Abdulkadir-i Geylani-el-Fethu'r-Rabbani 3. Sohbet


Hisle, duyguyla ve hevesle hareket eden yolda kalır. Varlığınızı ilimle koruyabilirsiniz





3. MECLİS

Bu konuşma, Cuma günü dershanede yapıldı.
Ko­nuşma tarihi: Hicri 8 Şevval 545, Miladi 1150.

Ey şahsına gereken şeyleri bulamayan! Bu hâlin geçip gitmesini şiddetle isteme. Belki gelecek şeylerde seni helak edecek nesneler vardır.

Ey hasta! Hastalığın geçmesini mutlak olarak isteme. Afiyetin her zaman yararlı olacağını sana kim dedi? Şimdi hastasın, imanın var; sağlam olunca bu imanı kaybetmeyeceğini kim temin eder? Dünyalığa dalar, Allah'ı, Peygamber’i unutursun. Akıllı ol; her olur olmaz şeyin peşine koşma.

Kalp ayık olunca işler mübarek olur, keder vermez

Kârını sakla. Kazandığın şeyin değerini bil. Bunda devam et; iş­lerin düzelir. Her işte başarı elde edersin. Elinde ne varsa, hırsı bir yana at; kanaatini ona yönelt. “Mutlaka artsın!” deme; fazla gelirse al. Olmadığı için üzüntü duyma. Allah’ın verdiğini ye ki, hoş ola. Şahsi isteklerini alırsan dertlenebilirsin. Dilencilik iyi değildir. Verilen alı­nır; ama dilenmek olmaz. Ancak iç âleminden kopup gelen arzu so­nunda istenebilir. Bu da bir nevi tecrübe olur. Kuvvet sahibine sığı­nıp istemek yerinde olur her hâlde. Bu hâlde isteyene değil, istene­ne bakmak gerektir. Bu istek zararsızdır; hele kalbin ayık olması mutlaktır. Kalp ayık olunca işler mübarek olur, keder vermez.
İstek­ler yalnız dünyalık işlere olmamalı, biraz da ahiret işlerine olmalı. En çok dileğin af ve afiyet olmalı. Din, dünya ve ahiret için iyilik dile. Bunları yapabilirsen sana yeter; fazlası sana ne lazım?

Allah hiç bir işi yapmaya mecbur değildir. O, mülkünde ancak dilediğini yapar. Allah'ı mülk sahibi bil. Bu sahip hayırlıdır. Başka­sını seçme. Senin için iyi olmaz. Bir ağır yük kaldırdığın zaman sırf kuvvetini görme. Allah'ın kudretini sez. O'nun gücü olmasa senin gençliğinin, kuvvetinin ne değeri olur? Malına da pek güvenme. Mal sana ne yapabilir? Malın özünde manevi tesir olmadan hiç bir de­ğer ifade etmez. Allah bir defa tutarsa bırakmaz.Maddiyatı bırak; biraz manevi ol. O'nun tutuşu manevi yollardan gelir.Maddi tedbir­lerin pek tesiri olmaz. Olsa olsa, yine O'nun tesiri ve izni ile olur.

Yazık, dilin müslüman gibi konuşuyor, kalbin onu doğrulamı­yor. Sözün Allah'a ve Peygamber’e inanmış gibi, özün tam tersine. İşlerin hiç birine uymuyor. Ne olacak hâlin? Halk arasına çıkınca, senden iyisi olmuyor; yalnız kalınca neden şeklin değişiyor? Bili­yor musun, yıllarca namaz kılsan, oruç tutsan sana hayır getirmez; ömrün boyunca hayırlı işlerde bulunsan hayır göremezsin; ancak, Allah rızasını gözeteceksin; bunu iyi bilmen gerek. Aksi hâlde yap­tıkların boşuna; bu duruma göre, sana damga, “münafık ve içi bo­zuk” sözleri olur. “Allah'tan uzak” mührünü alnına vururlar. Şu an­da yaptıklarından dön. Bir an bile yaşamana senedin yoktur. Ne kadar kötü işin varsa bırak, kötü sözlerden dön. Kötü niyetlerinden kendisini hemen çekiverir.


Onlar için cennet, tavanı çökmüş bir viranedir. Cehennemi, ateşi sönük, küllük bilirler


Allah yolcularının iç âleminde aksaklık göremezsin. Onlar, kur­tulmuşlardır. Onlar, tam imana sahiptir. Muvahhid onlardır. İhlâslı işi onlar tutar. Belaya onlar sabırla karşı koyar. Bir afet indiğinde sızlanmazlar; inlemezler. Metin ve vakur olarak işlerin sonunu beklerler. İyilik geldiği zaman şükür yoluna koyulurlar. İyiliği ilan eder, kötülüğü saklı tutarlar. Başlarında olan felaketli işlerden, kim­seye şikâyet etmezler. Ellerinde bir bolluk varsa, herkese dağıtırlar. Dağıttıkları elde kalandan fazladır. Bu verişi severek yaparlar. Ver­dikten sonra üzüntü duymazlar. Kendi kazançlarından diğer kardeş­lerine fayda sağladıkları için sevinirler.

Bu kullar ilk başta dilleri ile şükrederler. Sonra kalpleri ile, da­ha sonra da gönülleri ile... Halkı bilmezler. Halktan onlara bir eza gelirse sadece tebessüm ederler. Dünya şahları onların katında hiç­tir. Yeryüzünde gezenler, onlara fakir, hasta ve ölü görünür. Onlar için cennet, tavanı çökmüş bir viranedir. Cehennemi, ateşi sönük, küllük bilirler. Ne cennete yerleşmek için fazla arzu duyarlar; ne de cehennem korkusundan titrerler. Cennete girmekle cehennemde kalmak onlar için eşittir. Semanın yüceliği, onları Hak’tan ayrı ede­mez. Yer, tabii güzelliği ile onları aldatamaz. Onlar, yeryüzünde ya­şayanlarla gökyüzünde uçanlar arasında eşit şart görürler. Hepsini tek kuvvetin esiri bilirler. O da, Allah'tır.

Onları bir zaman dünya ehline karışmış görürsün. Gafillerden biri bilirsin; ama değil. Bir zaman sonra ahiret ehline karışırlar. Onlarla sohbet ederler. Az sonra kendi iç âlemlerine tabi olurlar. Gözlerinde dünya yok olur. Ahiret silinip gider. Her iki cihanın Rabbi ile olurlar; zaten aradıkları da bundan başka bir şey değildi. O'na gider ve koşarlar. Sevdikleri yalnız O'dur. Gönül kapıları bu kez Hakk'a açıktır. Başkasını ne ederler; yalnız Hak sevgisi ile dolarlar. Kalpleri Hakk'a karşı yürümeye koyulur. O’na tam vasıl oluncaya kadar yolculukları devam eder. Artık onlara Hak dostluğu hasıl olmuş olur.

Yukarıda belirtilen yolculuk mecazidir. Kalbin maddi yolu yok­tur. Yol tabiri, yolcuya anlatmak için kullanılır. Yoksa ne yol var, ne de yolculuk. Hepsi bir an işidir. Hakk'a varma arzusu akla ge­lince, yol görünmeden varılmış olur. Menzil alınır, yol kat edilir. Ka­pı açılmadan eve girilir.

Her şey Allah'ı anmakla başlar. Bu duygu kalpte yerleşince işler bitmiş olur



İşte hâl böyle… Her şey Allah'ı anmakla başlar. Bu duygu kalpte yerleşince işler bitmiş olur. Evvela anmak, son nefeste yine O... Herkes, Hakk'ı andığı kadar erebilir. Bu sebeptendir ki, büyükler daima Allah'ı anarlar. Bu anış onların benliklerini yıkar. İç âlemlerini kaplayan her cins kötülüğü eritir. Hak’tan gayrı ne ki var, ben­liklerinden silinir; kaybolur. Cümle varlık, Hak varlığı ile dolar. O büyük insanlar, Hak Teâlâ'nın şu emrini işitmişlerdir: “Beni anın; sizi anarım. Şükür yolumu tutun; küfür yolunu tutmayın.” (el-Bakara, 2/152)

O büyükler, Allah'ı anmak için ellerinden geldiği kadar doğru yola koşarlar. Bunu severek yaparlar. Onlar, şu yüce kelamı dinler­ler: “Ben, beni zikredenin yanındayım.”

O sevgili kullar, uygunsuz yerlerden kaçarlar, iyi şeylerle uğra­şırlar. Her hâllerinde Allah'ı anar ve O’nunla ülfet ederler.
* * *

Hisle, hevesle hareket eden yolda kalır



Ey cemaat! Kötü heveslere kapılmayın. Aklınızı, mantığınızı ça­lıştırın. Hisle, hevesle hareket etmeyin; bunlarla olan, yolda kalır.Si­ze bir hâl olmuş. Hep duygularınızla hareket etmektesiniz. Mantığınız ve aklınız çalışmaz olmuş. Önce bilgilerinizi geliştirin. İlim kaynaklarına kendinizi kavuşturun. İlme ererseniz işleriniz kolay olur. Varlı­ğınızı koruyabilirsiniz.Mücerret ve muayyen bilgi ile yetinmeyin. Her gün bir başkasını öğrenin. Sipsivri bir bilgi sizi kurtaramaz. Siyahla beyazı seçme kabiliyetini gösterebilecek bilgiyi elde etmeye bakınız.


Müftünün fet­vası ile değil, iç âleminizden kopan buyrukla hareket edin


Kendi varlığınızda istiklalini ilan edecek şeyi öğrenin. Müftünün fet­vası ile değil, iç âleminizden kopan buyrukla hareket edin. Bu bilgiyi Allah duygusu sağlayabilir. Hak irfana sahip olan, tam bilgi sahibi­dir. Akan suların miktarını ölçen ve toprak kalınlığını hesap eden, âlim değildir. Gerçi bu da bir ilimdir; ama bu ilimle birlikte yüce ve ulvi şeyleri de bilmek gerekir. İlk başta hak ilimle ruhunuzu bezeyin. Sonra, bu bilginin gerektirdiği gibi dış varlığınızı da Allah’ın emrine göre düzeltiniz. Allah, size neyi öğrenin diyorsa onu belleyin. İlk işi­niz bu olsun, sonra diğerleri... Gün gün, ay ay, O'nun yolunda iş tu­tun. Böyle olursanız, yaptıklarınızın iyi meyvesini alabilirsiniz.Aksi hâlde bir serap uğruna yokluğa gömülürsünüz; size yazık olur.

Ey evlat! Bildiklerinden sorumlusun. Yerinde kullanmadığın tak­dirde sahibi sana çıkışır. Ayrıca bilgi de senden davacı olur ve bağıra­rak:
“Beni iyiye kullan; yoksa hakkında şikâyetçi olurum.” der
. İyiye kullanırsan, öbür âlemde lehinde şehadet eder; över ve şöy­le der:
“Ben, buna şahidim, beni iyiye kullandı, onu bağışla Allah’ım!” Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur
:

“İlim, işi çağırır; iş, onun çağrısına uyarsa, iyi, uymadığı tak­dirde sahibinin boynunda çekilmez vebal olur.” İş böyle olunca, ahiret günü o ilmin yararını da göremez. Sahibi­ni yalnız bırakır. İlme sahip olmak gerek. O, bir defa yola çıktı mı, artık geri dönmesi güç olur. Bildiklerinle iş tut. Onun yalnız kabuğunu taşıma. Biraz da özü­ne vâkıf ol. Özsüz nesne payidar olmaz.

Peygamber'e (s.a.v) lafla uyulmaz. Onun çizdiği yola girmek ve yaptıklarını yapmak icap eder. Bunu yaptığın takdirde kalbin doğru­ya döner. Bundan sonra, nefis ıslah olur. Asıl ve öz varlık olan sır da katlanır ve Hakk'a uçar.

Kalbine ne oldu? Neden ilmin çağrısına uymuyor? Kalbini kö­relttin




Kalbine ne oldu? Neden ilmin çağrısına uymuyor? Kalbini kö­relttin. Ona yazık ettin.Bilgi sözünü kalp kulağı ile dinlemedin. Kalp kulağını ilme ver. Sırrını o tarafa yönelt. Ve fayda almaya bak. Bildiklerinle amel etmek, seni Hakk'a götürür. Bilgi sahibine, bil­gi ile gidilir.
Cahil yol alamaz. Hakk'ın ilim sıfatı âlimlerde tecelli eder. Ameller, Peygamber’in (s.a.v) emirleri gereğince olmalı. Ondan akan kaynaktan feyiz almak lazım…

Sözü başka, işi başka, bilgisi de hep­sinden ayrı olandan hayır gelmez

İçler onun risalet membaından akan nurla dolmak icap eder. Bu da bir bilgidir. Ve ilk öğrenilmesi ge­reken şeydir. İlmin kaynağını öğrenmeyen ilmi bulamaz. Bundan son­ra insan kendi iç varlığına girmelidir. Öğrenmeli, öğretmeli ve işleri ile bilgisini bir araya koymalıdır. Sözü başka, işi başka, bilgisi de hep­sinden ayrı olandan hayır gelmez. Kul, kendi irfanını Peygamber (s.a.v) Efendimiz’in ilim deryasına karıştırırsa artık ona yeter bir şey ol­maz. İlim bunun için olmalı... Çalış ve bul.


Bu hâle erdiğinde kalbini hikmetler kaplar. Zahir ve batın -iç ve dış- ilimlerini öğrenmiş olursun. Netice olarak bildiklerinin zekâ­tını vermek sana vacip olur. Din kardeşlerine Hakk'ı tavsiye edersin. Allah yolunu arayanlara yol gösterirsin. Her şeyin zekâtı ayrıdır. Ma­lın zekâtı, her yıl kırkta birini fakirlere vermektir. Bilginin ise, her zaman Allah âşıklarını Hakk'a ve hakikate çağırmaktır.
* * *

“Sabırlı kullara hesapsız mükâfat verilir” 

Ey evlat! Sabırlı adam, kuvvet sahibi olur. Buna işaret olarak Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Sabırlı kullara hesapsız mükâfat verilir.” (ez-Zümer, 39/10)

Dinini satarak geçime çalışma

Alın terinle kazandığını ye. Dinini satarak geçime çalışma. Kazan ve ye, başkalarına da dağıt. İman sahiplerinin kazancı, doğru kimse­lerin kârı bu yoldan gelir. İman sahibi için kazanç bir önem taşımaz. Ancak sadaka verirken ehlini bulmak zor olur. Asıl ihtiyaç sahiplerini çok aramak lazımdır. Ayrıca bir kazanç yolu arayan olursa gösterme­li; bu bir sadakadır. Çok kere düşkün olanlara yardım etmek yerinde olur. İnsan, daima Allah kullarının rahatını temenni etmelidir. Bu arzu, ruhu Hakk'a aparır. Kalbe ilahî sevgi aşılar. İman sahipleri, şu yüce sözün önünde tazimle dururlar: “Hak ehli ve bunlara çok yakın olanlar, çevresine faydası çok olanlardır.”

Allah'ın sevgili kulları, halkın dedikodusunu işitmez. Halk sözüne karşı onlar sağır ve dilsizdir

Allah'ın sevgili kulları, halkın dedikodusunu işitmez. Halk sözüne karşı onlar sağır ve dilsizdir. Hakk'a yakınlıkları onları bu hâle koy­muştur. Boş lafı ne işitirler, ne söylerler. Boş lafı neye söylesinler ve niçin işe yaramaz lafı duysunlar. Onların kalbi Hakk'a yönelmiştir. Ka­lıpları başkası ile olsa da kıymet ifade etmez; iç âlemleri bozulmaz.Hak heybeti onları bir hoş eder. Hak yakınlığı onları sarhoş eder. Sevgili yanında, sevgi onları dağlar. Onlar, şiddet ifade eden Celâl sı­fatı ile tatlılık ifade eden Cemal sıfatı arasında devrederler. Sağa ve sola arzuları ile dönemezler. Çünkü onlarda, arzu diye bir şey yoktur. Onlar birer öncüdür. Herkes onlara tabi olur. İnsanlar, bu gözle gö­rülmeyen cinler, melekler onlara hizmetçidir. İlim ve hikmet onlara hizmet eder. Herkes ilmi ve hikmeti ararken, bu büyükleri, ilim ve hikmet arar. Gıdaları fazilettir. Fazilet yemeği yer, hoşluk şarabı içerler. Onlara göre meşgale Hak kelamıdır. Halk onlara uzaktır. Yara­tılmışlar bir yana; onlar başka yerlerdedir. Tabii, bu uzaklık kalple olur.

