İslâm Âlimlerine Göre Ruh


Felsefe ve kelâm kitablarını incelediğimizde, bütün İslâm hükemâsının (el-Kindî, Farabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Miskeveyh... ilh.) ruhun varlığında müttefik olduklarını görürüz. Biz, bunlardan fikirlerinin daha sistemli oluşunu dikkate alarak, önce İbn-i Sina’nın görüşlerinin bir hülâsasını vermekle iktifa edeceğiz:

İbn-i Sina’ya(1) göre insan, cisimle ruhtan mürekkebtir. Cisim, nefsin çalışmasına müsait duruma gelince, ruh cisme gönderilir. Cisim, nefsin memleketi yahut tezgahı hükmündedir.
Nefis, cismin hadis olmasıyla hadis olur. Nefs-i natıka (ruh), cisme girmekle ebediyet kazanır, cisimden ayrıldıktan sonra da yok olmaz. Nefs-i natıkanın kurtuluşu ilim ve faziletledir. Bu fazileti, ruh cisimde iken kazanır. İbn-i Sina, bu hususta şu delilleri serdediyor:

1- İnsanda birtakım eserler vardır ki, ruhun varlığı kabul edilmedikçe bunları izah mümkün değildir. Bunların en önemlileri hareket ve idrâktir. Cismin tabiatında sükûn ve atalet vardır. Hareket, onun fıtratına zıddır. Öyle ise, bir cismin hareket etmesi için varlığının dışında bir başka mahiyete ihtiyaç vardır. Bu kaideye binâen, insan bedeninin de fıtratında atalet(tembellik) vardır. Hareketi için, onun dışında bir mahiyetin var olması zarurîdir. İşte o mahiyet ruhtur.

Maddenin tabiatında idrâk olmadığına göre insanın maddesinde de idrâkin olmaması zarurîdir. Hâlbuki insan idrâk sahibidir. Bu idrâk, cismin hassası olmadığına göre, bir başka mahiyetten kaynaklanmaktadır. İşte o mahiyet ruhtur.

Benlik Fikri: İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım”der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez. Şu hâlde, insan, “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yâni, ruhunu kasdetmektedir.

Nefsin fiillerindeki birlik, doğuş yerinin bir olduğunu gösteriyor. İbn-i Sina şöyle demektedir. “Ey câhil insan, düşün ki, senin ruhun bütün ömrün boyunca değişmemektedir. Hâlbuki cismin daima değişmekte ve bozulmaktadır.Bu değişmelere rağmen, başından geçen birçok hâdiseleri hatırlaman gösteriyor ki, sen de değişmeyen bir hakikat vardır. O hakikat ise ruhtur.”

İnsan bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa,fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir. İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.

Bedenin ihtiyarlamasıyla organlar zayıflar. Bu hâl, kırkından sonra başlar. Hâlbuki makulleri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Yâni ruhun faaliyeti organik gelişmeyle zıddiyet gösterir. Demek ki, insanda, beden ve ruh olmak üzere iki ayrı mahiyet vardır.

İbn-i Sina’ya göre hayat, his ve hareket hassalarına aykırı ve onları gerektiren ayrı bir kuvvettir. Felç olan azalar his ve hareketten mahrum oldukları hâlde, hayattan mahrum değillerdir. O felç olan azaları dağılmaktan koruyan birisi var ki, o da ruhtur.

Şimdi de aklî ve naklî ilimlerin merkezi Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin ruh mevzuundaki fikirlerini hülâsa olarak arzedelim.

Gazâliye(2) göre, insanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur. Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hattâ kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakînen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz. Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir. Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.

Gazâlî, ruhu bir cevher-i mücerred olarak kabul etmiştir. Yâni, ruh araz değil cevherdir. Beden ruh ile kâimdir. Ruh kendini, Hâlık’ını ve mahlûkat âlemini bilir. İşte bu, ilimdir. İlim ise arazdır. Ruhun araz olduğu kabul edilirse, o zaman arazın araz ile kâim olması gerekir ki, işte bu muhaldir.

Gazâlî, ruhun cisim olmadığını şöyle izah ediyor: Her cisim parçalara ayrılır, ruh da cisim olsa, onun da bölünmesi, parçalara ayrılması gerekir. O takdirde, herhangi birşeyi, ruhun parçalarından bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. Böyle bir durumda, insanın birşeyi hem bilmesi, hem de bilmemesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Demek ki, ruh cisim değildir.

Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. O, mekân ve cihetle sıfatlanamaz. Binâenaleyh, ruhun bedene hulul ve ittisali de olamaz. Gazali’nin en çok meşgul olduğu mes’ele, ruh ile bedenin alâka ve keyfiyetidir. Gazalî’ye göre ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir. Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor: “Cansız bir cisme câhil denemediği gibi, âlim de denemez. Yâni, o şey ne câhildir, ne de âlimdir. Aynı şekilde, ruh da, ne muttasıldır, ne munfasıldır.

Gazâlî, bedeni bir şehre benzetir ve şöyle der:

''Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü; gazab, emniyet âmiri gibidir. Ruh, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir,Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.

Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebebsiz yere başkalarının işine karışır ve saçmasapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Şehrin padişahı daima, veziri ile meşveret ederse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebebsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu menederse, emniyet müdürünü de yapmak istediği haksızlıklardan dolaya döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizâm olur. Bunun gibi ruh padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt-u rabt altına alıp akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allah’a kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvete ve gazaba esir ederse, memleket harab olur. Padişah bedbaht olup helak olur.”

Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir: Ruh, bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir.

Gazâli’ye göre, ruh, kendi nefsiyle kâim bir cevherdir, ebedîdir, daimîdir. Kendi zâtını bildiği gibi, Hâlık’ının da mevcudiyetini ve sıfatlarını bilir. Bu bilmede, ruh duyulara muhtaç değildir. Bu itibarla, kâinattan gafil bulunsa da, kendini ve Yaradan’ını bilmektedir.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “Ruh nedir? Hakikati neden ibarettir?” sorularına cevap verirken, bu suallerin, ehil olmayanlara açılması için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) izin verilmediğini beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:

“Eğer sen bu suale verilecek cevabın ehli isen, işit ve bil ki, ruh, suyun kabına hülûlü gibi bedene hulul etmiş bir cisim değildir. İlmin âlimde, karanlığın kara birşeyde hululü gibi ruh dimağa hulul etmiş araz dahi değildir. Belki, o, arazî değil, cevherdir. Çünkü kendini ve Yaratıcısını biliyor; akılla kavranabilen şeyleri idrâk ediyor. Araz ise bu sıfatlarla sıfatlanıcı olamaz.”

“Eğer ruh bir cihette midir? denilirse cevap veririz ki Ruh, cihetlerle kayıtlanmaktan, hulul ve ittihattan münezzehtir. Zira bunlar cisimlerin sıfat ve arazlarıdır. Ruh ise cisim ve araz değildir.”

“Peygamber Efendimiz, ruhun hakikatini izahtan, bu sırrı ifşadan niçin menedildi diye sorulsa, şöyle cevap verilir. Zira insanlar havas ve avam olmak üzere iki sınıftırlar. Tabiatında avâmlık galip olanlar, ruh hakkındaki hakikatları Allah’ın sıfatı hakkında bile kabul ve tasdik etmiyorlar, ruh hakkında nasıl tasdik ederler?”

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, Âdem’e (a.s), ruhun nefhedilmesini (üflenmesini)izah ederken şöyle buyuruyor:
“Maksat, insan ruhunun Cenab-ı Hak’tan bir cüz olduğunu beyan değildir. (Bir insanın başka bir insana malından bir cüz’ü vermesi gibi) Buradaki nisbet manevîdir. Şu suretle temsil olunabilir: Güneşin ışığı bir duvara aksetse, o duvar, haliyle, aydınlanır. Bu hâlde güneş nutka gelip: “Ben duvara ışığımdan verdim” dese, bundan, güneşin ışığından bir parçasının kendisinden kopup ayrıldığı, yani, güneşin bölünme kabul ettiği iddia olunamaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın: “Ve ona kendi ruhumdan üfledim” buyurmasıyla da güneşin ışığının duvardaki aydınlığa olan nisbeti kabilinden bir münâsebet anlaşılmak lâzım gelir. Yoksa hulul ve bölünme akla gelmez.”

İmam-ı Gazâlî bahsi geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken “Halk” ve “Emir” âlemlerine de temas ederek şöyle buyuruyor:

“Sayılması ve ölçülmesi kabil olan şeylere halk âleminden denilir. Burada “Halk”, yoktan icat ve ihdas mânâsına olmayıp takdir manasınadır.”

“Kemiyet ve takdire gelmeyen herşey Rabbani emirdendir.

Emir âlemi, his ve hayâlin, cihet ve mekân tutmak hassasının dışında kalan haricî varlıklardan ibarettir; ölçü ve tartı altına girmez, tâ ki, kemiyeti nefyedilebilsin.”

İmam-ı Gazâlî, devamla şöyle buyuruyor:

“Ruhun kadîm olduğu tevehhüm edilmemelidir. Şüphesiz, ruh mahlûktur. Aksini iddia etmek cehalet eseridir. Ruh için, “mahlûk değildir” denildiğinde şu anlaşılmalıdır: Ruh boşlukta yer kaplamaz, bölünmesi, tartılması ve sayılması da kabil değildir.”

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin, ruhla ilgili fikirlerini özet olarak arzettikten sonra, biraz da “Tefsir-i Kebir” sahibi Fahreddin-i Razi(3) Hazretleri’ni dinleyelim:

O büyük müfessir, ruh hakkında özetle şöyle buyurmaktadır:“

İnsanın aslı ruhtan ibarettir. Beden, onun yükselip gelişmesi için bir kışladır. Zaruri olarak bilinmesi gerekir ki, beden değiştiği hâlde, insanın benliği hayatının sonuna kadar sabit kalır. Değişen, o bünyenin taşları hükmünde olan hücreleridir. Değişenle sabit kalanın birbirine aykırılığı açıktır. Bu, aklen bilinen bir gerçektir. Öyle ise, insanın beden dediğimiz bünyeden başka birşey olması icab eder.”

Fahreddin-i Razî Hazretleri Tefsir-i Kebir’inde “Ve yes’elûneke anirrûhi” âyetini tefsir ederken, ruhun isbatı için on yedi delil serdetmektedir.Biz bunlardan, bâzılarını hulâsa olarak nazara, vermek istiyoruz.

Birinci Delil

İnsan, fikrini tek birşeye çevirdiği zaman vücudunu teşkil eden cüzleri unutsa bile benliğini unutmaz. Böyle bir anda gördüğünü işittiğini nefsine dayandırır. Fikirleri, düşünceleri, emelleri, arzuları onun benliğini terketmez. Demek ki, nefsini unutmuyor. Öyle ise, nefsinden gafil değildir. Şu hâlde ruh bedenin gayrisidir.İkinci DelilBir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kâlemim”dendiğinde, elbette, “Ben” başka, “Kâlem” başkadır. Aynen bu misâl gibi, her insan “Başım”, “Ayağım”, “Gözüm” diyerek bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden âzalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.

Üçüncü Delil

İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Hâlbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.

Dördüncü Delil

Hiçbir cismin tabiatında irâde yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.

Beşinci Delil

Fahreddin-i Razî Hazretleri, insanda, bedenin dışında bir hakikatin bulunduğuna,şu âyeti delil gösteriyor: “Ey o Rabbine muti olan nefs-i Mutmainne!

Sen dön O Rabbine, hem râdiyye olarak, hem mardiyye”(4)


Âyetteki “Sen dön” hitabı, elbette ölmüş cesede değildir. Bu hitabın yapıldığı bir başka mahiyet vardır ki, o da ruhtur.

Ruh mevzuunda İslâm âlimlerinin görüşlerini beyan ederken, Tasavvuf semalarının bir güneşi olan Hz. Mevlânâ’nın(5) inci gibi kıymetli ve derya gibi derin mânâlar taşıyan mısralarından da bazılarını takdim etmeden geçemeyeceğiz.

Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler. Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir.
Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerifinde şöyle buyuruyor:

Suret toprak olur ama mânâ olmaz. Kim, olur derse, de ki: Hayır, buna imkân yok.
Ruhlar âleminde gâh suretten kaçarak, gah surete bürünerek beklerler.
“Suretlere gidin” diye emir gelir, giderler. Yine onun emriyle suretlerden ayrılırlar.
Hâsılı “Halk da O’nundur, emir de” sırrını bil. Halk Surettir, emir de o surete binen can.
Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.
Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine “Binin” diye emreder.
Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi Padişah, nakiplerinden ses gelir: “İnin!”
Bundan öte söz inceldi: “Ateşi azalt, odunu çok atma!”
Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca, o buğday tanesini her an çeker durur. İnatçı, Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”

Haklarında, “Huzurumuzdadır” denenler yok olmazlar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın. Bekadan mahcup olan ruh azâbtadır, Allah’a vâsıl olan ruh ise beka âleminde hicaptan kurtulmuş bir hâldedir.

Gayb havasında bir kuş uçar, ama gölgesi yere vurur. Beden gönlün gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nerden beden, gönül mertebesine erişecek?

Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.
Beden (de) canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.
Arşta oturup duruyordum. Anamın iştihası, “İnin” emriyle beni buraya attı.
O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.
Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi. Hâsılı, kadınların hilesi pek büyük!
İnişim, önce de kadın yüzünden, sonradan da kadın yüzünden.
Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.
O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı, gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de.Artık böyle bir can; nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!
Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki?

Şimdi, Mevlânâ’dan asırlar sonra yaşamış olan büyük müfessir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi(6)Hazretleri’ne kulak verelim. Bakalım, ruh mevzuunda ne demiş, dinleyelim:

Evet, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, bu mevzûdaki görüşlerini “Ruhu’l-Beyan” isimli eserinde, “Gulirrûhu min emri Rabbi” âyetini tefsir ederken dile getirmiştir. Biz, aşağıda bu görüşlerin bir hülâsasını takdim ediyoruz.

İsmail Hakkı Bursevî, beşer aklının ruhu ihata etmekten âciz bulunduğunu, ruhun Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle esrar-ı hafiyyeden ihtiyar ve irâde ettiği hakikatlardan olduğunu beyan etmektedir.

Bursevî, âlem hakkında açıklamalarda bulunurken, Sadreddin Konevî ve Necmeddin-i Kübrâ’nın tasnifine yer vermekte, onların görüşlerini izah.etmektedir. Bu görüşlere göre, âlem ikiye ayrılmaktadır: Biri âlem-i halk, yâni, âlem-i kevn, âlem-i hudûstur. Diğeri ise, âlem-i emr, âlem-i ilimdir...

Bunlardan birincisine âlem-i halk denilmesinin sebebi, o âleme âit varlıkların sebebler tahtında yaratılmış olmasıdır. Ağacın meyveye, annenin çocuğa sebeb olması gibi.

Diğerine, yâni, âlem-i emre, “Emr” denilmesinin sebebi ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlem-i emre âit mevcudatı vasıtasız, yâni, maddesiz, müddetsiz ve hiç yoktan “Kün” emriyle yaratmış olmasıdır. Âlem-i halk, âlem-i emre tâbidir. Çünkü âlem-i emr, âlem-i halkın aslı ve mebdeidir. Ruh, akıl, levh, arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem emir ve beka âlemindendir; halk ve fena âleminden değildir.

Bursevî, Hak Teâlâ’nın ruhu müphem bıraktığını iddia eden, hattâ daha da ileri giderek Nebî (a.s) ruhu bilmiyordu, diyenlere karşı da şöyle bir izah getirmektedir. Hz. Resûlullah, Âlim-i Billâh idi. En ince sırlara vâkıf olan Habibullah’ın yüce makamı, elbette dâire-i vücûbdan haberdardır ve ruhun mahiyetini bilir. Çünkü “Sana bilmediğin şeyleri Cenâb-ı Hak öğretti” ve “Allah’ın sana fazl-u ihsanı çok büyüktür” âyetleri, O’nun, ruhun mahiyetini bildiğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Yahudilerin ruh hakkındaki suallerine karşı sükût etmesi ve vahye muntazır olmasının hakikatına gelince suali soran Yahudiler, fikren gabi, kalben katı olduklarından ve bozuk bir itikad taşıdıklarından Hz. Resûlullah onların bu derece derin bir hakikati anlayabilecek bir kabiliyet ve ferasette olmadıklarını bilmiş ve o samimiyetsiz kimselere karşı sükûtu tercih etmiştir. Yoksa ruhun hakikatini bilmediği ve konuşmaktan âciz olduğu için değildir.

Bu büyük mutasavvıf, Cenâb-ı Hakk’ın, ruh ilmini kendi ilmine münhasır kılmadığını da belirtmekte, asfiyâ makamındaki büyük zâtların (İmam-ı Gazali gibi) ruhu bileceklerini ifâde etmektedir.

Son devrin büyük müfessirlerinden ve müstesna müderrislerinden Elmalılı Hamdi Yazır(7) da ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:

"Ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hâtıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Mesela, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kaynaştığını duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kâlemi ve hattâ o kâlemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutublan yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor. 

Artık (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (Başı olmayanlara), lâezellere (Sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi ince nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münâsebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğini, şâhid olduğum vicdan ile onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehâ’sı, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Er-Rahmanü ale’l arşi’stevâ) bunun belirdiği tahta asılmış bir ledün kitabesi. Bu nişaneyi görüyorum. Tekniğin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâ ilahe illâllahu vahdehû lâ şerike lehu) deyip bu teklik dershanesine giriyorum.”

Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde de ruh hakkındaki görüşlerini üç noktada toplamıştır: Hareket mebdei, hayat mebdei, idrâk mebdei diye.

Hareket mebdei hususunda şöyle der: “Hareketin başlangıcı düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir.”Hamdi Efendi, “Bu mânâ ruhun en umumî mânâsıdır. Meselâ, elektrik bu mânâca bir ruh ve hareket ettiren her kuvvet bir ruh demektir” şeklinde ifade etmektedir.

Hayat başlangıcı düşüncesiyle ruhun bir öncekinden daha hususî olduğunu belirten Hamdi Efendi, “Zira hayat kuvveti, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi en umumî manâsıyla hayattır ki; nebati hayata şamil olur. Onun için umumiyetle nebatata dahi ruh denildiği vâkidir. Birisi de meşhur manâsıyla hayat, hayvani hayattır ki, insanî hayatta son bulur. Bu mânâca ruh, nebatî ruhtan daha hususî, binâenaleyh onu da içine alır” demektedir.

Daha sonra, “İdrâk mebdeini” ele alan Hamdi Efendi, bunun tanımak, bilmek, irâde etmek ve konuşmak gibi en yüksek derecelere kadar varan insan hayatı olduğunu ifâde etmektedir.

Hamdi Efendi, “İnsan nefsini, hayvani ruhtan ayıran ve hakkı bilmeye kavuşturarak kendisini ve başkasını bildiren bu ruh hakkında “Ona kendi ruhumdan üfürdüm” buyurulduğunu ifâde etmektedir. “Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irâde, taakkul ve batınî kelâm gibi eserleriyle tanırız” dedikten sonra, her insanda bu ruhun bulunduğunu, insan nefsinin bunun aynı olup olmadığında ihtilâf edildiğini belirtmektedir. Daha sonra, “Fakat ruhun hakikati, hakikat-ı insaniyenin maverasında (ötesinde) olmasa idi insan, eşyanın zâtından hiçbir hakikati idrâk edemez veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi” diyen Hamdi Efendi, şu hususu da belirtmeden geçememiştir. “Hâlbuki insanın bilmedikleri pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binâenaleyh, idrâk olan ruh, insanın cismânî hayatında bedenine nefholunan bir başlangıçdır (mebde) ki, insan nefsinin şakilesi, hidâyet ve dalâletteki hissesi derece-i nefhi ile mütenasiptir” (8)

Fatih Dersiâmlarından Ömer Nasuhî Efendi(9) de ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın akidesini nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki mütâlâalarını ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır. Bu konuda:

“Bereket versin ki, son zamanlarda maddiyyûnun (maddecilerin) felsefe binası pek büyük bir tezelzüle (sarsıntı) uğramış, rûhiyyûn (ruhçular) galibiyet kazanmıştır” diyen Nasuhî Efendi şu hususa dikkati çekmiştir: “Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları) bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitablar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır. Hattâ birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”

Nasuhî Efendi, “Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri” isimli kitabında ruhun mevcudiyetini isbat eden delilleri sıralamakta ve ruhun mahiyetinin anlaşılıp anlaşılmayacağı hakkında değerli fikirler vermektedir. Eserinde ruhun kâbil-i idrâk olabileceğini söyleyenleri üç grubta incelemektedir. Ayrıca, ruhun bekaya müteveccih olduğuna ve ehâdiyetine dair gayet makûl ve önemli deliller serdetmiştir.

Şimdi de çağımızın büyük mürşid ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin(10) ruhla ilgili görüşlerini takdim edelim:

Bediüzzaman, hakâik-i imaniye ve Kur’aniye’yi izah ve isbat sadedinde yüz otuz parça eser te’lif eylemiş ve bu arada insanlığı pek yakından alakadar eden ruh mevzuu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden hakikat-ı insaniye sahasında fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur.

Ruh mevzuunda, şimdiye kadar ileri sürülen nazariyelerin en ileri seviyesinde serd-i kelâm etmiş, bu mevzuu lâyıkiyle işlemiş, denilmesi gerekeni en güzel şekilde dile getirmiştir. Tafsilâtını, müellifin Risâle-i Nûr Külliyatına havale ederek, ruh mevzuundaki fikir ve mülâhazalarının bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz.
Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir.

“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”

“Mektûbatında ise şöyle der:

“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricidir, bir nâmus-u zîşuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir; bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi; hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse; yine lâyemut bir kanun olurdu.”

Bediüzzaman, insanın madde ve mânâdan, ruh ve bedenden mürekkeb olduğunu kabul ederek ruhun esas, maddenin ise ona tâbi ve musahhar olduğunu şöyle dile getirmektedir:

“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşâhade madde, mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin; kemâlât ondan istenilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hakikat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nûr-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemâât ve semeratının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine icra edilip îzah edilsin. Hâşâ ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemâât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bediüzzaman Hazretleri ruhun varlığı ve bekasını ispatta, dikkate şâyân bir tarz ve metod ortaya koymuştur. Önce, enfüsî delillerle insanın akıl ve vicdanını tatmin etmiş, bu mevzuda insana kazandırdığı ilim ve irfanı afakî delillerle takviye ve tahkim etmiştir.

Enfüsî deliller hususundaki telâkkilerini şöyle dile getirir:


“Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği hâlde, bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise: Madem, cesed, gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşâhade ile sabittir ki, ceset ruh ile kâimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kâim değildir. Belki ruh, binefsihî kâim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın;ruhun istilâliyetine halel vermez. Belki, ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.”

Âfâki deliller konusunda dahi derin düşüncelerini şöyle ifâde eder:

“Mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münâsebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zatî bir hassa, bir tek ferdde görünse; bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü Zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur. Hâlbuki değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşâhedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emârât o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yâni, Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Manevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere gelir.”

Ruhun ispatı yanında, bekası üzerinde de önemle duran Bediüzzaman Hazretleri bunu hassasiyetle nazara vererek şöyle demiştir:

“Hem hads-i kat’î ve vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir; vahdeti var. Tahrib ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmazki, verdiği nimet-i vücûdu, o nimet-i vücûda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.”

Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde ruhun varlığı ve bekasını çeşitli yönleriyle ve muhtelif tarzlarda izah ve isbat etmiştir. Bu mevzuda tafsilât için adı geçen esere müracaat edilebilir. Bunun yanında, diğer eserlerinde de çeşitli vesilelerle yer yer ruh mevzuuna temas etmiş, hârika beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan bir kısmını takdim ediyoruz.

“...Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve vâhid-i Ehad’den başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedi
bir bekadan mâada birşeye de razı olmuyor.


İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskâ edilmekle imanla intibaha gelirse, nûrânî, misâli âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”

“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrübâ, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misâl, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzâheme ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz, küçük bir yerde içtima ederler.

Kezâlik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine; şuâ’ın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.
Kezâlik, bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelândan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan menedecek bir mâni yoktur.”

“Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libâsı yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Cesed ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nûr bakidir. Binâenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı hâlde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.”

“Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehâdet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o akim fikirlerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzaheme, mümaneat ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki, bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu hâlde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur; ve ne de cüz’iyatında müzaheme ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur; ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehâdetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiç bir fâidesi yoktur, demek değildir.”

“Melâike ve ruhâniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi; hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyet tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki; şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nûr-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve Saltanat-ı Rubûbiyye’tin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbîhatlarını temsil ediyorlar.”

Dip Notlar:

1:İbn-i Sina: 980 tarihinde Harmisen’de doğdu. 1037’de Hemedan’da öldü. Genç yaşında yazmaya başladı. Aristo’nun metafiziğini çok karışık buldu. Farâbî’nin “El-İbâne”si O’na Aristo’yu tanıttı. Hayat-ı içtimaiyyenin çeşitli kademelerinde vazife yaptı. Eserlerini yollarda, hapishanelerde ve son derece güç şartlar altında yazdı. İbn-i Sina’nın sistemi Ortaçağ felsefesinin karakterini tâyin eder. Batı âleminde Avicenne ismiyle tanınır. O İslâm hükemâsının önderi ve zamanının Aristo’su olmuştur. Tıbda da mahirdi. Onun ruha ait bilgileri geniş bir inceleme mahsulüdür. Mantıkta olduğu kadar ruh nazariyesinde de menşe itibariyle Aristo’ya dayanır. Ancak, ruhun ezeliyetini kabul etmez.

2:İmam-ı Gazâlî: 1058 yılında Horasan’ın Tûs şehri civarında, Gazale köyünde doğdu. 1111 yılında Tûs’da öldü. Gazâlî, aklî ve naklî ilimlerin merkezi olmuştur. O’nun çeşitli
ilim ve fenlerdeki hârika kudretini ilim dünyası takdirle tanımıştır. Kendisi İslâm Müceddidleri arasında ayrı bir hususiyete haizdir. Yüksek dehâsı, keskin hüccetleri ve hakimane metodu ile ehl-i sünnet itikadına saldırmak isteyen felsefi ve fikrî cereyanların çemberini kırmıştır. İslâm Dünyasına sayısız eserler kazandıran Gazâlî, asrının her cihette ferd-i fendi olmuş, Hüccetü’l-İslâm unvanını bihakkın kazanmıştır.


3:Fahreddin-i Razî: Razî, Rey şehrinde 1148de doğmuş, 1209’da Herat şehrinde vefat etmiştir. Razî, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomiye ait mevzuları derin bir vukûfiyetle muhakeme etmiş, ruh hakkında incelemelerde bulunmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bayrağını elinde tutarak ilmin tam hakimiyetini korumuştur. 300 küsur eseri vardır.

4:Fecr sûresi, 89/ 27-28

5:Mevlânâ (1207-1273): İslâm tasavvufunun büyük mümessillerinden, mütefekkir ve şair. Mevlevi Tarikatı’nın Piridir. Belh şehrinde doğmuş, Konya’da vefat etmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a) sülâlesindendir. Altı Ciltlik Mesnevi, Divan-ı Kebir, Traşnâme, Esrârnâme, Lübb’l-Lübab, el-Mânevi gibi tasavvufî ve ahlaki eserleri telif etmiştir.

6:İsmail Hakkı Bursevî: Celvetî Tarikatının şeyhlerindendir. Aydos’ta doğmuş, Bursa’da vefat etmiştir (1725). Pek çok eserleri vardır. Ruhü’l-Beyan, Ruhü’l Mesnevi,
Muhammediyye Şerhi, en meşhurlanndandır.


7:Elmalılı Hamdi Yazır: 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğmuş, 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ders almıştır. Bâyezid Dersiamı olarak vazife yapmış, Dârû’l-Hikmeti’l-İslamiyye âzâlığına seçilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili ismini taşıyan Türkçe tefsiri meşhurdur. Fransızcadan tercümeye başladığı felsefe tarihi kitabını, önsöz ve dipnotlarıyla birlikte “Metalib ve Mezahib” adıyla bastırmıştır.

8:Hak Dini Kur’an Dili, C.5, S.3198-3199

9:Ömer Nasuhî Bilmen: (Erzurum 1884 - İstanbul 1971): Din âlimi. Tahsilini Fatih Medresesi’nde tamamladı ve oraya hoca oldu. İstanbul Müftülüğü yapmış olan Ömer Nasuhî, bir ara Diyanet Reisliği’nde bulunmuştur. Kur’an’dan Dersler ve Öğütler, İlm-i Kelâm, İslâm Ahlâkı, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Büyük Tefsir Tarihi... O’nun başlıca eserleridir.

10:Bediüzzaman Said Nursî: 1876 tarihinde, Bitlis’in Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said Nursî, çağımızın en büyük mürşidlerinden, âlim ve mütefekkirlerindendir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğuda, Rus ve Ermeni birliklerine karşı milis albayı olarak kahramanca çarpışıp esir düşmüş, iki yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a dönmüştür. “Dini Siyasete Âlet” ittihamıyla çıkarıldığı bütün mahkemelerden beraat kararı alan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin hemen hemen tamamını hapishanelerde, sürgün yerlerinde, oldukça güç şartlar içinde te’lif etmiştir. Dinî, felsefi, içtimaî mes’eleleri anlamak ve anlatmakta müstesna bir kabiliyet sahibi olan Bediüzzaman, 130 parçadan meydana gelen eserlerinin tamamına birden “Risâle-i Nür Külliyatı” ismini vermiştir. Bu eserler, Kur’an tefsirleri olup, okuyucularına tahkiki iman dersi vermiş, asrın, karşılığını beklediği her tür suali büyük bir vukûfiyetle, muknî ve müdellel cevaplandırmıştır. Günümüzde eserleri, bilhassa tahsil çağındaki gençler tarafından hararetle okunmaktadır. Eserlerinin çoğu Doğu ve Batı dillerine tercüme edilmiştir. Hakkında, yurt içinde ve yurt dışında birçok yazılar yazılmıştır. 1960’ta Urfa’da vefat etmiştir.

Mehmed Kırkıncı


Devamını Oku »

Namazın 50 Vakitten 5 Vakite İndirilmesi Hakkında



Miraçta Hz Peygamberin 50 Vakit Namazı 5 vakit namaza indirilmesine ''Pazarlık yapması’’ olarak niteleyenlere cevap

Süleyman Ateş ve Hüseyin Atay, Hz Peygamber sav’in,Hz Musa a.s’nın önerisiyle bu 50 vakit namazı Yüce Allah’ın azaltmasını talep etmesini Allah ile Peygamber arasındaki bir pazarlık olarak nitelendirmektedirler.

Şu halde yine Kur’andan hareketle bu olayın bir pazarlık olarak nitelendirilip nitelendirilmeyeceğini ve Kur’anın bu tür olaylara nasıl baktığını ortaya koymak durumdandayız.

Aşağıda zikredeceğimin örnekler bu konuyu daha sağlıklı değerlendirmemizde yardımcı olacaktır:

Melekler örneği:

Kur’an'da meleklerin birçok özellikleri meya-nında şöyle buyurulmuştur: "Ondan (Allahtan emir almadan) önce konuşmazlar Onlar sadece Onun emri ile hareket ederler. Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da yapacaklarını da) bi­lir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar Allah korkusundan titrerler

Ne var ki melekler, Yüce Allah (c.c)'ın "Ben yer­yüzünde bir halife yaratacağım, buyurmasına karşılık olarak "Lebbeyke ve sa'deyke" diyeceklerine "Bizler hamdinle seni teşbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanımı halife kılıyorsun?' demişlerdir.

Bu mukabele, meleklerin Kur'an'da pek çok ayette zikredilen özelliklerine uyuyor mu, uymuyor mu?

Hz, Zekeriyyâ (a.s) örneği:


Kuran, Hz. Zekeriyyâ (a.s) hakkında şöyle diyor: Zekeriyya Rabb'ine dua etti: 'Rabbim! Bana tarafın­ıdan hayırlı bir nesil hağışla. Şüphesiz sen duayı hakkıyla işitensin' dedi. Zekeriyya mabedde durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: "Allahın sana kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik''

Burada ve ilgili diğer ayetlerde anlatıldığına göre Hz. Zekeriyyâ (a.s) yaşlanmıştır ve kendisinden sonra yerine geçecek birisini istemektedir. Yüce Allah (c.c) kendisine bir oğul ihsan edeceğini haber verdiği halde Hz. Zekeriyyâ (a.s) bu ilahi haberle yetinmiyor, kendi­sinin yaşlı, hanımının da kısır olduğunu; bu durumda Yüce Allah’ın bu vadinin nasıl olupta gerçekleşe­bileceğini soruyor.

Bu kadarla da kalmıyor, Yüce Allahtan bu vadin gerçekleşmesi konusunda alamet is­tiyor. Efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.’’Zekeriyya, "Rabbîm" dedi, ‘bana ihtiyarlık gelip çattığına, üstelik karım da kısır olduğuna göre benim nasıl oğlum olabilir?" Allah şöyle buyurdu: ‘İşte böyledir; Allah dilediğini yapar" Zekeriyya, "Rabbim! (Oğlum olacağına dair) bana bir alamet göster’dedi, Allah buyurdu ki, 'Senin için alamet, insanlara üç gün işaretten başka söz söylememendir. Ayrıca Rabbini çok an, sabah akşam.

Oysa Allah’ın kulları arasından seçip peygamber olarak görevlendirdiği bir kimsenin Yüce Allah (cc)ın gücünün herşeye yettiğini unutmuş görünmesi ve kendi­sine İlahî vaat geldiği halde bununla yetinmeyip, bu va’din nasıl yerine getirileceği konusunda istifham izhar etmesi, peygamberlik vasfıyla bağdaşır mı, bağdaşmaz mı?

Hz Musa Örneği

Yüce Allah (cc),Hz Musayı,Firavuna gönderdiği zaman kendisine şöyle emir buyurmuştur;

"Firavun'a git! Çünkü o pek azdı. Ona de ki; "Arınmayı ve seni Rabbimin yoluna iletmemi ister misin?Böylece O’ndan korkarsın.’’

Hz. Musa (a.s)ın cevabı ise şudur; "Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm. Beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum’’

Allah bir kimseyi peygamber olarak seçecek ve kendisine tebliğ görevi yükleyecek. 0 kimse ise, daha önce başına gelen bir hadiseyi ileri sürerek kendisini öldürmelerinden korktuğunu beyan edecek!

Bu da yetmezmiş gibi Allah ile pazarlığa oturup'’ kardeşinin de kendisine yardımcı olarak tayin edilmesini isteyecek!

Böyle birşey Allahın peygamber olarak seçtiği bi­risinden sadır olur mu, olmaz mı?

Bu örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Ancak bu kadarla meramın hasıl olacağı kanaatindeyiz.

İmdi, yukarıda zikrettiğimiz olaylar -bilfarz- Kuranda geçmemiş olsaydı da hadisler kanalıyla bize intikal etmiş bulunsaydı, herbir madde altında yaptığı­mız yorumlara benzer şeyler söylenerek bu olayların gerçek olamayacağı, çünkü Kur'an’a aykırı olduğu, do­layısıyla bu olayları anlatan hadislerin uydurulmuş olması gerektiği söylenmeyecek miydi?

Bu tür ayetleri bir bütün olarak ele aldığımızda Mirac hadisesinin ve buna bağlantılı olarak ‘pazarlık’ diye nitelendirilen hususun Kur'an'a aykırılığı iddialarının Kur'an açısından herhangi bir kıymetinin bulunup bulunmadığını okuyucunun takdirine bırakıyoruz.

Biz, burada maddeler hakkında ortaya koyduğumuz yaklaşımla, sadece "bakış açısı"nın önemini vur­gulamaya çalıştık. Yoksa gerek bu ayetlerde haber veri-len hususların, gerekse Miraç hadisesinde meydana geldiği sahih haberlerle bize intikal etmiş hususların hak ve gerçek olduğuna inanırız.

ÖZTÜRK'ün ve Miraç konusunda kendilerinden yukarıda zikrettiğimiz pasajları alıntıladığı zevatın "pazarlık” dediği husus, bir peygamberin Yüce Allah (c.c)'tan dua, niyaz ve talebinden; Yüce Allah (c.c)ın da bunu kabul etmesinden ibarettir. Biz meseleye böyle ba­kıyor ve burada zikrettiğimiz üç örnekten —ve benzerle­rinden- hareketle Yüce Allah (c.c)'ı ve Hz. Peygamber (s.a.v)’i, pazarlık yapma konumunda takdim etmenin sakat bir bakış açısı olduğunu söylüyoruz.

Bizim inancımıza göre -ki cumhur-u ulema da aynı kanaattedir— îsra ve Miraç Hz. Peygamber (s.a.v) uyanıkken, ruh ve bedeniyle ve bir kere vuku bulmuştur. 5 vakit namaz bu yolculukta farz kılınmıştır. .Buradaki "urûc" [yükseliş], beş duyuyla idrak edilebilen duyusal bir yükselme değildir. Esasen Allah'a yaklaşmak, göklere yükselmekle olmaz. Çünkü Kur'an’da ’’Secde et ve yaklaş’’,"Nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır’’,

‘’Nerede olursanız O sizinle beraberdir.’’buyurulmaktadır. Bunlar ve benzeri tenzih ayetleri Yüce Allah Allah'a yön isnadına geçit vermez.

Bu bahsi, ÖZTÜRK'e ve onun şahsında ATEŞ ve ATAY'a yönelik birkaç soru ile kapatalım:

Kaynaklarda sahih senetlerle aktarılan Miraç hadisesi asılsız ise, Yüce Allah (c.c)'ın Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterdiği ve insanlar için bir fitne yapıldığı bildirilen o görüntüler(İsra,60) nedir? Zikrettiğiniz “bazı büyük ayetlerde, Hz. Peygamber (s.a.v) dışındaki insanları ilgilendiren şeyler varsa bunlar açıklanmış mıdır? Açıklanmışsa nerede açıklanmıştır? Açıklanmamışsa, insanları ilgilen eli ren bu ayetler insanlardan niçin gizli tutulmuştur?

Eğer bunlar insanları ilgilendirmiyorsa, insanlar için bunların birer fitne kılınmış olmasının anlamı nedir?

Namazın önce 50 vakit takdir edilmesi, daha sonra Hz Musa (a.s)’nın önerisi üzerine Hz. Peygamber (s,a.v)’in Rabb'inden bu sayının azaltılması talebinde bulunması üzerine namazın 5 vakte düşürülmesi hakkında ‘Allah sözünü değiştirmez. Bir lahza sonra değiş­tireceğini bildiği bir şeyi de emretmez" diyorsanız;

a- 'Biz bir ayetin hükmünü yürürlükten kaldırır veya onu unutturursak, mutlaka daha iyisini ve benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah herşeye kadirdir!’ "Allah dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bı­rakır. Bütün kitapların aslı O'nun yanındadır' ayet­leri hakkında,

b- 4/en-Nisâ, 15-16 ayetlerinde öngörülen cezanın muvakkat oluşu ve 24/en-Nûr, 2 ayetiyle bu cezanın yürürlükten kalktığını dile getiren ifadeleriniz(Kur'anın Temel Kavramları,664-5)hakkında ve aynı surede birbiri ardınca gelen,

c-Ey peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et, Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa, ikiyüz (kâfir galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kâfir olan­lardan bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlama­yan bir topluluktur’’

"Şimdi Allah yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde sizden sabırlı yüz kişi bulu­nursa (onlardan) ikiyüz kişiye galip gelir. Ve eğer siz­den bin kişi olursa, Allah'ın izniyle (onlardan) ikibin kişiye galip gelir. Allah sabredenlerle beraberdir. ayetleri hakkında neler söyleyeceksiniz? Bu ayetler Yüce Allah (c.c)'ın, müminlere olan rahmet ve merha­metinin ifadesi olarak "sözünü değiştirdiğini" ve "bir lahza sonra değiştireceğini bildiği” birşeyi, inzal bu­yurduktan sonra değiştirdiğini göstermiyor mu?

Miraç ile ilgili sahih rivayetlerde Yüce Allah (c.c)'ın Arş'ın üzerinde olduğu konusunda herhangi bir ifade mevcut değilken, ÖZTÜRK ve ATAY, yukarıya al­dığımız pasajda "Allah'ı Arştan indirdi, bir insan gibi misafirini karşılattı, konuştular, sonra ayrıldılar.’’demekle Allah'ın mekânsal olarak Arşın üstünde yerleşmiş bulunduğunu söylemiş olmaktadır. Böyle bir iti'kat, yukarda birkaçını zikrettiğimiz-tenzih ayetleri ile açık bir çelişki teşkil etmesi bir yana, raviler hakkında kullanılan ‘Allah dokuz defa inip çıktımı misafirini karşılamak için, yoksa geleceğini bildiği için orada bekledi mi?" gibi ithamlarla bariz bir tutarsızlık sergi­lemiyor mu? Bir diğer deyişle siz, Allah'ın, misafirini karşılamak için yukarıdaki bir mekândan aşağıdaki bir mekâna inip inmediği hakkındaki soruyu, ravileri itham etmek maksadıyla soran kimseler olarak, Allah'ın Arş üzerinde mekânsal anlamda yer tuttuğunu, yerleştiğini nasıl söyleyebiliyorsunuz?

ÖZTÜRK, ATAY'ın Miraç konusunu bize akta­ran raviler hakkında kullandığı "cahil, gafil, kafasız raviler ve destekleyicileri", Miraç hadisesine inanarak bu olayı rivayetler kanalıyla bize kadar nakledenler hakkında kullandığı, "cahil, gafil ve sığ kafalı kimse­ler, İslam'a soktukları buna benzer uydurma hadisler ile İslam'ı bozmuş ve Kur'an'ı arkalarına atmışlardır" gibi ifadeleri, onun görüşlerine, katılarak aktarırken, haklarında bir sürü övgü ifadesi kullandığı Sahabe ve Tabiun, müçtehid imamlar ve diğer İslam alimlerinin bu ithamdan hissedar kılınmasını sükutla karşılarken nasıl bir ruh haleti içindedir?

Ebubekir Sifil, Modern Düşüncenin Tenkidi 1.cild
Devamını Oku »

Salat Nedir?



Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmekte­dir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "sa­lat" lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çal­maktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda olduğu gibi. Sa­lat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buy­ruğu ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anla­madır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. Salat'ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

İmam Kurtubi
Devamını Oku »

Şefaat Hakkında



Şefaat: "Onun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" buyruğunda mübteda olarak merfudur. de onun haberidir. O ise ın sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir. Zâid olduğu da kabul edilebilir.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allah´ın dilediği kimselere şefaat izni vereceği be­lirtilmektedir. Bunlar ise peygamberler, alimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah´ın kendilerine ikramda bulunduğu ve şereflendirdiği kimselerdir. Ayrıca bunlar ancak Allah´ın razı olacağı kimselere şefaat ede­bileceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O´nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (el-Enbiya, 21/28)

İbn Atiyye der ki: Zahir olan şu ki: İlim adamları ve salih kimseler cehen­neme varmayan fakat iki mevki arasında (cennet ile cehennem arasında) bu­lunan kimseler veya cehenneme varıp da salih amellerde bulunan kimseler hakkında şefaat edebileceklerdir. Buharî´de de: "Allah´ın görüleceğine dair diğer rivayetler" unvanlı bir bâb´da şöyle denilmektedir: Mü´minler şöy­le derler: Rabbimiz, kardeşlerimiz bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle bir­likte oruç tutuyorlardı. Bu ise yakınlığı olanlar hakkında bir şefaattir. Ni­tekim cennet kapısında yere/yapışıp kalmış küçük çocuğun şefaati de böy­le olacaktır.

Bu tür şefaat ancak akrabaları ve tanıdıkları kimseler hakkında olur. Peygamberler ise iman dışında herhangi bir akrabalık ve tanıma sebebi ol­maksızın, birtakım günahlar sebebiyle asi olan ümmet fertlerinden cehen­neme gitmiş kimseler hakkında şefaat edeceklerdir. Bundan sonra ise rah­metlilerin en merhametlisinin günahlara batmış, hatalara bulanmış ve pey­gamberlerin şefaatlerinin haklarında etkili olmadığı kimselere yapacağı şe­faat kalır. Muhammed (sav)´ın hesabın daha çabuk görülmeye başlanması için yapacağı şefaat ise ona has bir şefaattir.

Derim ki: Müslim, Sahih´inde şefaatin keyfiyetini doyurucu bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sanki o (İbn Atiyye) -Allah´ın rahmeti üzerine ol­sun- bu bölümü ve şefaat edeceklerin cehenneme girip oradan azabı hak et­miş birtakım kimseleri çıkartacaklarına dair ifadeleri okumamış gibidir. Bu­na göre mü´minlerin iki türlü şefaatlerinin olması uzak değildir: Birisi cehen­neme ulaşmamış kimseler hakkındaki şefaatleri, diğeri ise cehenneme ulaş­mış ve oraya girmiş kimseler hakkındaki şefaatleri. Allah bizi oradan muha­faza buyursun.

Müslim, Ebu Said el-Hudrî yoluyla gelen hadis-i şerifte şunları zikretmek­tedir: "... daha sonra cehennemin üzerine köprü kurulur ve artık şefaat he­lal olur (Köprüden geçecek olanlar) derler ki: Allah´ım esenlik ver, Allah´ım esenlik ver." Ey Allah´ın Rasûlü, köprü dediğin nedir, diye sorulunca şöyle buyurur: "Oldukça kaygan ve kaydırıcıdır. Orada çekip alan kancalar, askı­lar ve es-sa´dân denilen dikencikleri bulunan Necid´de olan bir diken (kan­ca) vardır. Mü´minler (köprünün üzerinden) göz açıp kırpmak gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en iyi atlar ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi afiyetle kazasız belasız kurtulur. Kimisi ise yaralı olarak serbest bıra­kılmış olur. Kimisi ise cehennem ateşine yüzüstü yıkılır. Nihayet mü´minler cehennemden kurtulunca nefsim elinde olana yemin ederim ki, kıyamet gü­nünde cehennemde bulunan kardeşleri için mü´minlerden hakkın alınması hususunda Allah´a sizden daha çok yalvarıp yakaracak kimse yoktur.

Der­ler ki: Rabbimiz, bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlar­dı. Onlara: Tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir. Bunun üzerine onların su­retleri cehenneme haram kılınır. Cehennemden pek çok kimseyi çıkartırlar. Ateş kimisinin bacaklarının ortasına kadar, kimisinin dizkapaklanna kadar var­mıştır. Sonra şöyle derler: Rabbimiz, orada bize kendisini çıkartmak üzere emrettiğin bir kimse kalmadı. Aziz ve celil olan Allah buyurur ki: Dönünüz kalbinde bir dinar ağırlığı kadar hayır namına bulduğunuz kimseleri de çı­karınız. Yine bunun üzerine pek çok kimseyi çıkarırlar. Sonra da şöyle der­ler: Rabbimiz, bize çıkartmamızı emrettiklerinden herhangi bir kimse bırak­madık. Sonra yine buyurur: Dönünüz, kalbinde hayır adına bir dinarın ya­rısı ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada bize emrettiğin kimselerden kimseyi bırakmadık. Sonra yine buyurur: Geri dönünüz, kalbinde hayır namına zer­re ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartır­lar. Sonra derler ki: Kabbimiz, orada hayır diye birşey bırakmadık." 

Ebu Sa-id şöyle dermiş: Eğer bu hadis-i şerifi işittiğim hususunda beni tasdik etmi­yor iseniz, o vakit dilerseniz yüce Allah´ın şu buyruğunu okuyunuz: "Muhak­kak Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisâ, 4/40); "Yüce Allah buyurur ki: Melekler şefaat etti. Peygamberler şefaat et­ti, mü´minler şefaat etti, geriye Erhamü´r-Rahimin´den başka (şefaat edecek) kimse kalmadı. Bunun üzerine cehennemden bir avuç alır ve oradan hayır namına hiç birşey amel etmemiş ve kömüre dönüşmüş bir topluluk çıkar­tır." Ve daha sonra da hadisin geri kalan kısmını zikreder.

Enes´in Peygamber (sav)den rivayet: ettiği hadisi de şöylece zikreder: "... Derim ki: Rabbim, la ilahe illallah diyen kimseler hakkında bana (şefaat için) izin ver. O, bu sana ait değildir, der. İzzetim, kibriyam, azametim ve ceber-rutum hakkı için la ilahe illallah diyen kimseyi mutlaka çıkartacağım."

Ebu Hureyre (r.a) yoluyla gelen hadiste de Hz. Peygamber´in şu buyruk­larını nakleder: ".. nihayet kullar arasında hüküm vermeyi bitirip rahmetiy-le cehennemliklerden çıkarmayı murad ettiğini çıkarmak dileyeceğinde me­leklere: Cehennemden Allah´a hiçbir şeyi şirk koşmayan ve yüce Allah´ın la ilahe illellah diyenler arasından merhamet buyuracağı kimseleri çıkarmala­rını emreder. Melekler bunları cehennemde tanıyacaklardır. Secdenin izlerin­den onları tanıyacaklar. Ateş, Âdemoğlunu secde izleri bulunan yerler hariç yer. Allah ateşe secdenin iz bıraktığı yerleri yemeyi haram kılmıştır." Hadi­si uzun uzadıya kaydeder.

Derim ki: İşte bu hadis-i şerifler mü´minlerin ve başkalarının meselâ, pey­gamberler şefaatinin cehenneme girmiş ve orada yer etmiş kimseler hakkın­da sözkonusu olacağını göstermektedir. Allah bizi onun azabından muhafa­za buyursun. İbn Atiyye´nin: "Cehenneme henüz ulaşmamış., veya ulaşmış da.." şeklindeki sözlerini başka birtakım hadislerden almış olması ihtimali var­dır. Doğrusunu en iyi bilen Allah´tır.

İbn Mace de Sünen´inde Enes b. Malik´ten şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Kıyamet günü insanlar -(hadisin ravile-rinden İbn Numeyr ise cennet ehli- demiştir) saflar halinde dizilirler. Cehen­nem halkından birisi bir diğerinin yanından geçer, ona der ki: Ey filan, hani bir gün su istemiştin de ben de sana bir içimlik su vermiştim; hatırlamaz mısın? Buna şefaat eder. Yine bir adam birisinin yanından geçer ve ona: Ha­ni bir gün sana abdest almak üzere yardımcı olduğumu hatırlamıyor musun? der, o da ona şefaatçi olur. 

-İbn Numeyr dedi ki-: Ey filan der, hani bir gün beni şu şu ihtiyaç için gönderdiğini ben de senin o ihtiyacın için gittiğimi ha­tırlamıyor musun der, o da ona şefaat eder." Peygamberimiz Muhammed (sav)´ın şefaatlerine gelince; bunun hakkında farklı görüşler vardır. Bunla­rın üç tane, iki tane olduğu söylendiği gibi beş tane olduğu da söylenmiş­tir. Buna dair açıklamalar yüce Allah´ın izniyle Subhan (İsra) Sûresi´nde (17/79. âyet 3- başlıkta) gelecektir. Ayrıca buna dair açıklamalarımızı "et- Tez­kire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Allah´a hamdolsun.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:3
Devamını Oku »

Allah'tan Başkasından Yardım İstemek..

Allah'tan Başkasından Yardım İstemek, Dua Ederken Vesile Kılmak, Evliyalardan Medet İstemek Hakkında Bilgi Verir Misiniz?


Değerli kardeşimiz;



İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir. İstiğase yardım istemek anlamını ifade eder. Vesile ise gayeye vasıta olan şeydir.

Güneş ve ay gibi hizmeti çok da olsa, Ka'be ve Hacerü'l-esved gibi mukaddes de olsa cansız veya zevilukul olmayan bir mahluktan istiğase etmek caiz değildir.

Zevilukul olan kimseden istiğase etmek meselesine gelince, bakılır, kendisinden istiğase edilen kimse salih ve mü'min değilse, ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek caiz değildir. Fakat salih bir kul olursa, huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caizdir.

Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir hayatı vardır. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Peygamberler kabirlerinde diridirler" (İbn Mâce, Cenâiz 65) Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına bir delil de, Hz. Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem), mirac sırasında Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada karşılaştığı her peygambere selam verdikçe, peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in selamını almasıdır. Yine Bedir savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle buyurdular: "Siz bunlardan fazla işitmezsiniz; ancak cevap veremezler."

Ehli tasavvufa göre makam sahibi olan bir veli ister ölü ister uzakta olsun ondan istiğase edilir. O yardım etme yetkisine sahiptir. Özellikle ehli tasarrufun yardımı dünyada olduğu gibi dünyadan göç ettikten sonra da vardır, devam eder.

Vesile ise, demin dediğimiz gibi, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanıları şeydir. Bunların çeşitleri vardır:

1- Cenab-ı Allah'ın isimlerini vesile kılıp tevessül etmek: İbni Mace, Hz. Aişe'den şunu rivayet etmiştir: Hz Peygamber bir duasında şöyle buyurdular: "Allah'ım, temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için senden istiyorum.”

2- Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını vesile kılıp istemek.

3- Büyük ve salih kimsenin zatını vesile kılmak suretiyle tevessül etmek: Mesela, Allah'ım şu dileğim yerine gelmesi için Peygamberi veya Ebubekir'i vesile vesile kılıyorum demek gibi, Hz. Ömer (ra) yağmur duasında Hz. Abbas'ı (Peygamberimizin amcası) vesile kılarak şöyle dua etti: "Allah'ım, biz Peygamber'in amcasını sana vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur yağdır” (Buhari).

4- İşlenen salih amelleri vesile kılarak tevessül etme: mesela, Allah'ım, senin için eda ettiğim şu hacc veya şu ibadet sana vesile kılıyorum; şu musibetten veya şu beladan beni kurtar demek gibi.

Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam'da mevcuttur. Bunu İnkar etmek mümkün değildir. Vesile edinilen kimsenin vesile edenden üstün olması gerekmez. Hz. Peygamber (sav) Umre'ye gitmek için izin isteyen Hz. Ömer'e: ”kardeşim bizi duadan unutma” dedi. Hem de Veysel-Karani'nin kendisine dua etmesi için Hz. Ömer'e emir verdi. Yalnız peygamberi veya herhangi bir zatı bağımsız olarak tasavvur edip istiğase etmek, küfre kadar götürebilir. Buna dikkat etmek lazımdır. Yani Allah’ın sevgili kulu ve Allah’ın izniyle bu işleri yapıyor diye bilmek ve istemek caizdir.Ehl-i sünnet alimlerine göre, vesilelikten öteye geçmemek şartıyla, tevessül etmek caizdir.

Tevessülü tamamen haram sayanlar, haricîler ve onları taklit eden zihniyetlerdir.

Meleklerin insanları koruduğu bilgisi bizzat Kur’an’da vardır: “O insanın önünde ve ardında devamlı sûretle nöbetleşerek görevlendirilen melekler vardır. Bunlar, Allah’ın emrinden ötürü, onu koruyup kollarlar”(Rad, 13/11) mealindeki ayette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Meleklerin koruması şirk olmadığı gibi, başka mahlukların yardımları da, korumaları da şirk olmaması gerekir. Yeter ki, bunları vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına çıkarmayalım. Çünkü, “kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın gereğidir.
Dinde vasıta, vesile var mıdır?

Hikmet; hayatta ve başarıda vazgeçilmez unsurlardan biri olduğu gibi, bütün varlıkların sevk ve idaresinde de bir maya ve önemli bir kanundur.

İnsanlar; varlıklarını ve başarılarını, bu hikmet denen kaide ve kurala, riayet ve itibarla paralel olarak elde ederler ve koruyabilirler.

Hikmet: Yaratıcı ve yaratılanlar arasında; sebebi, vesileyi ve vasıtayı zorunlu kılmaktadır.

Zira yaratıcının izzet ve büyüklüğü, kendisi ile varlıklar arasındaki münasebet ve denge, hikmetle ilgilidir. Ayrıca varlıkların, yaratıcısına delil ve burhan olması ve onların bir kitap gibi ehil insanlarca mütalaa edilip araştırılması ve en önemlisi de, insanların kendilerinin imtihan ve test edilerek dünyada ve ahirette başarılarının esası, temeli ve alt yapısı; hikmettir ve hikmetle ciddi münasebettir.

Hikmetin nasip olduğu insanlar ise, varlıkların en şereflisi ve kıymetlisidir.

Bu esasa binaen varlıklar, eşya ve insan ile, yaratıcı arasındaki münasebet olgusunun genel adı, hikmettir.

Cansızlar ve canlılar arasındaki irtibatlar,

Yaratılma ve yaratma arasındaki perdeler,

Hastalık ve afiyet arasındaki sebepler,

Kulluk ve ona bağlı neticeler,

Tebligat ve hidayet arasındaki ilişkiler,

Ziraat, ticaret, sanat ve ibadetlerin, neticeleri ile münasebetlerinde hikmet esas olup, onun gereği olan sebepler, vesileler ve vasıtalar, işin mahiyeti icabı olacaktır ve vardır.

Burada vasıtaların olması, hikmet açısından kudret ve izzeti ilahiyece lüzumlu olmakla beraber, Cenab-ı Hakk’ın birliği ve celali de, bu vasıtaları müessiriyetten azletmektedir. Sadece ve sadece vesile olarak kalmasını, hikmet icap ettirmektedir.

Demek ki vasıtalar, Allah’ın hakim ismi iktizasınca yaratılışın bir esasıdır.

İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı dinimizde de vardır ve gereklidir.

Mesela: Hidayetin vasıtası, peygamberlerdir.

Allah’ın peygamberlerine emirlerinin vasıtaları, meleklerdir.

Kelam-ı ezelinin vasıtaları, kitaplar ve suhuflardır.

Tecelliyatın ve tezahüratın vasıtaları, mucizeler ve sanatlardır.

Affın ve mükafatın vasıtası, ikramlar ve cennettir.

Kahrın ve cezanın vasıtası, hadler ve cehennemdir.

Ubudiyetin ve kulluğun vasıtası, ibadetlerdir.

Allah’a yaklaşmanın vasıtası ise, marifet ve takvadır.

O halde; vasıtanın olmadığı hiçbir yer, durum ve zaman yoktur.

Vasıtasız olan şeylerin idraki, anlaşılması ve münasebetleri bilinmez.

Buraya kadar anlattıklarımızda önemli olan nokta şudur: Bu vasıtaların; sadece vesileden ileri geçmemesi, şeffaf ve nezih olması, hakikatleri perdelememesi ve örtmemesi, özellikle de, kul ile Allah arasındaki münasebete kuvvet vermesi ve kesmemesidir.

Hakikatler ile, muhatapları arasındaki, hikmet icabı olan vasıtalar; kesif olup irtibatı keser ise, o zaman hikmet ortadan kalkar ve mahsurlar meydana gelir. O vasıta, vasıta olma özelliğini kaybeder.

Mesela; bir matematik kitabı ile, talebelerin arasına öğretmenlerin girmesi, talebe ile kitabı kaynaştırır. Muhabbeti artırır. İlme de kuvvet verir. Öğretmenler bu anlamda vasıta olarak bir yekun teşkil etmektedirler.

Sanatkârlar; sanatlarla çıraklar arasında, maharetin intikalinde vasıtadırlar. Aksi halde sanatların ve maharetlerin nesli kesilir ve güdük kalır.

Aynen öyle de; maneviyat büyükleri de Allah ile kul arasında, kulun rabbi ile münasebetini teminde ve muhafazasında şeffaf vasıtadırlar. Bunların aradan çekilmesi kul ile Allah münasebetini bozar ve irtibatı keser.

Ancak, vasıta olmak da kolay bir şey değildir. Bu işe ehil olmak ve erbabı olmak meselenin önemli noktasıdır.

Yani matematik kitabı ile öğrenci arasına vasıta olarak, öğretmen girmelidir. Ancak bu, müzik öğretmeni olursa, o işten hayır gelmez.

Hasta ile hastalık arasına hikmet icabı şeffaf vasıta olan doktor girmelidir. Ancak, doktor yerine mühendis girer ise, ölüm meleğine hizmetten başka bir şeye yaramaz.

Nasıl ki göz ile eşya arasına, gözlükler giriyor. Kulak ile seslerin arasına duyma cihazları giriyor. Ve bunlar vasıta olarak, gözleri ve kulakları avam olanların, daha iyi görmesini ve işitmesini temin ediyor ise;

Aynen öylede, aklı ve kalbi avam olanların, hakikatlerle aralarına vasıflı ve ehil insanların girmeleri onların marifetlerini ve faziletlerini artırır ve inkişaf ettirir. Manevi hayatlar nizam ve intizam altına girer. Çünkü avam-ı nas çıplak hakikatleri göremezler ve idrak edemezler. Ancak vasıtalarla hakikatleri algılayabilirler

Kur’an-ı Kerim’deki teşbihler, temsiller ve alışıla gelmiş misaller ve örnekler; insanlar ile, zorlanacakları hakikatler arasında bir çeşit numaralı gözlük ve dürbün gibi kutsi ve şeffaf vasıtalardır.

Buna binaen vasıtayı inkar; hikmeti, yardımı, faydayı, nizamı, iyiliği ve maslahatı inkar ve yalanlama demektir. Fıtrata ve hakikate zıt bir davranıştır.

Fakat her şeyin istisnası ve su-i istimali olduğu gibi; vasıtalar da zamanla deforme olmuş, yanlış kullanılmış ve çirkin örnekleri maalesef zamanımıza kadar gelmiştir. Bunların düzeltilmesi ve nizama sokulması veya tadil edilmesi icab ederken vasıtalık müessesesini toptan ve kotken yıpratmak ve inkâr etmek vicdana sığmaz.

Islahı mümkün iken, ifnasını tercih etmek azim bir hata olur.

Demek ki vasıtalık; şeffaf cam gibi, hakikatle irtibatı sağlayan, münasebetleri nizam ve intizam altına alan bir tensib-i İlahî’dir.

Her yerde olduğu gibi, dinimizde de vasıta vardır ve olacaktır. Ancak ruhbanlık tarzında kesif olan; ilgiyi, alakayı ve hürmeti sadece kendine hasredip, hakikatler ve Cenab-ı Hak’la münasebeti kıracak ve kesecek tarzda olan vasıtalar, bir nevi gizli şirktir. Bu anlamda vasıta, fıtratta ve yaratılışta olmadığı gibi, dinimizde de yoktur ve olamaz.

İşte vasıtalara yukarıdaki değerlendirmeler açısından bakmak, bizleri hem fikir hem de muamelat açısından ifrat ve tefritten korur, bütün duygu ve düşüncelerimizi sırat-ı müstakim olan orta yola çeker, hayata istikamet, huzur ve saadet verir.

Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Devamını Oku »

Kıyamet günü; Her şeyin Hakk'a arz edileceği gündür.





Kıyamet günü, her şeyin Hakk’a arz (sunmak) edileceği gündür. O günde, İnsanî vakfelerini yapmış olanlar, temiz ve faziletli kişiler, kendilerini göstermek isterler.

O kendini gösterme gününde, kötü işler yaparak yüklerini karartmış kişiler, artık kendilerini gidilemeyecekler ve rezil olacaklardır.

Güneş gibi parlak yüzü olmayan ve günahlarla yüklerini karartmış kişiler elbette kendi kirliliklerini göstermemek için gecenin karanlığı ile perdelenmek, gizlenmek isterler.

O günahkârın diken gibi olan vücûdunda bir gül yaprağı bile yoktur. Bu sebeple ilkbaharlar, gül yetiştirmeyen dikenlerle dolu fidana ve onun gizlediği sırlara düşmandır.

Fakat baştan aşağı gül gibi ve süsen çiçeği gibi güzel ve hoş olan kişi için bahar, görür ve gösterir iki göldür.

Mânâsız ve faydasız olan diken, gül bitirmediğinden, gül bahçesinde yan gelip oturmak için güz mevsimini ister.

Güz mevsimini ister ki, o mevsim, gülün gürelliğini örtsün, gizlesin de kendinin çirkinliğini, ayıbını kimseye göstermesin; böylece sen ne bu gülün rengini, güzelliğini görürsün, ne de dikenin çirkinliğini.

Bu yüzdendir ki gür (sonbahar) mevsimi, diken için bahardır, hayattır; çünkü o mevsimde, kara taşla yakut bir görünür.(1)

Ama bahçıvan, gül müdür, diken midir? Bunu güz mevsiminde de bilir ve görür. Onun görüşü cümle âlemin görüşünden üstündür Zâten dünyâ, ondan ibârettir. O, kendinden geçmiş, gerçeğe dalıp gitmiş kişidir. Geri kalanlar, hep ona bağlıdırlar. Gökteki yıldızların hepsi de, Ay'ın cüzüdürler.(2)

Gülsüz dikenler gibi bahardan korkmayan güzel çiçekler, müjde, müjde bahar geliyor, diye sevinirler.

Çiçek, parlak bir zırh gjyinmiş gibi kalıp dökülmedikçe, meyveler varlıklarını nasıl gösterebilirler?

Çiçekler dökülünce, meyveler baş gösterir; beden de kırılınca can baş gösterir. Çiçek şekilden, suretten ibârettir. Meyve de mânâdır. Çiçek bir müjdecidir, meyve ise Allah'ın nimetidir.

Çiçek dökülünce meyve belirir O dökülüp kaybolunca meyve çoğalır.

------

(1)Bu beyitlerde geçen diken günahkar insanları, küfür ehlini; gül de iyi insanları, iman sahibi kişileri göstermektedir. Günahkarlar öteki âlemdeki bahara nisbetle güz mevsimi olan dünyayı severler. Çünkü hurda günahlarını gizlemeyi başarırlar, ne olduklarını meydana çıkaracak olan Ahiret baharının geldiğini istemezler. (2)Yukarıdaki beyitte geçen bahçıvan, her şeyi görüp anlayan kâmil insanı göstermektedir. Metinde ebleh kelimesi ile gösterilen kişi, kendinden geçmiş, gerçeğe dalmıştır. O serden, kötülüklerden arınmış; hayrı, iyi işleri tabiat edinmiştir. O niçin? neden? gibi akim sormak istediği sorulardan gafildir. O Hakk'ı akıl yolu ile değil, gönül yolu ile bulmuş, saf gönüllü üstün kişidir, işte böyle üstün bir insanın, insan-ı kamilin görüşü diğer insanların görüşünden, anlayışından üstündür.


(Şefik Can,Mevlana Mesnevi Tercümesi,cilt:1-2,syf;185-186)
Devamını Oku »

Kıyamette Neye İhtiyacımız Olacak?



Kıyamet gününde Allah: “Ey kullarım!” diyecektir, “bana hediye olarak hangi güzel ve iyi davranışlarınızı getirdiniz? Ömrünüzü neye ve nereye harcadınız? Size nimetler verdim, ne yaptınız? Size kuvvetler verdim, nereye sarf ettiniz? Size akıl verdim ne yolda kullandınız?”

Kıyamet günü, Hakk’ın huzuruna iletilmesi gereken, îman, amel (dinin emirlerini yerine getirmek için yapılan iş) ve muhabbet (sevgi) hediyelerinden mahrum, eli boş, imansız bir ruhun uğrayacağı dehşet büyüktür. Her iki dünya için sayısız nimet ve devletler yaratan Allah’ın, gerçi kuldan gelecek hediyeye ihtiyacı yoktur. Fakat Allah’ın huzuruna yükselecek bir ruhun ibâdet ve îman sermâyesine sahip olmağa ihtiyacı büyüktür.

Hesap gününde insan olarak yaratılmış bulunmanın şükrânını (teşekkür) ve karşılığını ödeyebilmek için, dağarcığı boş olmamak gerektir. Allah’ın huzuruna ilk yaratıldığımız şekilde çıplak ve eli boş dönmek olmaz. Günün birinde Hakk’ın misafiri olacaklarına inanmayanlar, onun ebed mutfağından ancak ateş, kül ve toprak alabilirler. Uykudan ve oburluktan kaçıp bir temiz gönül ve bir mânevi zâhire (mahsül, tahıl) biriktirmemiş; ibâdetten lezzet almamış, oruç tutmaktaki ferâgat (fedakarlıkla vazgeçmek) ve bekleyişten nasîbedâr olmamış kişi âhirete neyi armağan eder?

Kenan Rıfai, Şerhli Mesnevi Şerif, s. 464.
Devamını Oku »

Büyük Günahların Mahiyeti ve Buna Dair İslam Alimlerinin Görüşleri



Yüce Allah bu sûrede, büyük günahları yasakladığından dolayı bunlardan sakınmaya karşılık, küçük günahların yükünü hafifleteceği vaadinde bulun­maktadır. Bu ise günahların, büyük ve küçük günahlar olmak üzere iki kıs­ma ayrıldığının delilidir. Tevil ehli (müfessirler) ile fukahâ bu görüştedir.

Yine onlann görüşlerine göre, büyük günahlardan sakınmak şartıyla do­kunmak ve bakmak, bu onun için vacib olduğundan dolayı değil- yüce Al­lah'ın doğru vaadi ve gerçek sözü gereğince - kafi olarak örtülür, affedilir. Bu hususta yapılacak açıklamaların bir benzeri, daha önce Yüce Allah'ın: "Allahın tevbelerini kabul edeceği kimseler..." (en-Nisâ, 4/17) buyruğunu açık­larken yaptığımız açıklamalara benzemektedir. Şanı yüce Allah, büyük gü­nahlardan kaçınmak suretiyle küçük günahları bağışlar.

Şu kadar var ki, büyük günahlardan kaçınmaya bir hususun daha eklen­mesi gerekir. O da farzların yerine getirilmesidir. Müslim, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki: "Beş vakit na­maz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı.) ile ramazandan ramazana (tu­tulan oruç) kulun büyük günahlardan kaçınması şartıyla, aradaki küçük gü­nahların bağışlanmasına sebep teşkil eder."

Ebû Hatim el-Bustî de Sahih Müsned'inde Ebû Hureyre ile Ebû Said el-Hud-rîden Rasulullah (sav)m minberinin üzerine oturduktan sonra şöyle buyur­duğunu nakletmektedir: -Üç defa-: "Nefsim elinde olana and ederim ki" de­di, sonra sustu. Herbirimiz başını önüne eğip, Rasulullah (sav) bu yemini do­layısıyla üzüntüyle ağlamaya koyuldu. Sonra şöyle buyurdu: "Beş. vakit na­mazı eda eden, Ramazanı oruç tutan, yedi büyük günahtan uzak duran her bir kula, mutlaka Kıyamet gününde cennetin sekiz kapısı açılır. Hatta o se­vincinden yerinde dahi duramaz". Sonra Hz. Peygamber: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, (diğer) günahlarınızı mağfiret ederiz" âyetini okudu.

Kitab-i Kerimin buyrukları ile, sahih sünnetteki rivayetlerde yer alan, ha­rama bakmak ve buna benzer küçük günahlann, (bu suretle) kesin olarak ba­ğışlanacaklarını İfade eden buyrukları birbirini desteklemektedir. Sünnet-i seniyye de "kaçınmak"dan maksadın, bütün günahlardan bütünüyle kaçınmak olmadığını da açıklamıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Usulu'd-Din - Tevhid, Akaid, Kelâm- âlimleri ise şöyle demişlerdir: Büyük günahlardan kaçınmaktan dolayı küçük günahların bağışlanması kafi olarak vacib değildir. Bunun, zann-ı galible, kuvvetli bir umut ile böyle olacağı şek­linde yorumlanır. İlahî meşîetin bu konuda dilediğini yapacağı da sabittir. Bu­na da delil şudur: Eğer bizler, büyük günahlardan kaçınıp, farzları yerine ge­tiren kimseye kesin olarak küçük günahlarının bağışlanacağını, affedilece­ğini söyleyecek olursak, şüphesiz ki bu, hiç bir sorumluluğun kesinlikle söz-konusu olmadığı mubah hükmünde olur. Bu ise, şeriatın kulplarını sökmek demektir. Bize göre küçük günah diye birşey yoktur, el-Kuşeyrî Abdurrahim der ki: Sahih olan şu ki (bütün günahlar) büyüktür. Fakat, onlardan kimisi, kiminden daha büyük ve daha ağırdır. Bunlar arasında herhangi bir ayrıma gitmemekteki hikmet ise, kulun bütün masiyetlerden kaçınmasını sağla­maktır.

Derim ki: Yine bazılarının dediği dediği: Sen günahın küçüklüğüne bak­ma, kime karşı gelip isyan ettiğine bak; sözünde olduğu gibi, bizzat emre mu­halif hareket etmeye bakanlara göre bu bakımdan bütün günahlar büyük olm\ İşte kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib'ın sözü de Ebû İshak el-İsferayini( Ebu'l-Me-âli (el-Cuveynî), Ebu'n-Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî ve benzerlerinin söyle­dikleri şu sözleri de bu şekilde açıklanıp anlaşılmalıdır: Kimi günaha küçük günah denilmesinin sebebi, ondan daha büyük olan günaha nisbetledir Me­selâ, küfre nisbetle zinaya küçük günah demek gibi. Zinaya nisbetle de, öpül-mesi haram olan birisini öpmeye küçük günah demek gibi. Bize göre, baş­ka bir günahtan kaçmıldığı için bağışl anılması sözkonusu olan bir günah yok­tur. Aksine, bütün bunlar büyük günahtır ve bu günahları işleyenin -küfür müstesna- işi Allah'ın meşîyetine kalmıştır. Çünkü yüce Allah: "Şüphesiz Al­lah, kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını da dile­diğine bağışlar" (en-Nisâr 4/48) diye buyurmaktadır.

Bunlar, yüce Allah'ın bu buyruğunu, büyük günahlarını tekil olarak şu: "Size yasaklanan büyük günahtan kaçınırsanız" diye okuyanların kıraatini de delil göstermişlerdir. Büyük günah ise, şirktir. De­vamla derler ki: "Günahlar şeklindeki çoğul kıraate göre ise maksat, küfrün çeşitli türleridir. İşte bu konudaki hükme kaytt getiren bu âyet-i kerimeye bu alanda mutlak olarak vârid olmuş bütün buyruklar red olunur. (Onun ışığın­da anlaşılır). İşte yüce Allah'ın: "Ondan başkasını dilediğine bağışlar" buy­ruğu bu kaydı getirmektedir. Bunlar Müslim'in ve diğerlerinin Ebû Umâme'den rivayet edilen Rasülullah'ın şu buyruğunu delil gösterirler: "Her kim, sağ eliy­le müslüman bir şahsın hakkını kesip alırsa, Allah, cehennemi ona vacib kı­lar ve cenneti ona haram kılar". Bir adam ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, ya basit bir şey olsa dahi mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "İsterse erâk (mis­vak) ağacından bir çubuk olsun."

Görüldüğü gibi, çokça günah hakkında ağır tehditler sözkonusu olduğu gibi, basit ve önemsiz görülen şeyler hakkında da tehditler varid olmuştur. İbn Abbas der ki: Büyük günah, yüce Allah'ın (Kur-an'ı Kerim'in") sonunda cehennem azabı, yahut gazap, lanet veya azap ile sona erdirdiği her günah -ür, İbn Mes'ud da der ki: Büyük günahlar, yüce Allah'ın, bu sûrede 33- âyet-i kerimenin sonuna kadar yasakladığı günahlardır. Bunu doğrulayan, yüce Allah'ın: "Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız..." buyruğudur.

Tavus der ki: İbn Abbas'a büyük günahlar yedi tane midir? diye sorulmuş, o: Hayır yetmiş olma ihtimali daha yakındır. Said b. Cübeyr de der ki: Bir adam İbn Abbas'a: Büyük günahlar yedi tane inidir? diye sormuş, o da: Ha­yır, yediyüz olması yecti olmasından daha yakın bir ihtimaldir. Şu kadar var ki, istiğfar ile beraber büyük günah (in günahı) kalmaz, ısrar ile küçük gü­nah (küçük günah olarak) kalmaz.

İbn Mes'ud'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Büyük günahlar dört ta­nedir Allah'ın lütuf ve inayetinden ümit kesmek Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın mekrinden emin olmak ve Allah'a şirk koşmak. Bunların bü­yüklüğüne de Kur-an'ı Kerimin buyrukları delildir.

İbn Ömer'den de bunların şu dokuz günah oldukları rivayet edilmiştir: Haksız yere canı öldürmek, faiz yemek, yetim malını yemek, suçsuz iffetli ka­dına zina iftirasında bulunmak, yalan şahitlik yapmak, anne-baba haklarına riâyet etmemek, savaştan kaçmak büyücülük yapmak ve Beyt-i Haram'da İl­li ad (zulüm) yapmak.

İlim adamlarına göre şunlar da büyük günahlar arasında sayılır: Kumar, hır­sızlık, içki içmek, selef-i saliha sövmek, hakimlerin haktan uzaklaşıp hevâ-ya tabi olmaları, yalan yere yemin etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, kişinin kendi anne-babasına -birisine sövmesi üzerine onun da anne-baba­sına sövmesi suretiyle- sövmesi, yeryüzünde fesad çıkarmak uğrunda koşuş­mak ve buna benzer Kur-an'ı Kerimde ve hadis İmamlarının rivayet ettikle­ri hadis-i şeriflerde beyan edildiğine göre, sayıp dökülmesi pek çok olan gü­nahlar. Müslim'de "Kûabü'1-İman" adını verdiği bölümde, bu büyük günah­lardan pek çoğunu zikreder.

Bu husustaki rivayetlerin farklılığı dolayısıyla, ilim adamları bunların sa­yıp dökümü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Konu ile ilgili benim görü­şüm de şudur: Bu hususta münhasıran bu kadardır, demek maksadı güdül­memiş, pek çok sahih ve hasen hadis gelmiştir. Fakat, zarannın çokluğuna nisbetle elbetteki, bunların kimjsi kimisinden daha büyüktür. Şirk bütün bu günahların en büyüğüdür. Yüce Allah'ın bu husustaki açık nassı dolayısıy­la şirk bağışlanmaz.

Bundan sonra İse Allah'ın rahmetinden ümit kesmek gelir. Çünkü Al­lah'ın rahmetinden ümit kesmek, Kur-an'ı Kerimî yalanlamaktır. Zira sözü hak­kın tâ kendisi olan yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "'Rahmetim, herşeyi ku­şatmıştır." (el-Ârâfr 7/156) Allah'ın rahmetinden ümit kesen ise, kendisine mağfiret olunmayacağım söylemekle, geniş olan bir şeyi daraltmış olur. Ta­bii bu, onun böyle olacağına inanması halinde sözkonusu olur.

İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü kâfirler top­luluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) Bun-dan sonra, Allah'ın rahmet edeceğinden yana ümit kesmek: (el-Kunût) ge­lir, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "RahMinin rahmetinden sapıklardan başka kim ümit kesebilir ki" (el-Hicr, 15/56). Bundan sonra Allahin mekrinden yana kendisini emin görüp, masiyetde dizginden boşalıp aşırıya gitmesi ve amelsin olarak Allah'ın rahmetine bel bağlaması gelir. Yüce Allah, bu konuda da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın mekrinden, hüsranda olan topluluktan başkası emin olamaz" (el-Âraf, 7/99). Bir başka yerde de şöyle buyurülmaktadır: "İşte sizin Rabbiniz hak­kındaki bu zannınızdır sizi helake götüren. Bunun sonunda siz, hüsrana uğ­rayanlardan oldunuz." (Fussilet, 41/23)

Daha sonra haksızca adam öldürmek günahı gelir. Çünkü, bununla can­lar yok edilir, varlık imha edilir.

Lut kavminin ilişkisinde ise? neslin kesilmesi sözkonusudur. Zina ile suların karışması dolayısıyla nesebler karışır. İçki içmekle, teklifin temel sebebi oLan aklın giderilmesi sözkonusudur. Namaz ve ezanın terkedilmesiyle, İslâm şeâirinin açığa çıkarılması terke­dilmiş olur.

Yalan şahidlikte ise, başkalarının haram olan kanları, namusları, malları he­lal kılınmış olur.

Ve buna benzer zararları açıkça ortada olan diğer günahlar... İşte şeriatın ağır ceza tehdidinde bulunduğu yahut da sözünü ettiğimiz şekilde varlık âle­minde zararının büyük olduğunu ifade ettiği her bir günah, büyük bir günah­tır. Bunun dışında kalanlar ise küçük günahlardır, işte bu açıklama bu hu­susta sağlam bir ölçü ve bir kıstas ortaya koymaktadır. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

İmam Kurtubi Tefsiri,cilt:5

Devamını Oku »