değildir. Tercihleri anlamlı kılan, onun bireyin dışında bir ger- çekliğe dayanması değil, bireyin ortaya koyduğu iradeye göre şekillenmesidir.Modern özgürlük anlayışı, muhteva ile ilgilenmez. Bu konuda ahlaki bir hüküm vermez. Hükmü bireyin tercihine bırakır. Hazcı bir hayat yaşamak, dindar olmak, çıkarcı bir yaşam sürmek yahut farklı tercihlerde bulunmak, bireyin seçme hürriyetini ortaya koydukları için anlamlıdırlar.

Bu tercihlerin muhtevasını oluşturan değerler ve yaşam biçimleri hakkında hüküm vermek, modern ahlak anlayışının dışındadır. Buna karşın gelenek özgürlüğe değil, anlama vurgu yapar. Bireyin özgür olmasından önce, anlamlı bir hayat yaşamasını öngörür.

Hatta bireysel ve toplumsal yaşama anlam kazandırmak için, özgürlüklerin kısıtlanmasını kabul eder. Yani özgürlükleri sadece negatif manada değil, pozitif olarak da tanımlar. Sadece tercih etme yetisinin değil, tercih edilen şeyin de özgürlük kavramının bir parçası olduğunu söyler.

Modern olmak, anlam verme iddiasında bulunan geleneğin sınırlardan kurtulmak demektir. Fakat modern özgürlük anlayışının kendisiyle çeliştiği yer tam da burasıdır. Çünkü bir tarafta özgürlüğün prensipte bir değerler skalasına bağlı olmaması gerektiği ileri sürülmekte, öte tarafta özgürlük hakkındaki hükmün değer-yüklü bir tutum olduğu gözardı edilmektedir. Modernitenin temel krizlerinden biri burada ortaya çıkar: Muhtevadan yoksun özgürlük, bir anlam krizine yol açar. Özgürlük ve anlam, iki karşıt değer haline gelir. Ya özgürlüğü seçip anlam dediğimiz şeyi kendi bireysel tercihlerimizde inşa etmeye çalısacağız; ya da anlamı seçip özgürlüklerimizi kendi irademizle kısıtlamayı tercih edeceğiz. Bu ikisinin dışında bir üçüncü yol görünmemektedir. Bu iki değer arasında bir çatışma ilişkisi olmak zorunda mı? Mevlana’ya göre hayır. Çünkü, özgürlük ancak bir anlama doğru yöneldiği zaman mümkün olan bir şeydir. Mesnevi’de şöyle denir:

Mana odur ki senin her tarafını kuşatır

Ve seni bütün suretlere mahkum olmaktan kurtarır (II: 720)

Özgürlük ile anlam çatışmak zorunda değildir fakat bunu sağlamak sanıldığı kadar kolay bir iş de değildir. Yirminci yüzyıl, bu ikisi arasında denge kurmaya çalışan, fakat ya anlam adına totaliter ideolojilere, ya da özgürlük adına nihilist söylemlere götüren örneklerle dolu. Peki hayatımıza anlam veren fakat özgürlüklerimizi de ortadan kaldırmayan bir siyasi ve ahlaki düşünce mümkün müdür? Gerçekliğin tanımını bireylerin tercihine (Weber’in “metodolojik bireyciliği”) bırakmayan ama özgürlüğü de anlamlı bir değer olarak kabul eden bir tasavvura nasıl ulaşabiliriz?

Burada Weber’in sorusunu biz de soralım: Karmaşık, zecri ve sofistike bir küresel kapitalist sistemin tahakkümü altındaki bir dünyada özgürlük, rasyonalite, demokrasi ve çoğulculuk nasıl mümkün olacak? Modern ekonomik, toplumsal ve siyasi yapıların ve ilişkilerin bu idealleri anlamsız ve işlevsiz hale getirmesine karşı insanlık bundan sonra ne yapabilir? Bireysel anlam arayışı- mız, yapısal ve kurumsal nihilizm karşısında bir şansa sahip olacak mı? İnsanın özgürlük ve anlam arayışının olanca şiddetiyle devam ettiği dünyamızda bu sorulara veceğimiz cevaplar, dünyanın yirmibirinci yüzyıldaki istikametini de belirleyecek.