Büyüklerin öyle nasibi vardır ki, bir kişiye ondan zerre miktar verilse başkasını istemez olur


Büyük insanlar, Allah emrettiği için hakkı söylerler. Gerçeği söy­lerken kimseden korkmazlar. Kötü şeylerden halkı sakındırırlar.Yolu­nu şaşıranları bunlar yola getirir. Her zaman için çalışmaları bu yol­da olur. İşlerini çeşitli vesile ile yaparlar. Bazen bizzat, bazen de baş­kalarının eli ile yaparlar. Onlar için her şey bir vasıtadır. Her zaman hakikati yerine getirmeye gayret ederler. Kulların hakkını kesip ken­dileri bol bol almazlar. Her kim ki fazilete lâyıktır, ona liyakatini ve­rirler. Nefislerinin hasis arzusunu desteklemezler. Tabii ve kötü arzu­larının ardından koşmazlar. Sevince, Allah için severler. Darılmak icap ederse, yine Hak için yaparlar. Onlar yalnız Allah yolunda olur­lar. Başka yol onlara göre yoktur. Onların öyle nasibi vardır ki, bir kişiye ondan zerre miktar verilse başkasını istemez olur. Bu nasip Al­lah dostluğudur. Allah dostunu, Allah'ın yaratmış olduklarının hepsi sever. Kurtuluş bu yola varanlaradır. Yer onların hatırı için yemişler verir.Sema onların gönlü hoş olsun diye rahmet yağdırır.
* * *

Söyleten O'dur

Ey içi dışına uymayan, kullara ve sebeplere dayanan zavallı, bu çirkin hâlinle sana o büyük nasip gelmez; Hak dostluğunu bulmak mümkün değildir. Bulunduğun, iyi olmayan hâl devam ettikçe hayır bekleme. İzzet senin için bir seraptır, önce İslâm ol. Doğruya bağ­lan. Tevbe et. İhlâs sahibi ol. Kurtuluş bu yoldadır. Aksi hâlde hida­yet yolu sana kapalıdır, uzaktır.

Sana acırım; benim sert konuşmam seni üzüyor; biliyorum. Ama yanılıyorsun. Aramızda düşmanlık yok. Yalnız şu var ki, ben gerçeği söylüyorum. Seni emir dışında görmem beni böyle söyletiyor. Büyükle­rin sözü seni sıkıyor. Haklısın; gurbet ilinde gezen, hak söze az dayanır. Fakirlerin pek azı engin gönüllü olur. En ufak öğüde gönül koyarlar. Benden bir şey işitince kabul et. Allah'tan bil. Ben de bir aletim. Söyleten O'dur. Beni aradan çıkar, O'nu gör. Bir kuru taşı bile ko­nuşturmak O'nun kudreti dâhilindedir.

Hakiki bir basirete sahip olsaydın, beni, cümle varlığım­dan soyunmuş, Hak varlığı ile var olmuş görürdün

Bana geldiğin zaman sade gel. Nefsini bir yana at. Şahsi istekle­rini terk et.Hakiki bir basirete sahip olsaydın, beni, cümle varlığım­dan soyunmuş, Hak varlığı ile var olmuş görürdün. Lakin hasta ve hatalı anlayışın, bunu sezmeye yeterli değildir. Hak yolcusu, sohbetime gel.Sohbetimden faydalan. Hâlimde dün­yalık göremezsin. Dünya ve ahiret iç âlemimden uzaktır. Elimde, tevbekâr olan arzusunu bulur. Bana karşı iyi düşünce şarttır. Sözlerim­le amel etmek gerek. Bunları yapan aradığını bulur. Hak yola az zamanda varmış olur.

İlham velilere, kelam da Peygam­berlere gelir

Allah Teâlâ, Peygamberi’ni kelam sıfatı ile terbiye eder. Sevdiği kulları ise ilham yoluyla ıslah eder. İlham velilere, kelam da Peygam­berlere gelir. Peygamberlerin vasileri, veli kullardır. Onlar Peygam­berlerin hakiki vekilleridir. Veli olanlar, Peygamberlerin evladıdır.

Allah, konuşur. Musa Peygamber’le konuştu. O'nun konuşması maddi yapılı değildir. O kelam sıfatının ölçüsü, tartısı, kalıbı yoktur. O’nun kelam sıfatı yaratır; fakat o sıfatı bir şey yaratmış değildir. O sıfatın yaratıcısı Hak'tır. Hakk'ın kelam sıfatı derin manalar taşır. İşitenin fehmine göre renk alır. Musa Peygamber’e aklı kadar konuştu. Vasıta kullanmadı. Bizim Peygamberimiz’le de (s.a.v) vasıtasız ko­nuştu; bizzat kelam sıfatının tecellisini gösterdi. Ya Rabbi, hidayet yolunu, bütün kullara nasip eyle. Hepsine mer­hamet et. Cümlenin tevbesini kabul buyur. Âmin!
* * *

İşlerin yakın zamanda mendil gibi önüne açılır

Halife Mu’tasım'ın bir hikâyesi anlatılır. Mu’tasım vefatı anında yanında bulunanlara şöyle dedi: “İmam-ı Ahmed b. Hanbel'e yaptığım eza dolayısıyla tevbe edi­yorum. Ben, Kurân'ın hiç bir harfini değiştirmedim. Buna özenenler çok oldu; ama hiç biri yapamadı.”

Zavallı, sana yararlı olmayan sözü bırak. Taassubu -batıl şeye yapışmayı- da bırak. Dünya ve ahirette sana yarayana bak. İşine ya­ramayacak işi ne yaparsın? Faydasız şeyleri toplamak nene gerek? Yaptığın işleri iyi tut. Ayarsız iş tutarsan, yakında seni yere serecek haber gelebilir. İşlerin yakın zamanda mendil gibi önüne açılır. Sözü­mü unutma, her kötü şeyin meydana çıktığı zaman hatırlarsan yara­rını bulman kabil olmaz. O dem seni koruyacak bir kalkan buluna­maz. Sen nasıl korunursun o dem? Şimdiden çareler ara.

Dünya dertlerinden soyun. Kalbini temizle. Hatalardan, arzunla ayrıl. Nasıl olsa ayrılacaksın. Parasız kalırsın, ihtiyar olursun; bunlar da olmasa ölürken bırakırsın. Bir lokma için bin defa yalvarma. Acından ölen yoktur. Varlığını esirge. Yaratan’a teslim ol. Kalbini O'na ver. Mutlaka iyi geçim ara. İyi geçim olmayabilir; olması da kabildir. Sa­na gereken, olması veya olmaması değil, aramaktır. Eline gelen için de, “iyidir” de. Daha iyisini de aramadan kalma. Bunları yaparken cid­diyetini elden bırakma. Peygamber (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurur: “İyi geçim, ahiret için temenni edilmeli; rahat orada beklen­meli.”

Ümitlerin için bir köşk yap. En güzeli, zühd hâlidir. Bu hâl, önünden sonuna kadar şahane bir ülkedir. Emellerini kıs. Dünyada sana hemen zühd gerek. Çünkü baştan sona zâhidlik, az emelli olmaktan ibarettir.


Seni yıkan kötü arkadaşların olduğunu biliyor musun? Onları bırak. Onlarla arana yarlar aç. Sevgi duygularını onlardan uzak tut. Yakın olacağın kimseler salih kişiler olmalıdır. Kötüler sana ne ka­dar yakın olmak istiyorlarsa, sen o kadar uzak dur. İyiler de sen­den ne kadar uzak olurlarsa olsunlar, ara ve bulmaya gayret et. Her kime bir sevgi duyuyorsan aranızda manevi bir bilgi hasıl olur. Bu bağlılığın ve ilginin kimlere ve nelere olduğunu ve olması gerektiği­ni iyi öğren. İşlerini ona göre düzenle. Birçok büyükler: “Sevgi yakınlıktır, yakınlık ise sevgidir.” derler. Bunlar, maddi sebeplerle uzak da olsa, manen yakındırlar.


“Allah'ın kula verdiği büyük cezalardan biri de, kulun ken­dine nasip olmayacak şeyi aramasıdır.”


Verilen veya verilecek olan şeyler seni yormamalı. Verilmesi mukadder olan şeyi aramak, yorgunluktan başka nedir ki? Keza, senin kısmetine gelmesi imkânsız şeyi beklemek ele ne geçirir? İn­san için olmayacak işlerin peşinde koşmak, sadece hüsran getirebi­lir. Peygamber (s.a.v) Efendimiz buna işaret ederek şöyle buyurur: “Allah'ın kula verdiği büyük cezalardan biri de, kulun ken­dine nasip olmayacak şeyi aramasıdır.”
* * *

Derin düşüncelere dal. Düşüncen derinlere kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin



Ey evlat! Kâinatın her zerresinde Allah'ın güzel sanatı vardır. Bu güzel sanatların her biri Hakk'a vardıran delildir. Bu delillere yapışan herkes Hakk'a varabilir. Derin düşüncelere dal. Düşüncen derinlere kök saldıkça yükselirsin ve yücelirsin.

İman sahibinin, hem zahir –dış- hem de batın –iç- gözü var­dır. Dış gözleri ile Allah'ın yarattığı, tabii manzaraları görür. Yere serpilen sonsuz hikmetli işlere bakar. İç gözüyle de, madde ötesin­deki varlıklara bakar. Sema ve ötesinde saklı duran ulvi, ruhani var­lıkların seyrine dalar. İşte bu iki göz görmeye başladıktan sonra, bir göz daha hasıl olur ki, o da kalp gözüdür. Kalp gözünün açılması için iç ve dış gözünün, salim duyguya sahip olması gerekir. İş­te bundan sonradır ki ensiz ve boysuz bir deme geçer. Yakınlık mefhumu anılmayan bir yakınlığa erer. Dış manası ile bilinmesi kabil olmayan bir sevgi âlemine varır. Artık o kul sevgilidir; ondan sak­lı hiç bir şey yoktur.

Ancak, bu hâle ermek kolay değildir. Kalbin yaratılmış nesneler­den ve nefsin tabii istek ve cümle şehvet arzularından uzak olması icap eder. Her cins şeytani duygudan âri ve beri olması gerekir. Bu­na ruh temizliği derler. Bu temizliğe erene, yer hazineleri açık olur. Sema yolları onun uğruna döşenir.Ona göre, taşla toprak arasında fark yoktur. Ve çamurla altın ona eşittir.


Sözlerim birer cevherdir. Zaman ve zemine göre binlerce mana taşır


Akıllı ol; söylediklerimi iyi düşün. İyi anlamaya çalış. Dikkat et: Ben sözün özünü söylerim. Sözlerim birer cevherdir. Daima bü­yüme istidadındadır. Zaman ve zemine göre binlerce mana taşır.
* * *

Ey evlat! Allah'ı kula kesme. Kul hata işlerse elinden tut, Hakk'a götür. Allah'ın kula gücü yeter. Ama kul Allah'a bir şey edemez.

Saklanması gereken birçok şeyler vardır. Saklanması gereken şe­yi saklamak insanı hazine sahibi kılar. Sır saklamak büyük iştir. Her­kesin kârı değildir. Musibet anını sabırla gizlemek, hastalık anında Allah'a yalvarmak en büyük iştir. Bunlar saklı ve gizli yapılmalıdır. Saklı tutulması gerekenler arasında sadaka da vardır. En önemli şey de budur. Birine yapacağın iyilik olursa sağ elinle ver; fakat sol eli­ne duyurma. Mümkün olduğu kadar bunu yapmaya çalış. Sonra, şey­tanın ve dünyanın tuzaklarına kapılırsın.



Baştan sona kadar kötülüklerle dolu olan dünya denizine dalma. Ona her dalmak isteyen, az sonra boğuldu ve kayboldu. Buna çokla­rı düştü. Ancak tekler kurtuldu. Bu kurtulan tekler, halk arasında özellikle seçilmiş olanlardır. Dünya denizi derindir. Herkesin ona yanaşması mukadderdir.Allah'ın kurtarmak istediği kimseler kendini saklar. Allah, kulları arasından dilediğini kurtarır. Dünyada pislikle­re dalanların öbür âlemdeki yeri cehennemdir. Onların pisliklerini ancak ateş temizler. O ateşin üstünde bir köprü vardır. Cümle kul­lar onun üstünden geçerler. Pisler aşağı yuvarlanır, temizler de kur­tulur. Kurtulanlar Allah'ın sevdiği ve seçtiği kimselerdir. Bunu ha­ber veren şu ayetin manasını iyi düşün: “Sizden herkes cehenneme uğrayacak.” (Meryem, 19/71) Yine dinle: “Ey ateş, serin ve selâmet ol!” (el-Enbiya, 21/69)


“Ey dünya denizi ve seli, şu adamı boğma. O sevgili kuldur. O tarafımdan istenen zattır. Onu zatıma bırak.”


İkinci hitap, dünyada İbrahim (a.s) Peygamber’e oldu. Öbür âlemde ise, cümle iman sahiplerine olacaktır. Şöyle rivayet edilir: Kıyamet koptukta cehennem üzerine köprü kurulur. Herkesin geçmesi için ferman çıkar. O anda ateşe de şu ferman verilir: “Ey ateş, serin ve selâmet ol. Bu hâli iman sahipleri için göster. Bana ibadet edenler geçsin. Beni arzulayanlar rahat yürü­sün. Öbür âlemde benim için arzularını atanlar buradan gitsinler.”

Nemrud'un ateşine de bu hitap vaki idi. Alevler saçılırken gül-gülistan oldu.Keza, cehennem ateşine erişen bu hitap da onu iman sahiplerine dokunmaz kılar. Kendini bataklığa kaptırma. Allah’a güven ve O'nun yoluna gir. O’nun yolunda devam ettikçe, seni dünya yutamaz. Kötülük selleri seni sürükleyemez. Çünkü ona, şu hitap gelir: “Ey dünya denizi ve seli, şu adamı boğma. O sevgili kuldur. O tarafımdan istenen zattır. Onu zatıma bırak.” Bu hitabın eriştiği zat boğulmaz. Musa'yı (a.s) deniz yuttu mu? Kavmi denizde boğuldu mu? Allah fazlını dilediğine verir. “Sevdik­lerini hesapsız rızıklandırır.” (el-Bakara, 2/212) Bütün hayır onun elindedir. Hâl böyle olunca nasıl başkasına gidersin? O'nun yolunu nasıl bırakırsın?


Hâlık’ı darıltıp halkı sevindirmek ha!


Sana verilen, O'nun eli ile gelir; alan yine O'nun kuvvet elidir. Kendinde bir kuvvet mi biliyorsun? O dilerse zengin eder; dilerse fakra düşürür. Öyle mi biliyorsun ki, izzet başkasından gelir, zillete başkası düşürür! O'nunla boy ölçüşmek kimin haddine? O'nunla kim cenge hazırlanır? Meğerki aklını yitirmiş ola. Akıllı adam, O'nun kapısına koşar. Başka kapıları aklının köşesinden bile geçir­mez. Ey tedbir eden kişi, yolun yanlışa çıkıyor. Yaptığın iş halkı se­vindirmekten ibaret mi olmalı idi? Hâlık’ı darıltıp halkı sevindirmek ha! Öyle mi? Dünyayı yapmak için ahireti yıkmak! Bu iş sana yakışmıyor. Yakında her şeyin elinden çıkacak. Yakalayışı çetin olan biri, her varını senden alacak. O alıcı, biz­zat Allah'tır. O, tuttuğunu bırakmaz. O'nun tutuşu başka şeye ben­zemez. O’nun tutuşu bir yönden gelmez; birçok şekli vardır. Senin tek renk ve düzensiz işlerine benzemez.

İlk defa bulunduğun makamdan atılmanla olur. Uslanırsan pek­âlâ! Uslanmazsan hasta eder. Sonra fakir eder. Zelil eder; kimsenin yanında yüzün kalmaz. Perişan ve derbeder olursun. Bunlar da seni yola getirmezse, artık dert ve belanın çeşitleri üzerine yıkılmaya başlar. Hepsinden büyüğü, iç sıkıntısı gelir. Öyle zaman olur ki, içinden kopup gelen sıkıntı, seni bir yana bile oynat­maz. Bunların dışında, bir de halkın diline düşmek var. Sokağa dö­külen bir sürü reziller seni dillerine dolarlar. Şerefini bir paraya indirirler. Allah, herkesin eli ve dili ile seni yıkıp viran etmeye muk­tedirdir. Yeryüzünde gezen ufak bir karınca, seni ve yuvanı dağıtmaya kâfidir. Allah'ın, en ufak bir mahlûkunda en büyük kuvveti gizlidir. Uyan, ey gafil! Uykuyu bırak, ey zavallı! Allah’ım, bizi sen uyandır; uyanıklığımız seninle ve senin için olsun. Âmin!
* * *

Ey evlat! Dünyalık toplarken dikkatli ol. Dikkati elden bırakma. Gece odun toplayan gibi olma. Elini attığın zaman, neyi alacağını ön­ceden kestirmelisin. Gece odun toplayan eline gireni bilmez. Seni de ona benzetiyorum. Ayık ol; sonra felâketin azim olur.

Dünya geceleri karanlık olur. O gece gelince güneş kaybolur. Işık bulmak lâzım… Kendiliğinden aydınlık geç olur. Kendine ışık bul. Son­ra yırtıcı hayvanlar seni perişan eder. Bataklık da olur. İnişli çıkışlı yolları da olur.Karanlıkta kalırsan ilk sürçmede yere serilmen müm­kündür. Zaten ne kuvvetin var ki, zavallı! Sana düşen, gece yolculuğunu tasarlamadan evvel, gece için ya­kacak temin etmektir. Gece lâzım olması muhtemel olanı, gündüzden bulman gerektir ki, karanlık basınca, yerden bir şeyler aramaya kalkmayasın; zararlı şeyleri toplamaktan kurtulasın.

