Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl,Şeriat ve Nübüvvet

Akıl şimşeği inâyet ufuğundan, fikir gâyelerinin hudûdunun ötelerin'den çakan bir nûrdur. Onun ışıklar hidâyet aynasının cilâlı yüzüne  vurunca, sâhibi maddiyât karanlıklarında onun ışığıyla, onun aydınlatmasıyla yol bulur. Böylece onun talep kuşunun başarı kanatları kuvvetlenir ve teveccüh ettiği yönde felâh/kurtuluş sabâhı sökmeye başlar.

Akıl ancak ezelî inâyet ağı ile avlanan bir gayb kuşudur. Nimetlerin bahşedildiği taraftan gelen bir vâriddir. Onun sıfatları mücevher gibidir. Nûrânî bir özü vardır. Semâvî bir melektir.

O senin rûhun için “Kutsal Rûh/Cebrâîl” mesâbesindedir. Senin kah binin, sırrının peygamberlerine yüce semâlarından vahiy indiren ve Rab- binden sana gayb hediyeleri getiren bir Cibrîldir. Sıfatının kesafeti onunla letafet bulur. Amel sedefin onunla cevherleşir. Adaletin ölçüsü ve hükmün dili odur. O cömertlik yolu ve hikmetler mâdenidir. Nimetlerin merkezi ve fikrin direğidir. Anlayışın rehberi ve sırrın tercümânıdır.

Şerîat; takdirin kesin hükmüdür. Risâletin hâkimi onun şâhididir. Onun izzet sultânı kemâl ve beka devletinde tektir. Hikmet melikleri onun celâlinin heybetine itaat ederek boyun eğmişlerdir. Hüküm memleketleri
onun iclâlinin azameti karşısında korkuyla eğilmişlerdir. Belâğat kuşları onun korusunda uçmuşlardır. İlim çocukları onun hidâyet ve irşâd sütüyle beslenmişlerdir. Onun kahredici gücünün kılıcı kendisine muhâlefet ve düşmanlık edenleri helâk eder. İslâm’ın sağlam delilleri onun himâye ipine sarılmışlardır. Her iki âlemin işleri onun etrâfında döner. İki dünyânın menzillerine ona sarılmak sûretiyle ulaşılır.

Nübüvvet; izzet/şeref nârlarından bir nûrdur. Kutsal Rûh’un/Cebrâîlin mührüyle mühürlenmiştir. Kuvveti kudret ile faaldir. Mânâsı güzellik bahçesidir. Zâhiri, Allâhu Teâlâ’nın âdetleri yırtan (hârikulâde) fiilleri ile desteklenmiştir. Bâtınında vahiy bulunur. O, Kutsal Rûh’un gözüdür. Ezel sırrının mânâsıdır. Kıdemin hükmünün neticesidir. Kaderin mânâsının dayanaklarının müşâhededir. Hayat sırlarının idrâk edildiği yerdir. Kıdem ile hâdisin birbirinden ayrıldığı mevkidir.

Vahiy; nübüvvet ufuğunda, risâlet feleğinden doğan taptâze bir dolunaydır. Risâlet onu Allâhu Teâlâ’nın kelâmından alır. Beraberinde Kutsal Rûh vardır. İlim tomarları onun önünde açılır. Sır defineleri onun önünde ortaya çıkarılır. Ebedî ilim hazînelerinin anahtarları ondan zuhur eder. Kâinât işlerinin haberleri ondan alınır. İlim, akıl, âlem, bilgi, şevâhid/ilham, rüsûm (zâhitî bilgi), îtilaf/ülfet, ihtilaf, mürekkeb/terkipli ve müsennâ/ i ikili uzaklıkların mesâfeleri onda katedilir. Onun hakikatinden vicdânî/derûnî bir mânâ ve sâdece açık bir vahiy yoluyla öğrenilebilen rabbânî bir sır keşfedilir.

O, kıdem hazîneleriyle gayb fezâlarını delen bir ezel posacısıdır. Memleket emininin eli altında olan ebed haberlerinin definesidir. O, ezel meclisinde kader kâtibi kimi yazdıysa ona peygamberlik fermânını getiren melek ordularınm kumandanıdır. Onun nûru (sâhibinin) kalbinin berrak aynasında parlar ve orada dünyâ ve âhiret ahvâli tafsilatlıca, hükümleri birer birer ve haberleri inceden inceye belli olur. Sonra vahyin ışıklarının parıltıları sâhibinin sır cevherinin parlak aynasına yansır ve onun inâyet gözü Rabbinin en büyük âyetlerini görür. “Refik-i A’lâ”ya (Cebrâîl) arkadaş olur. İşte o zaman Nebî, kalbinin nûru için bir kandilliktir. Kandillikte nübüvvet fânusu vardır; fânusta risâlet lambası... Risâlet lambası vahiy fitiline asılmış olan bir nûrdur. Vahiy, vahyedenin gayb sırrıdır.

Peygamberler ezel gaybı memesinin çocuklarıdır. Vahiy sırrına muhâtab olmuş kişinin (Cebrâîl’in) nedîmleridir/arkadaşlarıdır. Huzûr-ı kudsînin mukîmidir onlar. Hakk’ın elçileridir. Ufuk-ı a’lâ’da (en yüce ufukta) dikilen izzet revakları/direkleri ancak onların yücelikleri uğruna dikilir. En yüce makamda serilen şan yaygısı ancak onların şerefi ve heybetleri ile dokunmuştur. En şerefli kutsal savmaalarda/ibâdethânelerde oturan hiçbir nûrânî şahıs yoktur ki, peygamberlerin yüceliklerinden onun yanında bir celîs/arkadaş olmasın.En yüce tesbîhin gölgesine sığınmış hiç-bir mânevî lütûf yoktur ki, onların güzelliğinden onun yanında bir enîs olmasın! Kurbiyet makamlarına yükselmiş hiçbir sıddık yoktur ki, onun yükselişi onların kuvvetleriyle olmasın! Yolu Mevlâ’ya giden hiçbir velî yoktur ki, onların yolu onun yolu olmasın! Beşerin mükerremliğine işâret eden hiçbir ulu bayrak yoktur ki, onların şerefi o bayrağın direği olmasın. Kullar için inşâ edilmiş olan hiçbir yüce saray yoktur ki, binâsı Ibrâhîm (s.a.v.)’in binâsı (Kâ‘be) üzere olmasın!

[B]

“Seyr ilallâh” (Allâh’a seyr) ma‘rifet nûru nisbetinde gerçekleşir. Ma‘rifet ise aklın kuvveti nisbetinde olur. Akıl da “Biz taksim ettik defterindeki kişinin nasîbi kadardır.

Akıl ve şeiat, mü’minin kalp pencerelerine ışıklarıyla girmiş iki nûrdur. Onlar kalpte, suyun şarapla ve letâfetin rüzgârla karıştığı gibi bir- birleriyle karışmışlardır. Tıpkı rûh nûrunun ceset karanlığı üzerine mühürlendiği gibi, nebilerin şahsiyetleri de akıl aynasının parlak yüzeyine mühürlenmiştir. Akıl, fikir avcısıyla gayb göğünden gelen hikmet/hüküm kuşlarını avlamak için, kalp sırlarının bahçelerinde akan ruh sularının mecrâlarına yerleştirilmiş bir ağdır.

Nübüvvet, yakîne bitişik olan akıl gözü üzerinde mânevî olarak parlayan bir nûrdur. Bütün aydınlanma kabiliyetleri, ışıklarım ve ışıklarının parlaklıklarını ondan alır. Karanlığın sabâha ve bedenin rûha ulaşmak için gösterdiği infiâl ondan kaynaklanır. Bu nûr İlâhî cömertliğin, sırf lütfundan ve rahmetinin genişliğinden dolayı sûretlerin bâtınlarına ve bedenlerin sırlarına koymuş olduğu bir nûrdur. Akla, bir varlığın iki mahalle dönüşmesi ile oluşan zarûrî bir ilim giydirilmiştir; onda iki cevherin bir arazı bulunur; öyle iki cevher ki, birisi güzellerin en güzeli, diğeri çirkinlerin en çirkini.

Nübüvvet güneşi, nârlarım ve sırlarının feyezânını/taşkınlığını sâdece İlâhî emirler ile bunun için hazırlanmış akıl şehirleri üzerine gönderir.

Nübüvvet, Âdemoğullarından bazılarını ezelî irâde yollarında “Rab- bin dilediğini yaratır ve seçer” fermânı üzere yürüten gaybî bir hidâyettir.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Fatiha Suresinin Tefsiri

Fatiha Suresinin Tefsiri




Rahmân ve Rahim olan Allâh’ın adıyla.

" “Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân ve Rahîm, din gününün sâhibi olan Allâh’a mahsustur. Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz. Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazâba uğramışların ve saplanışların yoluna değil.” (Âmîn)

Hz. Peygamberden rivâyet edilmiştir ki:

“Allâhu Teâlâ şöyle buyurmuştur: Fâtiha Sûresi’ni üçe ayırdım: [Üçte biri Benim için], üçte biri kulum içindir; üçte biri de kulumla Benim aramdadır. Kulumun istediği kendisine verilecektir.”Fâtiha Sûresi’nin Allâhu \ Teâlâ için olan kısmı başlangıçtan “Din gönünün sâhibi” kısmına kadardır. Kul için olan kısım “Yalnızca sana tapar, yalnızca senden yardım isteriz’’ âyetidir. Allâhu Teâlâ ile kul arasında olan kısım ise “Bizi dosdoğru yola ilet” ten sonuna kadar olan kısımdır.

İyi bilin ki, Fâtiha bütün sûrelerin sultânıdır. Bunun içindir ki, hepsinden öncedir, hepsinden önce olmasına rağmen, hepsinden sonra da gelmiştir. Allâhu Teâlâ’nın kitâbının hem başlangıcı hem de sonu olmuştur. Güneş gibi ki, güneş de göze önce küçük görünür.

Fâtiha Sûresi’nin bir tarafı da “Elif-Lam-Mîm”e (Bakara Sûresi’ne) dayanır; işte sultanların/yöneticilerin de böyle olmaları, yâni faydalarının herkese şâmil olması için bir taraflarını halka yaslamaları gerekir. Fâtiha, namazın bütün rekatlerinde okunur ve bütün duâlar onunla tamamlanır. Dolayısıyla her sultanın/idârecinin de Fâtiha’yı ya nefsinde gerçekleştirmiş (tahakkuk), ya onunla ahlâklanmış (tahalluk), ya da onunla sürekli alâkadar (taalluk) olması lâzımdır; dördüncüsü olmamalıdır. Tahakkukta (Fâtiha Sûresi’ni özümsemede, nefsinde gerçekleştirmede) Suheyb (r.a.) gibi olmalıdır.

Zîrâ Hz. Peygamber onun hakkında şöyle buyurmuştur: “Suheyb ne güzel adamdır! O, Allâhu Teâlâ’dan korkmasaydı, yine de O’na isyân etmezdi.” Yâni eğer Allâhu Teâlâ’dan korksaydı kimbilir nasıl olurdu?! Tahalluk, verâ sâhibi bir âlim ve âmil (bildikleriyle amel eden) olmaktır. Taalluk ise, verâ sâhibi âlim ve âmillerin peşine yapışmak için ümmî î (bilgisine güvenmeyen ve değer vermeyen) olmaktır. İşte bu, adâletin ta kendisidir. Bu üçün dördüncüsü zulümdür. Sultan, adâleti nisbetinde dini ve dünyâyı mâmur ettiği gibi, zulmü nisbetinde de dini ve dünyâyı harap eder.

Adâlet sâhibi olan herkes zamanının mehdisidir. Her zorba da zamanının deccâlidir. “Zulüm kelimesinin anlamı, bir şeyi uygunsuz bir yerde kullanmaktır. Bunun için ‘Babasına benzeyen zulmetmiş olmaz’ ve ‘Kur-da çobanlık veren, zulmetmiştir’ denir.” Muhtâru’s-Sıhah’ta böyle târif edilmiştir.( 1) Allâhu Teâlâ ve insanlar indinde sevilen biri olmak isteyen bir sultânın âdil ve insaflı olması şarttır.

Fâtiha Sûresi’ne göre Allâhu Teâlâ’nın ahlâkı ile ahlâklanmak dört şekilde gerçekleşir:

1- Allâhu Teâlâ âlemlerin Rabbidir; sultanların da idâresi altındaki herkesi sâhiplenmesi gerekir. Yâni açları doyurmalı, susuzlara su vermeli, çıplakları giydirmeli ve gariplere barınacak yer bulmalıdır. Tıpkı hilâfeti esnâsında Hz. Ömer’in, halktan dilenen yaşlı bir Mecûsîye/ateşpereste davrandığı gibi davranmalıdır: Hz. Ömer o Mecûsî ihtiyara “Senin gençlik zamanlarında biz senden haraç/ vergi almıştık, şimdi ise sen geçimini temin edememektesin; o halde bizim sana beytülmaldan (devlet kasası) bir maaş belirlememiz gerekir” demiş ve ona maaş bağlamıştı.

2- Nasıl ki, Allâhu Teâlâ bütün kullarına karşı “Rahmân” ise, sultânın da idâresi altındaki herkese karşı merhametli olması, onların canlarını, mallarını ve ırzlarını koruyucu olması gerekir.