Anlamdan vaz geçmeden özgür olmak, özgürlüklerimizi feda etmeden anlamlı bir hayat yaşamak arasındaki dengeyi, modern öznenin kendi kendine atıfta bulunan (self-referential) idrak çerçevesini aşarak kurmayı deneyebiliriz. Mevlana’nın bu yolda bize söyleceği çok şey var:

Ey oğul! Bütün bağlarını çöz ve özgür ol.

Daha ne kadar altın ve gümüşün kölesi olacaksın?

Denizi bir kaba doldurmaya kalksan

Ancak bir günün ihtiyacı kadarını alabilir.

Gözü doymayan kişinin kabı hiç bir zaman dolmaz

Fakat bir midye inciyle dolmadan doymaz (Mesnevi I: 19-21)

Özgürlük, suretlerin ötesindeki manayı kavrayıp hakikat makamına ulaş- maktır. Çünkü mana, özgürleştirir. Özgür olmak, içeriği ve anlamı olmayan tercihlerde bulunmaktan ibaret değildir. “Özgürüm, istediğimi seçerim” demek, modernitenin temel düsturlarından biridir. Lakin özgür olmak adına manadan vazgeçmek de mana adına özgürlüğümüzü yok saymak da çıkmaz yoldur. Ariflere göre biz ancak bir anlama doğru yöneldiğimiz zaman özgür hale geliriz.

Suret ile mana, anlam ile özgürlük arasındaki ilişkiyi doğru okumak, aynı zamanda hüküm ile hikmet arasındaki dengeyi bulmaktır. Bir hükmü uygulamak adına hikmeti bertaraf edemeyiz. Aynı şekilde hikmet ve mana adına hükümden ve suretten vaz geçemeyiz.

Şu gerçeği görmemiz gerekiyor: Hikmet, hükme feda edildiğinde akıl ikna olmuyor, kalp yumuşamıyor, nefs itminan bulmuyor. Hikmetten yoksun hü- kümler, manevi-ruhi ihtiyaçlara cevap veremediği gibi bizi – Allah korusun Hz. Muhammed’in kemal yolundan da uzaklaştırıyor.

Bugün İslam dünyasının hüküm ile hikmet arasındaki bütünleyicilik ilişkisini yeniden kurması gerekiyor. Suret ile mana, akıl ile kalp, zahir ile batın, iman ile mantık arasındaki ilişkiyi doğru kurduğumuzda önümüze yeni imkanlar ve ufuklar çıkacaktır.

Yesevî’nin Aşk Yolu

Ahmed Yesevî ilim, irfan ve amelin yanı sıra aşk, sevgi ve merhamet üzerinde de önemle durmuştur. Tasavvufun üç yolu olan mehafet, muhabbet ve marifet aslında bir bütündür. Mehafet yani Allah korkusu, imanın başlangıcıdır. Ama iman orada durmaz. İnsan Rabbini tanıdıkça O’nu sever ve muhabbet makamına yükselir. İnsani düzeydeki sevgi, aşk ve muhabbet, aşk-ı ilahinin tezahür ve tecellilerinden ibarettir. Muhabbet, sevgi ve aşk olmadan iman da kamil olmaz. “Aşksızların imanı yok ey dostlar…” der Hoca Ahmed Yesevî (Divan-ı Hikmet: 84).

Allah el-Vedûd’dur yani çok sevendir. O kullarını yaratmakla kalmamış aynı zamanda onları sevdiğini de ilan etmiştir. Buna mukabelede bulunmak ve Allah sevgisini her şeyin üstünde tutmak insanın asli görevlerindendir. Ahmed Yesevî bu hususu şöyle anlatır:

-Aşkı değse yakıp yıkar canı, teni

Aşkı değse viran eder kibri, benliği

Aşk olmasa kimse tanıyamaz Mevlam seni

Her ne yapsan, aşık eyle beni ey Rabbim

-Aşk pazarı ulu pazar, orada ticaret haram

Aşıklara senden başka şeyler için kavga haram

Aşk yoluna girenlere dünya haram

Her ne yapsan, aşık eyle beni ey Rabbim (Divan-ı Hikmet: 74-75, 137-8)

Aşk makamı yüce olduğu kadar  ağır bir makamdır. Onu taşımak için er ki- şinin hazır olması gerekir. Aksi halde aşk ateşi insanı bir pamuk parçası gibi yakar. Geriye ne akıl kalır ne iman. Bu yüzden arifler aşkın mertebelerinden ve şiddetinden bahsederler ve insanın bu yolda adım adım ilerlemesi gerektiğini söylerler. Her şey aşkla başlar. Hatta yaradılış hikayesi bile aşkla doğrudan ilgilidir.

