Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü

Alimlerin Faziletinde Sünnete Uymanın Rolü


İnsanlar içerisinde Allah’tan en çok korkanlar, O’na karşı en fazla saygı gösterenler ve O’nun koyduğu sınırları en iyi bilenler âlimlerdir.

  • Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle buyurmuştur: “Allah, melekler ve ilim sahipleri, ondan başka ilâh olmadığına adaletle şâhitlik ettiler.Ondan başka ilâh yoktur. O, mutlak  sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’

  • Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’a karşı ancak; kul­ları içinden âlim olanlar derin saygı duyarlar .”

  • Yine Allah Teâlâ bir başka âyetinde şöyle buyurmuştur: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahiplen öğüt alırlar”

  • Bir başka âyette de şöyle buyurmuştur: “Rabbinden sana indi­rilenin gerçek olduğunu bilen kimse, (onu bilemeyen) kör gibi olur mu? (Bunu) ancak akıl sahipleri anlar.”

  • Allah Teâlâ şu âyette, ''iman edenlerin kıymetini ve derecesini yükseltti'', bir başka âyette ise ''onların şanını yüceltti.

  • Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Allah içinizden inananların ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltsin” Öyleyse bu vasıfta olanlara saygı göstermek de zorunludur. Onları şereflendirmek arzu edilen bir şeydir. Onlara dua etmek sadık ve sağlam kimselerin huyudur. Onların bağışlanmasını istemek muttakilerin yoludur.

  • Allah bize zor gelenleri onlara sormamızı emretti ve dedi ki: “Eğer bilmiyor­sanız ilim sahiplerine sorun.”

  • Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Kendilerine güvenlik (barış) veya korku (savaş) ile ilgili bir haber geldiğinde onu yayarlar. Hal­buki onu peygambere ve içlerinden yetki sahibi kimselere götürselerdi, elbette bunlardan, onu değerlendirip sonuç (hüküm) çıkarabi­lecek nitelikte olanları onu anlayıp bilirlerdi.''



Âyet-i kerîmede geçen “ulu’l-emr” lafzı ile burada birinci de­recede ilim ehli olanlar kastedilmiştir. Ulu’l-emr lafzının kastettiği bir diğer anlam ise yöneticilerdir. Bazılarına göre de ulu’l-emr sözü hem âlimleri hem de yöneticileri kapsamaktadır. Ülul-emr sözü ile ilgili yapılan açıklamalar, her halükârda âlimlere yönelmeyi ve onlara daha fazla değer vermeyi gerekli kılmaktadır. Bir kimsenin âlimlere karşı hürmeti arttıkça, bu durum onun bilgisine, güzel ahlâkına ve derin kavrayışına olumlu katkıda bulunur.



Hz. Peygamber’in amca oğlu İbn Abbâs'ı görmüyor musun? Kendisi derin bir bilgi sahibi olmasına rağmen zaman zaman evine kadar giderek sahâbenin âlimlerinden ve büyüklerinden olan Zeyd b. Sâbit’in ilminden istifade ediyor; özellikle dc miras huku­ku (ferâiz) ile ilgili meselelerde ondan bilgi alıyordu. Bir defasında Zeyd b. Sabit hayvanına bineceği esnada, rahat binmesi için üzen­gisini tutmuştu. Bunun üzerine Zeyd b. Sabit kendisine şöyle de­miştir: “Ey Peygamberin amcasının sevgili oğlu! Senden bunu yap­mamanı istirham ediyorum.” Zeyd b. Sâbit’in bu sözlerine karşılık Abdullah b. Abbâs da şu cevabı vermiştir: “Hayır, asla bırakamam! Çünkü biz âlimlerimize ve içerimizdeki büyük ve saygın kimselere böyle hürmet ederiz.

Bunlar sevgi gösterisinin uç noktalarıdır. Geçmiş dönem âlimlerine karşı duyulan saygı göstergelerinden sadece bir damla­dır. (Cenâb-ı Hak onların her birisine rahmeti ile muamele etsin). Ancak şu kadarım ifade edelim ki, biz saygı konusunda her türlü aşırılığı kabul etmediğimiz gibi, onların delillere muhalif gözüken görüşleri kabul etmiyoruz. Aksine biz bu hususta onlardan imkânlar ölçüsünde Kur’ân ve sünnetten deliller getirmelerini arzu ediyoruz. Kaldı ki fazilet sahibi bir âlim ve büyük bir üstad için bunlar gizli saklı şeyler de değildir. Onlar zaten bu kaynaklardan uzak dura­mazlar ve kolaylıkla bu kaynaklardan delil getirebilirler.

Zira Yüce Mevlâ her şeyi ilmi ile kuşatmıştır. Âlim bir zata düşen ise, bu kay­naklarda mevcut olan gizli ya da açık birtakım delillerden hareketle delil getirmektir... Bütün bu imkânları kullanmasına rağmen doğru bir neticeye ulaşamaması halinde ise artık kendisi hatası sebebiyle mazur olur. Delillerin dikkatli bir şekilde araştırılmasından sonra meydana gelebilecek hatalar artık onların fazilet denizinde kaybo­lur gider. Bu nedenle bir müçtehid hata da yapsa o aşamaya gelin­ceye değin sergilediği gayreti sebebiyle Allah katında bir sevap elde 'eder. Doğruya isabet etmesi halinde ise iki sevaba kavuşur.

Müçtehid olmayan kimseler gelince, onlara Rasûlullah’ın (s.a.v.) hadislerinden herhangi birisi açık seçik beyan edildikten sonra bu hadîsin gereğini bir kenara bırakarak, insanlardan herhangi birisinin sözüne tabi olması caiz olmaz. Zira Allah Teâlâ bizlere, herhangi bir çekişme ya da niza durumunda Kitâb’a ve Hz. peygamberin (s.a.v.) sözlerine müracaatla meseleyi çözmemizi emretmiştir.

‘’... Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah’a ve âhirete gerçekten- inanıyorsanız onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.”

‘’O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.”

Hz. Peygamberim (s.a.v.) dostu olma şerefine erişmiş sahabelere gelince, onlar insanların en hayırlı olanlarıdır. Âlimlerin en önde gelenleridir. Kuran onların döneminde Rasûlullah’a (s,a.v.) vahyedildi, ama onların olduğu topluluklarda okundu. Hz. Peygam­ber onların içerisinde olduğu için, “Kur’ânin kendilerine kapalı gelen anlamlarını açıklıyordu. Bütün bu imkânlara rağmen sahâbe efendilerimizden pek çoğu, açık bir delilin kendilerine ulaşmadığı hallerde, kendilerine arz edilen meselelerde doğru bir karara varabilmek için fetvalar vermişlerdir. Bazı durumlarda ise manası ya da delâleti hususunda ortak noktada buluşamadıkları bir nassın anla­mının anlaşılması için içtihada başvurmuşlar veya farklı yönlerde istidlallerde bulunmuşlardır... Ancak bu büyük zatlardan hatalı bir görüş ortaya çıkması halinde, Allah’ın izniyle bütün bunlar onların içerisinde yüzdüğü fazilet denizlerinde yok olup gider.

Bu konuyla ilgili olarak aşağıda bazı örnekler verilmiştir:

  • -Ümmetin önde gelen fakihi ve Peygamber Efendimizin (sav,) amcasının oğlu Abdullah b. Abbâs’tan (r.a.) bazı zamanlar­da(Buhari,Nikah,32) muta nikâhı yoluyla evlenmenin mubah olduğuna dair bir fetvâ varid olmuştur. Oysaki mut’a nikâhının ebedî olarak haram kılındığı bilinmektedir.

  • -Büyük sahâbî Ebû Talha (r.a.) “dolunun (bir şekilde yutulmasının) oruçlunun orucunu bozmayacağını” öngörüyordu. Zira ona göre, dolunun kendisinde yiyecek ya da içecek olma özelliği yokuı!”,(Hanbel,Müsned,3,279)

  • -İbn Ömer’den (r.a.) “erkeğin kendi eşiyle ters ilişkiye girmesi­nin câiz olduğu” şeklinde bir rivâyet gelmiştir. Hâlbuki bu husus­ta son derece katı bir yasağın olduğu, herkesçe malumdur.

  • -Râşid halife Hz. Ömer (r.a.) ve onun akabinde halife olan Hz. Osman (r.a.) insanları temettü haccından men ediyorlardı!Oysaki İmran b. Husayn ve Ali b. Ebî Tâlib (r.a.), onların bu uygulamalarına itiraz ediyorlardı. Zira bu hac türü Allah’ın Kitâbı’nda yer almış, Rasûlullah da (s.a.v.) sahâbesine temettü hac­et yapmalarım emretmişti.

  • -Allah Teâlâ abdest ile ilgili âyette ‘’dirseklere kadar ellerinizi yıkayın’buyurmasına rağmen Ebû Hureyre (r.a), abdest suyunu koltuk altına ulaştıracak şekilde abdest alırdı.

  • -Abdullah b. Mes'ûd (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in nasıl namaz kıldığını görme hususunda, Onun yanında en çok bulunan ve bu konuyu en yakından gören kimselerden birisiydi. (Yani Hz. Peygamber’in (s.a.v.) rükûda iken ellerini diz kapaklarının üstüne değil de, bacaklarının arasına koyma ile ilgili hususta onun yanında en çok bulunan insanlardan birisiydi). Böyle olmasına rağmen Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ın (r.a.): “Allah, Ebû Abdurrahman’a rahmet etsin!Biz (başta) böyle yapıyorduk (yani ellerimizi bacakların arasında koyuyorduk). Ancak böyle yapmamız daha sonra bize yasaklan­dı.” şeklindeki uyarısı kendisine ulaşıncaya kadar İbn Mes‘ûd (r.a.) böyle yapmaya (yani ellerini bacaklarının arasına koymaya) devam etti.