3-Âhiret işlerinde mü’minlere karşı “Rahîm” olmak; yâni okul, üniversite ve cami gibi âhirete yönelik faaliyet gösteren binâlar yaptırmak.

4- Sultânın “Din gününün sâhibi” olması demek, onun halkın iyi veya kötü amellerini karşılıksız bırakmamasıdır. “Din günü” demek, iki taraf arasındaki dâvâ ânı demektir; sultan bu durumda iki taraf ara-sında adâlet ve hukûk ölçüsünde hüküm vermelidir. Halk, böyle bir sultânın kendisine itâatle kulluk eden kulları mesâbesindedir. Böyle olursa o, ismen/zâhiren değil, gerçekten “mahmûd” (kendisine teşekkür edilen) olur. Hani derler ya: “İnsan, ihsânın/iyiliğin kölesidir.”

“Bizi dosdoğru yola ilet”e gelince; bu âyet, mü’minlere Hak’tan isteyecekleri en güzel dileği bildirmektedir ki, o da sirât-ı müstakime (düpdüz- gün yola), peygamberlere, velîlere ve sâlihlere bahşettiği yola iletmesidir (hidâyet). Zîrâ ilk yola (sırât-ı müstakim) ihlâslı mü’minler, riyâkârlar, münâfıklar, gazaba uğrayanlar ve sapmışlar hep birlikte girerler. Meselâ namaz bir sırât-ı müstakimdir; ona riyâ ve nifak karışırsa istikâmeti (düzgünlüğü) kalmaz. Diğer ibâdetler de böyledir. Hattâ gazâ (harbe çıkmak) dahi bir doğru yoldur. Savaşa katılan biri, eğer savaştaki bölüğünden kaçar k ve elinde olduğu halde kâfirlere/düşmana karşı savaşanlara yardım etmez- ise, onun bu davranışı doğru yol değildir. Muhâripler savaşta iken onların mallarını yağmalamak nasıl olur? Orasını da artık sen düşün! Böyle bir asker, olsa olsa şeytanın veya Deccâlin askeri olur.

İkinci yola gelince; o, ancak ve ancak peygamberler, velîler ve ihlâslı sâlihler gibi Cenâb-ı Hakk’in hâs/özel kullarının girdiği yoldur ki, işte her mü’minin Allâhu Teâlâ’dan dilemesi gereken düpdüzgün, dosdoğru yol (sırât-ı müstakim) bu yoldur. Zîrâ Allâhu Teâlâ onlara bu yolu “Kulumun istediği verilecektir” sözüyle vaat etmiştir.

Bir kimsenin Fâtiha’yı bu niyet ve şuurla ömründe bir kere okuması, dil ile günde bin kere okumasından çok daha hayırlıdır. Zîrâ insan böyle bir okuyuşla ömrü boyunca ulaşabileceği hayırlara bir defâda ulaşabilir.
Allâhu Teâlâ bizlere ve bütün mü’minlere bu hayra ulaşmayı kolaylaş'tırsın ve nasip etsin. Âmîn (kabul eyle), ey kabul edicisi dileklerin ve en merhametlisi merhametlilerin!

-----------------

(1)-Tırnak içinde tercüme ettiğimiz ibârelerin Muhtâru’s-Sıhâh’tan aynen alınmış olması ve bu eserin müellifi olan Muhammed b. Ebî Bekr. b. Abdülkâdir’in de 666/1268’den sonra vefat ettiği gözönüne alındığında, bu durum bu tefsirin Hz. Geylâni ye âidiyetini şüpheye düşürmektedir. Ne var ki, bu ibârelerin metne son­radan başkaları tarafından ilâve edilmiş olması da muhtemel görünmektedir. Zîrâ metinde bir kopukluk göze çarpmaktadır. Ayrıca, kaynak gösterilmek sûretiyle Muhtâru's'Sıhâh’tan alıntı yapılmaktadır. Oysa genellikle kadîm ulemânın, -tabiî ki Gavsı A'zam’ın da- kaynak gösterme aklinde bir üslûbu yoktur. Dolayısıyla yukarıdaki üslûb burada metne bir müdâhalenin olduğu ihtimâlini kuvvetlendirmektedır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)

Devamını Oku »

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin Kalbinde Parlayan İlk Yıldız

Mü'minin kalbinde parlayan ilk yıldız "hüküm yıldızı"dır; sonra "ilim ayı", sonra "ma'rifet güneşi" gelir. Mü'min, hüküm yıldızının ışığıyla dünyâya bakar. İlim ayının ışığıyla âhirete bakar. Ma'rifet güneşinin ışığıyla Mevlâ'sına bakar.. Nefsi mutmainne bir yıldızdır. Kalb-i selîm bir aydır, saf/tertemiz sır, bir güneştir. Nefsin makâmı kapıdadır. Kalbin makâmı huzurdadır. Sırrın makâmı ise özel odada, Cenâb-ı Hakk’ın huzûrundadır.
Kalbe Cenâb-ı Hak telkinde bulunur. Kalp nefs-i mutmainneye telkinde bulunur. Nefis dile imlâ eder/yazdırır. Dil de halka aktarır. Nefsin varlığı töhmet mahallidir. Kalbin varlığı şüphe makâmıdır. Sır saflaştığında acâiplikler/muhteşemlikler gelir.

(Rızkını) nefis ile aldığın sürece haram yemektesin demektir. Değişken bir kalp ile aldığın sürece yiyeceğin şüphelidir. Sırrın sâf olduğu zaman ise gerçekten helâl yiyorsun demektir.

Kadere rızâ; kalbin kurbiyet bulmasına, fazilet evine girmesine, (ilâihi) fetih yemeğinden yemesine ve ünsiyet şarâbından içmesine vesîle olur. 

Sufilerin sırları yeryüzünün dağları ve varlığın direkleridir. Ünsiyet münâdîsi onlara, nefse yapılan iltifattan daha tatlı sözler fısıldar. Onlara der ki:

“Sıkıntıdan sonra rahatlık gelecek. Bu dağınıklıktan sonra cem (bir araya gelme, toparlanma) olacak. Bu acılığın yerini tatlılık alacak. Bu zilletin ardından izzet ve şeref yer alacak. Bu fenâdan/yokluktan sonra varlık bulacaksın.”

İşte o zaman kurbiyet yüzü bu makâmın sâhibini karşılar. Onu önüne alır. Halk ile onun arasına bir set koyar. Cenâb-ı Hak hüküm, ilim ve kurbiyeti, san’atının nûrunu ve nûru ile mâsivâya nazar eden sûfîlerin kalplerinin âdetlerini yırtan hârikulâdelikleri onun kalbinde bir araya getirir. Onları “İlâhî cemâle nazar cenneti”ne sokar. Kâinâta nazar ettikleri vakit şöyle yalvarırlar:

“Ey şaşkınların rehberi! Sana götüren en kısa yolu bize göster!”

Şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemezler. Kâinâtın tesbîhâtına dahi meyletmezler. Âlemlere iltifat etmezler. Bunun üzerine re’fet/merhamet ve muhabbet eli onlara uzanır. Onların kalp ellerinden tutar, lütûf odalarına koyar, ünsiyet kanatları altına ve kurbiyet lezzetine götürür. Üzerlerindeki sefer elbiselerini çıkarır, menzillerinde konuk eder, huzur-ı İlâhîye onları yerleştirir. Onların her birinin kalbine kapılar açar da böylece onlar her kapıdan O’nun mülkünü, saltanatını, celâlini ve cemâlini görürler.

Onların kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın irâdesinin icrâ mahalli, ilminin hazîneleri ve sırrının sûretleri olur. Sırları/iç âlemleri her ne zaman kalp evinin etrâfını dolaşsa, ilim ve sırlarla karşılaşır. Bu evin sâkini olurlar. Oradaki hazîne ve defîne odalarını görürler. Her taraftan onlara bast/ferahlık gelir. Kanatları kuvvetlenir. O tarafın otağlarına doğru uçarlar. Rab- leriyle berâber olurlar. Eğer düşecek olsalar yine bu evin avlusuna düşerler. Mülkün Rabbinin önünde istedikleri gibi hareket ederler. Onlar duâları makbul, mahbûb ve meczûb (Hak tarafına çekilmiş) kimselerdir. Kalp, Rab ile berâberdir. Sır, sır ile berâberdir. Kalb, kapısı ne zaman açılacak olsa, sır gözüyle Rabb’in cemâlini görür; perde kalkar...

Ey insanoğlu! Sıddıkların göğüsleri âlemlerin Rabbinin sır mahzenidir. İlim yıldızları ve ma'rifet güneşleri oradadır. Melekler bunların ışığıyla aydınlanır.

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında

Hz.Muhammed (a.s) Hakkında


Nûrânî savmaa/ibâdethâne sâkinlerinin burunları “Ben çamurdan bir beşer yaratacağım” ıtırını kokladıklarında ve en yüce melekût “Ben yeryüzünde bir hatife yaratacağım” nârlarıyla aydınlandığında, kudsiyet savmaalarının azizlerine “ Sürelini tamamlayıp, rûhumdan üfledikten sonra onun için hemen secdeye kapanın” dendi.

Toprak “ Teşbih ederler” dilinin burunlarında bir misk oldu. Âdem dâmâdı/gelini “Muhakkak ki Allâh [Âdem’i] seçmiştir” elbiseleri ile süslendi. Melekler “Ona kendi rûhumdan üfledim” nûrunun yüceliğine secde ettiler.

Mûsâ (a.s.) “Muhakkak ki ben AJlâh'ım” lezîz nağmesini şakıyan bir bülbül dinledi. Kıdem/ezel şarabını “Seni Ben seçtim” kadehleri içinde da-ğıtan bir sâkî ile tanıştı. Mûsâ (a.s.)’m sevinciyle Tûr’un her tarafı deprendi. Dağ eteklerini onun [ayakları] altına serdi. Mûsâ (a.s.) “Kutsal Vâdi’de” ağacının altında durdu. İçine, sâkîyi görme iştiyâkı düştü. Sarhoşluk neşesi gövdesini coşturdu. Aşk defterine, hasretinin şiddetiyle ve kendi elleriyle “Bana görün!” diye yazdı. Elinde kalem değişti/hareket etti; “Beni göremezsin!” diye yazıverdi. “Tecellî etti” şimşeğinin ışığı akıl gözüne parlayıverdi. “Baygın düştü” ateşi olmasaydı, dağ bir cennet olmuştu.

Ayıldıktan sonra “Seni tenzîh ederim; tevbe ettim” dedi. Devleti sona ererken ona dendi ki:

“Ey Mûsâl Risâlet kalemini ‘Beşikte iken insanlara konuşur’un sahibine teslim et. Benim tevhîd kitabıma ‘Ben Allâh’ın kuluyum! diye yazması ve risâlet defterine ‘Benden sonra ismi Ahmed olan bir rasûlü müjdeleyici olarak’’ satırını nakşetmesi için diviti/hokkayı ona ver...”

“Her türlü eksiklikten münezzehtir O ki, kulunu bir gece götürdü (isrâ)” Rasûlullâh (s.a.v.)’ın şerefinin tâcı oldu. Rabbi onu semâvât ehline gösterdi.

“Kuluna Kitâb'ı indirdi” izzetiyle onu zînetlendirdiğinde onun risâletinin güzelliği daha da parladı.

Ahmed (s.a.v.) damâdının göründüğü gece en yüce melekûtun nûrları zayıf kaldı. Onun güzelliğinin ihtişâmmdan dolayı nûrânî şahısların göz bebekleri kamaştı. Meleklerin gözleri onun nûrunun aydınlığına bakamadı. Onlara dendi ki:

“Ey en yüce, en parlak ve kutsal semânın sâkinleri! Nûr saçan bir kandil olarak gönderilmiş olan peygamberin ışığından istifâde edin. Siz enbiyânın imâmının himâyesi altındasınız.”

Bu yeryüzü güneşi zuhur edince, gökyüzü güneşi gizlendi. Yesrib yıldızının doğmasından dolayı gök yıldızları utançlarından saklandılar. Nûrlar, Ahmed (s.a.v.)’in nûru içinde kaybolup gitti... En şerefli ve kutsal savmaa- ların/ibâdethânelerin azizleri “O hevâ-yı nefsânîden konuşmaz”ın sâhibine bakmak için ortaya çıktılar.

Ona dendi ki:

“Ey vücûdun/mahlûkatm efendisi! Senin Tûr’un “Isrâ” gecesidir. Senin için nûr, Reffeftir; Kutsal Vâdi ise “Kâb-ı kavseyn (O’nunla arasındaki mesâfe bitişik iki yay kadar kaldı)”dır. Senin için en güzel nağmelerle şakıyan bülbül, “Sonra da kuluna vahy ettiğini vahyetti”dit. Mûsâ’nın matlûbu, senin için “Göz ne kaydı, ne de aştı” sicillinde/defterinde tecellî etmişti. Sen nebiler dîvânına kaydedilmiş en son harfsin. Sen “İşte bunlar üstün kıldığımız rasûllerdir” fermânına yazılmış en büyük satırsın. Senin düğünün “ufuk-ı a’lâ”da yapılmıştır. Bu düğünün hikmetlerinden birisi de “[O gece] Rabbinin âyetlerinden!delillerinden en büyüğünü görmüştür” âyetidir. Vücûdun alnına takmak için senin şerefinden öyle bir taç yapıldı ki, daha önce böyle bir taç hiç yapılmamıştı.”