Zira “Gizli Hazine” hadis-i kutsisinde Cenab-ı Hak “Ben bilinmeyi istedim/diledim/sevdim ve alemleri yarattım…” der. Burada bilinmek için kullanılan fiil (u’rife) ile irfan ve marifet aynı kökten gelir. Yani daha yaradılış hikayemizin başında bilmek ile sevmek, yakin ile aşk iç içedir. Ahmed Yesevî için de aşk yolu kutlu bir yoldur. Ama onu taşıyacak kişinin hazır olması gerekir. Bir şiirinde şöyle der:

Aşk sırrını açıklasam âşıklara

Gücü yetmez, başını alıp gider dostlar

Dağa taşa başını vurup meczup olur

Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar

Kul Hoca Ahmed, özünden geçmeden dava kılma

Halk içinde “ben aşığım” diye söz etme

Allah aşkı büyük iştir, gafil olma,

Gafil olup Hak cemali görülmez dostlar (Divan-ı Hikmet: 76, 78, 139, 141)

Yukarıda değindiğimiz bilmek ile istemek arasındaki irtibat, aynı zamanda yakin iman ile kalbi sevgi arasındaki bağı da kuvvetlendirir. Hakikati bilen insan neyi sevmesi gerektiğini de bilir.

Aşk yolu, mehafet ve şeriat yolundan asla uzak değildir. Bu aşk idraki, insanı dünyevi ve deni olanın ötesine taşır. Aşk makamı, insanın hakikati görmesini sağlar. Hakikatin bilgisini arayan kişinin yolunu aydınlatır. Yesevî’nin dediği gibi:

Hak kulları dervişler, hakikatı bilmişler

Hakk’a âşık olanlar, Hak yoluna girmişler

Hak yoluna girenler, Allah deyip gidenler

Erenleri izleyip mal ü mülkten geçmişler (Divan-ı Hikmet: 99)

Bu manada aşk hem ontolojik hem de epistemolojik bir mertebeye tekabül eder.

Modernitenin his ve duygusallığa indirgeyerek psikolojize ettiği aşk, aslında evrende kozmolojik bir işleve sahiptir. Zira varlık âleminde olan her şey nihai olarak aşk-ı ilahinin bir tecellisi olarak hareket eder. İnsan söz konusu olduğunda aşk, psikolojik bir halden ibaret değildir. O aklın yolunu aydınlatan, insanı yakine ulaştıran ve nefsi itminana ve kemale erdiren bir nimettir. Bu noktada aşk ve muhabbet, bizi bir sonraki mertebe olan marifete götürür.

Eşyanın hakikatini olduğu gibi bilmek ve ona göre amel etmek, felsefenin de hikmetin de temel ilkesidir. Marifet, herhangi bir bilgi değildir. Malumat hiç değildir. İlim ve hikmet ile malumatı, bilgi ile enformasyonu, enformasyon yığını ile bilgi sahibi olmayı birbirine karıştırdığımız şu günlerde marifetin hakikat bilgisi demek olduğunu bir kez daha hatırlamakta fayda var. Zira Nabi Avcı’nın veciz ifadesiyle “enformatik cehalet” çağında, çığ gibi büyüyen malumat depolarının ve veri tabanlarının bizi gerçek bilgiye, hikmet ve marifete götüreceğinin bir garantisi yok (Avcı 1990).