  • -Hz. Ömer de (r.a.), “eve girmeden önce üç kez izin isten­mesiyle” ilgili Hz. Peygamber’den (s.a.v.) aktardığı rivâyete ilişkin olarak Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den (r.a.) bu haberin sıhhati ile alakalı olarak delil getirmesini istemiştir.

  • -Aynı şekilde mü’minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.), teyemmümle ilgili husustan da habersiz kalmış ve Ammâr b. Yâsir’in (r.a.) kendi­sine ilgili rivâyeti hatırlatmasına rağmen, yine de bu hususla alakalı hükmü hatırlayamamıştı.

  • -Hz. Aişe de (r.anha), “büyüklerin emzirilmesinin ve (bu yolla süt evlat edinilmesinin) haram olacağını” düşünüyordu. Hz. Âişe (r.anha), Allah Teâlâ’nın: “Emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, anneler çocukların iki tam yıl emzirirler,”, buyurmasına rağmen, hükmün bu yönde olduğunu zannediyordu .

  • -Ebû Zerr de (r.a) “ihtiyaç fazlası altının (paranın), elden çıka­rılması gerektiği” görüşündeydi.



Buraya kadar zikredilmiş olan değişik sahibe rivâyetlerin yanında, burada aktarılma imkânı olmayan benzer nitelikteki daha başka durumlar da vardır. Ayrıca tâbiûn ve onlardan sonra gelen etbâu’t- tâbiûndan ve bizim muasırlarımız olan âlimlerden de hükümle alakalı nasları duymadığı veya yanlış hatırladığı için, genel hükme aykırı görüş beyan edenlerin varlığı da bir gerçektir. Buna rağmen  söz konusu kimselerin durumlarına dikkat edildiğinde, ortaya koymuş oldukları farklı görüşler sebebiyle hiçbirisinin -Allah’ın izniy­le- bundan dolayı herhangi bir zarar görmediği aşikârdır.

Âlimlerin çoğunluğuna göre, Hz. Peygamberin (s.a.v.) ashabın­dan da "sahih olan görüşe muhalif gibi gözüken rivâyetlerin akta­rıldığı” hususu ortadadır. Bu nedenle daha sonra gelen âlimlerden de sahih olan görüşe muhalif ya da ondan farklı fetvâların sadır olma ihtimali" oldukça güçlüdür. İşte bundan dolayı hiç kimsenin, bir âlimin peşine takılıp onun ortaya koyduğu görüşlerin hepsinin en doğru olduğu zehabına kapılıp, peşine takıldığı kişi dışındaki­lerin söylediklerini de bırakma gibi bir yanlışa düşmemesi gerekir. Bu tavır doğru yola tabi olmuş geçmişlerin (selef-i sâlihin) tavrı değildir. Nitekim İbn Abbâs (r.a.) Hz. Ömer (r.a.), Hz. İbn Mes‘ûd (r.a.), Hz. Âişe (r.anha), Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz.Ebu Hureyre (r.a.)... gibi pek çok sahabeden rivayetlerde bulun­muştur.

Tâbiûn âlimlerinde olan Sa'îd b. Museyyeb de (r.a) Hz. Ebû Hureyre (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. İbn Abbâs... vb. pek çok sahâbeden rivâyette bulunmuştur.

Yine sonraki kuşak âlimlerinden olan Ahmed b. Hanbel de ken­disinden önce yaşamış olan İmâm Şâfi‘î, İshâk ve Süfyân es-Sevrî... gibi farklı âlimlerden rivâyetlerde bulunmuştur.

Zikri geçen geçmiş dönem âlimlerden hiçbirisi kendisini ilim elde etme ve sahih bilgiye ulaşma yolunda tek bir âlimin görüşü ile sınırlandırmamıştır. Tam aksine, imkânlar ölçüsünde ulaşabildik­leri ilim kaynaklarını çeşitlendirme yoluna gitmişlerdir. Bütün tatlı su kaynaklarından kana kana içmişlerdir.

Geçmiş dönemde yaşayan büyük âlimler, ilim elde etme kaynakları hususunda ayırımcılık yoluna gitmemiş; diğerlerinin ilmini bırakarak tek bir âlime çağırıp sadece ondan nakilde bulunma yo­lunu tercih etmemişlerdir. (Allah hepsinden razı olsun.)

Şimdi siz ey dinde derinlik sahibi olmayı murad edenler! Ufkunuzu genişletin, ilim kaynaklarınızı daraltmayın!

Ve sakın muasır tek bir âlimin (Allah onları muhafaza eylesin) görüşlerine dayanarak, hak ve bâtılı tespit ilkelerini onun görüşle­rine dayandırıp, temel metinleri ve onların açıklamalarını sırf ken­disine itimat ettiğiniz söz konusu âlimin görüşleriyle uyuşsun diye, asıl mecrasından kaydırmak sûretiyle eğip bükmeyin!

Ve siz; doğruyu tutturmuş olana: “Evet sen haklısın!” deyin. Hata yapan kimseye de “Allah sana iyilik versin. Doğru olan bu değildir!” deyin. Sözünüzü edeb ve vakarla taçlandırın. Umulur ki Allah sizi en doğru olan neticeye ulaştırır.

-------

Kuran ve Sünneti Anlamanın Temel İlkeleri - Mustafa el Adevi
Devamını Oku »

İnsan




Âdemoğlunun yaratılışı ne acâiptir! Yaratıcı onda ne enteresan defineler saklamıştır. Hevâsına tâbi olmazsa, bir melektir. Kesâfet onu kaplamazsa latîf bir mânâdır. Gaybın ilginç sırlarını saklayan ve bütün ilimleri kendinde toplayan bir hazînedir. Nûr ve zulmet dolu bir kaptır. İçinde, ruh gelininin ağyârın gözlerinden sûret örtüleri ile gizlendiği bir kalıptır. Kader, onun güzelliğini “Biz onları üstün kıldık”meclisinde, “Biz Âdemoğlunu şereflendirdik" elbiseleri içinde meleklere gösterir. Ondaki akıl, onun yaratılışının Şehâdet âleminden olduğuna bir işârettir. Sûret sedefleri, vücûd/varlık denizinde, ilim gemileriyle yakın nûrunun kemâle ermesi için ruh incileri taşır. Böylece o, rûh rüzgârı sâyesinde müşâhede “Cezâyiri”ne/adasına ulaşır.

Onun içindeki akıl sultânı ile hevâ sultânı, birbiriyle savaşmak ve dövüşmek için göğüs fezâsı meydanında karşı karşıya gelir. Nefis, hevâ sultânının en has askerlerinden iken, rûh, akıl sultânının en şerefli asker- lerindendir. İşte o esnâda hüküm müezzini onlar arasında şöyle nida eder:

“Ey Allâhu Teâlâ’nın süvârîleri! Atlarınıza binin! Ey Allâh’m askerleri! Hazır olun!”
“Ve siz, ey hevânm askerleri! Öne çıkın!”

Onlardan her biri kendi tarafının zafer kazanmasını arzu eder. Hasırlına gâlip gelmek için var gücüyle savaşır.

Tevfîk gayb lisânıyla şöyle der:

“Gâlibiyet benim yardım ettiğim tarafın sancağına bağlı olacaktır. Benim yardım ettiğim kimse dünyâda da âhirette de saîd/mutlu olacaktır. Ben kiminle berâber olursam, onu “Sadâkat makâmına/Sâdıklar meclisine” ulaştırıncaya kadar ondan ayrılmam.”

Tevfîk, Hakk’m velîsine koruyup gözetme gözüyle baktığı bir hüsn-i nazarıdır.

Ey oğul! Akla tâbi ol; o seni en büyük saâdet yolundan götürür. Nefsinden ve hevândan ayrıl. O zaman “aceb”i (Hakk’ın muhteşem işlerini) görürsün.

Ruh gaybî ve semâvîdir. Nefis yeryüzü toprağına âittir.

Latîf kuş, kesâfet yuvasından inâyet kanatlarıyla yücelik ağacına uçar. Kurbiyet dalında yuva yapar. Şevk dilinin nağmeleriyle şakımaya başlar. Ünsiyet nedîmi/arkadaşı ona kur yapar. Hakikat mücevherlerini marifetin kucakları arasından toplar. Kesîf kuş, vücûdunun karanlık kafesinde mahsur kalır. Kalıplar fenâya erince, geriye kalplerdeki sırlar kalır.

Cenâb-ı Hak eğer senin kalbine bir kere nazar edecek olsa, orayı kendi makâm-ı arşı derecesine yükseltir. Oraya ilmin hakikatlerini hediye eder. Orayı ma‘rifet sırlarının hazînesi yapar. İşte o zaman akıl gözüne ezelî cemâl görünür. Hudûs (sonradan olma) özelliği taşıyan her şeyden yüz çevirirsin. Sır gözün, kalp aynanda melekût âlemlerinin adamlarıyla karşılaşır. Ayetlerin hakikatlerini keşfetme/öğrenme meclisinde, fetih gelinleri sır/ gönül gözüne tecellî eder. İşte o zaman himmet levhanda mevcûdat yansımalarının izleri yok olur gider.

Ey insanoğlu! Aydınlık akıl, üstadların her türlü karanlıkta kullandığı bir fenerdir. Sâf/tertemiz fikirler ma'rifet erbâbının delilidir. Zanlar birbirine karıştığı zaman kadîm inâyet, yakîn yüzünün üzerindeki şüphe perdesini aralar. Deliller yetersiz kaldığında yetişen irâde, bâtıl fikirleri ortadan kaldırır.