Peygamberlerden hiçbirisi “Kulunu gece yürüttü” izzetine ulaşamadı. “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi)” bahçesinin kokularından bir koku koklayamadılar. Onlardan hiçbirisinin bizâtihî yüzüne “Ey Nebi! Selâm senin üzerine olsun”diye hitâb edilmedi. Onlar “Ev ednâ (ya da daha yakın oldu)” perdesinin gerisinde durdular da, “Yaklaştı ve sarktı”nın sâhibi öne geçti. Kevn/mevcûdat gelinleri süslü elbiseleri içinde ona (s.a.v.) göründü. O, onlara meşgûliyet nazarıyla iltifat dahi etmedi; aksine “Göklerini uzatma/bakma” edebiyle edeptendi.

İşte Kutsal Vâdi; nerede Mûsâ?!
İşte Kustal Ruh; nerede Isâ?!
İşte “Yıkanacak ve içilecek soğuk su!”; nerede Eyyûb?!

Akıllar gayb meydanlarında ne kadar çok sefere çıktı?! Fikirler o güzelim yuvalarını bırakarak, bu en yüce şereften bir nebze esinti alabilmek, bu en azîz/değerli bahçeden bir nefis koku koklayabilmek ve o denizin dalgalarına dalıp eğlenmek için o yücelik bahçelerine doğru ne kadar çok uçtular?! Ama isteklerine ulaşabilmek için yol bulamadılar. O tarafın marifet lisanları hâl-i itiraf ile şöyle seslendiler:

“Ey peygamberlerin hâtemi/mührü! Kutsal Rûh sensin! Varlık bedeninin rûhu sensin! Kâinat bahçesinin gülü sensin! İki âlemin hayat kaynağı sensin. Vahiy incileri, ruh gerdanlığın üzerinde senin için dizildi! Kıdem/ ezel bahşişinin esintileri senin için esti. Kader “Rabbm sam ihsanda bulunacak ve sen de râzı olacaksın”sancağını senin için dikti. En yüce melekût âlemleri seni övme kokusuyla misk gibi koktu. Şerîat lambaları senin ilim nârlarınla aydınlandı. Hüküm semâları senin kelime lambalarınla ışıdı.”

Peygamberler, şâhitlikleri esnâsında, o kendilerinden önde olduğu halde ve onun yüceliğine uymak için saf saf oldular. Kader münâdîsi onlara şöyle seslendi:

“Ey saâdet yuvasının ve halk üzerindeki hüccetin sâkinleri!
Bu, yücelik kameridir!
Bu, aydınlık güneşidir!
Bu, nebiler tâcının incisidir!
Onun güzelliğine karşı gözbebeklerinizi dört açın.
Onun aydınlığına karşı gözleriniz üzerindeki perdeleri kaldırın.
Onu, risâlet gerdanlığı incilerinin güzelliğinin şerefi ve eşi bulunma- I yan bir inci olarak bulacaksınız.

Vahiy elbisesi nakış nakış onunla süslenmiştir.
İtiraf lisânıyla “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” ı okuyun...”

[B]

Muhammedi şahıs ve Ahmedî şekil, Hâşimî nesebden geldi. Onun [ menkıbeleri eşsiz oldu. Onun âyetleri/delilleri melekûtî (Melekût âlemine mahsus bir güzellikte) idi. Onun işâretleri gayba âitti. O, özel keremlerle şereflendi. “Cevâmiu’l-kelîm” ona tahsis edildi. Kevn-i külli (kâinat) çadırının direkleri onun şerefine yükseldi. Ulvî/yüksek ve süflî/alçak âlemlere mahsus varlık safları onun yüceliğine göre tanzim edildi. O “Mülk âlemi” kitabının kelimesinin sırrıdır. Halk ve felek fiillerinin manâsıdır. Mevcûdat binâsı kâtibinin kalemidir. Âlem gözünün insanıdır. Varlık mührünün kalıbıdır. Vahiy memesinin süt çocuğudur. Ezel sırrının hâmilidir/taşıyıcısı- dır. Kıdem/ezel lisânının mütercimidir. İzzet sancağının sancaktarıdır. Şan ve şeref tepesinin mâlikidir/sâhibidir. Nübüvvet gerdanlığının ortasındaki taştır. Risâlet tâcının incisidir. Enbiyâ alayının komutanıdır. Peygamberler ordusunun kumandanıdır. Hazret (ilâhî huzur) erbâbının imamıdır. Sebepte ilk, nesebde sondur.

O, her türlü bozulmadan sâlim kalmış olan “fıtratı/Islâm’ı” desteklemek için, sıkıntı perdelerini yırtıp parçalamak için, zor işleri kolaylaştırmak için, sinelerindeki vesveseleri silmek için, ruhlardaki kederi gidermek için,
gönül aynalarını parlatmak için, bâtın (iç âlem) karanlıklarını aydınlatmak için, kalp fukarâlarını zenginleştirmek için, nefis esirlerini kurtarmak için, kabz/darlık vahşetini gidermek için, bast/ferahlık ünsiyetini celbetmek için, gaflet topluluğunu dağıtmak için, sevinç gruplarını bir araya getirmek için, şakâvet dirisini öldürmek için, saâdet ölüsünü diriltmek için, azgınlık zincirlerini kırmak için, hidâyet sancağını yükseltmek için, gönül sâhiplerini visâle erdirmek için, hasret definesini güzel yüzün üzerine saçmak için, dostların birbiriyle buluşmasını sağlamak için, muhabbet ateşini tutuşturmak için, ruhların daha önce verdikleri ahdi hatırlamaları için, özlerin kerem yurdunda verdiği andlarını yenilemeleri için... Nâmûs-ı Ekber (Kur’ân-ı Kerîm) ile gönderilmiştir.

Şerîat ağacının hikmet çiçekleri onun suyuyla açmıştır. İlim bahçesindeki hüküm meyveleri onu görmekle yeşermiştir. Ayet/delil şahısları onun kalkmasıyla birlikte ayağa kalkmıştır. Mûcize defineleri onun zuhûruyla ortaya çıkmıştır. O, fasih konuşanlar arasına gönderildi; ama onun fasâhati karşısında o belâgat sâhiplerinin dili tutulmuştur. Bütün diller onun vecizliği etrâfında toplanmıştır. Onun işâretinin şerefi önünde onların ma‘rifet akılları başlarını secdeye koymuştur. Hepsi de topluca onun kafilesine katılmıştır. Fasâhat onun “İnsanlar ve cinler bir araya gelse dahi (Kur’ân’ın bir benzerini meydâna getiremezler)” sancağı altına girmiştir. Onun “cevâmiu,l-kelîm”liği karşısında diğerlerinin fehim/anlayış güneşleri tutulmuştur. Onun hikmet güneşleri karşısında onların fikir ayları görünmez olur.

Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) ona âlemlerin Rabbi katından geldi de, onu Burak’a bindirdi ve ezelî celâlin cemâliyle müşerref kılmak ve ebedî izzetin kemâlinin huzûruna erdirmek için yedi kat göğü delip geçti. O gece sanki revaklarla süslenmişti; sanki ufuklar üzerine otağlar kurulmuştu. Zaman, çiçekli bahçenin kokusunu etrâfa yayıyordu...

Seherden sonra fecr/şafağın ışıklarıyla ortalık aydınlandı. “Bir gece kulunu yürüttü” kudretiyle sevinç âlemi onun önüne dürüldü. Hüküm erbabı “Onu bana getirin; onu kendime yakın edeceğim” sebebiyle ona il- tifatlar yağdırdı. Gökyüzünün ve melekût âlemlerinin hepsi “Âyetlerimizi ona göstermek için” elbisesi içinde ona arz edildi. Her iki âlemin gelinleri, sırları, işleri, insan ve cin ilimleri “Muhakkak ki o, Rabbinin en büyük âyetlerini görmüştür” meclisinde onun için süslenip hazırlandı. Peygamberlerin başları “O en yüce ufukta olduğu halde” ona selam verdiler. Gök sâkinlerinin emirleri göklerin kapısında oturup onun kendi taraflarına gelişini gözetlemekle emrolundu. Mülk melikleri Sidre-i Müntehâ’ya kadar ona eşlik ettiler. Onların eşrâfı onun doğuşunu müşâhede etmek ve onun güzelliğini seyretmek sûretiyle gözlerini sevindirmek istediler. Onların akıl ‘Sidre-i Müntehâ’ları ve ilimlerinin zirveleri onun güzelliğinin nûruna boğuldu; tıpkı gök kapılarının onun ışığının aydınlığına boğulduğu gibi.

Nûrânî şahsiyetlerin gözbebekleri onun celâli karşısında afalladı. En yüce âlemin sâkinlerinin gözleri onun cemâli karşısında dehşete düştü. Onun heybeti karşısında en yüce otağ ehlinin boyunları büküldü. Nûrânî ibâdethâne erbâbınm başları onun izzeti karşısında eğildi. Onun şânının kemâli karşısında rûhânîlerin gözleri faltaşı gibi açıldı. Mukarrebûn melekleri saf saf oldular. Teşbih edenlerin tesbîhatları ile kudsiyet âlemi mensuplarının yüzleri güldü. Tenzîh yurtları vecde gelenlerin nefesleri ile güzel güzel koktu. Kürsü ve arş, onu görme sevinciyle coştular, raks ettiler. Onun gelişinin verdiği ferahlık ile güzellik cennetleri süslendi. Kevn/varlık onun varlığıyla coştu. Yüce mekânlar alçak yerlere karşı onu görmekle iftihar etti. Semâ eyvanları onun ışığıyla aydınlandı. Yüce Keyvân (Satürn) ışıltılarla yüceldi. Sırlar, seçilmiş göz için ortaya döküldü. Nûrların sâhibi için perdeler kaldırıldı. Rûh-ı Emîn (Cebrâîl) “Bizden hiçbirimiz yoktur ki, onun belli bir makâmı olmasın” dâiresine kadar ona eşlik etti ve orada ona dedi ki:

“Ey karîb/yakın olan habîb! Bundan sonra Allâhu Teâlâ ile kendi başına buluşmak için hazır ol!”

Ve onu nûrun içine gönderdi. Kendisi geride kaldı. “Kutlama esnâsında uzunlar kısalır (sevinç ânında merâsim kalkar)!”

Peygamberler mahremiyet salonunda hizmet ayağı üzerinde beklediler. Meleklerin rûhâniyetleri celâl/yücelik mi‘râtlarında övgüler dizmek için ayağa kalktılar. Âşıkların ruhları, “belki dönüşü esnâsında onun hayat bahşeden kokusundan bir koku alabiliriz” diye şevk mertebelerinde heyecanla beklediler.

Bu yolculuk Levh-i A‘zâm (Levh-i Mahfuz) sayfaları üzerinde yazı yazan vahiy kâtiplerinin kalemlerinin çıkardığı seslerin duyulduğu yere kadar sürdü. Nûr Refref i üzerinde Ufuk-ı Âlâ’ya (en yüce ve en son ufuk) kadar gitti. Oradan şevk kanatlarıyla “Yaklaştı ve sarktı” makâmına uçtu. Kerem teşrifâtçısı onu “Kâb-ı kavseyn (iki yayın birleşmesi yakınlığı)” bahçesinde ağırladı. “Ev ednâ (yâhut daha da yakın oldu)” döşeğini onun için hazırladı.

O, en yüce taraftan “Sana selâm olsun, ey Nebî!” nidâsını işitti. Sevgili onu ikramla karşılıyordu. O Celîl, onun karşısına selâm ile çıkıyordu. Ürkeklik sıkıntısının yerini ferahlık aldı. Vahşet/soğukluk gitti, ünsiyet/ sıcaklık geldi. “Kuluna vahyedeceğini vahyetti” hitâblarıyla kendine geldi. “Gerçekten de O’nu önceden bir kere daha görmüştü” ile ona mükâşefeler bahşedildi. Ağzını açtı; oraya ezelî ilim denizinden damlalar düştü. Onunla geçmişin ve geleceğin her şeyini öğrendi.

O yüce ve ihsânı herkese şâmil olan Yaratıcı’nm lisânı (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“Burası kerem/iyilik makâmıdır. Nîmet arsasıdır. Rahmet madenidir. Fazilet cennetleridir. Fütüvvet/yiğitlik yurdudur. Hayır kaynağıdır. Cömertlik kurallarına göre ihvânı ikramdan mahrum etmek hoş olmaz. Vefâ hükümlerine göre dostları ayrı tutmak hoş değildir.”

Kendisine bağışlananları merhamet duygulan içinde dostlarına da dağıttı. Orada nâil olduğu iyilikleri onların üzerine de saçtı. Mertebesinin şerefinden ve bereketinden dostlarını da nasipdâr etti. Tıpkı kendisini andığı gibi onları da andı. O tek başına geldiği bu makamda ve Rabbine olan münâcâtında onları unutmadı ve şöyle dedi:

“Selâm bizim üzerimize ve Allâh’ın sâlih kulları üzerine olsun.”

