Tevhid Meselesi




- 1. Bölüm -


"O’ndan başka hiçbir ilah yoktur."
[Tahavî Akâid Metni - Madde 4]

Bilindiği gibi selefî akide metinlerinde buradaki paragrafın açılımında İbn Teymiyye’nin bilhassa vurguladığı bir tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meselesi vardır. Bu meseleye bir miktar değinmemiz gerekiyor.

İbn Ebi’l-İzz şerhinde, İbn Teymiyye’nin taksimine uygun olarak tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet meseleleri işleniyor ve şöyle deniyor:

“Müşrikler tevhid-i rububiyete, Cenab-ı Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlardı. Fakat onlar tevhid-i ulûhiyet meselesinde şirke düşmüşlerdi. Tevhid akidesi ise hem tevhid-i ulûhiyette hem de tevhidi rububiyette Cenab-ı Hakk’ın “bir”lenmesi ile gerçekleşir. Tevhid-i ulûhiyette şirke düşenlerin tevhid-i rububiyetteki tevhidi hiçbir işe yaramaz. Ama bir kimse tevhid-i ulûhiyeti kavrarsa onun içinde tevhid-i rububiyet de vardır. Dolayısıyla “Allah’tan başka ilah yoktur” cümlesinin manasını, maksudunu, mazmununu anlayan kimse aynı zamanda Cenab-ı Hak’tan başka bir Rabb de olmadığını idrak eder, görür ve bunu da bu şekilde ifade etmiş olur.”(4)

Buradan şöyle bir noktaya geliyorlar:

Müşriklere “kâinatı kim yaratır, güneşi, ayı kim doğurur, bitirir, mevsimleri kim döndürür?” diye sorsanız, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyeti ikrarlarıdır. Fakat onlar ulûhiyet vasfını Cenab-ı Hak’tan başka varlıklara atfediyorlar. Mesela bir takım putların insanlara fayda ya da zarar verebileceğine inanıyorlar. İşte bu inanç tevhid-i ulûhiyeti zedeleyen bir inançtır. Dolayısıyla İslam dini içinde de Müslüman olduğunu söyleyen insanlar arasında da tevhid-i ulûhiyeti rencide eden, tevhid-i ulûhiyete aykırı inançlara sahip olan insanlar vardır. Bunlar mümin de görünseler muvahhid de görünseler, müşriktirler.


Kimdir bunlar? Mesela (bir Peygamber bile olsa) “ölülerden dirilere bir fayda” gelebileceğine inanan insanlar tevhid-i ulûhiyeti inkâr etmiştir. Rububiyette evet, tevhid ehlidir ama ölülerle diriler arasında böyle bir ilişki bulunabileceğini söyledikleri için onlar tevhid-i ulûhiyeti ihlal etmiş, müşrik olmuş insanlardır.

Bu nokta son derece önemli. İbn Teymiyye böyle düşünüyor diye günümüzde Vehhabîler, onun çizgisini takip ettiğini söyleyenler böyle düşünüyor ve Peygamberler veya salih kimseler araya konularak, onlarla tevessül edilerek, onları vesile edinerek Cenab-ı Hakk’tan bir şey istemenin şirk olduğunu söylüyorlar. Bu, özellikle bugün Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat çevrelerle kendine selefi diyenler arasındaki en önemli ihtilaf ve tartışma noktalarından birisidir.

Bu iki kavramı, yani ulûhiyet ve rububiyet kavramlarını yukarıda ifade etmeye çalıştık.

Alemi yaratan Allah’tır, kâinatı döndüren Allah’tır, semayı üst üste direksiz bina eden Allah’tır, mevsimleri döndüren, gece gündüzü birbiri ardınca getiren Allah’tır. Bu Tevhid-i rububiyettir. Tevhid-i ulûhiyet ise münhasıran Cenab-ı Allah’tan istenmesi gereken birtakım şeyleri mahlûkattan isteyen kimselerin tutumunda şirk olarak ortaya çıkıyor. Yani Cenab-ı Hak’tan istenmesi gereken bir şeyi Cenab-ı Hak’tan isteyeceksiniz. Bir varlıktan istediğinizde tevhid-i ulûhiyeti zedelemiş olursunuz, çiğnemiş olursunuz, dolayısıyla ‘şirke düşersiniz" diyorlar.

Özetle böyle söyleyebiliriz.
TEVHİD MESELESİ
- 2. BÖLÜM -

Ehl-i Sünnet ulema arasında tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet diye keskin bir ayrım yoktur.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat imamları tevhid-i ulûhiyet ve rububiyet ayrımına göre hareket etmiş değildirler.

Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat akide imamları, Usuli’d-Din imamları tevhidi beş mertebe üzerine bina etmişlerdir:

1- Zat’ta tevhid
2- Fiilde tevhid
3- Sıfatlarda tevhid
4- Esma’da yani isimlerde tevhid
5- Ahkâmda yani hükümlerde tevhid

Zat’ta Tevhid


Tevhidin aslı ve özüdür, Cenab-ı Hakk’ın bir zatı var; O’nun varlığı, O’nun zatı başka hiçbir zata benzemez. Yani bizim şu âlemde gördüğümüz hiçbir şeye Cenab-ı Hakk’ın zatı benzemez. Hiçbir vasfında, özelliğinde benzemez.
Cenab-ı Hakk var mıdır? Vardır. Ben de varım, siz de varsınız. Karşımdaki bilgisayar da var. İçinde oturduğum oda da var, bu odadaki kitaplar da var. Fakat bütün bu varlıklar, var kılınmış olan varlıklardır. Varlığı kendinden olan varlıklar değildir. Cenab-ı Hakk’ın varlığı kendindendir, zorunludur. Onun için bizim kelam âlimlerimiz Cenab-ı Hakk’dan bahsederken“Cenab-ı Vâcibü’l-Vücud”, yani “varlığı zorunlu olan varlık” derler.

Burada iki durum ortaya çıkıyor;

1. Varlığı zorunlu olan varlık. (Vâcibü’l-Vücud)
2. Varlığı zorunlu olmayan varlık. (Biz buna mümkin varlık diyoruz. Mümkinü’l-Vücud)


Cenab-ı Allah’tan başka Vâcibü’l-Vücud bir varlık yoktur. Sadece varlığı zorunlu ve kendinden olan tek varlık Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışındaki diğer bütün varlıklara varlık veren O’dur. Onları var eden O’dur. Onları yokluktan, hiçlikten, varlık sahnesine çıkaran O’dur.

Dolayısıyla o varlıkların hiçbirinin zatı Cenab-ı Hakk’ın zatına benzemez. Burayı kavrayabilirsek bütün bu akide metni boyunca Cenab-ı Hakk’ın tevhidine, sıfatlarına, fiillerine ilişkin, O’nun hakkında inanılması zorunlu olan şeylere ilişkin ve O’nun hakkında inanılması doğru olmayan şeylere ilişkin pek çok soru da kendiliğinden cevaplarını bulmuş olacaktır.

Bunu biraz açmamız gerekiyor. Metinde ilgili maddeler geldiğinde detaylandıracağız.

Cenab-ı Hakk için varlığı zorunlu varlık, dedik. Diğer bir deyişle, varlığı zorunlu olmaktan şunlar ortaya çıkar:
Eğer bir varlığın varlığı zorunluysa, vücudu vacip ise, O’nun varlığının başlangıç noktası yoktur. Vâcibü’l-Vücud olan bir varlığın bir başlangıç noktası yoktur. Son noktası da yoktur. Cenab-ı Hakk dışında bütün varlıklar, yani bütün mümkin varlıklar, sonradan olmuş varlıklar, bir an gelecek bu dünyadaki varlıkları sona erecek, fena bulacaktır. Cenab-ı Hakk için böyle bir şey söz konusu değildir. İlgili madde gelince bu konuya değineceğiz.(5)

Yani, Vâcibu’l-Vücud olanın varlığının başlangıcı da sonu da yoktur. Başlangıç ve son kelimeleri “zaman” içinde anlam kazanan kelimelerdir. Bir yerde zaman varsa bir şeyin başlangıç ve son noktasından bahsedebiliriz. Zaman yoksa başlangıç ve son da yoktur. Zaman yoksa mekân da yoktur. Dolayısıyla hareket de yoktur. Hareket, zamanda ve mekânda vuku bulan bir şeydir. Hareket, bir halden bir hale, bir noktadan bir noktaya intikaldir.

Dolayısıyla zaman ve mekân içinde vuku bulur. Cenab-ı Hakk için hareket de söz konusu değildir, çünkü hareket zaman ve mekân içinde olur. Zamana ve mekâna bağlı, bağımlı varlıklar için söz konusudur. Ayrıca belli bir yönde olmak, belli bir yerde olmak, belli bir biçimde olmak… sadece mümkinü’l-vücud varlıklar için söz konusudur.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zorunlu olduğu için, kendinden olduğu için O’nun varlığı hakkında konuşurken, hareket etme fiili düşünemeyiz. Biçim, suret düşünemeyiz. Siluet düşünemeyiz. Mümkin varlıkların sahip olduğu katı, sıvı, gaz hali… bunlar maddelerin halleridir. Bunları Cenab-ı Hakk için düşünemeyiz. Çünkü bunlar mümkin varlıkların halleridir. Onlara mahsus özelliklerdir.

Şimdi böyle bakıldığında Cenab-ı Hakk’ın zatına ilişkin tevhidi bu noktada kavradığımızda arkasından fillerinde, esmada, sıfatta ve hükümde tevhid kategorileri kendiliğinden önümüzde açılmaya başlıyor. Zatta tevhidi iyi kavrarsak bu noktayı zihnimize iyi yerleştirirsek ondan sonraki kategorileri anlamamız daha kolay olur.

Mümkin varlıklar için söz konusu olan hiçbir şey Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Çünkü bunların tamamını yaratan O’dur. Tamamından müstağni olan O’dur. Müstağni ne demek? İhtiyaçsız demek. “Arşa istiva” konusunda bu meseleyi detaylıca ele alacağız.(6)

Böyle baktığınızda, evet Cenab-ı Hakk’ın bizim dünyamıza inmiş bir kelamı, bir sözü, bir kavli vardır. İşte Kur’an-ı Azimüşşan Kelamullah’tır. İnsan da konuşur, insanın da sözü vardır. Allah da konuşur, Allah’ın da sözü var. Fakat Allah’ın sözü, insanın sözü gibi değildir. Kur’an Allah Teâlâ’nın mahlûk olmayan kelamıdır diye bu metinde geçecek. Oraya geldiğimizde bunun mahiyetini açacağız.(7)

Bütün bunları üst üste koyduğumuzda Cenab-ı Hakk’ın zamandan, mekândan ve mümkin varlıklara mahsus herhangi bir özellikten münezzeh olduğunu söylememiz lazım. Cenab-ı Hakk zamandan, mekândan ve mümkin varlıklar olan diğer hususiyetlerin tamamından münezzehtir. Çünkü zamanı yaratan O’dur, mekânı yaratan O’dur, varlığı yaratan O’dur, altı yönü yaratan O’dur.

Zatta Tevhid’e ilave etmemiz gereken bir şey daha var;

Cenab-ı Hakk’ın zatı gibi hiçbir zat yoktur, O’nun varlığı, vücudu hiçbir varlık gibi değildir dedik. Bizim gördüğümüz varlıklar, ihata alanımız içinde bulunan varlıklar, müşahede ettiğimiz varlıklar veya beş duyudan biriyle varlığını bildiğimiz varlıklar, maddenin hallerinin biri veya bir kaçının terkibi ile bir arada bulunuyor.

Birkaç unsurun birleşmesinden oluşan varlıklar var. İnsana baktığımızda eti, kemiği, kanı, organları olan, eni, boyu, derinliği olan; yani boşlukta tecsim ederek yer/hacim kaplayan bir varlık. Varlıkları biz boyutlarıyla anlıyoruz. Cenab-ı Hakk’ın varlığı için bu tarz şeyler bahis konusu değildir. O’nun zatı gibi hiçbir zatın olmaması demek, bildiğimiz zatların özelliklerini O’na atfedemememiz demektir.

Cenab-ı Allah’ın var olduğunu biliyoruz. O’nun zatından haberdarız ama zatının künhünü, mahiyetini bilmiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ı isimleri sıfatları ve fiilleriyle biliyoruz. Dolayısıyla Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyeceğiz. O’nun fiillerini, sıfatlarını ve esmâsını düşüneceğiz.

Cenab-ı Hakk bir takım azalara, organlara sahip olmaktan münezzehtir. Muhtaç olmaktan münezzehtir. Vâhid demek bu demektir. Yani "Cenab-ı Hakk şundan şundan oluşmuştur, -haşa- şundan şundan mürekkeptir, şöyle şöyle cismi vardır, şöyle şöyle kütlesi vardır, şöyle şöyle boşlukta kapladığı yer vardır"gibi ifadeler Cenab-ı Hakk hakkında kullanılmaz. Bu nokta son derece önemli.

Kur’an’da ve Sünnet’te geçen bir takım müteşabih sıfatlar var. Allah’ın eli, Allah’ın gözü, Allah’ın yüzü gibi tabirleri, kavramları bizim dünyamızda günlük dilde anladığımız anlamda Cenab-ı Hakk’a atfetmeyeceğiz. O’nun bizim özelliklerimiz gibi özelliklere sahip olduğunu düşünmeyeceğiz. Vâhid ismi şerifi Cenab-ı Hakk’ın zatta tevhidini ifade eder ve O bildiğimiz gördüğümüz bütün varlıklardan başkadır. Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında aklımıza her ne geliyorsa “Cenab-ı Hakk ondan başkadır, ondan farklıdır, ondan münezzehtir” diyeceğiz.

Bizim bu kısır düşüncemiz, kısır aklımız, sınırlı düşünme ve algılama kapasitemiz Cenab-ı Hakk gibi mutlak bir varlığı algılama kudretinden mahrumdur. Haddimizi, hududumuzu, sınırımızı bilmemiz lazım. Konusu gelince “Cenab-ı Hakk hakkında, O’nun zatı hakkında aklımıza gelen ne varsa Cenab-ı Hakk O’ndan farklıdır” diyerek detaylarına gireceğiz.( 8 )
TEVHİD MESELESİ
- 3. BÖLÜM -


Fiilde Tevhid

Daha önce söylemiştik: Cenab-ı Hakk’ın zatında tevhidini anlarsak fiilde, isimde, sıfatta, ahkâmda tevhidi kendiliğinden çözülecek ve anlaşılır hale gelecek.

Şimdi Cenab-ı Hakk’ın fiillerini konuşacağız.

Fiil denince aklımıza hemen ne gelmektedir? Bir iş yapma kudretine sahip veya fıtraten öyle bir meleke ile yaratılmış varlığın işlediği fiiller anlaşılıyor değil mi? Yani bir yerden bir yere gitmek, yemek yemek, elini kolunu hareket ettirmek, bir binayı yaptırmak, bir yeri yıkmak, birisiyle konuşmak… Bunlar insanın fiilleridir.
Cenab-ı Hakk böyle mi fiil işler? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Bizim fiil işlememiz organlarımız,azalarımız vasıtasıyla olur. Yemek yerken elimizi, parmaklarımızı kullanırız. Ağzımıza kaşığı götürdüğümüzde dilimizi, çenemizi kullanırız. Konuşurken sesle harfle konuşuruz. Bunlar hep bizim fiillerimizdir.

Cenab-ı Hakk fiil işler ama bizim işlediğimiz gibi fiil işlemez. Yasin Sûresi’nde de geçtiği gibi(9) Cenab-ı Hakk bir şeyin olmasını istediğinde ol emrini verir, neyi murad etmişse, nasıl murad etmişse, o murad ettiği biçimde oluverir. Cenab-ı Hakk’ın fiilleri bizim fiillerimiz gibi değildir. Cenab-ı Hakk yaratır, evet, ama bütün bunları bizim yaptığımız gibi yapmaz.

O azalara, organlara, aletlere, araç gerece muhtaç olmaktan münezzehtir.

O'nun kudreti her şeye yeter. Zaten “şey” derken kastettiğimiz her ne varsa onları yokluktan varlık âlemine çıkaran O’dur. Bu bile düşünüldüğünde biz Cenab-ı Hakk’ın fiil işlerken asla ve kat’a aklımıza geldiği tarzıyla fiil işleme muhtaçlığından, noksanlığından münezzeh olduğunu anlamak kolay hale gelir.

Şimdi düşünün, hiç birimiz yoktuk. Bu âlem yoktu. Bu dünya, evren yoktu, kâinat yoktu. Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuyor ki “Allah vardı, Allah dışında hiçbir şey yoktu.”(10)

Allah var ettiği her şeyi hiçten, yoktan var etmiştir. Şimdi bu fiili anlamaya, idrak etmeye, nasıl gücümüz yetebilir? Biz hiçlik nedir bilmiyoruz ki… Hiçlik yokluk dediğimiz şeyi kelime olarak ifade ediyoruz ama dilimizin söylediğini aklımız kavrayamıyor. Yokluk nedir, hiçlik nedir bilmiyoruz. Tarif edemiyoruz. Cenab-ı Hakk işte hiçten, yoktan var etmiş. Yoktan var yapmak, yoktan var kılmak sadece O’na mahsustur. Dolayısıyla böyle akılların almayacağı bir şeye kadir olan Cenab-ı Hakk bizim işlediğimiz gibi fiil işlemekten münezzehtir.

Şimdi biz “Rahman Arş’a istiva etti” veya “Yüce Allah gecenin son üçte birlik kısmında dünya semasına nüzul eder” ifadelerindeki fiilleri nasıl anlamalıyız? Cenab-ı Hakk bir yerden bir yere mi intikal ediyor? Bir mekândan başka bir mekâna mı intikal ediyor? Haşa ve kella! Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir.

Günlük dilde kullanılan bir söz vardır: Allah mekândan münezzehtir.