Dilaver Gürer , Abdulkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

Peygamberler Şüphe Duyar mı ?

Peygamberler Şüphe Duyar mı ?


Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz şüphe duymaya İbrâhîm’den daha hak sahibiyiz. O, ‘Rabbim, ölüleri nasıl dirilt­tiğini bana göster’ demişti. Allâh ‘Bana inanmıyor musun’ buyurunca İbrahim ‘kalbim mutmain olsun diye ‘ şeklinde cevap verdi”.(Buhari,Enbiya,hd.no:3272)



Hadîs Hz. Peygamber’e şüphe izafe etmektedir. Şüphe küfür olup peygamberlerden sadır olmaz. O halde bu durum nasıl anlaşılmalıdır? Bu noktada iki metot takip edilmiştir:

a-Hadîsin te’vîli:



1-Cumhûr hadîsi şöyle anlamıştır: “Şüphe Hz. İbrâhîm için mu­haldir. Ölüleri diriltme konusunda peygamberler şüphe içinde olsa ben İbrahim’den bu şüpheye daha yakınım. Benim şüp­he etmediğimi biliyorsunuz. Biliniz ki İbrâhîm de şüphe et­memiştir”.



2-Hadîs Hz. İbrahim’in şüphe içinde olduğunu kabul eden bir topluluğu reddetmek için vârid olmuştur. Mezkûr âyet inincebazı insanlar “İbrâhîm şüphe etti” demişlerdir. Hz. Peygam­ber; onları reddetmek, tevazuunu ve İbrâhîm’e takdirini gös­termek için öyle buyurmuştur.



3-“Biz” derken kendini değil, şüphelenmesi câiz olan ümmetini kastetmiştir,



4-Hz. İbrâhîm, ilm el-yakîn derecesinden bizzat müşahede etmek süreriyle ‘ayn el-yakîn mertebesine yükselmeyi murad etmiş­tir. Bunun için Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi is­temiştir. Hz. Peygamber de bu manayı kastederek, “Biz buna ondan daha layığız” buyurmuştur. Yoksa ne kendisi ne de Hz. ibrâhîm, şüphe etmemiştir.



5-Aslında bu ifadesiyle Hz. İbrâhîm kendi ümmeti için, onların kalplerindeki şüphe izale olsun diye Rabb’inden, ölüleri nasıl dirilttiğini görmeyi istemiştir.



6-Hz. İbrahim’den Allâh’ın diriltmesi konusunda değil, ölüleri nasıl dirilttiğinin keyfiyeti konusunda bir şüphe vâki olmuştur.



7-Bu şüphe, nübüvvetinden önceydi.



b-Hadîsin zahirini ve Hz. İbrâhîm için şüphenin vâki olduğunu kabul.

Bu görüşte olanlar, bazı insanlar için söz konusu olabilecek şüp­henin bir beşer olan Hz. İbrâhîm için de vâki olabileceğini söylemiştir.

“b” şıkkının kabulü mümkün değildir. Peygamberlerden -beşerî du­rumları olsa bile- îmâni konularda şüphe sadır olmaz. En doğrusu, cumhûrun yaptığı te’vîldir. Esasen, Hz. Peygamber, şüpheyi nefyetmektedir.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler(insan yay.)

Devamını Oku »

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?

TEVHÎD İÇİN SAVAŞ, “DİNDE ZORLAMA YOKTUR” ÂYETİNE AYKIRI DEĞİL Mİ?




İbn Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: “Ben, in­sanlar Allah’tan başka ilâhın olmadığına, Muhammed’in de Allâh’ın elçisi olduğuna şehâdet edinceye, namaz kılıncaya, zekât verinceye ka­dar onlarla savaş etmekle emrolundum. Bunları yaptılar mı kanlarını, mallarını bana karşı korumuş (emniyet altına almış) olurlar. İslâm’ın hakkı hâriç. Artık (samimi olup olmadıklarına dair) durumları Allâh’a kalmıştır”. (Buhârî, îmân 17; Müslim, imân 36.)



Bu hadîsi bir grup âlim, savaşın illetinin küfür olduğuna gerekçe saymıştır.(1) Şüphesiz bu durum, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara,256) gibi âyet­lerle ve benzeri birçok ilkeyle(2) tezat arz etmektedir. Bu durumda yu­karıdaki hadîsin başka bir çerçevede söylenmiş olması gerekmektedir.

Ibn Hacer, Hadîs, tevhidi ikrar etmeyen kimselerle savaşmayı gerektirmektedir; bu durumda cizye verenlerin ve antlaşmak olanların hali ne olacaktır?” şeklindeki bir soruya çeşitli cevaplar verir. Bu cevaplardan biri de hadîste geçen “insanlar” ile Ehl-i Kitâbın dışındaki müşriklerin kastedilmiş olabileceğidir.(3)

Ahmet Özelin yorumu da, aynı bağlamı ortaya koyar niteliktedir, Şöyle der: “Cihâdın sebebinin küfür olduğunu savunanların delîl gösterdikleri hadîse gelince; bu hadîste sözü geçen ‘insanlar’dan murad, hassaten Arap müşrikleridir. Zira Arap olmayan müşriklerin ve Ehl-i  Kitâbın tâbi olduğu hükümler, bu hadîsin hükmüne muhaliftir. Bunlarla yapılan savaş, cizye ödemeleriyle sona erer. Arap müşrikleriyle yapılan savaşın sebebi de onların baştan beri İslâma ve Müslümanlara yönelttikleri ve ısrarla sürdürdükleri düşmanlık ve tecavüzdür”.(4)

Şüphesiz hadîsi başka türlü yorumlamak da mümkündür. Mesela, Reşid Rıza, mezkûr hadîse şöyle bir yorum getirir: “Bu hadîs, savaşın teşriî kılınış sebebini bildirmiyor. Savaşma izni ve gerekçesi Hacc Sûresi 39-40 ve Bakara Sûresi 190. âyetlerde açıklanmıştır. Hadîste ise başlamış bir savaşın sona erdirilmesinin gerekçelerinden biri verilmektedir. Yani savaş esnasında karşı tarafın ‘lâilâhe illellâh’ demesi, savaşın bitmesine yeterli sebeptir. Bu şehâdet kelimesini söyleyen, kalben inanmamış, yani müşrik olsa bile böyledir”.(5) Dolayısıyla hadîs, savaşın sona ermesinin gerekçelerinden birini beyan etmesidir. İrtidat olayında Hz. Ömer’in Hz. Ebû Bekir’e karşı bu hadîsi I delîl göstermesi “lâ ilâhe illallâh diyenlerle savaşılmayacağım” ortaya koymaktadır.(Müslim,31)

Sonuç olarak, hadîsi iki şekilde anlamak mümkündür:

1-Hadîste geçen insanlardan maksat, müşriklerdir. Yani Müslümanlara işkence yapan, onlara saldıran, mallarını gasb eden ve savaş hazırlakları yapan müşriklerdir. Bunlarla savaşa zaten Kur’ân da izin vermektedir.

2. Daha genel olarak anlaşılırsa hadîs, savaşın gerekçesini değil, so­nucunu açıklamaktadır. Başlanmış bir savaş, karşı tarafın tevhi­di ikrar etmesiyle son bulur.

Hadîs böyle anlaşıldığında İslâm’ın temel ilkeleriyle olan tezadı da ortadan kalkmış olur.

Yavuz Köktaş-Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler





(1)-Bk.Ahmed Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,İstanbul,1998,syf;76.

(2)-Savaşın illetinin küfür olmadığına dair deliller için bknz;Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,1984,syf;54-56;Ahmet Yaman,İslam Devletler Hukukunda Savaş,syf;71-74

(3)-İbn Hacer,Fethu-l Bari,1,109.Aynı yorumu Hattabi de yapmaktadır.Bknz;Nevevi,el-Minhac,1,156

(4)-Ahmed Özel,İslam Hukukunda Ülke Kavramı,syf;58.Ayrıca bknz.Ahmet Yaman,age,s;78

(5)-Bk.’’el-Cevab an mes’eleti hürriyyeti’d-din ve katli’l-mirted’’,Mecelletül Menar,(1922) 23,s:188)

Devamını Oku »

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?

Peygamberler Arasında Üstünlük Yok Mudur ?


Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerden üstün olmadığına yönelik bir anlayış, bazı kesimlerce dile getirilmektedir. Bu kesimler, Hz. Peygamber’in aşırı övüldüğünü, buna gerek olmadığını, onun da diğer peygamberler gibi olduğunu ifade etmektedir. Oysa övgüye değer olanı övmek, bir vecibedir. Allâh’ın övdüğünü övmek, bir gerekliliktir. Hz. Peygamber övülmeyecek de başka kim övülecektir?  Diğer taraftan, üstünlük, akılla bilinebilecek bir şey değildir. Allâh ve Resûlü bir şeyi efdal kılarsa, üstün kabul ederse bizde onu öylece kabul ederiz. Hiçbir kişinin, hiçbir mekânın, hiçbir zamanın kendinden menkul bir üstünlüğü olamaz. Falan kişi, filan mekân, zaman daha fa­ziletlidir diyebilmek için nas ile tayine ihtiyaç vardır.