Sevgili ona şöyle seslendi:

“Ey efendilerin efendisi! Ey cömertlik erbâbının imamı! Yüceliğin evveli de, sonu da şenindir. Açık ve gizli övünç sana âittir. Mürüvvet, vefâ, fütüvvet ve safa sana mahsustur. “Biz senin göğsünü açmadık mı/ferahlatmadık mı?! Belini büken yükünü üzerinden alıp atmadık mı?! Senin zikrini/ şânını yükseltmedik mi?!” Biz ezelde senin şerefini peygamberler arasında en yüce yere koymadık mı?! Kırmızıya da (cinler) siyaha da (insanlar) seni peygamber olarak göndermedik mi?! O en yüce şeref defterinde (Illiyyûn) senin ismini kazımadık mı?! “Ben sizlere benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberin müjdecisiyim” diyen îsâ’yı senin müjdecin yapmadık mı?!

Hani O (Hz. Mûsâ) diyordu ki: ‘’Rabbim! Göğsümü aç/ferahlat.” Sana da deniyor ki: ‘’Biz senin göğsünü açmadık mı/lferahlatmadık mı? ” O diyordu ki: ‘’Rabbim! Bana görün!” Sana da deniyor ki: ‘’Rabbini görmedin mi!” Sen dünyâda ümmetine şâhitsin; âhirette ise istediğine şâhit olacaksın. Şerîat hazırlığını ‘’Bitirince hemen yeni bir işe koyul” Ümmetin hakkında ‘’Rabbine yönel.”

Âşıklar ile sevgilileri arasındaki mektuplar yerlerine ulaştı... Onlar arasında vuslat rüzgârları esti. O İlâhî hitâbın murâdı olan, İlâhî cezbe ile çekilmiş olan (Hz. Peygamber) şöyle dedi:

“İlâhî! Nimetini umuyoruz. Bizleri korumanı diliyoruz. Bizler senin ahit beşiğinin çocuklarıyız. Lütûf sütünün bebekleriyiz. Cömertlik göğsünün yavrularıyız. Senin ihsânlarının çokluğu karşısında diller âcizdir.
Nimetlerinin bolluğu ve güzelliği karşısında gözler hayrandır/şaşkındır. O dilleri çöz! Beyân/açıklama perdelerini aç. Mâneviyâtımıza kuvvet ver!..”

O Celîl ona şöyle seslendi:

“Biz senin üzerinden celâl/yücelik (şiddet) perdelerini kaldırmadık mı.’’ Kibriyâ (büyüklük) perdesinin arkasında ve azamet mertebesinin yukarısında olan şeyleri görmek için seni kemâl sıfatlarıyla kuvvetlendirmedik mi?!

Bütün bunlarla birlikte senin kalbini hikmet yuvası yaptık. Dilini fasâhat mahalli yaptık. Bedenini belâğat mâdeni yaptık. Zikrini îcaz (münkirleri âciz bırakma) kaynağı yaptık.

İsrâ/Mi‘râc seferinden döndüğün zaman kullarıma haber ver ki, “Ben gerçekten de Gafûr ve Rahîm’im ”m Mahlûkatıma ulaştır ki, “Ben çok yakınım. Bana duâ ettiği vakit duâ edenin duâsına icâbet ederim.”

O risâlet ve celâletin sâhibi, bütün hamdleri, şükürleri, övgüleri, me-dihleri ve senâları kendinde toplayan bir lisan ile şöyle dedi:
“Ben Seni övecek söz bulmaktan âcizim; Sen kendini övdüğün gibisin.’’
Sonra yaşadığı bu âleme geri dönmeye başladı. Meleklerin büyükleri, yüzlerini onun ayaklan için yere seriyorlardı. Rûh-ı Emîn onun önünde övünç örtüsünü taşıyor ve meleklerin safları arasından ta’zîmle ona yol açıyordu. Hz. Adem onun celâl tuğlarını yükseltiyor, Hz. İbrâhîm onun heybet bayraklarını dalgalandırıyordu.

Hz. Mûsâ da, âdetâ batı tarafından habtbine münâcât ediyordu. Hani gözleri habîbine bakmıştı da, tekrar tekrar O’na bakmak istemişti. Kader ona Tûr tarafından “Emrimizi vahyettik” diye seslenmişti.

Bu sırada Hz. Isâ, yeryüzüne ineceğine ve Kâb-ı Kavseyn sâhibi ile ilgili gökyüzünde olup bitenleri yeryüzündekilere haber vereceğine dâir Mevlâ’sı adına yeminler ediyordu!

İşte böyle... Onun (s.a.v.) önünde “îşte bu bizim atamızdır.’’ askeri “Kendisine nimetler bahsettiğimiz bir kul" marşını okuyordu. Onun şerefinin tâcı “Muhammedün Rasûlullâh (Muhammed Allâh’ın peygamberidir) ” idi. Elbisesinin süsü “Göz kaymadı ve aşmadı” idi. Onun izzet ve şerefinin münâdîsi, varlığın bütün katmanlarında ve bütün safhalarında şereflenmeyi emretmek sûretiyle şöyle seslendi:

“ Muhakkak ki Allâh ve melekleri nebî (Muhammed) üzerine salât ve selâm
ederler. Ey îmân edenler! Sîzler de ona bol bol salavat getirin ve selam edin.”

Hz. Peygamberin Cesedi

Hz. Peygamberin cesedi onun rûhunun kandilliğidir. Kandillikte vahiy ışığının fânusu vardır. Onun kendisine inen vahyi tebliğ etmesi bir lambadır. Nübüvvet nûru kalp kandilliği fânusuna yayıldığı zaman nûr üstüne nûr olur. O’nun gönül aynası tertemizdir; gaybın gaybını onunla görür. Ona belîğ/edebî bir lisan ile hitâb edilir. Onunla akıl gözünün mele-i a’lâ’yı (yüce topluluk) görmesi için bir pencere açılmıştır. Ezelin latif defineleri ona sunulmuştur. Hâdis/mahlûkât ile Kadîm/Cenâb-ı Hak arasındaki tercümandır o.

Dilaver Gürer , Abdlkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz.İbrahim (a.s) Hakkında

Hz.İbrahim Hakkında

İbrahım yavrusu, kıdemin lütûf ve ihsan beşiğinde, kerem ağacının gölgesinde büyüdü. Fazilet yelpâzesi “Biz İbrahim’e rüşdünü (doğru yolu bulma kâbiliyetini) önceden vermiştik” nesimi ile onu serinletti.

Kader; zerrelerin zerrelerini ve canların ruhlarını “Rabbin (onlardan ahit) aldığı zaman” toplayıp, “Ben sizin. Rabbiniz değil rmyim?”in kölelerine hitâb ettiğinde, İbrâhîm (a.s.)’ın fasîh ve saâdet lisânı o yakınlık ve muhabbet minberi üzerinden “Belâ/Evet Rabbimsin” diye hitâb edenlerin ilklerinden idi. Onun sır kulaklarında “İbrâhîm’e selâm olsun” nağmeleri çınlıyordu. Ezel sâkîleri “Allâh İbrâhîm’i halîl (candan dost) edinmiştir" hâlis şarabının kadehleriyle onun etrâfinda dönüyorlardı.

İbrâhîm aşkının verdiği divânelik ve sarhoşluk ile cûşa geldi de coştukça coştu. Şevk, bütün şiddet ve ihtişâmıyla onun kalbini istilâ etti. Kara sevdânın sultânı gönlüne taht kurdu. “Onları şâhit tuttu da hazır olanlar içerisinde öylece kaldı. Tâ ki, zaman otağı içinde Nemrûd b. Ken’ân devletinde onun zuhûr etme vakti geldi. Aklını başından alan o âşıklık çöllerinde bu nesimin kokusunu koklayarak, “Belâ/Evet, Rabbimizin” yalnızlığının tâlibi olarak büyüdü. Muhabbet uğrunda leke sürülmek ona zevk verdi, hoş geldi. Şevk onun zihninin meşgûliyetini sürekli yeniledi. Aşk ise onun içindeki defineyi dürtükledi durdu.

O celîl/yüce olan Halîl, mağaradan çıktı. Vecd onun kalbindeki ateşi tutuşturmuştu. Fikrinin nazarı dehşete düştü. Sırrını felek gelinlerinin yüzüne doğrulttu. Hâlinin münâdîsi güzelliğinin sohbet arkadaşına dedi ki:

“İşte, senin için de benim için de bir göz aydınlığı!’’ Gözlerinin ışıkları itibar arasatlarını aydınlattı. Küçük bir şimşek çaktı; “İbrâhîm’e göklerin ve yerin melekûtunu gösterdik” bulutu onun üzerine ağdı. Fikrinin nazarım, kendisini müjdeleyen gözbebekleriyle, şevk aceleciliğinin kınasıyla ve aşk sarhoşluğunun coşkunluğuyla âlem meydanlarında ve yüce bahçelerde gezdirdi. Kalp gözüne matlûbunun alâmetinden başka bir yansıma ve sır nazarına da mahbûbunun zannından başka bir parıltı belirmedi. Her ne zaman kendisine bir şey gözükse, sâkînin ellerinde kadehler ile kendisine hitâb ederek belirdiğini zannetti. Halbuki gece kevn/varlık elbisesini karanlığına boyamış ve onu çadırının eteklerinin üzerine yaymıştı.

Felek bostanı çiçeklendi. Gökyüzü aydınlandı. Kazânın/kaderin dişleri gülümsedi. Vücûdun/varlığın yüzü o nesîmi dehşete uğrattı. Nûrların güzelliği bulut perdelerini onun üzerine çekti. Gözlerin gezebildiği her yer hicâp/perde kesildi. Gökçadır bütün kemâli ve nazı ile gelinler gibi süslendi. Yüce kubbe sağdan soldan çalım satan sarhoşlar gibi bezendi. Gökbahçe gezegen çiçekleriyle donandı. Yüce deniz göktaşı/yıldız incileriyle kabardı.
Yıldızların menzilleri doğularda ve batılarda farklı farklı sıfatlarla göründüler.

Müşteri, çakırkeyifliğe garkolmuş meftun âşık gibi; ya da sarhoşluk derdindeki sevdâlı gibi... Merih, divâne âşığın kalbindeki sevdâ ateşinin lazerine konmuş bir cezve gibi... Süreyyâ, hicrandan eriyip bitmiş âşık gibi; sevdânın şiddeti onda baş ve gözden başka bir şey bırakmamış. Cevzâ, sevgilinin ruh memleketine girip, onun kalbini ele geçiren muhabbet sultânının otağı gibi...

Sabâ rüzgârı dostların canlarına “Duâ eden var mi? Tevbe eden var mı? Kapıya buyurun” dâvetini yapan sevgilinin elçisi gibi...

İşte böyle... Kara sevdâ âşığın kalbini harap eder. Vecd, tâlibin rûhunu yakıp kül eder. Şevk dâimâ sevgiliden bahsettirir. Divânelik mahzun kalbi istilâ eder... İbrahim’in üzerinde aşk-ı kadîm zuhur ediverdi. İşte tam bu makamda iken Zühre yıldızının yüzünün güzelliği, sanki bir sâkî gibi,
“pâdişâh” ordusunun alayları arasında uzun eteklerini sürüye sürüye edâlı bir şekilde yürüyerek ona göründü. Her yer onun ışıklarıyla aydınlanıyordu. Sanki O’nun kemâl ayının bir hâlesi gibiydi. Nazar lisânı fikir anlayışına dedi ki:

“Eğer bu, muktedirlerin tasarrufu gibi kendi irâdesi gereğince yürüyebiliyor ve seçilmişlerin gezmesi gibi gök menzilleri arasında dilediği şekilde dolaşabiliyor ise ben de kalbimden gelen muhabbetin lisânı ile ona: İşte benim rabbim!” derim.

Fakat eğer hallerindeki sıkıntıları gideremiyor ise, başındaki hâli ile sonundaki hâli birbirini tutmuyor ve bu sebeple kaderin taht-ı tasarrufunda kalıyor ise, çeşitli hâdiseler onu da istediği yöne çeviriyor, kendine zarar veren hasmına karşı kendini savunmaktan âciz ise, o halde matlûb ondan başkasıdır; duâ edenin duâsına icâbet edendir, karşılık verendir.”

İbrâhîm, sanki ufûl/kayboluş atları iki saf olmuş da o, onların arasına sıkışmıştı. Ya da, birbirine hücûm eden iki ordunun arasında kalıvermişti!

(Yıldızlar) bir müddet göründükten sonra zulmet denizinde garkoldu. Ufuk mânâlarında sessizce kayboldu ve gizlendi.

Onun (Zöhre yıldızının) durumunun hakikati ibrâhîm (a.s.)’ın fikrinin nazarında açıklığa kavuştu. Bunun üzerine yakîn safâsının diliyle “Ben batardan sevmem” dedi.

