Hz.Peygamber'in Gayb'den Haber Vermesi,Kurana Aykırı Mı ?



Özellikle günümüzde Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğine, dolayı­sıyla gaybdan haber veren hadîslerin uydurma olduğuna dair bir­takım iddialar vardır. Bu iddia sahipleri Kur’ân’a parçacı yaklaşmakta, âyetleri bir bütün içerisinde değerlendirememektedir. Şöyle ki:

Şu bir gerçek ki, Kur’ân’da Hz. Peygamber’in gaybı bilmediğini ifa­de eden âyetler vardır: “Ben size ‘Allah'ın hâzineleri benim yanımdadır’, demiyorum, gaybı da bilmem’’ Bununla birlikte Allah’ın, razı olduğu elçilerine gaybı bildirdiğini gösteren âyetler de bulunmaktadır: “Allâh gayb bilgisini kimseye göstermez, ancak razı olduğu elçiye gös­terir” O halde iki âyetin uygun bir te’vîlini yapmak durumundayız. Birinci âyet aslında Hz. Peygamber’in kendiliğinden gaybı bilemeyece­ğini vurgulamaktadır. İkinci âyet ise Allâh’ın dilediği elçisine gaybını bildirebileceğini ifade etmektedir. Âyetler bu şekile anlaşılırsa arala­rındaki zahiri teâruz da ortadan kalkar.

Hz. Peygamber in, gayb bilgisine Allâh’ın izniyle muttali olması mümkün olsa da onu her an her yönüyle gaybı bilen bir peygamber olarak telakki etmek zordur. Mevdûdî’nin dediği gibi, halk arasında­ki peygamberlerin olmuş olacak her şeyi bildiği, Allâh’ın onlara gayb ilminin hepsini verdiği” şeklindeki kanaatler yanlıştır şeklindeki düşünce de isabetli değildir. Hz. Peygamber’e gayb alemi hakkında pek çok bilgi verilmişse de, bunlar ümmetine bildirmemişti. Ama bununla birlikte “peygamberlerin gayb hakkındaki bilgisi, diğer insanların bil­mesi gerektiği kadardır” metine bildirilmemişti. Nitekim bir hadîsinde Hz. Peygamber, “Yemin ederim ki, benim bildiklerimi bilseydiniz, çok ağlar az güler­diniz.”(Buhari,Rikak,27) buyurmuştur. 

Mevdûdî, peygamberlerin diğer insanlardan daha fazla gayb bilgisine sahip olduğuna dair aklî deliller de sunmuş­tur. Ona göre genelde insanlar gayba îmân etmeye ihtiyaçları olduğu kadar, gayba îmânda kalpleri tatmin olsun diye konuyla ilgili bilgiye de ihtiyaçları vardır. Bu durumda peygamberlerin görevlerini yerine getirebilmeleri için diğer insanlardan daha fazla şey bilmeleri gerekir. Nasıl ki, bir devlet idaresinde başbakan, bakanlar, valiler devletin ba­zı özel tutum ve politikasını bilir de halkın bunları bilmesi ülkeye fay­da yerine zarar getirirse, madde ötesi alemle ilgili bilgilerin bilinme­si de böyledir. Bunları da sadece Allâh’ın has kulları ve peygamber­leri bilebilir, diğer insanlar ise bundan habersizdirler. Bu gayb bilgisi, peygamberlere görevlerini yerine getirmede yardımcı olur. Fakat ge­nel olarak diğer insanlar bu bilgileri bilmeye mecbur değildir. Son ola­rak şu söylenebilir: Peygamberlerin gayb bilgisi, Allâh’ın bilgisinden az, diğer insanların bilgisinden çoktur. Bunu ölçmek için ise elimizde herhangi bir ölçek yoktur.

Sonuç olarak söylemek gerekirse;
Allâh Resûlu gaybdan çok şeyi biliyordur. Bildikleri içerisinden bir kısmım bize açıklamıştır. Benzet­mek doğru ise, devlet yönetiminde olanlar da diğer insanlara nazaran çok şey bilirler, fakat her bildiklerini halkla paylaşmazlar. Bildikleri­nin bir kısmını halka açarlar.

Burada bir görüşe daha dikkat çekmekte fayda vardır. Buna göre Kur’ân, açıkça Resülullâh da dâhil kimsenin geleceği bilemeyeceğini söyler. Efendimiz de bunu tekrarlar. (Osman b. Maz’un’un hanımına “Vallahi yarın bana ne yapılacağını bile bilmiyorum” sözünü hatırla­yalım) Kıyâmete, onun alametlerine dair hadîsler Rasûlullah’ın bir tür tahminleri ve bu konudaki nasları ve olayları “okumalarıdır. Ve efen­dimizin okumaları bizim için çok değerlidir. Kehanet ve gelecekten ha­ber olarak değerlendirilmemelidirler.

Gaybî haberleri sadece tahmin ve okuma (yorum) olarak değer­lendirmek isabetli değildir. Bu görüş, bir açıdan, ilgili hadîsleri kabul eder gibi görünmekte, ama manayı saptırmaktadır. Elbette muhteme­len gaybla ilgili hadîsler içinde uyarı, teşvik, bazı şeyleri sezme kabilin­den olanlar vardır. Ama bilfiil ne olacağını ifade eden hadîsler de söz konusudur. Hatta uyarı ve teşviklerin dahi bir bilgiye dayandığını söy­lemek mümkündür. Şayet Allâh’ın Hz. Peygamber’e gaybından bir şey­ler bildirmesi mümkünse hadîsler yoluyla bize ulaşan gayb haberlerin­de yadırganacak bir şey yok demektir.

Aslında konu, bir açıdan, Hz. Peygamber’in Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy alıp alamayacağı meselesiyle de ilişkilidir. Başka çalışma­larımızda konuyu detaylı ele aldığımızdan, şu kadarını söyleyebiliriz ki, Hz. Peygamber Kur’ân dışında Allâh’tan vahiy almıştır. Buna Al­lah Resûlüyle bir şekilde iletişim kurdu, kalbine ilka etti de diyebiliriz. Gaybî bilgilerin hepsi, bu tür vahye dahil olmaktadır.



Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler





Devamını Oku »

Hz.İsa Nüzulu Kuran'a Aykırı mı ?



Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (a.s.) şöyle bu- yurdu: “Hayatım elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Meryem’in oğlunun aranıza âdil bir hakem olarak inip haçı kırması, domuzu öt dürmesi ve cizyeyi kaldırması yakındır. O zaman mal öyle çoğalacak ki, kimse kabul etmeyecek.”

Konuyla ilgili pek çok rivâyet vardır. Klasik görüşe göre mütevâtir olduğu malumdur.

Önce Hz. îsâ’nın nüzûlüne yapılan itirazları belirtelim:

a-
Hz. Isâ’nın refiyle ilgili Kur’ân’da açık bir nas yoktur.

b-Nüzûlü hakkında da sarih bir nas yoktur. Bu, Hristiyanlam inancıdır.

c-Konuyla ilgili hadîsler mütevatir değildir. Bunlarla akîde oluşmaz. Bunlar âhad hadîstir. Metinleri muztarib; manaları münker ve çoğunun râvîleri zayıftır.

d-Hz. îsâ’nın ruh ve bedeniyle diri olduğuna inanmak zorunlu bir şey değildir. Buna muhalefet eden kâfir olmaz.

Şimdi bunları değerlendirelim.

a
-Hz. îsâ’nın ref’ine dair Kur’ân’da deliller vardır.

“Hani Allâh şöyle buyurmuştu: “Ey Isâ! Şüphesiz, senin hayatı­na ben son vereceğim. Seni kendime yükselteceğim. Seni inkâr eden­lerden kurtararak temizleyeceğim ve sana uyanları kıyâmete kadar küf­re sapanların üstünde tutacağım. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır. Ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.”(al-i imran,55)

Kahir ekseriyetin görüşü burada “dönüşünüz eveffâ”dan maksadın uyku ol­duğu yönündedir. Yani “Seni uyutacağım ve kendime yükselteceğim.” Katâde’ye göre âyette takdîm-te’hîr vardır. Yani “Seni kendime yüksel­teceğim ve (nüzûlden sonra) öldüreceğim.” Katâde, “teveffâ”yı ölüm anlamında değerlendirmiş, âyete de böyle mana vermiş. Doğrusu bu­na hiç gerek yoktur. Tevaffanın uykudaki gibi bir ölüm anlamına gel­diği söylenebilir.

“Vefât” kelimesi “Ölüm” ve “uyku” manasında kullanılır. Kur’ân’da şöyle geçer: “O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyu­tan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz ta­mamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır) ”(en’am,6)Diğer âyet şöyledir: “Ama gerçek koruyucu Allâh, insanların ruhları­nı Ölümleri ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için ala­cak ibretler vardır.”(zümer,42) Bu sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, vermediği rûhu âyetlerde “teveffâ”, uyku anlamındadır. Uy­ku hâli, ölüme benzemektedir. Bu durum teveffâ/vefât kelimesiyle ifa­de edilmiştir. Kur’ân’ın bu dilsel yapısı malumdur. Bir kelime yeri gel­diğinde 4-5 anlamda kullanılır. Nasıl ki, tevaffa burada uyku manasına geliyor, Hz. ısâ örneğinde de uyku anlamına gelmektedir.

“Oysa onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara öyle göste­rildi. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler, bu konuda kesin bir şüphe içindedirler. O hususta hiçbir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyork, Onu kesin olarak öldürmediler. Fakat Allah onu kendisine yükseltmiştir. Allâh, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir ,”(Nisa,157-158) Bu âyet oldukça açıktır, Allâh Hz. îsâ’yı diri olarak katma yükseltmiştir. Hz. İsâ yeryüzünde ölüp defnedilmiş olsaydı ve ref ile maksat onun ruh/makamının yükseltimesi kastedilseydi, öldürme ve asmayı nefyederken kar­şıtı olarak ref in kullanılması herhalde hoş olmazdı. Zira öldürülme meşinin ve asılmamasının karşıtı diri olarak ref edilmesidir, ölmesi de­ğil. 

Aksi olsaydı, yani ölseydi, Allâh şöyle buyururdu: '‘Onu öldürmediler ve asmadılar. Bilakis, onu biz öldürdük.” Âyetten sadece ruhun refi nasıl çıkarılabilir! Allâh, onu öldürdükleri veya astıkları iddiala­rını boşa çıkarmak, iptal etmek için ref kelimesini kullanmıştır. Sade­ce ruhun ref i, öldürme ve asma iddialarını iptal etmez ki! Bir insan öl­dürülmüş veya asılmış olmakla birlikte ruhu Allah a yükselebilir. Ama âyet özellikle öldürülmediğini ve aşılmadığını vurgulamakta ve ardın­dan ref kelimesini kullanmaktadır. Burada ref ancak diri olarak yük­seltilmesi anlamına gelir.

Bunlarla birlikte Hz. îsâ’nın nüzûlüne delâlet eden âyetler de var­dır. Şöyle ki:

1
-“O, beşikte de, yetişkin çağtnda da insanlarla konuşacak, silik­lerden olacaktır,”(al-i İmran,46)

“Ey Meryem oğlu îsâ! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nime­timi düşün. Hani, seni Rûhu’l-Kuds (Cebrâîl) ile desteklemiştim. Beşik­te iken de, yetişkin iken de insanlara konuşuyordun.’’

Âyette geçen “kehlen” kelimesi, kendinden önceki zarfın mutealıkına ma’tuftur. Dolayısıyla onun hükmüne dahil olur. Bu durumda mana şöyle takdir edilir: “İnsanlarla beşikte bebekken ve yetişkin ola­rak konuşacaksın.” Hz. îsâ’nın bebekken insanlarla konuşması açık bir mucizedir. Yetişkinken de konuşması böyle olmalıdır. Ancak bir insanın yetişkin, orta yaşlarında insanlarla konuşması alışılmış bir şeydir, muci­ze değildir. Bununla birlikte orta yaşlarda konuşması da bebekken konuşması gibi mucize olması gerekir. Bu mucize de tam orta yaşlarında göğe yükseltilmesi, kıyamete yakın nüzûlü ve insanlarla konuşmasıyla gerçekleşebilir. Muhaddis ve tarihçilerin çoğunluğu Hz. îsâ’nın 33 ya­şında ref edildiğini kabul etmiştir.

2-“îsâ, sadece, kendisine nimet verdiğimiz ve Isrâiloğulları’na ör­nek kıldığımız bir kuldur. Eğer dileseydik, içinizden yeryüzünde sizin yerinize geçecek melekler yaratırdık. Şüphesiz o Kıyâmetin (kopacağı­nın) bir bilgisidir. (Ve innehu le-ilmun li’s-sâ’a) Artık onun hakkında as­la şüphe etmeyin, bana uyun, bu doğru bir yoldur.’’(Zuhruf,58-60)

Âyette geçen “innehu”daki “hu” zamirinin Hz. îsâ’ya raci olma­sı en uygun olanıdır. Zira bir üstteki âyet, bunu desteklemektedir. Bu durumda onun nüzûlü kıyâmetin emarelerinden olur. Başka bir oku­yuş da bu anlamı te’yid eder: “Ve innehu le-alemun li’s-sâ’a.” Yani Hz. îsâ, kıyâmetin gerçekleşmesinin alamet ve delilidir.

3-“Ehl-i Kitâb’dan her biri, ölümünden önce ona muhakkak îmân edecektir. Kıyâmet gününde de o, onlara şâhid olacaktır.”

Burada “kable mevtihi” ifadesinde geçen zamirle ilgili olarak iki ihtimal vardır:

1-
Hz. Isâ’nın ölümünden önce.

2-Ehl-i Kitâb olan insanlar ölmeden önce.

Taberî’nin ve çoğu müfessirin sahih kabul ettiği tevîl şöyledir: “Ehl-i Kitâb, muhakkak îsâ ölmeden önce ona inanacaktır.”

b-Hz. îsâ’nın nüzûlü ile ilgili hadîslerin mütevâtir olmadığı iddia­sına gelince; bu, doğru değildir. Bu hadîsler, pek çok sahabîden nakledilmiş ve manen tevâtür oluşmuştur. Ancak âhad olsa bile sıhhati sabit olduktan sonra ona inanmak gerekir. Zira bu ha­dîsler, kalpte bilgi ve itminan hâsıl edecek dereceye ulaşmıştır.

c-Metinlerin muztarib olduğu iddiası ise doğru değildir. Konuy­la alakalı bazı hadîslerde ayrıntı; bazısında ihtîsâr olabilir. Bu, onların muztarib olduğu anlamına gelmez. Ümmet, hadîslerin delâlet ettiği Hz. îsâ nın nüzûlü konusunda ittifak sağlamıştır .

d-Hz. Isâ’nın nüzûlüyle ilgili hadîslerin inkârına gelince; bazılarına göre bu durum, insanı kâfir kılar; bazılarına göre ise kâfir kılmasa da bid’at ve dalâlet sahibi kılacağı âşikârdır. Bize göre de gerekçesiz inkâr eden kâfir olur; ancak bir te’ville (Kurana aykırı, İsrâiliyyât vb.) reddeden bid’at işlemiş olur.
Devamını Oku »

Şefaat Kuran'a Aykırı Mı ?



1. “Cehennemden bir topluluk, Muhammed’in (s.a.v.) şefaatiyle çıkar ve cennete girer. Ve onlar ‘cehennemlikler’ diye isimlen­dirilirler”.[1]

Enes b. Malik, Resûlullâh’ın (a.s.) şöyle buyurduğunu rivayet etti: " Bir kısım insanlar, kendilerine cehennem ateşi dokunduktan sonra si­yaha yakın kırmızı bir renkte oradan çıkıp cennete girecekler. Cennet ehli onlara ‘Cehennemlikler’ adını verecekler.”[2]

Bu hadis, şu ayete arz edilerek tenkîd edilmiştir: “Güzel davranan­lara hüsna (daha güzel karşılık), bir de ziyade/fazlası vardır. Onların yüz­lerine ne bir toz (kara leke) bulaşır, ne de bir zillet (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yunus, 26) Ayette cennet ehline toz anlamında kara leke bulaşmayacağı ifade edilmekte­dir. Hadiste ise siyaha yakın bir kırmızılık içinde olanların cennete dahil olacağı beyan edilmektedir.