Ahmed Yesevî, ilim, iman ve aşkı insanı kanatlandıran vasıtalar olarak görür. İnsanın yapması gereken o kanatları takıp gerçek hedefine doğru yükselmesidir. Bu aşk ehlini şöyle tasvir eder:

On sekiz bir âlemde hayran olan âşıklar

Bulamayıp sevgilinin çerağını sersem olan âşıklar

Her dem başı dönerek gözü halka çevrilen

Hu Hu diye kavrulup giryan olan (ağlayan) âşıklar

Tutuşup yanıp kül olan, aşkında bülbül olan

Kimi görse kul olan, merdan olan âşıklar

Yol üstünde toprak olup sineleri parçalanan

Zikrini söyleyip pak olan, ağlayıp inleyen âşıklar (Divan-ı Hikmet: 45-46, 108-9).

Ahmed Yesevî, bir arif ve şair olmasının yanı sıra aynı zamanda bir mürşittir. İslamla müşerref olan Türklere İslamın temel öğretilerini sade, yalın ve samimi bir dille anlatır. Türkçenin ilk büyük mutasavvıf şairi olan Hoca Ahmed, Yunus ve onun izinden giden tekke ozanlarının da yolunu hazırlamıştır. Onun şiirlerinde, hikmetli sözlerinde ve hakkında anlatılan hikayelerde bu samimi ve derinlikli sadeliğin seza-yı dikkat örneklerini görürüz. Bir şiirinde şöyle der:

Tevbe eden âşıklar (O’nun) nuru erer

Gece gündüz oruç tutsa kalbi parlar

Ölüp mezara gidende kabri genişler

Kadir Rabbim’in Rahim ve Rahman merhameti var

Namaz, oruç, tevbe üzere gidenlere

Hak yoluna girip yürüyenlere

Bu tevbeyle ahirete gidenlere

Bağışlanmış kullar ile sohbeti var (Divan-ı Hikmet: 71-72, 134-5)

Yunus’tan önce Türkçeyi manevi şiir dili olarak kullanan Ahmed Yesevî, tarihte oynayacağı rolün adeta farkındadır. Şiirlerini elbette bütün insanlara söylemiştir. Onun lafzı hususi, manası umumi ve evrenseldir. Türklerin ihtida etmesiyle beraber yaşadıkları büyük dönüşüm, kendini ilk defa Ahmed Yesevî’nin şahsında ve eserlerinde açık bir şekilde tezahür ettirir. Orta Asya ve daha sonra Anadolu halklarının İslam’a giden yolu, yukarıda işaret ettiğimiz ilim, irfan, muhabbet ve marifet derecelerini bünyesinde barındırır. Türk, Kürt, Arap, Fars ve daha pek çok milletin katkı sunduğu bu sentez irfan medeniyetinin de temellerini atar.

Yesevî’nin şu dörtlüğü bütün bu hususları hülasa eder mahiyettedir:

Hoca Ahmed marifet bahçesine rehberdir

Hakikatleri söyler, açar gönül ilini

Miskin zayıf Hoca Ahmed, yedi ceddine rahmet

Farsçayı bilir amma güzel söyler Türkçeyi... (Divan-ı Hikmet: 111).

Sonuç Yerine

Akıl, iman ve aşk ile hükümlerin arkasındaki hikmetleri idrak etmek, hakikat yolculuğunun ana hedefidir. Yesevî’nin hikmet felsefesi, bize suretlerin ötesindeki manayı öğretir. Yesevî şöyle der:

Yesevî hikmetin bilenler işitsin

İşitenler maksada erişsin

Cevahir madeninden bir parça alsın

İşitmeyenler hasrette kalsın (Divan-ı Hikmet: 120)

Bir başka dörtlüğünde kendi hikmetlerini şöyle tanımlar:

Benim hikmetlerin şeker ve baldır

Bütün sözler içinde bi-bedeldir

Bu hikmetlerin Hakk’ın bir lütfudur

Seher vakti estağfirullah diyenler için (Divan-ı Hikmet: 121)

Bu hikmetler kıymetlidir. O halde onun kıymetini de bilmek gerekir:

Hikmetlerimi dertsizlere okumayın

Paha biçilmez cevherimi cahillere satmayın

Yesevî hikmetlerinin kıymetini bilin

Aşk küpünden bir katre mey tadın (Divan-ı Hikmet: 122)

Hükümlerin arkasındaki hikmeti idrak etmek için, akıl, iman, erdem ve aşk ile âleme bakmamız gerekir. Varlıktaki her zerreyi kendine verilmiş bir emanet olarak gören kişi, o emanetin hakkını vermek için çalışmak zorundadır. Hikmet, bu mücadelenin rehberidir. Bir işin hikmetini kavramak, onun manasını kavramak ve ona göre hareket etmektir. Bir şeyin manasını kavramak ise bizi özgürleştirir. Çünkü yaptığımız hiç bir iş, artık ne taklitten ibarettir ne de özgürlük adına bencilliğin kutsanmasıdır. “Hikmet müminin yitiğidir; onu nerede bulursa alır” tavsiyesine kulak verenler, elbette neyi aradıklarını bilmektedirler. O hikmeti gördüklerinde onu tanırlar. Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin hikmeti de bu hikmetler yolculuğunun nadide duraklarından biridir. Onun hikmet mirasını hatırlamak, giderek karanlıklara ve zulme boğulan dünyamızda elbette yolumuzu aydınlatacak ve hakikat nurunun daha fazla insana ulaşmasına imkân sağlayacaktır.

Kaynaklar

Aristoteles (1996). Metafizik. Çev. Ahmet Arslan. İstanbul: Sosyal Yay. Avcı, Nabi (1990).

Enformatik Cehalet- Kitler Kültürü. İstanbul: Rehber Yay.

Bice, Hayati (2010). Hoca Ahmed Yesevi/Divân-ı Hikmet. Ankara: TDV Yay. Hoca Ahmed Yesevî (2016).

Divan-ı Hikmet. Ed. M. Tatcı. Ankara: Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Yay. Hoca Ahmed Yesevî (2000).

Divan-ı Hikmet’ten Seçmeler. Haz. Kemal Eraslan. Ankara: Kültür Bakanlığı Yay. Köprülü, Mehmet Fuat (1993). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. Mevlana (2007).

Mesnevi. Çev. Veled İzbudak. İstanbul: Doğan Kitap. Weber, Max (2002).

The Protestant Ethic and The Spirit of Capitalism. Tras. Peter Baehr and Gordon C. Wells. Penguin Books

Hoca Ahmet Yesevi, Judgement and Wisdom İbrahim Kalın*


Kaynak:bilig.yesevi.edu.tr/yonetim/icerik/makaleler/1600-published.pdf


 Tarihistan.org







Devamını Oku »

Adalet ve sömürgeci Batı’nın bilinçdışı

Adaletin kökeninde kamu yararının olduğunu ileri süren David Hume (1711-1776), bu görüşünü ispatlamak için ilginç bir yöntem seçer. Ona göre aşağıdaki beş halden birinin sağlanması durumunda, adalete lüzum kalmayacak, pekâlâ adalet olmadan da yaşanabilecektir.

Beş halden birincisi, “mutlak bolluk” durumudur. Herkesin dilediğini dilediğince alabileceği bir toplum olmuş olsaydı, adalete de lüzum kalmazdı. Mülkiyet ihlali, hırsızlık ve kıskançlık olmayan böyle bir toplumda, zaten adalet kimsenin aklına bile gelmezdi diye düşünür Hume.

Hume’un ikinci adaletsizlik faraziyesi, sevginin evrensel bir düzeye ulaştığı, kinin ve garezin ortadan kalktığı toplumdur. Sevgi, her yeri kaplamışsa, herkes yekdiğerine dostça ve cömertçe yaklaşır, birbirine bağlı bir aile gibi yaşarsa, bırakın adaleti, herhangi bir yasaya dahi gerek olmayacaktır.

Hume’a göre adaletin olup olmamasının bir önem arz etmeyeceği toplum faraziyelerinden üçüncüsü, tüm bireyleri birbirleriyle ilişkisiz bırakacak düzeyde köklü bir yalnızlık halidir. Adalet, mutlaka ötekine, başkalarına, topluluk duygusuna ihtiyaç duyar. Yapayalnız bireylerden kurulu bir sözüm ona toplumda adalete de gerek kalmayacaktır.

Hume’un adalet olmadan da olur dediği dördüncü toplum faraziyesi, çok aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet halidir. Böyle bir “aciliyet karşısında, adaletin katı yasaları askıya alınır ve kendini korumanın ve ihtiyacın daha buyurgan gerekçeleri bunların yerine geçer” der üstat.

Adaletsizliğin mazur görüldüğü beşinci hali müsaadenizle en sona bırakıp ilk dört teşhisiyle ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum. Hume’un adaletin kamusal yarar ile bağlantılı olduğu tezini ispat için ileri sürdüğü bu faraziyeler, ayrı ayrı ele alınıp incelenebilir, adaletin ne olduğunun anlaşılmasında çok işe yarayabilirler. Ama şimdi bunlardan ziyade Hume’un tasavvur dünyası, benim nazarı dikkatimi celbediyor. Zira bu tasavvur tarzında, Batı’nın sömürgeci bilinçdışının tezahürlerini görüyorum.

Mutlak refah ve evrensel sevgiyi ele alalım… Her ne kadar Hume, bu iki durumun gerçekleşmesini imkânsız görse de tasavvur etmiş ve dile getirmiş. Zaten daha sonra başkaları, imkânsız olmayabileceğini düşünerek aynı tablolara, bu kez ideal olarak kafa yormuşlar. Mesela Karl Marx, dünya cenneti hayalinin pekâlâ gerçek olabileceğini öne sürmüş, “komünist toplum” diye ad bile koymuş. “Evrensel sevgi”nin ise taliplisi daha çok… Birçok Batılı düşünürde Mesiyanik teolojiye dayalı bu hayalden derin izler var. Mesela hemen aklıma, Marx’ı maneviyatla evlendirmeye kalkan bizim Erich Fromm geliyor. Sömürgeci bilinçdışı taleplerinin dünyayı götürdüğü felaketi ancak toplumsal bolluk ve evrensel sevgi masallarıyla örtmeye çalışmış olmalılar diye düşünmeden edemiyorum.

Hume’un, bugün baş belaları haline gelen yabancılaşma ve güçlü yalnızlık hissini dillendirmiş olması da çok enteresan. Kapitalizmle birlikte insanın emeğinden ve kendinden yabancılaşması, toplumsal bağların çözülmesiyle giderek daha çok atomize olup yalnızlaşması, daha 1750’li yıllarda Hume’un şahsında batılı bilinçten içeri sızmaya başlamış olmalı.

Aşırı ve genelleşmiş bir sefalet ve şiddet (savaş) halinde adaletin ortadan kalkacağı fikri ise asla doğru değil. İnsanın içindeki adalet duygusunun en zor şartlarda bile devam edeceğini tarih bize gösteriyor. Ama burada bizi ilgilendiren, aşırı sefalet ve savaş durumunda adaletin iptal olacağını fikrinin Hume tarafından böylesine pervasızca savunulabilmesi.

Gelelim beşinci faraziyeye…“İnsanlar arasında yaşayan zeka sahibi ama hem zihinsel hem fiziksel olarak hiçbir direniş gösteremeyecek kadar aşağı bir güçle donanmış ve en aşikar provokasyon karşısında bile bize hınçlarının etkisini hissettiremeyecek bir yaratık türü var olsaydı, bu yaratıklara yumuşaklıkla davranmaya insanlık yasaları gereği mecbur olurduk diye düşünüyorum ama açıkçası, onlara karşı hiçbir adalet görevine mecbur olmazdık ve onlar da böyle keyfi efendilere karşı koyacak ne haklara ne de niteliklere sahip olabilirlerdi…” Böyle söyleyen Hume, adalete ihtiyaç olmadan sadece yardım ve merhametle idare edilebilecek “yaratıkların durumuna” somut iki örnek verir. “Uygar Avrupalıların barbar yerliler üzerinde büyük üstünlüğü” ve “birçok toplumda kadınların, özellikle çirkin ve beceriksiz olanlarının zayıflığı”... Onlara yumuşaklık ve merhamet yeter adalet gerekmez. Hume’un bu sözleri, “Büyük Erdemler Risalesi” yazarı “Andre Comte-Sponville’yi çileden çıkartır. “Büyük bir deha olan, bu kadar ilgi çekici birinin önüne geleni yazdığını görmek acı verir ve tüylerimizi diken diken eder” der. Teşekkür ederiz kendisine ama yetmez, bunlarla hesaplaşmak, sömürgeci Batı’nın bilinçdışını her fırsatta sergilemek gerekir.

Erol Göka

18.01.2018 / Yenişafak
Devamını Oku »