Bu çerçeve içerisinde meseleye baktığımızda, önce Allâh’ın bazı peygamberleri diğerlerine üstün kıldığını görürüz:
“O Peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Allâh on­lardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiş­tir. Meryem oğlu Isâ’ya açık mucizeler verdik ve Rûhu'l-Kuds ile onu güçlendirdik”. (Bakara, 253)

“Gerçekten biz peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık Dâvûd'a da Zebûr’u verdik”. (İsrâ, 55)

Burada âyeti “Biz kimi peygamberlere farklı özellikler verdik” şek­linde anlayıp peygamberlerin birbirinden üstün olmadığını, her bir pey­gamberin çeşitli yönlerden bir diğerinden sadece farklı özelliğe sahip olduğunu dile getirenlerin bulunduğu hatırlatılmalıdır. Doğrusu bu da mümkün bir yorumdur. Ancak kural gereği lafzın zahirinde bir prob­lem yoksa tevîle başvurulmamalıdır. Dolayısıyla âyette geçen tafdil, üstün ktlmak anlamına gelir. Zaten üstünlük, ayırıcı ve farklı bir özel­liğe sahip olmayı gerektirir.

Yine akla “Biz Allâh’tn peygamberlerinden hiçbirinin arasını ayır­mayız” (Bakara, 285) âyeti gelebilir. Buna göre, peygamberler arasında bir ayırım söz konusu değildir. Oysa bundan maksad şudur: Peygam­berlerin bir kısmını tasdîk, diğerlerini tekzîb ederek aralarını tefrik et­meyiz. Biz, hepsini peygamber olarak kabul ederiz. Yukarıdaki âyetler ise risâlet yönünden değil, onlara verilen ayırıcı özellikler ve hususi fa- ziletler yönünden bir üstünlüğü ortaya koymaktadır.

Bir diğer husus da aklen “Peygamberleri niçin yarıştırıyoruz?” şeklin­deki bir itirazın yapılabilmesidir. Oysa biz yarıştırmıyoruz, Allâh dedi­ğini kabul ediyoruz, o kadar. Allâh da yarıştırtmıyor. Zira Allâh, sadece o peygamberlerin kıymetini tescil etmektedir. Şöyle düşünelim: Günlerden cuma; aylardan ramazan, gecelerden kadir gecesi faziletli bir gece olsun; ki öyledir. Bizler bu gün ve geceleri yarıştırtmış mı oluyoruz? Şayet cuma değil de perşembe olsun dersek, yarıştırma yaparız. Çünkü bunu aklımız­la ileri sürmüş oluruz. Tabii niye cuma olmasın da perşembe; Ramazan olmasın da Şevval olsun deme hakkımız yoktur; aynen peygamberlerde olduğu gibi. Biz onları yarıştırtmayız. Allâh ve Resûlü ne kadar demişse o kadarını deriz. Tafdil de aklın yeri yoktur. Bu gecelerin, günlerin fa­ziletini tayin eden Allâh ve Resûlü’dür. Allâh ve Resûlü’nün tayin ettiği fazilette bize düşen teslimiyet ve kadir kıymet bilmektir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, hasâis dediğimiz sadece Hz. Peygamber’e has özellikler mevcuttur. Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz:

O,bir insan olmanın yanında aynı zamanda son peygamberdir, (Ahzâb, 40); risâleti evrenseldir, (A’râf, 158; Enbiyâ, 107) (Ahkâf, 29; Cin, 1-13); hanımları mü’minlerin anneleridir, (Ahzâb, 6); geçmiş-gelecek günahları affedilmiştir, (Fetih, 1-2); kendisine inanılması noktasında peygamberlerden söz alınmıştır,(Ali İmran,81);kendisine Kevser’in verildiği müjdelenmiştir, (Kevser, 1); ganimetler helâl kılınmıştır, (Enfâl, 1); âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, (Enbiyâ, 107); onun özellikleri Ehl-i Kitâb tarafından bilinmektedir, (Bakara, 89,146); getirdiği dînin korunması teminatı verilmiştir, (Tevbe, 33); İsrâ ve Mi’râc Ona hastır, (İsrâ, 1; Necm, 1-18); çeşitli zamanlarda melekler bizzat yardım etmiştir, (Âl-i İmrân, 13, 122-123); kendisine itâat, aynı za­manda Allâh’a itâat anlamına gelmektedir, (Nisâ, 80); âhirette şehâdet ve şefâat-ı uzmâ hakkı verilmiştir, (Bakara, 143); Makâm-ı Mahmûd’la taçlanmıştır, (İsrâ, 79); ümmeti, ümmetlerin en hayırlısı kılın­mıştır, (Âl-i İmrân, 110) -bu nokta önemlidir, ümmeti en hayırlı olan bir peygamberin, kendisi de herhalde en hayırlı olmalıdır; hayatına ve beldesine yemin edilmiştir, (Hicr, 72; Beled, 1-2); kendisine ve ümme­tine, bin aydan daha hayırlı olan Kadir Gecesi lutfedilmiştir. (Kadr, 1-5)

Ayrıca, Allâh’ın diğer peygamberlerden, Hz. Muhammed (s.a.v.)’e inanıp ona yardım edeceklerine dair söz alması (Âl-i İmrân, 81); Resûl-i  Ekrem (a.s.) ile konuşanların seslerini yükseltmelerinin yasaklanması (Hucurât, 2); öteki peygamberlere hem Allâh Teâlâ hem de ümmetleri kendi isimleriyle hitap ettikleri halde (Bakara, 35; Mâide, 110; Hûd, 32; Meryem, 12), Allâh’ın Hz. Muhammed (a.s.)’e ismiyle değil “Ey  Nebi” (Enfâl, 64; Ahzâb, 1), “Ey Resûl” (Mâide, 67; Talâk, 1) gibi sıfatlarla hitap etmesi; sahâbîlerin birbirlerine seslendikleri gibi, Resûlullâh (a.s.)’a seslenmelerinin men edilmesi (Nûr, 63); Kur’ân’da sadece Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına yemin edilmesi (Hicr, 72), onun  faziletleri olarak kabul edilmiştir.

Hadîslere baktığımızda Hz. Peygamber’in tüm insanların en faziletlisi  olarak Allâh tarafından tayin edildiği anlaşılır. Onlardan bir kaçı şöyledir:
Enes (r.a) anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İnsanlar (Kıyâmet günü) diriltilecekleri zaman, kabrinden ilk çıkacak olan benim. Onlar Rabb’lerinin huzuruna geldiklerinde onlar adına konuşacak be­nim. Kurtulmaktan ümidlerini kestiklerinde (rahmet ve mağfireti) on­lara ben müjdeleyeceğim. O gün, Livâul-hamd (şükür sancağı) benim elimde olacak. Rabb’imin katında Âdemoğlunun en değerlisi ben ola­cağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. ”

-

Ebû Sa îd el-Hudrî anlatıyor: "Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: Kıyamet gününde, ben, Âdemoğlunun efendisi olacağım. Elimde Li­vau-l hamd bulunacak; bunu öğünmek için söylemiyorum. O gün Âdem ile diğer peygamberler sancağımız altında olacak. Kabri ilk açılacak kimse de ben olacağım. Bunu da öğünmek için söylemiyorum”.(Tirmizi,Menakıb,1;İbn Mace,Zühd,37)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet gününde Âdemoğlunun efendisi ben olacağım. Kabri ilk açılacak kim­se ben olacağım. İlk şefâat isteyen, şefâat etmesine izin verilip şefâati ilk kabul edilen de ben olacağım”. (Müslim, Fezâil, 3; İbn Mâce, Zühd, 37.)

-

Übeyy b. Kâ’b anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Kıyâmet günü geldi mi ben peygamberlerin imâmı, hâtibi ve (onlar arasında) şefaat (etmeye yetki) sahibi olacağım. Bunda övünme yok.”(Tirmizi,Menakıb,3)

-

Câbir b. Abdullah anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Ba­na beş şey verilmiştir ki, bunlar benden önceki peygamberlerden hiç­birine verilmemiştir.

Her peygamber, sadece kendi kavmine gönderilmiştir. Ben ise kırmızılara Acemlere ve siyahlara (Araplara) da gönderildim.

Bana ganimetler helâl kılındı. Halbuki benden öncekilerden kim­seye helâl değildi.

Yer bana pâk ve mescid kılındı. Her kim namaz vaktine girerse, nerede olursa olsun namazını kılar.

Ben, bir aylık mesafede olan düşmanımın içine düşen bir korku ile yardıma mazhar oldum.

Bana şefâat (etme yetkisi) verildi.”(Buhari,Teyemmüm,3,Salat,56,Humus 8)

-

Huzeyfe b. el-Yemân anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “İn­sanlara karşı üç şeyle faziletli (üstün) kılındık:

Saflarımız meleklerin safları düzeninde kılındı.

Arzın tamamı bize mescid kılındı.

Toprak bize, su bulamadığımız zaman, tahûr (temiz ve temizle­yici) kılındı.”(Müslim,Mescid 4)

-

Ebû Hureyre anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) buyurdular ki: “Her pey­gambere mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allâh vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyâmet günü, diğer peygamberlere nazaran etbâı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.”(Buhari,Fezailu’l Kur’an,1,İ’tisam 1;Müslim,İman 239.)