Sonra ay, kemâl burcundan doğarak, güzelliğinin bütün parlaklığıyla yükseldi. Parlak ışıklarının ortalığı kaplamasıyla birlikte gökyüzü eyvanı aydınlandı. O ihtişâmlı devletinin gücüyle ışık ordularını etrâfa gönderdi. İbrâhîm (a.s.) dedi ki:

“Bu daha yüce bir sultan, bunun derecesi daha yüksek; eğer gidişâtı düzensizlik ve bozukluk gibi şeyler göstermezse, bir batıp bir doğmazsa... o zaman anlayış lisânımla bunun için ben de ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.

Onun o göz kamaştıran güzelliği de gizlilik ve görünmezlik perdesiyle ortadan kayboldu. Ufuk kudreti, onun aydınlığını kaptı ve güzelliğinin üzerine kapandı. Kader onun varlık belirtisini adem/yokluk kılıcıyla kesti attı. Engin denizin diplerine doğru perişanca boğulan biri gibi batıp git' ti. Onun varlığına delil sâdece geride bıraktıkları kaldı da bunun üzerine İbrâhîm nebilerin tahkik lisânıyla şöyle dedi:

“Eğer Rabbim bana doğru yolu göstermezse, ben gerçekten şaşkınlardan olacağım.”

Sonra ortaya aydınlık ordularının bütün heybetiyle birlikte güneş sultânı çıktı. Soğuk nefesleri ısıttı. Sıkıntılı göğüsleri ferahlattı. Uzayan bakışları rahatlattı. Aydınlık alaylarının otağlarını gök eyvanına kurdu. Parıltı taburlarının revaklarını fezâ ufuklarına yerleştirdi. Yüceliğinin süvârilerini de masmâvi bir elbise üzerindeki yaldızlı bir işleme gibi gök' yüzüne saldı. Gezegenlerin ışıklan utançlarından dolayı onun izzet ve şe' refi önünde secde etti. Doğuş ve batışın bütün yönleri onun heybetinin kemâline boyun eğdiler. Parlak yıldızların askerleri onun ihtişâmlı salvosu karşısında hezîmete uğradı. Akıp giden parlak aylar onun eşsiz güzelliği i yanında görünmez oldu. Îbrâhîm dedi ki:

“Bu en büyükleri, en azametlileri, en parlakları, en aydınlıkları, en yüceleri, en ihtişâmlıları... Eğer seyrinde, akıp gidişinde kahrın cezbelerinden i sağlam kalabilirse, gidişâtında değişim darbelerinden etkilenmezse, o zaman r ben de onun için sırrımda fikir lisânımla ‘İşte benim rabbim bu!’ derim.”

Onun devleti de nakil ve taşınma karşısında hafif kaldı. Batıp kaybolma örtüsüyle o da gizlendi. Tagayyür/değişim kudreti onu da çekip götürdü.
Kader süvârîleri ona da saldırdı. Ufuk eyvanı onun kayboluşuyla birlikte karanlığa gömüldü. Şafak kuşağı semânın dört bir yanını dolanmaya başladı. îbrâhîm (a.s.)’ın itibârının hâkimi, ihtiyârının/seçiminin şâhidine şöyle dedi:

“Vasıfları sürekli değişen bir devlet gördüm; bu devletin kendinden hâriç bir ‘pâdişâh’ı olmalı. Sapasağlam işleyen bir memleketin, onu çekip çeviren, idâre eden bir Mevlâ’sının da olması gerekir.”

Zümrütten bir eyvan... Lâcivert bir renk... Kudret masmâvi düzlüğün üzerine yıldız cevherlerini döşeyiverdi. Hikmet eli o düzlüğün aşağı taraflarını bulut örtüsüyle örtüverdi. Ve karanlık bir gece... Dalgaları birbirine vuran denizin kabarması gibi... Dolunayın yüzü gibi aydınlık bir gündüz... Üzerine hikmet yorganı örtülmüş ve sağlam yapısıyla kıdemin/ ezelin sübûtuna işâret eden bir yatak... Ezel, hâtırların çözebileceği şeylerden değildir ki!... Araz ve cevherin niceliğine de girmez. Tevhîd lisânı, anlayış insafıyla İbrâhîm’e dedi ki:

“Ey halîl! Hareket ve sükûn; görünürlük ve gizlilik, renkler ve varlıklar, asıllar ve teferruatlar, tavâlî/doğuşlar ve levâmî/parıldamalar... Bunların hepsi ademden/yokluktan sonra, ezel irâdesinin kudreti ile inşâ edilmiş olan şeylerin vasıflarıdır. Ezelî fiilleri kendi fiillerinle mukâyese etmeye kalkışma. Akıl gözüne görünen şeyleri ehadiyetin vasıflarına örnek gösterme!”

Sonra ezel münâdısi, kerem ve lütûf lisânıyla ona şöyle seslendi:

“Ey Îbrâhîm! İzzet cânibine doğru yürü. Kudret perdelerine yapışmaya bak. Ehadıyet celâlinin himâyesine teveccüh et. Ezelî kemâlin kapısında bekle. Memleketini yönetmede Ferd/Bir olan Hâlık’ı maksat edin. Vâhid olan ve mahlûka benzerlikten münezzeh olan Rabb’e ibâdet et. O’na olan yolculuğunda ve itimâdında ilk ayağını O’nun şirkten berî olması tepesine, ikinci ayağını ise ‘Ben yüzümü gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm’ zirvesine bas.”

Ibrâhîm (a.s.) arzusuna nâil olmanın sevinciyle dedi ki:

“Kendisine itiraz yolu olmayandan yüz çevirme daha ne kadar sürecek?! Nâfile ve farzlarda kesin ve yeryüzü boyunca apaçık hüccet/delil sâhibi olan için bu kadar geri durmalar niye?! Ben yüzümü, gökleri ve yeryüzünü yaratan tarafına döndürdüm.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'Allah Onları Sever,Onlar da O'nu' Ayetinin Tefsiri

'...Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler..' Maide/54

Gözbebeklerini dört açtılar... Sırların yüzündeki gaflet peçelerini kaldırdılar... Gayb âlemlerinin adamlarına cilâlı kalp aynalarını tuttular... Saçılıp dağıtılan vahiy kelâmlarından mânâ cevherlerini topladılar... Kıdem/ezel bahçelerindeki sırları fehim/anlayış pınarlarından içerek, it gezip tozdular... Ezel gelinlerini fikir taraklarıyla süslediler. Kalıba iltifat etmeyen kalplerle (vuslata) hazırlandılar. Bu kalıp/beden evleriyle ülfet etmiş kutsal ruhlara şâhit tutuldular. Kurumuş çamur heykelleri durumundan, akıllan sebebiyle kudsiyet mertebelerine yükseltildiler. Şanlı himmetleriyle vahdâniyet celâlinin cennetlerine tâlip oldular. Ruhlarının koku alma duyularıyla Kur’ân bahçesinin güzel kokularını koklamaya meylettiler...

Ruhların ma‘şûku, kalplerin mahbûbu ve tâliplerin emellerinin son noktası safvetine (saflığına, tertemizliğine) işâret olarak buyurdu ki: öyle bir kavim getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu.”

Oysa onlar adem/yokluk yataklarında ve gayb beşiklerinde uykuda idiler. Kerem mağarasının gençleri idiler. Kader, onların özlerinin zerrelerini çamur parçalarından ortaya çıkardı. Kusurlarını ıstıfâ/temizleme ateşinde giderdi. Mevhibe/bağış kalıpçısı ezel darphânesinde onların üzerine “Onları sever” satırını nakşetti. Onlar adem bohçasında oldukları halde onlardan “Onlar da O'nu sever” diye bahsetti.

Öyle bir kuş dili kelâmı ki, onu vaktin Süleymân’ından başkası anlayamaz. Öyle bir âşığın göz kırpmaları ki, Leylâ’nın Mecnûn’undan başkası onlardan bir işâret anlamaz.

Ezel kâtibi kıdem dîvânında/defterinde ruh levhalarının cilâlı berraklığı üzerine velâyet/yakınlık hokkasından çekilen ictibâ/seçkinlik kalemiyle “O onları sever, onlar da O’nu” satırlarını yazdığı zaman, onların şahsiyet ibâdethânelerinin ruhbanları henüz ademde/yoklukta idi; zâtlarının incileri gayb örtüsü sedefleri içinde idi; onların nefislerinin arkadaşları “Kün/Ol” sırrı ağacının gölgesi altında uyumakta idi. Kader müezzini “Fe/fekûn/Hemen oluverir” nesîminin esintisi ile onları uyandırıverdi. Onların vücûd/ varlık mumlarıyla dünyâ karanlığı aydınlanıverdi. Canları sûret köşkleri' ne yerleşti. Berraklıkları bulanıklık ile ve nûrları maddiyat karanlıklarıyla karıştı gitti. Ruhlar, bu uzak beldede garipler mahallesine yerleşti. Kıdem/;ezel tarafından kendilerine doğan şeylere hep iştiyâk duydular, kudsiyet yurdunda alışık oldukları şeyler için çok ağlayıp sızladılar. Aşağı ile yukarı arasında uzun müddet gidip geldiler. Onların zâtlarının zerreleri bu aşk ve iştiyâk fezâsında toz toprak oldu.

Kurbiyet meydanının genişliğine çıktıklarında, inâyet eli onların her birine, kader sâhibinin “muhabbet elbiselerinden kendileri için takdir ettiği elbiseleri giydirdi. Ünsiyet meclisi halvetinde onların havâsları/ özelleri için “O onları sever, onlar da O’nu” sancakları diktirdi. Onların gelişi şerefine “Koşuşun” denizinin sâhilinde şeref tahtları kurdurdu. Ezel dîvânı kâtibine, onlan “saâdet-i kübrâ (en büyük saâdet) defteri”ne kaydetmelerini emretti. Kitabının sonunu “Allâh selâmet yurduna eder.’’ ile bitirdi. Hitâbının başlığını “ Bana tâbi olun ki, Allâh da sizi sevsin” koydu. ‘’Muhakkak ki size Allâh'tan bir nûr gelmiştir.’’atının üzerinde onu bir elçi olarak gönderdi.

Ey insanoğlu! Sır tahtları toprak duvarlar içerisinde kurulur ve tevhîd çizgisinin bir noktası yakîn gözüne, “O ilktir (Evvel), sondur (Âhir), açıktır (Zâhir) ve gizlidir (Bâtın)” vücut/varlık binâsının temeli olarak görünür.

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Mükaşefe ve Müşahede

Mükaşefe ve Müşahede

Allahu Teâlâ’nın fiillerinden, akla üstün gelen, şekli ve kalıbı kıran bazı keşifler evliyâya vâki olur. Bu da iki türlü gerçekleşir: 1-Celâlî müşâhede. 2-Cemâlî müşâhede.

Celâl ve azamet müşâhedesi kalbe havf/korku, endişe, ürperti, darlık ve büyük bir sıkıntı bırakır. Bunların uzuvlarda da belirtileri görülür. Hz. Peygamberin namaz esnâsmda sadr-ı şeriflerinden (şerefli göğüslerinden) havfin şiddetinden dolayı, kaynayan tencerenin çıkardığı sese benzer bir ses duyulur ve kendilerine Allâhu Teâlâ’nın azametinden ve celâlinden keşifler vâki olurdu. Buna benzer şeyler İbrâhîm Halîlu’r-Rahmân (a.s.)’dan ve Emîrü’l-Mü’minîn Ömerül-Fârûk (r.a.)’tan da nakledilir.

Cemâl müşâhede ise, insanların kendi durumlarına uygun olarak, kalplerine vâki olan nûrlar, sevinçler, lütûflar, hoş kelâmlar, tatlı sözler, mevhibe müjdeleri, yüce menziller ve Allâhu Teâlâ’ya kurbiyet gibi şeylerdir.

İnsanların kısmetleri husûsunda, Cenâb-ı Hakk’tan bir fazilet ve rahmet olarak, kalem kaldırılmış ve dünyâ hayâtı boyunca, mukadder olan ölüm zamanı gelinceye kadar insanlarla ilgili şeyler O’nun tarafından takdir edilmiştir. Bu, insanların Cenâb«ı Hakk’a olan şevklerinin şiddeti sebebiyle muhabbette ifrâta düşmemeleri içindir. Böyle olacak olsaydı onlar kuraklıktan çatlayan topraklara dönerler, helâk olurlar ve kendilerine yakîn, yâni ölüm gelinceye kadar yerine getirmeleri gereken kulluk vazifelerinde zayıf düşerlerdi.

O, insanlara lütfundan ve hilminden dolayı, kalplerini terbiye etmek için ve onlara şefkat olsun diye böyle davranmaktadır. Zîrâ O insanlara karşı Hakîm’dir, Alîm’dir, Latiftir ve Raûftur. Bundan dolayıdır İri, Hz. Peygamber’in müezzini Bilâl’e şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir.

“Kalk, ey Bilâl! Bizi rahatlat!”

Yâni, bizi namaza kaldır ki, bu cemâl müşahedenden anlattığımız şeyleri görelim, demektir. İşte bu sebepledir ki, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

“Benim göz aydınlığım namaz içindedir.”

Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Hz Aişe (r.a) Hakkında

Ezelî irâde, Muhammedi gayreti bazı seferlere çıkma husûsunda harekete geçirdi. Hz. Peygamber o eşsiz,inciyi de bu yolculuğunda kendisine hemdem yapmıştı. Hizmetini görmesi, sabah akşam çadırını kurması için kölesi Misteh’ı onun (Hz. Âişe) emrine vermişti.

Kâfile dinlenmek için bir yerde konakladı. Uyku onların rahatsızlıklarını dindirdi. “Kul”u (Mistah) geceleyin uyku bastı ve uyuyakaldı.

Ehadiyet irâdesi, Âişe safiyye ve stddîkasım ihtiyâcını gidermek için yuvasından dışarı çıkmak üzere harekete geçirdi. O, bunun için mahfilinden dışarı çıktı.

Kudret eli, gerdanlığının düğümünü çözdü. Cevherler boynundan yere dağıldı. Onları tekrar boynuna dizmek için uğraştı durdu.

Kader şöyle nidâ etti:

“Ey Cebrâîl! O gerdanlığının birkaç tânesini kaybetti. Sen onların yerine yenilerini koy!”
Mistah uyandı. Develerini yürüttü. Olup bitenden haberi yoktu.(İfk Hadisesi) Medine’ye ulaştığında onu (Hz. Aişe) göremeyince aramaya koyuldu. Bu sırada kader, sırların definesini kazıyor ve şerlilerin ifk/iftirâ kıvılcımları da çakmaya başlıyordu.

Bu durum vahiy memesinin çocuğu, ezel sırrının hâmili, gayb emânetlerinin muhâfızı ve hamd sancağının sancaktarına ulaşınca, onların iftirâ gözlerindeki remzi anladı. Ona onların müşrikliklerinin işâretleri göründü. Kalbi elem duydu. Keder okunun delmesiyle gönlü yaralandı. Sır kristali kırıldı. İşleri dağıldı. Hz. Peygamber, sevgisinin remizlerini gizli bir tarzda göstererek ve şefkatinin lütfü ile Hz. Âişe’ye şöyle dedi:

“Babanın evine dön! Bana senin hakkında haber gelecektir!”

Bunun üzerine o, inci gibi gözyaşları döktü. Hıçkırıklara boğuldu. Düğün günü yasa döndü. Gecesi hüzünlerle zifiri karanlık oldu. Isttrâbının nefesleri göklere yükseldi. Sabır onun yanından kayboldu. Dedi ki:

“Suçsuz olduğum ve haksızlık etmediğim halde neden dolayı oraya I buraya sürülüyorum, uzaklaştırılıyorum! Yoksa bu, hicranlı sevgilinin iç ] âleminin şikâyeti yüzünden midir?!”

Ona şöyle seslenildi:

“Ey sıddîka ve hakîkaten seyyide/hanımefendi! Belâ, velâyet kadar olur. Zafer sabra bağlıdır.”

Ne var ki, kıssa/olay duyulup gussa/sıkıntı ortaya çıkınca, onun sabır ayı helâk oldu. Yükselen nefeslerinden dolayı his yıldızları batıp kayboldu. Yüreğinin yangınından dolayı inci gibi gözyaşları döktü. Dümdüz olan elifinin beli gönül kırıklığı yüzünden bükülüverdi.

Mahbûbundan ayrılığının müddeti uzadı. Matlûbundan aldığı hayat enerjisi yok oldu. Dedi ki:

“Yâ İlâhîl Zeliller Senden yardım diler. Mazlumlar Senin iletine sığınır. Mahzunların hüznünü Senden başka kim nefeslendirir?! Mustariplerin duâsına Senden başka kim icâbet eder?! Benim suçsuzluğumdan en haberdar olan ve benim durumumu en iyi bilen Şensin!”

Ya‘kûbiyye evine çekildi. Firkati Hz. Yûsuf un hâlinin bir benzeri oldu. Odasının karanlığı hüzün Yûsuf unun hapsine döndü.

Habîbin cânibinden gelen “keyfe tiküm (nasılsınız/hastanız nasıl)?’’ nesîminin esintisi ona uğradı da bunun üzerine şöyle dedi:

“Ben ki, fasâhat evinde büyümüşüm, zıtlarla fasîh konuşanın en yakın arkadaşıyım: (Tîkünfdeki) “te” (tâ harfi) yakındaki muhâtap içindir, “ke” (kâf harfi) uzaktaki gâip içindir. “Enti”nin (bayan için ‘sen’ zamiri) te’sinin bu kelimenin kâfındaki yeri nerede? “Hâzihî”nin (bayanlar için ‘bu* zamîri) he’sinin (hâ harfi) “tîküm”daki yeri neresi? Çoğul mîmi (mîm harfi) zikredilen kişilerden birisi için tahsis de gerektirmez. Uzun zaman
oldu ki, ben hicran çekenin gözüyüm; gâibin/uzaktakinin kalbinin siyah noktasıyım; sevgilisinin cemâlinden uzak kalmış kimsenin ünsiyetinin reyhanıyım. Fakat zamanın değişen halleri ve (insanın üzerine) saldıran anları var. Yâ Rab! Üzüntüden boğuldum. Hüznümün harâreti beni yakıp kül etti. Bu dert benim belimi büktü. Fikrimin karışıklığı beni darmadağın etti!..”

En yüce âlemin melekleri daha fazla dayanamayıp feryâd ü figân ettiler. kudsiyet yurdunun sâkinleri çeşit çeşit teşbihlerde bulundular. Nûrânî savmaaların ruhbanları sızlandılar. Nûrânî cisimler ve rûhânî ruhlar dediler ki:

“Ey İlâhımız! Nübüvvetin tertemiz örtüsünün kalbinin safâsına keder çöktü. Şeref denizinin bir incisinin gönül cevheri parça parça oldu. Risâlet bahçesinin reyhanı fâsıkların iftirâsıyla solup kurudu. Vahiy memesinin çocuğu münâfıkların yalanı yüzünden sütten kesildi.”

İlâhî memleketin postacısına ve melekler ordusunun kumandanına dendi ki:

“Yâ Cibrîl! Ezel gaybının levhalarından, aybı gayb lisânıyla temizleyen on yedi âyet al. Ben o âyetleri ezelde ve kaderden önce söylemiştim. Onları kıyâmete kadar Âişe’nin elbisesinin yeni için bir süs yaptım.”

Ezel postacısı “fazilet efendisi”ne Nûr Sûresi’ndeki sürûr/sevinç âyetlerini indirdi.

Sıddîka, âyetlerin haykırışını duyup müjde işâretlerini görünce dedi ki:

“Zayıfa güç veren, hakîre izzet bahşeden, mazlûma acıyan ve kederi gideren (Allâhu Teâlâ) sübhândır. Vallâhi, Rabbimin benim hakkımda Kur’ân/âyet indireceğini ve vahyinde Nebisine (s.a.v.) benden bahsedeceğini zannetmiyordum. Fakat O’nun Rasûlullâh’a benim suçsuzluğumu ve masumluğumu rüyâsında göstermesini umuyordum.”

O halde mazlûm, İlâhî yardımdan hiçbir zaman ümit kesmesin. Ezilen- lerin feryadına ancak sabırdan sonra yetişilir.
Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Sünnetin Kuran-ı Kerim'i Beyanı

Sünnetin Kuran'ı Beyanı


....Beyan yetkisi,Kuran ve Sünnet­ bütünlüğünü sağlamak için son derece önemli bir konudur. Bu çerçevede Hz. Peygamber’in Kur’ân karşısındaki görevlerini dörde ayırmak mümkündür. Bunlar içinde be­yan görevi, ayrı bir önemi haizdir. Şimdi bu görevleri ve bunlar içinde beyan görevini görelim:


1-Tebliğ:

Tebliğ, Hz. Peygamber’in birinci görevidir. Allâh’tan aldıklarını olduğu gibi insanlara aktarmak durumundadır. İlgili âyet­ler şöyledir:

“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yap­mazsan, O’nun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olur­sun. Allâh, seni insanlardan korur. Şüphesiz Allâh, kâfirler topluluğu­nu hidâyete erdirmeyecektir. ” (Mâide, 67)

“Peygamberin üzerine düşen, ancak tebliğdir. Allâh, sizin açıkladı­ğınızı da, gizlediğinizi de bilir” (Mâide, 99)

Burada tebliğ edilmesi gerekenler, başta Kur’ân olmak üzere Hz, Peygamber’e vahiy (dîn) olarak indirilen her şeydir.


2-Beyan:

Bu görevi beş açıdan ele almak mümkündür:



a-Mücmel (kısa kısa olan) âyetleri açıklamak:

Namaz, oruç, zekâtla  ilgili âyetlerin geniş bir şekilde açıklanması gibi. Mesele anlaşılıyor diye üzerinde fazla dumak istemiyoruz. Yoksa bu husus, Allâh Resûlü’nün en önemli beyan görevidir. Bu açıklamalar olmasa Kur’ân’ın bize emrettiklerini nasıl yerine getireceğimiz meçhul  kalırdı. Bir örnek vermek gerekirse Allâh, “'zekât veriniz” buyuruyor. Konuyla alakalı başka bir nas da yoktur. Allâh, abesle iştigal etmez. Bu emrin muhakkak yerine getirilmesi gerekir. Aksi takdirde zekât veriniz, emri havada kalır. Peki, nasıl zekât ve­receğiz; ne kadar vereceğiz? Şayet sünneti kabul etmezsek buna aklımızla karar vereceğimiz açıktır. Akıl da değişken olduğuna göre, bir sürü görüş ortaya çıkacaktır. En basiti, günümüzde ar­tık “zekât malın kırkta biri değil, kırkta otuz dokuzudur” diyen­ler de türemiştir. İşte bunun için sünnete şiddetle ihtiyaç vardır. İhtilafları sona erdiren bir özelliği de söz konusudur. Aynı şeyi namaz veya diğer ibadetler için de düşünebiliriz.

b-Müşkil (anlamı kapalı) âyetleri açıklamak:

Bakara Sûresi, 238:

“Orta namaz”ı, Hz. Peygamber -farklı rivâyetler olmakla birlikte ağırlıklı olarak- “ikindi namazı” olarak açıklamıştır.

Bakara, 187:

Burada beyaz iplikle siyah iplikten kastedilenin, gecenin siyahlığı ile gündüzün aydınlığı olduğu Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır.

Hûd, 114 ve İsrâ, 78:

“(Ey Muhammedi) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze ya­kın vakitlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlar için bir öğüttür”

“Güneşin dönmesinden, gecenin kararmasına kaçlar namaz kıl. Fec­rin Kurân’ını (fecir vakti okunan Kur’ân’ı) ikame et (yerine getir)! Çün­kü fecrin Kurân’ı şâhidlidir.”

Bu âyetlerde namaz vakitleriyle ilgili buyruklar vardır. Ancak bir kapalılık da söz konusudur. “Âyetler, namazı uç vakitle sınırlıyor” di­yenler vardır. Âyet ve hadîsleri bir bütün olarak değerlendirdiğimizde şu sonuçlar ortaya çıkar:



a-Âyetler hem üç vakte hem de beş vakte muhtemel gözüküyor.

Bu âyetlerde sadece üç vakit namaz geçiyor demek mümkün de­ğildir. Onun kadar kuvvetli bir şekilde beş vakit sabittir diyen­ler de vardır. “Güneşin zevâli” gibi bazı kelimeler buna imkân veriyor. Ama dediğimiz gibi farklı da yorumlanabiliyor. Dola­yısıyla sırf bu âyetlerden yola çıkarak üç vakti, beş vakte tercih ettirecek sarîh bir durum söz konusu değildir,

b-Bir âyet yoruma açıksa ve kelimeleri bir kaç manaya muhte­melse, galiba en güzel yol, Kur’ân’ın ilk müfessirinin beyan ve uygulamalarına müracaat etmektir. Mezkur ayetlerde İfa­de edilen durumları Allah Resûlü, günün beş vakti olarak be­lirlemiştir.

c-Umûmîlik ifade eden âyetleri tahsîs etmek:

En’âm, 82:

Bu âyet inince ashâb kaygılanmış ve Resûlullâh’a giderek “hangi birimiz nefsine zulum (haksızlık) bulaştırmaz ki!” diye sormuştur. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber âyetteki zulmün Lokman (a.s.)’ın oğluna söylediği gibi şirk olduğunu açıklamıştır.(Buhari,Müslim ve Tirmizi)

Mâide, 3:

“Meyte”, umumî bir hükümdür. Hz. Peygamber, “Denizin suyu  temiz, kendiliğinden ölmüş hayvanının eti helâldir”(Ebu Davud,Tirmizi ve Nesai,Hadis sahihtir) buyurarak âyetin  hükmünü tahsîs etmiştir. Bu tahsisi “Hem size hem de yolculara faydaolmak üzere (faydalanmanız için) deniz avı yapmak ve onu yemek size helâl kılındı” âyeti de destekler. Zira “deniz avı” umumî bir ifadedir. “Meyte”yi de içine alır. Ancak kara hayvanları denize düşüp ölse “deniz hayvanları” içinde yer almazlar. Deniz hayvanları sadece denizde yaşayanlardır.

Mâide, 6:

“Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın; başınıza da mesh edin ve topuklarınıza | kadar ayaklarınızı da (yıkayın).”



Âyette geçen “namaza kalktığınız zaman” ifadesi, abdestli olunsun veya olunmasın her namaz kılınacağı zaman abdest alınmasını gerekli kılar. Hz. Peygamber’in bu noktadaki uygulamaları görülmeden başka türlü de anlaşılmaz. Bu noktada, Hz. Peygamber’in beyanlarının öne­mi ortaya çıkar. Hz. Peygamber, abdestsiz olanın abdest alması gerek­tiğini ortaya koymuştur. Abdestli olanın abdest alması ise başka bir gü­zelliktir, ama vâcib değildir. Yani bir abdestle birkaç vakit namaz kıl­mak caizdir.(Buhari,Vudu,57;Tirmizi,Taharet,60) Hadîslere karşı çekinceli davranan bazıları bile Hz. Pey­gamberin bu yöndeki uygulamalarım esas almıştır. Zira belki de bu, insanlara her namaz için abdest almak zor gelecektir!

Bu âyette Resûlullâhin bir başka beyanı daha vardır. Aslında “müşkil ifadeleri açıklama” kısmında zikretmek daha isabetli olurdu. Yinede ifade edelim ki, âyette ayaklan yıkamakla ilgili bir kapalılık vardır Şî‘a, ayakları mesh etmeyi esas almıştır. Âyette bu kesin değildir. Bir o kadar, ayaklan yıkamak da vardır. Bu noktada, Hz. Peygamberin söz ve uygulamalarına bakmaktan başka çare yoktur. Tevâtüre ulaşan na­killerden anlıyoruz ki, ayakları yıkamak esastır.

d-Mutlak ifadeleri takyîd etmek, sınırlamak:

Nisâ’, 11:

“...Bütün bu paylar, ölenin yapacağı vasiyetten ve borçtan sonra­dır."

Âyette vasiyet, mutlak olarak zikredilmiştir. Buna göre kişi diledi­ği kadar vasiyet edebilir. Ancak Hz. Peygamber vasiyeti malın üçte bi­riyle sınırlamıştır.(Buhari,Vasaya,2,3;Müslim,Vasiyet,5,6,7,8)

e-Âyetlerdeki hükmü te’yid etmek. Burada Resûlullâh’ın görevi, âyetlerde söz konusu olan hükümleri vurgulamak, pekiştirmek­tir. Bu tip hadîsler de oldukça fazladır. Burada ayet ile hadisler bir bütünlük içindedir.


3-Tezkiye:



Tezkiye, Allâh Resûlü’nun mü’minleri ahlâken yücelt­me, kemâle erdirme ve nefs terbiyesine yönlendirmeyle alakalı görev ve rehberliğidir. İlgili âyetler şöyledir:

“O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları te­mizleyen, onlara kitâbt ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Hâlbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içinde idiler” (Cum’a, 2)

“And olsun, Allâh, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitâb ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)


4-Kur’ân’da bulunmayan hükümler koymak:

Daha önce ilgili âyetleri vermiştik. Burada acaba Hz. Peygamber “müstakil olarak mı hü­küm, yoksa belirli bir âyete bağlı olarak mı hüküm koyar?” şeklinde bir küçük tartışma vardır. Cumhûr ulemâ müstakil; Şâtıbî ise bağımsız de­ğil, belirli bir âyetin tahtında hüküm koyacağını kabul etmiştir. Esasen, Kur’ân’ın Resûlullâh’a itâat edilmesi gerektiği konusundaki vurgusu, onun bağımsız hüküm koyucu olmasını gerekli kılmaktadır. Tabii burada bağımsız oluş, Allâh’tan bağımsız veya Kur’ân’la alakasız oluş değildir. Elbette Kur’ân merkezli bir bağımsızlıktır. Zira Kur’ân’ı vahyeden Allâh, Kur’ân dışında da vahyetmektedir. Ancak Şâtıbî büyük ihtimalle hadîsin subûtu konusundaki zannî durumları dikkate alarak, Hz.  Peygamber’in hüküm koyuculuğunu Kur’ân’a bağlamak istemiştir. Bu  da belki Kur’ân’a aykırı olabilecek birtakım haber-i vâhid durumlarına  karşı Kur’ân’ın hükmünü garantiye almak içindir. Aslında buna gerek  yoktur. Zaten Kur’ân’a aykırılık varsa bu hadîsle amel edilmez. Onun  için böyle bir teoriye de gerek yoktur. Bize göre, tartışma sonuç itibariyle aynı kapıya çıkmaktadır. Tartışma, kısaca lafzîdir; zira Hz. Peygamber ister bağımsız hüküm koysun ister belli bir âyetin açılım ve beyanı şeklinde hüküm koysun herkes Allâh Resûlü’nün verdiği hükümleri kabul etmektedir. Bu hükümlerin teorik olarak nasıl değerlendirileceği o kadar da önemli değildir.

Şunu da ifade edelim ki, Allâh Resûlü’nün verdiği her bir hüküm, neredeyse Kur’ân’daki ilgili âyetin açılımı şeklindedir. Bazı evlilikleri mi yasaklıyor; zaten nikâhı harâm olanlar Kur’ân’da sayılmıştır. Bazı  hayvanların etinin yenilmesini mi yasaklıyor; konuyla alakalı zaten âyet  vardır. Namazla ilgili, hac, zekâtla ilgili hükümler mi koyuyor; bunların esası zaten Kur’ân’da vardır.

Burada bir noktaya işaret etmek gerekirse, Allâh Resûlü’nün yasakladıklarını ikiye ayırabiliriz: Tahrîm maksadıyla yasakladıkları ve te’dîb (daha iyiye yönlendirme) maksadıyla yasakladıkları. İlkine harâm; ikin cisine mekrûh demek mümkündür. Şüphesiz, âhiretteki sonuçları itibariyle aralarında fark olsa bile mü’mine yakışan her iki tür yasaktan da uzaklaşabilmektir.

Şimdi, Hz. Peygamber’in bu yönüne dair bazı örnekler verelim:

Bir erkeğin, bir kadını halası veya teyzesiyle aynı nikâhta birleştirmesinin yasaklanması. (Buhârî, Ebû Dâvûd, Tirmizî)

Köpek dişli yırtıcı hayvanlarla pençeli kuşların etlerinin yenmesinin harâmlığı. (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî)

Eşek etinin tahrîmi. (Buhârî, Müslim)

Fıtır sadakasının vâcib olması. (îbn Mâce)

Nineye mirastan pay verilmesi. (İmâm Mâlik, Ebû Dâvûd, Tir- mizî)

Kadınların özel hallerinde namaz kılmayıp oruç tutmaması, son­radan sadece orucu kaza etmesi. (Buhârî, Müslim)

Mut’a nikâhının haramlığı. (Müslim)

Dövme yaptırmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınlarla tokalaşmanın harâmlığı. (Buhârî, Müslim)

Kadınlarla halvet halinde olmanın yasaklanması. (Buhârî, Müs­lim, Tirmizî)

Erkeklere ipek giymenin harâmlığı. (Nesâî, Ahmed b. Hanbel)

Kadınların koku sürünerek erkeklerin yanına gitmesi. (Tirmizî, Ebû Dâvûd)

Kadınların kaşlarını inceltmesi. (Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd)

Kadınların saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapması. (Müslim)

Kadınların dar ve şeffaf giyinmeleri (erkeklerin de). (Müslim)

Sol elle yemenin yasaklanması, (mekrûh). (Müslim)

Bir şâhid ve yeminle hükmetmek. (Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbn Mâce)



Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler (insan yay.)

Devamını Oku »

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlar'a Cevaplar

Sünnetin Delil Oluşuna İtirazlara Cevaplar




"Bu itirazları dört noktada toplamak mümkündür:


a-Şöyle denilmektedir: “Dîn kat’î olmalıdır. Sünnet ise zannîdir. Kur’ân’da ise zan ve şüphe yoktur. Allâh “Bu kitapta asla şüphe yoktur.” buyurmaktadır. Ayrıca Kur’ân zanna uymayı da yasaklamıştır.”

Öyle anlaşılıyor ki, burada epey bir mesele, iç içe sokulmuştur. Belli  ki kat’îlikten tevatür kastedilmektedir. Buna göre,Kur’ân mütevâtirdir ve sübûtu kat’îdir. Sünnet ise âhad haberdir ve sübûtu zannîdir. Bura­ya kadar doğrudur. Bundan sonra gelen hüküm cümleleri ise oldukça problemlidir. Sünnet, zannî olduğu için Kur’ân ona uymayı aslında ya- i saklar. İşte bu noktada, “her zan (kastettiğimiz gâlib zandır) ifade edenin uyulmaması gereken şey olduğu” tespiti sorgulanmalıdır. Bir kere Kur’ân’ın yasakladığı zan, hakîkat, kesin bilgi, vahiy karşısındaki zandır. Böyle bir zan, hakîkat karşısında hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıy­la îmân ve tevhîd konularında zannın yeri yoktur.

Diğer taraftan, Kur’ân’ın sübût yönünden kat’î olduğu söylene­bilirse de delâlet bakımından her zaman kat’î değildir. Bazı âyetlerin delâleti zannî olabilir. Ayetin zannî olması, muhtemel birkaç anlamı­nın bulunduğu manasına gelir. Bu itibarla, onun muhtemel manaların­dan birisi tercih edilip uygulanırsa bu uygulamanın zannî olduğu, do­layısıyla bâtıl olduğuna hemen karar verilemez. O halde, delâleti zan­nî de olsa biz nasslara uymakla mükellefiz. Bir şekilde nassları anlama­da gayret sarfetmeli, yani ictihâd etmeli, ardından oluşan gâlib zanna göre amel etmeliyiz.



Bu noktada özetlemek gerekirse, zannîlik-kat’îlik açısından metin­ler dört türlüdür:

1-Delâleti ve şubûtu kat’î metinler

2-Subûtu kat’î ama delâleti zannî metinler

3-Subûtu ve delâleti zannî metinler

4-Subûtu zannî ama delâleti kat’î metinler



Birinci şık, mütevâtir nasslarla ilgilidir. Burada zannîlik söz konusu değildir. İkincisi, gelişi itibariyle mütevâtir ama mana açısından zannî­lik ifade eden nasslardır. Bunlar da aynı şekilde âyet veya hadîs olabi­lir. Burada zandan maksad, nassın birkaç manaya gelişidir. Müctehid ictihâd ederek bir mana tespit etmeye çalışır ve onunla amel eder. Üçün- cüsü, haber-i vâhid olan nasslarla ilgilidir. Bunlar, her yönüyle zannî­lik ifade eder. Ancak bu zannîlik onlarla amel etmeye engel teşkil et­mez. Biraz daha ihtiyatlı olmakla birlikte müctehid ictihâd eder, gâlip zan oluştuğunda onunla amel eder. Dördüncüsü de haber-i vâhidlerle ilgilidir. Burada mana itibariyle kat’îlik söz konusudur. Bu tür kat’iyet arz eden manada az hadîs bulunmakla birlikte, mesele yine ictihâd ko­nusudur. Müctehid, önce gelen haberin subûtu konusunda bir kanaa­te ulaşır; ardından manasıyla amel eder. Dolayısıyla zan, hiçbir zaman nassla amel etmeye engel değildir. Zandan kastımız da gâlip zandır.

İmâm Şâfi’î’in bu meselede ortaya koyduğu bir akıl yürütme vardır ki oldukça aydınlatıcıdır. Ona göre kat’î bir delîlle harâm olan şey zan­nî bir delîlle mübâh olabilir mi? Olabilir. Eğer mahkemede iki şâhid, birinin bir adam öldürdüğünü söylerse o kişiye kısas uygulanır. Adam öldürmek, kat’î delîllerle harâmdır. İki şâhidin şâhidliği ise zannî bir durumu ifade eder. Zira bunların yalan veya yanlış şâhidlik etmeleri muhtemeldir. O halde niçin bu şâhidliği kabul edip harâm olan bir şe­yi mübâha çeviriyoruz? Çünkü iki kişinin şâhidliğini kabul etmeyi Allâh emretmektedir. Bunun gibi haber-i vâhid de lsa, bunları nakleden râvîlerin yalan veya yanlışlık yapma ihtimali de olsa Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarına uyomakla mükellefiz. Çünkü ona uymayı bize Allâh emretmektedir.
b-En’âm Sûresi 38. âyetinde Allâh “Biz Kitâb’da hiçbir şeyi eksik bırakmadık. ” buyurmaktadır. Dolayısıyla sünnete ihtiyaç yoktur.

Bu âyeti okuyanlar, Hz. Peygamber’e itâatle ve ona beyan yetkisi­nin verilmesiyle ilgili âyetleri de okumalıdır. Bu âyetleri okuyan sahâbe şeksiz Hz. Peygamber’e uymuş, ilk âyete dayanarak Hz. Peygamber’e uymayı reddetmemiştir. O halde,

En’âm Sûresi’nin âyeti doğru anlaşıl­malıdır. Bir kere âyet, sünnete uymamakla ilgili olarak inmemiştir. Ayrıca bu âyeti mutlak olarak alırsak, iki şeyle çelişir: Biri, akılla. Akıl, her şeyin Kur’ân’da olmadığına hükmeder. İkincisi, Kur’ân’la. Kur’ân’da “Bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” âyeti geçmektedir. Demek ki, her şey Kur’ân’da yoktur. O halde, burada maksat -bazı cüz’î meseleler ol­sa da- Kur’ân’da her şeyin değil, esasen genel ilkelerin ve temel pren­siplerin bulunduğudur. Diğer taraftan, “hiçbir şeyi eksik bırakmadık” derken kastedilen; îmân, tevhîd, âhiret ve nübüvvet konularıdır. Son olarak, kitapta hiçbir şey eksik değilse kitaptan Levh-i Mahfûz’u anla­mak da mümkündür. Orada gerçekten her şey kayıtlıdır. Hangi ihtimal olursa olsun âyet kesinlikle sünnete uymamakla ilgili değildir.
c-“Tek bir vahiy vardır. O da Kur’ân vahyidir. Allâh vahyedecek- se onu Kur’ân’ına alır. Başka türlü neden vahyetsin?!”

Bu anlayış, Allâh’ın, elçileriyle tek bir şekilde konuşması gerekti­ğinden yola çıkmaktadır. Bir anlamda Allâh’ı tek bir şekilde konuşma­ya, iletişim kurmaya icbar etmektedir. Allâh’ın nasıl konuşacağına biz nasıl karar verebiliriz? Onu nasıl icbar edebiliriz?! Şûrâ Sûresi’nin 51. âyetinde Allâh, insanlarla üç türlü konuşabileceğini buyurmuyor mu? Allah’ın Kur’ân dışında da vahiy gönderebileceğinin üzerinde biraz da­ha duralım.

Kur’ân dışında Allâh vahyetmiştir. Bunun delili de yine Kur’ân’dır.

Örnekler:



1-Kıble olayı: Meşhur kıble meselesinde Allâh, şöyle buyurur:

“Biz, senin yüzünü çok defa göğe doğru çevirip- durduğunu gö­rüyoruz. Şimdi elbette senin hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm yönüne çevir. Her nerede bulu­nursanız, yüzünüzü onun yönüne çevirin. Şüphesiz, kendilerine kitap verilenler, tartışmasız bunun Rablerinden bir gerçek (hak) olduğunu elbette bilirler. Allâh, yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara, 144) Hz. Peygamber, önceleri Mescid-i Aksâ’ya doğ­ru namaz kılıyordu. Peki, Mescid-i Aksâ’ya dönmekle ilgili bir emir Kur’ân’da var mıdır? Yoktur. O halde, Hz. Peygamber bu emri nereden almıştır? Burada akla “İctihâdla oraya dönmüş olabilir.” şeklinde bir düşünce gelebilir. Bu, ihtimal dışıdır. Şa­yet ictihâdla oraya dönmüşse ictihâdla Mescid-i Harâm’a da dö­nebilirdi. Oysa, “Yüzünü göğe doğru çevirip durmaktadır’’Yani Mescid-i Harâm’a dönmeyi istemekte, ama dönememekte­dir. O halde, Mescid-i Aksâ’ya dönüşü de kendiliğinden olma­mıştır. Sadece bu örnek bile Allâh’ın Kur’ân dışında kalbe ilka etmek süreliyle Hz. Peygamber’e ileti gönderdiğini ortaya koy- maktadır.



2-Tahrîm Sûresi nde geçtiğine göre (3. âyet) Hz. Peygamber, eşle­rinden birine bir sır söyler. Ancak hanımı bunu saklayamaz. Allâh ise bu durumu Peygamberine haber verir. İşte âyet: “Hani Peygamber, eşlerinden birine, gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü (başkasına) haber verip Allâh da bunu peygambere bil­dirince, Peygamber bunun bir kısmım bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber, bunu ona (sim açıklayan eşine) ha­ber verince o,‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber, ‘Bu­nu bana, hakkıyla bilen ve hakkıyla haberdar olan Allâh haber verdi dedi. Konumuzu ilgilendiren nokta ise şu: Bu sırrı ha­ber verme olayı Kur’ân’da yoktur.



3-Bakara Sûresi, 239. âyette geçtiğine göre Allâh "... Bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allâhı (namazınızda) anın! buyu­ruyor. Bize öğretilen şekil Kur’ân’da yoktur. Bütün bunlar Allâh’ın, Kur’ân’ın dışında Hz. Peygamber’e vahyettiğini göste­riyor. Bununla birlikte bu vahiy, Kur’ân vahyi gibi değildir. O zaman ikinci meseleye geliyoruz:

Öyle anlaşılıyor ki, vahiy, Kur’ân vahyinden ibaret değildir. Kur’ân vahyi özel bir vahiydir, ancak vahiy Kur’ân ile sınırlı değildir. Zira va­hiy, bir tür iletişimdir. Allâh, çeşitli şekillerde kullarına vahyeder, on­larla iletişim kurar. Kur’ân vahyi bu iletişimin en özel olanıdır. Bir anlamda Allâh’ın izniyle Cebrâîl tarafından yazılması istenilen vahiy­dir Kur’ân vahyi... Vahiy kâtiblerine yazdırılmayan vahiy, demek ki Kur’ân vahyi değildir. Şayet vahiy kelimesine takılıp kalınırsa ve va­hiy illa da Kur’ân için geçerli olmalıdır denilirse şu söylenebilir: Al­lâh anlara vahyeder, bazı kullarına vahyeder, yani bir tür iletişim ku­rar. Bunlar, Kur’ân’da geçer. Hepsinin mahiyeti farklıdır. Biri içgüdü, diğeri ilham olsa da “vahiy” kavramıyla ifade edilmiştir. Dolayısıyla, manaları farklı da olsa bu tür iletişimler için vahiy kelimesini kullan­mak mümkündür. Neye ne dediğimizi bildikten sonra vahiy kelimesi­ni Allah’ın her türlü iletişimi için kullanmak mümkündür. En azından Kur’ân’da buna bir engel olduğunu ifade eden hiçbir şey yoktur. Yani, “Sadece Allah’ın Kur’ân’da vahyettiklerine vahiy denir, onun dışında­ki iletişimler için vahiy kelimesi kullanılmaz.” diye Kur’ân’dan bir âyet bulmak söz konusu değildir. Elbette ki Kur’ân dışındaki iletiler Kur’ân vahyi gibi değildir. Ancak bunlar da bir tür iletişimdir. Dediğimiz gi­bi, Kur’ân vahyi bizzat yazıya geçirilen ve “Bu, Kur’ân’dır” denilen va­hiydir. Allâh’ın Hz. Peygamber’le de Kur’ân dışında iletişim kurma­sı mümkün bir şeydir. Ayrıca vahyin çeşitli şekillerde olabileceğini de Kur’ân’dan öğreniyoruz.

Şûrâ Sûresi 51. âyette Allâh şöyle buyurur:

“Allâh bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konu­şur. Yahut da bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüp­hesiz ki O çok yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. ”

Bu âyetten vahyin üç türlü olabileceği anlaşılıyor. Kur’ân vahyi üçüncü tür vahiy ile, yani bir elçi vasıtasıyla nâzil olmuştur. Hatta bu­rada Allâh’ın “peygamberle” değil de “insanla” demesi de not edilme­si gereken bir durumdur.

Bu noktada vahiy kelimesinin zihin karıştırdığı vurgulanmalıdır. Onun için ulemâ, vahyi ikiye ayırıp Kur’ân’a metluv; sünnete gayr-i metluv vahiy demişlerdir. Özetle bu noktada şu dört hususu vurgula­mak gerekir:

1-Bizzat Cebrâîl, Hz. Peygamber’e bazı şeyleri öğretmiştir.

2-Allâh, Cebrâîl vasıtasıyla Hz. Peygamber’i bazı tuzaklara karşı uyarmıştır. Hz. Peygamber’le bir tür iletişim kurmadan bunun gerçekleşmesi imkânsızdır.

3-Allâh, geçmiş veya gelecek gayba dair, kıyâmet alametleriyle il­gili bazı bilgileri Hz. Peygamber’e bildirmiştir. Bunlar bir-iki ta­ne de değildir. Pek çoktur. Bunların hepsi uydurma olmadığı­na ve Allah’ın elçilerine gaybını bildirmesi mümkün olduğuna göre Hz. Peygamber, Kur’ân dışında bilgiler almış demektir.

4-En önemlisi de tecrübesiyle, meleke-i nübüvvet ile Hz. Peygam­ber birtakım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulamalar, Al­lâh tarafından tenkîd edilmemiştir. Dolayısıyla bunlar Allâh’ın kontrolündedir ve O’nun onayından geçmiştir. Sadece bu se­beple dahi mezkûr uygulamalar, bizim için örnektir. Çünkü, şa­yet bunlar örnek konusu olmasalardı, Allah tarafından tenkîd edilirlerdi. Zira Kur’ân’da hatalı uygulamalarından dolayı Hz. Peygamber’in Allâh tarafından uyarıldığını biliyoruz.
d-Hadîsler de Kur’ân gibi uyulması gereken şeyler olsaydı, on­lar da Kur’ân gibi yazılırdı. Hz. Peygamber, Kur’ân’dan başka şeyle­rin yazılmasını yasaklamıştır. Bu da uyulması gerekenin Kur’ân oldu­ğunu gösterir.”

İlginçtir! Bu örnekte sünnete uymayı reddetmek için hadîslerden delîl getirilmiştir. Bu çifte standartlık bir yana, Hz. Peygamber’in ken­disinden Kur’ân dışında bir şey yazılmasını yasakladığına dair ifade­ler doğrudur. Ancak İlmî dürüstlük adına bunun yanında Hz. Peygam­ber döneminde hadîslerin yazıldığı, Allâh Resûlü’nün buna izin verdi­ği vâkıası da dikkate alınmalıdır. Konuyla ilgili pek çok delîl olup on­ları burada zikretmeye gerek yoktur. Bir delîli alıp diğerlerini görmez­likten gelmek, İlmî bir tutum olamaz. Mesele, bu iki grup delilden bi­rini tercih etmek olursa kesinlikle hadîslerin yazıldığına dair hadîsleri tercih etmek gerekecektir. Çünkü bu hadîsler, oldukça fazla ve çeşitli­dir. Oysa yasak hadisi, bir sahabîden nakledilmiştir. Hal böyle olsa da İlmî olan tavır, her iki grup hadîsi anlamaya çalışmaktır.

Acaba yasak hadîsindeki yasaklık mutlak mıdır? İzin verildiğine gö­re mutlak değildir. O halde yasaktan ne kastedilmiştir? Bu konuda çe­şitli te’vîller ileri sürülmüştür. İzin hadîsleri yasak hadîsini nesh etmiş­tir. Bu durumda Allâh Resûlü’nün bir dönem de olsa sözlerini yasak­ladığı anlamı çıkar ki isabetli değildir. Abdullah b. Amr gibi yazı bilen­lere yazma izni vermiştir. Abdullah’ın dışında da yazı yazanlar olmuş­tur. İzin neden bir kişiye has olsun ki?! Aynı anda hem yasağın hem de iznin bir gerekçesi olmalıdır. Büyük ihtimalle Hz. Peygamber, Kur’ân sahifeleriyle karışmasın diye sözlerinin Kur’ân sahifelerinin kenarına yazılmasını yasaklamıştır. O dönem Kur’ân’ın muhafazasına büyük ih­timam gösteriliyor, her türlü tedbir alınıyordu. Belli ki, vahiy kâtibleri veya özel mushafı olanlar, yazdıkları Kur’ân sahifelerinin kenarına Hz. Peygamberden duydukları bazı şeyleri hemen not ediyorlardı. Bunun ileride sıkıntılara yol açabileceğini düşünen Allâh Resûlü, buna mani olmak istemiştir. Bunun dışında dileyen, yazabilen onun sözlerini istediği yere kaydedebilecektir.

Son olarak şunu sormak gerekir: Bir şeyin delîl olması, yazık olmasına mı bağlıdır? Yazılı olmayan şeyler, delîl olmaz mı? Bir şeyin delil olma şartı, yazı olamaz. Zira sözü yazan âdil biri değilse, o sözün yazılması bir mana ifade etmez. Diğer taraftan, mesela, namazı ele alalım. Bütün şartlarıyla birlikte Resûlullâh’m bunu yazdırdığına dair bir bilgiye sahip değiliz. Şimdi, namaz kılmayacak mıyız? Allâh Resûlü, “Beni nasıl görüyorsanız öylece kılınız.” demiştir. Namaz, nesilden nesile böyle aktarılmıştır. Ne olacak şimdi?! Yine Kur’ân naklinde de bi­rinci derecede ezberde olana itibar edilmiştir. Acaba Kur’ân, sırf ya­zıldığı için mİ bizler için delîl oluyor, yoksa yüzbinler nesilden nesile onu ezberden naklettiği için mi? O dönemin yazı çeşidini düşündüğü­müzde gerçekten zorlukları var; onun için, gelişmiş ve (nokta ve hare­ke açısından) nispeten değişmiştir. Elbette yazı, çok önemli bir takviye unsurudur; ancak birinci derecede Kur’ân’ı muhafaza eden, ezberdir.

Yavuz Köktaş - Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler(İnsan yay.)
Devamını Oku »