Bütün hâlinde tevhid -Allah'ın birliği- güneşini ara. Onun nu­ruyla dolaş. Onun nurundan çok faydalan. İslâm dininin esaslarına iyi yapış. Kötü şeylerden sakınmayı kendine huy edin. Bu hâl seni muhtemel felâketlerden korur; nefse uydurmaz. Şeytana da kapılmaz­sın. Şirkten kurtulursun. Halkın şerrinden emin olursun. Yolda yü­rümeye seni alıştırır; aceleciliği benliğinden siler.

Yazık sana, acele etme. Aceleci hatadan kurtulamaz. Aceleci ya hata eder veya hataya meyli artar. Dikkatli ve düşünceli giden, er-geç aradığını bulur yahut bulmaya yakınlaşır. Aceleyi kalbe şeytan geti­rir. Dikkatli hareket etmek, Rahman olan Allah tarafından kalbe gelir. Seni aceleye iten şey, mutlaka dünya hırsı olmalı; çünkü başka acele edecek ne var? Hırsı olmayan adam, her şeyin kendi iradesi dı­şında olup bittiğini sezer ve ona göre hareketlerini ayarlar. Şunu iyi bilmek gerek ki, hırs, insanı içinden çıkılması kabil olmayan felâket­lere sürükler.

Rabb’in sana bilmediğin şeyleri öğretir



İnsan olan, hırs değil kanaat sahibi olmalıdır. Kanaat tükenmez bir hazinedir. Dünyada senin için olan şeyler muayyendir. Başkasına gitmez. Hırsı bırak; sebebe yapış. Ama o sebebin sahibini de kalbin­den çıkarma. Günlük işlerine devam et. Katî olarak senin olacağına inanmadığın şeyler peşinde hırsla koşup durma. Her şeyi hâline bı­rak; sadece çalış.

Nefsine sahip ol. Elinde olan mevcutla yetin. Bu hâle devam et. Ta ilâhî hikmetlere arif oluncaya kadar… İrfan sahibi olduğun zaman işlerin kolay olur. Hırs kalmaz o zaman. Kalbin kuvvet bulur. İçin nurla dolar. Rabb’in sana bilmediğin şeyleri öğretir. Dünya işlerini kolay çevirirsin. Dış gözünü dünyaya verir, iç gözünü âhirete yönel­tirsin. Mâsivâ -Hakk’ın zatından gayrisi- derununa tesir etmez. Hiç bir kimse, büyüklüğüne seni inandıramaz; olduğundan fazla göstere­mez. Sana göre, yalnız Allah yücedir. Devam et; göreceksin ki, her varlık sana karşı saygı hissi besliyor.

Her arzunun yerine gelmesini istiyorsan, Allah'ın yasak ettiği şeylere yanaşma



İnsanlar biraz tuhaftır. Her arzularını tatmin yolunu ararlar. Ama doğru yol gösterilince gelmek istemezler. Hele biraz da güçlük olursa... Hâlbuki her tatlının önü sıra az da olsa acı olur. Bir tatlıyı yemek için önce yorulmak icap eder.İşte bu sebeple deriz ki; ey evlat, her arzunun yerine gelmesini istiyorsan, Allah'ın yasak ettiği şeylere yanaşma.Önünde duran kapıların açılmasını istiyorsan, muttaki -kö­tü şeylerden sakınan- ol. Her hayır kapısının anahtarı, Allah'ın ya­sak ettiği haram işlere yanaşmamaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Bir kimse kötülükleri bırakırsa ona kurtuluş yolları açılır. Tahmin etmediği yollardan rızkı gelir.” (et-Talak, 65/2-3)
* * *

Sen mi fazla biliyorsun, yoksa O mu?

Hak'la çekişme. Nefsin için onu kötüleme. Çocukların için Hakk'a çıkış yapma. Malın azaldı diye O'nu itham etme. İnsanlar sana yüz vermiyor diye O'nu suçlu bulma. Suçu evvela kendinde ara. Allah'a emir mi vereceksin? Bunu yapmaktan utanmaz mısın? Her iş senin keyfine göre olsun, istiyorsun. En büyük hüküm, senin mi olmalı, yoksa O'nun mu? Sen mi fazla biliyorsun, yoksa O mu? Senin merha­metin O'ndan çok mu? Yazık sana, sen ve bütün yaratılmışlar, O'nun kulu, kölesidir. Hepinizin yöneticisi O’dur.


Dünyada O'nunla sohbet istiyorsan sessiz ol. Sakin ve sessiz ol.Allah'ın sevgili kulları edeplidir. O'nun gözünde en büyük edep gerek­lerini yerine getirirler. Attıkları her adım, açık izne bağlıdır. Kalplerini hoş etmeyecek hiç bir işe yakın durmazlar.


Yaptıkları mübah iş, onlara ilham yoluyla anlatılır. Giyecekleri elbise manen gösterilir. Alacakları hanım onlara işaret yoluyla anlatı­lır

Yaptıkları mübah iş, onlara ilham yoluyla anlatılır. Giyecekleri elbise manen gösterilir. Alacakları hanım onlara işaret yoluyla anlatı­lır.Bütün sebepler onlara, kalp canibinden gösterilir. İzinsiz ve emirsiz hiç bir işe yanaşmazlar.

Hak’la kaimdirler. Kalpleri O’na bağlıdır. Basiretleri Hak yolda açıktır. Hakk’ın kudreti önünde karar yetkisini kendilerine hoş gör­mezler. İşte dünyada böylece Allah’lık olurlar. Varlıkları dünyada nur olur. Hakk’a vasıl olurlar, öbür âlemde ise bizzat ereceklerine ererler. Allah’ım, bize dünya ve ahirette, sana ermiş olmayı nasip et. Sana yakınlık tadını ver. Seni görmeye kavuştur. Gayrı görmeden, Zat’ınla yetinen kişilerden kıl. “Dünyanın iyiliğini ver, Öbür âlemin hoşluğu­na erdir. Bizleri ateşten koru.” (el-Bakara, 2/201) Âmin!



Devamını Oku »

Kardeşliğe asıl zarar veren kim?

Kardeşliğe asıl zarar veren kim?

...Sözde fikir özgürlüğüne âşık bu zümrenin(sadece meal diyenlerin) kendisine yapılacak eleştiriye dayanabilirliği yok. Tahammülü hiç yok. Öfke veya alaycılıktan başka güçleri de yok. Cevapları hep bu sadetten oluyor.

Bu meseleyi iki açıdan ele almak istiyorum: Birincisi; bu insanların, uhuvvet-i İslamiyeyi zamandan kopuk ele almaları. İkincisi; bu insanların, ortaya çıkardıkları 'kafama göre din' anlayışıyla kardeşliği asıl bombalayan oldukları... Birincisinden başlayalım. Ehl-i sünnet çizgisini müdafaaa edenlerin (ki bu müdafaalar sapkın fırkalara karşı İslam tarihi boyunca hep oldu) bugünün müslümanları arasında uhuvvete zarar verdikleri itirazı, öncelikle geçmişe 'yok olmuş' muamelesi yapmakla istikametini kaybediyor. Hayatı siyasetten ve seküler çizgiden okumaya müptela olan bu kesimin, dini ve dindarları da bugünden/andan ibaret görmesi şaşırtıcı değil. (Nazarları seküler etkilenmişlik içinde.) Yani yaptıkları haksız saldırılarla suçladıkları bütün bir İslamî mirası ve bu mirasın taşıyıcısı olan ümmetin medar-ı iftiharı isimleri ve o isimlerin izinden giden ümmetin ta kendisini 'sapkınlıkla' itham ettiklerinin farkında değiller(miş gibi yapıyorlar).

Biraz daha açalım: Mesela ben Emre Dorman'ın "Kur'an'dan başka hadis yoktur!" saçmalığını kabul edersem (ki hadisin vahye değil 'peygamber sözüne' denildiğini de biliyoruz) şimdiye kadar yaşayan bütün müslümanları, o hadislerle amel edip/yaşamakla sapkınlığa düşmüş sayıyor olmayacak mıyım? Veya İslamoğlu'nun sözlerini sükûtumla tasdik ederek, bugüne kadar yaşanmış İslam'ı 'uydurulmuş din' sayarsam, zamana yayılmış müminlerin kardeşliğine zarar vermiş olmayacak mıyım? Yahut Caner Taslaman'a uyup 'gelenekçilik yapmayı bırakmak' yoluna girersem; bu, dolaylı yoldan, gelenek dediği İslam'ın 1400 yıllık uygulamalarının yanlışlığına bir ima olmaz mı? Bu abiler, bu tarz büyük kelamlar etmenin dolaylı veya doğrudan İslam'ı ve müslümanları suçlamak anlamına geldiğini düşünmüyorlar. Veya kurnazlar, ki ben buna inanıyorum, yaptıkları imaların tepki çekmemesini müslümanların saflığa varan hüsnüzannından umuyorlar. Eleştirenlerin başına da 'kardeşliği' sopa gibi kaldırıyorlar. Halbuki sormak lazım: Aga, kardeşlik yalnız bu anda mı yaşanıyor İslam'ın itikadına göre? Bediüzzaman'ın ifadesiyle mazinin 'nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu' düşünmüyor mu zevat? Cennette yine buluşacağımıza inanmıyorlar mı?

İkinci eleştirim ise gittikleri yolun vereceği meyveye dair. Bu insanlar, sünnetin zırhını yıkarak Kur'an'ı manevî tahrife uğratmayı ittihada vesile sayıyorlar. Hatta mezhepleri, tarikatleri, ekolleri, usûlleri dahi ağızlarının kenarıyla İslam'daki ittihadın/birliğin candüşmanları gibi resmediyorlar. Siyasetteki kara tabloyu bu mirasa yüklüyorlar. Halbuki hem sünnetin, hem mezheplerin, hem tarikatlerin amacı dağıtmak veya dağılmak değil birliktir. Yani müminlerin amellerinde, marifetlerinde, Kur'an'ı yorumlamalarında bir birliğe/tevhide ulaşmalarını sağlamaktır. Asıl yıkım ise bu tarz birleştiricileri yıktığınız zaman yaşanır.

İslamoğlu'na göre bir Kur'an/din, Taslaman'a göre bir Kur'an/din, Dorman'a göre bir Kur'an/din, Öztürk'e göre bir Kur'an/din, Bayındır'a göre bir Kur'an/din... Hadisin, icmaın veya kıyasın (yani tastamam geleneğin) bağlayıcılığı olmadan, Kur'an metinleriyle bir seküler mürekkep yalamışın hevası karşı karşıya kalırsa sonuç ne olur? Ben söyleyeyim: İnsan sayısınca din olur. Allah'ın kullarını bir itikada, bir marifete, bir nizama, ittihada çağırmak için gönderdiği Kur'an; bilakis amacının aksine hizmet etmeye başlar. İnsan sayısınca Kur'an yorumu ve o yorumlardan elde edilmiş sürüsüne bereket din anlayışıyla gayrı uhuvvet-i İslamiyeyi sağla sağlayabilirsen. Bugün İslam coğrafyasında en çok şiddet üreten kesimlerin mezhepsizliği/tarikatsizliği savunanlar içinden çıktığını görmek bizi ikna etmeye yeter/yetmeli... Bediüzzaman'ın da, sünnetin önemine vurgu yaptığı metinlerde, 'çok yollar arasında kalıncak bir şaşkınlığa' dikkat çekmesi ehemmiyetli değil mi?

"Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde yürürken, Resul-i Ekrem'in (a.s.m.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba vazifesini gördüklerini gördüm. Her bir sünnet veya bir hadd-i şer'î, zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda, insan zerre miskal o sünnetlerden inhiraf ve udûl ederse, şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye olacaktır. Ve keza, o sünnetleri, sanki semâdan tedellî ve tenezzül eden ipler gibi gördüm ki, onlara temessük eden yükselir, saadetlere nâil olur. Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak hamakatinde bulunan Firavun gibi bir Firavun olur..." İşte biz modern zamanın Firavunlarına karşı, onların müminleri 'şeytanlara mel'ab, evhama merkeb, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiye' haline getirmelerine karşı direniyoruz. Çünkü bu işin meyvesi, şu an farkedilmese de, pek acı olacak... Yorumda sünnetin nurlu ittihadını yitirenler, bugün kolaylıkla ehl-i sünneti tekfire gidebiliyorsa, yarın kafanızı kesmekten de teberri etmezler.



yazının tamamı için bknz;http://cemaatsiznurcu.blogspot.com.tr/2015/07/emre-dorman-nereye-kosuyor-11.html
Devamını Oku »

Ebu Hüreyre'nin (r.a.) Çok Hadis Rivayet Etmesi

Ebu Hüreyre'nin (r.a.) Çok Hadis Rivayet Etmesi

İddia:Peşaver Geceleri: Allah aşkına insafla söyleyin, bu dünya perest insan üç yıl Resul-u Ekrem (s.a.a)’ın sahabesi olmasına rağmen, bu müddet zarfında nasıl oluyor da beş bin hadis nakledebiliyor?

Sahabenin Onun Çok Hadis Rivayet Etmesini Kabul Etmemesi

[Ahmed Emin, Fecrul İslam]Kitabının 269. sayfasında şöyle diyor: “Bazı sahabiler onun Hz. Peygamberden çok hadis rivayet etmesini fazlasıyla eleştirmişler ve bundan şikayetçi olmuşlardır. Müslim’in “Sahih”inde yer alan şu rivayet buna işaret ediyor: “Ebû Hüreyre şöyle diyor: ‘Siz Ebu Hüreyre’nin Hz. Peygamberden çok hadis rivayet ettiğini iddia ediyorsunuz. Allah şahittir ki ben karın tokluğuna Hz. Peygamber’e hizmet eden yoksul biriydim. Muhacirler çarşıda alış verişle, ensar da mallarıyla meşgul oluyorlardı.” Yine Müslim’deki bir başka hadiste şöyle diyor: “Diyorlar ki Ebu Hüreyre çok rivayette bulunuyor. Muhacire ve ensara ne olmuş ki onun gibi hadis rivayet etmiyor? Size bunu haber vereyim: Ensar kardeşlerim arazilerinde çalışmakla meşgul oluyorlardı. Muhacir kardeşlerim de çarşıda alış veriş­le meşgul oluyorlardı. Ben ise karın tokluğuna ondan ayrılmıyordum. Onların yokluğunda hazır bulunuyor, unuttuklarını da ezberliyordum.”



Bu ifadeler neredeyse Goldziher’in ifadelerinin aynısıdır. Sadece sahabilerin Ebu Hüreyre’yi yalanladıkları suçlamasında Goldziher’inldnden daha edepli ve (gerçek niyetini gizleyici) daha tedbirli ifadeler. Goldziher ise şöyle diyor: Sürekli hatırına gelen geniş hadis bilgisi, doğrudan ondan alanların kalplerinde şüphe uyandırıyordu. Ve bu şüphelerini alaycı bir üslupla ifade etmekte de tereddüt etmiyorlardı. (Bununla yazarın Müslim’den naklettiği ilk hadise işaret ediyor.)[Dairetu’l-Mearifi’l-İslâmiyye, 1/408. Ebu Hüreyre maddesi; Tercemesi: İ.A, (MEB), 4/32.]



Görüldüğü gibi basit bir farkla birlikte, karalama ve kötülemenin aslı buradan alınmıştır. Aradaki basit fark ise, Goldziher’in şüpheyi, doğru­dan ondan hadis alanlara -yani tâbiîne- yazarın ise bazı sahabilere nispet etmesidir. Böylece onun bu sinsi karalaması, Goldziher’in -açık- karala­masından daha zararlı ve tehlikelidir. Ve bu onun için övülemeyecek bir maharettir.

Sonuçta ne yazarın Ebu Hüreyre hakkında zikrettiklerinde, ne de Ebu Hüreyre’nin kendisini savunmak için söylediklerinde, onu karalayacak ve onun doğruluğundan şüphelenilmesini gerektirecek bir şey yoktur. Çünkü Ebu Hüreyre’nin geç Müslüman olmasına rağmen çok hadis rivayet etme­sinin sebebi, Hz. Peygamber’den ayrılmayışıdır. Öyle ki Hz. Peygamber nereye dönerse o da onunla birlikte oraya dönerdi. Hz. Peygamber vefat edince, O’nun bütün hadislerini öğrenmek istemekteki hırsından dolayı -ki onun hadis konusunda sahabilerin en hırslısı olduğuna Hz. Peygamber şahitlik etmiştir- Hz. Peygamber’in hadislerini sahabenin büyüklerine sorduğu gibi Abdullah İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer ve Enes gibi sahabenin küçüklerine de soruyordu. O, insanların Hz. Peygamber’in hadislerini en çok ezberleyeniydi. Raşit halifeler döneminde, sahabiler farklı bölgelere dağılınca Hz. Peygamber’in hadislerinden ezberlemiş olduklarını, O’nun ümmetine tebliğ etmeyi üzerine düşen bir emanet ve vazife olarak gördü. Diğer taraftan da bildiği hadisleri rivayet etmekten kaçınırsa, ilmi saklamış olmanın akıbetinden korktu. Buhârî ve Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste, Ebu Hüreyre bunu açıkça söylemektedir. Şöyle diyor: Şayet Allah’ın kitabındaki iki ayet olmasa hadis rivayet etmezdim. Sonra şu ayetleri okudu: “indirdiğimiz açık delilleri ve doğru yolu, Biz insanlara kitapta açıkladıktan sonra gizleyenlere, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder. Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıklayanlar başkadır. İşte Ben onların tevbelerini kabul ederim. Çünkü Ben tevbeyi çok kabul eden, çok merha­met edenim.” (Bakara 159-160).

Ebu Hüreyre’nin geç Müslüman olmasına rağmen, Hz. Peygamber’den böylesine çok rivayette bulunmasının, tâbiînden bazılarınca ya da Medine ortamından uzakta olan bazı sahabilerce garip karşılanması ve şöyle demeleri doğaldı: “Ebû Hüreyre’ye ne oluyor ki çok hadis rivayet ediyor ve Hz. Peygamber’in (daha eski) sahabileri onun kadar rivayet etmiyor?” Akıllarına gelen bu soruyu Ebu Hüreyre’ye yöneltiyorlardı. Ondan şüphe­lendikleri veya onu yalanlamak için değil, içlerindeki bu şaşkınlığı bertaraf etmek ve Ebu Hüreyre’nin onlara bunun sebebini açıklaması için. Ki bu sebebi de zikrettik. Onlar da verdiği cevaptan razı ve mutmain olarak sükût ettiklerine göre, “Fecru’l-İslâm” yazarının iddia etmiş olduğu, Ebu Hüreyre’yi çok fazla eleştirdikleri ve onun doğruluk ve hafızasından şüphe ettikleri iddiası da nereden çıkıyor?

Yazarın zikrettiği Müslim’deki rivayetlerde sadece Ebu Hüreyre’nin çok hadis rivayet etmesinin garip karşılandığına delalet eden bir sorgulama var. Acaba bir şeyi garip karşılamak ne zamandan beri yalanlamak oluyor? Doğruluğundan şüphe etmediğin bir dostun sana, garip karşılanacak bir şey söyleyebilir ve sen de bu garipseme ve şaşkınlığı ona gösterirsin. Onu yalanlamak ve söylediklerini inkâr etmek için değil, şendeki bu şaşkınlığı gidermesi ve söylediklerinin iç yüzünü sana açıklaması için yaparsın. İşte Ebu Hüreyre ile ilgili durum da budur. Böyle olduğunun delili ise, Ebu Hüreyre, diğer sahabilerden daha çok rivayette bulunmasının sebebini açıkladığında buna razı olmaları ve bunu kabul etmeleridir.

Eğer onlar Ebu Hüreyre’yi yalanlamış veya doğruluğundan ve hıfzın­dan şüphe etmiş olsalardı, onun “ben sizin duymadıklarınızı duydum ve sizin unuttuklarınızı ezbeledim” demesiyle onların kendisini tasdik etme­sini sağlayabilir miydi? Yine şayet onun rivayet ettiği hadislerden şüphe etselerdi, onun bu ümmetin yol göstericisi Hz. Peygamber’den rivayette bulunmaya devam etmesine izin verirler miydi? Yoksa hak için son derece şiddetli ve sert olan Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer ona engel mi olurdu? Aynı şekilde -kendi görüşüne göre- doğruyu desteklemek için Hz. Ali’yle savaş için evinden çıkmış olan Hz. Aişe böyle bir durum karşısında susar mıydı? Yine Hz. Peygamber vefat ettiğinde çoğu henüz hayatta olan sahabiler buna göz mü yumardı? Ki onların dinin korunması için göster­dikleri hırs, hadis konusundaki bir hatayı, bu kişi Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer veya Hz. Peygamber’in eşi Hz. Aişe olsa bile, derhal reddedecek bir derecedeydi. Acaba bu kimseler çok hadis rivayet eden ve yalan söyleyen biri karşısında nasıl sessiz kalabilirlerdi?

Son olarak şunu sormak gerekir: Ebu Hüreyre’nin, -çok hadis rivayet etmesinin sebebiyle ilgili- açıklama yaptığı kimseler kimlerdi? Ben hadis­teki ifadelerden, o kimselerin sahabenin ileri gelenleri, fakihleri, İslâm’a ilk girenleri ve Hz. Peygamberle uzun süre birlikte olanları olduğunu göste­ren herhangi bir işaret geremiyorum. Aksine bana göre tercihe şâyân olan görüş, bu kimselerin kesinlikle sahabiler olmadıklarıdır. Ebu Hüreyre’nin şu sözüne dikkat edilsin: “Diyorlar ki muhacirler ve ensar ne olmuş ki onun kadar hadis rivayet etmiyorlar?” Şayet bu sözü söyleyenler, muhacirler ve ensardan olan sahabiler olsalardı, sözü kendilerine nispet ederek şöyle der­lerdi: Bize ne oldu ki onun kadar hadis rivayet etmiyoruz?

Yine Ebu Hüreyre’nin onlara verdiği cevaptaki şu ifadelerine dik­kat edilsin: “Muhâcir kardeşlerim... ve ensar kardeşlerim....” Şayet onu eleştirenler muhacir ve ensar sahabiler olsalardı onlara şöyle derdi: “Siz ticaretle veya ziraatla meşgul olurken....” Buhârî’de gelen hadisin sonun­daki şu ifadeye de dikkat edilsin: “(Onların) hazır bulunmadıkları yerde hazır bulunuyor, ezberlemediklerini ezberliyor...” Şayet ona itiraz edenler sahabiler olsaydı şöyle demesi gerekirdi: “Sizin hazır bulunmadığınız yer­lerde....” Evet, hadis üzerinde iyice düşünülünce, benim için tercihe şayan görüş bu oluyor.

Diğer taraftan Ebu Hüreyre’nin hayatını dikkatlice incelediğimde, ona bu itirazda bulunanlar arasında bir sahabe ismi bulamadım. Bu hususta İbn Hacer’in “el-İsâbe” isimli eserinde şöyle dediğini gördüm: “İbn Sa’d, Velid İbn-i Rebah’ın şöyle dediğini rivayet ediyor: Hz. Hasan’ı dedesinin yanına defnetmek istediklerinde Ebu Hüreyre’yi Mervan’a şöyle diyorken duydum: Seni ilgilendirmeyen işlere karışıyorsun. -O zaman emir başka­sıydı.- Sen ancak burada olmayanın hoşnutluğunu istiyorsun. Bunun üze­rine Mervan kızdı ve şöyle dedi: insanlar diyor ki Ebu Hüreyre çok hadis rivayet ediyor...” Bilindiği gibi Mervan tâbiîndendi ve bu olay da sonraki dönemlerde oldu. Mervan bunu kızgınlık anında söylüyor ve (genel ola­rak) insanlara nispet ediyor. Şayet şikayetçi olanlar sahabiler olsalardı, bu şikayetlerinin Ebu Hüreyre’ye ulaştırılmasından geri kalmazlardı ve Mervan’da bir münasebetle bu şikayeti Ebu Hüreyre’ye ulaştırırdı.

Sonuç itibariyle Ebu Hüreyre’nin kendisi hakkında rivayet ettiği bu sözde -ki bu anlama gelecek başkasına ait bir rivayet bulamıyoruz- onu eleştirenlerin sahabiler olduğu veya sahabilerin ileri gelenleri olduğuna işaret eden bir şey yoktur. Eğer eleştirenler sahabi olsalardı, diğer bazı sahabilerin birbirlerini reddetmelerini rivayet ettiği gibi tarih bunu da rivayet ederdi.

“Fecru’l-Islâm” yazarına, müsteşrıklardan olan üstatlarına ve onların yeryüzünün her yerindeki bütün takipçilerine meydan okuyoruz: Ebu Hüreyre’ye bu sözü söyleyenin sahabilerden biri olduğunu, sahabenin onu hadis rivayet etmekten men ettiğini, onu yalancılıkla suçladıklarını ya da ondan hadis dinlenilmesini yasakladıklarını ispat eden sahih bir tarihi metin getirin! Bunu bulabilmeleri ne kadar da uzak.... Aksine güvenilir tarihî metinlerin hepsi sahabenin onun hıfzını ve sahabilerin en çok hadis bileni olduğunu itiraf ettiklerini ortaya koyuyor. Zaman zaman Hz. Aişe, İbn Abbas ve diğerleri rivayet ettiği bazı hadisleri garip karşılıyorlar, ancak çok geçmeden onun kendilerinin bilmediklerini bildiğini itiraf ederek rivayetini kabul ediyorlardı.

Bir gün Ebu Hüreyre Hz. Peygamber’in şöyle dediğini rivayet etti: “Kim bir cenazenin peşinden giderse ona bir kırat (ecir) vardır.” İbn Ömer bunu işitti ve şöyle dedi: Ebu Hüreyre (bize hadis rivayet etmek­te) çok oldu. Ancak Hz. Aişe rivayet ettiği şeyde Ebu Hüreyre’yi tasdik etti. Bunun üzerine İbn Ömer dedi ki: Öyleyse pek çok sevabı kaçırdık. Sonra da bu hadisi rivayet etmeye ve Hz. Peygamber’e isnad etmeye baş­ladı. Kendisine kimden duyduğu sorulduğunda ise, bana Ebu Hüreyre rivayet etti, diyordu. İşte bu yüzden Ebu Hüreyre için şöyle derdi: Hz. Peygamber ile en çok beraber olanımız ve hadisi en iyi bilenimizdir.

Muhammed İbn-i Umâra İbn-i Amr İbn-i Hazm on küsur ileri gelen sahabenin bulunduğu bir mecliste oturuyordu. Ebu Hüreyre onlara Hz. Peygamber’den hadis rivayet etmeye başladı. Bazıları hadisi bilmiyor, onu gözden geçiriyorlar ve böylece biliyorlardı. Aynı şekilde Ebu Hüreyre yine hadis rivayet ediyordu. Defalarca böyle yaptı. Muhammed diyor ki: O zaman anladım ki Ebu Hüreyre insanların en çok hadis ezberleyenidir. Bu haberi, Buhârî “Tarih”inde, Beyhakî de “el-Medhal’de rivayet etti. (1)

Şüphe yok ki bütün vaktini bir şeye ayıran, sadece onunla ilgilenen ve onun peşinde koşan biri, kısa sürede onunla ilgili başkalarının sahip olamaya­cağı ölçüde bilgi ve haberlere sahip olur. Biz hocalarıyla ilgili bazı talebelerin durumlarından biliyoruz ki -bazı talebeler hocalarına başkalarından daha geç öğrencilik yapmaya başlamış olmalarına rağmen- hocayla ilgili -büyük küçük- her şey için güvenilir ve kesin bir kaynak olmuşlardır. Oysa hocanın daha ileri gelen ve eski talebeleri bunları bilmeyebiliyor ve daha geç öğrenci­liğe başlayanın verdiği haberin doğruluğundan da şüphe etmiyorlar. Öyleyse bu meseledeki gariplik nerede? Bizim için önemli olan Ebu Hüreyre’nin doğ­ruluğudur ve onun doğruluğundan ne sahabe kardeşlerinin ne de çağdaşları ve talebeleri olan tâbiînin her hangi bir şüphesi olmamıştır. Doğru tarihin hükmü de budur. Ebu Reyye’nin, sahabenin Ebu Hüreyre’yi yalanlamaları ve onun doğruluğundan şüphe etmeleriyle ilgili anlattığı her şey, bir ilim talebesinin “bilimsel kaynaklar” olduğunu iddia etmeye utanacağı kitaplar­dan alınmış çirkin yalanlardır. Peki acaba o kitapların şüphe duyulmayacak ve tereddüt edilmeyecek kaynaklar olduğunu söyleyenin durumu nedir? (2)

Ebu Hureyre'nin Çok Hadis Rivayet Etmesi (İksar)

[Ebu Reyye] 162 ve 163. sayfalarda yazar büyük sahabi Ebu Hureyre'yi Hz. Peygamber'le beraber sadece üç yıl kaldığı halde sahabe arasında en çok hadis rivayet et­tiği için ayıplıyor ve Muhammed İbn-i Hazm'ın naklettiğine göre Bakiye îbn-i Mehled'in Musned'inde Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadislerin 5374 hadise ulaş­tığını belirtiyor.

Ebu Reyye ve benzerlerine şunları söylemek is­tiyorum :

a) Sahabelik hayatında üç yıl gibi bir zaman kı­sa olmamakla beraber, başkasına göre daha az Hz. Peygamberle bulunsa da Ebu Hureyre (r.a)'nın çok hadis rivayet etmesindeki garabet neresindedir? Bu gerek aklen gerekse âdeten ilk olarak yapılan bir şey değildir. Nice şahıslar var ki az zamanda çok şey öğ­renir başkası onun birkaç katı zamanda öğrenemez. Zeka, ilme ciddi bir şekilde kendini vermek ve dün­yevî meşgalelerden kurtulmak gibi şeyler daha çok şey öğrenme ve tahsil etmeye yardımcı olurlar. Bu­gün bile bazı öğrenci ve müridlerin bir hocanın ya­nında kısa bir müddet kalarak onlardan ciltler dolu­su kitap kaydettiklerini ve Ebu Hureyre'nin Resulullah'tan ezberlediği hadislerden pek geri kalmayacak derecede sözlerini ezberlediklerini görüyoruz. Oysa bizim asrımızla onların asrı arasında çok fark olduğu gibi hayat, şartları, istidat ve kendini bu işe adama yönünden onlarla Ebu Hureyre arasında büyük fark­lar vardır.

Tamamı bir araya getirilse bir cilt kitabı geçmez, öyleyse garabet bunun neresinde?

Rivayet edilen bu 5374 hadisin bir çoğunun iki ve üç satıra ulaşmadığını unutmamamız gerektiğini belirtmek istiyorum. Tamamı bir araya getirilse bir cilt kitabı geçmez, öyleyse garabet bunun neresinde?

b)Ebu Hureyre (r.a) dünyaya pek bağlı bir in­san değildi, az bir şeye kanaat ederdi. O zaman ha­nımı ve çocukları da yoktu, onu meşgul edecek tica­ret ve ziraatla da uğraşmıyordu. Tek işi mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'den ayrılmamaktı, (ister­seniz) neden çok hadis rivayet ettiğini Ebu Hureyre'­nin bizzat kendisinden dinleyelim:

Buhari, Müslim ve diğer hadis kitaplarında Buhari'nin rivayet ettiği lafızlara göre Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: «İnsanlar Ebu Hureyre çok ha­dis rivayet ediyor diyorlar. Allah'ın kitabında iki ayet olmasaydı bir tek hadis rivayet etmezdim.» sonra Al­lah'ın şu ayetini okur: «indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler...» (bu ve peşindeki ayeti) sonu­na kadar okur, sözlerine devamla: «Muhacir kardeş­lerimiz çarşı işleriyle meşgul oluyorlardı, Ensar kar­deşlerimiz de kendi mallarıyla uğraşıyorlardı. Ebu Hureyre ise karnını doyurmak için Resulullah'tan ay­rılmazdı. Onların hazır bulunmadıkları yerlerde ben bulunuyor ezberlemediklerini de ben ezberliyordum.»

Çok hadis rivayetinin sebeplerinden birisi de Re­sulullah'tan sonra da kendisini ilme, hadis rivayetine fetvaya adamasıdır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hz. Ömer onu valilikten azlettikten sonra ikinci kez vali olmasını isteyince o bunu reddetmiştir. Aslında onu kıvrak bir zekaya ve kuvvetli bir hafızaya sahip kılan Hz. Peygamberin ona yaptığı duadır. Bu konuda şöyle der: «bir gün unutkanlığımı Hz. Peygambere şikayet ettim Hz. Peygamber de ba­na «abanı ser» dedi, ben de onu serdim iki elleriyle avuçladı sonra bana «topla» dedi, ben de topladım, bir daha hiçbir şey unutmadım.» [1]Bazı âlimler bunu Hz. Peygamber'in bir mucizesi saymışlardır.

Kendi zamanında en çok hadis ezberleyen sahabi idi Nesâi ceyyid (sağlam) bir isnadla Sünen'in ilm bölü­münde, el-Hakim de el-Müsteirek'te : Zeyd b. Sabit'in şöyle dediğini rivayet ederler: Ben, Ebu Hureyre ve başka birisi Hz. Peygamber'in yanındaydık, bize «dua edin» dedi, ben ve arkadaşım dua ettik O da âmin dedi. Son­ra Ebu Hureyre dua etti ve şöyle dedi: «Allah'ım bu iki arkadaşımın istediklerini ben de istiyorum (bir de) senden unutmayacağım bir ilim istiyorum.» Resulullah da «amin» dedi. Biz «Ya Resulullah» bize de» dedik O, «Devsli genç sizi bu konuda geçti» dedi. Buharı «Ta­rih» inde Muhammed b. Hazm'ın on küsur yaşlı sahabinin bulunduğu bir mecliste otururken Ebu Hureyre'nin onlara Resulullah'tan hadis naklettiğini, ta­nımadıkları bazı hadisleri kendisine müracaat etmek suretiyle öğrendiklerini, bunun defalarca tekrarlandığını ve o günden bu yana Ebu Hureyre'nin en çok hadis ezberleyen sahabi olduğunu öğrendim» dediğini nakleder.

Onun hafızasına delalet eden bir husus da Hafız ibn-i Hacer'in «el-İsâbe'de naklettiği şu rivayettir: «Mervan'm Kâtibi Ebuz-Zuaya'a der ki: «Mervan, Ebu Hureyre'yi çağırdı, kendisine hadis rivayet ediyordu, beni de koltuğun arkasında oturttu ve ben onun söy­lediklerini yazıyordum; sene tamam olunca tekrar çağırttı ve aynı hadisleri sordu bana da (yazdıklarıma) bakmamı emretti. Ebu Hureyre bir tek harf değiştir­medi.» Ebu Hureyre'nin bu özelliğini gerek sahabiler gerekse sonradan gelen imamlar tanımışlardır. Ab­dullah b. Ömer, O'na şöyle der: «Şüphesiz sen içimiz­de Resulullah'tan hiç ayrılmayan ve (dolayısıyla) hadislerini en iyi bilensin.» imam Şafii de Ebu Hureyre, asrında hadis rivayet edenlerin en hafızı idi» demiştir. Bütün bunlardan sonra çok hadis rivayet ettiği için hâlâ onun emanet ve sıdkına dil uzatmak için bir kapı açılabilir mi? Çok hadis rivayet etmenin sebebi uzun zaman Resulullah'tan ayrılmaması ve dünyevi meşgalelerinin olmamasına bağlıdır. Haya­tın kolay oluşu, onun kendisini ilme ve talime ver­mesi, hüküm ve siyaset işlerine karışmaması ve ve­fatının gecikmesi de bunun sebeplerindendir. Yaza­rın sözlerinin başında da belirttiği gibi çok hadis ri­vayetinin fazilet ve dindeki yeri arasında herhangi bir irtibat yoktur. Üç halife görülmüyor mu? dindeki yer­leri, fazilet konumları ve Resulullah'a yakın olmala­rına rağmen kendilerini ilme verememiş ve sınırları genişleyen devletin işlerinden ayrı kalmamışlardır. (Oysa) Çok hadis rivayetini hazırlayan unsurlar da bunlardır. Onun için çok az hadis rivayet etmişlerdir. Dördüncü halifeye gelince vefatı geç olduğu için ilim ve fetvaya kendini verince rivayetleri de çok olmuştur.[2] Birisinin dindeki mevkii ile çok hadis rivayet etmesi arasında irtibat kurmak hiçbir şekilde ilmi tahkik kurallarına uymaz, önceki âlimler bunu anla­mışlardır. A'meş Ebus-Salih'in şöyle dediğini nakle­der : «Ebu Hureyre Resulullah'ın ashabı içerisinde en çok hadis ezberleyendir yoksa en faziletlileri değildir»»[204]



[1] Yazar bu kıssadan şüphe duymuş ve onu inkara kalkışmış­tır. Onun bu konudaki önderi yahudi müsteşrik Goldzier'dir.
[2] es-Suyuti. el-İtkan, c. 2, s. 187.
[3] Prof. Dr. Muhammed Ebu Şehbe, Sünnet Müdafası, Rehber Yayınları: 1/197-201.

***
Soru: Neden Hazret-i Enes, Câbir, Ebu Hüreyre'den çok geliyor; Hazret-i Ebu Bekir ve Ömer az rivayet ediyor?"

Elcevap: Nasıl ki insan bir ilâca muhtaç olsa, bir tabibe gider; hendese için mühendise gider, mühendisten nakleder; mesele-i şer'iye müftüden haber alınır, ve hâkezâ... Öyle de, Sahabe içinde, ehâdis-i Nebeviyeyi gelecek asırlara ders vermek için, ulema-i Sahabeden bir kısım, ona mânen muvazzaf idiler, bütün kuvvetleriyle ona çalışıyorlardı. Evet, Hazret-i Ebu Hüreyre bütün hayatını hadisin hıfzına vermiş. Hazret-i Ömer siyaset âlemiyle ve hilâfet-i kübrâ ile meşgulmüş. Onun için, ehâdisi ümmete ders vermek için, Ebu Hüreyre ve Enes ve Câbir gibi zatlara itimad edip, ondan, rivayeti az ederdi. Hem madem sıddık, sadûk, sadık ve musaddak bir Sahabenin meşhur bir namdarı, bir tarikle bir hadiseyi haber verse, yeter denilir, başkasının nakline ihtiyaç da kalmaz. Onun için bazı mühim hadiseler iki üç tarikle geliyor.(3)
***
(1) Mustafa Sibai, İslam Hukukunda Sünnetin Yeri, S. 370-4.
(2) Mustafa Sibai, İslam Hukukunda Sünnetin Yeri, S. 406.
(3) http://www.erisale.com/?locale=tr&bookId=2&pageNo=193#content.tr.2.193



http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/11/ebu-hureyrenin-ra-cok-hadis-rivayet.html
Devamını Oku »

Kendilerine ehl-i Kur'an diyen yenilikçilerin büyük ihtilafları

Kendilerine ehl-i Kur'an diyen yenilikçilerin büyük ihtilafları

Bayındır'dan İhsan Eliaçık'a Açık Uyarı ! Tevbe et, Müslüman ol.:
http://www.youtube.com/watch?v=x1iW9hcOWNM

Bayındır Hoca: "Hakkı Yılmaz, Müslümanlıkla Uzaktan Yakından İlgisi olmayan Bir Adam"
http://www.youtube.com/watch?v=sXyOiZSvgRY

Bayındır: Edip zır cahil..
Edip Yüksel: Abdülaziz Bayındır Hala Uyduruk Kitaplarda Hikmet Arıyorhttp://www.youtube.com/watch?v=-ZTNGMSKgrU

http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/10/kendilerine-ehl-i-kuran-diyen.html
Devamını Oku »

Bu Âyetler ya Hadis Olsaydı Caner Bey?






Bir üniversite hocası talebelerini imtihan etmiş ve aynı konu hakkında Gazzâlî ve İbni Teymiyye’den alıntıladığı iki pasajı değerlendirmelerini istemiş. Selefîliğin yaygın olduğu bir coğrafyada gerçekleşen bu imtihanda, öğrenciler İbni Teymiyye’nin görüşlerinin ne kadar da isâbetli olduğunu uzun uzun yazarlarken Gazzâlî’nin hatalarını da tek tek sıralamışlar. Ne ki neticeler açıklandığında öğrenciler tam bir hayal kırıklığına uğramış. Hoca durumu izah etmiş: “İbni Teymiyye’nin zannederek ne kadar doğru olduğunu uzun uzadıya anlattığınız sözler gerçekte Gazzâlî’ye aitti. Hatalarını bir bir saydığınız kişi ise aslında İbni Teymiyye idi. İsimleri yer değiştirmiştim.”

Bir arkadaşımın anlattığı bu ibretamiz hâdise, genel bir insanî ârızayı en yalın hâliyle gözler önüne sermesi bakımından şâyân-ı dikkattir. İnsanlar ne söylendiğinden ziyâde kimin söylediğine bakarlar. Sözün ne dediği nasıl dendiğinin ardında kalıverir çok kere… Çokluk öze bakmaktansa kabukla meşgûl olur. Nitekim markalar, etiketler kaliteden bîhaber genel halk kitlesi içindir. İşi bilen adamlarsa markayla değil malın kendisiyle ilgilenir. Pazarda durum bu olduğu gibi, fikir ve inanç dünyasında da vaziyet bundan farklı değildir. Zira düşünmeyi becerebilmek büyük nisbette doğuştan gelen bir kâbiliyet değil, tâlim ve terbiye ile ele geçen bir mahârettir ki; bu yüzden külfetli ve zahmetli ve yine bu yüzden biraz sıkıcı ve sevimsiz ve yine bu yüzden pek az kişinin yapmayı tercih ettiği bir uğraştır. Terbiye derken zihnin terbiyesinden bahsediyorum. İlm-i mantıktan ve biraz da matematikten… Eskilerin ilm-i riyâziyye ismiyle karşıladığı matematik ilminin Arapçada evcilleştirmek, terbiye etmek mânâsındaki riyâda (رياضة) kökünden gelmesi boşuna değil. Fizikten metafizik düşünceye intikâl edebilmek için iki ilmin arasında tahsil edilen matematik bir zihin terbiyesinden ibâretti. Madde ve sûrette ve dahi madde ve sûretle düşünmeye alışmış insan zihninin maddesiz ve sûretsiz düşünebilme istidâdı kazanması için matematik ona maddesiz sûretlerde düşünmeyi öğretirdi. İlimlerin tasnifine dâir tasavvurumuz zâil olalı beri hangi ilmin niçin tahsil edildiğini de bilemez olduk ya; ayrı bir yazı konusu…

Tekrar konumuza dönelim. Dedik ki düşünebilme becerisi çok kere doğuştan gelen bir kâbiliyet değil, büyük nisbette çalışarak elde edilen zor bir zenaattır. Bu sebeple insanlar çoğu kez bilerek inanmaktansa inanarak bilme yolunu tercih ederler. Doğru, onlar doğru olduğunu düşündükleri için doğrudur; gerçekten düşünüp de doğruyu bulduklarından ötürü değil… Bu, herhangi bir coğrafya veya zamana has bir durum değil, tarih boyunca bütün insan topluluklarının umumî ve müşterek bir vasfıdır.

Bizim ülkemizde bu ârızayla en fazla malûl zihniyetlerden birisi Kur’ancılar/Mealciler nâmıyla maruf tâifedir. Bilerek inanmaktansa inanarak bilme zaafının en bâriz sûrette kendisini açığa vurduğu akımlardan birisi budur desek sanırım haksızlık etmiş olmayız. Nitekim bu zaafın bir tezâhürü olarak, onlar sünneti bir hurâfeler yumağı şeklinde görürlerken; Kur’an âyetlerinde hiçbir probleme rastlamazlar. Hadis kitapları aklın kabul etmeyeceği bir sürü zırvadan geçilmezken, onlara göre Kur’an’daki her şey mantıklı, bilimsel ve nettir. Ne ki, onların hadiste bunca problem bulmalarının asıl sebebi, o metnin hadis olduğuna dair ön bilgileri olduğu gibi âyetlerde hiçbir problem gör(e)memelerinin sebebi de okudukları metnin âyet olduğuna dâir inançlarıdır.

Açıkça söylemek gerekirse orta seviye bir ateistin bu Kur’ancı/Mealci arkadaşlardan daha tutarlı olduğu kanaatindeyim. Nisbeten daha hür düşünebildikleri için, onların her dâim hadislerde buldukları problemlerin mâhiyet itibarıyla aynılarını Kur’an’da da bulurlar. Fakat Kur’ancı kardeşlerimiz burhan ehli olmayıp taassup ve dogma ehli olduklarından dolayı, hadislere baktıkları eleştirel gözle âyetlere bakamazlar; sünnette icra ettikleri hür düşünme ameliyesini Kur’an’a tatbik etmeye bir türlü cesaret edemezler. Yapamazlar zira ne bu sıkleti çekecek terâzileri, ne de bu yükün altından kalkabilecekleri donanım ve özgüvenleri vardır. Şayet tutunabildikleri son dal da -maazallah- koparsa İslam’la olan bağları kopmuş olacaktır. Fakat bu kardeşlerimiz İslam’a inanmayı istemekte ve Kur’an’dan kopmayı istememektedir. İşte bu tâifeyi İslam’a bağlayan psikolojik durum böyle bir şeydir. Evet, bu durum psikolojiktir; zira doğru olduğu için inandıkları bir Kur’an’dan ziyâde inanmak istedikleri için doğru buldukları bir Kur’an vardır önlerinde… Yânî imanlarının sâiki ilim değil irâdedir. Kezâ uydurma olduğunu bildikleri için değil, fakat uydurma olduğuna inandıkları/inandırıldıkları, öyle olmasını istedikleri için kabul etmeye yanaşmadıkları hadisler vardır karşılarında…

Bu akımın malûl olduğu marazlardan âzâde olan Müslümanlar için ise durum farklıdır. İşin aslına nüfûz edebilmeyi mümkün kılacak yetkinliğe, dürüstlüğe, cesârete ve de fikir nâmusuna sahip ulemâmız, hadislerde problem teşkil eden, çatışıyor gibi görünen malzemeye dâir Müşkilu’l-Hadis unvanı altında geniş bir literatür vücûda getirmekle kalmamışlar; aynı durumun Kur’an için de geçerli olduğunu görmelerine mâni olacak komplekslere sahip olmadıkları için, vâkıa ile telif edilmesi güç gibi duran veyâhut birbiriyle çatışıyor gibi görünen âyetleri de “Müşkilu’l-Kur’an” başlığı altında birçok hacimli eserde enine boyuna masaya yatırmışlardır. Âyet ve hadislerdeki güç meseleleri ele alan bu “Müşkil” literatürünün en kadim ve en kapsamlı örneklerinden birisi, hicrî üçüncü asırda yani günümüzden yaklaşık 1200 sene önce yaşamış meşhur Hanefî fakihi İmam Tahavî’nin onaltı ciltte matbu Şerhu Müşkili’l-Âsâr’ıdır. Takdir edileceği üzere nusûs-u diniyyede mevcut olan müşkiller“Kur’ancılar”ın sözüm ona yeni keşfettikleri bir mesele olmayıp ümmetin daha en başından beri farkında olduğu bir husustur.

Her Kur’ancı gibi Caner Taslaman için de durum yukarıda anlattığımızdan farksızdır. Ona göre de Kur’an hiçbir işkâl barındırmazken, hadisler problemden geçilmemektedir. Hâlbuki hadislerde işlettiği mantığı âyetlere de icrâ etme cesâretine ve tutarlılığına sahip olsa, aynı türden yüzlerce problemle yüz yüze gelmesi işten bile olmayacaktır. Ama o böyle yapmamakta, bir hadise uydurma damgasını vurmak için yeterli gördüğü sebebin aynısına herhangi bir Kur’an âyetinde rastladığında, inanmışlık psikolojisinin tetiklediği dogmatik reflekslerle en olmadık tevillerden medet ummaya varıncaya kadar her türlü kurtarma operasyonuna mürâcaat etmektedir. Hadisleri fütursuzca harcamak adına en ince noktaları bile büyük bir ustalıkla problematize ederken, sıra post modern zihninin algılamak ve kabullenmekte güçlük çektiği âyetleri kurtarmaya gelince -tâbir câizse- bin bir takla atmaktadır. Buna dâir örnekleri yazının ilerleyen bölümlerinde zikredeceğiz inşallah. Geçenlerde de ifâde etmiştim: Taslaman’ın hadis ve fıkha sataşma refleksleriyle, yeni yetme bir ateistin Kur’an’a saldırma refleksleri aynı damarlardan besleniyor. Evet, kendisini hadisleri inkâr etmeye iten sebep ekseriya onlara “uydurma olması lâzım” nazarıyla bakması olduğu gibi benzer problemleri âyetlerde bir türlü görmemesi de “âyetler doğru olmalı” önyargısından kaynaklanıyor. Taslaman’ın hadisler hakkında benimsemiş olduğu bu ön yargılı tavrı Kur’an hakkında da benimseyebilen bir ateist ise onun hadislerde gördüğü problemleri bu defa âyetlerde bulabiliyor.

İsterseniz şimdi Taslaman’ın hadisleri kabul etmemek için yeterli gördüğü sebepleri tespit ederek bu hususta nasıl bir zihin yapısına sahip olduğunu görmeye çalışalım ve önce bu mevzuda bize cevap verme sadedinde kaleme aldığı bazı pasajlara bir göz atalım:

“Benim hadislerle ilgili eleştirelerimde hep somut örnekler vermeme karşı, aklı sıra bana akıl verenler somut hiçbir örnek vermiyorlar, neye karşı çıktıklarını açıkça anlatmıyorlar. Bu yüzdendir ki “slogan atıyorlar” diyorum. Benim neyi ne kadar bilip bilmediğimi kendimi değerlendirme makamında görenler, neyin usulunu ne kadar bilip bilmediğimi sorguluyorlar da usulun nesindeymiş hata hangi kullandığım hadiste hata var bir türlü ortaya koymayı beceremiyorlar. Bunca programda bu kadar somut örnek verdim, beni can kulağıyla dinleyip de eleştirecek nokta arayan aklıevellerden ve “çok usul bilenlerden”, hiç bugüne kadar “Caner Taslaman şu şu sözleri hadis sanıyor ama bunlar hadis değil” veya “O hadisin anlamı o değil” veya “Hadis usulundeki şu noktaya göre bu böyle söylenmez” diyebileni gördünüz mü? Eğer diyebilselerdi, bu çok bilmişler, ufacık bir açıkta ortaya zıplamaya meraklı bu tipler, bunu kullanırlardı merak etmeyin. Hala da geç kalmış değilsiniz, bütün videolarım ortada yüzlerce somut örnek verdim, haydi 3 tane somut yanlış ortaya koyun da anlayalım neymiş.” (İmla ve gramer hataları bize ait değildir.)

Gördüğünüz gibi bugüne dek Hadis sahasında bu kadar uzun boylu konuşmasına rağmen, kendisine bir türlü cevap verilemiyormuş… Aklıevvellerden, çok usûl bilenlerden bugüne kadar “Taslaman bunlara hadis diyor ama bunlar hadis değil”, “o hadisin anlamı o değil”, “hadis usûlündeki şu noktaya göre böyle söylenmez” diyebilen hiç çıkmamış! Diyebilen olsaymış zâten şimdiye çıkarmış! Üç tane somut yanlışını ortaya koyamazlarmış…

İtiraf etmek zorundayım ki, Taslaman’ın hadislerle alâkalı sözlerine cevap verebilmek bizim açımızdan gerçekten zor bir mâhiyet arz ediyor. Bu zorluk cevap verilmesi çok güç problemler ortaya atmasından kaynaklanıyor sanmayın. Şu ana kadar böyle bir durumla karşılaşmadığımı da gönül rahatlığı ile itiraf edebilirim. Ancak meseleyi bizim için oldukça zor hâle getiren şey onun hadis ilminde ‘a,b,c’ mesâbesindeki ön bilgilerden bile henüz habersiz olması. Üzülerek söyleyeyim ki bu sözüm bir tahkiri değil; bir tasvir ve tespiti ifâde ediyor. Dolayısıyla cevap vermeye nerden başlamalı sorusu karşısında şahsen bir hayret hâli tecrübe ettiğimi söylemek zorundayım. Acaba en baştan alarak “Yeni başlayanlar için hadis usûlü” tarzında basitleştirilmiş bir mukaddime ile bu makâleyi okunabilir olma vasfından mı çıkarmalı? Ya da merak eder belki araştırır diyerek bir ilâhiyat talebesinin bile bilmesi me’mul hususlar mâlum mu kabul edilmeli? Karar vermek güç…

Daha sonra kabul etmediği hadislerden birkaç tânesini zikrediyor ve kendisine cevap verilmesi için meydan okuyor:

“Somut örnek vereyim, nasıl bir itiraz beklediğimi söyleyeyim: “Canlılar dünyasıyla ilgili eleştirdiğim hadislerden örnekler:

Eşek şeytan gördüğünde anırır. (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi)

Çekirge balığın hapşırığından oluşmuştur. (Tirmizi, İbn Mace)

Maymunlar zina ettiğinde diğer maymunlar recm cezası uyguladı. ( Buhari)

Madem benden iyi hadis veya usul bildiğinizi savunuyorsunuz, bildiğiniz hadis ve usul ilimleriyle bu hadisleri kurtarın. Mesela deyin ki “Böyle bir hadis yok, sen uydurdun.” Hadis konusunda çok bilgilisiniz ya, “Eğer usûldeki şu konuyu bilseydin bunu böyle söylemezdin” Veya “Oradaki balıktan-eşekten kasıt aslında şudur” deyin. Cerh-tadile atıf yapın da kıvırtmayı deneyin…”.

Taslaman’ın itiraz etmeye yeltendiği hadis kitaplarının mâhiyetine dair bir tasavvuru bile olmadığını şu sözlerinden sezmek hiç de güç değil. Lâkin, söz gelişi bir hadisin haddizâtında Tirmizî’de bulunmasının epistemolojik olarak veya İslamî bilgi usûlü açısından ne ifâde ettiğini ya da Buhâri ve İbni Mâce arasında telif bakımından nasıl bir metodolojik fark olduğunu yâhut İmam Ebu Hanife’nin Sahih-i Buhârî’de yer alan onlarca hadisle amel etmemesinin neden kaynaklandığını karşılıklı tartışabilmemiz için şart olan ortak dilin önemine atıf yapınca suçlu taraf biz mi oluyoruz? Ya da Buhârî’nin kitabına isim olarak koyduğu “sahih” kelimesinin gerek Usûl-u Hadis gerek Usûl-u Fıkıh açısından ne ifâde ettiğini konuşabilmemiz için kişinin bu ilimlerin ıstılahatına âşina olmasının elzem olduğunu düşünmekle hata mı ediyoruz? Hadis literatüründeki bütün kitaplara aynı muâmeleyi yapacak kadar bu ilme bîgane kalmayı yeğleyen, garip hadis deyince acâyip şeylerden bahseden hadis; hasen hadisi duyunca güzel şeyler anlatan hadis aklına gelecek kadar ciddiyet ve seviye yoksunu olanlarla iletişim kurabileceğimiz ortak bir terminolojik alan bulunmaması yüzünden nasıl cevap vereceğimizi bilemiyor oluşumuzu “bana bugüne kadar kimse cevap veremedi” olarak algılayan bir zihinle nasıl fikir teâtisi yapmalı?

Bütün bunların da ötesinde bir hadisi kabul veya reddetmek için bir müslümanın hevâdan daha başka bir metodoloji benimsemek zorunda olduğunu söyleyince çok şey mi istemiş oluyoruz? “Kur’an’a aykırı olmak” gibi artık kimsenin dilinden düşmeyen yuvarlak lafların ise hadisten haz etmeyenlerin elinde boş bir slogana dönüştüğünü anlayabilmek için biraz dil felsefesi bilmek bile yetmez mi oysa?

Gerçi “hadis ilmine giriş” türünden bir eser okunsa dahi bu sorularla vakit kaybetmekten büyük oranda kurtulacağız; lâkin araştırmaya tenezzül etmeyip uydurma hadisleri keşif turuna çıkarcasına hadis müdevvenatının tercümelerini karıştırmayı hadis ilminde söz sahibi olmakla karıştırınca iş mecburen başa düşüyor. Taslaman’ın buna benzer hadislerin içinden bir türlü çıkamamasının ardında tipik bir Kur’ancı şartlanmışlığı nevinden psikolojik sebepler yatarken; İslamî ilimleri bilmemesi ise problemin maddî esbabını oluşturuyor. Mantık, Hadis, Usûl, Tefsir, Tevil ve dahi Felsefe bilmeden İslam adına konuşmanın kişiyi nelere dûçâr ettiğini seyretme sırası sanırım gelmiş olmalı. Evet, boş meydanda kükreyen bu cesaretin yürekten değil cehâletten ileri geldiğini bilmecburiye ortaya koymak durumundayız. Şimdi kendisinin kabul etmediği hadislerden birini ele alalım:

“Eşek şeytan gördüğünde anırır.”

Hadisin neresinde bir problem bulduğuna işâret etmemiş olsa da tipik bir Kur’ancı/Mealci zihninin bu hadise nasıl itirazlar getirebileceğini tahmin etmek zor değil: “Eşeğin anırması ile şeytan görmenin ne alâkası var?” Veya “şeytana insanı saptırmaktan başka bir vazife biçen bu hadis Kur’an’a aykırı…” Veya “bunun ne faydası var?” Ya da “Efendimiz bunun için mi gönderildi?!”

Öncelikle işâret edelim ki hadisin mânâsının eksik veya yanlış anlaşılmasına sebebiyet verecek şekilde yalnız bir kısmını nakletmek hadis ilmi açısından bir tahrif örneğidir. Üstelik bu sözün, hadisi inkâr etme siyâkında söylendiği ve sadece işe yarayacak belli kısmı aktarılarak metnin daha garip ve çarpıcı hâle getirildiği dikkate alınırsa bunun muhatap kitlenin algısını yönetme amacına matuf bir hareket olduğu gözlerden kaçmayacaktır. Nitekim Taslaman’ı takip eden kitlenin önemli bir kısmının hadise derhal uydurma damgası vurmak için tetikte bekler bir ruh hâli içerisinde bulunan hayranlardan oluştuğu hatırda tutulursa, rivâyeti bu şekilde yarım nakletmenin ne derece sübjektif ve operasyonel bir tavır olduğu daha iyi anlaşılır. Hadisin bu cümleden ibâret olduğunu zannetmesi kuvvetle muhtemel genel okuyucu kitlesi, “Peygamber eşeğin ne sebeple anırdığını durduk yere niye bildirsin ki” veya “bunun bize ne faydası var ki” tarzındaki sığ itirazlarla bu rivâyeti reddetmek için yeterli bir sebep bulduğu zehabına kapılabilir. Objektif bir bilim adamı sözü mümkün olduğu ölçüde bütün tarafsızlığıyla aktarmakla mükelleftir. Sözü, kendi istediği mecrada algılanması adına önünden arkasından keserek sunmak ilim adamlarının değil maksatlı gazetecilerin mâhir olduğu bir tekniktir. Bu onun şartlanmış ruh hâlinin bir tezahürü ve yanlışların ilki… Madem sordun söyleyelim Caner Bey: Eğer hadis usûlünü bilseydin, gazetecilerin kullandığı algı yönetimi gibi medya tekniklerine tevessül etmek yerine bir hadisin hangi şartlarda parça hâlinde nakledilmesinin câiz olduğunu, hangi şartlarda câiz olmadığını öğrenir belki bir ilim adamının takınması gereken objektif tavrı takınabilirdin. Hadisin tam metnini okumakla sadece yukarıdaki kısmı okumanın aynı etkiyi yapıp yapmadığını tecrübe etmekse size kalmış:

Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’tan: Rasulullah şöyle buyurdu:
” إذا سمعتم صياح الديكة من الليل، فإنما رأت ملكا، فسلوا الله من فضله، وإذا سمعتم نهاق الحمار من الليل فإنه رأى شيطانا، فتعوذوا بالله من الشيطان “

“Geceleyin horozun ötüşünü duyarsanız Allah’ın fazlı kereminden isteyin; zira o bir melek görmüştür. Geceleyin eşeğin anırmasını işitirseniz Allah’a sığının; zira o bir şeytan görmüştür.” (Müsned-i Ahmed, 8064; el-Buhâri, 3303; Müslim, 2729; Ebu Dâvud, 5102; et-Tirmizî, 3459; en-Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10714, 11327; el-Buhâri, el-Edebu’l-Müfred, 1236; Ebu Ya’lâ, el-Müsned, 6254, 6296; Sahih-i İbni Hibban, 1005; Musannef-i İbni Ebî Şeybe, 29805)

İkinci olarak, rivâyetin metnindeki eşek kelimesini görünce hadisin canlılar dünyasıyla alâkalı olduğunu söylemek başka bir yanlış. Zira hadis “şeytan görmek” gibi gayb âlemine dâir bir olgudan bahsediyor. Dolayısıyla bu hadisin zooloji ile bir alâkası bulunmadığı gibi insanî tecrübe alanını aştığı için pozitif bilimlerle uyuşan veya çatışan bir haber olma vasfını ise baştan taşımıyor.

Şimdi Caner Taslaman’ın hadisi kabul etmemesinin muhtemel gerekçelerini Hadis, Arap dili, Usûl-u Fıkıh, Mantık, Kelam, Felsefe ve Tefsir/Tevil ilmi çerçevesinde değerlendirelim ve gerçekten bu hadisi reddetmek için mâkul ve makbul bir sebep var mı tartışalım:

Hadis ilmi açısından: Kısa bir mukaddime ile başlamak yerinde olacaktır. Bir hadis iki kısımdan oluşur: Sened ve metin. Herhangi bir rivâyetin sahih olabilmesi için bu iki kısmın da sahih olma şartlarını haiz olması gerekir. Hadis ilmini bilmeyen cühelâ takımının dillendirdiklerinin aksine bir rivâyetin senedinin sahih olması o rivâyetin âlimler nezdinde sahih ve makbul olması için yeterli değildir. Dolayısıyla “muhaddisler metin tenkidi yapmamışlardır” şeklindeki dedikodunun ifâde ettiği bir hakikat varsa o da söz sahibinin hadis ilmindeki cehâletidir. Senedin kendisine has kimi makbuliyet şartları olduğu gibi metnin de kendisine ait makbuliyet şartları vardır. Senedin mesela muttasıl vasfını taşımıyor olması rivâyeti sahih olmaktan çıkarmaya yeterken; metinde akla, vâkıaya veya Kur’an’a aslâ uymayan bir hükmün var olması gibi bir durumda da rivâyet sahih ve makbul olmaktan çıkacaktır.

Problemin esas düğümlendiği nokta ise akla ve Kur’an’a aykırı olmak ile hevâyı hevese aykırı olmanın ayrımının nasıl yapılacağıdır. Sorulması gereken kritik soru şudur: Günümüzde Kur’an’a ve akla aykırı olduğu iddiasıyla reddedilen hadisler gerçekten akla ve Kur’an’a mı aykırı mıdır; yoksa kendi aceleci zihnimize, dar ve modern anlayışlarımıza veya yaşamakta olduğumuz çağın dayatma ve dogmalarına mı?

Senedi sahih olan bir rivâyetin, saf aklın kâideleriyle yâhut vâkıa ve Kur’an’la çatıştığının kesin sûrette ispat edilmesi durumunda söz konusu rivâyetin sahih bir hadis olamayacağını ikrar ve itiraf etmeye hazır olduğumuzu hiç çekinmeden söyleyelim. Ancak hadisin senedine, diğer varyantlarına, şevâhidine veya Arapça orijinal metnine bakmaya bile tenezzül etmeden, mütercimlerin çevirilerine itimat ederek rivâyetin muhtemel anlamlarından aklınıza ilk tebâdür edenin sırf size biraz garip gelmesi yüzünden hadisleri inkâr edecekseniz; bir ateistin Kur’an’ı açıp “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, korktular; fakat insan onu yüklendi” (el-Ahzab, 33/72) ifâdesini gördüğünde“Gökler ve dağlar ne zamandan beridir korkar oldu? Ya da böyle bir emânetin bana arz edildiğini hiç hatırlamıyorum; belki hatırlasam dağlar taşlar gibi ben de korkar reddederdim! Hem bana sormadan üzerime emanet yükleyen sonra da bundan beni hesaba çeken bir Tanrı nasıl âdil olabilir ki?” diyerek âyete uydurma demeye kalkmasına şaşırmamalısınız!

Ya da Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. (el-Bekara, 2/74) âyetini okuyunca “Jeoloji uzmanları araştırdı, taşların yuvarlanma sebeplerini saptadı. Bir taşın Allah korkusundan yukardan aşağı düşmesi mantıksız. Taşın o mekânda durmasını sağlayan fiziksel şartlar ortadan kaybolunca taş yuvarlanır, korksa da korkmasa da… Hem şeytanı görünce anıran eşek olmuyor da korkan taş nasıl oluyor açıklar mısın?” diyerek itiraz etse ağzınızı açmamanız gâliba hakkınızda en sâlim yol olacaktır. Veya (Borcu yazmada) erkeklerinizden iki şâhit tutun. Eğer iki erkek yoksa bu durumda râzı olduğunuz şâhitlerden bir erkek ile iki kadını… Ola ki kadınların biri şaşırırsa diğeri ona hatırlatsın” (el-Bekara, 2/282) âyetiyle karşılaşınca acelecilik ve şartlanmışlıkta sizi örnek alarak “böyle saçma şey mi olur; kadını şahitlikte erkeğin yarısı olarak gören bir kitap bütün insanlığa gönderilmiş bir rehber değil ancak ilkel ve ataerkil câhiliye Arap toplumumun kalıntısı uydurmalar olabilir” derse tasdik etmeseniz bile korkarım ki cevap da veremeyeceksiniz. Zira usûlünüz daha doğrusu usûlsüzlüğünüz aynı zihin ve ruh hâlinin ürünü…

“Yok, sen yanlış anlıyorsun! O âyetleri şöyle anlamak lâzım; bu kadar aceleci ve önyargılı olma!” demeye kalkarsanız, bu sefer aynı sözleri bizden duyduğunuz takdirde biraz empati yaparak hadisleri inkâr etmeden önce anlamayı da deneyebilirsiniz.

Şimdi Buharî ve Müslim’in rivâyet etmiş olduğu bu rivayetin senedine dâir sözü uzatmayı gerektiren bir durum olmadığını bildirelim. Hadisin akıl, Kur’an ve vâkıa ile uyup uymadığını gelecek pasajlarda ele alacağımızdan dolayı metin analizini o kısma havale ediyoruz.

Kelamî ve Felsefî açıdan: Melek ve şeytanın varlığı sabittir. Var olan varlıkların görülmesi aklen mümkündür. İnsanın göremediği bazı varlıkları diğer canlıların görmesi de mümkündür. Dolayısıyla horoz ve eşeğin melek ve şeytan görmesi de aklen mümkündür. Hayvanların melek ve şeytanı gördüklerinde kendilerine has sesler çıkararak buna tepki vermeleri de tabiîdir. Bu tepkinin sevinç ve korku gibi psikolojik durumlardan kaynaklanması da gâyet mâkuldür. Melek ve şeytanın hangi sûretlerde görüldüğü ise ayrı bir meseledir. Bu hâdise gayb âlemine dâir bir haberdir. Aklen mümkün olan hâdiselerin prensip olarak olması da mümkündür olmaması da… Mümkün bir hâdisenin olduğuna/olacağına dâir sahih bir delil varsa olma tarafı; olmadığına/olmayacağına dair sahih bir delil varsa olmama tarafının tercih edilmesi akıl gereğidir. Müreccihsiz rüçhanın olması mutasavver olmadığı gibi müreccih varken tercihin olmaması da tahakkümdür. Aklen mümkün olan bir meselede sahih bir Şer’î delil sâbit olursa bunu inkâr etmek ya hevadan ya da akıl noksanlığından olabilir. Şeytan gibi bizlerin göremediği, göremediğimiz için de eşeğin görüp görmediğini bilemediğimiz, bilemediğimiz için de eşeğin o sebeple anırıp anırmadığını tespit etmemizin söz konusu olmadığı gaybî bir hususta bize bilgi veren bu hadisin akıl ve Kur’an’la çatışan kısmı nedir acaba? Taslaman bu konudaki şahsî tecrübelerine dayanarak mı bu hadisi kabul etmiyor bilmiyorum; fakat eşeğin şeytan görünce anırmasıyla çatışan bir âyet veya aklî bir delil varsa bunu açıklamak kendisine düşüyor. Ürktüğü veya dövüldüğü zaman anıran eşeğin şeytan gördüğünde de korkarak anırmasına aklen veya âdeten nasıl bir engel bulunuyor doğrusu merak ediyorum!