Bunların arasında bir tenakuz yoktur. Ayette kara leke bulaşmayacak kimselerin “hesapsız doğrudan cennete girecek olanlar ile tartıları ağır gelip cennete dahil olanlar” olduğu anlaşılmaktadır. Üzerlerinde siyaha yakın leke bulunacak olanlar da böyle olmayan, yani sonradan cennete dahil olan müminlerdir. Ayetteki toz anlamındaki kara lekeyi mecazi olarak anlamak da mümkündür. Yani onların üzerinde hiç bir yorgunluk izi olmayacaktır.Alınları ak bir şe­kilde cennete gireceklerdir. Hadiste ise bu kişilerin hakiki olarak üzer­lerinde bir siyahlık olacağı ifade edilmektedir. Bu siyahlıkla tanınamayacaklar, ancak bu siyahlığın devam edip etmeyeceği hadislerde geçme­mektedir. Bunu en iyi bilecek olan Allah’tır.

2. “Şehîd, ev halkından yetmiş kişiye şefaat eder”.[3]

3. “Kıyâmet günü şu üç grup insan şefaatçi olacaktır: Peygamber­ler, âlimler ve şehîdler”.[4]

4. “Her Nebinin bir duası vardır. Ben ise ümmetime kıyamet gü­nü şefaat etmek üzere duamı geciktirmek istiyorum”.[5]

5. “Nebîler, melekler ve mü’minler şefaat eder. Bundan sonra Cebbâr olan Allah: ‘Geriye benim şefaatim kaldı’ der ve cehennem­den bir avuç alır ve böylece orada yanmış olan bazı toplulukla­rı çıkarır. Sonra onlar cennetin önlerindeki hayat suyu denilen bir ırmağa bırakılırlar”.[6]

6. “Kıyâmet gününde şefaatimle en ziyade mesut olacak kimse, kalbinden halis bir şekilde ‘Allâh’tan başka ilah yoktur’ diyen kimsedir”.[7]

7. “Kur’ân okuyun, çünkü o kıyamet günü okuyucusuna şefaat eder...”.[8]

8. Enes’den: “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahipleri­ne aittir”.[9] Tirmizî’ye göre hasen-sahih-garibdir. Tirmizî aynı hadisi Câbir’den nakleder ve hakkında “bu tarikten hasen-garibdir” der. Elbânî, bu hadis hakkında şöyle der: “Hadîs -gö­rüşleriyle mağrur olanların ve hevasına ittiba edenlerin hilâfı­na- sahîhdir”.[10] İlave olarak şunu söyleyelim: Elbânî, bu hadî­se aslında “bid’at sahibi hariç ümmetime şefaatim helâldir” rivayetini naklettikten sonra değinmiştir. “Bid’at sahibi...” şeklin­deki hadisin münker olduğunu belirttikten sonra ayrıca metni­nin “Benim şefaatim, ümmetimin büyük günah sahiplerine ait­tir” hadisine muhalif olduğunu belirtmiştir.

Şefaat meselesi, tarihte olduğu gibi günümüzde de tartışılan konulardan biridir.

Bu konuda iki görüş ortaya çıkmıştır:

1.
Şefaat diye bir şey yoktur. Çünkü bu, torpil ve iltimas anlamına gelir. En küçük detaylara varıncaya kadar adaletin gerçekleştirile­ceği kıyamet gününde böyle bir torpil uygulaması Allâh’ın adaletine uygun düşmez. Haricîlerin ve Mu’tezile’den bazılarının ileri sürdüğü bu görüşün delili, daha ziyade akıl ve mantıktır. Kur’ân-ı Kerîm’deki; “Şefâatçilerin şefaati onlara fayda vermez”[11] ayeti ile buna benzer ayetler de bu görüşe delil olarak gösterilir.

2
. İslâm ulemasının çok büyük ekseriyetine göre ise şefaat vardır.Yu­karıdaki ayet ise, kâfirler hakkında ve onların asla cehennemden çıkarılmayacağı anlamındadır. Halbuki şefaat, sadece mü’minler için söz konusudur. Kâfirlerin şefaat yoluyla cehennemden çıka­rılması mümkün değildir. Ama Ebu Tâlib örneğinde olduğu gibi bazı kâfirlerin cehennemdeki azabının hafifletilmesi ise mümkün­dür. Cehennemdeki bütün kâfirlerin aynı derecede ceza görece­ğini iddia etmek doğru olmaz. Dünyada inkâr ve isyan açısından farklı oldukları gibi, ahirette de ceza itibariyle farklı olacaklardır. Şefaat konusundaki rivayetler, tevatür seviyesine varacak derecede bir yoğunluğa sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de de buna delalet eden ayetler bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını kaydedelim:

Bakara Sûresi’nde; “O’nun izni olmadan, huzurunda kim şefaat edebilir?”[12] buyurulmaktadır. Bu cümle, Allâh’ın izni dâhilinde şefaatin mümkün olacağı­nı ifade etmektedir. Enbiya Sûresi’nde;
“Onlar (Peygamberler), Allâh’ın hoşnut olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” Bu cümle de, Allâh’m hoşnut olduğu kişilere Peygamberlerin şefaat edeceklerini göstermektedir.

Yunus Sûresi’nde de; “O’nun izni olmadıkça şefaat edecek kimse yoktur” buyurulur.
Gafir Sûresi’nde; “Zâlimler için o gün ne bir dost vardır, ne de sözü dinlenen bir şefaatçi!” buyurulur. Birçok ayette geçen “onların dostu ve şefaatçisi olmayacak” anlamındaki cümle ile, zalimlerin, yani kâfirlerin kas­tedildiği bu ayette açıkça belirtilmektedir. “Sözü dinlenen bir şefâatçi”nin kâfirler için olmaması, mü’minler için de olmayacağı anlamı­na gelmez. Bu ayetlerin, özellikle müşriklerin, putların Allah katında şefaatçi olacakları şeklindeki inançları ile birlikte düşünülmesi gere­kir.

Nitekim “Onlar Allâh’ı bırakıyorlar da, kendilerine fayda ve za­rar veremeyecek olan şeylere (putlara) tapıyorlar ve; ‘Bunlar Allah katında bizim şefâatçilerimizdir’ diyorlar” (Yunus 18) ayetinde bu husus açık­ça belirtilmektedir. İşte “şefâatçi yoktur” anlamındaki ayetler, daha çok, müşriklerin bu inançları ile alakalıdır. Başka bir ayette de; “On­lar, Allâh’a ortak koştukları varlıkların hiç birinden şefaat göremeye­ceklerdir. O gün onlar ortak koştukları varlıklara da küfredecekler” (Rum 13) buyurulmaktadır. Meryem Sûresi’nde de; “O gün Rahmân’ın nezdinde bir ahd (söz) almış olanlardan başka­ları şefaat etmeye malik olamayacaklar” buyurulmaktadır. Bu ifâ­de de bazı kişilerin şefaat etme yetkisine sahip olacaklarını göster­mektedir.

Tâhâ Sûresi’nde de; “O gün ancak Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kişiye şefaat fayda verecek” buyurulur.

Sebe’ Sûresi’nde de; “Allâh katında, kendisinin izin verdiklerinin dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez”[13] buyurulur.

Zuhruf Sûresi’ndeki;“Onların Allâh’tan başka taptıkları varlıklar, o gün şefaat etme gücüne sahip olamazlar; yalnız bilerek Hakka şâhidlik edenler müstesna!”[14] Ayeti de, daha öncekiler gibi, şefaat konusunda bazı kişilerin istisnâî bir yetkiye sahip kılınacağı belirtilmektedir. Nihayet Necm Sûresi’nde de; “Göklerde ne kadar çok melek olsa da, onların şefaati kimseye en ufak bir fayda sağlamayacaktır; yalnız Allâh’m dilediği ve razı olduğu kişiler için şefaat etmeleri müstesna!”[15] buyurulmaktadır. Bütün bu ayetler, şefaatin var olduğunu göstermektedir. Yüce Allah, bazı kişilere, kendilerinden razı olduğu bazı kişiler için şefaat yetkisi verecek ve onların, izin verdiği o kişiler hakkındaki şefaatlerini ka­bul buyuracaktır. İlave etmek gerekir ki, Peygamberler dahil hiç kim­senin, şartsız ve izinsiz şefaat etme hakkı olamaz. Çünkü Allâh’ın izni olmadan kimse kimseye şefaat edemez. Kendisine şefaat izni verilen kişi de, sadece Allâh’m affetmeyi istediği kişilere şefaat edebilir. Onlara verilen şefaat hakkı veya yetkisi de, sadece Allâh’ın o günahkârları bağışlamasının bir ifadesidir.

Müminlere şefaatin olmayacağını ifade eden Bakara, 254 ayetini nasıl anlamalıyız?
Müfessirlerle muhaddislerin ekserisine göre İsrâ Sûresi’ndeki; “Gecenin bir kısmında nafile olarak namaz kıl! Böylelikle belki Rabbin se­ni ‘Makâm-ı Mahmûd’a yükseltir” ayetinde geçen “Makâm-ı Mahmud”dan, yani hamd ve övgü makamından maksat, Hz. Peygamber’e verilen şefaat yetkisidir. Bu konuda İbn Abbas, Ebu Hureyre, Sa’d b. Ebî Vakkâs’tan gelen rivayetler vardır. Mücâhid ve Hasan el-Basri de aynı kanaattedirler.[16] Burada mü’minlere şefaatin olmayacağını gösteren bir ayet üzerin­de durmak istiyoruz. Allah şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Kendisin­de hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefaatin bulunmadığı bir gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan Allah yolunda harcayın. Kâfirlere gelince, onlar zalimlerdir.” (Bakara, 254) Bu ayet, zahiriyle açık olarak mü’minlere şefaatin olmadığını orta­ya koymaktadır. Bununla birlikte buradan mü’minlere ahirette şefaatin olmayacağı sonucuna varılırsa bunun diğer ayetlerle çelişeceği açıktır.

O zaman, nasıl bir metot takip etmeliyiz? Bu kadar ayeti ve bir o ka­dar hadisi birbiriyle çelişmeyecek tarzda nasıl anlayabiliriz? 

Önce ayet ve hadislerden ortaya çıkan tabloyu netleştirelim:

1.
Allah, şirk dışında, günahları dilerse bağışlayabileceğim, dilerse azap edebileceğini beyan etmektedir.

2. Pek çok ayette şefaatin olmadığı vurgulanmaktadır. Bu ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında müşriklerin şefaat inancına red diye niteliği taşıdığı açıkça anlaşılmaktadır.

3. Pek çok ayette Allâh’ın şefaat izin ve yetkisinin olduğu vurgulan­makta; razı olduğu kullarına bu izni vereceği ifade edilmektedir.

4. Bunlara paralel olarak pek çok hadiste şefaatin varlığı ortaya konmaktadır.

5. Bir ayette açıkça mü’minlere şefaat olmayacağı beyan edilmek­tedir.

Bu tabloya bakıldığında, Bakara Sûresi’nin mezkûr ayeti hariç, ayet ve hadisler birbiriyle uyum içindedir. Tabii şefaati reddeden pek çok ayetin müşriklerle ilgili olduğunu kabul ettiğimiz için onları dışarıda tutuyoruz.Geriye bir ayet kalmaktadır. Şimdi bu tek ayet mi esas alı­nıp diğer ayetleri zahirinin dışında yorumlamalıyız, yoksa pek çok ayet ve hadisi mi esas alıp bu tek ayeti te’vîl etmeliyiz? Usul geleneğine bağlı kalmamız gerekirse bu tek ayetin te’vîl edilmesi gerekmektedir. Bu­na göre aslında bu ayette mü’minlerin şefaate nail olmayacağı kastedilmemektedir. Peki ne kastedilmektedir? Ayet, şu kastediliyor gibidir:

“Ey inananlar! Müşrikler, putlardan medet umarak sorumlulukları­nı unutuverdiler. Putların onlara şefaat edeceğini zannettiler. Oysa biz putlara böyle bir yetki vermedik. Sizler de bazı kulların ben yetki ver­meden kendiliğinden şefaat edeceklerini sakın zannetmeyin. Benim iz­nim olmadan hiçbir kul şefaat edemez. Dolayısıyla, kullardan bir bek­lenti içine girmeyin. Kesinlikle böyle bir şey yoktur. Siz, salih amel iş­lemeye ve razı olunan kul olmaya bakın”.

Ayeti bu çerçevede ve bu vurgu içerisinde anlarsak bundan mü’minlere şefaat olmayacağı çıkmaz. Zira ayetin vurgusu başkadır. Ayetin vurgusu, şefaatin zor bir mesele olduğunadır. Şefaati hak etmenin ko­lay olmadığınadır. Bununla birlikte yine de her şeyi zerre miktarınca hesap edip takdir edecek olan Allâh’tır. Allâh’ın rahmetinden de ümit kesilmemelidir. Allah dilerse böyle kullara azap eder, dilerse onları af­feder. Kullara düşen, salih amel işlemektir. 

En başta kaydettiğimiz hadisleri göz önünde bulundurursak, şu noktaların ortaya çıktığını görürüz:

a.
Şefaatin bazı sınırları, kayıtları vardır. Müşrik ve kâfire, ayrıca münafığa asla şefaat yoktur. Onların şefaatle cehennemden çı­karılmasına vesile olma, bahis mevzusu değildir.

b. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Bugün herkes müslümanım diyor, ancak her türlü günahı işliyor; bunlar sadece kimlik müslümanı!”. Günahların îmânı zedelediği açıktır. Ama bunlar îmâ­nı ortadan kaldırmaz. Kalbinde zerre kadar ama gerçek bir îmân bulunan insan mümindir. Fakat biz kimde, ne kadar îmân vardır, bilemeyiz. Kimin îmânı gerçek, kimin değil bilemeyiz. Buna ka­rar verecek olan Allâh’dır. Şefaate gerçekten nail olacak olanları kıyamet günü belirleyecek olan O’dur. 

Bu, şuna benzer: Hadiste geçtiği gibi âlimler de şehidler de şefaatçi olacaktır. Şimdi ilim­le uğraşan, ama insanları yanlış yönlendiren kişiler var; ilmi baş­ka amaçlar uğruna kullanan kimseler var vs. Buna bakıp “âlim­ler nasıl şefaatçi olur!” denemez. Kim gerçek âlim kim değil, bi­lemeyiz. Bunun nihai kararını verecek olan Allâh’dır ve O’nun izin verdiği kimse gerçek bir âlim olarak şefaatte bulunacaktır.

c. Şefaat olgusu, Hz. Peygamber’le sınırlı değil. Belki ona ait ola­nı, en özel olanıdır. Diğer peygamberler, âlimler, şehidler ve Kur’ân, şefaatte bulunacaktır.

d. Büyük günah işleyenler de şefaatten yararlanacaktır.

e. Hz. Peygamber’in şefaatinin de bazı türleri vardır. Hz. Peygam­ber, bulundukları konumun korkusundan kurtarmak suretiyle çeşitli şekillerde insanlara şefaat eder. Mesela, azaplarını hafif­letmek amacıyla bazı kâfirlere şefaat eder. Ebu Tâlib olgusu böyledir. Bazı mü’minlere cehenneme girdikten sonra çıkarmak su­retiyle şefaat eder. Bazılarına da cehenneme girmeleri gerektiği halde girmemeleri için şefaat eder. Bazılarına hesap sualsiz cen­nete sokmak süreriyle; bazılarına da cennetteki dereceleri yük­seltmek amacıyla şefaat eder. Bunların hepsi, şefaatle mutlu ol­mak konusunda ortaktır. Bununla birlikte, şefaatle en mutlu olanlar, ihlâslı mü’minlerdir”.[17]

f. Şefaat, mutlak, sınırsız, her hâlukârda, her şartta geçerli bir ta­lep değildir. Bunu sınırlayan şeyler var. Onlardan biri de kul haklarıdır. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Ne mutlu o kimse­ye ki, haksızlık yaptığı kardeşiyle kıyamet günü gelmezden ön­ce bu dünyada iken helalleşir! Zira orada ne dinar ne de dirhem vardır. Haksızlık yapanın sevabı varsa yapılan haksızlık kadarı alınıp haklıya verilir; şayet sevabı yoksa hak sahibinin günahla­rından alınarak haksıza yüklenir”.[18] Bu hadiste mü’minler uyarılıyor. Kul haklarının şefaat konusuna dahil olmadığı anlaşılıyor. Zaten Allah Teâlâ’nın kul hakkı dışında her türlü günahı affedebileceği biliniyor.

Şefaatin temel mantığı Allâh’ın rahmeti ve mağfiretidir. Bunu şöy­le açıklayalım: Varlık düzeninde etkili olan ilke rahmettir, mutluluktur, kurtuluştur. İlahî rahmet geneldir ve kapsayıcıdır. Gaybî yardımlar ve rahmani destekler, rahmetin gazabı geçişinin belirtilerindendir. Allâh’ın mağfireti ve günahları rahmet tecellileri ile giderişi, rahmet ve şefkatin gazaba üstünlüğünün bir diğer tanığıdır. Zira Allâh’ın rahmeti, gazabı­nı geçmiştir. İnsan mutluluğa ulaşmak için adım atsa ve çabalasa bile bu her zaman yeterli olmayabilir. Allâh’ın üstün ve büyük rahmeti vardır. Allah’ın rahmetini göz ardı ederek amele güvenmek ve onun sonucunda bir karşılık beklemek, mü’min inancına yakışmaz. Söz konusu İlahî rahmet, bütün varlıkları yetenekleri ölçüsünde kapsar. Bütün kurtuluşa erenlerin gerçek mutluluğa erişlerinde bu ilke etkili olmuştur. Kur’ân’da Kim o gün azaptan kurtulmuşsa Allah ona rahmet etmiştir”[19] buyrulu­yor. Demek ki rahmet olmasa kimse azaptan kurtulamaz. Allah Resulu ile kurtuluş için iki öğeye dikkat çekiyor: Amel ve Allâh’ın varlığa yönelen rahmeti...

İşte, şefaat, bu İlahî rahmetin tecellisi ile ilgilidir. Bu rah­metin tek sahibi Allâh’tır. Konu rahmetin gerçek sahibi açısından ele alı­nınca bu rahmet tecellisine “İlâhî mağfiret” adı verilir. Buna karşılık bu mağfiretin akış yolu, mecrası göz önüne alınırsa “şefâat” adı kullanılır. Şu halde, Allâh’ın mağfiretine nail olabilmek için hangi şartlar gerekiyorsa, bunlar şefaat için de geçerlidir. Akli açıdan mağfiretin tek şartı, ilgili ki­şinin mağfiret için gerekli yeteneği ve kabiliyeti haiz olmasıdır. Bir kimse Allâh’ın rahmetinden yoksun kalırsa, bu, Allâh’ın rahmetindeki sınırlılıktan dolayı değildir. Bu yoksunluğun sebebi, o kişinin mağfireti kabul yete­neği göstermemesidir. İlahî rahmet, sınırsız ve mutlaktır. Ancak, bu rah­met tecellisinin karşısında olanların kabul yetenekleri farklıdır. Bir kimse bu kabiliyetten tamamen yoksun olursa İlahî rahmetten hiçbir payı ola­maz. Şirk ve küfür böyledir. Bunlar, insanın mağfiret ile ilişkisini keserler.

Mağfiret ve şefaate erişebilmenin zorunlu şartı, Allâh’a îmândır; ancak bu da tek başına yeterli olmayabilir. Hiç kimse de şefaat ve mağfiretin gerçekleşmesi için gerekli bütün şartları kesin biçimde açıklayamaz. Bunun bilgisi sadece Allah katındadır. “Allâh, şirkin dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar”[20] buyrularak bir taraftan müjde verilirken diğer taraftan “dilediği kimse için” kaydı da getirilir. Ayrıca Onlar, Allah’ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler”[21] buyruluyor. Denilebilir ki, Kur’ân, şefaatin bütün şartlarını açıkça be­lirtmeyi münasip görmemiştir. Gönüllerin havf ve reca arasında kal­masını dilemiştir.[22]

Faruk Beşer’in ifadesiyle Hz. Peygamber (s.a.v.), ümmetine şefaat edecektir. Bu şefaat, onların durumuna göre farklı etkilerde olacaktır. Günahları az olanlar, bu şefaat sayesinde azaptan tamamen kurtulacak­lardır. Bazılarının da günahlarının yarısı, ya da daha azı veya daha fazlası silinecektir. Hatta büyük günah işleyenler dahi, eğer Allâh’a şirk koşmadan ölmüşlerse, bundan nasibini alacaklardır. Bunu şöyle de düşünebiliriz: Hapis cezalarına on yıllık bir indirim geldiğini varsayalım. Dokuz yıl ve daha aşağısı cezası kalanlar tamamen tahliye olurlar. Kırk yıl cezası olanların cezası ise otuz yıla düşer. Ama müebbet ceza alanlar bu indirimden yararlanamazlar. Allâh’a (cc) şirk koşarak ölenlerin cezası müebbettir. Dolayısıyla onlar bu şefaatten yararlanamazlar. Çünkü onlar zaten Hz. Peygamber’in ona icabet eden ümmetinden değillerdir.

Şefaat; ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik midir?

Bu noktada çoğu kez dile getirilen bir husus vardır: Şefaat; bir tür ayrıcalık gözetme, kayırmacılık, torpil ve adaletsizlik demek değil midir? Oysa burada doğru ile batıl olan şefaatin arasını iyi ayırt etmek gerekir. Gerçek şefaat, Allâh’tan başlar ve günahkâr kişiye ulaşır. Batıl anlamda şefaat anlayışında ise şefaat girişiminin günahkâr kişiden başladığı ve ara­cılar vasıtası ile Allâh’a ulaştığı sanılır. Gerçek şefaatte Allah, rahmet ve mağfiretini günahkâra eriştirebilmek için vesile, diğer bir deyişle şefaatçi tayin buyurmaktadır. Batıl şefaatte ise kendisine şefaat edileceği varsayılan kişi, diğer bir deyişle günahkâr, vesile ve aracıyı tayine kalkışmakta­dır. Dünyada örneklerine rastlanan batıl şefaatlerde suçlu kişi, şefaatçısını tayin eder. Gerçek şefaatte ise şefaatçi olan nebileri ve diğerlerini ve­sile kılan, tayin eden Allâh’tır. Diğer bir ifadeyle batıl şefaat anlayışında şefaat eden, günahkârın etkisindedir. Gerçek anlamı ile şefaatte ise durum aksinedir. Katında şefaat edilen Yüce Allah, şefaatçının şefaat etmesinde etkendir. Şefaatçi ancak O’nun iradesi ile günahkâr üzerinde etkili olur.[23]

Şefaat İtikadının Suistimali:

g. Son olarak şunu ifade edebiliriz. Günümüzde şefaat anlayışına karşı çıkışlarda pratikte görülen bazı olumsuz anlayışların etki­si vardır. Mesela, kişi şeyhinin eteğine yapışmakla kesin kurtu­lacağını düşünmektedir. Yine başkalarını da o şeyhe yapışmaya davet etmekte, onlara kesin kurtulacaklarını müjdelemektedir. Hatta ölen şeyhlerin türbesi ziyaret edilmekte, doğrudan onlar­dan şefaat beklenmektedir. Bu iş, farkında olmadan kişiyi kutsal­laştırmaya kadar varmaktadır. Ona bu yetkiyi kim verdi? Şefaatçi olduğunu nereden bilmektedir? Hele Kur’ân ve sünnete ittiba etme, cihâd ve emr-i bi’l-ma’rûf gibi konularda sıkıntılar var­sa ya da İslâm yanlış yorumlara tabi tutuluyorsa, böyle şefaat ve şefaatçi anlayışı şüpheleri kat be kat artırmaktadır. Tabii bu da şefaatin reddine sebep olmaktadır.

Bu red keyfiyeti, bir açıdan haklıdır. Ancak hadîslerde çerçevesi çizilen şefaat anlayışı böyle değildir. Yani papaza kızıp oruç bozmamak gerekir. Oysa gerçek şefaatte şefaat edecek olanı tayin edecek olan Allâh’tır. Peygam­berler bellidir. Kur’ân bellidir. Ancak, bunların kime şefaat ede­ceği çok açık değildir.Alimler şefaat edecektir. Ama hangi âlim bu belli değildir. O halde, dünyadayken falan âlim, şeyh vs. ke­sin şefaat edecek inancında olmak mümkün değildir. En fazla ya­pabileceğimiz şey, hüsn-i zanla hareket edip o insanlarla huku­kumuzu en güzel şekilde yaşamaktır. Sonuçta ahirette kimin pe­şinden gittiysek onunla birlikte haşrolacağız. Sâlih insanlarla bir­likte olmak elbette ahirette fayda verecektir.

Dediğimiz gibi ki­min salih amel işlediğini, kimin âlim kimin zâlim olduğunu hak­kıyla bilen Allâh’tır. Bize düşen zahire bakarak hüsn-i zanla ha­reket etmektir. Kur’ân ve sünneti yaşayan ulemâ saygıdeğerdir, fakat yine de falan kimse kesin şefaat eder düşüncesinde olmak güçtür. Şefaat beklemek için türbe ziyareti yapmak ise doğru de­ğildir. Türbeler, kabirler âhireti hatırlamak ve oradakilere duâ yapmak için gidilen yerler olmalıdır. Türbelere şefaat anlayışıy­la gitmenin şirke kapı arayabileceği noktalar var ki, çok dikkatli olunmalıdır. Türbede yatan kişiyi vesile kılmak ise başka bir şey­dir. Vesile kılmak için türbelere gitmeye de gerek yoktur. Tabii şunu da belirtelim ki, duâlarımızda vesile kılmak da şart değil­dir. Böyle yapanlar varsa da kimden istediklerini çok iyi bilme­lidirler. Onun için sağlam bir itikâda sahip olmak gerekir.[24]

Dipnotlar:

[1] Buhârî, Rikâk, 11.
[2] Buhârî, Rikâk, 51; Tevhîd, 25.
[3] Ebu Dâvûd, Cihâd, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 137.
[5] Buhârî, Tevhîd, 31.
[6] Buhârî, Tevhîd, 24.
[7] Buhârî, İlim, 33.
[8] Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn, 42.
[9] Tirmizî, Kıyâmet, 11; İbn Hanbel, Müsned, III, 213.
[10] Silsiletu’l-ahâdisi’z-zaîfe, hd. no. 209.
[11] Müddessir, 48.
[12] Bakara, 255.
[13] Sebe’, 23.
[14] Zuhruf, 86.
[15] Necm, 26.
[16] Bk. Kemal Sandıkçı-Muhsin Koçak, Câmi‘u’l-usûl Tercüme ve Şerhi, XVI, 693-697; Fahruddîn er-Râzî, Mu’tezile’nin şefâati reddederken kullandı­ğı delillerin ve ehl-i sünnetin bunlara verdiği cevapların hepsini tefsirinde kaydetmiştir. Bk. Tefsîr-i Kebîr, (çev.) II, 499-523.
[17] İbn Hacer, Fethu’l-bârî, I, 262.
[18] Tirmizî, Sıfatu’l-kıyâme, 2.
[19] En’âm, 16.
[20] Nisa, 116.
[21] Enbiya, 28.
[22] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 308-310.
[23] Mutahharî, Adl-i İlâhî, s. 310.
[24] Bkz. Yavuz Köktaş, Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri, s. 244-255.
***

ŞEFAAT HAK MIDIR? KİMLER NE ÖLÇÜDE ŞEFAAT EDEBİLİRLER, İZAH EDER MİSİNİZ?

Evet, şefaat haktır. Birçok ayet ve hadiste şefaatten bahsedilmekte ve böylece onun hakkaniyeti dile getirilmektedir. Yeri geldikçe bu ayet ve hadisleri zikredeceğiz. Biz şimdi önce, sorunun ikinci şıkkı olan “Kimler ne ölçüde şefaat edebilirler?” sorularını cevaplamakla mevzua başlamak istiyoruz. Zaten bu kısma verilecek cevap bir cihetle şefaatın hakkaniyetinin de izahı olacaktır.

Peygamberler, evliya asfiyâ ve şehîdler -derecelerine göre- Cenab-ı Hakk’ın onlara bahşettiği seviyede şefaat edebilirler ve edeceklerdir. Ancak, bu mevzuda da yine, zirve Allah Rasulü’dür. O ki fetanet-i azama sahiptir. Her Nebi kendisine bahşedilen sınırsız, fakat bir defaya mahsus şefaat hakkını dünyada kullanırken o, bunu ahirete saklamıştır.. ve ahirette “şefaat-ı uzmâ”nın sahibi olacaktır. Onun “hammâdun”, denilen ümmeti, “Livaül’hamd”in altında toplanacak ve “Makam-ı Mah-mud”un sahibi unvanıyla O’nun tarafından yapılacak şefaatte herkes payına düşenle şereflenecek ve kurtuluşa ereceklerdir.

Dünya fâni ve geçicidir. Burada çekilen sıkıntılar da bir cihetle işlenen günahlara kefaret sayılır. Ancak insanların perişan ve derbeder olacakları ve kendilerini kurtaracak yeni bir amele de fırsat bulamayacakları bir gün gelecektir -ki, biz ona ahiret diyoruz-işte o gün, Allah Resulü bütün insanlığı içine alan şefaatıyla ortaya çıkacak ve “en büyük şefaat” ma’nâsına “şefaat-ı uzmâ”sıyla şefaat edecektir. Elbette Allah Rasulü’nün şefaatının da bir sınırı vardır. Zaten, bütün şefaatlar ancak Cenab-ı Hakk’ın izni ve koyduğu ölçü nispetinde olacaktır ki “İzni olmadan katında hiç bir kimse şefaat edemez” mealindeki ayet de bize bunu anlatmaktadır (Bakara, 2/ 255).

Şefaat Edecek Olanlar Hissi Davranabilir Diye...

Bunun böyle olması da gayet tabii ve normaldir; zira, şefaat edecek olanlar da hissî davranabilir, ölçüyü kaçırabilir ve merhamet-i ilahîden fazla merhamet ileri sürmüş olabilir.. böylece de Rabb’e karşı sû-i edepte bulunmuş olabilir. Onun içindir ki, Allah (c.c.) bir mizan, ölçü ve denge vaz’etmiştir. Kim, kime ve ne ölçüde şefaat edebileceği bir takdire bağlanmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün icraatında bir adalet ve denge olduğu gibi, ahirette vereceği şefaat salahiyetinde de bir adalet ve denge vardır. Eğer bu şekilde bir tahdid ve sınır konulmuş olmasaydı, bazı kimseler şefaatı da dengesiz olarak kullanırlardı. Nitekim belki de sınırsız bir şefaat salahiyeti onların hislerini galeyana getirerek mesela, bazı insanların Cehennem alevleri içinde cayır cayır yandıklarını görünce, şefkatleri kabaracak, kafir-münafık-mücrim tanımadan herkesin Cennete girmesini talep edeceklerdi. Halbuki böyle bir talep bazen, milyarlarca mü’minin hukukuna tecavüz de olabilirdi.

Çünkü şefaatin, böyle şahısların hislerine bırakılmasında, günahkâr, sapık, kâfir herkesin, bu hissî şefaatten faydalanma ihtimali vardır.Bu ise, bütün varlıkların hukukuna rağmen, dağlar cesametinde günah taşıyan kâfire de merhamet edilmesi demektir. Oysaki kâfir, kainatta, Allah’a ait bütün güzellikleri, bütün nizamları, bütün hikmetleri inkâr, tezyif ve tahkir ettiğinden, mekanlar çapında cinayet işlemiş olacaktır ki, hayatının her dakikası yüzlerce cinayetle karalanmış böyle kapkaranlık bir ruha merhamet, merhamet adına saygısızlığın en büyüğü olsa gerektir. Efendimiz, şefaatının büyük günah işleyenlere olduğunu ifade etmişler ve “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir” buyurmuşlardır. O her hususta olduğu gibi bu mevzuda da bir denge ve muvazene insanıdır. Zaten bütün ümmet O’nun bu ifadeleriyle teselli bulmakta ve Allah Rasulü’nün şefaatına nail olmayı ummaktadır.