Aslında Cenab-ı Hakk var ettiği her şeyden münezzehtir. Mekândan da, zamandan da, insandan da, kâinattan da, evrenden de, melekten de, cinden de, her şeyden münezzehtir. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Cenab-ı Hakk Kur'an-ı Kerim’de kendini ifade ettiği gibi “Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).” (11)

Dolayısıyla meseleye böyle baktığımızda O’nun fiillerini de bizler gibi mücessem, varlığı cisim ifade eden varlıkların fiilleri gibi düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk fiil işler, istiva eder, nüzul eder evet ama bu bizim fiilimiz gibi değildir.

Biz bir yerden bir yere inme fiilini nasıl kullanıyoruz? Ben apartmandan aşağı indim, paraşütle uçaktan atladım, aşağı indim veya ağacın üstünden atladım, yere indim. Yukarıdaki bir mekândan aşağıdaki bir mekâna intikaldir bizim inme dediğimiz şey. Gündelik dilde böyle denir. İnme kelimesini bu fiil hakkında kullanırız. Fakat Cenab-ı Hakk’ın inmesi zamanla bağımlı, bağlantılı bir fiil değildir. Bir yerden bir yere hareket etmek, intikal etmek şeklinde işlenmiş bir fiil değildir. Cenab-ı Hakk şeytana hitap ederken “İki elimle yarattığım Âdem’e seni secde etmekten alıkoyan nedir?” (12) buyuruyor.

Şimdi burada -haşa ve kella- şunu mu anlamamız lazım: Cenab-ı Hakk’ın iki eli var?! Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i -haşa ve kella- bir çömlekçinin çömlek yapması gibi, bir heykeltıraşın heykeli eliyle biçimlendirmesi gibi mi biçimlendirmiştir? Haşa! Cenab-ı Hakk’ın ellere, organlara ihtiyacı yoktur, O böyle bir noksanlıktan münezzehtir. “İki elimle yarattım” ifadesi, bir insanın iki eliyle bir şeyi yapması gibi anlaşılmamalı. Çünkü Cenab-ı Hakk böyle fiil işlemez.

Ayet-i kerimeyi hatırlayın; Hz. Âdem’i yaratmayı murad ettiyse “Allah ona ol der ve o olur.”

Burada iki elimle yarattım ifadesi mutlak surette bir şeyden mecazdır. Bir başka şeyden teşbihtir. Bize Cenab-ı Hakk bir şey ifade ediyor burada. Yani Cenab-ı Hakk Hz. Âdem’i bütün âlemlere üstün bir insan olarak halk ettiğini söylüyor.

Kâinatta daha evvel bir insan halk etmemiş Cenab-ı Hakk. Evet, melekler var, belki cinler var, belki başka varlıklar var. Ama insan yok. Cenab-ı Hakk insanı iradeli bir varlık olarak yaratıyor. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ahsen-i takvîm üzere yaratıyor. En güzel kıvam, tarz, suret, biçim üzere yaratıyor. İşte bu O’nun inayet-i rabbaniyesini anlatan bir tabirdir. Hz. Âdem’i iki eliyle yaratmasından murad, ona bir inayet-i rabbaniye göstermesidir. Âdem (a.s)’ı diğer varlıklardan daha üstün, daha şerefli bir tarzda yaratmasıdır.

Nüzul/inmek fiili de böyledir. Cenab-ı Hakk’ın dünya semasına nüzul etmesi, yüksek mekândan aşağıdaki mekâna inmek olarak anlaşılmamalıdır. Buradaki nüzul başka rivayetlerin de yardımıyla hatta bizzat el-Buhari’de geçen başka bir varyantta “yenzilü = ”سَ نْزِلُ yerine “yetenezzelü = سَ تَ نَ زَّلُ ifadesi ile gelir.(13) Rabbimiz tenezzül buyurur. Bu ne demektir? Gecenin son üçte birlik kısmında Cenab-ı Hakk, hadis-i şerifte ifade buyurulan fiilleri işlemek için“Bağışlanma isteyen yok mu bağışlayayım, rızık isteyen yok mu rızık vereyim, benden bir talebi bir niyazı olan yok mu yerine getireyim” diye bir nidada bulunur. İşte bundan maksat Cenab-ı Hakk’ın kullarına rahmet, merhamet kapılarını açması, dua kapılarını açması, duaların kabul edildiği gecenin son üçte birlik kısmına –biz ona seher vakti diyoruz- vurgu yapıyor olmasıdır. Bunu böyle anlamamız gerekiyor.

Keza Arş’a istivayı da bu şekilde anlamamız lazım. Asla ve kat’a Cenab-ı Hakk -haşa- Arş’ın üzerine yerleşti, mekân tuttu, daha evvel başka yerdeydi sonra Arş’ı yaratınca onun üzerine istiva etti diye anlamak son derece yanlıştır.
İmamımız Ebu Hanife Hazretleri buyuruyor ki: "Cenab-ı Hakk’ın Arş’a istiva etmesi eğer Arş’ın üzerine mekân tutmak olursa, böyle anlatılır, böyle anlaşılmaya çalışılırsa o zaman sorarız biz, Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?" Bu son derece önemli bir sorudur.

Cenab-ı Hakk’a mekân tayin etme gafletinde bulunan insanlar, O’nun Arş’ın üzerinde mekân tuttuğunu, yerleştiğini ifade eden, böyle bir cehalet sergileyen insanlar İmam Ebu Hanife’nin bu sorusuna cevap vermek zorundadır; "Allah Arş’ı yaratmadan önce neredeydi?"

Evet, nerede sorusu Cenab-ı Hakk için abes bir sorudur. Allah Teâlâ için kullara mahsus herhangi bir ifade kullanılmaz. Biz,mekân içindeki varlıklar için nerede sorusunu sorarız. Nerede sorusunun cevabı da yine mekân esas alınarak verilir. Şimdi biz bu soruyu zihnimizde kalıp haline gelmiş alışkanlıklar çerçevesinde soruyoruz. Ben neredeyim? Ben şu anda odadayım. Arkamda perde var. Önümde bilgisayar var. Sağımda kitap var. Solumda telefon var. Dikkat ederseniz nerede sorusunun cevabı hep mekân içerisindeki varlıkların birbirine karşı konumu esas alınarak verilir. Ay nerede? Yukarıda. Peki, kime göre yukarıda? Bize göre.

Bir insan uzaya gidip ayın bulunduğu yüksekliğin üzerine çıksa ve o insana sorsanız: Ay nerede? Diyecektir ki aşağıda. Bakın mekânla irtibatlandırarak cevap veriyoruz. Çünkü soru da mekânla irtibatlı. Nerede sorusu bir mekân sorusudur. Nerede? Şurada, önde, arkada, sağda, solda, üstte, altta. Dolayısıyla bu mekân izafidîr. Ben şurada oturuyorum, bizim evin alt katında oturan insana göre ben yukarıdayım. Ama üst katta oturana göre ben aşağıdayım. Bu duvara göre ben ön taraftayım. Öbür duvara göre arka taraftayım. Nerede sorusunu nereden sorarsanız ona göre cevap alırsınız. Şimdi mekânın yok olduğunu düşünün. Ya da uzaya gittiğinizi düşünün.

Uzayaracına bindiniz ve uzay boşluğuna çıktınız. O boşluk içerisinde alt neresi, üst neresi sağ neresi, sol neresi, ön arka neresi, mekân kavramı uzayda kayboluyor değil mi? Uzaya çıktığınız da mekân kavramı kayboluyor. Alt, üst, ön, arka, yan kayboluyor. Şimdi insan uzaya çıktığında mekân kavramı kayboluyorsa, uzayı yaratan Cenab-ı Hakk’ın mekânla bağlantılı olduğunu nasıl düşünebiliriz?

Dolayısıyla, O’nun fiillerini de mekânda, organlar, azalar vasıtasıyla işlenmiş şeyler olarak düşünmek son derece saçmadır, son derece yanlıştır. Tevhid inancıyla bağdaşmaz. Dolayısıyla fiilde tevhid, gerçek anlamda fiilde tevhidin künhüne vakıf olmak için, hakikatine ulaşabilmek için Cenab-ı Hakk’ı mahlûkata benzetmekten tenzih etmemiz lazım ki fiilde tevhidin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilelim. Elbette fiilde tevhidin zatta tevhidle çok sıkı bir bağlantısı var. Yani zatı hiçbir varlığa benzemeyen Cenab-ı Hakk’ın elbette fiilleri de hiçbir varlığın fiillerine benzemeyecektir.

Bu bahse metnin ilerleyen bölümlerinde tekrar tekrar değineceğiz.
TEVHİD MESELESİ
- 4. BÖLÜM -


Sıfatta Tevhid

Sıfatta tevhid meselesi -özellikle günümüzde- Müşebbihe ve Mücessime taifesi tarafından da bir hayli çarpıtılmış bir meseledir. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları vardır. Biz Cenab-ı Hakk’ı o sıfatları ile biliyoruz. Cenab-ı Hakk’ın sıfatları dediğimizde bunları çeşitli şekillerde tasnif etmek mümkündür.

Genel kabul gören tasnif şöyledir: Cenab-ı Hakk'ın iki türlü sıfatı vardır: Zâtî ve Fiilî. Zatî sıfatlar ikiye ayrılır: Selbî ve Sübûtî.

Selbî sıfatlar: Vücud, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi Nefsih, Muhalefetun lil-Havadis.
Sübûtî sıfatlar ise Hayat, İlim, Sem', Basar, Kudret, İrade, Kelam ve Tekvin'dir.


Cenab-ı Hakk ilim sıfatına sahiptir, Cenab-ı Hakk için herhangi bir şey konusunda bilgisizlik düşünülemez, tasavvur edilemez. Böyle bir şey tevhidi ihlal eder. Hayat, Cenab-ı Hakk hayat sıfatıyla muttasıftır, hayat sahibidir, O’nun hayat sahibi olmadığını düşünemeyiz. Cenab-ı Hakk kelam sahibidir, kudret sahibidir, bunların zıddını düşünemiyoruz. Çünkü zıddı noksanlık ifade eder, eksiklik ifade eder. Cenab-ı Hakk da her türlü noksanlıktan, eksiklikten münezzehtir. Sübûtî sıfatlar hakkında, "başka varlıklarda da cüz'î, mecazî de olsa tasavvur olunabilir" diyoruz. Yani Yüce Allah da ilim sahibidir, mesela insan da. Yüce Allah da kudret sahibidir, insan da…

Ancak Selbî sıfatlar böyle değildir. Bunların başka varlıklarda da bulunduğunu söylemek mümkün değildir. Böyle bir iddia Tevhid'e temelden aykırıdır. Yüce Allah Vücud (varlık) sıfatıyla muttasıftır ve bu varlık, "kendinden ve zorunlu"dur. Diğer varlıklar varlıklarını O'na borçludur. Yüce Allah kıdem sıfatıyla Kadîmdir. O'ndan başka kadim varlık yoktur. O'ndan başka, "kendi nefsiyle kaim kadim ve baki" bir varlık yoktur…

Keza Yüce Allah'ın fiili sıfatları vardır. O yaratıyor, halk sıfatı var; rızık veriyor, öldürüyor, diriltiyor. Bunlar Cenab-ı Hakk’ın fiili sıfatlarıdır. Az önce de ifade edildiği gibi Cenab-ı Hakk fiil işlerken bu sıfatlarıyla bu fiileri işler, yani yaratma (tahlîk) sıfatıyla halk eder, terzîk sıfatıyla da rızık verir. İmâte sıfatıyla öldürür, ihya ile diriltir, ihya eder hayat verir.

Bu sıfatlar Cenab-ı Hakk’ın fiilî sıfatlarıdır. Cenab-ı Hakk hiçbir şey yaratmasaydı da Hâlık idi. Hiçbir şeyi yaratmasaydı da O’nda bir eksiklik meydana gelmezdi. Herhangi bir varlığı var edip ona rızık vermeseydi de Cenab-ı Hakk Rezzaklığından ve diğer kemal sıfatlarından herhangi bir şey kaybetmezdi. Öldürmeseydi, diriltmeseydi de ihya, imate ve diğer kemal sıfatlarında herhangi bir eksiklik, noksanlık meydana gelmezdi.

Cenab-ı Hakk’ın selbî sıfatları vardır, sübutî sıfatları vardır. Selbî sıfatları bilhassa Kelam ulemasının son derece isabetli ve hayati bir şekilde tespit edip ortaya koyduğu şeylerdir. Sübutî sıfatları ise daha ziyade naslardan, ayetlerden, hadislerden birebir elde edilmiş, birebir çıkarılmış sıfatlar olarak anlıyoruz.

Önce sübutî sıfatlara kısaca değinelim. Cenab-ı Hakk hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, iradesi vardır, kudreti vardır, kelamı vardır, yaratır tekvin sıfatı vardır. Bu sıfatlar, cüz'î/mecazî anlamda başka varlıklarda da vardır. Başka varlıklar da hayat sahibidir, ilim sahibidir, işitir, görür, irade eder, kudreti vardır, kelamı vardır. Fakat bunlar Cenab-ı Hakk’ın var etmesiyle mevcut olmuştur. Cenab-ı Hakk’taki asılları ise mükemmel ve sonsuz olarak mevcuttur. Yani Cenab-ı Hakk mükemmel bir hayat sıfatıyla, sonsuz bir hayat sıfatıyla vardır. Cenab-ı Hakk’ta mükemmel bir ilim, mutlak ve sonsuz bir ilim sıfatı vardır.

Keza Cenab-ı Hakk’ın görmesi, işitmesi herhangi bir kayda, şarta bağlı olmayıp mutlaktır; herhangi bir şeye ihtiyaç duymadan Cenab-ı Hakk işitir görür, kudretinin önünde hiçbir varlık engel teşkil edemez. Kudreti her şeye şamildir. İstediği şeyi var eder, istediği şeyi yok eder. Yokluktan varlığa çıkarmak da O’nun kudreti içindedir. Yokluğa terk etmek de O’nun kudreti içindedir. Yaratmak da, yaşatmak da, yok etmek de O’nun sıfatları ve sıfatlarının yansıması, tahakkuku, tezahürü içerisindedir.

Selbî sıfatlara gelince onların her birini, ifade edeceğimiz kalıplar halinde Kur’an ve Sünnet’te bulamayabiliriz. Fakat bu o kadar enteresan bir istikra ile kelam ulemamız tarafından ortaya konulmuştur ki gerçekten bu konuda –Allah onlara rahmet etsin– kelam âlimlerimizin nassları bütüncül okumalarındaki performansını, mükemmelliğini görüyoruz.

Selbi sıfatlar derken neyi kastediyoruz? Vücut, Kıdem, Beka, Vahdaniyet, Kıyam bi nefsihî, Muhalefetu’l li’l-havadis… Bunları kastediyoruz.

Vücut sıfatı: Cenab-ı Hakk vardır, varlığı kendindendir, zatîdir, zorunludur. İnsan olmasaydı ne olurdu diye bir soru sorabiliriz. Hiçbir şey olmazdı. Ağaç var olmasaydı ne olurdu? Bir şey olmazdı. Kâinatta ya da Cenab-ı Hakk’ın yaratma fiilinde herhangi bir noksanlık bir eksiklik meydana gelmezdi. Ya da kâinatta gördüğümüz her şey için bu soruyu sorabiliriz. Olmasaydı da olurdu. Çünkü vücudu, varlığı zorunlu değil. Biz bunun (vacib/zaruri/zorunlu) karşıtı olarak mümkin diyoruz. Türkçemizde mümkün diye ifade ettiğimiz tabirin aslı mümkindir. Ve bu kelamî bir kavram, terim olarak zorunlunun,zarurinin karşıtıdır.

Cenab-ı Hakk’ın varlığı zaruridir, vaciptir. Onun için bizim kelam kitaplarında “Cenab-ı Vâcibu’l-Vücud” tabirini çok sık görürüz. Eskiler bu tabiri çok sık kullanırmış. Vacibü’l-Vücud diye bir ayet, bir hadis yok ama bu, ayetten ve hadisten bütüncül okumayla elde edilmiş son derece harika, son derece mükemmel bir tasniftir. Cenab-ı Hak Vacibü’l-Vücut’tur. Varlığında bir başka varlığa muhtaç değildir. Muhtaç olsaydı ilah olamazdı. Herhangi bir varlık; var olmak için, yokluktan varlığa çıkarılmak için ya da varlığının devamı için bir başka varlığa muhtaçsa işte o ilah olamaz.

Burada parantez içi bir şey söyleyelim. Özellikle ateist kesimden gelen bir takım sorularla karşılaşırız. “Siz diyorsunuz ki tanrı her şeye kadirdir, tanırının gücü her şeye yeter. O zaman tanrı kendisi gibi bir tanrıyı var edebilir mi?'' Bu soruya evet desek -haşa ve kella- tevhid akidesi bozulacak. Hayır, desek Cenab-ı Hakk’ın kudretine bir sınır getirmiş gibi olacağız. Tuzak bir sorudur. Bu soruya nasıl cevap vermemiz lazım? İşte bu soru kelam ulemamızın bu istikrasında gizlidir.

Herhangi bir varlık Cenab-ı Hakk tarafından var edilmişse, yaratılmışsa o ilah olamaz ya da daha genellemeci bir cümle kuralım: Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz. Dolayısıyla, varlığı zorunlu olmak, kendinden olmak, bir başka varlık tarafından yaratılmış olmaktan münezzeh olmak, sadece ve sadece Cenab-ı Hakk’a mahsustur. İşte onun için bu soru yanlış bir sorudur. Yeri geldiğinde bir sorunun yanlış bir soru olduğunu söyleyebilmemiz lazım. Yani biri bize “Bir erkek hamile kaldığında kaç ay içinde doğurur?” dese, arkadaş bu yanlış bir sorudur, erkek hamile kalmaz deriz. Yahut bir ölü mezarda ihtilam olduğunda nasıl gusül abdesti alır?

Bu yanlış bir sorudur; ölüler ihtilam olmazlar. İşte bunun gibi Allah kendisi gibi bir Allah yaratabilir mi, sorusu da yanlış bir sorudur. Bu, işi kavrayamamış bir beynin yalpalamasını, zik-zak yapmasını ifade eder. Herhangi bir varlık yaratılmışsa o ilah olamaz.