Eğer “Kur’an’da şeytanın insanı saptırmaktan başka bir vazifesi bilinmiyor; bu hadis ise şeytana eşek anırtmak gibi başka bir vazife biçiyor” tarzında bir önermeden yola çıkarak bu hadisi kabul etmiyorsa -ki öğrenebildiğim kadarıyla buradan yola çıkıyor- burada iki felsefî hata yaptığını söylemek zorundayım. Birincisi “Adem-i vücûd, vücûd-u ademe delâlet etmez.” İkincisi fiil ile infiâli ayırt edecek kadar felsefe bilmek böyle bir itirazın akla hutûr etmemesine bile kâfi iken, sen kalkıp bunu dâvâna delil yaparsan bundan sonra felsefeden, düşünceden hiç bahsetmemen kendin ve memleketin nâmına alacağın en hayırlı karar olacaktır. Hadis-i şerifin şeytana eşek anırtmak gibi bir vazife biçtiğini tahayyül etmek yerine eşeğin şeytanı görünce psikolojik bir infiâlle böyle bir tepki verdiğini de düşünebilirsin. Hem mâdem Kur’an’a aykırı olmayı dilinden düşürmüyorsun, şeytan kelimesinin Kur’an’da yalnızca bildiğimiz mâhut varlık hakkında istimâl edilmediğini de hatıra getirip düşünce ufkunu biraz daha genişletebilirsin. Ya da aynı gerekçeyle “Mûsa da bir yumruk atıp onu öldürdü. Arkasından: “Bu, dedi, şeytanın işindendir. O gerçekten saptırıcı açık bir düşmandır. Rabbim, ben nefsime zulmettim, beni bağışla dedi.” (el-Kasas, 28/15-6) ibâresini okuyunca, -Musa aleyhisselam suçunu itiraf ettiğine göre- o adamın ölümünü şeytanın yarattığını düşünerek şeytana insanı saptırmaktan başka bir vazife biçen bu âyete de ilişebilirsin. Tabi Allah’ın dini hakkında ihtiyatlı olmak, takvayı iltizam etmek, bilemediğimiz gaybî hususlarda temkinle hareket etmek gibi bir davranış ile en ufak bir şüpheye, asılsız bir zanna binâen sahih bir hadisi derhal süpürüp atmak gibi bir tavırdan hangisini seçeceğin tercihine ve dindarlık anlayışına kalmış…

İlm-i mantık açısından: Hadis-i şerifte bildirilen durum bir kaziyye-i şartıyye-i muttasıla hükmümdedir. Dolayısıyla anlam “Horoz, melek gördüğünde öter; eşek, şeytan gördüğünde anırır” şeklindedir. Kaziyye’nin sûru mezkûr olmadığına göre ba’ziyye hükmündedir. Sûrun ba’ziyye olması her eşeğin şeytan gördüğünde anırmadığını ve her anırmanın şeytan görmekten kaynaklanmadığını anlatır. Buna göre şu mânâ anlaşılır: Horozların bazıları kimi zaman melek gördüğü için öter; eşeklerin de kimisi bâzan şeytan gördüğü için anırır. Peki, ilm-i mantık ve lisan-ı arabînin kaidelerini bilmek bize ne katar? Bu hadisin her eşeğin şeytan gördüğünde anırdığı veya her anırmanın şeytan görme yüzünden olduğu gibi bir anlamı ifâde etmediğini bildirir. Dolayısıyla genelleme yaparak hadisin ifâde etmediği bir anlamı ona yükleme hatasına düşmememizi sağlar.

Arapça ve Usûl-u Fıkıh açısından: Hadiste mezkûr olan lâm-ı târifin ahd için olduğu düşünülebilir. Dolayısıyla her horoz veya her eşek değil mâlum horoz ve eşekler kastedilmiş olabilir. Fakat bu ihtimal zayıftır. Ya da lâm-ı târif cins için olabilir. Bu durumda ya istiğrak için olur ki; buna göre “her horoz ve her eşek…” anlamını ifade eder. Bizce bu ihtimal de kuvvetli değildir. Ya da istiğrak kastedilmez; bu durumda “bazı horoz ve eşekler…” anlamı çıkar. Ayrıca hadiste şeytan lafzı nekira olarak gelmiştir. Dolayısıyla bu sözden kasıt bildiğimiz şeytan olabileceği gibi Arap dili ile toplumunda ve dahi lisan-ı Şeriatta yılan gibi zararlı canlılara da şeytan lafzının ıtlak edildiği göz önünde bulundurulursa, bu mânâ da kastedilmiş olabilir. Hadisin ilk kısmında melek kelimesinin geçiyor olması ikinci kısmında yer alan şeytan kelimesinin onun mukâbili olan varlık olmasını zorunlu kılmaz. Nitekim bu hadisin şâhidi kabilinden şöyle bir rivâyet de mevcuttur:
عن جابر بن عبد الله، عن النبي صلى الله عليه وسلم قال: يا معشر أهل الإسلام أقلوا الخروج بعد هدو الرجل، فإن لله دواب يبثهن في الأرض، فمن سمع نباح كلب، أو نهاق حمار، فليستعذ بالله من الشيطان، فإنهن يرين ما لا ترون.

 Câbir b. Abdullah ve Ubâde b. Sâmit Rasulullah’tan aktarıyor: “Ey Müslümanlar topluluğu! Ayak sesleri kesilip ortalık ıssızlaştıktan sonra dışarıya (taşraya) çok çıkmayın! Zira Allah Telâla’nın geceleyin yeryüzüne yaydığı kimi (vahşi) canlılar vardır. Öyleyse kim bir köpeğin havlamasını veya eşeğin anırmasını duyarsa şeytandan Allah’a sığınsın. Zira onlar sizin göremediğiniz şeyleri görürler. (en-Nesaî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 10712, Amelu’l-Yevm ve’l-leyle, 942; el-Buhâri, el-Edebu’l-Müfred, 1233; Müsnedü’ş-Şaşi, 1198.)

Görüldüğü gibi hadisin bu şâhidi “şeytan”dan kastedilenin vahşi ve zararlı hayvanlar olduğunu anlamamız noktasında bize yardımcı olmaktadır. Özellikle rivâyetin “takip, tertip ve illet” mânâsını ifade edenف  edatıyla   فمن سمعşeklinde vârit olması bunu destekleyen mühim bir lafzî karinedir. Nitekim köpeklerin havlamasının da bu hadiste zikredilmiş olması meselenin eşekle sınırlı bir durum olmadığını göstermektedir. Köpek gibi hayvanların bizim fark edemediğimiz bazı ses ve canlıları algılayabilip tepki verdiği köpek besleyenlerin veya geceleyin bu hayvanları gözlemlemiş olanların gâyet iyi bildiği bir husustur. Özellikle Arabistan gibi sıcak arâzilerde zehirli ve yırtıcı hayvanlar gündüzün kavurucu sıcaklarında yuvalarına sığınırlarken gece serin vakitlerde avlanmaya çıkarlar. Gecenin zifirî karanlığında çölde dolaşmanın gündüzleri dolaşmaktan çok daha tehlikeli olduğu malumdur. Hadis-i şerifte geçen  دواب kelimesi Arapçada karada yaşayan büyük-küçük her türlü canlı, haşerat, sürüngen için kullanılan bir kelimedir. Dolayısıyla mezkûr hadis-i şeriflerdeki sakındırmanın bu gibi tehlikelere karşı olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Üzülerek söylemek zorundayım ki, bir hadisin mânâsını tam olarak anlayabilmenin en başta gelen şartlarından birisinin elimizde mevcut olan bütün varyantları, şevâhid ve mütabaatı incelemek olduğunu henüz bilmiyorsunuz Caner Bey. Bilmediğiniz için de doğal olarak bir ilim adamının davranması gerektiği gibi davranamıyorsunuz. Kararınız baştan belli olduğu için evvelâ anlamaya çalışmak yerine bir çırpıda inkâr etme yolunu tercih ediyorsunuz. Sonra da “hangi hadiste hata yapmışım”, “Usûl-u Hadis bilmiyorsam ne olmuş yani?” diyorsunuz. Siz öğrenmeye açık olmazsanız bizler meseleyi nasıl anlatabiliriz ki?

Te’vil ve Tefsir açısından: Horozlar genelde sabah namazına yakın öterler; hele eski zamanda insanları sabah namazına uyandırırlardı. Geceleyin seher gibi mübarek vakitlerde sanki Allah’ın rahmetine tâlip olmamızı istercesine harekete geçen horozların bizi namaza kaldıran ötüşlerinin rahmet meleklerini görmekten dolayı olması hakikatten hiç de uzak değildir. Hadisin diğer varyantlarında geceleyin kaydıyla gelmesini nazar-ı itibara alarak, eşeğin geceleyin herkes uykuda iken anırmasının pek hayra alâmet olmayabileceğini anlamak da pek zor olmasa gerektir. Kur’an-ı Kerim’de cinnî şeytanlar gibi insî şeytanların da varlığından haber verilmesi hatırda tutulursa burada bahsedilen şeytanın insî bir şeytan, mesela bahçeye, ahıra giren bir hırsız olmasının dahî maksud-ı âli-i Hazret-i Risaletpenâhî’den uzak olmadığı söylenebilir. Bu hadis haber vermese bile gecenin bir vakti durduk yere anırmaya veya havlamaya başlayan eşek ve köpeğin neye tepki gösterdiği kırsal yerleşimde yaşayan ev ahâlisinin kalbine sürur değil telaş verecek bir durumdur. Eşek ve köpek genellikle korktuğu veya rahatsızlık duyduğu tehlike anlarında bu tarz reaksiyonlar gösterir. Bu korku ve tehlikenin sebebi bir yılan olabileceği gibi, insî veya cinnî bir şeytan da olabilir. Hangisi olursa olsun, Allah’a sığınmayı gerektirecek bir durumun mevcudiyeti ortadadır.

Bu ihtimallerin hepsini serdetmekten maksadımız şudur: Bir sözün akla, Kur’an’a, vâkıaya aykırı olduğunu ispat etmek isteyen kişi, prensip olarak o sözden kastedilebilecek bütün anlamları masaya yatırmak ve bu anlamların hepsinin tek tek Kur’an’a akla ve vâkıaya aykırı olduğunu ispat etmekle mükelleftir. Çünkü sözün sahibi kendisi olmadığı için o sözden ne kastedildiğini çoğu kere kesin olarak bilemez. Öyleyse sözden kastedilebilecek bütün anlamların akla, Kur’an’a, vâkıaya aykırı olduğu ispat edilmedikçe maksat hâsıl olmayacaktır. Bir hadisin Kur’an’a akla ve vâkıaya aykırı olmadığını ispat etmek isteyen bir kişi ise muhtemel anlamlardan sadece birisinin Kur’an’la akılla, vâkıayla çatışmadığını ortaya koymakla yetinebilir. Zira o sahih anlamın Hz. Peygamber’in kastı olması ihtimali ortaya konulduktan sonra, diğer muhtemel anlamların Kur’an’la, akılla çatışıyor olması hadise uydurma hükmünü vermeye yetmeyecektir.

Bahsimize konu olan bu hadisin hangi anlamlara gelebileceği; ne şekilde anlaşılabileceğine dair buraya kadar yapmış olduğum açıklamalarda hiçbir kaynağa müracaat etmediğimi belirtmekte fayda görüyorum. Şu cihetle ki; önyargıları bir kenara bırakmak şartıyla, İslamî ilimleri belli seviyede tahsil etmiş, ilim ahlakına uygun hareket eden vicdan ve teenni ehli her Müslüman bu anlamları anlayabilme imkânına sahiptir. En azından bu hadisin düşünce zemininde hakkını vermek isteyen kimse, bu zikrettiğimiz anlamların hepsini masaya yatırmak ve hesabını vermekle yükümlüdür. Bir de hadisi şerh eden hadis, tefsir ve fıkıh eserlerine müracaat edilse, meselenin çerçevesinin ve bakış açılarımızın çok daha genişleyeceği sanırım müsellem bir hakikattir.

Şimdi elimizi vicdânımıza koyalım ve düşünelim: Zikretmiş olduğumuz bu mânâların hadisten kastedilmesi aklen ve lügaten imkânsız mıdır? Sözün sahibi biz olmadığımıza göre ve sözden kastedilmesi muhtemel mânâları dilin imkânları çerçevesinde tespit edeceğimize göre bu anlamlardan herhangi biri kastedilmiş olamaz mı? Olabilirse, bu hadisin doğru olabileceğine dair bir pay ayırmak, Allah’ın dini, Rasulullah’ın sözü hakkında bir hüküm verirken takvalı ve ihtiyatlı olmanın asgari şartlarından biri değil midir? Niçin kendi anlayışımıza da yanılabileceğine dâir bir pay ayırmıyor ve hadisi enine boyuna düşünmeden acelecilikle uydurma hükmüyle mahkûm ediyoruz? Allah’tan vahiy almış gibi verilen bu kesin hükümlerin âhirette bir hesabı olmayacak mı?

Evet, bu hadisin uydurma olduğuna hükmedebilmek için zikrettiğimiz bütün bu noktalardan gaflet etmek gerekiyor. Üç tâne somut hatasının ortaya konamayacağını söyleyen Taslaman’ın sadece bu hadise uydurma damgası basabilmek için ardı ardına kaç ilmî hata yaptığını varın artık siz hesap edin. Zikrettiği diğer hadislerdeki hatalarını ortaya koymak ise başka müstakil makalelerin konusu… Hadiste “şeytana eşek anırtmak gibi bir vazife yüklendiği” gibi akla en son gelebilecek anlamları problem ederek rivâyeti uydurmaya çıkarmak için kıvranan Taslaman’ın post modern aklına sığıştıramadığı âyetleri kurtarmaya sıra geldiğindeyse hangi “zırva teviller”den medet umduğunu şimdi beraberce görelim.

Kur’an-ı Kerim’de hırsızın elinin kesilmesini emreden Mâide sûresinin 38. âyetini bir türlü içine sindirememişe benzeyen Taslaman, her önemli meselede olduğu gibi bu meselede de bütün Müslümanların bugüne dek yanılmış olduğunu ispat ediyor ve âyetin gerçekte hırsızın “elini kesmeyi” değil “gücünü kesmeyi” emrettiğini keşfediyor. Peki bunu nasıl başarıyor? Elbette ki sahip olduğu o muhteşem Arapça bilgisiyle değil! Çünkü kendisi ne yazık ki Arapça bilmiyor. Ama zararı yok; zira o, bu işin felsefesini çözmüş bulunduğu için Arapça gibi teknik donanımlara zaten gerek duymuyor. Böylece âyette geçen أيديهماkelimesinin “el” anlamında olmayıp meğerse “güç” anlamına geldiğini Arapça’nın kâidelerine göre ispat etmek için didinen yarım arapçalı acemî bir gencin hazırlamış olduğu videoyu, “işte âyetin doğru tefsiri” diye sosyal medyada binlerce takipçisine duyurmakla Allah’ın Kitabı’nı kullarına tebliğ etme vazifesini de yerine getirmiş oluyor. Tabi ister istemez şu soruları sormak da bize düşüyor:

1-Ayetteki  أيديهما kelimesinin “el” anlamında olması neden câiz değildir?

2-Eğer  أيديهما kelimesi “el” anlamında değil de “kuvvet” anlamındaysa âyette أيد (kuvvet) kelimesinden sonra gelen ي harfi hangi kelimeye aittir?

3-“Eller” anlamına gelen أيدي kelimesi ile “güç” anlamına gelen  أيد kelimesinin Arapçada iki farklı kelime olduğunu bilmiyor musun? Bilmiyorsan neye göre karar veriyorsun? Sence bu soruya adam gibi cevap verebilme noktasında Arapça Fizikten daha az mı önemli?

4-يد  “El” kelimesinin Arapçada çoğulu nasıl yapılır? “Kuvvet” anlamındaki أيد  mastarının çoğulu varsa nasıldır?

5-Eğer tesniye zamire mudaf olan bir kelimenin kendisinin de tesniye olması gerekir dersen Tahrim sûresinin 4. âyetindeki صغت قلوبكما I bâresini ne yapacağız?

6- Tesniye-cem’ problemi “el” anlamı için geçerli ise “kuvvet” anlamı için niye geçerli olmasın?

7-Kadın ve erkek hırsızın toplamda dört eli bulunduğuna göre çoğul kipi “el” anlamına; toplamda iki kuvvetleri olduğuna göre tesniye kipi “kuvvet” anlamına daha uygun değil midir?

8-Meseleyi Arapça temelinde izah etmeye çalışan bu arkadaşın doğru bir analiz yaptığına Arapça bilmediğin hâlde nasıl karar verdin?

9-Bilgi sahibi olmadığın için doğru veya yanlış olduğuna karar verme hakkına da aslında sahip olmadığın dinî bir meseleyi insanlara doğruymuş gibi yaymak, aktarmak dindarlığa, sorumluluğa, Kur’an’a, Allah korkusuna sığar mı?

10-Kur’an bu kadar açık bir kitap olduğuna göre insan hukukunu ilgilendiren böylesine önemli bir âyet nasıl bu kadar tartışmalı olabilir?

11-Apaçık olan Kur’an’ın bu âyeti neden 1400 senedir hep yanlış anlaşılmıştır? Bugüne kadar İslam tarihinde bu âyetin el kesmeyi emretmediğini anlayacak senin kadar Arapça, Felsefe, Hukuk ve Tefsir bilen vicdan sahibi Allah’tan korkan bir Müslüman neden çıkmamıştır?

12-Bin dört yüz seneden beri Kur’an üzerinde ömür tüketmiş bunca müfessir, Arap dili uzmanı, Fakih her defasında hata yapar da sen nasıl hiçbir zaman hata yapmazsın? Hiç hata yapmamayı nasıl başarıyorsun, bunun formülünü bize açıklar mısın?

13- Kur’an âyetlerine Arapça bilmeden anlam verebilmek sence mümkün müdür? Eğer mümkünse temel matematik bilgisi olmayan bir öğrencinin Fizik alanında Einstein’a kafa tutmasına güler misin yoksa saygı mı duyarsın?

14-Orijinal dilini öğrenmeye gerek duymayacak kadar emek verdiğin Kur’an sence daha fazla çaba ve saygıyı hak etmiyor mu? Allah’ın âyetleri hakkında bilgisizce konuşmanın, ahkâm kesmenin hiçbir mesuliyet ve hesabı yok mu?

Şimdi cevabı ve hesabı verilmesi gereken bu ciddî ve ilmî sorular es geçilerek lafazanlık yapılabilecek fer’î hususlarda polemik üretmeye devam edilecekse muhatabımızı cehâletiyle baş başa bırakmaktan başka şansımız kalmıyor demektir. Evet Caner Bey, hadislerden önce Kur’an âyetlerinde işlemiş olduğun cinâyetleri konuşmaya ne dersin?

Meselenin can alıcı noktası aslında şurada: Acaba “Erkek ve kadın hırsızın ellerini kesin” şeklindeki ifâde bir Kur’an âyeti değil de Buhârî’de geçen bir hadis olsaydı, Taslaman şimdi bu âyeti kurtarmak adına göstermiş olduğu çabanın onda birini o hadisi kurtarmak için gösterecek miydi? “O hadis aslında Arapçada hırsızın kuvvetini kesin demek; elini kesin demek değil; sizler hadisi yanlış anlıyorsunuz!” diyerek şimdiki gibi çırpınacak mıydı? Ya da Hz. Musa’nın yumruk atarak adamı öldürmesi neticesinde söylemiş olduğu “Bu şeytanın işi” âyetini Kur’an’da değil de bir hadis kitabında görseydi, eşeğin şeytan görünce anırdığını bildiren hadisi inkâr ettiği mantığın aynısıyla “bu söz şeytana insanı saptırmaktan başka bir görev biçiyor” diye eleştirmeyecek miydi? Ve yahut eşeğin şeytan görünce anırdığına dair ifâde faraza bir âyette yer alsaydı, tıpkı “el kesmeyi” “kuvvet kesmeye” dönüştürmeyi başardığı gibi “şeytan kelimesi Arapça’da yılan anlamında da kullanıyor; siz âyeti yanlış anlıyorsunuz” diyerek şimdi hadis olduğunu bildiği için pervasızca eleştirdiği bu sözü bu defa kurtarmak için taklalar atmayacak mıydı? Ya da “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara arzettik, onlar onu yüklenmeğe yanaşmadılar, korktular; fakat insan onu yüklendi” (el-Ahzab, 33/72) ifâdesi bir Kur’an âyeti değil de, bir Buharî hadisi olsaydı, eşeğin şeytan görünce anırdığını kabul etmeyen bir zihin dağların, göklerin korktuğunu bildiren bu cümleleri kabul edebilecek miydi? Veyahut “Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır. (el-Bekara, 2/74) âyeti sizce eşeğin şeytan görünce anırdığını söyleyen hadisten daha acayip değil mi?

Ne dersiniz Caner Bey, imtihanda hoca âyetlerin altında hadis; hadislerin altına da âyet yazsaydı ne yapardınız? Hiç düşündünüz mü?

Fikret Çetin

Sahn-ı Semân

Devamını Oku »

Bayraktar Bayraklı'nın 'kadın yalnızken başı açık namaz kılabilir'saptırması

Bayraktar Bayraklı'nın 'kadın yalnızken başı açık namaz kılabilir' saptırması

Bayraktar Bayraklı;

Namaza dönersek... Kadının namaz kılarken başını örtmesini söyleyen bir ayet var mı Kuran'da?

B.B.: Kadınlar namaz kılarken başlarını örtecek diye bir ayet yok. Çünkü kadın zaten başını örter. 1994'te televizyonda sizin 'Dinamit' isimli programınızda iki hafta üst üste kadın başını kapatacak mı, kapatmayacak mı konusunu tartışmıştık hatırlarsanız. Kadın başını Nur Suresi'nin 31'inci ayet-i kerimesine göre kapatacak. İbadetini yaparken de öyle yapacak demektir bu. Bu bir yorum değildir, ayete mana vermektir.

Evet, kadının başını örtmesi konusunu sizin de dahil olduğunuz konunun ehli olan konuklarla Kanal D'de iki hafta üst üste sekiz saate yakın tartışmıştık. Ama sizler Kuran'a göre kadının başını nasıl örteceği konusunda bir ortak görüşe varamamıştınız. Kimi örtünmeden, göğüs dekoltesini kapatmayı, kimi kulak memesine, saçın tek bir teline varıncaya kadar başın kapatılmasını anlıyordu. Nitekim şimdi de Kuran'ı sizin gibi anlamayan ilahiyatçılar var. Prof. Salih Akdemir, 'Ben başörtüsünün farz olmadığına inanıyorum. Kuran'da bu konu bir öneridir' diyor.

B.B.: Hayır, 'Kadın, başörtüsünü başına koysun' diye emir var Kuran'da. Ama başına şal da koyabilir, başını örtüyle de sarabilir. Saçının teli görünmeyecek diye bir şey yok. Saçının önünü, kulaklarını gösterebilir. Kadın başını örtsün de istediği gibi örtsün.

Peki Kuran'a göre başı açık namaz kılmak günah mı?

B.B.: Günahtır demek doğru olmaz. Günah kavramı ayrı bir şey. Mesela aptes almadan namaz kılarsanız, namazın secdesini yapmazsanız buna günah denmez. Buna, 'Namazınız olmadı' denir. Çünkü sistemi bozuyorsunuz. Örtünme farzdır. Namaz kılarken bunu ihmal ederseniz namazınız bozulur.

Başı açık namaz kılınırsa namazın olmayacağını söyleyen kaynak kitap nedir?

B.B.: Böyle bir kitap yok. Fakat peygamberimizin uyguladığı namaz kılma sistemi budur. Kadının avret yerlerini kapaması gerekiyor. Kadının başı avret yeri kabul ediliyor. Evinizde başı açık namaz kılabilirsiniz. Sakınca yok. Bu konu sosyal hayatta önemli.

Kuran-ı Kerim'de kesin bir söz olmadığına göre, bir Müslüman kadının camide başı açık namaz kılmasını yasaklayabilecek bir otorite var mı İslam'da?

B.B.: Otorite diye bir olay yok. Kimse yasaklayamaz. Kadın başı açık camiye gider ve namazını kılar. Başı açık namaz kılanı engelleyemeyiz. Başı açık namaz kılan bir kadına, 'Sen camiden çık' diyemeyiz. Kimsenin böyle bir şeyi deme yetkisi yok. (1)



Cevap:

1. Bayraklı Hoca bir yandan Allah Resulünün uygulamasını zikrederken diğer yandan kadının kendi evindeki namazında da tesettürlü olmasına dair emri görmezden geliyor..Dolayısıyla Hoca Resulullah'ın emirlerine mi yoksa kendi hevasına mı uyacağı konusunda netleşmemiş bir görüntü veriyor..Doğrusu:

Din İşleri Yüksek Kurulu, 07.11.2002 tarihin​de Kurul Başkanı Doç.Dr.Şamil DAĞCI'nın başkanlığında toplandı. Dini Soruları Cevaplandırma Komisyonunca hazırlanan "Kadınların Başı Açık Namaz Kılmaları" konusundaki rapor görüşüldü. Yapılan müzakereler sonunda:

Son zamanlarda, başın abdest organlarından olduğu, bu organların ise örtülmesinin farz olmadığı ileri sürülerek, kadınların baş açık olarak namaz kılabilecekleri iddia edilmektedir. Namazda örtülmesi gereken yerler dinî kaynaklarda setr-i avret başlığı altında incelenmiştir. Setr-i avret, namazın şartlarından biri olup, namazda avret yerlerinin örtülmesi anlamına gelmektedir. Avret kavramı ise, bir zaruret bulunmaksızın insan vücudunda açılması helal olmayan, namazda ve namaz dışında örtülmesi farz ve başkalarınca bakılması haram olan yerleri ifade etmektedir. Avret mahallinin kapsamı, erkeğe ve kadına göre farklılık arz eder. Erkeğin avret yeri, Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbelilerin oluşturduğu cumhuru fukahaya göre göbekle diz kapağı arasıdır. Hanefiler diz kapağını da avret mahalline dahil etmişlerdir. Hz. Peygamber bir hadisinde, "Müslüman erkeğin uyluğu avrettir." buyurmuştur (Ahmed, III/478). Diğer bir hadiste de, erkeğin örtülmesi farz, bakılması haram olan yerlerinin "göbeği ile diz kapağı arası" olduğu belirtilmiştir (Ebu Davûd, "Libas", 37; Dârekutni, I, 230,231).

Hanefi, Maliki ve Şafiilerle, Hanbelilerdeki hakim görüşe göre, kadının el ve yüz dışında kalan bütün bedeni örtmesi gerekir. Hanefi mezhebindeki bir görüşe göre ayaklar da avret kapsamı dışında tutulmuştur. Şafii ve Hanbeli mezheplerinde kadının namazda örtmesi gereken yerlere ayak da dahil edilirken Hanefi mezhebinde kadının çıplak ayaklı olarak namaz kılması caiz görülmüştür. Bu görüş ayrılıklarının sebebi "Onlar (kadınlar), kendiliğinden görünenler hariç, zinetlerini göstermesinler" (Nur, 24/31) ayetindeki "kendiliğinden görünenler hariç" ifadesiyle ilgili farklı yorumlardır.

Bütün mezheplere göre, kadınların namazda başlarını örtmeleri gerekir. Hz. Aişe'nin rivayetine göre Ebu Bekir'in kızı Esma, üzerinde ince bir elbise olduğu halde Rasûlullah'ın huzuruna girmiş, Hz. Peygamber de ondan yüzünü çevirerek, "Ey Esma! Kadın ergenlik çağına ulaşınca, -el ve yüzünü işaret ederek- şurası ve şurası müstesna artık onun yabancılar tarafından- görülmesi doğru olmaz." buyurmuştur (Ebu Davûd, "Libas", 34). Başka bir hadiste de, "Allah ergenlik çağına ulaşan kadının başörtüsüz olarak kıldığı namazını kabul etmez." buyurmuştur (Hakim en-Neysabûrî, Müstedrek, I, 251; Ebu Dâvûd, Salat, 85, No: 641, I, 422; Tirmizî, Salat, 277, No: 377, II, 215; İbn Mâce, Tahâre, 132, No: 655, I, 214; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 150, 218, 259. İbn Huzeyme, hadisin sahih; Tirmizî, Hasen; Hakem ise Müslim'in şartlarına göre sahih olduğunu söylemiştir). Bu hadisler buluğ çağına ermiş Müslüman bir hanımın namaz kılarken saçlarını ve diğer avret mahallini örtmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Ayrıca hadis kaynaklarında Peygamber eşlerinin evlerinde baş örtüsü ile namaz kıldıklarını (Malik, Salat, 10. No: 35-36), Hz. Peygamber'in başı açık namaz kılan genç kızlara müdahale ettiğini ve buluğa eren kadınların başlarını örterek namazlarını kılmaları gerektiğini bildiren hadisler yer almaktadır (Ahmed, VI, 96, 236, 238; Tirmizî, Salat, 84, No: 640, I, 420; Ebu Davud, Salat, 85, No: 642, I, 422). Hz. Peygamber zamanından günümüze kadar uygulama böyle olduğu gibi, İslam toplumunun ortak görüşü de bu yöndedir.

Yukarıda zikredilen açıklamalar ışığında;

Namazda ve namaz dışında örtülmesi gereken avret mahallinin erkeklerde diz kapağı ile göbek arası, kadınlarda ise, el, yüz ve ayaklar dışındaki bütün beden olduğu ve namaz kılarken, bu uzuvların vücut hatlarını belli etmeyecek ve rengini göstermeyecek nitelikte bir elbise (örtü) ile örtülmesi gerektiği anlaşıldığından, Kadınların baş açık olarak namaz kılmalarının caiz olmadığına, Karar verildi. (2)

2. Aişe (r.anhâ)den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah, aybaşı olan (baliğa kadın)ın namazını ancak başörtüsü ile kabul eder" [Ebu Davud , Salat 84, Tirmizî, salât 160; İbn Mâce, tahâre 132; Ahmed b. Hanbel, VI, 150, 218, 259.] Hadisi genel bir hüküm koymaktadır..O da kadınlardan ergenlik çağına gelenlerin ancak başörtüleriyle namaz kılabilecekleridir..Bu hadis-i şerif kadının yalnız başına kıldığı namaz ile camide kıldığı namaz arasında ayrım yapmamaktadır..Dolayısıyla Bayraktar Bayraklı, Resulullah'ın uygulamalarını 'güya' referans almada samimi olsaydı bu hadislerin hükmüne uyması gerekirdi..İmam Malik, Muvatta'da Namaz kitabında şu hadisleri nakletmektedir:

10. Namazda Kadının Başını Örtmesi Ve Entari Giymesi

35. İmam Mâlik'e: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Hz. Âişe'nin namaz kılarken entari giydiği, baş örtüsü ile de başını kapadığı ri­vayet edildi.

36. Kunfüz'ün torunu Muhammed b. Zeyd, annesinden nakle­diyor: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Ümmü Seleme'ye, «Namaz kı­larken kadınların hangi elbiseleri giyeceklerini» sordum.

«— Başlarına başörtüsü takarlar, bir de ayaklarının üzerine kadar uzanan entari giyerler,» cevabını verdi. [İbn Abdilber el-îstizkâr'da der ki: Bu hadis, Muvatta'da mevkuftur. Abdirrahman b. Abdullah b. Dinar, Muhammed b. Zeyd -annesi- Ümmü Seleme senediyle merfu olarak nakleder. Ebu Davud (Salât, 2/83), merfu olarak rivayet eder. Ayrıca bkz. Şeybanî, 163,]

37. Ubeydullah b. Esved el-Havlâni'den: Resûlullah'ın (s.a.v.) hanımı Meymune'nin odasında idim. Namaz kılarken ayaklarına kadar uzanan bir entari giyer, başını kapatırdı, Ayrıca etek giymezdi.

38. Hişam b. Urve babasından naklediyor: Kadının biri bana:
«— Etek giymem zor oluyor. Entari ve başörtüsüyle namaz kı­labilir miyim?» diye sordu, ben de:
«— Evet, elbise uzunsa kılabilirsin!» dedim.

3. Bayraktar Bayraklı, bir taraftan kadının avret yerlerini kapaması gerekiyor derken öte yandan kadının başının önünü açabileceğini söylüyor..Kadının başının tamamı avrettir, önünün avret olmadığına dair hiçbir delil getiremez..Dolayısıyla bu iki söylemi birbirleriyle çelişiktir..Dine Kuran ve Sünnet harici yeni kurallar getirme çabası içinde olduğu görülüyor..
***
(1) http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=177163
(2)http://www2.diyanet.gov.tr/dinisleriyuksekkurulu/Sayfalar/KadinlarinBasiAcik.aspx
ayrıca bkz: http://m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=900
http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/basortusuz-kilinan-namazin-kabul-olmayacagina-dair-hadis-sahih-mi.html
http://www.ilimdunyasi.com/suneni-ebu-davud/kadinlarin-basortusuz-namaz-kilmalari/?wap2



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/07/bayraktar-bayraklnn-kadn-bas-ack-namaz.html
Devamını Oku »