Bilimsel Açıdan Yasin Suresinin 33.Ayet-i Kerimenin Açıklaması

Bilimsel Açıdan Yasin Suresinin 33.Ayet-i Kerimenin Açıklaması

Bu hususta) ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan dane çıkardık. îşte onlar bundan yerler.(Yasin,33.ayet)

Canlılık, büyük bir kimyâ molekülüne yüklenmiş matematik bir programdır. Toprakta önce azot bakterilerini yarattı. Bunlar kimyasal tabiri (ifade) ile sentez labaratuvarlarıdır. Yani havadan azotu alarak, ondan eksi değerli bileşikler hazırlar. Bu bakteriler, azotu hâlâ çözemediğimiz bir metodla indirger ve hidrojenle birleşecek niteliğe getirir. Bu yüzden suya, yağmura ihtiyacı vardır.

Ölü toprağın canlanmasını yağmurla müşahede etmemizin nedeni budur. Toprakta ikinci tür bir bakteri grubu da, aldığı İlâhî program gereği analiz grubudur. Toprağa düşen her şeyi parçalarına ayırarak sentezci mikroplara hazırlar. Böylece toprak âdetâ uçsuz bucaksız bir kimyâ şehrine benzer.

 Bir gram toprağın su dışında kalan kısmının büyük çoğunluğu canlı mikroplardır.

Botanik biolojisinde toprak, tümüyle canlı bir yapı kabul edilir. Yani toprak: Arz'da hayat başladığından beri canlı bir varlıktır.

Yorumunu yapmaya çalıştığımız âyet-i kerîme, ikinci kısmında hayâtın devamının prensibini vermektedir. Canlılığı ilk kez toprakta hazırlattıktan sonra, ondan canlı için iskelet yapı maddelerini taşıyan bitkiler yarattık, buyuruyor.

Bilindiği gibi, âyette bahsedilen taneler, bir yandan bitkinin tohumlarıdır, bir yandan da komple canlı hücre maddelerinden ibarettir. Bu taneler, hayatın tüm temel maddelerini bir bütün halinde temsil etmektedir.

Böylece bitki hücresiyle hayvan hücresinin yapı taşının aynı olduğu vurgulanmış olmaktadır. Fark, özellikle kader programlarındadır.

Ayet-i kerîmenin en önemli hikmetlerinden biri: Allah’ın emriyle canlılık kazanan toprağın aynı zamanda canlılara yataklık yapmasıdır. Özellikle âyetin ikinci kısmı bu sırrı beyân eder.

Döllenmiş yumurta, üç yoldan gelişmektedir:

Toprak altında (tüm bitkiler),

Yumurta içinde gelişme (hayvanların büyük çoğunluğu),

Ana rahminde.

Aslında bilimsel açıdan, üç yoldan da canlının hayat bulması aynı amacı taşır. Döllenmiş yumurta, yeni canlıyı meydana getirmek için bir bekleme ve gelişme süresine ihtiyaç gösterir. Biyolojik açıdan bu süreç, tohumun, dolayısıyla döllenmiş yumurtanın üreye üreye yeni canlının şeklini alma sürecidir. Bu süre içinde tohum korunmaya muhtaçtır ve çevreden, bugüne kadar çözemediğimiz bazı kimyasal maddeleri, elektrik açısından farklı iyonları almak zorundadır. Bu arada programlanmış olarak hayata doğacaktır.

Cenâb-ı Hakk bu âyette, toprağa bu özelliği verdiğini vurgulamaktadır. Toprağın bu özelliğini örnek alırsak, tanelerin hayat bulması gösterilmiştir.

Aslında topraktaki bu hassa (özellik) mahşerin de önemli bir hikmetidir.

Mahşerde dirilme emri gelince; -ki bu bir matematik programdır- işte o zaman âyetin sırrı bir kez daha açılacak, ölenler anında dirilecektir.

Bu âyet aynı zamanda Hz. Adem’in beden yönünden topraktan yaratılışındaki hikmete de iki noktada işaret sayılır. Bilindiği gibi Hz. Adem’in balçık kıvamında topraktan yaratıldığı Kur’ân’ın beyânıdır.

Burada önemli olan Allah’ın toprağa Hay esmasının sırrından vermesidir. Allah, hem toprağa hayat ve canlılık vermiş, hem onu canlılığa vasıta kılmıştır. Yani toprak, anne rahmi gibi, döllenmiş bir canlıyı hayata iletir.