Bunlar açıkça Hz. Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte Hz. Peygamberin, kendisinin diğer peygamberlerden üstün tutulmasını yasaklayan hadîsleri de vardır. Mesela;


İbn Abbâsin nakline göre, Hz. Peygamber, Yûnus Peygamberi kastederek şöyle buyurmuştur: “Hiçbir kulun ‘Ben Yûnus b. Metta’dan hayırlıyım’ demesi uygun değildir”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 166)



Ebû Hureyre’den nakledildiğine göre bir Yahudi, “Mûsâ’yı bütün insanlardan üstün kılan Allah’a yemin ederim ki” deyince, bunu duyan Ensâr’dan biri “Resûlullâh aramızda yaşarken sen bu sözü nasıl söylersin?” diyerek ona bir tokat attı. Bu olay Resûlullâh’a anlatılınca “Peygamberlerin birini diğerinden üstün tutmayınız” buyurdu. ”.(Buhari,Enbiya 35;Müslim,Fezail 159)

Kadî Iyâz’a göre, bu hadîslerin yorumu hakkında bazı görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki;

Resûlullâh’ın kendisini diğer peygamberlerden üstün tutmayı yasaklaması, Âdemoğlunun efendisi olduğunu

a-Allâh’ın kendisine bildirmesinden önceydi. İşte bunun için ashâbına “Benim  diğer peygamberlerden üstün olduğumu söylemeyiniz” buyurdu. Çünkü peygamberlerin birbirinden üstün olduğunu söylemek İlâhî bir bilgiyi gerektirirdi.

b-Tevazu sebebiyle böyle söylemiştir. Büyüklenmeyi ve kendini beğenmeyi yasaklamak istemiştir. Bu görüş itiraza müsait bir görüştür. (Kadî Iyâz, burada, itiraz noktasını açıklamamıştır. Bize göre, bir sebebin de tevazu olması mümkündür. Bu şekilde üm­metine -kendisi böyle bir nimete sahip olduğu halde övünmemesiyle- tevazuyu öğretmek istemiştir)

c-Peygamberimiz, bazı peygamberleri küçümsemeye meydan ver­memek için onların bir kısmını diğerlerine üstün kılmayı yasakla­mıştır. Özellikle Yûnus (a.s.)’ın bazı tavırları hakkında Kur’ân’da açıklamalar yapıldığı için onun yüksek mertebesini bilmeyenlerin kendisini küçümseyebileceği düşüncesiyle bu yola başvurmuştur.

d-Peygamberimiz, peygamberler arasında nübüvvet ve risâlet bakı­mından bir üstünlük bulunduğunu söylemeyi yasaklamıştır. Çün­kü bütün peygamberler, peygamber olmak bakımından birbiri­ne eşittir. Üstünlük, ahlâk ve amelleri güzelleştirmede, Allah yo­lunda gösterilen gayretlerin mertebelerinde, insanlarla güzel ge­çinmede söz konusudur. Peygamberlik görevi bakımından değil, peygamberlerin şahısları arasında üstünlükten söz edilebilir.(Şifa-i Şerif Şerhi,Y.Kandemir,1,475-476)

Hz. Mûsâ olayıyla ilgili şu da söylenebilir: Hz. Peygamber, ashâbının bu tür tartışmalar içinde olmasını arzu etmemiş, “peygamberleri birbirinden üstün tutmayın” buyurarak olayların büyümesini engelle­mek istemiştir. Bu yorum, son maddeyle uyum içindedir. Allâh Resûlu hem nübüvvet bakımından herkesin Allah’ın peygamberi olduğu­nu vurgulamış hem de olayların daha da büyümesine mani olmuştur.

Son olarak Kadî Iyâz’ın temas etmediği bazı yorumlara yer verelim.

Âyetler, peygamberler arasında üstünlüğün olduğunu ortaya ko­yuyor. Hadîsler ise kişinin hevasına ve kendi aklına dayanarak peygamberler arasında üstünlük görmeyi yasaklıyor. Dolayısıy­la, delîle dayalı olarak üstün görmekten nehiy yoktur.

Bu konudaki âyetler, Allâh’ın bazı peygamberlerini bazısına üs­tün kıldığını haber vermek içindir. Hadîslerdeki nehiy ise in­sanların peygamberler arasında üstünlük görmelerine yönelik­tir. Dolayısıyla nehiy, hususi olarak insanlar içindir. Hiç kim­se peygamberler arasında üstünlük göremez. Sadece Allâh mahlûkâd arasında dilediğini diğerine üstün kılar.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?

Hz.Peygamber'in Az Bir Şeyler Yazması Ümmi Oluşuna Aykırı Mı ?


Peygamber şöyle buyurmuştur: “Biz ümmî bir topluluğuz.Yazı yazmaz, hesap bilmeyiz”.(Buhari,Savm,13)

Bu hadîs âyetlerle uyum içindedir. Bunun yanında aşağıda değerlendireceğimiz, Hz. Peygam­berin son günlerinde nadir de olsa (kesin olmamakla birlikte) bir şey­ler yazabileceğini gösteren rivâyetler vardır. Bu durum, hem yukarıda­ki hadîse hem de Hz. Peygamberin ümmî olduğunu ifade eden âyet­lere aykırıdır.

İbn Hacer ve Aynî’ye göre yukarıdaki hadîste şu ihtimaller vardır:

a-Murâd, bu söz söylendiği esnada huzurunda bulunan Müslümanlardır. Müslümanların hepsini kastetmemiştir.

b-Hz. Peygamber “biz” ile kendisini kastetmiştir.

c-Hz. Peygamber Arapları kastetmiştir. Arapların içinde az da olsa hesap-kitap bilenlerin varlığı onların ümmî olmasına mani de­ğildir.(1)

Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in “ümmî” oluşu İslâm geleneğinde onun vahiy alışının bir delili olarak kabul edilmiştir. Ancak günümüzde oryantalistlerin de kışkırtmalarıyla Hz. Peygamber’in aslında ümmî  olmadığı iddia edilmiştir. Bunun için de bazı deliller çarpıtılmaya çalışılmıştır. Ümmî kelimesine “Mekkeli” anlamı bile verenler vardır. Oysa  Kur’ân’a baktığımızda meselenin gayet açık olduğu görülür. Kur’ân’da ümmî kelimesi, hem Hz. Peygamber’i hem de bir milleti yani Arapları  nitelemek için kullanılmıştır. “Sen bundan evvel hiçbir kitap okur değildin, elinle de onu yazmadın. Böyle olsaydı, hakkı inkâr edenler elbette şüpheye düşerlerdi” (Ankebût, 48) âyeti gereği, Hz. Peygamber’in  okuryazar olmayan anlamında ümmî olduğu açıktır. “O ümmîler arasından...”(Cuma,2)) ve “Kitap ehli olmayan ümmîlere...”(Ali İmran,20) gibi âyetleri şöyle anlamak mümkündür:

Burada, ümmî kelimesiyle, Arap ümmeti kastedilmektedir. Zira bu millet, büyük ekseriyeti itibariyle okuma yazma bilmemektedir. Nitekim Lisânu’l-Arab’da “yazma alışkanlığı Araplar arasında pek nadir,  adeta yok olduğundan onlar hakkında bu sıfat kullanılmıştır” diyerek bu manayı vermektedir.(2)

Bununla birlikte ümmî kelimesinin dışında, tarihî olarak Hz. Peygamber’in okuma yazma bildiğini gösteren rivayetlere de rastlanmaktadır. Özellikle son demlerindeki hastalığı sırasında ashâbı için bir şeyler yazmayı istemesi buna örnektir. Bu durum “yazdırma” anlamına  da gelebilirse de zahirinden onun yazmak istediği anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Hz. Peygamber’in civar ülke krallarına mektup yazdığı veya yazmak istediğine dair bir bilgi, rivâyetlerde geçmektedir. Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini gösteren delillerle, bildiğini gösteren delilleri bir arada değerlendiren Ahmet Önkal’ın şu görüşüne katıldığımızı belirtmek isteriz:

“Tereddüt etmeden katiyetle kabul etmek gerekir ki Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hak tarafından İlâhî vahyi tebliğle görevlendirilmeden önce okuma yazma bilmiyordu. Zira ilim ve irfanın bulunmadığı bir vasatta yetişmiş, okuma yazma bilenlerin parmakla sayılabileceği bir çevrede büyümüştü... Hem Resûlullâh’m peygamberlikten önce yazıya da ihtiyacı olmamış, yaşadığı çevre icabı okuryazarlarla sık irtibatı bulunmamıştı. Ama nübüvvetten sonra durum değişti. 23 seneye yaklaşık bir süre durmadan nâzil olan âyetleri tespit için va­hiy kâtibleri Resûlullâh’ın huzurunda, bizzat onun gözleri önünde ya­zı malzemelerini kullandılar. Özellikle Medine’ye hicretinden sonra Resûlullâh’m çok değişik çevrelerle muhtelif münasebetleri oldu. Bu münasebetler sebebiyle huzurunda andlaşmalar kaleme alındı, mek­tuplar yazıldı, emirnameler çıkarıldı... Yani peygamberliğinden son­ra özellikle Medine döneminde onun okuma yazma ile çok sık bir ir­tibatı ve ilgisi oldu. Böyle bir durumda hayatının sonlarına doğru iyi­ce öğrenmek ve bellemek şeklindeki bir teşebbüsün sonucu olmak­sızın sadece gözleri önünde belki de her gün cereyan eden yazışma­lar sebebiyle yazıların ve harflerin şekillerinin peygamberliğin vasıf­larından birisi olarak ‘fetânet’ sıfatına sahip Hz. Peygamber’in dik­katini çekmiş olması ve bunların onun zihninde yer etmiş bulunma­sı gayet normaldir”.

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler

Devamını Oku »

Ölümü Temenni Etmenin Yasaklanması,Kuran'a Aykırı Mı ?



Ölümü Temenni Etmenin Yasaklanması,Kuran'a Aykırı Mı ?


Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre, Resûlullâh şöyle buyurdu:  “Sizden hiç kimse ölümü istemesin! Eğer o sâlih bir kimse ise faziletini artırması umulur. Fâcir biri ise tevbe edip Allâh’ın rızasını ka- | zanması umulur.”(Buhari,Temanna,hd.no.7235)

Enes’den nakledildiğine göre, Resûlullâh şöyle buyurdu: “Sizden  biri maruz kaldığı bir zarar sebebiyle ölümü asla temenni etmesin! Mutlaka onu yapmak mecburiyetinde ise bari şöyle desin: Allahım, yaşa mak benim için hayırlı ise beni yaşat; ölmek benim için hayırlı ise canımı al!”(Buhari,Merza,19)

Buna aykırı olduğu düşünülebilecek iki âyet vardır. Allâh şöyle bu­yurur: “(Yûsuf:) Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin. Ey gökleri ve yeri ya­ratan! Sen dünyada da âhirette de benim sahibimsitı. Beni Müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat.’’(Yusuf,101)

“Doğum sancısı onu bir hurma ağaana (dayanmaya) sevk etti. ‘Keş­ke’, dedi, ‘bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim!”(Meyem,23)

İki âyette, ölümü istemenin ve ölmek için duâ etmenin caiz oldu­ğu ortaya çıkmaktadır. Hadîslerde ise ölümü temenni etmek yasaklan­mıştır. Bu konuda âlimler çeşitli yorumlar yapmıştır. Ölümü temen­ni etmekle ilgili hadîslerin âyetleri nesh ettiğini düşünenler bile var­dır. Oysa delîllerin arası uzlaştırılabiliyorsa, neshe gerek yoktur. Ço­ğunluğun görüşü ise âyetleri ve hadîsleri kendi içinde anlamak gerek­tiği yönündedir.

Bir kere, şunu vurgulamak gerekir: Âlimler; sıkıntı, ölüm hâli, hastalık ve dünya meşakkatleri gibi dünyevî zararların bulunması se­bebiyle ölümü istemenin ve ölmek için duâ etmenin kerâhati konu­sunda icmâ etmişlerdir. Çünkü bu durumların gerçekleşmesinde bir rızasızlık vardır. Fakat kişinin dîni konusunda bir zarardan veya fit­neden korkması durumunda ölümü istemesi mekrûh olmaz.

Buna göre, Ebû Hureyre hadîsinde Hz. Peygamber, ölümü te­menni etmeyi mutlak olarak yasaklamıştır. Enes hadîsinde ise ölümü temenni etme, “zarar” hâliyle sınırlandırılmıştır. Bu durumda, mut­lak mukayyede hamledilir. Yani mutlak ifade sınırlandırılır. Enes ha­dîsindeki “zarar”, dünyevî ve uhrevî zarar ve zorlukları kapsar. An­cak Enes hadîsinin başka tarîklerinde “sizden biri, maruz kaldığı dün­yevî zararlardan dolayı ölümü istemesin!”(İbn Ebi Şeybe,Musannef,VI,44-108;İbn Hibban,Sahih,VII,233) ifadesi geçtiğinden, za­rardan maksadın dünyevî zararlar olduğu ortaya çıkmaktadır. Ha­dîste mevzu bahs edilen “zarar” için, seleften birçoğu, “dünyevî za­rar” demiştir. Buna göre, kişi “dinde fitneye düşmek” gibi dînî bir zarar mevzu bahs olacak olsa, hadîsteki nehyin dışında kalacağı be­lirtilmiştir.

Âyetlere gelince Hz. Yûsuf, o anda değil, eceli geldiğinde, ölüm yaklaştığında, son nefesinde Rabb’inden Müslüman olarak canını al­ması için duâ etmiştir. Bu duâda hiçbir mahsur yoktur. Hadîslerle de bir çelişme yoktur. Herkes Rabb’inden Müslüman olarak canını almasını ister.

Hz. Meryem’e gelince ölümü istemesinde İki yön vardır:

1-Dîni konusunda ona bir kötülük düşünmelerinden, onu ayıplamalarından ve buna bağlı olarak fitne çıkmasından korkmuştur.

2-Kendisinden dolayı bir toplulukta iftira, yalan ve zina nisbeti olmasından korkmuştur.

Bu iki yön sebebiyle bir kimsenin ölümü istemesine engel yoktur. Zira bunlar, dîn konusunda ortaya çıkabilecek fitnelerdir. Dolayısıyla nehiy hadîsleriyle bir ihtilaf söz konusu değildir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Hz. Yûsuf, Müslüman olarak ölme­yi istemiştir. Hz. Meryem de dîninde bir fitne çıkmasından, bir fitne­ye düçar olmaktan korktuğu için ölümü temenni etmiştir. Her iki te­mennide de bir mahzur yoktur. Hadîslerde ise dinde maruz kaldığı bir fitneden dolayı değil, dünyevî veya nefsî bir zarardan dolayı ölümü te­menni etmek vardır ki, bu yasaklanmıştır.

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Hz.Peygamber'in Abdullah B.Selul İçin İstiğfarda Bulunması Kur'anaAykırı Mı ?



Hz.Peygamber'in Abdullah B.Selul İçin İstiğfarda Bulunması Kur'ana Aykırı Mı ?

Buhârî, İbn Ömer’in şöyle dediğini nakletmiştir: “Abdullah b. Ubeyy b. Selûl vefat edince oğlu Abdullah, Resûlullâh’a geldi. Resûlullâh da ona kendi gömleğini verdi ve onu bunun içinde kefenlemesini emretti. Sonra da onun üzerine cenaze namazı kıldırmaya kalk­tı. Bu esnada Ömer, Resûlullâh’ın elbisesini tuttu ve ‘Bu bir münafık iken ve Allah seni onlar lehine mağfiret istemekten nehyetmiş iken sen bu adam üzerine cenaze namazı mı kılacaksın?’ dedi. Resûlullâh ‘Allâh beni muhayyer kıldı yahut Allâh bana haber verdi de ‘onlar için istiğ­far et veya etme. Onlar için yetmiş kere istiğfar etsen de Allâh onlara asla mağfiret etmeyecektir’ buyurdu’ dedi ve ‘ben yetmişin üzerine ar­tıracağım’ buyurdu”.(Buhari,Tefsir (9 Tevbe),13)



Süleyman Ateş bu rivâyeti şöyle eleştirmektedir:

“Bu çeşit varyantları olan rivayet, çelişkilerle doludur. Evvela Hz. Ömer’in henüz münafıklar üzerine namaz kılmayı men eden âyet inmeden önce ‘Allâh seni münâfıklar üzerine namaz kılmaktan men etmemiş miydi?’ dediği söyleniyor. Bu âyet, Peygamber, münâfık üzerine namaz kıldırdıktan sonra inmiş ise, Hz. Ömer’in Peygam­bere ‘Allâh seni...’ demiş olması makul değildir. Çünkü henüz na­maz kılmayı men eden âyet inmemiştir... 80. âyette Peygamber’e Allâh’ın münâfıkları affetmeyeceği bildirilmiş iken onun ‘Ben yetmiş­ten fazla istiğfar ederim belki Allâh affeder’ demiş olması da muhte­mel görülmez. Çünkü Peygamber âyetin anlamının belli bir sayı de­ğil, kesinlik ifade ettiğini, Allâh’ın münâfık ve kâfirleri affetmeyece­ğini bildirdiğini bilir”.(1)

Şunu hemen belirtelim ki, Süleyman Ateş’ten önce de bu hadîse iti­raz edenler olmuştur.(2)

Ateş’in eleştirisinin ise iki noktada yoğunlaştığı görülmektedir. Sı­rasıyla bunları değerlendirelim:



1-Bir kere, münâfıklar üzerine namaz kılmaktan nehiy vârid ol­madığı ve Abdullah b. Ubeyy zahiren Müslüman olduğu için Resûlullâh böyle bir namazı kılmıştır.(3) O halde, Hz. Ömer’in sözü ne anlama gelmektedir? Kurtubî buna çeşitli cevaplar verir:

a-Aklına böyle bir düşüncenin gelmesi muhtemeldir. Zira Hz. Ömer, Resûlullâh’ın beyan ettiği gibi, “ilham olunan kimseler­dendir”. Kur’ân’ın bazı âyetlerinin onun düşüncesine muvafık olarak indiği de bilinmektedir. Bu da böyle bir durumdur.

b-“Onlara istiğfar et veya etme’’(Tevbe,80) âyetinden böyle bir mana çıkar­ması muhtemeldir.

c-Hz. Ömer’in “Müşrikler için af dilemek, ne peygambere ne de inananlara yaraşıl”(Tevbe,113) âyetini böyle anlaması ve bunu münâfıklara hamletmesi muhtemeldir. Zira bu âyet, Mekke’de inmiştir.(4)



2-Onlar için istiğfar dile veya dileme, onlar için yetmiş kere istiğfar dilesen bile Allâh onları affetmeyecektir” âyetinde geçen ev=veya bağlacının ne anlam ifade ettiği noktasında bir müşkil gözükmektedir. Bu bağlacın tesviye için olduğunu söyleyenler bulunduğu gibi tahyir için olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Tahyir manası alındığında rivâyetlerle uyum içinde olduğunu söylemek mümkün olacaktır. Buna göre, âyetin manası, “dilersen istiğfar et, dilersen istiğfar etme” olmaktadır. Rivayetlerden anlaşıldığına göre ise Hz. Peygamber istdğfar etme yolunu tercih etmiştir.

Dolayısıyla, Hz. Ömer’in mezkûr bağlacın tesviye manasında olduğunu anlayarak Hz. Peygamber’e rivâyetteki sözleri söylemesi muhtemeldir. Ayrıca Hz. Ömer’in bu sözleri sarfetmesinde dinde göster diği sertlik ve aşırı hassasiyetin de payının bulunduğu inkâr edilemez.(5)



3-Son olarak böyle bir namazın bir tebliğ siyaseti olarak kılındığı da söylenebilir. Hz. Peygamber, yetkiyi elinde bulunduran Abdullah b.  Ubeyy’in oğluna ikram olsun diye babasının namazını kıldırmış olabilir. Şüphesiz bunda onun kavmini İslâm’a ısındırma ve onların zararlarını defetme gibi bir maslahat bulunmaktadır. Bu nedenle istiğfarın fayda verebileceğini tercih ettiği söylenebilir.

