Kadere İman Kuran'a Aykırı Mı ?



Kaderle ilgili (aşağıda zikredeceğimiz) hadîslerin şu âyetlere aykırı olduğu ifade edilmektedir:


‘İnsan için ancak çalıştığı vardır!” Necm, 39.

“Allâh, kulları için zulüm dilemez” Mü’min, 21.

“De ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin” Kehf, 29.

“Bir toplum kendi nefislerinde olanı değiştirmedikçe, Allâh, o toplumun durumunu değiştirmez’’ Rad, 11.

“Sizi o yarattı, kiminiz küfredendir, kiminiz îmân eden. Allâh, yaptıklarınızı görmektedir.” Teğâbün, 2.

“Biz, onu (insanı) yola hidâyet ettik. İster şükreder, ister küfreder.’’ İnsan, 3.

“Eğer Allâh dileseydi, onları bir hidâyet üzerinde toplardı.” En’âm, 35.

Ayrıca bu âyetlerin yanında bazı îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde de kadere îmânın zikredilmediği iddia edilmektedir.

Bütün bu âyetlerde insanın sorumluluğu vurgulanmaktadır. Aslın­da kimsenin buna itirazı yoktur. Ancak, hadîsler sanki böyle düşünen­lere göre, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmakta, onları fiile icbar etmektedir. Konuya girmeden kısaca şunu belirtmekte fayda var­dır: Bu âyetler, insanların tercihler yapabileceğini, bu tercihlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamaktadır. Fakat mesele, bu tercihleri yarata­nın kim olduğudur. Bu âyetlerden insanın tercihlerini kendinin yarat­tığı çıkmaz. Oysa aşağıda da göreceğimiz gibi Allâh, her şeyi bilir; ama bilmesi insanı icbar etmez; insanın iradesini kullanarak tercihler yap­masına izin verir, ama tercihleri sadece O yaratır.

Şimdi önce “kader” lafzının geçtiği “kadere îmân” ile ilgili bazı ha­dîsleri kaydedelim:

1-Meşhur Cibril hadîsi: Abdullah b. Ömer’in, babası Hz. Ömer’den naklettiği hadîs şöyiedir: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.)’in yanında bulun­duğumuz sırada âniden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zat çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisi­ni kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (s.a.s.)’in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzerine koydu ve ‘Ya Muhammedi Bana İslâm’ın ne olduğunu söyle’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Al­lah’ın Rasûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yeterse Beyt i hac etmen­dir’ buyurdu. O zat: ‘Doğru söyledin’ dedi. Babam dedi ki: Biz buna hayret ettik. Zira hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.

‘Bana îmândan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.): ‘Allâh’a, Allâh’ın meleklerine kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inan­man, bir de kadere, hayrına şerrine inanmandır’ buyurdu. O zât yine:

‘Doğru söyledin’ dedi. Bu sefer:

‘Bana ihsandan haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.):

‘Allâh’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Çünkü her ne kadar sen onu görmüyorsan da, o seni muhakkak görür’ buyurdu. O zat:

‘Bana kıyâmetten haber ver’ dedi. Rasûlullah (s.a.s.) ‘Bu meselede kendisine sorulan, sorandan daha çok bilgi sahibi değildir’ buyurdular.

‘O halde bana alâmetlerinden haber ver’ dedi. Peygamber (s.a.s.):

‘Cârıyenın kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir buyurdu. Babam dedi ki:

Bundan sonra o zat gitti. Ben bir süre bekledim. Sonunda Allah Rasulü bana: 'Ya Ömer! O soru soran zatın kim olduğunu biliyor sun?’ dedi. ‘Allâh ve Rasûlü bilir’ dedim.

‘O Cibril’di. Size dîninizi öğretmeye gelmişti’ buyurdular.”(Müslim,İman,1)

Burada kısaca Cibril hadîsi üzerinde durmakta fayda vardır. Tespitlere göre, Cibril hadîsi şu sahâbîler tarafından nakledilmiştir:

İbn Ömer-Hz. Ömer-İbn Ömer-Ebû Hureyre-Ebû Zerr -Ebû Hureyre- Enes b. Mâlik- İbn Mes’ûd- İbn Abbâs -Ebû Âmir Cerir b. Abdillah- Umeyr b. Katâde.

Cibril hadîsiyle ilgili ulemâ tarafından sıhhati konusunda en ufak bir şüphe duyulmamıştır. Bu hadîsin geneli itibariyle sahîh ve meş­hur oldulememiz mümkündür. Bununla birlikte zayıf ve illet­li tarîkleri de vardır. Ancak bu zaaflar şiddetli değildir.ğunu söy

Kettanî gibi hadîsin mütevâtir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat sened ve metin itibariyle tevâtürden bahsetmek mümkün gözükmemek­tedir. Bununla birlikte, rivâyet farklılıkları ve kullanılan değişik lafızlar bir kenara bırakılırsa, Cibril’in insan sûretine girerek Hz. Peygamber’e îmân, İslâm, ihsan ve kıyâmet zamanı gibi konularda soru sorma­sı, rivayetlerin bütününün üzerinde duruduğu bir konu olması hasebiy­le manevî mütevâtir olarak kabul edilmelidir.

Cibrîl hadîsinin belki de ihtiva ettiği konulardan en önemlisi, kade­re îmân meselesidir. Bu konu, hadîsin bütün tarîkleri göz önünde bulun­durulduğunda çok büyük bir kısmında yer almaktadır. Kader konusunu içermeyen rivâyetler, genelde Ebû Hureyre’den nakledilmiştir. An­cak hepsi böyle değildir. Ebû Hureyre-Ebû Zerr kanalıyla gelen tarîk­lerde kader konusu mevcuttur. Yine Ebû Hureyre’den nakledilen Uma- re b. Ka’ka’a rivâyetinde de kadere îmân bulunur. Kadere îmânı içer­meyen tarîklerin kadere îmânı içeren tarîklere göre eksik olduğu söy­lenebilir. Cibril hadisinin aslında kadere îmân konusu bulunmaktadır.(1)

Şu kadarı ifade edilmelidir ki, belki Cibrîl hadîsine dayanarak ka­der konusunun manevî mütevâtir derecesine ulaştığını söylemek zor­dur. Fakat kader konusundaki farklı lafızlarla farklı sahâbîlerden rivâ- yet edilen bütün hadîsler topluca değerlendirildiğinde rahatlıkla ma­nevî mütevâtir seviyesine çıktıklarını söylemek mümkündür. Kaldı ki, bu hadîslerin manasını Kur’ân da açık bir şekilde desteklemektedir.

Sıhhati üzerinde ittifak olan Cibrîl hadîsiyle ilgili, ne var ki, özel­likle son zamanlarda Cibrîl hadîsinin sıhhati üzerine bugüne kadar bi­linenlerin aksi istikametinde bazı tereddütlü yorumlara da rastlamak mümkün hale gelmiştir. Hüseyin Atay, bu konuda gel-gitler yaşamış, kadere îmân yerine altıncı şart olarak “Allâh’ın inâyetine inanmayı sa­lık vermiştir! Süleyman Ateş, bir okurunun Cibrîl hadîsi hakkındaki so­rusuna “Bu hadîs, çok sağlam denilen kaynaklarda var; ama bana göre, uydurmanın ince ayarlısıdır. Kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğu­na inanmak Peygamber döneminin konuları değildir. Kur ân da inanç esaslarını belirten âyette kader konusu yoktur... Gerçi Kur ân da Al-lâh’ın, olacak her şeyi önceden yazdığına dair ayetler vardır ama bu husus, îmân esasları arasında sayılmamıştır. Kadere iman sorunu, ikin­ci, üçüncü asırlarda çıkan mezhep ve kelâm tartışmalarının ürünüdür. İşte bu adamlar düşüncelerini, Peygamber diliyle onaylatmak istemiş­lerdir. Çok kurnazlık yapılmıştır.” şeklinde, İlmî olmayan bir değerlen­dirmede bulunmuştur.

Hayri Kırbaşoğlu, bir eserinde söz konusu hadîsi ızdıraba örnek olarak göstermiş; geniş Müslüman kitleler nazarında en tartışmasız ve üzerinde tamamen ittifak edilmiş bu hadîsin metinlerinde hiçbir ihtilafın bulunmadığı kanaatinin yaygın olduğunu, gerçekte ise çeşitli rivâyetleri arasında ciddi problemler bulunduğunu -kaderin zikredildiği ve edilmediği rivayetleri örnek göstermek süretiyle- ifade etmiştir.(2)

Sonuç olarak yukarıdaki değerlendirme dikkate alındığında kade­re îmân konusunun îmân esaslarından olmadığını söyleyenlerin iddi- alarmın kıymeti haiz bir tarafı bulunmamaktadır. Hadîsin bazı tarîklerinde kadere îmân bahsinin bulunmadığı doğrudur. Ancak bu problem değildir. Hadîsin çoğu tarîkinde bu ifade vardır. Kırbaşoğlu’nun ızdırab iddiası delilsizdir. O, ızdırabı da gelişigüzel ve usulden bağımsız olarak kullanmaktadır. Hadîslerde en ufak ihtilaf veya farklılık gör­düğünde ızdırab damgası vurabilmektedir. Mi’râc hadîslerini de böyle değerlendirmiştir. Oysa rivâyetleri uzlaştırma veya rivâyetler arasında tercih imkânı bulunmaktadır. Buna göre, kadere îmân ifadesi, hadîsler­de sabittir. Ayrıca, Cibrîl hadîsi vesilesiyle kadere îmânın îmân esasla­rında bulunmadığını söyleyenler, diğer hadîs ve âyetlere bakmamakta­dır. Bilindiği gibi, hadîslerde oldukça fazla, Kur’ân’da ise yeteri kadar, kadere îmân vurgulanmaktadır.

2-Câbir b. Abdullah’dan rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) şöyle dedi: “Bir kul, kadere, hayır ve şerrin Allâh’tan olduğuna, başına geleceği takdir edilen şeyin mutlaka geleceğine ve gelmeyeceği takdir edilen şeyin de kesinlikle gelmeyeceğine inanmadıkça mü’min olmaz.”(Tirmizi,Kader,10)

3-Diğer rivâyet: “Kişi şu dört şeye îmân etmedikçe mü’min olamaz;Allâh’tan başka hiçbir ilah ve otoritenin olmadığına,Benim Allâh’ın Resûlü olduğuma ve beni hak ile gönderdiğine,Ölüme ve ölümden sonraki dirilmeye,Kadere.”(Tirmizi,Kader,10)

4-İbn Deylemî’den rivâyet edilmiştir: Ubeyy b. Kâ’b’in yanma var­mıştım. Kendisine: “İçimde kaderle ilgili bazı şüpheler belirdi. Bana bu mevzuda birşeyler anlat. Umulur ki Allah bu sayede kalbimden bu şüp­heyi giderir” dedim.

“Eğer Allâh, göklerinde ve yerlerinde bulunan halka azab etseydi, onlara zulmetmiş sayılmazdı. Eğer onlara rahmetle muamele etseydi, bu, (onlar için) amellerinin karşılığından daha hayırlı olurdu. Eğer sen Allâh yolunda Uhud (dağı) kadar altın harcasan, kadere îmân etmedik­çe (kaderde) sana isabet eden şeyin sana (mutlaka) erişeceğini, (kader­de) sana isabet etmeyen şeyin de sana erişemeyeceğini bilmedikçe, Al­lâh bunu senden kabul etmez. Eğer bundan başka bir inanç üzerinde Ölürsen cehenneme girersin” dedi. Sonra Abdullah b. Mes’ûd’un ya­nına vardım. O da (bana) buna benzer sözler söyledi. Sonra Huzeyfe b. el-Yemân’m yanma vardım. O da aynı şeyleri söyledi. Sonra Zeyd b. Sâbit’e vardım. O da bana Peygamber (s.a.v.)’den buna benzer söz­ler nakletti.(Ebu Davud,Sünne,16;A.Hanbel,Müsned,V,183) Elbânî’ye göre sahîhdir. Müsned’i tahkik edenlere gö­re de sahîhdir.

İbn Deylemî’nin aynı rivâyeti İbn Ebî Asım’ın Kitâbu’s-sünne sin­de geçer.(3) Burada Zeyd b. Sâbit’e sorar. Zeyd de merfuan Hz. Pey­gamberden yukarıdaki ifadeleri nakleder. Ancak bu iki kaynakta ka­dere îmân etmedikçe” açılarak “hayrı ve şerriyle kadere îmân etme­dikçe” ifadesi geçer.

5-Enes anlatıyor: Resûlullâh (a.s.) dedi ki:

“Üç şey vardır ki îmâ­nın aslındandır:

-Lâ ilâhe illallah diyene saldırmamak, işlediği herhangi bir güna­hı sebebiyle bu kimseyi tekfir etmemek, herhangi bir ameli se­bebiyle de İslâm’dan dışarı atmamak.

-Cihâd; bu Allâh’ın beni peygamber olarak gönderdiği günden, bu ümmetin Deccâl’e karşı savaşacak en son ferdine kadar ce­reyan edecektir; onu, ne imâmın zâlim olması, ne de âdil olma­sı ortadan kaldıramayacaktır.

-Kadere îmân.(Ebu Davud,Cihad,35)

6.İmrân b. Husayn’dan rivâyet edilmiştir: “Bir adam, ‘Ey Allâh’ın Resûlü! Cennetlik ve cehennemlikler (Allâh tarafından önceden) bilinmekte midir?’ diye sordu. Hz. Peygamber, ‘Evet’ dedi. Adam, ‘öyleyse insanlar niye amel etsinler?’ dedi. Hz. Peygamber, ‘Herkese ne için yaratıldı ise, kendisine o kolaylaştırılacaktır’ buyurdu.”(Buhari,Kader,2;Müslim,Kader,9-10;Ebu Davud,Sünnet,17)

Kader, demişken; burada kaderin nasıl algılandığına dair kısa bir hatırlatmada bulunmamız gerekir: Kadere îmânın iki boyutu vardır;

1-Allâh’ın her şeyi bilmesi

2-Allâh’ın her şeyi yaratması.

Ehl-i Sünnet, her ikisini kadere îmânın vazgeçilmez unsurları olarak kabul ederken; Kaderiyye, ikinci şartı reddetmiştir. Oysa Kur’ân’a | bakıldığında —mesela, “O, sizi ve yaptıklarınızı yaratandır âyetinde olduğu gibi- Allâh’ın her şeyin yaratıcısı olduğu apaçık görülür. Ehl-i Sünnet, bu iki boyutu kabul ederken, kulun mecbur olduğunu da söylememiştir.

Görüldüğü gibi, hadîslerde kader kelimesi kullanılarak kadere îmân vurgulanmaktadır. Son hadîste kader kelimesi kullanılmasa bile ona işaret edilmektedir. Kadere îmân, Allâh’ın olmuş ve olacak her şeyi bilmesi ve zamanı geldiğinde halketmesidir. Kadere îmân, Allâh’ın kâinatın yaratıcısı olmasının, kâinatın hükümdarı olmasının ve kâinatı her an kontrol altında tutmasının da bir neticesidir. O, meliktir, O, âlimdir, O kayyûmdur. Kâinat, O’nun dilemesi ve izniyle ayakta durmaktadır, ; O, böyle bir Rabb’dir. O Rabb’i bu şekilde bilmek ve bellemek lazımdır. Biz, O’nu bir beşer olarak hakkıyla takdir edemesek bile O’nun öğrettiği kadar takdir etmek durumundayız. Yoksa, onu hakkıyla takdir! edemeyen Ehl-i Kitâbm durumuna düşeriz.

Günümüzde kadere îmâmn îmân şartlarından olmadığını iddia edenler vardır. Bunların böyle bir yargıya varmalarının temel nedeni, halk arasındaki yanlış kader anlayışıdır. Buna göre, başımıza gelenler, alın yazısıdır. Bizler mecbur, zorunlu varlıklarız. Ne yaparsak yapalım, hayatımızda değişikler yapamayız. Bir kere, kaderimiz yazılmıştır. Bu, arabesk bir kader anlayışıdır. Doğrularla yanlışlar iç içe girmiştir. Doğ­rudur, başımıza ne gelmiş ise bu kader planında cereyan etmektedir- Ama başımıza ne geleceğini bilmiyoruz ki, şimdiden “kaderimiz bu” di­yerek sorumluluktan kaçalım! Tabii buradan diğer bir aşırı sonuç ortaya çıkıyor: İnsan, özgür iradeye sahiptir. Her ne yapıyorsa kendi yarattığıdır; her yaptığı kendi elindedir.

Bununla birlikte, halk arasında -ki halkın hepsi de böyle düşün­mez- böyle bir kader anlayışının varlığına dayanarak kaderi inkâr et­mek söz konusu olamaz. Zira kader; Allâh’ın, mutlak ilmine bağlı ola­rak, olmuş-olacak her şeyi bilmesidir. Allâh’ın her şeyi bilmesi, kulla­rı icbar anlamına gelmez. Allâh’ın bilmesi, bizim eylemlerimizin sebe­bi, zorlayıcısı değildir. Zira kullar, özgür iradeye sahip olduğu gibi; bir saniye, bir salise sonra ne olacağını de bilmemektedirler. Onlara dü­şen, iradeleriyle hareket etmek, sorumluluklarını yerine getirmektir.

Bu kader anlayışı, aynıyla, Kur’ân’da da vardır. Pek çok âyet ol­makla birlikte, bir kaç tanesini kaydetmekle yetinelim:

a-“(Ey Muhammedi) Sen hangi işte bulunursan bulun, ona dair Kur’ân’dan ne okursan oku ve (ey insanlar, sizler de) hangi şeyi yaparsanız yapın, siz ona daldığınızda biz sizi mutlaka görürüz.Ne yerde, ne de gökte, zerre ağırlığınca, (hatta) bu zerreden daha küçük veya daha büyük olsun, hiçbir şey Rabbinden uzak (ve giz­li) olmaz; hepsi muhakkak apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz da yazılı)dır”(Yunus,61)

Kur’ân’da da bildirildiği gibi, Allâh, insanın içinde bulunduğu her durumu en ince ayrıntısına kadar bilendir. Çünkü zaten insanı da, in­sanın içinde olduğu bütün hal ve durumları da yaratan Allah tır. Bir an insanın kafasından geçen bir düşünceyi, aynı anda bedeninin herhan­gi bir yerinde oluşan bir ağrı hissini, o an elinde okuduğu kitabı, o ki­tabın hangi kitap olacağından o an okuduğu sayfaya ve o an okuduğu kelimeye kadar her detayı Allâh yaratır ve tüm bunlar, Allâh’ın sonsuz bilgisi dahilindedir.

b-“Şüphesiz ki biz, her şeyi (belli) bir ölçüye (kadere) göre yarat­tık.’’(Kamer 49)

c-“Gaybın anahtarları yalnızca O’n katindadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin.Yerin karanlıklarında da hiçbir tane,hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allâh'ın bilgisi dahilinde, Levh-i Mahfûz'da) olmasın”.(En’am,59)

“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (Levh-i Mafûz'da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allâh’a göre kolaydır”.(Hadid,22)

Bütün bu âyetler, Allah’ın mutlak ilmini ve olayların kader planı çerçevesinde meydana geldiğini göstermektedir. Bu âyetlerde kader ke­limesi geçmiyor diye, kadere îmâna itiraz edilemez. Zira Allâh’ın tiim bilgi ve takdiratının yazılı olduğu, kitapta olduğu vurgulanmaktadır. Vakti geldiğinde bu yazılı olanlar yaratılmaktadır. Her şey bu yazıya göre cereyan etmektedir. Hatta burada yazıdan/kitaptan bahsedilme­si dikkat çekicidir. Bu yazının da Allâh’ın mutlak ilmi olduğu açıktır. Bizler de kader derken Allâh’ın bu mutlak ilmini kastediyoruz. Dola­yısıyla Allâh’ın bu mutlak ilmine, bu ilmin gereği olan olmuş ve olacak her şeyi bildiğine îmân etmekle yükümlüyüz.

Burada bir noktaya işaret etmemiz gerekir. Kamer Sûresi’nde gö­rüldüğü gibi, âyetlerde kader kelimesi geçmektedir. Ama buna “kade­rin manası, ölçü, denge, miktar vs..dir” denilerek itiraz edilmektedir. Hatta Kur’ân’da geçen “kader” kelimesinin sadece “doğa yasaları” olduğunu iddia edenler vardır. Oysa, hem bu âyet hem de konuyla alakalı diğer âyetler iyice düşünüldüğünde her şeyin bir kader ile, kade­re göre yaratıldığını vurguladığı görülecektir. Bunu, sadece kâinatta­ki hesap, ölçü ve denge ile izah etmek eksik olur. “Her şey” denildiği­ne göre buna kâinat dahil olduğu gibi, insan dünyası, insan hal ve dav­ranışları da dahildir. Kamer Sûresi’ndeki âyetin bağlamına bakıldığın­da sosyal ve tarihsel olaylardan bahsettiği görülür. Doğa yasalarından hiç bahis yoktur. Sosyal ve tarihsel olaylar ise insanın içinde bulundu­ğu olaylardır. 

Buna göre, insan hal ve davranışları da ölçü ve denge an­lamında bir kader ile, bir kadere göre yaratılmaktadır. Nasıl ki karın, yağmurun yağışında, güneşin ışığında, dünyanın dönüşünde bir ölçü ve denge varsa, insan düzeninde de belki idrâk etmekte zorlandığımız bir ölçü ve denge vardır. Bu ölçü ve denge, şüphesiz, Allâh’ın ilminde ve halkındadır (halk edişinde / yaratmasında). Şüphesiz, emr de halk da Allah’a aittir. Bizler kâinatta, mesela hayvanlar aleminde olanların bir kadere göre olduğunu rahat bir şekilde idrâk edebiliyoruz. İnsan âle­mi dışında olanların belli bir programa, kader programına göre cere­yan ettiğini anlayabiliyoruz. Ancak insan âlemine gelince, kaderi anla­makta zorlanıyoruz. Bütün bir özgürlüğü insanın eline vermeye çalışı­yoruz. Oysa insan âleminin özgür irade içinde yaratılması da onun ka­deridir. Nasıl ki, hayvanların içgüdü ile hareket etmeleri onların kade­ri ise, insan âleminin de özgür irade içinde hareket etmesi, onların ka­deridir. Onlar, bu vasıfta yaratılmıştır. Bu kader, bu plan ve düzen içe­risinde hareket ediyoruz.(3)

Bir diğer husus da, kadere îmân reddedildiği için îmân esaslarının altı değil beş olduğu yanılgısıdır. İman esasları altı dahi olsa, onu al­tı ile sınırlamak doğru değildir. Tıpkı İslâm’ın şartlarını beşle sınırla­mak mümkün olmadığı gibi. Belki bunların îmân ve İslâm’ın en önem­lileri, en temelleri, en olmazsa olmazları, olduğu söylenebilir; ancak, îmân veya İslâm ilkeleri bunlarla sınırlanamaz. Dolayısıyla, îmân esas­ları beştir, diye diretmenin bir mantığı yoktur. Kur’ân’da Allâh’ın her şeyi bildiği yazılıdır; yaş kuru her şeyin kitapta kayıtlı olduğu ifade edil­mektedir. Şimdi buna îmân edilmeyecek midir? Aslında bütün bunlar, Kitâb’a îmânın içinde mündemiçtir. Dahası, bütün bunlar, Resûl’e îmâ­nın içinde mündemiçtir. Resûl îmân edilecek ne getirdeyse ona îmân edilecektir. Kur’ân “gayba îmân eden mü’minlerden” bahsetmektedir. Ancak, Kur’ân’da îmân esaslarının sayıldığı âyetlerde “Allâh, peygam­berler, kitaplar vs.”‘nin yanında bir de “gayba îmân” sayılmamaktadır. 

Şimdi gayba îmân edilmeyecek midir? Burada, gayba îmândan mak­sat; Allâh, melek, âhiret vs.dir, denilebilir. Doğrudur. Aynen bunun gibi, kadere îmân da Allâh’ın sıfatlarıyla ilgilidir. Kader, Allâh’m ilim ve halk sıfatlarıyla ilgilidir. O halde, Allâh’m bu sıfatlarına îmân gerek­meyecek midir? Allâh, her şeyi bildiğini söyleyecek; her şeyi yarattığı­nı söyleyecek; biz ise “hayır, Allâh öyle her şeyi bilmez; öyle her şeyi yaratamaz; bazı şeyleri o yaratır bazılarım biz; veya her şeyi kul yara­tır” yahut “hayır, îmân şartlarının sayıldığı âyederde bu geçmiyor” di­yerek, kaderi inkâr edeceğiz. Bu, mümkün müdür?! Benzer bir şekilde,Kuran’da cinnin varlığı geçmektedir. Kur’ân'da îmân esaslarının sayıldığı ayetlerde cinnin varlığına îman geçmediği için şimdi bu, îmân konusu olmayacak mıdır?

Sonuç olarak şu söylenebilir; Allâh için zaman söz konusu değildir. Her şeyi bilir. Her şeye gücü yeter. O’nun bilmesi, kulları icbar anlamına gelmez. Kul, yaptıklarından sorumludur. Çünkü irade, niyet ve tercih sahibidir. Kul, başına ne geleceğini bilmediği için niyet ve tercihlerde bulunur, bulunmak zorundadır. Kulun tercihlerini ise Allah yaratır. Allâh her şeyi bilir ve her şeyi yaratır. Allah’ın herşeyi bilmesi değil, ama her şeyi yaratması, bazılarınca kulun sorumluluğuna aykırı görülmüştür. Oysa Kur'ân’ın ifadesiyle Allah; hâlıktır, her şeyi yaratandır; emir de halk da O’na aittir. Ayrıca o, her an bir iştedir, yani yaratmaktadır. O, yaratmayı durdursa kâinat durur. Kul, yaptığı fulleri yaratmamış, onları tercih etmiş, kesbetmiştir. Diğer bir ifadeyle onlan “yapmıştır'’; ama yaratmamıştır. Zahir dünyada insa­noğlu, yapıp ettiği şeyleri kendi yaratıyor gibi algılamaktadır. Allah, “’sen atmadın, biz attık'’ buyurur. 

Bu, manevî olarak kibri engelleme­ye matuf bir ifade olarak yorumlanabilirse de onda hakikat payı da vardır. Yani “sen atmadın (yaratmadın), biz yarattık”. Çünkü atılan şeyi insanın attığı herkesçe malumdur. Onun bir irade gösterdiği or­tadadır. Ama sonucu yaratan, Allah’tır.Mesela, yaşam ünitesine bağ­lı bir bebeğin veya kişinin yaşaması, o makineye bağlı kabul edilmek­tedir. Yahut birinin o fişi çekip çekmemesine bağlı zannedilmektedir. O fiş çekilse kişinin hayatına son verildiği düşünülmektedir. Şayet fiş çekihneseydi, kişinin daha uzun yaşayabileceği zannedilmektedir. Bu­nun bir misali de öldürme olayıdır. Katil, kişiyi öldürmeseydi, o da­ha uzun yaşayacaktı. Katil, kişinin ecelini belirlemiş oldu. Şayet “ka­til onu öldürmeseydi, o kişi yine ölecekti” dersek, katilin ne sorum­luluğu olabilir?!

Evet, bütün bunlar, zahir dünyada gördüklerimizdir. Doğrusu ak­lımızla idrâk ettiklerimiz de bu kadardır. Katil, adamı öldürdü. Öldürmeseydi, adam daha uzun yaşayacaktı. Ama biz sebepler dünya­sında yaşıyoruz. Kişinin “daha uzun” yaşayıp yaşamayacağını bilmi­yoruz. Katil onu öldürmeseydi, diyerek bu yargıya varıyoruz. Belki katil öldürmeseydi, başka bir sebeple ölecekti. Bu noktada bildiğimiz tek şey, her varlığın bir eceli olduğudur. Ecel geldiğinde ruh bedenden ayrılır. Peki, burada insan niçin sorumlu olmaktadır? Çünkü in­sana “öldürme! denilmiştir. İnsan, bu emre riayet etmediği için so­rumludur. Böyle değil de sebeplerin mutlak etkin olduğunu düşündü­ğümüzde onları tanrılaştırmış oluruz. Oysa sebepleri de yaratan Al­lah’tır. Bize düşen, niyettir; irade göstermektir. Sorumlu olduğumuz alan da budur.

Yukarıda verdiğimiz yaşam ünitesi örneğine bir daha bakalım. Şöyle düşünelim. İnsan, bir yaşam ünitesi makinesi yaptı. Bu makine, mesela, bebeğin nefes alıp vermesini sağlıyor. Biz, makineye dönüp “teşekkür ederim makine, sen olmasaydın, bebek ölürdü” desek isabetli olur mu? Biraz komik kaçar, değil mi? Ama zahirde, burada, hayatı makine sağ­lamaktadır. Oysa işin aslı öyle değil. O makineyi yapan bir insan var­dır. Esasen hayatı insan sağlamaktadır. Belki mecazen bunu makineye atfedebiliriz. Hakîkaten ise yapan, insandır. Asıl teşekkür edilmesi ge­reken de insandır. Makine, insan eyleminin bir yansımasıdır, o kadar. Başka bir gücü yoktur. Aynen burada olduğu gibi, insan da Allâh ın bir yaratığıdır. Allâh’ın eyleminin/fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüyoruz. 

İnsan ancak bir fiili yapmaya niyet eder, onu yapar, kazanır, kesbeder. Ancak o fiili yaratamaz. Fiilinin bir tezahürüdür. İnsanı makine­ye benzetmek, doğru değil; ancak, meseleyi anlatmak için söylüaratmak, Allâh’a mahsustur. Olmaz ya, deni­lecekse mecazen insan yaratmış, denilebilir; hakikatte yaratan, Allâh tır. Zira insanın yaratmaya gücü yoktur; makinenin olmadığı gibi. Maki­neyi yapanın gücü olabilir. Dolayısıyla, insanı yaratanın gücü olabilir, diğer eylemleri yaratmaya. İşte bu noktada, Allâh’ın yaratmasını anla­makta güçlük çekiyoruz. Kalkıp insan özgür olsun, sorumlu olsun di­ye, yaratmayı insana atfediyoruz. Oysa bu, insana kaldıramayacağı yü­kü yüklemektir. İnsana yer açalım derken, Allâh’ı hükümranlığından ediyor, insanı onun tahtına yerleştiriyoruz. İslâm, insana sınırlı olarak yerini açmıştır. Bu da onun sorumluluğunu izaha yeterlidir. Batı zihni- yetinin bugün yapağı ise insana mutlak özgürlüğünü vermektir. Onun babşı, insan merkezli bir bakış açısıdır. Bu, tanrıdan boşalan yeri doldurmak için gerekliydi.Sonuçta dünyanın ne hale geldiği malumdur.Peki,biz Müslümanlara ne oluyor ?




(1)-
bk.Bekir Tatlı,Hadis Tekniği Açısından Cibril Hadisi ve İslam Düşüncesine Yansımaları,Basılmamış Doktora Tezi,Ankara,2005,syf;254-257

(2)-H.Kırbaşoğlu,İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi,Ankara,2000,syf;207

(3)-Yavuz Köktaş,Tüm Yönleriyle Akaid Hadisleri,syf;256-265

----------------

Yavuz Köktaş,Kurana Aykırı Görülen Hadisler
Devamını Oku »