(Haluk Nurbaki, Kur'ân-t Kerîm’den Ayetler ve ilmi Gerçekler, Ankara: Diyanet Vakfı Yay., 2001, s. 71-76.)
Devamını Oku »

Günahtan Kaçınmanın Mükâfatı

Yüce Allah'ın: "Ve sizi şerefli bir mekâna koyarız" buyruğunda "mekân" anlamına gelen kelimesini Ebû Amr ve Kulelilerin çoğunluğu "mim" harfini ötreli olarak; diye okumuşlardır. Bunun mastar olma ihtimali vardır. Sizleri şerefli bir girdirişle girdiririz demek olur. Mef ul de mahzuf olur. Sizleri cennete şerefli bir girdirişle girdiririz, anlamına gelir. Bu kelimenin me­kân ismi olması da muhtemeldir. O takdirde bu kelime mef ül olur. (Meal­de de böyle yapılmıştır).

Medinelîler İse, bu kelimeyi " harfini üstün olarak okumuşlardır. Bu durumda bunun, mastar olup, takdirî bir fiil ile nasb edilmiş olması da ca­izdir. Takdirî de şöyledir: Biz sizi girdiririz, siz de şerefli bir girişle girersi­niz. Bu takdire ifade delâlet etmektedir. Bu kelimenin ismi mekân olması da mümkündür. O takdirde mefulün bilî olduğu için mansubtur. Yani, biz siz­leri şerefli bir yere girdiririz, o da cennettir.

Ebû Said b. el-Ârabî der ki: Ben, Ebû Dâvûd es-Sicistanî'yi şöyle derken dinledim : Ebû Abdullah Ahmed b. Hanbel'i şöyle derken dinledim: Bütün müslümanlar cennette olacaktır. Ona: Nasıl diye sordu, dedi ki: Aziz ve ce-lil olan Allah: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz ve sizi şerefli bir metana koyarız" diye buyurmaktadır. Bu "şerefli mekândan kasıt, cennettir.

Peygamber (sav) de şöyle buyurmuştur: "Ben şefaatimi, ümmetimden büyük günah sahibi olan kimselere sakladım." Aziz ve celil olan Allah, bü­yük günahların dışında olanları mağfiret ettiğine göre, Peygamber (sav) de büyük günahkârlara şefaatçi olacağına göre, geriye müslümanların üzerin­de hangi günah kalır ki?

İlim adamlarımız derler ki: Ehli sünnete göre büyük günahlar, önceden de geçtiği üzere -ölümden önce- o günahları işlemekten vazgeçenlere mağfiret olunur. Müslüman olup da o günahları işlemeye devam edenlere de, bu gü­nahlar mağfiret olunabilir.

Nitekim, yüce Allah; "Bunun dışında kalanı da dilediğine bağışlar" di­ye buyurmaktadır. Bundan maksat ise, o günahları işlemeye devam ederken ölen kimselerdir. Şayet maksat ölümden önce tevbe edenler olsaydı, şirk ile diğer günahlar arasında ayırım gözetmenin bir anlamı olmazdı. Çünkü şirk­ten dahi (ölümden önce) tevbe eden kimse mağfiret olunur.

İbn Mesud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Nisa Sûresl'nde beş âyei-1 kerime vardır ki onlar, benim için bütün dünyadan daha sevimli (ve değerli)'dir. Bunlar da yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız" buyruğu; "Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını mağ­firet etmez" (en-Nisâ, 4/48) buyruğu; "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de..." (en-Nisâ, 4/110) buyruğu; "Şayet (yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır" (en-Nisâ, 4/40) buyruğu ile: "Allah'a ve peygamberleri­ne iman edip..." (en-Nisâ, 4/152) buyruğudur.

îbn Abbas da der ki: Nisa Sûresi'nde sekiz âyet-i kerime var. Bunlar, bu üm-mel için güneşin üzerine doğup battığı herşeyden daha hayırlıdır: "Allah si­ze açıkça bildirmek...ister" (en-Nisâ, 4/26); "Allak tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/27); "Allah sizden, hafifletmek ister" (en-Nisâ, 4/28); "Si­ze yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz"; "Şüphesiz AHah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez..." (.en-Nisâ, 4/48); "Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zul­metmez" (cn-Nisâr 4/40); "Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse..." (en-Nisâ, 4/110); "Eğer şükredip iman ederseniz, Allah size azabı neylesin?" (en-Nisâ, 4/147) [443]
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Arafe Gününün Fazileti

Arafe gününün fazileti muazzam, sevabı pek büyüktür. Allah o günde bü­yük günahları affeder, salih amelleri kat kat arttırır. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Arafe günü oruç tutmak önceki senenin ve gelecek senenin günahlarına keffarettir." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Yine Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Duânın en faziletlisi Arafe gü­nü yapılan duadır. Benim ve benden önceki peygamberlerin söylediğimiz en faziletli sözümüz: La ilahe illallahu vahdelıu la şerike leh (Allah’tan başka hiç­bir ilah yoktur, bir ve tektir, O’nun hiçbir ortağı yoktur) sözüdür."

Dârakutnî’nin Hz. Aişe’den rivayetine göre de Rasûlullah (sav) şöyle bu­yurmuştur: Yüce Allah'ın Arafe gününde cehennemden azat ettiği kişi sayı­sından daha çok kimseyi azad ettiği bir başka gün yoktur. Aziz ve çelil olan Allah, o gün oldukça yaklaşır, sonra onlarla (Arafât’ta vakfe yapanlarla) me­leklere karşı övünür ve bunlar ne dilekte bulundular diye sorar. *

Muvatta’da ise Ubeydullah b. Keriz'den gelen rivâyete göre Rasûlullah (sav) şöyle buyurmuştur: “Şeytanın -Bedir günü gördükleri müstesnâ- Arafe günün- dekinden çok herhangi bir günde daha bir küçük, daha bir hakir, daha bir uzak ve daha bir kinli olduğu bir gün görülmemiştir. Bunun tek sebebi ise rahmetin sağnak sağnak indiğini, büyük günahları yüce Allah'ın bağışladı­ğını görmesidir. Bedir günü ne gördü ki? diye sorulunca şöyle buyurdu: “O Cebrail'i, melekleri savaş için saf saf düzene koyarken gördü."

Ebu Ömer der ki: Bu hadisi Ebu Nadr İsmail b. İbrahim el-İclî Malik’ten;

İbrahim b ebı Ableden, o Talha b. Ubeydullah b. Keriz den o babasından rivayet etmiştir. Ancak bu hadiste "babasından" şeklindeki kaydı ondan kimse zikretmez. Bunun hiçbir önemi yoktur. Doğrusu Muvatta'daki şeklidir.

et-Tirmizî el-Hakim, Nevâdiru'l-Usûl’ da şunu zikretmektedir: Bize Ha­tim b Nuaym et* Temimî Ebu Ravlı anlatarak dedi ki: Bize Hişam b. Abdülmelik Ebul Velid et-Tayalısî anlatarak dedi ki: Bize Abdülkahir b. es-Serrî es-Sü-lemî anlatarak dedi ki: Bana Kinane b. Abbas b. Mirdas’ın bir oğlu babasından o dedesi Abbas b. Mirdas’tan rivâyetle dedi ki: Rasûlullah (sav) Arale günü ak­şamı ümmetine mağfiret ve rahmet dileğinde bulunarak dua etti. Pek çok du­ada bulundu, ona (Rabbi) şöylece cevap verdi: Ben bunu yerine getirdim. An­cak birbirlerine zulümleri müstesnadır. Benimle onlar arasındaki günahlarına gelince onları bağışladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: ’Rabbim, sen mazlum olan bu kimseye uğradığı haksızlıktan daha hayırlı bir ecir vermeye ve şu zalime de mağfiret etmeye kadirsin.” O akşam Rabbi bu du­asını kabul buyurmadı. Ertesi günü sabah yani Müzdelife’de bulundukları sabah ısrarla dua etti, rabbi ona şu şekilde cevap verdi: Ben onlara mağfiret bu­yurdum. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) tebessüm etti, ona: Ey Allah’ın Rasû- lü, daha önce tebessüm ettiğini görmediğimiz bir vakitte tebessüm ettin? de­diler. Şöyle buyurdu: “Allah’ın düşmanı İblis’in hâlinden dolayı tebessüm et­tim. Yüce Allah’ın benim, ümmetim hakkında yaptığım duanın kabul edildi­ğini öğrenince kendi aleyhine veyl ve subûr (helak olmak ve ölmek) bedduasını etmeye ve başına toprak saçıp hızlıca uzaklaşmaya koyuldu.”

Ebu Abdülğanî el-Hasen b. Ali’nin zikrettiğine göre: Bize Abdürrezzak an­lattı, bize Malik, Ebu Zinad’dan anlattı, o el-A’rec’den o Ebu Hureyre’den nak­lederek dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Arafe günü olduğu vakit Al­lah ilılaslı olan hacıya mağfiret eder. Müzdelife gecesinde ise yüce Allah, ti­caret yapanlara mağfiret eder. Mina günü olduğunda develeri ile hacı taşı­yanlara mağfiret eder. Akabe gününe taş atılacağı günde ise Allah dilencile­re mağfiret eder. Bu vakfe yerinde bulunup da la ilahe illallah deyip kendi­sine mağfiret olunmayan hiçbir kimse kalmaz.”

Ebu Ömer der ki: Bu, Malik yoluyla gelen garib bir hadistir. Ondan an­cak bu yolla gelen şekli bilinmektedir. Ebu Abdülğani denilen raviyi ben ta­nımıyorum. İlim ehli hâlâ bu tür teşvik ve faziletlere dair rivâyetleri herkes­ten alıp nakletmekte, müsamahalı davranmaya devam etmektedirler. Onlar ahkâm ile ilgili hadislerde işleri sıkı tutuyorlardı.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:3
Devamını Oku »

Şirkin Mertebeleri Hakkındadır

Şunu bil ki, ilim adamlarımız (Allah onlar­dan razı olsun) şöyle demişlerdir; Şirkin üç mertebesi vardır ve hepsi de ha­ramdır. Şirkin esası, ulûhiyeünde Allah'ın ortağının bulunduğuna inanmak­tır. İşte en büyük şirk ve cahiliye şirki budur. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını diledi­ğine bağışlar" (en-Nisa, 4/48) Buyruğunda kastedilen şirk de budur.

Bundan hemen bir sonraki mertebe ise, fiilinde yüce Allah'ın ortağı oldu­ğuna inanmaktır. Bu da: Allah'tan başka herhangi bir varlık, bir fiili bağım­sız olarak meydana getirip icad eder, diyenlerin görüşüdür. Böyle bir varlı­ğın ayrıca ilâh olduğuna inanmasa dahi bu bir şirktir. Bu ümmetin mecusileri olarak bilinen Kaderiye gibi. Cibril Hadisinde de görüldüğü gibi, İbn Ömer, bunlardan uzak olduğunu ifade etmiştir.  Bundan sonraki mertebe ise, ibadette Allah'a ortak koşmaktır ki, bu da riyakârlıktır. Riyakârlık ise, yü­ce Allah'ın yalnızca kendisi için yapılmasını emretmiş olduğu İbadetlerden herhangi birisini başkası için yapmak demektir. İşte haram oluşunu beyan et­mek üzere birçok âyet-i kerimelerin ve hadis-i şerifin varid olduğu şirk tü­rü de budur. Bu amelleri iptal eden bir iştir. Ve oldukça gizlidir. Cahil ve an­layışsız olan kimseler bunu bilemezler.

Allah, Haris el-Muhasibî'den razı olsun ki, o bunu, er-Riâye adlı eserinde açıklamıştır. Ve riyanın amelleri bozduğunu da beyan etmiştir. İbn Mâce'nin Sünenînde, Ebu Said b. Ebi Fedale el-Ensarîden -ki ashab-ı ki ramdandır- şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah buyurdu ki: "Allah kendisinde hiç bir şüphenin bulunmadığı bir gün olan Kıyamet gününde, öncekileri de sonrakileri de toplayıp biraraya getirdiğinde, bir münadi şöyle seselenecektir: Her kim, aziz ve celil olan Allah için yapması gereken amelinde bir baş­kasını ortak koşmuş ise, haydi gitsin o amelinin ecrini Allah'tan başkasının nezdinde arasın. Çünkü şüphesiz Allah, ortaklar arasında, ortaklığa en ihti­yaç olmayandır."  İbn Mâce'de, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Bizler el-Mesih el-Deccal hakkında konuşurken, Rasulul­lah (s.a) yanımıza çıkageldi ve şöyle dedi: "Bence sizin için el-Mesih el-Dec-cal'den daha da korkulması gereken bir şeyi size haber vereyim mi?”. Ebû Said el-Hudrî dedi ki: Evet bildir, Ey Allah'ın Rasulü dedik. Şöyle buyurdu; "O, gizli şirktir; kişi namaza kalkar durur da, bir kişinin kendisine baktığını gördüğünden dolayı namazını süslemesidir."

tbn Mâce'de Şeddad b. Evs'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Şüphesiz ümmetim için en çok korktuğum şey, Alla­h'a şirk koşmalarıdır. Ben onların güneşe, aya ve puta tapacaklarını söyle­miyorum. Şu kadar var ki, Allah'tan başkası İçin yapacakları ameller ve ita­at edecekleri gizli bir şehvetten (korkuyorum). Bunu ayrıca Tirmizî el-Hakîm (Nevâdirül-Usûl'de) rivayet etmiştir, ileride el-Kehf Sûresi'nin sonlarında (.18/110. âyetin tefsirinde) bu hadis-i şe­rif gelecektir, orada ayrıca gizli şehvetin mahiyeti de açıklanacaktır. İbn Lehîa de, Yezit b. Ebi Habib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (sav)'a gizli şehvet hakkında soru soruldu da o da şöyle buyurdu: "Giz­li şehvet, kişinin gelip etrafında oturulmasını sevdiği için öğrenmesidir."

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (r.a) der ki: Riya üç türlüdür. Birincisi, kişinin fiilini aslı itibarı ile Allah'tan başkası için yapması ve bununla beraber' o fi­ilinin Allah için yaptığım bilinmesini istemesidir. Bu bir çeşit münafıklık ve imanda şüpheye düşmektir. İkinci çeşit; Bir işe Allah için başlar, Allah'tan baş­kası da ona muttali oldu mu, bundan sevinir ve gayrete gelir. Böyle bir kim­se tevbe edecek olursa, bütün yaptığını yeniden iade etmelidir.

Üçüncüsü ise, ihlas ile bir amele başlayıp, Allah için o amelini bitirir, bu hali ile o kişi bilinir ve bundan dolayı övülür, o da bu övülmeden huzur du­yarsa, işte yüce Allah'ın yasakladığı riya budur. Sehl der ki: Lukman, oğlu­na şöyle demiş: Riyakârlık, amelinin ecrini dünya yurdunda istemendir. Halbuki, iyi insanların ameli âhiret için olmalıdır. Ona riyanın ilacı nedir di­ye sorulunca, o da ameli gizlemektir dedi. Peki, amel nasıl gizlenilir diye so­rulunca, şöyle dedi; Açıktan yapmakla mükellef tutulduğun amele ancak ih-lâs ile gir (başla). Açığa vurmakla mükellef tutulmadığın şeye de, Allah'tan başka hiçbir kimsenin muttali olmasını isteme-.Yine devamla der ki: İnsan-ların muttali olduğu hiçbir ameli sen amelden sayma. Eyyûb es-Sahüyanî der ki: Ameli dolayısıyla mevkiinin bilinmesini istiyen bir kimse akıllı bir kim­se değildir. Derim ki: Sehl'in: "Bir amele ihlas ile başlayıp..." ifadesi ile ilgi­li olarak şunları söyliyelim: Eğer o kişinin, başkalarının söyledikleri dolayı­sıyla huzur ve sükûn bulup sevinmesi, kalplerinde yer edip bundan dolayı kendisini övmeleri, ona saygı ve ta'zim göstermeleri, iyilikte bulunmaları, onlardan elde etmeyi İstediği mal ve bundan başka birtakım şeylere nail oîmak için olursa, bu yerilen bir şeydir. Çünkü, böyle birisinin kalbi, onların o ame­line muttali olmaları dolayısıyla sevinçle dolup taşmış demektir. Velevki onlar, o amelini yapıp bitirdikten sonra muttali olmuş olsunlar.

Kendisi ameline muttali olmalarım sevmemekle, Allah'ın insanları mutta­li kılmasını sevmekle ve Allah'ın lütfü dolayısıyla sevinmesine gelince; onun bu sevinci Allanın lütfuyla bir itaat olur. Nitekim yüce Allah, şöyle buyurmak­tadır; "De ki, Allah'ın lütfü ve rahmetiyiz ve yalnız bunlarla sevinsinler. Bu onların toplaya geldiklerinden daha hayırlıdır." (Yunus, 10/58). Buna da­ir geniş açıklamalar ve bu açıklamaların tamamlanması, el-Muhasibî'nin er-Riaye adlı eserindedir. Bu bilgilere vakıf olmak isteyenler, oraya baksınlar.

Yine Selıl'e, Peygamber (sav)'ın: "Ben bir ameli gizlice yapıyorum da, ona muttali olunur ve bundan dolayı bu benim hoşuma gider."  Hadisi soru­lunca şu cevabı vermiş: Bunun hoşuna gitmesi Allah'ın açığa vurduğu ame­li dolayısıyla şükretmesi bakımından veya buna benzer bir cihetten dolayı­dır. İşte bu açıklamalar, riyakârlık ve amellerin Allah İçin ihlas ile yapılma­sı gereğine dair yeterli özettir Bakara Sûresi'nde (2/139- âyette) İhlasın ger­çek mahiyeti ile ilgili açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.
İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5
Devamını Oku »

Hz. Âdem Yaratılışı ve Bütün İsimlerin Ona Öğretilmesi Hakkında



"Âdem'e bütün isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif et­ti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bil­giyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihti­mali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Ceb­rail (a.s)'dır.

Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamın­da şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de gö­rüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğ­renmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Ta-ha, 20/115)

İbn Ata der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eş­yanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.

Hz. Âdem'in künyesi Ebu'l-Beşer (yani insanların atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muhammed (s.a)'ın adı ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.

"Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiya­cı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yap­mıştır.

Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü an­lamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına gö­re ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edi­lirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.

Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen  Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş se­bebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin se­bebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir.

es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptık­ları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir:

Yüce Allah Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi.

Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum.

Bu­nun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim.

Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığın­dı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz. Cebrail'in söyle­dikleri gibi söyledi.

Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ay­rı aldı.

İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (ma­yası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" adı verildi. (Ölüm me­leği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı.

Şanı yüce Allah, ona: "Sa­na yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı ver­di: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gör­düm.

Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının can­larını almana sen'uygun bir kimsesin."

Daha sonra (yüce Allah) toprağı ya­pışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise bir­birine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı.

İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33)

Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Mu­hakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhum­dan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72)

İblis ona kar­şı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Al­lah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde elle­rimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir in­san şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl sü­re kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce

Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarat­tı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis me­leklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helak ederim.

Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin ya­nından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediği­niz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yapar­sınız?

Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis ken­di içinde gizlice şu kararı verdi: Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helak edeceğim.

Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah melek­lere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye ka­panınız.

Âdem'e ruh üflenince ruh Hz. Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler.

O da elhamdülillah deyin­ce yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğ­ru kalkmak istedi.

İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan ace­leden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona top­luca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak isteme­di." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratı­lış kıssasını zikretti.

Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tü­münden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi be­yaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir hadistir.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Hz Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e SecdeEmrinin Hikmeti

Adem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kay­ması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.

Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap veri­lir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olun­ca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip ken­dilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusur­lu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyor­lardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmek­le emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi­ğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" de­melerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihti­mal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği va­kit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Al­lah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona sec­deye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediği­nize ceza olmak üzere  böyle olacaktır, demektir.

Denilse ki: İbn Abbas, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gös­terir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiş­tir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve ge­lecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.

Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına ka­sem ederek: "Hayatıma andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da ka­sem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise on­ların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili de­ğildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.

Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "An­dolsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz zi­yan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açık­lamalarında, (Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet ede­cek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İmam Kurtubi Tefsiri cilt:1
Devamını Oku »

Meleklerin Âdem'e Secde Şekli

İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı gö­rüşlere sahiptirler. Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gi­bi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanı­larak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açık­ça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu du­rumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıb­leye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.

Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan al­nın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.

Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde sec­de etmek, Âdem (a.s)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek ca­iz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tah­tın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mu­dur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a sec­de ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde et­meye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Alem­lerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir.

İbn Mace Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getir­miş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanı­na gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır. Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerle­re (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde etmeyi ya­sakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:1
Devamını Oku »

Gurbetin de Gurbeti (Kısa Bir Felsefe Tarihi)


Gurbetin de Gurbeti (Kısa Bir Felsefe Tarihi)

Dinle bilimi uzlaştırmaya çalışan sentezciler her zaman (Aydınlanma’dan/Galile’den beri) olmuştur, ama, bu çabalar, kabul etmek gerekir ki,kalıcı ve inandırıcı olamamıştır. Bunun nedeninin, bağdaşmaz iki dünyanın her ikisinde yaşamaya çalışanların sorunlu/çelişik halleri olduğu söylenebilir. Bağdaşma bulunmayan, birinin reddi temeli üzerinde kurulmuş bir tartışmayı/yanlış anlamayı/kasti eğretilemeyi yok saymanın sonucunda inanç sisteminin her zaman aleyhine çalışacak bir durumdur bu.
Dindarlar cennetten kovularak zaten gurbete çıkmışlardı. Ama Aydınlanma ile bu gurbetten de kovuldular ve bir nebze sükûnet bulabilmek üzere onlara çarpan şeyin ne olduğunu anlamak yerine, gurbetin gurbetiyle bağdaşma yollarını aramaya başladılar. Kendilerini, geliştirdikleri isbatlarla ne kadar iyi hissederlerse hissetsinler, bu his geçici oluyordu ve aşırı laikleşmiş dünyada bu çabalar şöyle tercüme oluyordu:
“Biz o kadar da tekinsiz, irrasyonel vahşiler değiliz. Bakın hastalandığımızda artık önce doktora gidiyor, sonra dua ediyoruz. (En fazla ikisini aynı anda yapıyoruz.) Bizi artık ne olur aranıza alın ve birazcık da saygı gösterin; en azından saygı gösteriyormuş gibi yapın.”
Geçen hafta biraz bahsettik ama aşırı laiklerin çelişkisi bağlamında ele aldık Descartes’ı...
(A)kılcılar kadar dindarlara çarpan kazanın müsebbibi de odur. Ah Descartes ah!
10. yüzyılın başında bizzat Hıristiyan azizler yasak meyveyi bir kez daha tadarak bilimde tanrısal ve doğal ayrımı yapmışlardı. Göreceliğin de sahneye çıktığı (tamam, Yunan’ı ihmal ediyoruz, ama, arada uzun bir unutkanlık süreci vardır) zamanlardır bunlar.
Tabii Aziz Anselm ve Aziz Abelard vd. bu açılımları yaparken, bir Descartes’ın ortaya çıkıp da yırtığı ters yönde bu kadar açacağını, Kilise’nin de bu yırtıkta kaybolacağını tahmin etmemiş olmalılar. Ama üzülmesinler, bu er veya geç olacak/olması gereken bir durumdu. Seçenekler oluşmadan tercihlerin değerinden bahsedilemez. (Hürriyet/Günah.)
Ne dedi Descartes: Madde özün uzantısıdır... Böylelikle varoluş birkaç kaideye indirgenmiş oldu ve Allah da bu düzenin sponsoru seviyesine düşerek aslında tasfiye edildi.
Bununla da kalmayacaktı tabii... Bu sefer de sahneye Nietzsche çıkacak, sorulmaması gereken tüm soruları sorup, cevap vermeye de tenezzül etmeden sahneden çekilecekti. “Dünya, gördüğümüz kadarı ne ise odur, sondur, ardında bir sır, uzam yoktur. Dünya/birey kendinde başlar kendinde biter ve şeyler de ne iyidir ne de kötü...”
Çıldırmasına şaşmamalı...
Çünkü dünyayı böyle kurup, anlamsızlık bataklığında ruhsuz bir nihilizme saplanınca, amaçsız terakkiciliğin, “yeni toplum” düzeninin adaleti aleladeleştiren (egalitarianizm) sahteliğinin verdiği tiksinti duygusunu birkaç zayıf formülle geçiştiremedi. Eskiyi kendince yıkmıştı ama yeninin temelsizliği, temel diye yutturulan bürokrasinin kötücüllüğünü fark etmişti. Şimdi, Anselm, Abelard, Descartes ve o, konuyu uzun uzun tetkik ediyor olmalılar.
Hegel’e göre, hiçbir çağ kendisini o anda kavramsal olarak kavrayacak yeteneğe sahip değildi. İnsan da kendisini düşünürken, sanki son halini kavramış gibi davranır ama bence hep bir süre önceki kişiyi (o da muhtemelen epey yanlış) anlamıştır. O nedenle, bugünü aslında bugünle aynı olmayan, gerçekte asla tekerrür etmeyen geçmiş üzerinden anlamaya çalışırız hep. Oysa tarihin anlamı, bize kim olduğumuzu anlatmasıdır.
Bize çarpan şeyin çarpmaması beklenemezdi. Aklın aşırı laikleşmesi, yeni bir kavram gibi durur ama, bu bildiğiniz Kutsal kitaplardaki gurbete neden olan önce kendi yoluna gitme, sonra serbest iradenin işlevini/kaynağını yitirecek ölçüde aşkınlaşmasını (köleleşmeyi) ima eden bildik hikayedir.
Hasılı, (A)klın aşkın muhtariyeti çok eski bir hikâyedir, Aydınlanma ile daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Olması gereken olmuştur. Dindarların böyle bir muhtariyetle bağdaşma şansı yoktur (olmamalıdır); çünkü bilimi dünyayı ruhsuzlaştırarak geliştiren aşırı laik (A)kıl henüz tövbe etmemiştir. Evrensel bir sentez, ancak bu seküler tövbeden, yol açtığı felaketler, işgüzarlıklar, terakki kamuflajı ardında yaratılan cehennemlerden ötürü bir yüzleşme yaptıktan sonra mümkün olabilecektir.
Bir bilim, kültür tövbesi yaşanmadan, hem dindar olmak, hem de o dünyanın ölçütlerinde saygınlık aramak doğru bir tanıklık olmadığı gibi, özün erozyonu anlamına gelir. Bu çabanın sonucu bazen koloni aydını, bazen de IŞİD şeklinde tezahür eder. Ama formu ne olursa olsun, sürekli olarak savaştığı şeyi güçlendirir.
Sorun bilim, akıl vs. değil, bunların yanlış işlevselleşmiş olmasında. Sorun, aklın ve ruhun birbirine rakip olduğuna, düşman veya en azından aralarında bir ast/üst ilişkisi bulunduğuna dair yanlış çıkarımdır.
Anlamın içi boşalmıştır. Onu doldurmak için hem (a)kla hem de ruha ihtiyaç var.
Bunca laf kalabalığının özü budur.

Markar Eseyan
Devamını Oku »

Ebu Hanife; Eleştirenlere Cevabı

Bir defa Irak vaizi ve halk arasında pek itibarlı olan Hasan-ı Basrî'nin fetva vermiş olduğu bir meseleyi münakaşa yaparken:

  • Hasan-ı Basrî bu meselede yanılmış, dedi.

Adamın biri küstahça söze karışarak:

  • Ey îbn zaniye, sen mi Hasan hata etti diyorsun? dedi.

Ebû Hanîfe'nin ne rengi bozuldu, ne yüzü değişti. Çünkü âcizler kızar.

  • Evet, vallah Hasan hata etti ve Abdullah b. Mes’ud doğru söyledi. Allah ondan razı olsun, şöyle derdi: "Yâ Rab kimin ona gönlü darsa,bizim kalbimizde ona geniş geniş yer var."

 Onun bu sükûneti ve böyle geniş gönüllülük göstermesi,donuk his ve zayıf duygudan ileri geliyor değildi. O hassas bir yürek,duygulu bir kalp taşıyordu. Nezaketi bir an elden bırakmıyordu.Münazara yaptığı kimselerden ona:’’Ey Bidatçi,ya zındık !’’dedi.

  • Allah seni affetsin, benim böyle olmadığımı Allah bilir. Çünkü ben Allah'ımı tanıyalıberi ondan bir lâhza bile ayrılmadım. Yalnız Allah’ın affını dilerim, ancak 0nun ikabından korkarım, Ve ıkab kelimesini söy­lerken gözlerinden yaşlar boşandı.

Adam hatasını anladı ve;

Beni bu dediğim sözden dolayı bağışla, diye yalvardı.

O da:

  • Cahillerden benim hakkımda bilmeyerek bir şey söyleyenlerin hep­sini bağışladım .İlim erbabından her kim bende olmayan bir seyi benim hakkımda söylerse işte onun başı dara gelsin.Zira ulemanın gıybeti arkalarından iz bırakır.

Muhammed Ebu Zehra,Ebu Hanife
Devamını Oku »

Otuz Yıl İstiğfar Ettiren Bir Söz

Ariflerden Seri Sekati (k.s) der ki:

"Bir olay üzerine bir kere 'Elhamdülillah' dedim; tam otuz yıl bu sözden dolayı istiğfar ediyor,Allah'tan affımı istiyorum.Bu şöyle oldu:

Bir gece,içinde benin dükkanımın da bulunduğu çarşıda yangın çıktı.Bana,'dükkanın yandı ' diye bir haber ulaştı.Hemen gece yarısı dışarı çıkıp olayı öğrenmek istedim.Yolda bir grup insanla karşılaştım,olay yerinden gelenler bana,

Ey Ebu Hasan,'bir çok insanın dükkanı yandı,ama seninki yanmadı' dediler.Bunun üzerine ben de, "Elhamdülillah,dükkanım kurtuldu"dedim.

Sonra biraz düşündüm,hata ettiğimi anladım."Ben,diğer mümin kardeşlerimin mallarının yandığı bir yangında kendi malımın kurtulmasına sevinip nasıl olurda 'elhamdülillah' derim ."diye çok üzüldüm.Bunun bir keffareti olsun diye dükkanda ne varsa hepsini fakirlere dağıttım ve sonra pazarı terk ettim.

Büyük arif Ebu Talib-i Mekki (k.s) der ki:

'Allah Teala,Seri Sakati'nin (k.s) bu samimi niyeti ve güzel ahlakının karşılığını verdi;onun gönlünü dünyadan çekti,kendi muhabbetiyle doldurdu,onu muhabbet makamına yükseltti.Onu bu şekilde nefsinin kendini düşünmesine razı olmaması sebebiyle,ilahi rıza makamına ulaştırdı.'

Kuşeyri,Kuşeyri Risalesi,syf;75

Dilaver Selvi,Ateşin Yakamadığı Aşık
Devamını Oku »