Ancak Dahhâk’ın da belirttiği gibi, Hz. Peygamber, Tevbe Sûresi’nin 80. âyetiyle kendisine verilen ruhsatı kullandı. Sonra ise “Onlara i istiğfar etsen de etmesen de eşittir, Allâh onları affetmeyecektir"(Münafıkun,6) âyeti nâzıl olarak bu ruhsat ortadan kaldırılmış oldu.(6)

Burada Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’in görüşünü zikretmek uygun olacaktır. Şöyle der: “Allâhu a’lem doğru olan şudur: Hz. Pey­gamber, istiğfar ile istiğfar etmeme arasında muhayyer bırakıldı. Fayda vermeyeceğini bildiği halde istiğfar etmeyi tercih etti. Âyetten yetmişin üzerinde istiğfar etmenin kişiye fayda vereceğini asla anlamadı, düşünmedi. Bunun delili, Hz. Peygamber’in bizzat şu sözüdür: ‘Mu­hayyer bırakıldım ve (istiğfarı) tercih ettim. Yetmişten fazla istiğfar et­mekle onun affedileceğini bilseydim, yetmişten fazla istiğfar dilerdim’.

Bu ifadede, Hz. Peygamber’in âyetten yetmişten fazla ziyadenin kişi­ye fayda vereceğini anladığı yoktur. Bu ifade, Hz. Peygamber’in yet­mişten fazla istiğfar etmekle etmemenin eşit olduğunu kesin ve sarih bir şekilde beyan buyurduğunu gösterir. Onun için, faraza yetmişten fazla istiğfar fayda verseydi, artırabileceğini söyledi. Ama fayda ver­meyeceğini bildiği için öyle yapmadı. Âyette ise itiğfardan nehiy yok­tur. Bilakis âyet, istiğfar etmek ile etmemenin eşit olduğunu ifade et­mektedir. Hz. Peygamber’in fayda vermeyeceğini bildiği halde istiğfa­rı tercih etmesi, ancak yaşayanlarla alakalı bir maslahattan dolayıdır; oğluna şefkat, akrabasının gönüllerini hoş tutmak vb. gibi. Hz. Pey­gamber’in âyetten tahyiri anlamasına gelince, bunda problem yoktur. Âyet, tahyir konusunda açıktır. Buna benzer başka âyetler de vardır. Onlarda da söz konusu olan nehiy değil, tahyirdir. Mesela, ‘Kâfirleri korkutsan da korkutmasan da birdir. Onlar inanmazlar. ’ (Bakara, 6) Âyette maksat, Hz. Peygamber’in korkutmaktan nehyedilmesi değil­dir. Mana şudur: Onları korkutsan da korkutmasan da aynıdır. Bu­nunla birlikte Hz. Peygamber’e başka âyetlerde aleyhlerine hüccet ka­im olsun diye onları inzar etmekle emrolunmuştur. Benzer başka âyet de vardır. Böylece, Hz. Peygamber’in istiğfar etmekle etmemek ara­sında muhayyer bırakılmayı anlamasının bu âyetlerdeki gibi olduğu ortaya çıkmaktadır”.(7)

--------------

(1)-Tefsir,IV,121,122

(2)-İbn Hacer’in belirttiğine göre Buhari Şarihi Davudi,kelamcılardan Bakıllani,Cüveyni ve Gazzali bu hadisi tenkid etmiştir.Bknz;Fethul Bari,IX,233-235

(3)-Zamehşari,el-Keşşaf,Beyrut,ts.2,206

(4)-Kurtubi,El Cami’li-ahkami’l Kuran,Kahire,1961,VIII,219.Ayrıca bknz;İbn Adil ed Dimeşki,el-Lubab fi ulumi-l kitap,(thk.Adil Ahmed Abdulmevcud,vd.),Beyrud,1998,163

(5)-İbn Hacer,Fethul Bari,IX,233-235;Ayni,Umdetu’l Kari,XV,202.

(6)-İbn Adil ed Dimeşki,age,X,157

(7)Bk.Ahmed b.Abdulaziz b.Mukrin,el-Ahâdîsu’l-müşkile el-vâride fi tefsî-ri’l-Kur’anil’l Kerim,s;622-6223)

--------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Cennete Allah'ın Rahmetiyle Girilmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?

Cennete Allah'ın Rahmetiyle Girilmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?




Konu ile ilgili olarak Hz. Âişe validemizden nakledilen bir rivâyette Allâh Resûlü “Hiç kimseyi yapmış olduğu amel cennete girdir­mez.” buyurmuş; bunun üzerine sahâbe-i kiram ‘Seni de mi ya Resû-lallah?’ diye sorunca ‘Evet beni de. Ancak, Allâh (c.c.) benim kusur ve hatalarımı rahmeti ile affetmiştir.” demiştir.(Buhari,Rikak,hd.no.6467;Müslim,Sıfatu-l kıyame,hd.no,2818) Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde yer alan benzer bir rivâyette ise “Sizden hiçbir kimse ken­di ameli ile cennete giremez.” buyrulmuştur.(A.Hanbel,Müsned,2,syf;256) Yine Ebû Hureyre’den nakledilen benzer rivâyette ise “Sizden hiçbir kimseyi kendi ameli kur­taramaz” buyrulmaktadır.(Müslim,Sıfatl’l Kıyame,hd.no.2816) Bütün bu rivâyetlerin zahirinden, salt ki­şinin işlemiş olduğu amelin kendisini cennete ulaştıramayacağı anla­şılmaktadır.

Bu hadîsin şu âyete aykırı olduğu ileri sürülmüştür: “Orada kalp­lerinde bulunan kini çıkarıp atarız. Onların altlarından ırmaklar akar. ‘Bizi buna erdiren Allâha hamd olsun. Eğer Allâh bizi doğru yola sevk

etmeseydi biz doğru yola erişemezdik. Şüphesiz Rabbimizin Peygamberleri bize gerçeği getirmişler’ derler. Onlara şöyle seslenilir: ’İşte size cennet!’ Yapttklannıza karşılık buna varis oldunuz.” Buyurmaktadır.(A’raf,43)

Bir başka âyette ise “Takvâ sahipleri o kimselerdir ki melekler canları­nı hoş ve rahat halde altrlar. ‘Selâm size, yapmış olduğunuz güzel işle­rin mükâfatı olarak girin cennete’ derler” (Nahl 32.Benzer ayetler için;Zuhruf 72;Tur 19,Murselat 43)

Âyetin zahirine bakıldığında mücerred sâlih amelin kişiyi cennete ulaştıracağı ifade edilirken, hadîslerde bunun tersine salt sâlih amelin cennete girmek için yeterli olmadığı vurgulanmaktadır. Bu da âyetler ile hadîsler arasında bir teâruz izlenimi uyandırmaktadır.

Ehl-i Sünnet âlimlerinin tamamı, mücerred sâlih amelin cennete girmede yeterli olmadığı, bilakis konu ile ilgili rivâyetlerin de delâ­let ettiği üzre, Allâh’ın rahmet ve fazlının cennete ulaşmada şart ol­duğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak, başta Zemahşerî olmak üzre Mu’tezilî âlimler, sâlih amel işleyen kişiyi Allâh’ın cennete koy­masının vâcib olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bu konuda Zemah­şerî ünlü tefsiri Keşşâftâ “Kişinin cennete girmesi, Allâh’ın rahmet ve fazileti dolayısıyla değil, işlediği sâlih ameller dolayısıyladır, de­mektedir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, Mu’tezilî âlimlerin Allâh’a herhangi bir şeyi vâcib koşmalarını reddederler ve şöyle söylerler: “Allâh’a hiçbir şey vâ­cib değildir. Her şey, O’nun mülkündedir ve O’na boyun eğmiştir. O, dilediğini yapar. Şayet Allâh (c.c.), sâlih amel işleyen itâatkâr mü’minlere azap edip onları cehenneme atsa bu O’nun adaletidir. Onlara ni­met verip cennete ulaştırsa bu onun fazlı ve keremidir. Şayet kâfirleri affedip cennete koysa, bu da O’nun lütfudur. Ancak, Allâh Teâlâ böy­le yapmayacağını haber vermiş; mü’minleri rahmeti ile cennete ulaştı­racağını, kâfirleri de adaletinin gereği olarak cehenneme atacağını be­yan etmiştir.

Ehl-i Sünnet âlimleri, zahirine bakıldığında sâlih amelin kişiyi cennete götüreceğini beyan eden âyetin te’vîli hususunda ise farklı görüşler serdetmişlerdir. Şöyle ki;



1-Bir kısım âlim, âyeti şu şekilde izah etmiştir: Allâh Teâlâ fazlı ve ihsanı ile sâlih ameli cennete girme sebebi yapmazsa, kul, işlediği hiçbir sâlih amel ile cennete giremez. Kulun sâlih amel işlemesi dahi Allah’ın lûtfu ve nimetidir. Cennet ve ona ulaştıracak bütün ameller Allâh’ın rahmet ve faziletinin bir tecellî, sidir, tbn Hazm, Beyhakî, İbn Arabî, Kadî Iyâz, Râzî, Kurtubî ve Şevkânî bu görüştedir. Beyhakî konu ile ilgili hadîsi eserin' de zikrettikten sonra şunları kaydeder: “...Bunun sebebi kişi­nin sâlih amele ancak Allâh’ın inâyeti ile ulaşmasındandır. Yi­ne ancak Allâh’ın yardımı ile kişi günahlara düşmekten kendi­sini koruyabilir. Kişinin isyanı terk edip itâate girmesi, Allâh’ın o kişiye bir lütfü, bir ihsanıdır. Bu da O’nun rahmetinin bir ese­ridir. Dolayısıyla, hakikatte kişinin kurtuluşa ermesi ,Allâh’ın rahmet ve fazileti ile gerçekleşmiş oluyor.”