Hallac-ı Mansur İle İlgili Bir Menkıbe


Hallac-ı Mansur bir gün bu hadisi şerh ederken, cezbeye gelir ve ölçüyü kaçırarak, Efendimiz’e hitaben “Ey Nebiler Sultanı! Niçin böyle sınır koydun da bütün insanlar için demedin. Sen bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydin, yine de Rabbin Seni mahrum bırakmaz ve Sana bu salahiyeti bahşederdi” gibi laflar eder. Tam bu esnada Allah Rasûlü temessül ederek, başındaki sarığı onun boynuna sarar ve: “Bunu başınla öde, sen zannediyor musun ki ben o sözü kendimden söyledim” der. Hallac kolu kanadı biçilip bir ağaç gibi budanırken dahi tebessüm ediyordu. Çünkü biliyordu ki, bu hüküm âli bir mecliste verildi ve o hükme rıza göstermek gerekirdi...Evet, belki de Hallac’ın dediği gibi, Allah Resulü Cenab-ı Hakk’dan bütün insanlara şefaat etmeyi talep etseydi, Rabb’i O’na bu salahiyeti verirdi. Ancak O, Allah’a karşı bizim anlayamayacağımız ölçüler içinde saygılıydı.Rabb’in dediğinden başkasını demiyor ve verilen salahiyet sınırlarını da asla zorlamıyordu..

Şefaat Herkese Ve Sınırsız Bir Ölçüde Değildir

Rabb’in koyduğu şefaat ölçüsünde, şefaat edilecek şahısların buna hak kazanmış olmaları da yer almaktadır. Nitekim bu ma’nâ ile alakalı olarak, mealen şöyle buyurulmaktadır: “Artık şefaatçıların şefaatı onlara fayda vermez” (Müddessir, 75/48). Bununla da anlıyoruz ki, şefaat herkese ve sınırsız bir ölçüde değildir. Kim, kime şefaat ederse, muhakkak kabul görür diye bir şart da yoktur. Bütün işlerde olduğu gibi, bunda da İlâhî meşiet esastır. Kâfir işlediği küfrüyle ta işin başında, bu şefaat dairesinin dışında kalmıştır. O’na hiç kimse şefaat edemez, etse bile ona fayda vermez.

Kur’ân-ı Kerim’de Cenâb-ı Hakk bize bir dua öğretiyor. Bu dua ile himmetin âli tutulması gerektiği hususuna da işaret ediliyor. Dua şudur: “Rabbimiz, bize gözümüzü aydınlatacak eşler, zürriyetler bağışla ve bizi müttakilere imam kıl” (Furkan, 25/74). Yani, Allah’ım çocuklarımız, hanımlarımız, gözümüzü aydınlatacak hüviyette olsun. Bize öyle hayat arkadaşları ver ki, din adına bize teşviklerde bulunsun. Evlatlarımız da, daima arkamızdan hayırlar göndersin ve onlar sebebiyle rahmet çağlayanları üzerimize doğru çağlasın dursun! Bizi sadece muttaki olmakla da bırakma, onlara imam ve önder kıl. Bize öyle lütuflarda bulun ki, şu, İslam’a hizmet boyunduruğunun yere konduğu dönemde ve dine hizmetin âr kabul edildiği bir zamanda, dinine hizmet ettir ve müttakîler önünde bize, imamlık payesi ihsan eyle!

Zaten O vermek İstemeseydi, İstemeyi Vermezdi

Böyle bir anlayış, himmeti âli tutmanın ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’dan O’nun öğrettiği usûl içinde şefaat edebilme salahiyeti talep etmektir. Zaten O vermek istemeseydi, evvela istemeyi vermezdi. Madem ki istemeyi verdi ve nasıl istememiz gerektiğini de öğretti, öyleyse istediğimizi de verecektir. O’nun sonsuz rahmetinden bunu umuyor ve bekliyoruz. O’nun için burada dikkat edilmesi gereken hususun iyi anlaşılması lazımdır. Evet, Rabbimiz’den sadece Cennetin bir köşesine bizi kabul buyurmasını istemek, himmetin düşüklüğüne delildir. Halbuki Allah (c.c.) bize himmetimizi yüksek tutmamızı öğretmektedir. Evet himmetimizi yüksek tutmalıyız, tutmalı ve O’ndan, müttakilere bizi imam kılmasını, onlara şefaat edebilme salahiyetini vermesini talep etmeliyiz...

Efendimiz bir hadislerinde, ahiretten bir tabloyu şöyle anlatırlar: Allah (c.c.), Hz. Nuh’a soracak: “Sen, sana düşen vazifeyi hakkıyla yerine getirdin mi?” O büyük peygamber cevap verir: “Evet Ya Rabbi, yerine getirdim. Bana verdiğin tebliğ vazifesini kusursuz edâ ettim.” Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, Hz. Nuh’dan şahid ister. O da Ümmet-i Muhammed’i şahid gösterir. Bunun nasıl olacağı sorulunca da, şöyle cevap verir: “Sen onları ümmetlere şahid kıldın.. onlar da ellerindeki Kitap’ta gördüler ki Nuh vazifesini yapmış. Ve işte ben de onları bugün kendime şahid olarak gösteriyorum.” Evet, ayet öyle diyordu: “İşte böylece, sizin insanlar üzerinde şahidler olmanız, Rasul’ün de sizin üzerinize bir şahid olması için sizi ümmet-i vasat (dengeli ve orta bir ümmet) kıldık” (Bakara, 2/143). Şefaat haktır ve gerçektir. Bütün büyükler Cenab-ı Hakk’ın koyduğu sınır dahilinde şefaat edeceklerdir. Şahid olmak da bir bakıma şefaat kabul edilecekse, eğer, Ümmet-i Muhammed bu ma’nâda bütünüyle şefaat edecektir. Şefaatı inkar edenlerin, dünyada da ukbada da kazanacakları bir şey yoktur. Çünkü Allah (c.c.) orada kullarına, kulları O’nu nasıl bilip tanımışlarsa, öyle muamele edecektir...(2)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kurana Aykırı Görülen Hadisler, İnsan yayınları, s. 97-107.
(2)- https://sorularlaislamiyet.com/sefaat-nedir-aciklayabilir-misiniz-kuranda-peygamberimizin-bize-sefaat-edecegine-dair-ayet-var-mi
Devamını Oku »

Sahabelerin İhtilafını Te’vil Etmek



80- Sahabeler arasındaki ihtilafa girersen, (onların ihtilafı. nı iyiye) te’vil et, haset hastalığından uzak dur.

*Varid olan ihtilafı te’vil et. Muttasıl bir senetle onlardan varid olan tartışmaları zahirine çevirerek te’vil etmen vacibtir. Varid olan tartışma ister tevatüren gel­sin ister tevatüren gelmesin aynıdır. Senedi sahih olursa te’vil ederiz. Senedi sahih değilse te’vile gerek kalmadan söyleyen kişiye geri iade ederiz.

Te’vilden kast edilen şudur: Mümkün olduğu kadar sa­habeye layık olmayan durumları zahirine çevirip uygun bir mana ile yorumlamaktır. Şayet te’vili mümkün değilse o ko­nuda sükût eder, hüküm vermeyiz. Onlar müctehid oldukla­rı için, fasıklığa götürecek şeylerden onları korumak vaciptir.

Alimler demişler ki: Ictihad eden kişi isabet ederse onun için iki sevap vardır. İsabet etmezse bir sevap vardır. Allah ve Re­sulü onların adil olduklarına şahitlik etmiştir.

*Onların ihtilaflarına girersen. Sahabeler ara­sındaki ihtilafa dalma, zira onların arasında cereyan eden hu­susları araştırmak akaid-i diniyeden değildir. Dini açıdan fay­dalanılacak şeyler değildir. Hatta bazen inanca zarar verir. Bu nedenle bu konulara dalmak caiz değildir. Ancak sahih olan itikadı öğretmek veya mutaassıplarının görüşlerini reddetmek için olursa caiz olur. Avamın bu konulara dalması caiz değil­dir. Zira onlar fazlasıyla cahildir ve te’vil etmeyi bilmezler.

*Haset hastalığından sakın. Daha önce ge­çen nedenlerden bir nedenden dolayı sahabe arasında vaki olan bir ihtilafa dalarsan haset etmekten uzak dur. Zira Resu- lüllah (s.a.s.) şöyle buyurur: “Ashabım hakkında Allah’tan kor­kun. Benden sonra onları hedef almayınız. Kim onlara eziyet verirse bana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah’a eziyet etmiş olur. Kim Allah’a eziyet ederse Allah’ın ona azab vermesi yakındır: ”(1)

Bir başka hadis: “Sahabelerime sövmeyiniz. Kim sahabele­rime söverse Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti üzer­lerine olsun. Allah onun ne nafile ne de farzlarını kabul eder.”(2)

Bir başka rivayet: “Sahabelerim hakkında Allah’tan kor­kunuz. Kim onlara buğz ederse bana buğz etmiş olur. Onlara buğz ederim. Kim onları severse beni sevmiş olur. Onları se­verim. Ey Allahım! Onları seveni sev, onlardan nefret edenden nefret et”(3)

Bir başka hadis: “Allah insanlar arasından beni seçti ve benim için ashabımı ve ashabımı seçti. Gelecekte onlara söven ve onları noksan gören bir kavim gelecektir. Onlarla oturmayı­nız, onlarla birlikte içmeyiniz, onlarla birlikte yemek yemeyiniz ve onlarla evlenmeyin. ”(4)

İmam Savi - Cevheretü't-Tevhid Şerhi(Eş'ariyye Akaidi),syf:

(1)- Ahmed,5,54-57;Tirmizi,3862.

(2)-Hakim, Müsned, 3,632.

(3)- Ahmed,5,54-57; Tirmizi, 3862.

(4)-Ibnu Hibban, el-Mecruhin, U87.B u haberin asi, yoktur demiş.

 
Devamını Oku »

Kıyamet Alametlerinin Varlığı,Kuran'a Aykırı Mı ?



Kıyamet alametlerine dair pek çok hadis vardır. Burada kıyamet alametlerini reddeden bir anlayışa değinmek uygun olacaktır. Mese­la S. Ateş şöyle der:

“Âyetin açık ifadesine göre ansızın gelecek olan kıyametin gelmez­den önce zuhur edecek alametleri de olamaz. Çünkü gelmezden önce birtakım alametleri görünecek olsa, ansızın değil, tedricen ve yavaş ya­vaş gelecek demektir. Alametlerinden geleceği anlaşılır. Bu ise, ansızın gelme değildir... Doğrusu şudur ki: Peygamber’e verilen gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır”.[1]

Bu ifadelerden iki şey ortaya çıkmaktadır:

1.
Ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz. Dolayısıyla kıyamet ala­metleri uydurmadır.

2. Hz. Peygamber’e verilen gayb bilgisi ona vahyedilen Kur’ân’dır, yani Kur’ân’la sınırlıdır.

Aslında mesele Hz. Peygamber’in Allâh’ın bildirmesiyle gaybden ha­ber verip veremeyeceğinde düğümlenmektedir. Gaybdan haber vermesi imkân dahilinde ise kıyamet alametlerinden bahsetmesi de mümkün ola­caktır. Aşağıda gaybî hadisler bölümünde Hz. Peygamber’in gaybı bilip bilemeyeceğine temas edilmiştir. Burada sadece önce Ateş’in bazı çelişki­lerine temas edeceğiz; ardından, “ansızın gelme” meselesini ele alacağız:

“Hz. Peygamber’in gayb bilgisi, ona vahyedilen Kur’ân’dır” iddia­sında bulunan Ateş, tefsirinin başka bir yerinde şöyle der:

“Habeş kralı Necaşi vefat ettiği zaman Hz. Peygamber, bir muci­ze olarak onun öldüğünü ashabına haber vermiş ve ‘Habeşistan’da bir kardeşiniz öldü, ona namaz kılınız!’ demiş, namazgâhta ashabını iki saf yaparak Necaşi’ye namaz kıldırmıştır”.[2] Hz. Peygamber, bir mucize eseri olarak Necaşi’nin ölümünü ha­ber veriyorsa, bu gaybden haber veriyor anlamına gelir. Oysa bu ha­ber Kur’ân’da yoktur. Bazen Ateş’in galeyana gelip coştuğu anlar da vardır. Ama bu hal­de önceki fikirlerini unutmuş gibidir. Şu ifadeler ona aittir:

“Batı’dan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşi saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Sel­çuklular; ‘İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan, ne güzel kumandan ve onu fetheden asker, ne güzel asker’[3] mealindeki Peygamber övgüsüne mazhar olan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Viyana’lara, Saraybosna’lara kadar götüren Osmanlı mücâhidleri de elbette bu ayeti kerimenin işaretine dahildirler”.[4] “İstanbul elbette fetholunacaktır” ifadesi Kur’ân’da yoktur. Kıyametin ansızın gelmesi meselesine gelince konuyla alakalı iki ayet vardır:

“Sana kıyameti, ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. De ki: Onun bilgisi ancak Allah katındadır. Ama insanların çoğu bilmezler”.[5] Bu ayette kıyamet saati, kıyametin koptuğu andır. Bunu Allah’tan başka kimse bilemez. “Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyor­lar” ifadesi “Sen de kesinlikle kıyametin kopacağı anı bilmiyorsun” de­mektir. Bu durum kıyametin alametlerinin bilinemeyeceği anlamına gelmez.

Diğer ayet şöyledir: “Çünkü Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O’na ibadet edin. İşte bu, doğru yoldur. Ama aralarından çıkan guruplar, bir ihtilafa düştüler. Acı bir günün azabı karşısında vay o zul­medenlerin haline! Onlar farkında değillerken kıyamet gününün kendi­lerine ansızın gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”[6] Burada da ayet, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bu an­sızın gerçekleşecektir. Çünkü Allâh’tan başka hiç kimse kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Cibrîl hadisi diye bilinen hadis, bu durumu teyit etmektedir. Burada Cebrail (a.s.); iman, İslâm ve ihsan kavramlarının ne ifade ettiğini Hz. Peygamber’e sorduktan sonra, kıyametin ne zaman kopacağını sormuş ve şu cevabı almıştır: “Bu meselede kendisine soru sorulan, sorandan daha bilgili değildir”.[7] Dolayısıyla, ilgili ayetler, kıyametin alametinden değil, kıyametin kopuş anından bahsetmektedir. Bununla birlikte “ansızın gelen bir şe­yin alameti” olmaz iddiasına biraz daha yakından bakabiliriz.

1. İlginçtir; “ansızın gelen bir şeyin alameti olmaz” diyenler, şu ayeti görmezden gelmektedir: “Onlar, kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? Şüphesiz onun alâmetleri gelmiştir/belirmiş­tir. Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar!”[8] Burada çarpıcı bir şekilde Allah Teâlâ hem kıyametin ansızın gele­ceğinden hem de alametlerinin belirdiğinden bahsetmektedir. Demek ki, ansızın gelme ile alametlerin belirlemesi birbirine aykırı değildir. Alametlerin belirmesi ise Kur’ân’ın nazil olması ve Hz. Peygamber’in gelmesidir. Ancak bu durum alametlerin bu kadar olduğunu veya baş­ka olmadığını göstermez. “Alametler gelmiştir” demek “gelmeye baş­lamıştır, süreç devam etmektedir” anlamına gelir.

Burada Muhammed Sûresi’nin ayetini ısrarla “alametler gelmiş ve bitmiştir” şeklinde düşünen bir anlayışa işaret etmek gerekir. Oysa bu­na gerek yoktur. Ayetin mazi siğasıyla gelmesi, işin olmuş bitmiş oldu­ğunu değil, kesinliğini vurgulamak içindir. Yani muhakkak alametler gelmiştir. Buradan başka alametin olmadığı anlaşılmaz. Muhakkak ala­metler gelmiştir ve gelmeye de devam edecektir. Bu noktada bizi te’yid eden bir ayet de Ye’cûc ve Me’cûc’un kıyamet alameti olarak geleceği­ni haber veren ayettir. Demek ki, alametler belirmeye devam edecek­tir. Diğer taraftan, ayette alametler anlamındaki kelime tekil değil, ço­ğul olarak gelmiştir. Şayet alametler tek olsaydı, herhalde tekil olan “şart” kelimesi kullanılırdı. Dikkat çekicidir; bu ayette mazi siğasının geçmişte olmuş bitmiş fi­iller için kullanıldığını söyleyenler “iktarabet’i-sâ’a... (kıyamet yaklaş­tı, ay yarıldı)” ayetini “kıyâmet yaklaştı, kıyamet arefesinde ay yarılacaktır” şeklinde yorumlamışlardır. Bu çelişkilere gerek yoktur.Kur’ân ve sünnet bütünlüğü esas olmalıdır. Kur’ân’da bazen ahiret sahneleri mazi siğasıyla anlatılır. Bunların hepsi vurgu ve muhakkak gerçekleşe­ceği anlamına gelmektedir.

2. Ansızın gelme ile ilgili ayetlere baktığımızda onların kâfirlerle alakalı olduğunu görürüz. Bu, şu demektir: Siz Allâh’a ve Peygamber’e inanmıyorsunuz. Kıyamet ansızın gelip çattığında haliniz nice olacak­tır!Kıyametin ansızın gelmesi, kâfirler için söz konusu olacaktır. Çün­kü onlar kıyamete inanmıyorlar. Böyle bir şey beklemiyorlar. İlelebet yaşayacaklarını, dünyanın süreceğini zannediyorlar. Böyle zanneden in­sanlara Allah, “ansızın başınıza geldiğinde, beklemediğiniz bir anda ba­şınıza geldiğinde bakalım ne yapacaksınız?” buyurmaktadır. Ansızın gelme meselesini müminler için de düşünebiliriz. Sonuçta kıyametin kopuş anını kimse bilmediği için kıyamet herkes için ansızın olacaktır. Bununla birlikte ayetlerin bağlamına baktığımızda kâfirlere yönelik bir eleştiri var. Onlar dünyayı eğlenceye alıyor, ahirete inan­mıyorlar. Kıyametin ansızın geleceği vurgulanarak onlara bu durumda hallerinin, akıbetlerinin kötü olacağı hatırlatılıyor. Böyle bir hatırlat­mayı müminlere yapmaya gerek yoktur. Mü’minler, kıyametin kopacağına da, ahirete de inanmaktadır.

Dipnotlar:

[1] Tefsir, II, 148.
[2] Tefsir, II, 163. Rivayet için bk. Müslim, Cenâiz, 62; Tirmizî, Cenâiz, 48.
[3] İbn Hanbel, Müsned, IV, 335.
[4] Tefsir, III, 19.
[5] A‘râf, 187.
[6] Zuhruf, 64-66.
[7] Buhârî, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Dâvûd, Sünnet, 15.
[8] Muhammed, 18. (1)
***

(1) Yavuz Köktaş, Kuran'a Aykırı Görülen Hadisler, İnsan Yayınları, s. 144-147.
Devamını Oku »

Dirilerin Ağlamasıyla Ölüye Azap Var Mıdır ?



İbn Ebî Müleyke anlatıyor: “Mekke’de Osman b. Affân’ın kızı öl­müştü. Cenâzesine katılmak üzere gittik. îbn Ömer ve İbn Abbâs da cenazeye gelmişlerdi. Ben de onların arasında oturuyordum. Abdullah b. Ömer, karşısında oturan Amr b. Osman’a; “Şu ağlamayı neden kes­miyorsun? Resûlullâh (a.s.) ‘Ailesinin ağlamasından dolayı ölüye azap edilir’ buyurdu” dedi. İbn Abbâs da, “Hz. Ömer de böyle bir şey söy­lüyordu” dedi ve sonra sözlerine şöyle devam etti:

“Ömer’le birlikte Mekke’den yola çıkmıştım. Beydâ mevkiine gel­diğimizde, bir ağacın gölgesinde bir yolcu gördü. Bana;

“Git şu yolcuya bak, kimmiş?” dedi. Ben de gidip baktım; Suheyb imiş. Gelip Ömer’e söyledim. Bana;

“Çağır onu!” dedi. Suheyb’e gittim;

“Haydi, mü’minlerin emirinin yanına gidelim” dedim.

Bilahare Hz. Ömer suikasta maruz kaldığında Suheyb eve geldi ve ağlamaya başladı:

Vah kardeşim... Vah can dostum!..” diye feryat ediyordu. Bunun üzerine Hz. Ömer;

“Ya Suheyb! Resûlullâh (a.s.); ‘Ailesinin bazı, ağlamasıyla ölü azap görür buyurduğu halde bana ağlıyor musun?” dedi.

ibn Abbâs sözlerine şöyle devam etti:

“Hz. Ömer vefat edince, bu hadîsi Hz. Âişe’ye sordum. Hz. Aişe;

“Allah Ömer’e rahmet eylesin! Hayır! Vallâhi Resûlullâh (a.s.); 'Ailesinin ağlamasıyla ölüye azap edilir’ demedi. Ama O; ‘Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır’ buyurdu. Size Kur’ân kâfidir. Yüce Allâh; ‘Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenmez’(İsra,15;Fatır 18) buyuruyor. Bu söz üzerine İbn Abbâs; “Güldüren de ağlatan da Allahtır dedi. Îbu Ebi Müleyke dedi ki: “Bunun üzerine İbn Ömer artık bir şey demedi. (Buhari,Cenaiz 33;Müslim,Cenaiz 9;Nesai,Cenaiz 15)

Burada ölüye ağlamak konusundaki iki rivayetin, iki görüşün mez-cedildiği görülmektedir. Hz. Âişe’nin getirdiği açıklama şüphesiz önemlidir. Gösterdiği âyet de bu konuda çok güçlü bir delildir. Akla ve İslâm’ın temel mantığına uygun olan da şüphesiz budur. Buna göre ailesinin kendisine ağlamasından dolayı Müslüman’a mezarda azap edilmesi câiz olmaz.

Ancak Hz. Âişe’nin “Kimse başkasının günahını çekmez” âyetini sadece Müslüman ölüler için bir delîl kabul etmesi, Hz. Peygamber “Âişenin kendisine ağlamasından dolayı Allâh kâfirin azâbını arttırır” bu­yurdu diyerek aynı âyetin kâfirler için hüküm ifâde etmediği neticesi-ne varması, kanâatimizce çok isabetli gözükmemektedir. Kanâatimiz­ce bu âyet, Hz. Âişe’nin doğrusu budur diye rivâyet ettiği; “Ailesinin ağlamasıyla Allâh kâfirin azabını arttırır” hadîsine de aykırı düşmekte­dir. Çünkü âyetin hükmü mutlaktır, kâfiri de kapsamaktadır. Akıl da, âilesinin kendisine ağlaması yüzünden bir Müslümana azap edilmesini makûl görmediği gibi, bir kâfire bu yüzden azap edilmesini de makûl görmez. İşlemediği bir suçtan dolayı ceza görmek, ne Müslüman için ve ne de kâfir için söz konusudur.

Dolayısıyla merfû ve sahîh olan bu hadîsi Hattâbî’nin de işaret et­tiği şekilde anlamanın daha uygun olacağını zannediyoruz:

“Bilindiği üzere câhiliye döneminde insanların, âile efrâdına, öl­dükten sonra kendisine ağlamalarını, feryatlar etmelerini, hatta bunun için ağlayıcı kadınlar tutmalarını vasiyet etme âdetleri vardı. İnsan ölün­ce de âilesi onun bu vasiyetini yerine getirirdi. İşte böyle bir durumdan ölünün de sorumlu tutulması makûl görülebilir. Çünkü vasiyet etmek süreriyle o günahın işlenmesine bizzat ölü vesile olmuştur. Bu durum­da, ölünün Müslüman veya kâfir olması da farkletmez; her ikisine de aynı hüküm uygulanır”.Hattabî’den önce Buhari’nin Sahîh’inde aynı kanaati ortaya koyduğunu belirtmeliyiz.

---------

Yavuz Köktaş-Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Ölülerin Dirilerin Sesini İşitmesi,Kuran'a Aykırı Mı ?



Abdullah b. Amr anlatıyor: Hz. Peygamber, Ehl-i Kalîb’e (çukur, kuyu ehline) muttali oldu ve “Rabbinizin va’d ettiğini hak olarak buldunuz” buyurdu. Ona “Ölülere mi duâ ediyor, sesleniyorsunuz?” diye sorulunca “siz onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz, lâkin onlar ce­vap veremiyor” şeklinde cevap verdi. Hadîsi, Buhârî ve Müslim nakletmiştir.(Buhari,Meğazi 8;Müslim,Cennet,77) Hz. Peygamber ve Hz. Ömer arasındaki bu diyalog, Ebû Talha tarafından da nakledilmiştir.

Bu hadîsin bâtıl olduğu iddia edilmiştir. Zira işitme, görme ve ko­nuşma ölülerin değil, dirilerin vasfıdır. Bu hadîs, Kur’ân’a da aykırı­dır.(Rum 52;Fatır 22;Neml 80) Ayrıca Hz. Âişe bu rivâyeti âyetlere arz ederek tenkîd etmiştir. Rivâyet şöyledir:

İbn Ömer şöyle der: “Resûlullâh (s.a.v.) Bedir kuyularının başmda dikildi ve ölen müşriklere: ‘Rabbinizin size va’d ettiğini gerçek olarak buldunuz mu?’ dedi Sonra, ‘Onlar şu an benim ne dediğimi duyuyor­lar’ dedi. Bu durum Âişe (r.anha)’ya anlatılınca, o şöyle dedi: ‘Resûlul­lâh o sözüyle şunu söylemiştir: ‘Onlar, şu an onlara söylediğim şeyin gerçek olduğunu biliyorlar’. Sonra şu âyeti sonuna kadar okudu: ‘Sen ölülere işittiremezsin’ ”.(Buhari,Cenaiz,87;Meğazi 8-12)

Konuyla alakalı olarak şunları ifade etmek mümkündür:

1-
Âyetlerde geçen “işittirmeme”, mecazî olarak Allâh’ın kalplerini mühürlediği kâfirlerle alakalıdır. Artık onlar hakkı işitemezler ve bun­dan faydalanamazlar. Bunun benzeri “Sen ancak âyetlerimize inanan­lara işittirebilirsin, onlar Müslüman olanlardır”(Rum 53) âyetinde geçmekte­dir. Buna göre işittirip işittirmeme, mecazîdir. Bu, Hz. Peygamber’in Bedir şehidlerine seslenişine aykırı değildir.

b-“Kabirdekilere işittiremezsin ” âyetine gelince, İbn Kesîr’in ifa­desiyle, ölüler -ki kâfirlerdir- hidâyet ve davetten faydalanamazlar de­mektir. Kabirdekiler nasıl ki, hidâyetten faydalanamaz, kâfirler de ölü gibidir; onlar da hidâyetten istifade edemezler. “Kabirdekilere işittire­mezsin” demek (kalpleri) ölenlere işittiremezsin, demektir.

İbn Receb’e göre bazen işitmek mutlak kullanılır ve bununla sözü idrâk edip anlamak bazen de bununla o sözden faydalanmak ve ona ica­bet etmek kastedilir. Bu âyetlerle anlatılan, birinci kastın değil de İkinci­nin olmayacağıdır. Zira bunlar hidâyete ve îmâna çağrıldığında hidâyet ve îmâna icabet etmeyecek olan kâfirlere hitap siyakındadır. Nitekim Allâh “Onların kalpleri var, onunla idrâk etmezler; gözleri var onunla görmezler...” buyurur. Bu âyetler, onların görmediğini ve işitmediğini bildiriyor. Zira bir şey faydası ve semeresi olmadığında bazen yok ka­bul edilir. “Ölülerin işitmesi” de bu kabildendir.

c-Bu konuda tarihte üç görüş oluştuğu söylenebilir. Şöyle ki:

1-Aslolan ölülerin işitmesidir. Kabirlerdeki ölülerin işittiği sahîh delillerle sabit olmuştur. Şankıtî’nin görüşüdür. Kadı Iyâz, ha­dîslerde beyan edilen işitmenin umumî olduğunu (Bedir’de öl­dürülenlere has olmadığını) söylemiştir. Nevevî de, “Kabirlere selâm vermeyi bildiren hadîsler, bunu iktiza etmektedir. Zahir ve muhtar olan kavil de budur” demektedir.(Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi,XI,292)

2-Ölüler, genel olarak işitirler. Ama her halde, her zaman işitmez­ler. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîslerin gösterdiği gerçek budur. Bu, İbn Teymiyye’nin görüşüdür.

3-Aslolan, ölülerin işitmemesidir. Ehl-i Kalîb ve benzeri hadîsler, bu aslın istisnasıdır. Bu da umumun tahsîsi kabilndendir. Bu örneklerin dışında ölüler işitmezler. Bu görüşü Katâde, Ebu Ya’lâ, Mâzirî, İbn Atiyye, İbnu’l-Cevzî, Kurtubî, Şevkânî, Alûsî, Elbânî tercih etmiştir. Tercihe şayan görüşün bu olduğunu söylemek mümkündür. Ölülerin işitmesinde aslolan, işitmemeleridir. Ancak, nasla sabit olan deliller kuvvetli olduğundan, sadece onlarda geçen hususlar kabul edilmelidir.

Hz. Âişe’den ölülerin işitemeyeceğine dair nakledilen habere gelince; ulemâ, bunun cumhûra muhalefet olduğu kanaatindedir. İbn Teymiyye’ye göre hadîs ulemâsı -Bedir’e şahid olmasalar bile- Enes ve İbn Ömer’den nakledilen hadîslerin sahîh olduğunda ittifak etmiştir. Enes, bunu Ebû Talha’dan rivâyet etmiştir. Ebû Talha da Bedir’e katılmıştır. İbn Hacer de cumhûrun Hz. Âişe’ye muhalefet ettiğini, çünkü İbn Ömer’e muvafakat eden başka hadîslerin olduğunu belirtir. Ebû Talha f rivâyeti, İbn Ömer’i teyid eder.

Süheylî, er-Ravzu’l-unf adlı eserinde şöyle demektedir: “Hz. Âi-şe orada bulunmamıştı. Başkaları ise orada bulundukları için Hz. Peygamber’in lafzını daha iyi bellemişlerdir. Nitekim onlar ona ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Kokuşmuş bir cesed topluluğuna mı sesleniyorsun?’ de­yince, o (s.a.v.), ‘Siz benim dediklerimi onlardan daha iyi işitemezsiniz’ buyurdu.”

Hz. Âişe’nin âyetle istidlâline de genel olarak iki şekilde cevap ve­rilmiştir:

a-
Bu âyet, sadece kâfirlerin îmâna daveti hakkında inmiştir.

b-Bu âyet, onlara duyuranın Hz. Peygamber olduğunu nefyetmiştir. Duyuran, sadece Allâh’tır. Bu demektir ki, Allâh dilerse on­lara duyurabilir. Dolayısıyla Allâh Teâlâ’nın “Sen ölülere işittiremezsin” âyeti, Nebî (s.a.v.)’in “Onlar şu anda işitiyorlar” ha­dîsine zıt değildir. Zîrâ işittirmek, işittirenden sesi kulağa ulaş­tırmaktır. O zaman, Nebî (s.a.v.)’in sesini onlara ulaştırmakla onlara işittiren Allâh’tır; Hz. Peygamber değildir. Böylece âyet' le hadîs arasını barıştırmak hâsıl olmuştur.

Çeşitli istidlallerle Hz. Âişe’nin fikrinden döndüğünü iddia edenler de olmuştur.

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?



Kaderle ilgili (aşağıda zikredeceğimiz) hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu ifade edilmektedir:


‘İnsan için ancak çalıştığı vardır!” Necm, 39.

“Allâh, kulları için zulüm dilemez” Mü’min, 21.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Kehf, 29.

“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allâh, o toplumun durumunu değiştirmez’’ Rad, 11.

“Sizi o yarattı, kiminiz küfredendir, kiminiz îmân eden. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir.” Teğâbün, 2.

“Biz, onu (insanı) yola hidâyet ettik. İster şükreder, ister küfreder.’’ İnsan, 3.

“Eğer Allâh dileseydi, onları bir hidâyet üzerinde toplardı.” En’âm, 35.

Ayrıca bu âyetlerin yanında bazı îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde de kadere îmânın zikredilmediği iddia edilmektedir.

Bütün bu âyetlerde insanın sorumluluğu vurgulanmaktadır. Aslın­da kimsenin buna itirazı yoktur. Ancak, hadîsler sanki böyle düşünen­lere göre, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmakta, onları fiile icbar etmektedir. Konuya girmeden kısaca şunu belirtmekte fayda var­dır: Bu âyetler, insanların tercihler yapabileceğini, bu tercihlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat mesele, bu tercihleri yarata­nın kim olduğudur. Bu âyetlerden insanın tercihlerini kendinin yarat­tığı çıkmaz. Oysa aşağıda da göreceğimiz gibi Allâh, her şeyi bilir; ama bilmesi insanı icbar etmez; insanın iradesini kullanarak tercihler yap­masına izin verir, ama tercihleri sadece O yaratır.

Şimdi önce “kader” lafzının geçtiği “kadere îmân” ile ilgili bazı ha­dîsleri kaydedelim:

1-Meşhur Cibril hadîsi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği hadîs şöyiedir: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulun­duğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisi­ni kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve ‘Ya Muhammedi Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt i hac etmen­dir’ buyurdu. O zat: ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

‘Bana îmândan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Allâh’a, Allâh’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inan­man, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu. O zât yine:

‘Doğru söyledin’ dedi. Bu sefer:

‘Bana ihsandan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

‘Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat:

‘Bana kıyâmetten haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdular.

‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.):

‘Cârıyenın kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasulü bana: 'Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor sun?’ dedi. ‘Allâh ve Rasûlü bilir’ dedim.

‘O Cibril’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular.”(Müslim,İman,1)

Burada kısaca Cibril hadîsi üzerinde durmakta fayda vardır. Tespitlere göre, Cibril hadîsi şu sahâbîler tarafından nakledilmiştir:

İbn Ömer-Hz. Ömer-İbn Ömer-Ebû Hureyre-Ebû Zerr -Ebû Hureyre- Enes b. Mâlik- İbn Mes’ûd- İbn Abbâs -Ebû Âmir Cerir b. Abdillah- Umeyr b. Katâde.

Cibril hadîsiyle ilgili ulemâ tarafından sıhhati konusunda en ufak bir şüphe duyulmamıştır. Bu hadîsin geneli itibariyle sahîh ve meş­hur oldulememiz mümkündür. Bununla birlikte zayıf ve illet­li tarîkleri de vardır. Ancak bu zaaflar şiddetli değildir.ğunu söy

Kettanî gibi hadîsin mütevâtir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat sened ve metin itibariyle tevâtürden bahsetmek mümkün gözükmemek­tedir. Bununla birlikte, rivâyet farklılıkları ve kullanılan değişik lafızlar bir kenara bırakılırsa, Cibril’in insan sûretine girerek Hz. Peygamber’e îmân, İslâm, ihsan ve kıyâmet zamanı gibi konularda soru sorma­sı, rivayetlerin bütününün üzerinde duruduğu bir konu olması hasebiy­le manevî mütevâtir olarak kabul edilmelidir.

Cibrîl hadîsinin belki de ihtiva ettiği konulardan en önemlisi, kade­re îmân meselesidir. Bu konu, hadîsin bütün tarîkleri göz önünde bulun­durulduğunda çok büyük bir kısmında yer almaktadır. Kader konusunu içermeyen rivâyetler, genelde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. An­cak hepsi böyle değildir. Ebû Hureyre-Ebû Zerr kanalıyla gelen tarîk­lerde kader konusu mevcuttur. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen Uma- re b. Ka’ka’a rivâyetinde de kadere îmân bulunur. Kadere îmânı içer­meyen tarîklerin kadere îmânı içeren tarîklere göre eksik olduğu söy­lenebilir. Cibril hadisinin aslında kadere îmân konusu bulunmaktadır.(1)

Şu kadarı ifade edilmelidir ki, belki Cibrîl hadîsine dayanarak ka­der konusunun manevî mütevâtir derecesine ulaştığını söylemek zor­dur. Fakat kader konusundaki farklı lafızlarla farklı sahâbîlerden rivâ- yet edilen bütün hadîsler topluca değerlendirildiğinde rahatlıkla ma­nevî mütevâtir seviyesine çıktıklarını söylemek mümkündür. Kaldı ki, bu hadîslerin manasını Kur’ân da açık bir şekilde desteklemektedir.

Sıhhati üzerinde ittifak olan Cibrîl hadîsiyle ilgili, ne var ki, özel­likle son zamanlarda Cibrîl hadîsinin sıhhati üzerine bugüne kadar bi­linenlerin aksi istikametinde bazı tereddütlü yorumlara da rastlamak mümkün hale gelmiştir. Hüseyin Atay, bu konuda gel-gitler yaşamış, kadere îmân yerine altıncı şart olarak “Allâh’ın inâyetine inanmayı sa­lık vermiştir! Süleyman Ateş, bir okurunun Cibrîl hadîsi hakkındaki so­rusuna “Bu hadîs, çok sağlam denilen kaynaklarda var; ama bana göre, uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğu­na inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur ân da inanç esaslarını belirten âyette kader konusu yoktur... Gerçi Kur ân da Al-lâh’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, îmân esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, ikin­ci, üçüncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemiş­lerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır.” şeklinde, İlmî olmayan bir değerlen­dirmede bulunmuştur.

Hayri Kırbaşoğlu, bir eserinde söz konusu hadîsi ızdıraba örnek olarak göstermiş; geniş Müslüman kitleler nazarında en tartışmasız ve üzerinde tamamen ittifak edilmiş bu hadîsin metinlerinde hiçbir ihtilafın bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu, gerçekte ise çeşitli rivâyetleri arasında ciddi problemler bulunduğunu -kaderin zikredildiği ve edilmediği rivayetleri örnek göstermek süretiyle- ifade etmiştir.(2)

Sonuç olarak yukarıdaki değerlendirme dikkate alındığında kade­re îmân konusunun îmân esaslarından olmadığını söyleyenlerin iddi- alarmın kıymeti haiz bir tarafı bulunmamaktadır. Hadîsin bazı tarîklerinde kadere îmân bahsinin bulunmadığı doğrudur. Ancak bu problem değildir. Hadîsin çoğu tarîkinde bu ifade vardır. Kırbaşoğlu’nun ızdırab iddiası delilsizdir. O, ızdırabı da gelişigüzel ve usulden bağımsız olarak kullanmaktadır. Hadîslerde en ufak ihtilaf veya farklılık gör­düğünde ızdırab damgası vurabilmektedir. Mi’râc hadîslerini de böyle değerlendirmiştir. Oysa rivâyetleri uzlaştırma veya rivâyetler arasında tercih imkânı bulunmaktadır. Buna göre, kadere îmân ifadesi, hadîsler­de sabittir. Ayrıca, Cibrîl hadîsi vesilesiyle kadere îmânın îmân esasla­rında bulunmadığını söyleyenler, diğer hadîs ve âyetlere bakmamakta­dır. Bilindiği gibi, hadîslerde oldukça fazla, Kur’ân’da ise yeteri kadar, kadere îmân vurgulanmaktadır.

2-Câbir b. Abdullah’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle dedi: “Bir kul, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna, başına geleceği takdir edilen şeyin mutlaka geleceğine ve gelmeyeceği takdir edilen şeyin de kesinlikle gelmeyeceğine inanmadıkça mü’min olmaz.”(Tirmizi,Kader,10)

3-Diğer rivâyet: “Kişi şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz;Allâh’tan başka hiçbir ilah ve otoritenin olmadığına,Benim Allâh’ın Resûlü olduğuma ve beni hak ile gönderdiğine,Ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye,Kadere.”(Tirmizi,Kader,10)

4-İbn Deylemî’den rivâyet edilmiştir: Ubeyy b. Kâ’b’in yanma var­mıştım. Kendisine: “İçimde kaderle ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana bu mevzuda birşeyler anlat. Umulur ki Allah bu sayede kalbimden bu şüp­heyi giderir” dedim.

“Eğer Allâh, göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu, (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere îmân etmedik­çe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka) erişeceğini, (kader­de) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Al­lâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde Ölürsen cehenneme girersin” dedi. Sonra Abdullah b. Mes’ûd’un ya­nına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yemân’m yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sâbit’e vardım. O da bana Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer söz­ler nakletti.(Ebu Davud,Sünne,16;A.Hanbel,Müsned,V,183) Elbânî’ye göre sahîhdir. Müsned’i tahkik edenlere gö­re de sahîhdir.

İbn Deylemî’nin aynı rivâyeti İbn Ebî Asım’ın Kitâbu’s-sünne sin­de geçer.(3) Burada Zeyd b. Sâbit’e sorar. Zeyd de merfuan Hz. Pey­gamberden yukarıdaki ifadeleri nakleder. Ancak bu iki kaynakta ka­dere îmân etmedikçe” açılarak “hayrı ve şerriyle kadere îmân etme­dikçe” ifadesi geçer.

5-Enes anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) dedi ki:

“Üç şey vardır ki îmâ­nın aslındandır:

-Lâ ilâhe illallah diyene saldırmamak, işlediği herhangi bir güna­hı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli se­bebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak.

-Cihâd; bu Allâh’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar ce­reyan edecektir; onu, ne imâmın zâlim olması, ne de âdil olma­sı ortadan kaldıramayacaktır.

-Kadere îmân.(Ebu Davud,Cihad,35)

6.İmrân b. Husayn’dan rivâyet edilmiştir: “Bir adam, ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Cennetlik ve cehennemlikler (Allâh tarafından önceden) bilinmekte midir?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘Evet’ dedi. Adam, ‘öyleyse insanlar niye amel etsinler?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Herkese ne için yaratıldı ise, kendisine o kolaylaştırılacaktır’ buyurdu.”(Buhari,Kader,2;Müslim,Kader,9-10;Ebu Davud,Sünnet,17)

Kader, demişken; burada kaderin nasıl algılandığına dair kısa bir hatırlatmada bulunmamız gerekir: Kadere îmânın iki boyutu vardır;

1-Allâh’ın her şeyi bilmesi

2-Allâh’ın her şeyi yaratması.

Ehl-i Sünnet, her ikisini kadere îmânın vazgeçilmez unsurları olarak kabul ederken; Kaderiyye, ikinci şartı reddetmiştir. Oysa Kur’ân’a | bakıldığında —mesela, “O, sizi ve yaptıklarınızı yaratandır âyetinde olduğu gibi- Allâh’ın her şeyin yaratıcısı olduğu apaçık görülür. Ehl-i Sünnet, bu iki boyutu kabul ederken, kulun mecbur olduğunu da söylememiştir.

Görüldüğü gibi, hadîslerde kader kelimesi kullanılarak kadere îmân vurgulanmaktadır. Son hadîste kader kelimesi kullanılmasa bile ona işaret edilmektedir. Kadere îmân, Allâh’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve zamanı geldiğinde halketmesidir. Kadere îmân, Allâh’ın kâinatın yaratıcısı olmasının, kâinatın hükümdarı olmasının ve kâinatı her an kontrol altında tutmasının da bir neticesidir. O, meliktir, O, âlimdir, O kayyûmdur. Kâinat, O’nun dilemesi ve izniyle ayakta durmaktadır, ; O, böyle bir Rabb’dir. O Rabb’i bu şekilde bilmek ve bellemek lazımdır. Biz, O’nu bir beşer olarak hakkıyla takdir edemesek bile O’nun öğrettiği kadar takdir etmek durumundayız. Yoksa, onu hakkıyla takdir! edemeyen Ehl-i Kitâbm durumuna düşeriz.

Günümüzde kadere îmâmn îmân şartlarından olmadığını iddia edenler vardır. Bunların böyle bir yargıya varmalarının temel nedeni, halk arasındaki yanlış kader anlayışıdır. Buna göre, başımıza gelenler, alın yazısıdır. Bizler mecbur, zorunlu varlıklarız. Ne yaparsak yapalım, hayatımızda değişikler yapamayız. Bir kere, kaderimiz yazılmıştır. Bu, arabesk bir kader anlayışıdır. Doğrularla yanlışlar iç içe girmiştir. Doğ­rudur, başımıza ne gelmiş ise bu kader planında cereyan etmektedir- Ama başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki, şimdiden “kaderimiz bu” di­yerek sorumluluktan kaçalım! Tabii buradan diğer bir aşırı sonuç ortaya çıkıyor: İnsan, özgür iradeye sahiptir. Her ne yapıyorsa kendi yarattığıdır; her yaptığı kendi elindedir.

Bununla birlikte, halk arasında -ki halkın hepsi de böyle düşün­mez- böyle bir kader anlayışının varlığına dayanarak kaderi inkâr et­mek söz konusu olamaz. Zira kader; Allâh’ın, mutlak ilmine bağlı ola­rak, olmuş-olacak her şeyi bilmesidir. Allâh’ın her şeyi bilmesi, kulla­rı icbar anlamına gelmez. Allâh’ın bilmesi, bizim eylemlerimizin sebe­bi, zorlayıcısı değildir. Zira kullar, özgür iradeye sahip olduğu gibi; bir saniye, bir salise sonra ne olacağını de bilmemektedirler. Onlara dü­şen, iradeleriyle hareket etmek, sorumluluklarını yerine getirmektir.

Bu kader anlayışı, aynıyla, Kur’ân’da da vardır. Pek çok âyet ol­makla birlikte, bir kaç tanesini kaydetmekle yetinelim:

a-“(Ey Muhammedi) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’ân’dan ne okursan oku ve (ey insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz.Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve giz­li) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz da yazılı)dır”(Yunus,61)

Kur’ân’da da bildirildiği gibi, Allâh, insanın içinde bulunduğu her durumu en ince ayrıntısına kadar bilendir. Çünkü zaten insanı da, in­sanın içinde olduğu bütün hal ve durumları da yaratan Allah tır. Bir an insanın kafasından geçen bir düşünceyi, aynı anda bedeninin herhan­gi bir yerinde oluşan bir ağrı hissini, o an elinde okuduğu kitabı, o ki­tabın hangi kitap olacağından o an okuduğu sayfaya ve o an okuduğu kelimeye kadar her detayı Allâh yaratır ve tüm bunlar, Allâh’ın sonsuz bilgisi dahilindedir.

b-“Şüphesiz ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye (kadere) göre yarat­tık.’’(Kamer 49)

c-“Gaybın anahtarları yalnızca O’n katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.Yerin karanlıklarında da hiçbir tane,hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allâh'ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfûz'da) olmasın”.(En’am,59)

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mafûz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır”.(Hadid,22)

Bütün bu âyetler, Allah’ın mutlak ilmini ve olayların kader planı çerçevesinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu âyetlerde kader ke­limesi geçmiyor diye, kadere îmâna itiraz edilemez. Zira Allâh’ın tiim bilgi ve takdiratının yazılı olduğu, kitapta olduğu vurgulanmaktadır. Vakti geldiğinde bu yazılı olanlar yaratılmaktadır. Her şey bu yazıya göre cereyan etmektedir. Hatta burada yazıdan/kitaptan bahsedilme­si dikkat çekicidir. Bu yazının da Allâh’ın mutlak ilmi olduğu açıktır. Bizler de kader derken Allâh’ın bu mutlak ilmini kastediyoruz. Dola­yısıyla Allâh’ın bu mutlak ilmine, bu ilmin gereği olan olmuş ve olacak her şeyi bildiğine îmân etmekle yükümlüyüz.

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekir. Kamer Sûresi’nde gö­rüldüğü gibi, âyetlerde kader kelimesi geçmektedir. Ama buna “kade­rin manası, ölçü, denge, miktar vs..dir” denilerek itiraz edilmektedir. Hatta Kur’ân’da geçen “kader” kelimesinin sadece “doğa yasaları” olduğunu iddia edenler vardır. Oysa, hem bu âyet hem de konuyla alakalı diğer âyetler iyice düşünüldüğünde her şeyin bir kader ile, kade­re göre yaratıldığını vurguladığı görülecektir. Bunu, sadece kâinatta­ki hesap, ölçü ve denge ile izah etmek eksik olur. “Her şey” denildiği­ne göre buna kâinat dahil olduğu gibi, insan dünyası, insan hal ve dav­ranışları da dahildir. Kamer Sûresi’ndeki âyetin bağlamına bakıldığın­da sosyal ve tarihsel olaylardan bahsettiği görülür. Doğa yasalarından hiç bahis yoktur. Sosyal ve tarihsel olaylar ise insanın içinde bulundu­ğu olaylardır. 

Buna göre, insan hal ve davranışları da ölçü ve denge an­lamında bir kader ile, bir kadere göre yaratılmaktadır. Nasıl ki karın, yağmurun yağışında, güneşin ışığında, dünyanın dönüşünde bir ölçü ve denge varsa, insan düzeninde de belki idrâk etmekte zorlandığımız bir ölçü ve denge vardır. Bu ölçü ve denge, şüphesiz, Allâh’ın ilminde ve halkındadır (halk edişinde / yaratmasında). Şüphesiz, emr de halk da Allah’a aittir. Bizler kâinatta, mesela hayvanlar aleminde olanların bir kadere göre olduğunu rahat bir şekilde idrâk edebiliyoruz. İnsan âle­mi dışında olanların belli bir programa, kader programına göre cere­yan ettiğini anlayabiliyoruz. Ancak insan âlemine gelince, kaderi anla­makta zorlanıyoruz. Bütün bir özgürlüğü insanın eline vermeye çalışı­yoruz. Oysa insan âleminin özgür irade içinde yaratılması da onun ka­deridir. Nasıl ki, hayvanların içgüdü ile hareket etmeleri onların kade­ri ise, insan âleminin de özgür irade içinde hareket etmesi, onların ka­deridir. Onlar, bu vasıfta yaratılmıştır. Bu kader, bu plan ve düzen içe­risinde hareket ediyoruz.(3)

Bir diğer husus da, kadere îmân reddedildiği için îmân esaslarının altı değil beş olduğu yanılgısıdır. İman esasları altı dahi olsa, onu al­tı ile sınırlamak doğru değildir. Tıpkı İslâm’ın şartlarını beşle sınırla­mak mümkün olmadığı gibi. Belki bunların îmân ve İslâm’ın en önem­lileri, en temelleri, en olmazsa olmazları, olduğu söylenebilir; ancak, îmân veya İslâm ilkeleri bunlarla sınırlanamaz. Dolayısıyla, îmân esas­ları beştir, diye diretmenin bir mantığı yoktur. Kur’ân’da Allâh’ın her şeyi bildiği yazılıdır; yaş kuru her şeyin kitapta kayıtlı olduğu ifade edil­mektedir. Şimdi buna îmân edilmeyecek midir? Aslında bütün bunlar, Kitâb’a îmânın içinde mündemiçtir. Dahası, bütün bunlar, Resûl’e îmâ­nın içinde mündemiçtir. Resûl îmân edilecek ne getirdeyse ona îmân edilecektir. Kur’ân “gayba îmân eden mü’minlerden” bahsetmektedir. Ancak, Kur’ân’da îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde “Allâh, peygam­berler, kitaplar vs.”‘nin yanında bir de “gayba îmân” sayılmamaktadır. 

Şimdi gayba îmân edilmeyecek midir? Burada, gayba îmândan mak­sat; Allâh, melek, âhiret vs.dir, denilebilir. Doğrudur. Aynen bunun gibi, kadere îmân da Allâh’ın sıfatlarıyla ilgilidir. Kader, Allâh’m ilim ve halk sıfatlarıyla ilgilidir. O halde, Allâh’m bu sıfatlarına îmân gerek­meyecek midir? Allâh, her şeyi bildiğini söyleyecek; her şeyi yarattığı­nı söyleyecek; biz ise “hayır, Allâh öyle her şeyi bilmez; öyle her şeyi yaratamaz; bazı şeyleri o yaratır bazılarım biz; veya her şeyi kul yara­tır” yahut “hayır, îmân şartlarının sayıldığı âyederde bu geçmiyor” di­yerek, kaderi inkâr edeceğiz. Bu, mümkün müdür?! Benzer bir şekilde,Kuran’da cinnin varlığı geçmektedir. Kur’ân'da îmân esaslarının sayıldığı ayetlerde cinnin varlığına îman geçmediği için şimdi bu, îmân konusu olmayacak mıdır?

Sonuç olarak şu söylenebilir; Allâh için zaman söz konusu değildir. Her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter. O’nun bilmesi, kulları icbar anlamına gelmez. Kul, yaptıklarından sorumludur. Çünkü irade, niyet ve tercih sahibidir. Kul, başına ne geleceğini bilmediği için niyet ve tercihlerde bulunur, bulunmak zorundadır. Kulun tercihlerini ise Allah yaratır. Allâh her şeyi bilir ve her şeyi yaratır. Allah’ın herşeyi bilmesi değil, ama her şeyi yaratması, bazılarınca kulun sorumluluğuna aykırı görülmüştür. Oysa Kur'ân’ın ifadesiyle Allah; hâlıktır, her şeyi yaratandır; emir de halk da O’na aittir. Ayrıca o, her an bir iştedir, yani yaratmaktadır. O, yaratmayı durdursa kâinat durur. Kul, yaptığı fulleri yaratmamış, onları tercih etmiş, kesbetmiştir. Diğer bir ifadeyle onlan “yapmıştır'’; ama yaratmamıştır. Zahir dünyada insa­noğlu, yapıp ettiği şeyleri kendi yaratıyor gibi algılamaktadır. Allah, “’sen atmadın, biz attık'’ buyurur. 

Bu, manevî olarak kibri engelleme­ye matuf bir ifade olarak yorumlanabilirse de onda hakikat payı da vardır. Yani “sen atmadın (yaratmadın), biz yarattık”. Çünkü atılan şeyi insanın attığı herkesçe malumdur. Onun bir irade gösterdiği or­tadadır. Ama sonucu yaratan, Allah’tır.Mesela, yaşam ünitesine bağ­lı bir bebeğin veya kişinin yaşaması, o makineye bağlı kabul edilmek­tedir. Yahut birinin o fişi çekip çekmemesine bağlı zannedilmektedir. O fiş çekilse kişinin hayatına son verildiği düşünülmektedir. Şayet fiş çekihneseydi, kişinin daha uzun yaşayabileceği zannedilmektedir. Bu­nun bir misali de öldürme olayıdır. Katil, kişiyi öldürmeseydi, o da­ha uzun yaşayacaktı. Katil, kişinin ecelini belirlemiş oldu. Şayet “ka­til onu öldürmeseydi, o kişi yine ölecekti” dersek, katilin ne sorum­luluğu olabilir?!

Evet, bütün bunlar, zahir dünyada gördüklerimizdir. Doğrusu ak­lımızla idrâk ettiklerimiz de bu kadardır. Katil, adamı öldürdü. Öldürmeseydi, adam daha uzun yaşayacaktı. Ama biz sebepler dünya­sında yaşıyoruz. Kişinin “daha uzun” yaşayıp yaşamayacağını bilmi­yoruz. Katil onu öldürmeseydi, diyerek bu yargıya varıyoruz. Belki katil öldürmeseydi, başka bir sebeple ölecekti. Bu noktada bildiğimiz tek şey, her varlığın bir eceli olduğudur. Ecel geldiğinde ruh bedenden ayrılır. Peki, burada insan niçin sorumlu olmaktadır? Çünkü in­sana “öldürme! denilmiştir. İnsan, bu emre riayet etmediği için so­rumludur. Böyle değil de sebeplerin mutlak etkin olduğunu düşündü­ğümüzde onları tanrılaştırmış oluruz. Oysa sebepleri de yaratan Al­lah’tır. Bize düşen, niyettir; irade göstermektir. Sorumlu olduğumuz alan da budur.

Yukarıda verdiğimiz yaşam ünitesi örneğine bir daha bakalım. Şöyle düşünelim. İnsan, bir yaşam ünitesi makinesi yaptı. Bu makine, mesela, bebeğin nefes alıp vermesini sağlıyor. Biz, makineye dönüp “teşekkür ederim makine, sen olmasaydın, bebek ölürdü” desek isabetli olur mu? Biraz komik kaçar, değil mi? Ama zahirde, burada, hayatı makine sağ­lamaktadır. Oysa işin aslı öyle değil. O makineyi yapan bir insan var­dır. Esasen hayatı insan sağlamaktadır. Belki mecazen bunu makineye atfedebiliriz. Hakîkaten ise yapan, insandır. Asıl teşekkür edilmesi ge­reken de insandır. Makine, insan eyleminin bir yansımasıdır, o kadar. Başka bir gücü yoktur. Aynen burada olduğu gibi, insan da Allâh ın bir yaratığıdır. Allâh’ın eyleminin/fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüyoruz. 

İnsan ancak bir fiili yapmaya niyet eder, onu yapar, kazanır, kesbeder. Ancak o fiili yaratamaz. Fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüaratmak, Allâh’a mahsustur. Olmaz ya, deni­lecekse mecazen insan yaratmış, denilebilir; hakikatte yaratan, Allâh tır. Zira insanın yaratmaya gücü yoktur; makinenin olmadığı gibi. Maki­neyi yapanın gücü olabilir. Dolayısıyla, insanı yaratanın gücü olabilir, diğer eylemleri yaratmaya. İşte bu noktada, Allâh’ın yaratmasını anla­makta güçlük çekiyoruz. Kalkıp insan özgür olsun, sorumlu olsun di­ye, yaratmayı insana atfediyoruz. Oysa bu, insana kaldıramayacağı yü­kü yüklemektir. İnsana yer açalım derken, Allâh’ı hükümranlığından ediyor, insanı onun tahtına yerleştiriyoruz. İslâm, insana sınırlı olarak yerini açmıştır. Bu da onun sorumluluğunu izaha yeterlidir. Batı zihni- yetinin bugün yapağı ise insana mutlak özgürlüğünü vermektir. Onun babşı, insan merkezli bir bakış açısıdır. Bu, tanrıdan boşalan yeri doldurmak için gerekliydi.Sonuçta dünyanın ne hale geldiği malumdur.Peki,biz Müslümanlara ne oluyor ?




(1)-
bk.Bekir Tatlı,Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları,Basılmamış Doktora Tezi,Ankara,2005,syf;254-257

(2)-H.Kırbaşoğlu,İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi,Ankara,2000,syf;207

(3)-Yavuz Köktaş,Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;256-265

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »

İsm-i Azam



Allâhu Teâlâ’nın en yüce ismi (İsm-i A‘zâm) Allâh”tır.

Eğer sen “Allâh” dersen ve kalbinde de O’ndan başkası yoksa, o zaman senin duâna icâbet olunur.

Arifin “bismillâh” demesi, Allâhu Teâlâ’nın “ol” demesi mesabesindedir.

Bu kelime sıkıntıyı defeder.

Bu kelime tasayı kaldırır.
Bu kelime zehiri tesirsiz hâle getirir.
Bu kelimenin nûru herkesedir...

Allâh: Her gâlibe üstün gelendir.
Allâh: Acâiplikleri/güzellikleri ortaya çıkarandır.
Allâh: Saltanatı yücedir.
Allâh: Cânibi ulaşılmazdır.
Allâh: Kullara muttalîdir (onların her şeyini bilir).
Allâh: Kalbi ve fuâdı (kalp ve gönül gözünü) gözetleyendir.
Allâh: Cabbarları kahredendir.
Allâh: Kisrâları zebûn/esir edendir.
Allâh: Gizliyi de açığı da bilendir.
Allâh: Kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.
Allâh için olan, Allah’ın muhâfazası/koruması altında olur.
Allâh için seven, Allâh’tan başka bir şey görmez.
Allah’ın yoluna sülük eden, Allah’a vâsıl olur. Allâh’a vâsıl olan ise, Allâh’m himâyesinde yaşar.
Allâh’ a müştâk olan, Allâh ile ünsiyet eder. Ağyârı terk edenin vakti, Allâh ile sâf olur.

Allâh’ın kapısını çal. Allâh’a ilticâ et (sığın). Allâh’a tevekkül et (güven).
(Ey yüz çevirmiş!) Allâh’a dön: Şakâvet yurdunda O’nun isminin vasıfları böyledir; ya lika ânında nasıl olur! Mihnet yurdunda böyledir; ya nîmet yurdunda nasıl olur!
“Bu Benim ismimdir ve sen de kapı arkasındasın; ya perde kalkınca nasıl olur! Nidâ ettiğimde böyledir; ya tecellî ettiğimde nasıl olur!..”

Arifler müşâhedede... Vuslat denizleri ise onlara gelmektedir.

Muhibler ağaçlarda uyumayıp, seherlerde habîbine münâcât eden kuşlar gibidir. Kurbiyet kokusunun esintileri kalplerine doğru eser de, onların Rablerine iştiyakları daha da artar.

“Siz Beni teslimiyet ve tevfîz(Allaha havele etme) ile anın, Ben de sizi en güzel tercih ile anayım.”

Bu ifâde aynı zamanda Allâhu Teâlâ’nın şu sözünün de beyanıdır: “Allâh’a tevekkül edene O kâfidir.”

“Siz Beni şevk ve muhabbet ile anın, Ben de sizi vuslat ve kurbiyet ile anayım.
Siz Beni hamd ü senâ ile anın, Ben de sizi ihsân ve atâ ile anayım.
Siz Beni tevbe ile anın, Ben de sizi günahlarınızı bağışlamakla anayım.
Siz Beni isteyerek anın, Ben de sizi nâiliyet ve bağış ile anayım.
Siz Beni gafletsiz anın, Ben de sizi mühletsiz anayım.
Siz Beni pişmanlık ile anın, Ben de sizi iyilik ile anayım.
Siz Beni mazeret ile anın, Ben de sizi mağfiret ile anayım.
Siz Beni irâde ile anın, Ben de sizi ifâde ile anayım.
Siz Beni şeyden sıyrılmış bir şekilde anın, Ben de sizi her şeye üstün tutma ile anayım.
Siz Beni ihlâs ile anın, Ben de sizi halâs/kurtuluş ile anayım.
Siz Beni kalpten anın, Ben de sizi sıkıntıdan kurtulma ile anayım.
Siz Beni lisân ile anın, Ben de sizi emân/emniyet ile anayım.
Siz Beni iftikâr (eziklik içinde) ile anın, Ben de sizi iktidâr/kudret ile anayım.
Siz Beni itizâr/mâzeret ve istiğfar (bağışlanma dilemek) ile anın, Ben de sizi rahmet ve mağfiret ile anayım.
Siz Beni îmân ile anın, Ben de sizi cennetler ile anayım.
Siz Beni islâm/teslîmiyet ile anın, Ben de sizi ikrâm ile anayım.
Siz Beni kalp ile anın, Ben de sizi perdeyi kaldırmakla anayım.
Siz Beni zikr-i fânî ile (her şeyden sıyrılmış olarak) anın, Ben de sizi zikr-i bâkî ile anayım.
Siz Beni derinden yakarış ile anın, Ben de sizi vuslat ile anayım.
Siz Beni tezellül (alçakgönüllülük) ile anın, Ben de sizi hatâlarınızı affetme ile anayım.
Siz Beni günahlarınızı îtirâf ile anın, Ben de sizi mahv-ı iktirâf (günahlarınızı silme) ile anayım.
Siz Beni sırrınızın/özünüzün safâsı/temizliği ile anın, Ben de sizi hâlis iyilik ile anayım.
Siz Beni sadâkat ile anın, Ben de sizi şefkat ile anayım.
Siz Beni safvet (iç temizliği) ile anın, Ben de sizi affetme ile anayım.
Siz Beni ta’zîm/yüceltme ile anın, Ben de sizi tekrîm (iyilik, cömertlik) ile anayım.
Siz Beni teksîr ile (çokça) anın, Ben de sizi cehennemden kurtuluş ile anayım.
Siz Beni cefâ (dünyâyı terk) ile anın, Ben de sizi vefâ ile anayım.
Siz Beni terk-i hatâ ile anın, Ben de sizi envâ-ı ata ile anayım.
Siz Beni hizmette gayret ile anın, Ben de sizi itmam-nîmet (nimetin tamâmı) ile anayım.
Siz Beni siz/kul olarak anın, Ben de sizi Ben/Allah olarak anayım.”
“Allâh’ın zikri/Allâh’ı zikretmek en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »

İtikad ve İman



İTİKAD

Hamd (şükür, övgü, övünme) Allâh’a mahsustur. Keyfiyeti yaratan O’dur, fakat kendisi keyfiyetten münezzehtir. Mekânı yaratan O’dur; fakat kendisi mekândan münezzehtir. O her şeyin içerisindedir; fakat zarfiyetten (bir şeyin içerisinde olmaktan) uzaktır. O her şeyin yanındadır; fakat indiyetten yücedir. O her şeyin evvelidir ve O’nun için son yoktur.

Eğer “O nerededir ?” dersen, O’nu mekânla talep etmiş olursun. “O nasıldır?” dersen, O’nu keyfiyet ile talep etmiş olursun. O’nun hakkında “ne zaman?” dersen, O’nu zamanla kayıtlamış olursun. O’nun hakkında “değil” dersen, O’nu kevniyetten (var oluştan) soyutlamış olursun. O’nun hakkında “şâyet” tâbirini kullanırsan, O’na noksanlıkla mukâbelede bulunmuş olursun. O’nun için “niçin” dersen, O’nun melekûtiyeti/hükümranlığı konusunda O’nunla muâraza etmiş, çekişmeye girmiş olursun.

O sübhân ve müteâldir/yücedir. Öncelik O’nu geçemez, sonralık O’na ulaşamaz. Benzerlikle kıyas edilemez. Şekil O’na yaklaşamaz. O eş edinme (gibi bir sıfatla) ayıplanmaz, vasıflanmaz. Cisim ile bilinemez.

O sübhândır, müteâldir. Onun eğer bir şekli olsaydı, o zaman kemi- yet/nicelik yönüyle bilinmiş olurdu. Eğer cisim olsaydı, bir bedene girmiş olurdu.

Biz, “O Vâhid”dir, diyerek “Beneviyye”yi (Beyâniyye) reddederiz.

“O Samed’dir” diyerek, Veseniyye’yi (Seneviyye) reddederiz.

Haşeviyye’ye karşı “O’nun benzeri yoktur” deriz.

“Onun dengi yoktur” diyerek, Vasfiyye’den mülhid olanları reddederiz.

“Açık veya gizli, karada veya denizde (her yerde), hayır ve şer husûsunda hiçbir hareket yoktur ki, O’nun irâdesiyle olmasın” diyerek Kaderiyye’yi reddederiz.

“Kudreti taklit edilemez. Hikmetinin nihâyeti yoktur” diyerek Hüzeyliyye’yi tekzip ederiz, yalanlarız.

Nazzâmiyye esaslarının aksine “hukûkunu edâ etmek vâciptir/farzdır. Hucceti/delîli kesindir. Hiç kimsenin O’nun üzerinde bir hakkı yoktur ve hak talep etme iddiâsı da olamaz” deriz.

“O, âdildir, hükümlerinde hiç kimseye zulmetmez. Sâdıktır, vâdettiği hiçbir şeyden dönmez. O, kadîm, ezelî kelâm ile konuşur. Kelâmının yaratıcısı yoktur. Kur’ân'ı indirmiş ve O’nun nizâmıyla en güzel kelâm edenleri dahi âciz bırakmıştır” diyerek Murâdiyye’nin (Murdâriyye) delillerine karşılık veririz.

Rabbimiz ayıpları örter. Tevbe edenin günahlarını affeder. Eğer kişi günâhını tekrar işlerse beşer için mâziye dönüş olmaz (geçmişte affedilen affedilmiştir).

O aldatmaktan/aldanmaktan münezzehtir. Hatâdan beridir. Rabbimizin, mü’minlerin kalpleri arasına ülfet koyduğuna ve kâfirleri saptırdığına inanırız. Böylece Hişâmiyye’yi reddederiz.

Ca‘feriyye’nin aksine, bu ümmetin fâsıklarının/günahkârlarının Yahûdî, Hıristiyan ve Mecûsîlerden daha hayırlı olduğunu tasdik ederiz.

Ka'biyye’yi reddederek; O’nun hem kendisini, hem de başkasını gördüğünü, her sesi işittiğini, her gizliyi gördüğünü ikrar ederiz, yani söz ile belirtiriz ve kalben inanırız.

“O, halkı en güzel fıtratta/özde yaratmış, sonra da onları (öldürmek sûretiyle) çukur/kabir karanlığına göndermiştir. Elbette ki, onları ilk yarattığı hâle döndürecektir” diyerek Dehriyye’yi reddederiz.

O, insanları hesap günü için topladığında, sevdikleri için tecellî edecek ve onlar da O’nu gözleriyle müşâhede edeceklerdir. O, ayın görüldüğü gibi görülecektir. O, sâdece Mu‘tezile’den rü’yetullâh’ı inkâr edenlere gö-rünmeyecektir.

O, o gün sevdiklerine nasıl hicaplı/gizli olabilsin, ya da onları bekletsin ki, O’nun bu hususta ezelî ve kadîm vaatleri vardır. “Ey mutmain nefis! Râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak Rabbine dön”. Sen mutmain nefsin hûrilere ve cennete râzı olacağını, yâhut cennet bahçelerinde sündüs (ince ve hâlis ipek) elbise ile gezmeye kanâat edeceğini mi zannediyorsun?!.. Mecnûn, Leylâ olmaksızın nasıl ferahlık bulabilir?!.. Muhibler, anber kokusu olmaksızın nasıl kokuya doyabilirler?!..

Kulluğu gerçekleştirmede eriyen bedenler, nasıl olur da Hak katındaki koltuklarda nîmetlendirilmez ?!., Karanlık gecelerde seherleyen gözler, ün-siyet müşâhede ile lezzete nasıl erişmez?!.. Muhabbet darbeleriyle acı çekmiş olan gönüller, köpürmüş şaraptan nasıl içmez?!.. His kalıplarına hapsedilmiş ruhlar, kudsiyet bahçelerinde/cennetlerinde nasıl gezip tozmazlar?! O cennetlerin o güzelim yerlerinde nasıl eğlenmezler?!.. Susuzluğu sona erdiren kaynaklarından nasıl içmezler?!...

Dahası, şevk ve vecd, aşırı bir halde hâlâ dururken, bu şikâyetin hâlinin şerhi daha yapılmamışken,nasıl olur da sâdece cennetlerle iktifâ ederler:

O gün “Âşıklar hâkimi” açıkça tecellî ederek bu meseleyi halledecek, O gün ruhlar O’nun hitâbına mazhar olduğu zaman, O onlara “selam" ı ile söze başlayacak. Adn cennetlerine gitmelerini emredecek; fakat bir kısım canlar oraya gitmek istemeyecek, O’ndan gayrısına nazar etmemeye, O’ndan başkasına niyet bağlamamaya yemin edecekler. O’ndan başka hiçbir şeye rızâ göstermeyecekler. Onların talepleri öyle basit taleplerden olmayacak. Çünkü onlar tatlı hayâtı sâdece O’nun yüce vuslatına ulaşmak için terk etmişlerdir. Bunun üzerine “şarap müdürü” onlara kendi safâsı ile tertemiz yaptığı bir kadeh sunacak. Bu hal sarhoşları iyice sarınca, artık onlara gece ve gündüz gizlenecek, görünmeyecek. Onların O’nun parlak, hoş, câzip nûrlarına olan arzu ve iştiyâkları daha da artacak.

Hakkın için yemin ederim ki: Cemâlini göstermediğin bir göz ancak şakî olabilir. Güzelliğinle uşşâkın hepsini öldürdün. Sana olan düşkünlük aşkına, raiyyetine/bağlılarına karşı yumuşak ol! Sana olan şevk ile eriyen kalplerden geriye bir şey kalmadı. Eğer maksadıma (rü’yetullâh) ulaşamadan ölümüme hükmedersen, senin aşkın benim vasiyetim olsun. Yâ İlâhî! Reddedilmek şöyle dursun, âhiretteki mülâkat ânında lütûf ve ihsânının bu hatâyı yok edeceğinden dahi ümitsiz değilim.

Ey kardeşlerim! Seherlerde rabbânî vakitler vardır. Semâvî işâretler vardır! Melekî soluklar vardır!.. Bu sözümüzün doğruluğuna delil ise şudur: Dâvûdî sesli kuşlar, şarkılarını ağaçlarda seher vakti hep birlikte, coşkuyla söylerler. Kıvrım kıvrım sular bahçe aralarında o vakit çağlayarak akar. Ve dallar sündüs elbiseleriyle seher vakti raks eder. İşte bir bahçedeki bu olayların hepsi O’nun vahdâniyetini kabul ve itiraf ederler.

Haberiniz olsun, ey ehl-i muhabbet! Hak, seher vakti tecellî ederek şöyle seslenir: “Tevbe eden kimse yok mu? Onun tevbesini güzelce kabul edeyim! îstiğfâr eden yok mu? Onun hatâlarını tamâmen bağışlayayım! İhsan isteyen yok mu? Ona nîmet ve ihsânımı bol bol vereyim!

İyi bilin ki, ruhlar saflaşınca, o güzel yüzleri ile parlak ve aydınlık olurlar. Her şeyleri birbirine uygun olur. Yüklendikleri her şey onlara hafif gelir.

Hoş, onların ufukları kaplayan gözyaşları da güzel kokulu olur yal... Onlar bazı şeyleri terke sabretmelerine karşılık, yüce mertebelere ulaşmayı hak etmişlerdir. Onların sözlerinin doğruluğu, muhibler arasında rivâyet I edilen bir senettir.

Onlar ihtiyaçları karşılanmış bir şekilde ve kendilerinden istenmeden Buzaklaşıp gitmişlerdir!..

Muhabbetin hediyesi kıymetli ve apaçık olur...

Ey kendisi için güzel kâfiyeler söylenmiş olan (muhabbet)!.. Hanefiy- ye, Şâfiiyye, Mâlikiyye ve Hanbeliyye mezheplerinin esasları üzere yüce akideleri olan (muhabbet)!..

Allâhu Teâlâ beni de sizi de ayrılığa düşüp, okun yaydan çıktığı gibi (Hak yoldan) ayrılanlardan uzak eylesin.

Allâhu Teâlâ beni de sizi de kendilerine (cennette) kat kat yapılmış köşkler bahşedilen kimselerden kılsın.
Allâhu Teâlâ, halkın en şereflisi Efendimiz Muhammed’e, onun âilesine ve ashâbına en güzel salâtlar ile salât eylesin!. Onlara sabah akşam, her zaman, ebedî ve sürekli tâzelenen bir selâm ile selâm etsin!..

Âmîn!.. Âmîn!..


İMAN

İmân bir gayb kuşudur. “O rahmetini dilediğine tahsis eder.’’ ufuğundan inen kulun kalp ağacına konar; o güzel sesiyle, sâhibinin göğüs kafesinden, tâ “Sadâkat makâmı"na varıncaya kadar ona “Rableri onları müjdeler” şarkısını söyler. Vücûd/varlık ağacının meyvesi İslâm milletidir. Tertemiz Şerîat-i Muhammediyye öyle bir güneştir ki, onun ışığıyla kevn (maddiyât âleminin) karanlığı aydınlanır. Ona uy ki, iki cihânın saadetine nâil olasın. Onun sınırları dışına çıkmaktan sakın. İslâm toplumunun icmâsından ayrılma.

Bu en mükemmel şeriat sâhibinin kalbinde, hikmetin benzersiz emânetleri vardır. Nâmûs'i Ekber’in sâhibinin (Hz. Peygamber) sırların' da, gayb cevherlerinin hazîneleri vardır. Onun emrini kabul edersen, yolun Allâhu Teâlâ’ya çıkar. Akıl Kâ'be’ni onun hükümlerinin indiği merkez
yap. Onun “söz bulutu”nun yağmurundan, aç ruhlar suya kanar. Lafızlarının hayat pınarlarında aklın görüşleri yıkanıp temizlenir.

Talep münâdîsi kalıplar içerisinde kalmış gizli ruhlara seslendi de, onların sükûnetlerini yükseklere sıçrattı. O ruhlar aşk kanatlarıyla muhabbet fezâsında uçtular. Yorulduktan sonra şevk dallarına düştüler!

Şevk bülbülleri seher vakti, “Şâhit tuttu”ya coşturan mutrıplarla birlikte şarkılar söyledi. Fakat aşk nesîminin “Elest (Ben sizin Rabbiniz değil miyim)?!” tarafına doğru esmesi onları rahatsız etti.

Bu kuşlardan/ruhlardan bir kısmı, eski uçuşlarının izlerini sürüp, teklimden (Hakk’ın hitâbından) bir koku koklayıp, vuslat ağacının gölgesindeki yaşayışlarını hatırlayıp, dostlardan uzak kalmanın verdiği yürek yangınından şikâyet ederek göğüs kafesinden dışarı çıktı. Vücûd/varlık gözünün insanının diliyle çağıran Allâhu Teâlâ’nın dâvetçisini işittiler. [ O’nun (s.a.v.) dâveti, ruhların levhalarının sayfalarına nakşolunmuş ve [ kalp ağaçlarının dallarını sallayan bir meltemdir.

Sûret meydanlarındaki akıl süvârisi/savaşçısı, duyduklarına hasretten [ dolayı ıstırap çekti. Bu ahit sebebiyle ‘vecd’in ellerinde titredi. O ahit için yaşadığı hayat kıdem/kader sırlarından bir sırra dönüştü. O ahit uğruna I onun başına gelen divanelik, kaderin latîfelerinden bir latîfeye (hikmete, nükteye) dönüştü.

Uygun olan nefislerin/canların üzerine gayb nûrları doğup, sırlar muhâfaza edilip basiretleri üzerinden zâhir perdeleri kaldırılınca, onlar varlığın sâhibinin cemâlini görürler. Tertemiz aynalarında o cemâli müşâhede ederler.

Her ârifin Kâ‘besi, Hakk’ın ona nazar ettiği yerdir.

Allâhu Teâlâ’ya götüren en yakın yol, kulluk kânununa yapışmak,İslâm şerîati ipine sımsıkı sarılmak ve takvâ caddesinde istikâmet üzere (dosdoğru) yürümektir. Senin Allâhu Teâlâ ile ünsiyetin/yakınlığın, O’ndan gayrısına soğukluğun/uzaklığm kadardır. Allâhu Teâlâ’ya bağlılığın, O’nun hakkındaki marifetin kadardır.

Amellerdeki bulanıklık bir nevi mahrumluktur. Dünyâ talebine dalmak, aklın Allâhu Teâlâ’dan vazgeçmesine sebep olur. Taleplerdeki riya, tâlibin talep güneşinin tutulmasıdır. Maksatlardaki nifâk/bozgunculuk, maksat sâhibinin maksadının yüzündeki tırmıklardır, tırnak izleridir.

Dostlardan ayrılık kalplere azap verir. Bir şeylere bağlanıp kalmak da m akıllar için azaptır.

Dünyâ hayâtının şâşaası, yüce melekût âlemlerine ulaşmaktan alıkoyan bir perdedir. İbâdet yüzünle Allâhu Teâlâ’ya yönelmen, O’nun sana E rahmet yüzüyle yönelmesine vesile olur. Eğer akıl çocuğun terbiye kucağında rüşdüne erseydi, dünyâya meyletmezdi. Fakat o hâlâ “Bizi mallarımız ve çoluk çocuğumuz oyaladı!” beşiğinde...

Temiz ruhlar cisim heykellerinin kandilleridir. Saf akıllar sûret köşklerinin melikleridir.

Ey oğul! Kalp gözünü ezel sırlarının gelinlerini görmek için aç. Kaderin letâfet/esrâr nesiminin esintisini rûhunun himmetiyle içine çek.

Allâhu Teâlâ varlık timsallerini, basîret sâhiplerinin gözlerini imtihan etmek için, dünyâ denizinin sâhiline koymuştur. Sebat beşiklerinde büyü- yen, ismet (günahtan korunma) hücrelerinde terbiye edilen, “iş”in delillerinin gölgelerinde bol bol gölgelenen, kader hazînesinin latıfelerini/sırlarını keşfeden, gayb gelinleri kendilerine gösterilen ve sonunda kerem diyârına gönderilen ruh çocukları, dünyânın süsüne iltifat etmekten emin olurlar.

Ariflerin sır bülbülü, aşk mecnunlarının fikirlerini deli divâneye döndürdü; akıl dağlarının direklerini yerinden oynattı; kaderin hazînelerine i muttali oldu.

Ey mü’minlerin ruhları! O’na şevk kanatlarıyla ve aşk sadâkatiyle uçun.
O’na yönelmenin sadâkati içinde dünyâ yaygısının saçaklarını dürün. O’nu talep etme mumunun etrâfında, ışığın etrâfında dönüp duran pervâne/kelebek gibi olun. O’nun makâmı etrâfında sevgilisine koşan âşığın adımlarıyla dolaşın. O’ndan Adem (s.a.v.)’in şu talebini siz de talep edin:

“Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen, biz hüsrâna uğrayanlardan oluruz.”

Dilaver Gürer , Abdülkadir Geylani(Risaleler)
Devamını Oku »