Bu soruyu soran adam, ilah olma vasfı üzerinde ya da Vacibü’l- Vücud sıfatı üzerinde düşünme imkânı bulamamış. Biz onu bu selbî sıfat üzerinde düşünmeye sevk edeceğiz. Ona “Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücuttur. Varlığı zorunludur ve kendindendir. O’nun dışındaki her varlık mümkin varlıktır. Varlığı zorunlu değildir ve başka varlığın var etmesine muhtaçtır” diyeceğiz.

Evet, selbî sıfatların başında Vücud geliyor. Sonra kıdem. Bunlar birbirleriyle bağlı sıfatlardır. Herhangi bir varlık varlığı zorunluysa kendindense ve Vacibü’l-vücud ise O Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında böyle bir varlık yoktur. Dolayısıyla O’nun varlığının bir başlangıç noktası da olmamalıdır. Çünkü varlık bir başlangıç noktasına muhtaçsa onu bir var eden var demektir. Burası önemli. Varlığı da yokluktan varlığa çıkarılmışsa, varlığının belli bir başlangıç noktası varsa o varlık ilah olamaz, Rabbu’l-âlemin olamaz. O mümkinü’l vücuttur ve Allah Teâlâ tarafından var edilmiştir, var kılınmıştır.

Dolayısıyla varlığının bir ilk noktası, bir başlangıç noktası, Cenab-ı Hakk için söz konusu değildir. Keza, Bekâ da öyledir, Cenab-ı Hakk bâkidir ve bekâsı kendindendir. Cenab-ı Hakk varlığının devamında ve sonsuzluğunda herhangi bir varlığın O’nu var ve sonsuz kılmasından münezzehtir. O’nun varlığı kendinden olduğu gibi kıdemi de bekâsı da kendindendir. Dolayısıyla bu noktada akla şöyle bir şey gelir. Biz diyoruz ki, “Ahiret hayatı ebedidir Cennet ve Cehennem hayatı ebedidir, sonsuzdur.” Demek ki, “Allah Teâlâ’dan başka varlık da sonsuz oluyormuş!” Hayır, böyle demiyoruz. Biz Cenab-ı Hakk’ın onlara sonsuzluğu vermesiyle sonsuz olmuşlardır diyoruz. Yani Cenab-ı Hakk’ın bekâsıyla ya da herhangi bir varlığın, insanın, bir yaratılmışın bekâsı o noktada birbirinden temelli bir farkla ayrılır. Cenab-ı Hakk’ın bekâsı kendindendir, varlığının tabii zorunlu bir yansımasıdır.

İnsanın bekâsı ya da herhangi bir var kılınmış varlığın bekâsı ise kendinden değildir, zorunlu değildir. Bâki olan Cenab-ı Hakk’ın bâki kılmasıyla bu özelliğe kavuşur. Dolayısıyla bu iki bekâ arasında böyle bir hayati fark vardır.

Bir diğer selbî sıfat da Vahdaniyettir. Cenab-ı Hakk Vacibü’l-Vücud olarak tektir. O’ndan başka Vacibü’l-Vücud olan varlık yoktur. Nitekim bu kâinatı yaratan iki ilah olsaydı, mutlaka bu âlem fesada giderdi. Yani işte düalistlerin ya da Mecusilerin dediği gibi iyilik tanrısı, kötülük tanrısı, ışık tanrısı, karanlık tanrısı… Buna kelam âlimleri Burhan-ı Temanü diyorlar. Kur'an’ı Kerim’den hareketle, böyle kudretleri sonsuz iki ilah olsaydı mutlak surette bunların iradeleri bir yerde çatışacaktır.(14) Birisi bir varlık yaratmak isteyecek, öbürü belki o varlığın yaratılmasına itiraz edecektir veya birisi bir şekilde var etmek isteyecektir, öbürü hayır o şekilde değil şu şekilde olsun diyecektir.

Dolayısıyla kâinat fesada giderdi. Kâinatta iki tane ilah ya da birden fazla ilah tasavvur olunamaz. Bundan Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyeti aklen de kavranabilir bir şeydir. Onun için Kur'an’ı Kerim’de de bu meselenin altı çizilmiştir. Tekraren söyleyelim. Bütün bu sıfatlar -selbi sıfatlardan bahsediyoruz- Cenab-ı Hakk’ın Vacibü’l-Vücud olması vasfıyla irtibatlandırılarak düşünülür. Yani Vacibü’l-Vücud bir tek varlık vardır, O da Cenab-ı Hakk’tır. O’nun dışında varlığı zorunlu olan varlık yoktur. Dolayısıyla tek olması anlaşılabilir bir şeydir, hatta işin tabiatı gereği tek olmalıdır.

Ve yine Vacibü’l-Vücud vasfının bir diğer yansıması olarak görebileceğimiz Kıyam bi Nefisihî’dir. Yani başka hiçbir varlığa ihtiyaç duymadan varlığı kendi kendine ve zorunlu olarak devam eden varlık olarak Kıyam bi Nefsihî. Hiçbir varlığa ihtiyacı yoktur, varoluşta varlığının devamında hiçbir varlığa muhtaç değildir. Bu da O’nun Vacibü’l-Vücud olmasının en tabi sonucudur.

Ve nihayet selbi sıfatlar arasında en mühim olarak gördüğüm Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı.
Sonradan var edilmiş her ne varsa Cenab-ı Hakk’ın ona muhalif olması, ondan farklı olması demek. Sonradan var edilmiş her ne varsa, yani bütün âlem, Cenab-ı Hakk dışında her şey bir zaman içinde var edilmiştir. Dolayısıyla her şey kelamî tabir ile “muhdes”tir. Kelam âlimlerimiz “hâdis” de derler. Zaman içerisinde sonradan olmuş, var edilmiş, muhdes demektir.

Dolayısıyla Cenab-ı Hakk dışında her varlık, yani âlem muhdestir, hâdistir. İşte bu hâdis/muhdes olan âlem içindeki her bir varlık hangi özelliklere sahipse Cenab-ı Hakk ondan başkadır. Yani zatî özellikler bakımından, fiil işleme bakımından, sıfatları ve isimleri bakımından muhdes varlıklar ile Cenab-ı Hakk arasında paralellik kurulmaması gerekir. Bu mesele O’nun zatı hakkında, fiilleri hakkında evvelki yaptığımız izahat akılda tutularak anlaşılmalıdır. Muhalefetün li’l- Havadis, Cenab-ı Hakk’ın bütün vasıflarında âlemden ve âlem içindeki her varlıktan başka olmasını anlatıyor.

Bu Cenab-ı Hakk’ın özellikle haberî sıfatları söz konusu olduğunda önem kazanıyor. Burada teşbihe ve tecsime düşmemek için, ayağımızın bu yanlış noktaya kaymaması için, Muhalefetün li’l-Havadis konusunun üzerinde durarak üzerine basa basa bu meseleyi zihinlerimize hatta bilinçaltımıza yerleştirmemiz lazım. Bizim âlem hakkındaki algımız müşahede ve tecrübeye dayanır.

Bize herhangi bir şeyden söz edilirken, örneğin tanımadığımız bir insandan söz ediliyorsa bile, onu bize bildiklerimiz üzerinden anlatmaya çalışırlar. Yani sokakta birisine rastlamıştır mesela bize onu anlatırken, ortak tanıdığımız bir başkasına atıf yaparak anlatır. Filana benziyordu, saçının şekli şöyleydi, şöyle bir elbise giymişti gibi herkes birisine atıf yaparak onu anlatmaya çalışır. Bu ne demektir? Bizim zihnimizde daha evvelden mevcut olan bir kalıp vardır, bilmediğimiz bir şeyi anlatırken ya da anlatmaya çalışırken o kalıba gönderme yaparız, ona kıyas ederek anlamaya çalışırız.

Buna teknik tabiri ile “görünmeyeni/bilinmeyeni görünene/bilinene kıyas ederek anlatmaya çalışmak” denir. İşte Muhalefetün li’l-Havadis gündeme geldiğinde bu şey iflas ediyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Cenab-ı Hakk’ın künhünü, zatını idrak etmemiz Cenab-ı Hakk’ın var ettiği bu yapımız içerisinde mümkün olan bir şey değil.

Şimdi biz Cenab-ı Hakk’ı ahirette göreceğiz. Evet, baş gözümüzle göreceğiz. İlgili ayetlerden ve rivayetlerden böyle olduğunu biliyoruz. Peki, nasıl olacak, biz Cenab-ı Hakk’ı, O’nun zatını ihata edemiyoruz, idrak edemiyoruz, nasıl göreceğiz? İşte bunda da âlimlerimiz diyor ki, keyfiyetsiz bir şekilde göreceğiz. Bizim şuanda görme diye ifade ettiğimiz şey keyfiyetli bir şeydir. Yani biz bir şeyi gördüğümüz zaman ya da görmek için, gözümüzü o şeye çeviririz. O şeyi görüş açımızın içine alırız. O şeyi boyutlarıyla, boşluktaki eni, boyu, derinliğiyle idrak ederiz. O bizim beynimizdeki görme merkezine yansır.

 

Ve biz onu boyutlarıyla görürüz. Ahirette Caneb-ı Hakk’ı böyle mi göreceğiz? Hayır. Cenab-ı Hakk bizim bu gördüğümüz sınırlı boyutlara cisimlere sahip varlıklar gibi değil ki… Dolayısıyla O’nu görmemiz gerçekleşecek ama keyfiyetsiz. Yeri geldiğinde bu meseleyi de zihinlerimize daha kolay gelecek biçimde ilgili ayet ve hadisler desteğinde göreceğiz.(15)

Bütün bunları Muhalefetün li’l-Havadis temelinde anlamamız, anlamaya çalışmamız lazım. Cenab-ı Hakk hâdis varlıklar hakkında bildiğimiz gördüğümüz her ne varsa O’ndan başkadır, O’ndan farklıdır. Dolayısıyla bizim idrak kapasitemizin dışındadır diyeceğiz. Bu Muhalefetün li’l-Havadis sıfatı selbî sıfatlar içerisinde, Cenab-ı Hakk’ın bütün ilahi sıfatlarını özetleyen ve anladığımız takdirde diğer bütün sıfatlarını anlayabileceğimiz bir sıfat.
Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında da hiçbir varlığa benzemediğini, sıfatlarda tevhidin nasıl anlaşılması gerektiğini, O’ndan başka ilah olmadığını vurguladı metnimiz. Bu metinde yer alan ve tevhid hakkında bilmemiz gereken hususları bir zemin olarak döşüyoruz.

Sıfatlardaki tevhidi anlattık. Şimdi de Esmâ’da (Cenab-ı Hakk’ın isimlerinde) Tevhidi anlatacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 5. Bölüm -


Esmâ’da Tevhid

Cenab-ı Hakk’ın isimlerinin kaynağı sıfatlarıdır. İsim ile sıfat arasında böyle bir ilişki vardır. Bunu bilmekte fayda var. Sıfat isimden önce mevcut olan şeydir.

Cenab-ı Hakk’ın her bir sıfatı âleme taalluk ettiğinde, dış dünyaya tesiri olduğunda o sıfatla bağlantılı isim gündeme geliyor. Yani şöyle diyelim; Cenab-ı Hakk’da "rahmet" sıfatı vardır. Cenab-ı Hakk rahmet edilecek bir varlık yaratıp ona rahmet ettiğinde “er-Rahmân” ism-i şerifinin tecellisi ortaya çıkıyor. Ya da Cenab-ı Hakk’da "diriltme" sıfatı vardır. Bu sıfatla bir varlığı var edip, sonra öldürüp ondan sonra dirilttiğinde “el-Muhyî” isminin tecellisi ortaya çıkıyor. Veya “er-Rezzâk” rızık veren demek. Cenab-ı Hakk zatı itibariyle “rızık verici” sıfatına sahiptir. Ama rızık elde edecek bir varlık yaratıp ona rızık verdiğinde “er-Rezzâk” ism-i şerifinin tezahür ve tahakkuk ettiğini görüyoruz. İsimle sıfat arasında böyle bir ilişki vardır.

Cenab-ı Hakk’ın ism-i şerifleri O’na mahsustur. Çünkü sıfatların kaynağıdır, dedik. Dolayısıyla sıfatlar O’na mahsus olunca isimleri de O’na mahsus olacaktır. O isimler hakkıyla en mükemmel şekilde sadece Cenab-ı Hakk için söylenebilir. Cenab-ı Hakk’ın dışındaki varlıklara Esma-i Hüsna’ya dahil bir takım isimler ıtlak olunabilir (kullanılabilir). Kur’an’da mesela müminlere “…Kendi aralarında rahîmdirler” (16) buyruluyor. Oysa Rahîm ismi Cenab-ı Hakk’ın ismi şerifidir, O’na mahsustur. Yahut buna benzer bir takım kullanımları Kur’an ve Sünnet’te görüyoruz. Acaba burada esmada bir ortaklık söz konusu mudur? Hayır değildir. O esmanın altındaki, arka plandaki sıfat en kemal haliyle Cenab-ı Hakk’a mahsustur.

İnsanlarda sadece onun bir yansıması, cüz'î bir tezahürü olabilir. Cenab-ı Hakk merhametlidir. İnsan da merhametlidir. İnsandaki merhamet hissi esasen Cenab-ı Hakk’ın merhamet sıfatından yansımadır. Aslı Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. Kemali Cenab-ı Hakk’da mevcuttur. İnsanda da onun cüz'î bir yansıması vardır. Dolayısıyla insandaki bu yansıma izafidir, sınırlıdır. Cenab-ı Hakk’daki ise sonsuzdur, sınırsızdır, mutlakdır. İsimler için de bunu düşüneceğiz. Cenab-ı Hakk’ın isimlerinden bazıları insanlar hakkında da kullanılır. Fakat bunların izafi olduğunu Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarının insandaki cüz’i tezahürünün, tecellisinin bir yansıması olduğunu bilmekte fayda var.

Bu isimler, yani diyelim ki er-Rahman, er-Rahim, et-Tevvab, el- Afuvv, el-Ğafur ismi şeriflerinin dayandığı sıfatlar sadece Cenab-ı Hakk’a mahsus olarak O’nda mevcuttur. O sıfatlar dış âleme yansıdığında bu isimler gündeme geliyor. Ve bu isimler de yine mutlak anlamda Cenab-ı Hakk’ın zat-ı ulûhiyetine mahsustur.
Ahkâmda Tevhid

Cenab-ı Hakk kulları üzerinde, var ettiği varlıklar üzerinde hükmünü dilediğince yürütendir. O herhangi bir konuda herhangi bir hüküm verdiği zaman o hüküm tartışılmaz. Doğruluğu, yanlışlığı, nedeni, niçini tartışılmaz. O diler, dilediği hükmü verir. O sorguya çekilmez.

Cenab-ı Hakk, fiili için hiçbir kudret, hiçbir yetki, hiçbir otorite tarafından sorguya muhatap tutulamaz ama insanlar sorulurlar,sorguya çekilirler.

Cenab-ı Hakk’ın hükümde, ahkâmda tevhidini anlatan Kur’an’ı Kerim’de pek çok ayet var. Mesela onlardan birisi Ra’d Sûresi 41. ayetidir: “Allah hüküm verir ve O’nun hükmünü tenkid edecek -bu niye böyle oldu diyecek- sorgulayacak hiçbir kudret yoktur.” Keza Maide Sûresi’nde Allah Teâlâ’nın indirdiği hükümlerle, insanların hükmetmekle yükümlü olduğu bize ifade ediliyor.(17) Bu son derece önemli bir nokta.

Yine Maide Sûresi’nin 1. ayetinde “Allah dilediği hükmü verir.” Keza Kasas Sûresi’nin 88. ayetinde “Hüküm O’na mahsustur, hüküm verme yetkisi O’na aittir. Münhasıran O’ndandır ve siz O’na döndürüleceksiniz.” buyruluyor.

Buradaki “hüküm”den ne anladığımızı biraz açalım:

İslam dünyasındaki kurtuluş savaşları, mücadeleleri ve hareketleri çerçevesinde bir miktar ideolojik mahiyetli şeyler de yazıldı, söylendi. İşte bu çerçevede Müslümanların devlet talebi gündeme getirilmeye başlandı. Müslümanlar üzerine, insanlar üzerine Allah’tan başka gücün hüküm koyma salahiyetine sahip olmadığı vurgulandı. İşte Seyyid Kutup –merhum- bu konuda yazdı. Mevdudî yazdı, daha başkaları yazdı.

İnsanlar üzerine dünyevi ahkâm ve devlet idaresi noktasında Cenab-ı Hakk’tan başkasının hüküm koyma yetkisine sahip olmadığı, Müslümanların münhasıran İslam ahkâmıyla, Kur’an ve Sünnet ahkâmıyla dünyasını, işlerini idare etmesi gerektiği, hayatı o ahkâm üzerine inşa etmesi gerektiği vurgulandı. Biz ahkâmda tevhidi işlerken hemen aklımıza bu meseleler gelir. Fakat bu meseleler öyle tekdüze ele alınmaması gereken meselelerdir.

Buradan hareketle mesela şöyle diyenler oldu: “Herhangi bir Müslümanın içinde yaşadığı toplumun yönetim şekli/hukuku eğer İslam dışıysa orada hiçbir şekilde yaşaması veya öyle bir hukuk sistemiyle idare edilen devlette görev alması, memur olması, belli kademelere gelmesi caiz değil. Çünkü Müslüman, gayri İslami hükümlerin vücut verdiği bir sistemde fiilen görev alamaz.”

Bu tarz şeylere kadar işin ucu dayandı. Hatta hala bu sorularla muhatap oluruz. Bu tarz soruların bizlere sorulmadığı gün hemen hemen yok gibidir.

Bir kere şu noktayı birbirinden ayıralım:

Bir Müslümanın kendi hususi tercihi olarak yani tercih imkânının bulunduğu ortamda ve zeminde Allah Teâlâ’nın hükümlerine aykırı başka hükümleri tercih etmesi asla caiz değildir. Fakat bizim dışımızda belirlenmiş bir dünya var, bizden önce gayr-i İslami bir sistem kurulmuş ve biz orada gözlerimizi açmışız. Biz o sistemde nasıl davranacağız, hayatımızı nasıl düzenleyeceğiz, bu hukuk sistemiyle aramızdaki münasebet nasıl olacak?
İşte burada iradi ve ihtiyari tercihle, zorunluluk durumunu birbirinden ayırmamız lazım… Mesela diyelim ki; böyle bir sistem içerisinde avukat oldunuz, avukatlık yapıyorsunuz. Bu ülkede eskiden çok olurdu bu tarz şeyler; irtica suçuyla suçlandınız. Bir yerde namaz kılıyordunuz, bir yerde toplu zikir yapıyordunuz, Risale-i Nur okuyordunuz veya İlmihâl okuyordunuz. Geldi, polis bastı sizi -Allah korusun-, tuttu, aldı, toptan götürdü. Şimdi ne yapacaksınız?

Burada birisi sizi savunacak, müdafaa edecek, sizin bir suç işlemediğinizi karşı tarafa anlatacak, onu bir şekilde ikna edecek ve sizi o mağduriyetten kurtaracak. Çoluğunuz var, çocuğunuz var, onların maişeti var, onların sıkıntıları, problemleri var. Geride sizi bekleyen, merak eden bir sürü insan var değil mi? “Biz Allah yolunda hapse düştük, bizden sonrası önemli değil” diyemezsiniz. Yani dolayısıyla bir mağduriyet var, bir haksızlık var, o haksızlığın ortadan kaldırılması lazım, giderilmesi lazım. Sizi bir avukatın savunması lazım. O avukat sizi savunduğunda siz tekrar suçsuz yere atıldığınız o hapisten, o zindandan çıkarılacaksınız. Bunu nasıl yapacak? Yürürlükteki hukuk sisteminin donelerini, yaklaşımını, mantığını esas alarak yapacak değil mi? Diyecek ki, siz bu adamlara suçlu muamelesi yaptınız ama bu adamlar suçlu değil, bunların suçu yok, mağdur etmeyin diyecek, dışarı çıkaracak.

Şimdi o avukat Allah’ın hükümlerinin dışında başka hükümle hükmetmiş, tağutun hükümleriyle hüküm vermiş konumunda görülebilir mi? Görülmemelidir, çünkü o hükümleri veren başka, tercih edip oraya koyan başka, o hükümler çerçevesinde müdafaa edip mağduriyeti gideren insanın durumu başka...

Yani bu ikisini birbirinden ayırmamız lazım. Şöyle diyelim; herhangi bir insan –sözün başında da söyledik– kendi dilemesine, tercihine, iradesine bırakılmış konularda Allah Teâlâ’nın ve Rasulü’nün hükmü dışında bir hükmü tercih eder, O’na alternatif olarak O’nun rağmına başka bir hükmü tercih eder, onu hayatına hâkim kılarsa, o hükmü doğru bulursa evet Maide 44-45-47. ayetlerin muhatabı olur. Ama böyle bir kastı yoksa hasbel kader böyle bir mağduriyet yaşamışsa ne yapacak? Kendisini oradan kurtaracak değil mi? Dolayısıyla şunu söylememiz lazım: Bir Müslüman elbette Müslüman olmanın tabi bir neticesi olarak yaşadığı ortamı İslam’la buluşturmak, İslam’ın diriltici soluğunu oraya götürmek mükellefiyetindedir. Bunu ulaştırmakla, telkin etmekle emr-i bil ma’ruf nehy-i ani’l münker yapmakla mükelleftir. Eli geldiğince, dili döndüğünce, gücü çattığınca bunu yapması gerekir. Fakat bunu yaparken özellikle bizim gibi toplumlarda bir anakronizme düşmemek lazım.

Hemen yaşadığımız ortamla Mekke dönemi arasında bir paralellik kurulup, işte Mekke döneminde Efendimiz (s.a.v) şöyle yaptı, o müşrik topluma şöyle davrandı. Dolayısıyla biz de şöyle davranmalıyız. Ama bu toplum Mekke gibi arka planında putperestlik olan bir toplum değil ki. Bu toplumun üzeri küllenmiş olan cevherini biraz üfürüp, silip süpürülüp asli şekline dönülürse ortaya tam bir Müslümanlık çıkıyor. Bizim yaşadığımız ortamda bir takım insanları, bir takım kesimi, şirkle, küfürle vesaireyle itham etmeden önce onlara gerek şahsımızda hakkıyla yaşamak, gerekse tebliğ ederek İslam’ı anlatmak mükellefiyetimiz var. Biz bunu yaptık mı? İslam’ı hakkıyla temsil edebiliyor muyuz, hakkıyla anlatabiliyor muyuz? Bunları ne zaman yaptık, ne kadar süreyle yaptık?

Bu mükellefiyeti tam anlamıyla yerine getirmeden, bu toplumla iman-küfür münasebeti kurmak, bu toplumla çatışmak doğru değil.

Anlattığımız ve yaşadığımız konularda insanlar müşriklerin Ebu Cehil’in, Ebu Leheb’in direnciyle sizi karşılıyorsa buna diyeceğim bir şey yok. Efendimiz (s.a.v)’in sabrıyla biz onlara İslam’ı anlattık mı? Bir de bu var.

Karşı tarafı itham ediyoruz, karşı tarafa baştan bir tavır koyuyoruz, etiketliyoruz ama biz neredeyiz? Ne durumdayız? Biz bu toplumda Muhammedü’l-Emin imajı oluşturduk mu? Ne kadar gittik, ne kadar kime anlattık, İslam’ı kendi şahsımızda ne kadar yaşadık? Efendimiz (s.a.v)’in o toplumda oluşturduğu güvenin ne kadarını biz bu toplumda oluşturabildik? Bu toplumla çatışmaya dayalı bir ilişki kurmadan önce diyaloğa, tebliğe dayalı bir ilişki kurmamız gerekmiyor mu? Gerekiyor. Diyalog derken o zıvanadan çıkmış şeyi (Dinlerarası diyalog) kastetmiyorum; iki kişinin konuşmasını kastediyorum.

Evet, dolayısıyla Ahkâmda Tevhid bahsini işlerken hukuki sisteme taalluk eden ahkâm konusu aklımıza gelir. Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu burası değildir. Bir Müslüman için evet, aslolan Allah Teâlâ’nın hükümleridir, Rasulullah Efendimiz (s.a.v)’in tebligatıdır. Bize kadar gelmiş olan Kur’an’dır, Sünnet’tir ve o çerçevede oluşmuş olan fıkhî müktesebattır. Ama biz bunları –bir tespit olarak alın bu söyleyeceğim şeyi- hayata yansıtmaya, yaşamaya ve yaşatmaya ne kadar layık isek Cenab-ı Hakk o kadar yaşamayı ve yaşatmayı bize nasip eder. Bizim liyakatimizle ilgili bir şeydir bu. Biz layık olursak, biz ehil olursak, biz hazır olursak Cenab-ı Hakk bizi o kıvama getirir ve o iklime bizi ulaştır. Ama biz ehil olmadığımız bir şeyi istiyorsak dönüp kendimize bakmamız lazım. Biz hazır, ehil, layık olursak Cenab-ı Hakk dünyamızı da o ahkâm çerçevesinde mamur ve imar etmeyi bize nasip eder.

Ama ahkâmda tevhidin tek boyutu bu değil. Bu işin bir boyutunda da Cenab-ı Hakk’ın bizim için dilediği, hepimiz için tek tek murat ve hükmettiği şey de var. Yani bize nasıl bir hayat dilemişse Cenab-ı Hakk nasıl bir kader takdir buyurmuşsa, bizim ona da teslim olmamız gerekiyor. İlgili yere geldiğimizde kader meselesini tekrar açacağız.
TEVHİD MESELESİ
- 6. BÖLÜM -

Kader ve takdir derken meselenin Müslüman olarak itminan içinde bakmamız gereken bir boyutu daha var: “Cenab-ı Hakk bizi bazen acılarla, maddi-manevi sıkıntılarla, yokluklarla, afetlerle, musibetlerle imtihan eder. Bazen varlık imtihan olur, bazen yokluk imtihan olur. Cenab-ı Hakk’a her durumda teslimiyet içinde olmamız lazım. Üzerimize hüküm koyma noktasında mutlak yetki Cenab-ı Hakk’ta ise, hakkımızda ne dilemişse ona “kahrın da hoş lütfun da hoş” teslimiyetiyle boyun eğmemiz lazım. Bir şeyden emin olarak, biz hayatı O’nun muradı istikametinde yaşamaya çalışan insanlarız. O’na teslimiyetimizde bir problem yok, buna mukabil O’ndan gelen her şey baş göz üstüne…

Bunu böyle görmemiz lazım. Yoksa biz bihakkın yaşamıyoruz. Kaytarmalarımız çok fazla, sıkıntılarımız, zikzaklarımız çok fazla… Buna mukabil gördüğümüz şeyleri -haşa ve kella- Cenab-ı Hakk’ın bize zulmü olarak anlama yanlışına da düşmememiz lazım. Bu hayatî bir hatadır.

Mülk O’nundur dilediğine verir, dilediğinden alır. Dilediğini vezir eder, dilediğini rezil eder. O’nun iradesine teslim olmak ve bu teslimiyette O’nun rızasına ulaşmak; aslolan budur.  Dolayısıyla sadece hukuk sistemi olarak değil, hayatın acısıyla, tatlısıyla karşılaştığımız her enstantanesinde, her sahnesinde, her dönemecinde, her aşamasında O’nun hükmüne, takdirine, kazasına razı olarak teslim olmak da ahkâmda tevhidin ayrılmaz parçasıdır.

Şimdi ikinci maddenin açılımına geçelim:

Allah Teâlâ tektir ve ortağı yoktur. Tevhidin aslı, özü budur. Allah Teâlâ bu tevhidin, gördüğümüz beş boyutu çerçevesinde, bu beş boyutun aynı anda ifade ettiği şekilde tektir. Sayısal olarak değil, tabiri doğruysa nitelik olarak, sıfatları, fiilleri, isimleri, zatı ve hükümleri itibariyle ve bunların hepsinin birden ifade ettiği anlamda tektir. Onun bu tekliği yani tevhid, özellikle günümüzde Suudi Arabistan kaynaklı Vehhabîlik hareketine mensup bir takım kimseler tarafından ikili veya üçlü bir kategorizasyon ile anlaşılıyor. Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet ve Tevhid-i Sıfat şeklinde. Ve gerekçe olarak da şöyle bir arka plana dayanılıyor:

Cenab-ı Hakk’ın bir Rububiyet vasfı var, bir de ulûhiyet vasfı var. Cenab-ı Hakk’ın Rububiyet vasfı bu âlemi yaratması, yağmur yağdırması, tabiat olaylarını idare etmesi, rızık vermesi, öldürmesi, diriltmesi vs. Bu Rububiyet vasfında müşrikler bile Cenab-ı Hakk’a iman ederler. Nitekim “Şüphesiz onlara: “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (18) mealindeki ayetten ve benzeri muhtevadaki ayetlerden hareketle İbn Teymiyye’den bu yana tevhid ikili sistemde anlatılır hale geldi.Tevhid-i Ulûhiyet ve Tevhid-i Rububiyet.

Bu ayet bize şunu anlatıyor: Müşriklere, gökleri kimler yarattı diye sorsak, “Allah” derler. Bu onların tevhid-i rububiyete inandıklarını gösteriyor. Rab olarak Allah’tan başka varlık tanımıyor müşrikler. Fakat ilahlık konusunda problemleri var. Allah’tan başkasına kulluk ediyorlar. Buradan da şu meseleye geçiş yapıyorlar; Allah’tan başka varlıklardan yardım istemek, başka varlıkları Allah’tan bir şey isterken araya koymak, yani tevessülde bulunmak veya başka varlıklardan yardım istemek, imdat istemek, medet istemek tevhid-i ulûhiyeti ihlal eden şeylerdir. Bu noktada tevhid ihlal edildiği zaman rububiyet tevhidinin de bir anlamı kalmaz. Çünkü ulûhiyet tevhidi, rububiyet tevhidini de ihâta edendir. Ulûhiyet tevhidinde bir arıza, ihlal olduğunda rububiyet tevhidinin bir anlamı olmaz. Dolayısıyla müşriklere sorsanız “Allah” cevabını alırsınız fakat bunlar Allah’tan başkasına kulluk ettikleri için müşriktir.

Evet, bu çok yaygın olarak Selefi/Vehhabî çevreler tarafından ifade edilen bir şeydir. Bu ulûhiyet ve rububiyet tevhidi hep bu şekilde anlatılır eserlerinde, bu şekilde işlenir.

Şimdi, tevhid-i ulûhiyet ve tevhid-i rububiyet ayrımı bizzat kendisi Kuran’a ve Sünnet’e dayanıyor mu? Kur’an’da ve Sünnet’te bunun bir zemini var mı? Bunun üzerinde durmak lazım.

İnsan-insan ilişkilerini, insan-devlet ilişkilerini kendi hayatıyla ilgili düzenlemeleri, birinden yardım istediğimizde ya da Allah’tan bir şey isterken araya bir varlık koyduğumuzda buna “başkasına tapınmak” diyorlar. İşte bu da Cenab-ı Hakk’ın ilah olma vasfında O’ndan başka ilah tanıma anlamına gelir. Dolayısıyla bir kimse tevessülde bulunduğunda ulûhiyet tevhidini ihlal etmiş olur, dolayısıyla şirke düşmüş olur. “Kâinatı Allah yarattı, rızkı O veriyor” demenin bir anlamı kalmıyor, dolayısıyla bu kimse müşriktir diyorlar.

İşte bu meseleyi biraz açmamız lazım. Bu tevhidin, ulûhiyet ve rububiyet tevhidinin Kur’an’da İbn Teymiyye, M. bin Abdulvehhab ya da günümüz Vehhabîlerinin ileri sürdüğü gibi kesin ayrıma gidebileceğimiz bir zemini var mıdır? Burası tartışmalı… Müşrikler Allah’tan başka Rabb olmadığına inanıyorlar, onların problemi Allah’tan başka ilah tanımaları, dolayısıyla bir kimse Allah’tan başka ilah tanıma ya da ilah tanıdığı anlamına gelecek işler yapsa o kimsenin imanı muteber değildir, o kimse müşriktir, diyorlar. Bunu Kur’an’daki “Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?” diye sorsan, mutlaka, “Allah” derler.” (19) ayetine dayandırıyorlar. Fakat Allah’tan başka Rab tanımadıkları iddiası bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendisine aykırıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’de müşriklerin Allah’tan başka Rabb tanımadığını ifade eden bir ayet yok, tam aksine Allah’tan başka Rabb tanıdığını, Allah’tan başkasına da Rabblık vasıfları atfettiğini gösteren ayetler var.

Dolayısıyla Tevhid-i Ulûhiyet, Tevhid-i Rububiyet dengesi ayetler esas alınarak sağlaması yapılmış bir sistem değil. Mesela Al-i İmran Sûresi’nde müşriklere hitaben “Ve size: Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin, diye de emretmez.” buyruluyor. Onlar Allah’tan başka varlıkları; melekleri ve peygamberleri Rabb edinmişler. Tevhid-i Rububiyet kısmında problem var yani. Sizin dediğiniz gibi müşrikler Tevhid-i Rububiyet tevhidine inanıyor değil, Tevhid-i Rububiyette problem var.

Keza aynı şekilde Yusuf Sûresi 39. ayette Hz. Yusuf (a.s)’ın arkadaşlarının rüyalarını yorumlamadan önce tevhidi tebliğ ediyor. Fırsat bilip tevhidi anlatıyor, arkasından rüyaları yorumluyor. “Birbirinden farklı ilahlar mı hayırlıdır yoksa Vahid ve Kahhar olan Allah mı?” Birbirinden farklı Rabblerden söz ediyor. Hz. Yusuf (a.s) onların birbirinden farklı Rablere iman ettiğini ifade ediyor, dolayısıyla Rububiyet tevhidi diye bir şey yok, yani müşrikler Allah’tan başka Rabb tanıyorlar.

İbn Teymiyye ve onu takip edenlerin ulûhiyet tevhidi ve rububiyet tevhidi tarzındaki ayrımının çok da Kur’anî bir temeli olmadığını, Kur’an’da bu ayrımla uyuşmayan ayetleri gördük. Bu ayrımda ısrar etmenin çok fazla anlamı yok. Zira biliyoruz ve Kur’an’ın birçok ayetiyle de sabittir ki şirk koşanlar ulûhiyetle şirk koşuyor, rububiyet tevhidine iman ediyor gibi kesin bir ayrım yapmak mümkün değil. Ulûhiyet tevhidinde de şirk var, rububiyet tevhidinde de şirk var. Kur’an’ı Kerim her iki kavramla ifade edilen şirke de yer veriyor. Dolayısıyla başka bir maksada ulaşmak için böyle bir ayrımı mutlaklaştırmak doğru değil.

Nitekim İbn Ebi’l-İzz şerhine(20) baktığımızda böyle kesin bir ayrım yapmanın çok da mümkün olmadığını görüyoruz. Konu hakkında detaylı izahattan sonra işi biraz gevşetmek zorunda kalıyor ve aynen şöyle diyor İbn Ebi’l-İzz:

“Sıfat ve fiillerde birbirine denk iki yaratıcının varlığını kabul etmek anlamında Rububiyet, şirk koşmanın imkânsız olduğu insanlar tarafından kesinlikle bilinen husus olduğu halde bazı müşrikler âlemde kısmi bazı şeyleri yaratıcı olduğu inancına sahip olmuşlardır. İki tanrı kabul eden Seneviyye’nin varlık hakkında görüşü…”

diye devam ediyor. Demek ki insanlar rububiyet tevhidinde iman ediyor, ulûhiyet tevhidinde şirke düşüyor yahut ulûhiyeti kabul ediyor, rububiyet de şirke düşüyor gibi kesin ayrım yapmak doğru değil. Kur’an ve Sünnet tarafından da o ayrım bu şekilde mutlak tarzda ortaya konulmuş değil.

Cenab-ı Hakk’ın hiçbir varlığa benzemediği noktasındaki temel akide ilkemiz üzerinde de durmamız gerekiyor. Zira bu ilke bize hiçbir vasfında hiçbir varlığın Cenab-ı Hakk’a benzemeyeceği, O’nun misli dengi benzeri olamayacağını ifadeye koyuyor. Nitekim Şura Sûresi’nin 11. ayetinde de “Onun misli hiçbir şey yoktur.” buyuruluyor. Cenab-ı Hakk’a benzer hiçbir şey yoktur. Demek ki bu benzersizlik zatta, sıfatlarda, isimlerde, fiillerde ve ahkâmında böyledir. Bunların dördünün temeli birincisine dayanır. Yani zatta tevhide dayanır. Cenab-ı Hakk’ın zatı başka hiçbir varlığın zatına benzemez. Kur’an’ı Kerim böyle söylüyor.

Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin, O’nun kudreti hakkında düşünün.” O’nun kâinata ve vücudumuza serpiştirdiği varlığına, birliğine, kudretine götüren delilleri hakkında düşünün. Ama Cenab-ı Hakk’ın zatı hakkında düşünmeyin. Allah Teâlâ hiçbir varlığa benzemez, hiçbir varlık O’na benzemez. Bu temel Akaid ilkesini tekrar ediyoruz. Herkesin bildiği bir şeydir, neden üzerinde bu kadar duruyoruz diye aklınızdan geçebilir. Sebeplerini söyleyeyim: Elimde iki Arapça eser var. Bunlardan birisinin adı: Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır’ hadisinin Ehl-i Sünnet ve Ehl-i iman tarafından müdafaası.” (21)

Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem (a.s)’ı kendi ilahi biçiminde, suretinde, şeklinde yarattığına dair bir hadis var. Ve bu kitap da bize diyor ki Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman bu hadisin sahih olduğunu söyler ve savunur. Abdullah ed-Duveyş isimli bir Vehhabînin eseri. Demek ki böyle bir hadis var, Hz. Âdem’in Cenab-ı Hakk’a benzediğini, O’na benzer biçimde yaratıldığını ifade eden bir hadis var, Ehl-i Sünnet ve Ehl-i İman da bu hadisi müdafaa ediyor; kitabın kapağı bize bunu anlatıyor, muhtevasında da bu var. Nitekim muhtevasına baktığımızda yazar, “Bu hadisin tevili konusunda hataya düşenlerden birisi de el-Albânî’dir, o da hataya düşmüştür” diyor. Niye hataya düşmüş? “Allah Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır” hadisinin zayıf olduğunu söylemiş el-Albânî ve hataya düşmüş. O da biliyorsunuz günümüz selefilerinden birisiydi, vefat etti.

Şimdi bu selefi el Albânî’yi burada hatalı buluyor ve diyor ki “el-Albânî bu hadise zayıf demekle hata etmiştir. Bu hadis zayıf değildir.” Başka türlü iddialar da var. Meseleyi uzatmamak için geçiyorum.



TEVHİD MESELESİ
- 7. BÖLÜM -

İkinci eserimiz selefi çevreye mensup et-Tüveyciri'ye ait. Tam adı Hammâd b. Abdillah et-Tuveyciri, meşhur selefilerden. Kitabının adı “Ehl-i imanın akidesi: Allah’ın Âdem’i Rahman’ın suretinde yaratmıştır.” (22)
Bu kitabı yazdıktan sonra şöyle diyor:




“Şeyhü’l-İslam İbn Teymiyye, Fahreddün-i Razi’ye bir reddiye yazmış, orada diyor ki “Bu hadis pek çok rivayet yoluyla, çok yaygın biçimde, Sahabe-i Kiramdan da pek çok kişiden nakledilerek bize kadar gelmiştir. İslam’ın ilk üç asrında yaşamış sahabe, tabiin, ve tebe-i tabiin ittifak etmiştir ki buradaki zamir Allah Teala’ya gider ve buradaki hadisin manası şudur: Allah, Hz. Âdem’i kendi biçiminde, kendi suretinde yaratmıştır.” Kendi derken Allah Teâlâ kendi ilahi suretinde yaratmıştır demektir. Sahabe, tabiin, tebe-i tabiin bunda ittifak(!) etmiştir diyor İbn Teymiyye.

Bu hadis bize iki şekilde aktarılmış; birincisi “Allah, Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Bu varyantta kimin biçiminde yarattığı belli değil. Birinci rivayet şekli bu, İmam Buhari, Müslim, Ahmed bin Hanbel ve benzeri sahih hadis kitaplarında nakledilen sahih varyantı budur.


Bir de hadis imamları tarafından zayıftır denen –bir üstteki paragrafta zikrettiğim– varyantı var. Hatta selefilerin İmam kabul ettiği, gerçekten de hadis konusunda otorite olan ama Akaid konusunda ciddi yanlışlara düşen İbn Huzeyme, itikad konusunda bir eser yazmış. Bu eserinde bizzat İbn Huzeyme bu rivayetin üç noktada kusurlu, illetli olduğunu ve sahih olmadığını söylüyor. Şimdi hadis imamlarının bu hadis hakkındaki hükmü bu. İbn Huzeyme "üç noktada kusurludur, sahih değildir" diyor. Sahih olan; Buhari, Müslim, Ahmed b. Hanbel gibi diğer hadis imamlarının naklettiği “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı” varyantıdır.


Bakınız, İbn Teymiyye ne diyor:


“Bu hadis hakkında söylenebilecek şey şudur: “Selef ve ilk üç asırda yaşamış âlimler arasında buradaki zamirin Allah Teâlâ’ya ait olduğu noktasında bir ihtilaf yoktur. Herkes aynı şeyi söylemiştir ki “sûretihi = صُورَتِهِ ” kelimesindeki zamir Allah’a gidiyor ve “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi biçiminde yaratmıştır.” oluyor. Selef, sahabe, tabiin tebe-i tabiin böyle der, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur” diyor.(23)


Burada, bir hadisin sahih rivayet yolunu bırakıyor, kendi meşrebini, kendi itikadını destekler göründüğü için ulema tarafından zayıf bulunmuş varyantı esas alıyor. Bunu esas alarak sahih varyantı, sahih şeklini tevil ediyor. Ondan sonra da bu iddiasına Tevrat’ı ve İncil’i delil gösteriyor:



Tevrat’ı açıp baktığımızda ‘Tanrı, Rabb kendine benzer bir insanoğlu yaratı’” diyor. Tevrat’ın başında bu yer alıyor. Tevrat’ın ilk kitabında, Tevrat’ı oluşturan beş bölümün en başında böyle bir ifade var; “Rab kendisine benzer bir insan yarattı.

Şimdi fecaate bakın: Bir hadisin iki tane şekli var. Birisi sahih imamlar tarafından kitaplarına alınmış, sahih olduğu
söylenmiş orada zamirin mercii/gittiği yer yok. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yarattı.” hadisindeki “suretinde yarattı” ifadesi nedir? Burada zamirin mercii yok. Zamirin merciini zayıf bir varyantı esas alarak tayin ediyor:


Buradaki zamir Allah’a gider, ‘Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır’ demektir. Sahabe böyledir, selef böyledir, tabiin böyledir, tebei tabiin böyledir. Bunların arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ehl-i Kitab’ın elindeki kitaplar da bunun böyle olduğunu gösterir.” diyor.


Bundan daha büyük bir fecaat olmaz, arkadan gelen ifadeleri daha fecaat:



“Üçüncü asra geldiğimizde orada bazı âlimler bu hadisi bu şekilde rivayet etmeyi çirkin buldular. Yani “Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır” sahih olan budur. Ama üçüncü asırda bazı âlimler bu şekilde nakletmeyi kerih gördüler, çirkin buldular, kendi nefislerinden korktular, kendi akidelerini bu rivayetin tehlikeye düşürmesinden korktular.”

Yani -rezalete bakın- bazı âlimler bir hadisi kendi itikatlarını bozar, akıllarını kafalarını karıştırır diye rivayet etmeyi kerih bulmuşlar. Bu ümmetin ulemasına atfedilebilecek bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?


Şimdi bütün bunu dışarıdan birisi söylese, örneğin bunu bir kelam âlimi söylese İbn Teymiyye topunu tüfeğini kuşanır ve o adamı darağacına çeker. Sen bir hadis hakkında nasıl bunu düşünürsün. Bir hadisin zayıf varyantını esas alıyor, sahih varyantını o doğrultuda tevil ediyor. Olmadı, Tevrat’ı ve İncil’i delil getiriyor. Bir de bu ümmetin ulemasına bir iftira atıyor. Diyor ki, hadisi böyle nakletmeyi kerih buldular. Çirkin buldular. Bu ne demek? Bunu nasıl anlayalım nasıl tevil edelim şimdi?



Bu ümmetin âlimleri Efendimiz (s.a.v)’den gelen rivayetlere teslim olduğu için âlim oldular, alimlik vasfını bu yüzden kazandılar. “Allahtan kulları içinde en çok âlimler korkar” (24) buyuruluyor Kur’anı Kerim’de. Allah’tan korkan bir insan Efendimiz (s.a.v)’den sahih olarak nakledilmiş bir şeyi gizlerse, âlim sıfatını bırakın mü’min sıfatını kazanmayı hak eder mi? Şüphesiz etmez. Peki, bu nedir? Bu bir fecaattir!

İbn Teymiyye ve Vehhabîlerin dilinde Cehmiyye, Muattıla gibi kavramlar Ehl-i Sünnet kelam âlimlerini anlatır, bunun altını çizelim.


İbn Teymiyye diyor ki:


Üçüncü asırda Cehmiyye ortaya çıkınca onlardan bir grup bu “sûretihi = صُ ورَتِهِ ” kelimesinin sonundaki “hî” zamirini Allah Teâlâ’dan başka bir mercie gönderdiler. İlim ve Sünnet konusunda tanınan ulemadan bir gruptan da bu nakledilmiştir.” “Suretihi” kelimesindeki zamirin mercii Allah değildir, başka yere gider demişler bu âlimler. Ebû Sevr, İbn Huzeyme ve başka âlimler bunlardandır. O zaman ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Bu adını saydığı âlimler sahabe, tabiin, tebe-i tabiinin üzerinde ittifak ettiği bir meselede bu ilk üç nesle muhalefet etmişler. Bunlar bu itikattaki muhalefetleriyle âlim vasfını taşımaya devam ediyorlar. Nasıl oluyorsa böyle bir şey?!


Peki, durum nedir? Bu rivayetin -baştan da söyledik- iki tane varyantı var:



1.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûretihî =نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ şeklinde. “Allah (c.c), Hz. Âdem’i suretinde yaratmıştır.” Birinci nakil şekli budur, sahihtir. Buhari, Müslim ve diğer hadis imamları bunu bu şekilde nakledip sahih olduğunu da belirtmişler.



2.İnnallahe haleka Âdeme alâ sûreti’r-Rahman = نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ şeklinde. Sonunda bir Rahman kelimesi var. “alâ sûretihî” değil, “alâ sûreti’r-Rahman”. Bu rivayetin de zayıf olduğunu söylemişler.



Ben bu rivayetin sahih olduğunu İbn Teymiyye dışında söyleyen bir başka âlime rastlamadım. Az önce okudum, çağdaş selefilerden Nasruddin el-Albânî bile bu konuda İbn Teymiyye’ye itiraz ediyor, Şeyhu’l-İslam burada hata etmiştir, bu hadistir zayıftır, diyor. Şimdi boynuz kulağı geçer misali, birileri çıkıyor el-Albânîye, “Yok kardeşim sen yanlış söyledin, İbn Teymiyye ve diğer hadis imamları doğru söyledi, ‘bu hadis sahihtir’ dediler” diyorlar.


Az önce naklettiğim, sahih kaynaklarda şöyle bir arka plan var: Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Biriniz hizmetçisine vurduğu zaman veya birisiyle kavga ettiğiniz zaman karşınızdaki insanın yüzüne vurmaktan sakının. Çünkü Allah (c.c), Hz. Âdem’i O’nun suretinde yaratmıştır.” Allah Teâlâ (c.c) Hz. Âdem’i örneksiz yaratmıştır biliyorsunuz. İblis’e hitaben “Seni iki elimle yarattığıma secde etmekten alıkoyan nedir?” (25) diye hitap ettiği haber veriliyor bize.


İşte burada iki eliyle yaratmaktan maksat şudur: Allah Teâlâ Hz. Âdem (a.s)’ı örneksiz yarattı ve yoktan var etti. Yani bir inayeti rabbaniyeye vurgu var burada. Cenab-ı Hakk’ın örneksiz olarak ve bir inayeti rabbaniye ile yarattığı Hz. Âdem var, ondan sonra onun soyundan gelen herkesin yüzünün şekli, biçimi Hz. Âdem gibidir.


Dolaysıyla siz yüzü takbih edecek bir harekette bulunduğunuzda Cenab-ı Hakk’ın örneksiz yarattığı o yüze hakaret etmiş olursunuz. Oysa o Cenab-ı Hakk’ın, ahsen-i takvim üzere yarattığını da ifade buyurduğu bir kıvamdır.


Dolayısıyla biriyle kavga ederken yüzüne vurmamaya dikkat edin. Hatta yüzü takbih etmeyin, yüze hakaret etmeyin. Hadisin arka planı budur. Dolayısıyla “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُورَتِهِ ”den maksat o yüzüne vurduğunuz adamdır. Hadis bize diyor ki, Allah Âdem’i bu yüzüne vurduğunuz adamın suretinde, biçiminde yaratmıştır. Ya da yüzü kötü olsun, Allah çirkinleştirsin demeyin, çünkü o orijinal biçimi de Cenab-ı Hakk yaratmıştır. O’nun yarattığı bir şeyi takbih etmiş, küçümsemiş olursunuz ki bu doğru değil. Yoksa zayıf bir varyantı alıp meselenin merkezine yerleştirip, sahih hadisi o doğrultuda tevil edip, arkasından Tevrat ve İncil’den şahit getirip arkasından sahabe, tabiin, tebe-i tabiine iftira atmak herhalde sadece İbn Teymiyye ve takipçilerine nasip olmuş bir nasipsizliktir!!


Acaba İbn Teymiyye bu üç kuşakta “ نَِّْ اللهَ خَلَقَ آدَمَ عَلَى صُو رَةِ الرَّحمَْنِ ” şeklinin sahih olduğunu ifade eden bir tek isim gösterebiliyor mu bize? Bu mümkün değil. Zaten kendisi de isim vermeden genelleme yapıp geçiyor. Çoğu yerde yaptığı gibi böyle geçiştiriyor ve bizden de bunu böyle kabul etmemizi, inanmamızı istiyor. Sonra ne oluyor? Bakın şimdi Akaid metni ne diyor bize. “Onun hiçbir benzeri yoktur” diyor.


Biz Ehl-i Sünnet olarak neye iman ediyoruz? Cenab-ı Hakk’ın benzeri hiçbir varlık yoktur. Peki, Allah (c.c), Hz. Âdem’i kendi ilahi biçiminde yaratmıştır dediğinizde ve bunu akidenin temeline koyduğumuzda siz bir varlığı Allah’a benzetmiş oluyor musunuz olmuyor musunuz? Oluyorsunuz Allah korusun. Yani teşbih yapmış oluyorsunuz, yani Müşebbihe’den olduğunuzu itiraf etmiş oluyorsunuz.



Şimdi bazı kardeşlerimiz “İbn Teymiyye Müşebbihe’dendir” dediğimizde hop oturup hop kalkıyor. Hâlbuki kendi ifadesi ortada. Yani ben İbn Teymiyye’nin Müşebbihe’den Mücessime’den olduğunu söylerken bundan bir tatmin hissediyor değilim ki; hakikat neyse onu ortaya koymak lazım, derdimiz bu. Akaid öğrenmedeki hassasiyetimizin arkasında da bu var. İbn Teymiyye’nin kaşının üzerinde kara var, oradan kayıralım, onun bu türlü şeylerini görmeyelim dersek biz bu akideyi niye öğreniyoruz? Akidede tevil olmaz, hele böyle temel bir konuda! Şimdi bu, ortaklaşa üç imamımızın üzerinde ittifak ettiği Akaid ilkelerini ihtiva eden metin. Bu metni günümüzün selefi uleması, Vehhabîler alıyor, utanmadan sıkılmadan diyor ki biz de bunu söylüyoruz! Sonra da çıkıp “Allah Âdem’i kendi ilahi biçiminde yarattı” diyor. Bütün bunlar laf cambazlığıdır, işi karıştırmaktır, meselenin üzerini örtmektir.

Yüze vurma meselesiyle ilgili olarak, İbn Teymiyye de bunu zikrediyor. Şöyle diyor:


Efendimiz (s.a.v) buyurmuştur ki, hizmetçini, kölenizi bir hata işlediğinde cezalandıracaksanız, vuracaksanız yüzüne vurmayın. Veya bir Müslümanla kavga ederken yüze vurmaktan sakının. Veya “kabahallahu vechek = قَ بَّحَ الله وَجْ = Allah senin yüzünü çirkinleştirsin” demeyin.”



Hani bizde de vardır: Türkçede “suratın dönsün” deriz. Böyle söylemeyin diyor Efendimiz (s.a.v). Neden? Allah (c.c), Hz. Âdem (a.s)’ı yaratırken o yüzü beğenmiş, seçmiş ve onun hakkında takdir etmiş, Hz. Âdem (a.s)’ı bu yüzün biçiminde yaratmış. Dolayısıyla adama “Allah suratını döndürsün, çirkinleştirsin” derseniz veya oraya vurursanız Allah’ın inayeti rabbaniye ile yarattığı bir yüzü takbih etmiş olursunuz. Hadiste sadece yüz ifade ediliyor, yüze vurmaktan sakının diyor. Burada, yüzü kaldırın bedenini belki başka bir varlığa benzetebilirsiniz ama insana özelliğini veren vücudun en önemli parçası yüzüdür. Yüzünü kaldırın atın ona insan muamelesi yapılmaz, o bir ceset olur. Ama yüz olduğunda bu insan vasfını kazanıyor. Boks ve diğer sporlar burada tehlikeye giriyor. Dolayısıyla yüze vurmaktan ibaret olan bir spor olmaz. Boks sporu yapmak caizdir diye hüküm veren kimse var mı bilmiyorum. Bana sorsanız ben caiz değildir derim.

Bir şeye daha değinelim: İbn Teymiyye, Müşebbihe midir, Ehl-i Sünnet midir? Sırası gelmişken kendi dilinden bir iki nakille daha bu konuyu netleştirelim. Yine Beyanü Telbisi’l-Cehmiyye’nin 6/498. sayfasında İbn Teymiyye aynen şöyle diyor:


Allah Teâlâ’nın kitabında, Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in sünnetinde, sahabeden, tabiinden ya da tebe-i tabiinin büyüklerinden herhangi birinin sözlerinde ne Müşebbihe ne de Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmek zemmedilmiştir.”


Kendi ifadesi bu. Devam ediyor:


“Yahut teşbih mezhebini reddeden bir ifade yoktur.”


Buna benzer hiçbir ifade yoktur. Nerede yoktur? Kur’an’da, Sünnet’te, sahabede, tabiinde, tebe-i tabiinin büyüklerinde yoktur. Devam ediyor:


“Bu teşbih ve Müşebbiheyi kötüleme, bunu söyleme tavrı sadece Cehmiyye’den gelmiştir.”


Bunu yapan Cehmiyyedir. Yahu insan Allah’tan korkmaz mı, bizim imamlarımız bu Akaid metinlerinde bize ne anlatıyorlar? Kur’an’da Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur derken ne anlatıyor bize? Bu ayet Allah Teâlâ’yı mahlûkata benzetmeyin teşbihe düşmeyin demiyor mu bize? Diyor! Selefimizin Akaid metnini okuyoruz, “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur” diyorlar. Hiçbir şeyi Allah’a benzetmeyin demek değil midir bu? Ta kendisi! İbn Teymiyye ne diyor? Açık ve net adını koyalım: Kur’an’a da iftira ediyor, Sünnete de, sahabeye de, tabiine de, tebe-i tabiine de iftira ediyor. "Onların hiçbirinin sözünde teşbihi ve Müşebbihe’yi kötüleme yoktur" diyor. Allah’tan kork! Sen Müşebbihe değilsin de nesin peki?



Bu ifadeler Müşebbihe’den başka birinin ağzından çıkar mı? Sen Müşebbihe değilsen, teşbihi savunmak sana mı düştü?

Dolayısıyla aklımızı başımıza alalım, ortada Ehl-i Sünnet propagandası altında dünyamıza, akaidimize sokulan bir ifsat var.




Bu ifsadın üstüne Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat perdesi örtüyorlar. Benim genç delikanlım İbn Teymiyye’yi sadece tercüme edilmiş kitaplardan tanıdığı için -ki aynı şey Şia için de böyledir- sütten çıkmış ak kaşık gibi bir İbn Teymiyye fotoğrafı çıkıyor karşımıza: bütün günahı Kur’an’a, Sünnet’e, selefe teslim olmak!! Böyle bembeyaz, arı duru bir İbn Teymiyye fotoğrafı var karşımızda. İftira ediyorsam, sözünü çarpıtıyorsam söylediğimin yanlış-yanlı olduğunu düşünen varsa verdiğim cilt/sayfa numaralarına baksın. Bunun böyle olup olmadığını başkalarından da test etsin, meseleyi araştırsın.
Ebubekir Sifil Hoca
"Muhtasar Tahavî Şerhi" adlı kitabından alıntıdır.







DİPNOTLAR -


4-  İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-29.


5-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 53-54.


6-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 185 vd. bkn:Arş'a Kürsiye İman-http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13532&action=edit


7-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 119 vd. bkn:http://ilimcephesi.com/wp-admin/post.php?post=13528&action=edit


8-  Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 44 vd.


9-  36/Yâsîn, 82.


10- el-Buhârî, "Bed'u'l-Halk", 1.


11- 29/el-Ankebût, 6.


12- 38/Sâd, 75.


13- el-Buhârî, “Kitâbu’d-De’avât”, 13.


14- 21/Enbiyâ, 22.


15- Bkz. Ebubekir Sifil , Muhtasar Tahavî Şerhi, s. 133 vd.


16- 48/el-Fetih, 29.


17- 5/el-Mâide, 44, 45, 47.


18- 29/Ankebût, 61.


19- 29/Ankebût, 61.


20- İbn Ebi’l-İzz, Şerhu’l-Akideti’t-Tahâviyye, (Şuayb el-Arnavut-Abdülmuhsin et-Türkî
tahkikiyle) II-38.


21- Difâ’u Ehli’s-Sünne ve’l-İmân an Hadîsi ‘Haleka Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


22- İthâfu Ehli’l-İmân fî Halki Âdem’e alâ Sûrati’r-Rahmân.


23- İbn Teymiyye, “Beyânü Telbisi’l-Cehmiyye fî Te’sîsi Bida’ihim el-Kelâmiyye”, (el-
Memleketü’l-Arabiyyetü’s-Suûdiyye) VI, 373.


24- 35/Fâtır, 28.


25- 38/Sâd, 75.
Devamını Oku »

Cemil Meriç ile Nur Sohbetleri



Merhum mağfur Hüseyin Cemil Meriç'i 1987 yaz ayı başlarında, Cemil Meriç Hoca'nın bir dostu ile ziyaret etmiştik. Bu son ziyaret ve son röportajım olmuştu. Kuyubaşı semtindeki son görüşmemizden az sonra, Cemil Meriç vefat etmişti.

Son röportajımın sualleri ve cevapları şöyle olmuştu:

- Bediüzzaman Said Nursi ve eserleri olan Risale-i Nur hakkındaki görüş ve fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?

- On yıl evvel Bediüzzaman ve eserlerini tanıyamamanın bedbahtlığı içindeyim.

İlk defa, rahmetli Sedat Yenigün bana risaleleri okumuştu. Gençlik Rehberi'ni getirmişti. Fidan gibi, imanlı bir gençti, acı anarşisinin kurbanı oldu. Sonra Muhsin Demirel, Mehmed Paksu ve sizler bana Nur'ları okudunuz. Büyük bir hürmet ve muhabbetle, ekser risaleleri can kulağıyla dinledim.

Bir Türk aydının bu büyük ve ulvî hazineden haberdar olmaması düşünülemez. Bediüzzaman ve eserlerine olan alakasızlığımız, tam bir yüz karasıdır.

Said Nursi, dağ başında vaaz eden bir mürşid. Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler akın akın ona koştu. Nassların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses; tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüzbinlerce insanı canlandırdı. Bu hayali insanlar, o konuştukça gerçekleşti.

Yakın tarihimiz tek mücahid tanımıştır: Said Nursi: Altmış yıl her kahra, her cefaya göğüs gererek mücadele eden biricik dava adamı. Söndürülmek istenen mukaddes ateş, onun güçlü nefesiyle meşaleleşir. Anadolu insanının gönlünde bir remiz olur. Said Nursi: Deccallere meydana okuyan imanın remzi. Karanlıkta bırakılan nesiller, Nur Risalelerini heceleyerek şuurlanırlar. Said Nursi'nin kuvveti yalnız hafızasından, yalnız bilgisinden, yalnız büyük cedel kabiliyetinden gelmiyor. Cesarete susayan insanımız, ananevi irfanının bu pervasız temsilcisinde, asırlardır aradığı ihlası, feragatı, bir dava uğruna nefsini feda etmek celadetini de buldu.

Said Nursî'nin kitapları tahkiki imanın birer kalesi; kendi gönlümüzden, kendi toprağımızdan fışkıran saf bir kaynak.

Said Nursi İslam irfanının cihanşümul hakikatlerini Risalelerinde toplamış. Üstad, şimşek pırıltıları ile aydınlanan karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslub kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrake seslenişi, yaralanan bir idrake, yabancılaşmış bir idrake. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliriz? Heyhat; ne bir meselenin kendisine aşinayız, ne mefhumlara. Fakat Said Nursi çok aydınlık, çok daha inandırıcı.

Tanzimat'tan beri, her hisarı deviren teceddüt dalgası, ilk defa olarak Nur Kalesi önünde geriledi. Bu emekleyen, bu kekeleyen yığın devrim yobazları için bir yüz karasıdır. Düşünmezler ki, kendi yüz karaları bu. Nurcuları yok farz etmek, gaflet. Nurcular, aralarında kendi hayatlarına devam edebilirler. Ama, kökünden kopmak kimseye mutluluk getirmez. Aydının görevi, fildişi kulesini yıkarak, bu mazlum kitleyi muhabbetle bağrına basmak, acısını anlamaya çalışmaktır.

Said Nursi bir kavga adamı. Yalçın bir irade, taviz vermeyen bir mizaç, tefekkür ve iman kalesi.

Bediüzzaman ve eserleri üzerindeki çalışmalar, gözleri açıcı olmuştur. İkaz edici olmuştur. Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi gibi eserler, çok iyi çalışmalardır. Risale-i Nur'ları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir. Risale-i Nur'lar bizim milli hazinelerimizdir.

- Ülkemiz aydınlarının başlangıcından beri Risale-i Nur'a olan tavrını "korkak, pısırık ve samimiyetsiz" olarak değerlendirmenizin sebebini izah eder misiniz?

- Aydınların pisliği ve rezilliğidir. Bunlar sahte aydınlardır. Pısırık insanlardır. Hayatlarında hiçbir şeye inanmamışlardır. Sahtekardırlar, inançsızdırlar. Her şeyin negatifi vardır onlarda. Tam bir yokluk içindedirler. Örnek yok önlerinde; benzeyecekleri kimse yok önlerinde. Yakın tarihimizde insana kıran geldi. Bu bünyenin, Bediüzzaman gibi bir tefekkür ve iman abidesine tahammülü yok.

- Bediüzzaman Said Nursi'yi "hayatı ile düşünceleri arasında hiçbir tenakuz olmayan gerçek bir fikir adamı" olarak ifade ediyosunuz. Bu düşüncenizi de misallerle açıklar mısınız?

- Nasıl başlamışsa, öyle bitirmiştir hayatını. Seksen yedi senelik ömründe, eserlerine nasıl başlamışsa, öyle de bitirmiştir. Hiçbir dünya büyüğüne dalkavukluk yapmamıştır. Bu, bizim memlekette çok büyük bir fazilettir. Cemiyette hemen hemen herkes, anadan doğma bir dalkavuk olmuş. Bugün türkülerimiz bile pis güfteli olmuş..

Üstadın eserleri, birer ihsan-ı İlahi'dir. Allah'ın ihsanıdır. Bunda ne şüphe var? Bediüzzaman, bu zamanda dinin yenileyicisidir, bir müceddittir. Maalesef, tanınmadan gidiyor. Bugün de, dışarısı tanıyor, biz kendimiz tanımıyoruz. Çok nãkadirşinaslık var. Üstad Kamil bir insandır, elbette kemalat gösterilecektir.

- Sizce Bediüzzaman nasıl bir mütefekkirdir?


- Üstad Bediüzzaman Said Nursi gerçek bir mütefekkirdir. O bir mütefekkirdir; "nasıl"a lüzum yoktur, tasnife lüzum yoktur. Bediüzzaman gibi mütefekkirler her asırda bir gelir. Onun tefekkürüne, bütün eserleri ve yaşadığı hayat seyri en beliğ bir delildir. Üstad şefkatle bağrına basıyor insanı. İçine girdikten sonra, Risale-i Nur hakikatlerini yaşamak kolaylaşıyor.

- Bediüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur'lar tefekkür ve düşünce dünyamızda nasıl bir ufuk açtı?

- Bediüzzaman ve eserleri, bütün Cumhuriyet nesilleri gibi, bizim de hakikate kapalı gözlerimizi açtı ve uyandırdı. Hakikatin çok cepheli olduğunu bir kere daha anlamış oldum. Bu hakikati, ancak Bediüzzaman gibi müstesna zatlar söyleyebilir. Biz ancak hakikati sevebiliriz. Tasvip ve takdir edebilirsek, ne mutlu bize!

- Bediüzzaman Said Nursi'nin en çok takdir ettiğiniz hususiyeti nedir?

- Evvela celadetidir. Sonra, aynı fikirler üzerinde ısrar edişi. Dönmeden yürüyüşü. Samimiyeti. Bence en mühim vasıflan bunlardır.

- Bediüzzaman'ın hayatı boyunca uğradığı zulmün ve haksızlığın sebebi ne olabilir?


- Sebebi gayet basittir: Değersiz insanların, gerçek değerlere karşı duyduğu kin. Nur'a karşı yapılan zulümler namussuzluktur. Bunun başka ne sebebi olabilir.

Ziya Paşa ne güzel söylemiş: "Rencide olur dîde-i huffaş ziyadan." Yarasalar, elbette nurdan, ziyadan ve ışıktan rahatsız olup kaçacaklardır.

-1935'ten 1985'e kadar, tam elli yıl, Bediüzzaman, Nur Risaleleri ve Nur talebeleri bin beşyüz defa mahkemeye verilip beraat etmiştir. Bu noktanın kritiğini, izahını yapar mısınız?

- Tarihte bu meselenin bir örneğine daha hiçbir şekilde rastlanmaz. Bu, hikmet-i İlahiyedir, takdir-i İlahidir. Yarasaların gözü ışıktan daima incinir. Yarasa gözü aydınlıktan hoşlanmaz. Karanlığı arar. Bizdeki inkılapçı yobazlar da, karanlıktan hoşlanırlar. Hiçbir aydınlığa tahammülleri yoktur. Bu vak'a da eşyanın mahiyeti icabıdır.

Bu ışıkla karanlığın, imanla inkarın arasındaki ebedi kavganın yeni bir tecellisidir.

- 1935'ten bu yana Risale-i Nur'ların ve Bediüzzaman'ın aleyhine yazı, resim, karikatür ve düzmece röportajlar neşreden gazeteler, şimdi de parayla Risale-i Nur'ların reklamını ve propagandasını yapıyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Mecelle'nin umumi hükümlerindendir: "El-umuru merhunün li evkatihim" Yani, her şeyin bir vakti vardır. Demek ki, bu hayırlı Nur hizmetinin vakti şimdiymiş. Geç olsun da, güç olmasın: Her şeye rağmen, memnun olunacak bir hadisedir. Demek, küfür kendi kendine pişman oldu veya hücumlarının bir şeye yaramadığını anladılar. Bir nevi ıslah-ı hal olarak kabul etmemizi ve memnunluk duymamız lazımdır.

Yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış. İşte, bitti gitti. Her şeye rağmen, çok güzel bir hareket. Bu hareketler bize memnuniyetler verir. Geç de olsa, oldu. Küfür nihayet teslim-i silah etmektedir.

- Boğaziçi Üniversitesinden Prof.Dr. Şerif Mardin, yedi yıldır Bediüzzaman Said Nursî ile alakalı çalışmalar yapıyor. Ona Bediüzzaman hakkında çalışmalar yapmasını ilk defa siz tavsiye etmiştiniz, zannederim. '

- Şerif Mardin'le on senedir tanışırız. Kendisi Ebu'l-A'la Hocanın (Mardin) yakın akrabasıdır. Ben, konuyu sadece kendisine hatırlattım. "Yakın düşünce tarihimizle yakından alakadarsınız. Mesela, Bediüzzaman'ın hayatı ve eserleriyle neden uğraşmıyorsunuz?" demiştim. Sadece hatırlatmıştım. O da, "Doğru" diye tavsiyeme iştirak etmişti. Böylece çalışmaya başlamıştı.

- Türkiye, İngiltere, İtalya, Mısır, Suudi Arabistan üniversitelerinde Risale-i Nur'lar ve Bediüzzaman üzerine tezler ve çeşitli çalışmalar yapılıyor. Bu konuda ne diyorsunuz?

- İnsan bir günde zulmetten nura gelmez.

"Olma ye's ü ümmid ile hemdem / Alem-i inkılabdır alem."

Beş dakika sonrası bize ait değildir. İnsan için hiçbir şey mutlak olmamak lazımdır. Beyne'l-havf ve'r-reca (korku ve ümit ortasında). Müzmin her zaman böyle olmalıdır. Alem mütemadiyen değişmektedir. Bu değişen alem içinde, hiç bir zaman mutlak bir ümit veya yeis sõz konusu olamaz. Ümit lazım, fakat mutlak değil...

Bu çalışmalar çok güzel bir ümittir. İnsanlar ve zaman değişiyor. İktidarımız, ancak hüsnüniyetimizden ibaret olabilir. Ancak niyetimizi ve ihlasımızı kontrol altına alabiliriz. Bir dakika sonrasını bilmiyoruz. Bu ana göre, bu durum bir güzelliktir.

- Bugün Risale-i Nur'lar ve Bediüzzamanın hayatı, birçok yayınevi tarafından beş dilde, dünyanın muhtelif ülkelerinde ise on dünya diline çevrilip neşredilmektedir. Sizin tabirinizle "kendi bağrımızdan çıkan" Nur risalelerinin bu fütuhatını nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Bu büyük fütuhat, büyük bir imparatorluğun son sözleridir. Bu hareket, Osmanlı devletinin bir nevi vasiyetidir. Bedüzzaman Hazretleri, Osmanlı devletinin son temsilcisidir. Risale-i Nur'lar, Bedüzzaman Hazretlerinin insanlığa hitabesidir.

- Bediüzzaman ve Nur talebelerinin İslam iman hizmetlerindeki fedakârlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?


- Son elli yıl içinde çeşitli felaket ve musibetlerle uyuşan geniş halk tabakalarına Hakkın ve İslamın şuurun sesini haykıran tek mücahid: Bediüzzaman Said Nursi'dir.

Ülkemizin yüzüstü bırakılan insanları, onun Nur Risalelerini okuyarak İslamiyetin ne kadar aydınlık, ne kadar muhteşem ve ne derece şerefli bir inanç manzumesi olduğunu idrak ettiler. Zilletleri izzete tahavvül etti. Mukaddes iman ateşini söndürmek için bütün çile ve işkencelere katlandı. Sonunda dünyadan edebiyete muzaffer olarak intikal etti. Bediüzzaman; ışığı vatan sathına en çok yayılan gür bir meş'aledir. İslamın bayrağını zinde bir imanla gelecek nesillere devretmek için hiçbir fedakarlıktan çekinmeyen Nur Talebeleri hem sayı, hem ihlas bakımından önde olmak vasfını muhafaza etmektedir.

- Risale-i Nur Külliyatının dilini ve üslubunu nasıl buluyorsunuz?


- Her eser kendi diliyle doğar. Risale-i Nur'un dili Kur'anî ve İslamî bir lisandır.

Evveliyetle Kur'ani ve İslamî kelimeler tercüme edilemez.

Risale-i Nur imanın dilidir. İman tercüme edilemez. İman, hendese değil ki tercüme edilsin.

Bediüzzaman Said Nursî'nin eserlerini, ancak, Said Nursi kabiliyetinde ve İslami kelime hazinesini onun kadar iyi bilen birisi nihayet tevil ve tefsire kalkışabilir. Bunu da ne kadar yapabileceği yaptıktan sonra belli olur.

Risale-i Nurları tercüme etmek mümkün değildir. Risale-i Nurları anlamaya çalışmak, ancak bize nasip olabilecek en büyük mükafattır.

Risale-i Nurun kelimelerl üzerinde oynamak kimsenin hakkı değildir, haddi de değildir.

- Şarktaki ve Garbtaki eserleri okuyup, bilen bir Müslüman mütefekkir olarak, tedkik edip istifade ettiğiniz Risale-i Nurların dikkatinizi çeken, enteresan ve orijinal bulduğunuz bir cihetini anlatır mısınız?


- Risale-i Nur hazinesinin şu ciheti bu ciheti diye bir tefrik yapılamaz.

Müstesna olan Nur eserlerinin bütünüdür. Risale-i Nur'da üslup ile mana tam bir ahenk halindedir. Denizin suyunda tuzla su nasıl kaynamışsa, Nur eserlerinde de mana ile üslup o şekilde kaynaşmıştır.

Bediüzzaman mükemmel bir hafıza ile bütün kaynakları ezberlemiştir.

Bediüzzaman'ın bir kütüphaneye ihtiyacı yoktur. Onun eserleri İlham-ı Rabbãnidir.

- Risale-i Nur'un Türk ilinde ve Türk dilinde olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?


- Koca bir devlet kurmuşuz, cihana hükmetmişiz. İslam dünyasında abilik vazifesi bize düşer. Dünya hakikatı bizden almış, iktibas etmişler. Büyük mesuliyetimiz var.

Risale-i Nur milletimize Rabbani bir iltifattır. Risale-i Nurun bizim ülkemizde çıkması Allah'ın bir nimetidir.

Risale-i Nurlar haysiyetimizin bir müdafaasıdır. İslam dünyasında ihraz etmiş bulunduğumuz mevki-i bülentin hakkı olduğunu isbat eden bir hüccettir. Yani Risale-i Nur bizim namusumuzu kurtarıyor.
Devamını Oku »

Sünnet-i Seniyyenin Meseleleri Pusula Gibi

Bismillahirrahmanirrahim


ÜÇÜNCÜ NÜKTE


Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya, kâh serâdan Süreyya’ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum.

Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum.

Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.


Bediüzzaman Said Nursi


(Lem'alar | On Birinci Lem'a)
Devamını Oku »

Vehhabiler Hakkında


Altıncı Risale olan Altıncı Mesele[Harameyn-i Şerifeyne Vehhabilerin tasallutuna dairdir]


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم
وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً 1



Aziz kardeşlerim,

“Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geçmesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkındaki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete mebnîdir?” diye sual ediyorsunuz.


Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için, Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi daire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadığım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatıran için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sıkılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasarnüktelerle beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahabeden başlayarak gelmiş. İşte o an’ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâricîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet tevellüd etmiştir. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet” ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbilerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif damarı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti.

Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlar, nasıl ki ehl-i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.)âdilâne darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Bekir’e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne, fırsat buldukça tecavüz etmişler.

Üçüncü esas:
Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar.

Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’ân meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâlefetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyorlar.


İKİNCİ NÜKTE:


Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i insâniyet itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin nazarıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye itibariyle beşer birkaç devri geçirmiş.

• Birinci devri; vahşet ve bedevîlik devri,

• İkinci devri; memlûkiyet devri,

• Üçüncü devri; esir devri,

• Dördüncüsü; ecir devri,

• Beşincisi; mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edilmiş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler.

Sonra bu memlûklar dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevirmişler; yani, memlûkiyetten kurtulup fakat el-hükmü li’l-ğâlib1 olan zâlim düsturuyla yine insanların kavîleri zayıflarına esir muâmelesi yapmışlar.

Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zenginler olan havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani sermaye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir ücrete mukabil istihdam etmeleridir.

Bu devirde sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti.

Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umumîden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret vermiş.

İkinci esas:
Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sürdü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı diniyeye hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor.

Üçüncü esas: Sükût...

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:


Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müsbet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır.

Meselâ, Şîalar Kur’ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrûmuhabbet-i Ehl-i Beytin âsârını zaptederek, Sahabe ve Şeyheynin buğzuna binâ edip, âsâr göstermişler; لاَلِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ 2olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nusûs-u Şeriate ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfi ve sanemperestliği imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar.

Fakat, birinci nüktedeki üç esasta beyan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garazlar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar.

Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır. Her neyse...

Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mesleğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi.

Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerinden, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:


Esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâbın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder.

Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir tecavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sünnet, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş.

Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem intikamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:..

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i istimâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi.

Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı.

Yani, sırf Cenâb-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi.

Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin.

Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı.

Elbette,اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ 3 kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Esbâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar esbâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir âyine hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine celbetse, Tevhîd-i hakîkiye münâfi olur.

İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, esbâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor.

İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü:
Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler.

İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâenâniyetle ittiham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendileri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zâtlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmiyenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sûrette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kadermünâsip görmedi ki; bu muharripleri Ehl-i Sünnete taslît etti. Onlarla tâdil edecek.

Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla beraber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyiâtlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik muvaffak ediyor. O cihet de şudur ki:

Namaza çok dikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i harekete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaytlık etmiyorlar. Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyorlar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâen şeâir-i diniyeyi tahrip etmiyorlar.

Hem, Vehhâbilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı kebîri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Menbâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti...

سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ 4


Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :

1- Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla.

2- Öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zâlimlere isâbet etmez. (Enfal Sûresi: 25.)

3- Hüküm galip olanın lehinedir.

4- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
Devamını Oku »

İman ve Küfrün Ne Olduğunu Bilmeyen Bir Kimsenin Durumu Nedir?



Talebe: Yemin ederim, kendi nefsimizden de anlayabileceğimiz bir hususu ifâde ettiniz. Fakat acaba, îman ve küfrün ne olduğunu bilmeyen bir kimsenin durumu nedir? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a): Şüphesiz ki insanlar; Yüce Allah'ı bilme ve tasdik etmeleri ile mü'min, inkâr etmeleri sebebiyle de kâfir olurlar. Allah'ın kulu olduklarını ikrar, Allah'ın birliğini ve O'nun katından gelen şeyleri tasdik ettikleri zaman, îman ve küfrün ne demek olduğunu bilmeseler de, îmanın hayırlı, küfrün de şerli bir şey olduğunu bildiklerinden dolayı, kâfir olmazlar. Meselâ kendisine bal ve sabır(Sarı renkli, acı bir madde.)getirilen bir kimse ikisinden de tadar; balın tatlı, sabırın da acı olduğunu bilir. O kimsenin acılık ve tatlılık mefhumunu bilmediği söylenemez. Söylenecek tek şey onun acılık ve tatlılık isimlerini bilmediğidir. İman ve küfür isimlerini bilmeyen de böyledir. Fakat o kimse îmanıniyi , küfrün de kötü olduğunu bilir. Bu durumda olan bir kimsenin Allah'ı bilmediği söylenemez. Sadece îman ve küfür isimlerini bilmiyor denilir.

Talebe: Acaba mü'min azap görürse, îmanı ona fayda verir mi? Kendisinde îman mevcut iken, îman ettikten sonra azaba maruz kalır mı? Bunu açıklayın.

Âlim (r.a.):
Suallerin içinde, benzerini sormadığın meseleleri sordun. Ben inşallah sana o konularda fetva vereceğim. "Mü'min eğer azap görürse îmanı fayda verir mi? Kendinde îman olduğu halde azaba uğrar mı?" diyorsun. Evet, îmanmü'mine fayda verir, çünkü îman onu en şiddetli azaptan korur. En şiddetli azap ise ancak kâfirin azabıdır. Zîra küfürden daha büyük günah yoktur. Bu durumda bulunan mü'min Allah'ı inkâr etmemiş, fakat emrettiği bazı hususlarda ona âsi olmuştur. Eğer Allah, ona azap ederse işlediği nisbetinde azap eder. İşlemediği şey için azap etmez.

Tıpkı adam öldüren ve fakat hırsızlık yapmayan kimsenin, sadece katil suçu ile cezalandırılıp, hırsızlık suçu ile cezalandırılmaması gibi. Nitekim Allah Kur'ân-ı Kerîm'de "Yaptıklarınızdan başkasıyla karşılık görmezsiniz."(Yasin,54)buyurmaktadır. Hastalığı az olan hastanın durumu daha ehvendir. Dünyada azap çekip, en şiddetli azaptan kurtulan sadece bir nevi azap çeken kimsenin durumu, iki çeşit azap çeken kimseden daha kolaydır. Mü'min de böyledir, eğer işlediği bir günah için azap görürse, bu iki günah için çekeceği azaptan daha hafif olur.

Ebu Hanife - Alim ve-l Muallim
Devamını Oku »

Peygamberimizden (a.s.m) nakledilenlerin kaynağı


Bismillahirrahmanirrahim

ÜÇÜNCÜ ESAS:
Naklolunan haberler, eğer tevatür suretinde olsa, kat’îdir.

Tevatür iki kısımdır:

Biri sarih tevatür,

biri mânevî tevatürdür.

Mânevî tevatür de iki kısımdır.(Haşiye) Biri sükûtîdir. Yani, sükût ile kabul gösterilmiş. Meselâ, bir cemaat içinde bir adam, o cemaatin nazarı altında bir hâdiseyi haber verse, cemaat onu tekzip etmezse, sükûtla mukabele etse, kabul etmiş gibi olur. Hususan, haber verdiği hâdisede cemaat onunla alâkadar olsa, hem tenkide müheyyâ ve hatayı kabul etmez ve yalanı çok çirkin görür bir cemaat olsa, elbette onun sükûtu o hâdisenin vukuuna kuvvetli delâlet eder.

İkinci kısım tevatür-ü mânevî şudur ki: Bir hâdisenin vukuuna, meselâ “Bir kıyye taam, iki yüz adamı tok etmiş” denilse, fakat onu haber verenler ayrı ayrı surette haber veriyor. Biri bir çeşit, biri başka bir surette, diğeri başka bir şekilde beyan eder. Fakat umumen, aynı hâdisenin vukuuna müttefiktirler. İşte, mutlak hâdisenin vukuu, mütevatir-i bilmânâdır, kat’îdir. İhtilâf-ı suret ise zarar vermez.

Hem bazan olur ki, haber-i vahid, bazı şerâit dahilinde tevatür gibi kat’iyeti ifade eder. Hem bazan olur ki, haber-i vahid, haricî emarelerle kat’iyeti ifade eder.

İşte, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan bize naklolunan mu’cizâtı ve delâil-i nübüvveti, kısm-ı âzamı tevatürledir: ya sarihî, ya mânevî, ya sükûtî. Ve bir kısmı, çendan haber-i vahidledir. Fakat öyle şerâit dahilinde, nakkad-ı muhaddisîn nazarında kabule şayan olduktan sonra, tevatür gibi kat’iyeti ifade etmek lâzım gelir. Evet, muhaddisînin muhakkikîninden “el-hâfız” tabir ettikleri zâtlar, lâakal yüz bin hadîsi hıfzına almış binler muhakkik muhaddisler, hem elli sene sabah namazını işâ abdestiyle kılan müttakî muhaddisler ve başta Buharî ve Müslim olarak Kütüb-ü Sitte-i Hadîsiye sahipleri olan ilm-i hadîs dâhileri, allâmeleri tashih ve kabul ettikleri haber-i vahid, tevatür kat’iyetinden geri kalmaz.

Evet, fenn-i hadîsin muhakkikleri, nakkadları o derece hadîsle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadîs içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadîs olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadîsin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez. Yalnız, İbn-i Cevzî gibi bazı muhakkikler, tenkitte ifrat edip, bazı ehâdis-i sahihaya da mevzu demişler. Fakat her mevzu şeyin mânâsı yanlıştır demek değildir; belki “Bu söz hadîs değildir” demektir.

Sual: An’aneli senedin faidesi nedir ki, lüzumsuz yerde, malûm bir vakıada, “an filân, an filân, an filân” derler?

Elcevap: Faideleri çoktur. Ezcümle, bir faidesi şudur ki: An’ane ile gösteriliyor ki, an’anede dahil olan mevsuk ve hüccetli ve sadık ehl-i hadîsin bir nevi icmâını irae eder ve o senette dahil olan ehl-i tahkikin bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o an’anede dahil olan herbir imam, herbir allâme, o hadîsin hükmünü imza ediyor, sıhhatine dair mührünü basıyor.

Sual: Neden hâdisât-ı i’câziye, sair zarurî ahkâm-ı şer’iye gibi tevatür suretinde, pek çok tarîklerle, çok ehemmiyetli nakledilmemiş?

Elcevap: Çünkü ekser ahkâm-ı şer’iyeye, ekser nas, ekser evkatta muhtaçtır. Farz-ı ayn gibi, o ahkâmın her şahsa alâkası var. Amma mu’cizat ise, herkesin herbir mu’cizeye ihtiyacı yok. Eğer ihtiyaç olsa da, bir defa işitmek kâfi gelir. Âdetâ farz-ı kifaye gibi, bir kısım insanlar onları bilse yeter.

İşte bunun içindir ki, bazı olur, bir mu’cizenin vücudu ve tahakkuku, bir hükmün vücudundan on derece daha kat’î olduğu halde, onun râvisi bir iki olur, hükmün râvisi on yirmi olur.

---

(HAŞİYE): Şu risalede tevatür lâfzı, Türkçe “şayia” mânâsındaki tevatür değil, belki yakîni ifade eden, yalan ihtimali olmayan kuvvetli ihbardır.

Bediüzzaman Said Nursî

(Mektubat | On Dokuzuncu Mektup)
Devamını Oku »

Risale-i Nur'da İlm-i Kaideler



Bir şey tamamıyla elde edilemediği takdirde o şeyi tamamıyla terketmek caiz değildir.” (İşarat-ül İ’caz 9)


*****


Malûmdur ki, şerr-i kalil için hayr-ı kesîr terkedilmez. Terkedilirse, şerr-i kesîr olur. Zekat ve cihadda olduğu gibi. (İşarat-ül İ’caz 27)


*****


…kaide-i mukarreredir ki: “Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor.” Bir davaya müsbit bir şahidin hükmü, yüz nâfîlere racih olur. Bu hakikata bu temsil ile bak. Şöyle ki:
Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez. (Lem’alar )


*****

…meşhur kaidedir ki: Tahayyül-ü şetm, şetm olmadığı gibi, tahayyül-ü küfür dahi, küfür değil ve tasavvur-u dalalet de dalalet değil. İmandaki şekk mes’elesi ise, imkân-ı zâtîden gelen ihtimaller, o yakîne münafî değil ve o yakîni bozmaz.

İlm-i usûl-i dinde kavaid-i mukarreredendir ki:

اِنَّ اْلاِمْكَانَ الذَّاتِىَّ لاَ يُنَافِى الْيَقِينَ اْلاِلْمِىَّ

Meselâ: Barla Denizi su olarak yerinde bulunduğuna yakînimiz var. Halbuki zâtında mümkündür ki; o deniz, bu dakikada batmış olsun ve batması mümkinattandır. Bu imkân-ı zâtî, madem bir emareden neş’et etmiyor, zihnî bir imkân olamaz ki, şekk olsun. Çünki yine ilm-i usûl-i dinde bir kaide-i mukarreredir ki:

لاَعِبْرَةَ لِلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِىءِ عَنْ دَلِيلٍ

Yani: “Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun.” İşte bu desise-i şeytaniyeye maruz olan bîçare adam, hakaik-i imaniyeye yakînini, böyle zâtî imkânlar ile kaybediyor zanneder. Meselâ: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında beşeriyet itibariyle çok imkân-ı zâtiye hatırına geliyor ki, imanın cezm ü yakînine zarar vermez. Fakat o, zarar verdi zanneder, zarara düşer.(Lem’alar)

*****

…Usûl-ü şeriatın kaide-i mühimmesindendir: اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: “Bilerek zarara razı olana şefkat edip lehinde bakılmaz.”(Mektubat 362)

*****

…kavaid-i usûliyedendir ki: Fakîh olmayan, velev ki usûl-ül fıkıhta müçtehid olsa, icma-ı fukahada muteber değildir. Zira o, onlara nisbeten âmidir. (Muhakemat 28)

*****

لَيْسَ الْكَحْلُ كَالتَّكَحُّلِkaidesine binaen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından heyetinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.(Muhakemat 145)


*****

…İlm-i Kelâm’ın kaidelerindendir ki: İmkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münafî değil ve zaruret-i zihniyeye zıddiyeti yoktur. Meselâ: Şu dakikada Karadeniz’in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı zâtî ile muhtemeldir. Halbuki yakînen, o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz, şübhesiz biliyoruz. Ve o ihtimal-i imkânî ve o imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir şübhe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ: Şu güneş zâtında mümkündür ki, bugün gurub etmesin veya yarın tulû’ etmesin.

Halbuki bu imkân yakînimize zarar vermez, şübhe getirmez. İşte bunun gibi, meselâ hakaik-i imaniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurubuna ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna, imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imanîye zarar vermez. Hem لاَ عِبْرَةَ ِلْلاِحْتِمَالِ الْغَيْرِ النَّاشِئِ عَنْ دَلِيلٍ yani: “Bir delilden neş’et etmeyen bir ihtimalin hiç ehemmiyeti yoktur” olan kaide-i meşhure; hem usûl-üd din, hem usûl-ül fıkhın kaide-i mukarreresindendir.(Sözler 278)


*****

Hem şerikler “müstağniyetün anha” ve “mümteniatün bizzât” yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi, vücudları muhal oldukları halde onları dava etmek, sırf tahakkümîdir. Yani aklen, mantıkan, fikren o davayı ettirecek bir sebeb olmadığı için, manasız sözler hükmündedir. İlm-i Usûlce “tahakkümî” tabir edilir. Yani manasız dava-yı mücerreddir. (Sözler – 607)


*****

…ilm-i usûl ve hikmetteمَا لَمْ يَجِبْ لَمْ يُوجَدْkaidesince mukarrerdir ki: “Bir şey vâcib olmazsa, vücuda gelmez.” Yani, illet-i tâmme bulunacak; sonra vücuda gelebilir. İllet-i tâmme ise; ma’lulü, bizzarure ve bilvücub iktiza ediyor. O vakit ihtiyar kalmaz.(Sözler 467)


******

…”hususî olmayan ve has bir yere bakmayan bir nefy isbat edilmez” meşhur bir düsturdur. Meselâ bir şeyi dünyada var diye ben isbat etsem, sen de “dünyada yok” desen; benim bir işaretimle kolayca isbat edilebilen o şeyin sen nefyini yani ademini isbat etmek için, bütün dünyayı aramak ve taramak ve göstermek, belki geçmiş zamanların her tarafını dahi görmek lâzım geliyor. Sonra “yoktur, vuku bulmamıştır” diyebilirsin.(Şualar 101)


*****

وَ الْعَدَمُ الْمُطْلَقُ لاَ يُثْبِتُ اِلاَّ بِمُشْكِلاَتٍ عَظِيمَةٍ bir kaide-i usûldür. Evet birşeyi dünyada var desen, yalnız o şeyi göstermek kâfi gelir. Eğer yok deyip nefyetsen, bütün dünyayı eleyip göstermek lâzım gelir ki, tâ o nefiy isbat edilsin.(Lem’alar 121)


*****


…ilm-i hadîsçe ve ülema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan “Sahabeler, daima doğru söylerler. Onlardaki rivayet tezkiyeye muhtaç değil. Peygamber’den (Aleyhissalâtü Vesselâm) rivayet ettikleri hadîsler, bütün sahihtir” diye ehl-i şeriat ve ehl-i hadîsin ittifakına kat’î hüccet, bu mezkûr hakikattır.(Hutbe-i Şamiye 49)


*****

…Kavaid-i mukarreredendir ki: “Mana-yı harfî, kasdî hükümlere mahkûm-u aleyh olamaz. Ve o mana-yı harfînin inceliklerine tedkikat yapılamaz. Fakat mana-yı ismî, sadık, kâzib her hükme mahal olur.” Bu sırra binaendir ki mana-yı ismî ile kâinata bakan felasifenin kitablarında kâinata ait hükümler, nefs-ül emirde örümceğin nescinden zaîf ise de, zahire göre daha muhkem görünüyor.(Mesnevi-i Nuriye 238)

*****

…Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel malûm olması gerektir. Bunun içindir ki; bazı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve isti’nas-ı efkâr için cumhurun mu’tekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delalet etmek için değildir. Zira Kur’an, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakikatları ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işaret eder. Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübin’in bazı âyâtı, bazısına müfessirdir.(Muhakemat 162)


*****

…Fenn-i Âdâb ve İlm-i Münazara’nın üleması mabeynindeki hakperestlik ve insaf düsturu olan şu: “Eğer bir mes’elenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına tarafdar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.” Hem zarar eder. Çünki haklı çıktığı vakit o münazarada bilmediği bir şeyi öğrenmiyor, belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa; zararsız, bilmediği bir mes’eleyi öğrenip, menfaatdar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip, tarafdar çıkar, memnun olur.

İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarîkat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlası kazanırlar. (Lem’alar 158)


*****

“…”Eğer bir meselenin münazarasında kendi sözünün haklı çıktığına taraftar olup ve kendi haklı çıktığına sevinse ve hasmının haksız ve yanlış olduğuna memnun olsa, insafsızdır.”

Hem zarar eder. Çünkü haklı çıktığı vakit, o münazarada bilmediği birşeyi öğrenmiyor. Belki gurur ihtimaliyle zarar edebilir. Eğer hak hasmının elinde çıksa, zararsız, bilmediği bir meseleyi öğrenip menfaattar olur, nefsin gururundan kurtulur. Demek insaflı hakperest, hakkın hatırı için nefsin hatırını kırıyor. Hasmının elinde hakkı görse, yine rıza ile kabul edip taraftar çıkar, memnun olur. İşte bu düsturu ehl-i din, ehl-i hakikat, ehl-i tarikat, ehl-i ilim kendilerine rehber ittihaz etseler, ihlâsı kazanırlar.


*****

…usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan’da “maânî-i ûlâ” tabir olunan suret-imanaya raci’ değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ:”Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa,yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; kelime-ivâhid hükmünde olan Kelâmullah’ın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar. (Muhakemat 15)


*****

Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzib; kinayât ve emsâllerinde, fenn-i Beyân’da “maânî-i ûlâ” ta’bir olunan sûret-i ma’naya râci değildirler. Ancak “maânî-i sânevî” ile ta’bir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: “Filanın kılıncının bendi uzundur” denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir.(Muhakemat,10)

Burda aynı zamanda fıkhi bir kaide de var.Kinayeyle söylenen kelam yalan olmuyor.

اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ

kaidesi, yani “Zaruret, haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir adam sû’-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı, ülema-i Şeriatça aleyhinde caridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talakı vaki’ olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat sû’-i ihtiyarıyla olmazsa, talak vaki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelası zaruret derecesinde mübtela olsa da, diyemez ki: “Zarurettir, bana helâldir.” (Sözler 482)


******

…bilmüşahede sabittir ki: Bina gibi bir şeyin vücudu, bütün eczasının mevcudiyetiyle takarrur eder. Halbuki onun harabiyeti ve ademi ve inhidamı, bir rüknün ademiyle hasıl olur. Hem vücud, her halde mevcud bir illet ister. Muhakkak bir sebebe istinad eder. Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî birşey, madum birşeye illet olur.

İşte bu iki kaideye binaendir ki: Şeytan-ı ins ü cinnin kâinattaki müdhiş âsâr-ı tahribkâraneleri ve enva’-ı küfür ve dalalet ve şerr ve mehaliki yaptıkları halde, zerre mikdar icada ve hilkate müdahaleleri olmadığı gibi, mülk-ü İlahîde bir hisse-i iştirakleri olamıyor. Ve bir iktidar ve bir kudretle o işleri yapmıyorlar, belki çok işlerinde iktidar ve fiil değil, belki terk ve atalettir. Hayrı yaptırmamakla, şerleri yapıyorlar. Yani, şerler oluyorlar. (Lem’alar 73)


******

…usûl-i şeriatta takarrur ettiği vechile, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû’-i istimale uğrar. Maahaza bir şeyin zararı menfaatına galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-ı muteber olur. Maslahat, o şeyi terketmekte olur. (İşarat-ül İ’caz 82)


******

…Bir âlim-i şeriatın vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş’et eder.
Umûr-u mukarreredendir ki; efkâr-ı âmmenin birşeye verdiği mükâfat, gösterdiği rağbet ve teveccüh ekseriya o şeyin kemaline nisbeten değildir, belki ona derece-i ihtiyaç nisbetindedir. Bir saatçının bir allâmeden ziyade ücret alması bunu teyid eder. (Sünuhat-Tuluat-İşarat 33)


******

…zaruriyat-ı diniyeyi, mesail-i cüz’iye-i fer’iye-i hilafiye ile mezcedip, ona tâbi’ gibi kılmakta, büyük bir hatar vardır. Zira “Musavvibe”nin (*) muhalifi olan “Tahtieci”lerden biri der ki: “Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır, savaba ihtimali var.” Halbuki cumhur-u avam, mezhebde imtizac etmiş olan zaruriyatı, nazariyat-ı içtihadiyeden vazıhan temyiz etmediğinden, sehven veya vehmen Tahtie’yi filcümle teşmil edebilir. Bu ise, hatar-ı azîmdir. Bence Tahtieci, hubb-u nefisten neş’et eden “inhisar zihniyeti” illetiyle ma’luldür. Ve Kur’anın câmiiyetinden ve umum tabakat-ı beşere şümul-ü hitabından gafletle mes’uldür. (Sünuhat-Tuluat-İşarat 33)

(*): “Dört mezheb de haktır. Füruatta hak taaddüd eder.” diyenlere, İlm-i Usûl ıstılahınca “Musavvibe” denir.


******

Bir kaide-i mukarreredir: Birşey cüz’-ü ihtiyarînin dairesinden ve cüz’iyetten çıkıp külliyet dairesine girse,veyahut bihasebil’âde def’i muhal olsa; zamana isnad edilir ve kabahat dehre atılır,taşlar feleğin kubbesine vurulur. Eğer iyi temaşa etsen göreceksin ki; feleğe atılan taşlar, döndüğü vakit bir yeis olarak kalbde tahaccür eder…(Münazarat 52)
Devamını Oku »

Ramazan-ı Şerife Dairdir




Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.

Meal-i Şerifi:
"O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur'ân, o ayda indirilmiştir." Bakara Sûresi, 2:185.

BİRİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada min haysü lâ yahtesib bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rububiyetini ve Rahmâniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubudiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

İKİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Mübareğin savmı, Cenâb-ı Hakkın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Birinci Sözde denildiği gibi, bir padişahın mutfağından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiyat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymettar olan o nimetleri kıymetsiz zannedip onu in'âm edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi; Cenâb-ı Hak, hadsiz envâ-ı nimetini nev-i beşere zemin yüzünde neşretmiş, ona mukabil, o nimetlerin fiyatı olarak şükür istiyor. O nimetlerin zâhirî esbabı ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiyat veriyoruz, onlara minnettar oluyoruz. Hattâ, müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz. Halbuki, Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede, o nimet vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte Ona teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya Ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü, sair vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet anlaşılmıyor. Halbuki, iftar vaktinde, o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok kıymettar bir nimet-i İlâhiye olduğuna kuvve-i zâikası şehadet eder. Padişahtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini anlamakla bir şükr-ü mânevîye mazhar olur.

Hem gündüzdeki yemekten memnûiyeti cihetiyle, "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim. Demek başkasının malıdır ve in'âmıdır; Onun emrini bekliyorum" diye, nimeti nimet bilir, bir şükr-ü mânevî eder.

İşte, bu suretle oruç çok cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Oruç, hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halk edilmişler. Cenâb-ı Hak, o ihtilâfa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor. Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi fert olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir; ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü, hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telâkki eder. Hattâ, mevhum bir rububiyet ve keyfemâyeşâ hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan, dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmişse, bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına, nimet-i İlâhiyeyi hayvan gibi yutar.

İşte, Ramazan-ı Şerifte, en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki, kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.

BEŞİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:


Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamışsa!

ALTINCI NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin sıyâmı, Kur'ân-ı Hakîmin nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur'ân-ı Hakîmin en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Kur'ân-ı Hakîm, madem şehr-i Ramazan'da nüzul etmiş. O Kur'ân'ın zaman-ı nüzulunu istihzar ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlâttan tecerrüt ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette o Kur'ân'ı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekremden (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil'den, belki Mütekellim-i Ezelîden dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur'ân'ın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet, Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur'ân'ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan, âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor; Ramazan Kur'ân ayı olduğunu ispat ediyor. O cemaat-i uzmânın sair efradları, bazıları huşû ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmekle o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkinse ve o mesciddeki cemaatin mânevî nefretine ne kadar hedef ise, öyle de, Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyâma muhalefet edenler de o derece umum âlem-i İslâmın mânevî nefretine ve tahkirine hedeftir.

YEDİNCİ NÜKTE

Ramazan'ın sıyâmı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeye gelen nev-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Ramazan-ı Şerifte sevab-ı a'mâl, bire bindir. Kur'ân-ı Hakîmin, nass-ı hadisle, herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin on değil, bin; ve Âyetü'l-Kürsî gibi âyetlerin herbir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerifin Cumalarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i Kadirde otuz bin hasene sayılır. Evet, herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur'ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki meyveleri Ramazan-ı Şerifte mü'minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette olduğunu anla.

İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılat için gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünemâ-i a'mâl için, bahardaki mâ-i Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlâhiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resmigeçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına ve mâlâyâni ve hevâperestâne müştehiyâta girmemek için, oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek, savmı ile Samediyete bir nevi aynadarlık etmektir.

Evet, Ramazan-ı Şerif, bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta, bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır. Evet, birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i kàtıadır.

Evet, nasıl ki bir padişah, müddet-i saltanatında, belki her senede, ya cülûs-u hümayun namıyla veyahut başka bir şâşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar. Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil, belki hususî ihsânâtına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sadık milletini has teveccühüne mazhar eder. Öyle de, Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelâli, o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlişânı olan Kur'ân-ı Hakîmi, Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir.

Madem Ramazan o bayramdır. Elbette bir derece süflî ve hayvanî meşagilden insanları çekmek için, oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve herbirisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak;ve o lisanı, tilâvet-i Kur'ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittibâ ettirilebilir.

SEKİZİNCİ NÜKTE


Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

İnsana en mühim bir ilâç nev'inden maddî ve mânevî bir perhizdir. Ve tıbben bir hımyedir ki, insanın nefsi yemek, içmek hususunda keyfemâyeşâ hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi, hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, adeta mânevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir, serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez; o insana biner.

Ramazan-ı Şerifte, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kabiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi bozmamaya çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok defa müptelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç, on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse, o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.

Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerifte mü'minler derecâtına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.

DOKUZUNCU NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:


Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

Hadisin rivayetlerinde vardır ki:

Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?"

Nefis demiş: "Ben benim, Sen sensin."

Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş.

Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: "Men ene? Ve mâ ente?"

Nefis demiş: "Ente Rabbiye'r-Rahîm., Ve ene abdüke'l-âciz." Yani, "Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.

Allahım! Efendimiz Muhammed'e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur'ân'ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.

"İzzet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıklarından münezzehtir. Bütün peygamberlere selâm olsun. Hamd ise Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." Sâffât Sûresi, 37:180-182.

İtizar: Şu İkinci Kısım, kırk dakikada sür'atle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtip ikimiz de hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih edebilirler.




Risale-i Nur,Ramazan Risalesi - Said Nursi hz.
Devamını Oku »

Varlıklar La ilahe illa Hu ile tevhidi ilan ediyor



Bismillahirrahmanirrahim

Hidayet-i Kur’âniyyenin nesîminden

Peygamberlerin Efendisi Muhammed’in risaletini âlemlere rahmet kılan Âlemlerin Rabbine hamd olsun. Allah, ona ve bütün âl ve ashabına rahmet etsin.

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor.Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktizâ ediyor.

-Ve o tabakat ile envâ, bütün erkânıyla Lâ rabbe illâ Hû diye ilân-ı şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki müşabehet böyle istiyor.

-Ve o erkân bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü aralarındaki temâsül böyle iktizâ eder.

-Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire illâ Hû diye şehadet eder. Çünkü aralarında teâvün ve tedahül vardır.

-Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye illâ Hû diye olan şehadetini ilân eder. Çünkü, aralarındaki tevâfuk, kalemin bir olduğuna delâlet ediyor.

-O cüz’iyat bütün hüceyratıyla Lâ mutasarrife fi’l-hakikati illâ Hû diye şehadet eder. Ve o hüceyrat bütün zerratıyla Lâ nâzime illâ Hû diye ilân-ı şehâdet eder. Çünkü, cevâhir-i fert arasındaki haytın bir olduğu böyle iktiza eder.

-Ve o zerrat bütün esîriyle Lâ ilâhe illâ Hû cevheresiyle ilân-ı tevhid eder. Çünkü, esîrin besâteti, sükûnu, intizam ile emr-i Hâlıka sür’at-i imtisali böyle iktizâ eder. (Mesnevi-i Nuriye, Şemme)

Bediüzzaman Said Nursi

Devamını Oku »

Ölüm, bâki bir meyveyi sümbül vermektir



Bismillahirrahmanirrahim

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlûbiyet gibi vücudumu sarsan arızalar, bir gaflet zamanıma rast gelip, şiddetle alâkadar ve meftun olduğum vücudumu, belki mahlûkatın vücutlarını ademe gidiyor diye elîm endişe verirken, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Mânâma dikkat et ve iman dürbünüyle bak.”

Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki, bu zerrecik vücudum, her mü’minin vücudu gibi, hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisatla hadsiz vücutları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymettar, bâki, müteaddit vücutları meyve veren bir kelime-i hikmet bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması, ebedî bir vücut kadar kıymettar olduğunu ilmelyakin ile bildim.

Çünkü, şuur-u imanla bu vücudum Vâcibü’l-Vücudun eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşî evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz mufarakat ve firakların elemlerinden kurtulup, mevcudata, hususan zîhayatlara taallûk eden ef’âl ve esmâ-i İlâhiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peydâ eylediğim, bütün sevdiğim mevcudata, muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. İşte, iman ile ve imandaki intisap ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücutların firaksız envârını kazanır. Kendi gitse de onlar arkada kaldığından, kendisi kalmış gibi memnun olur.

Hülâsa, ölüm firak değil, visaldir, tebdil-i mekândır, bâki bir meyveyi sümbül vermektir. (Lem'alar-Yirmi Altıncı Lem'a)

Bediüzzaman Said Nursi
Devamını Oku »