2-İbn Teymiyye, İbn Kesîr ve Tâhir b. Âşûr’un savunduğu görü­şe göre, mücerred sâlih amelin cennete ulaştırmayacağını ifa­de eden hadîsteki “  harfi, muavaza içindir (yani bir şeye karşılık olarak kullanılmıştır). Âyeti Kerî­medeki “harfi, sebebiyyedir. Dola­yısıyla âyet, sâlih amelin cennete girmeye sebep olduğu manası anlaşılmalıdır. Konu ile ilgili olarak kendisine sorulan “âyet ile hadîs arasında bir teâruz var mıdır?” şeklindeki soruya İbn Tey­miyye, “Kur’ân ve sünnet arasında asla teâruz yoktur. Kur’ân’m sabit kıldığı bir esası, sünnet nefyetmez. Hiç şüphe yoktur ki ,sâlih amel, cennete girmeye sebeptir. Allâh mü’min kuluna sâ­lih ameli kolaylaştırarak, onu cennetine koyar. Mücerret sebep, hükmün oluşmasında yeterli değildir. Tıpkı sadece yağmurun yağması bitkilerin oluşmasında tek sebep olmadığı gibi sırf sâ­lih amel de cennete ulaştırmada yeterli olmaz. Hadîsi şerifte­ki -harfi ise tıpkı bir kişinin yanında çalışan kişinin çalıştı­ğının karşılığını alması gibi muavaza anlamındadır. Şâyet işve­ren işçisine fazladan para verse bu onun ikramı olur. İşte bu­nun için sâlih amele karşılık cennet olmayacağı, ikisinin dengi bir husus olmadığı içindir.

Cemâluddîn ibn Hişâm’ın el-Muğnî adlı eserinde ifade ettiği bir  başka âlimlerin ifade ettiği gibi, sebebiyye değil, muavazadır. Çünkü bir mala kar­şılık olarak bir bedel alınabileceği gibi, mal hiçbir karşılık alın­madan meccanen de verilebilir. Ancak sebep olmadan, sonuç ol­maz. Dolayısıyla âyet ve hadîsteki - harfinin mana farklılı­ğından dolayı aralarında bir tearuz olmadığı ortaya çıkmış olur.



3-Aynî ve Kirmânî’nin savunduğu görüşe göre ise, âyetteki -  harfi, sebebiyye değil, ilsak ve musâhaba anlamındadır Yani âye­tin manası, sâlih amellerinizle, yani onların arkadaşlığı ile cen­nete mirasçı oldunuz demektir.



4-Konu ile ilgili diğer bir görüş ise, mücerred cennete giriş, Al-lâh’ın rahmet ve fazileti iledir. Ancak, cennetteki makamların farklılığı, sâlih amellere göredir. İbn Battal ve Ebû Abdullah el-Kurtubî bu görüştedir.



5-İbn Hacer ve Şankıtî’nin savunduğu görüşe göre, âyette kaste­dilen amel, kabul edilen amel; hadîste kastedilen amel ise, ka­bul edilmeyen ameldir.

Ahmed b. Abdulaziz b. Mukrin’e göre, doğruya en yakın olan gö­rüş, Allâh’ın sâlih ameli cennete giriş için sebep kıldığını ve sâlih ame­lin de ancak Allâh’ın yardım ve inâyeti ile mümkün olduğunu savunan görüştür. Çünkü kulun, Allâh’ın yardım ve kolaylaştırması olmadan sâlih amel işlemesi mümkün değildir. Allah, tıpkı mümin kuluna salih ameli kolaylaştırarak cennete ulaşmasını sağladığı gibi, kâfire de işle­diği amel sebebi ile cehennemi kolaylaştırır. Nitekim hadîs-i şerifte Allâh Resûlü, “Sizden her birinizin cennet ve cehennemdeki yerleri yazıl­mıştır.” sözüne karşılık sahâbî Ya Rasûlullah! O halde kitapta yazılana dayanıp ameli bırakalım mı?’ sorusuna “Hayır siz amel işlemeye devam edin; çünkü herkese varacağı yerin ameli kolaylaştırılmıştır. Cennet eh­linden olana buraya varacak ameller kolaylaştırılmış; cehennem ehli olana da oraya girmelerine sebep olacak amelleri kolaylaştırılmıştır.”(Buhari,Tefsir,hd.no.4949;Müslim,Kader,hd.no.2647)

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzre, âyetler ve hadîsler arasındaki teâruzu giderecek yöntem, âyetteki -be- harfini sebebiyye; hadîsteki – be - harfini muavaza olarak almaktır.(1)





(1)-bk.el-Ahadisu-l-müşkile el-varide fi tefsiri’l-Kur’ani’l Azim,syf;232-243)

Devamını Oku »

Hesapta Münakaşası Yapılan,Azaba Uğratılır mı ?



Hesapta Münakaşası Yapılan,Azaba Uğratılır mı ?


Hz Âişe’den rivâyet edilmiştir: İbn Ebî Müleyke der ki: “Hz. Âişe, anlamadığı bir söz işitirse, mutlaka anlayıncaya kadar tek­rar ettirirdi. Hz. Peygamber; “Kimin hesabı sırasında münakaşa yapılır­sa, o azaba uğratılır” buyurmuştu. Ben (Hz. Âişe) dedim ki: “Ama Yü­ce Allâh, ‘Kime kitâbı sağından verilirse, onun hesabı kolay olur ve ai­lesine sevinçli döner’(İnşikak,7-9) buyurmuyor mu?” Bunun üzerine Hz. Peygam­ber; “Senin o dediğin, arzdır. Kıyâmet günü hesaba çekilen hiç kimse yoktur ki, helâk olmasın!” buyurdu.(Buhari,İlim,35;Tefsir,84/1;Rikak,49;Müslim,Cennet,18;Tirmizi,Kıyamet,5;Ebu Davud,Cenaiz,3)

Enes b. Mâlik’ten rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (a.s.) şöyle bu­yurdu: “Kim hesaba çekilirse, azap olunur.”(Tirmizi,Tefsir 84/2)

“Hesap münakaşası”; insanın az-çok, büyük-küçük bütün yaptık­larını sayıp dökmek, hepsini ortaya koymak manasına hamledilmiştir. Hesaba çekilmek, insanın bütün yaptıklarından tek tek hesap sorulması demektir. Bu ise, gerçekten insanın helâk olması anlamına gelir. Çünkü Allâh ın lütfü olmadan kendi ameliyle kendisini kurtaracak insan yoktur. Hesaba çekilmek de, insanın kendi başına kalması anlamına gelir; bu da insanın helâk olması demektir.

Hakîm Tirmizî, mücâdele ve münakaşanın, sadece kâfirler için söz konusu olduğu kanâatindedir. Çünkü ona göre, kâfirler, Rablerini tanımazlar ve mücâdele ederlerse kurtulacaklarını sanırlar.(1)

Hz. Peygamber’in “Arz” adını verdiği şey, âyet-i kerîmede ifâde  edilen “kolay hesap”tır. Bundan maksat da, mü’minin amellerinin kendisine arz edilmesi, gösterilmesi, sonra da bağışlanmasıdır. Mü’min  kitâbına bakar, günahlarını görür, ama Yüce Allâh’ın onları dünyada  iken örttüğü gibi âhirette de bağışladığını anlayarak Allâh’ın kendisine  olan lütuf ve ikrâmını müşahede eder. Ahmed b. Hanbel’in rivâyetinde Hz. Âişe’nin; “kolay hesap nedir?” sorusuna Hz. Peygamber; “Kulun kitâbına bakılması ve hatalarından vazgeçilmesidir. O gün hesâbı münakaşa edilen, mutlaka helâk olur” cevabını vermişti.(2)

Amellerin hesabının görülmesi olayında şu noktaları vurgulamakta fayda vardır:



a-Âyetin vurguladığı husus mü’minlerin kolay hesaba çekilmesidir. E Hesapta sevaplar ağır basınca kulun hesabı kolay olmuş olacaktır. Böylece kitapları da sağdan verilecektir. Bu, hadîsin de ifade ettiği gibi arzdır. Burada çetin bir hesap söz konusu değildir.Sadece ameller hesaba arz edilecektir.

b-Hadîste vurgulanan husus ise, hesabı münakaşa edilenin, muhakkak azaba duçar kalacağıdır. Hesabın münakaşa edilmesi,amellerin inceden inceye hesabının görülmesidir. Bu ise, günahların ağır basması anlamına gelmektedir. Amellerin inceden inceye araştırılmasından hesabın çetin olduğu anlaşılmalıdır. Böyle olanların cehenneme girmesi kaçınılmazdır.

c-Bazı mü’minler ise hesapsız, cennete girecektir. Bu, Allâh’ın  rahmetiyle olacak bir şeydir. Böyle kulların sayısı diğer ikisine  oranla az olmalıdır. Dolayısıyla bu durum yukarıdaki hadîs ve âyete aykırı değildir. Ayet kolay hesaptan (arzdan); hadîs ise zor hesaptan bahsetmektedir. Hesapsız cennete girme ise baş­ka hadîslerde zikredilmektedir. Âyet de hadîs de illa her mü’minin hesap vereceğini söylememektedir. Âyetin söylediği, hesabı kolay olanların; hadîsin söylediği ise, hesabı zor olanların var­lığıdır.

Başka hadîsler de hesabı hiç olmayanlardan bahsediyor demektir.



(1)-İbn Hacer,Fethu-l Bari,XIII,219.)

(2)-Bk.İbn Hacer,age,217.

-----------

Yavuz Köktaş - Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »