Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Tanrı geçmişi hiç değiştirmedi,

ama kimi tarihçi için bu, sorun değildir.”Shenkman

Bu muhtasar incelemede* Mevlânâ"nın, Anadolu"da etrafına Moğol propagandası yapan, Anadolu"daki Moğol işgaline zemin hazırlayan ve bu doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen, Moğol yanlılarını kayıran, bu uğurda gerektiğinde adam öldürtüp servet yağmalatan biri olarak sunulmaya çalışılmasıyla ilgili kimi zaman gündeme getirilen bazı iddiaların ve bunlarla ilgili bir kısım bağlantı kurmaların, çıkarımların ve bu çıkarımlara mesnet teşkil ettiği belirtilen referans ve atıfların değerlendirilmesi üzerinde durulacaktır.

Kimileri tarafından bu tür iddiaların ele alınmayacak kadar marjinal addedilmesi ve bu iddiaların sıhhatini sorgulamanın, bu tür yanlış iddiaları yaygınlaştıracağı değerlendirmelerine kısmen katılmakla birlikte Mevlânâ hakkında yukarıda anılan türden iddia ve yanlış değerlendirmelerin zaman zaman kitle iletişim araçları da kullanılarak gündeme getirilmesi, konunun yaygınlık kazanıp kazanmamasındaki gerekçeyi kendiliğinden işlevsiz hale getirmektedir.

Çalışmamızın, söz konusu çıkarım sahibi araştırmacıların bireysel şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını özellikle belirtmek isteriz. Amacımız, bir kısım hatalı değerlendirmelerin ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen de olsa önüne geçmek, vardığımız sonuçlarla Mevlânâ"nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki bilgilenmeyi daha sıhhatli kılarak kümülatif bilgilenmeye mümkün mertebe katkıda bulunabilmektir.

Konunun araştırılması sürecinde haklı ve tutarlı gerekçelere dayanmadığını gördüğümüz iddiaların mükerreren gündeme getiriliyor olması, meselenin açık bir şekilde anlaşılması açısından bu iddialardan bir kısmının bizzat ele alınarak değerlendirilmesi gereğini doğurduğu için metin içinde söz konusu iddialara da yer vermek istiyoruz.

Mevlânâ"nın Moğol propagandası yaptığı yönündeki bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ"nın sohbet meclislerinde Moğolların müşrik oldukları söz konusu edildiğinde Mevlânâ"da Moğolların müşrik olmadığını etrafına telkine çalışmaktadır (Fihi Mâ Fîh, Terc. s. 101-102.). Cengiz Hanın Lahûtî bir şahsiyet olduğunu savunmakta (Menâkibu"l-ârifin c.I, s. 259. Tercümesinde, s. 284), Moğolların oruç tuttuklarına, hatta atlarına bile Oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmaktadır (Aynı eser, I, 219, Tercümesinde, s. 243).1

Öncelikle yukarıdaki iddiaya mesnet teşkil ettiği söylenen Fîhi Mâ Fîh"teki rivayeti ele alalım. Birisi Mevlânâ"nın sohbet meclisinde Moğolların büyük bir güç haline gelme sürecini kast ederek şöyle der:

“Moğolların, buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor.”

Dönemin tarihçilerinin “Henüz istila etmedikleri ülkelerde herkes gecelerini, ya oraya da gelirlerse diye, korku içinde geçiriyor” dedikleri dönemin süper gücü Moğolların nasıl böyle bir güç haline geldiklerine ilişkin Moğolların yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, Moğolların bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir medeniyetin güçlenmesiyle o toplumun uğradığı mağduriyet ve hak ihlalleri arasında bir bağ kuran Mevlânâ, manevi sebeplere de atıfta bulunarak genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını ifade eder. Ve yukarıdaki söz üzerine şöyle der:

“Onların (Moğolların) gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar ihtişam ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah"ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk"ın inayeti ve yardımı ile olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir, çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezmşah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini emrediyordu. Tatarlar, padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek "Mahvolduk" dediler. Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd içinde ibadet ederek Allah"a yalvardı. Allah"tan "Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol!" diye bir ses erişti. Bu şekilde Hak buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar.”2

Mevlânâ"nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin tarihi bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz Han, Harzemşah"ın Otrar yakınlarında, içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve Buhara"yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin ele geçirilmesi önemli bir katkı sağlamıştı.3 Moğolların Hakk"ın buyruğu ile çıktıklarına dair rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tengri tarafından kendilerine bağışlandığına dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir.4 Moğolların bu inancının onların giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.5

Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve "Elbette bir sorgu sual günü olacak!" diyorlar” demesi üzerine Mevlânâ, buna şöyle karşılık verir:

“Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye: "Nereden geliyorsun?" diye sormuşlar, "Hamamdan geliyorum" demiş; "Evet! Ökçenden belli!" demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe inanıyorlarsa! bunun delili nerede? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat kat olmuştur. Tövbe, ahiret endişesi ve Allah korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını öylece eritmesi gerekir. Hâlbuki bir kar veya buz: "Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı" der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir.”6

Mevlânâ, Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları yönündeki söze karşılık verdiği misallerle; Moğolların ahiret inancının olmadığını yaptıkları zulümlerle bunun bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün cezasız kalmayacağından bahisle sohbetine devam eder.7

Görüldüğü gibi Mevlânâ, Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde îzaha özen göstermiştir.

Mevlânâ"nın, Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen bölümde ise Cengiz Han"ın adı geçmemekte; bu bölümde Mevlânâ"nın, kerametiyle Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlerinden kurtarmasıyla ilgili menkıbe anlatılmaktadır.8

Mevlânâ"nın Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu şeklindeki iddianın, Mevlânâ"nın ve Mevlevî kaynakların Cengiz Han"ın yaptığı zulümler hakkında söyledikleri görmezden gelinerek yapılmış bir değerlendirme olduğu açıktır. Zira Mevlevî kaynaklarda Cengiz Han ve Moğolların yaptığı zulümler bütün açıklığı ile anlatılmaktadır. Örneğin Eflâkî"de konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır:

“Belh"i kuşattığı sırada oğlunun ölmesi sonucu Cengiz Han, Moğol askerlerinin ele geçirdikleri büyük-küçük herkesi öldürmelerini, hamile kadınların karınlarını yarmalarını, Belh"in bütün hayvanlarını keserek Belh"i yerle bir etmelerine dair bir ferman çıkardı. Bunun üzerine Moğollar giriştikleri yağmalar sonucu iki yüz bin insanı yere gömdüler.”9

Ayrıca Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur"an"ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi hesabının olmadığı belirtilir.10 Mevlânâ"nın baba diyarı Belh"in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri Mevlânâ"nın da zihin dünyasında yer etmişti. Örneğin Mevlânâ"nın Fîhi Mâ Fîh"te aktardığı bir anekdotta Cengiz Han"ın büyük istilâsından önce kendisinin de Belh"de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın “Moğol zulmünden” Allah"a olan tevekkülü sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.11

Sûfî şahsiyetlerin incelenmesinde sıkça karşılaşılan anlama sorunlarından biri, ve belki de en önemlisi, kimi araştırmacılar tarafından incelenen sûfînin neşr ü nemâ bulduğu tasavvuf geleneğinden koparılarak yorum ve değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Bu yorum ve değerlendirmelerin de maalesef çoğunlukla söz konusu sûfînin yaşamını ve onu yönlendiren ilkeleri anlamaktan çok uzak kaldığı, kimi zaman çarpıttığı ve yazarların kendi görüşlerini yansıtmadan öteye gitmediği görülmektedir. Mevlânâ"nın yukarıdaki Moğolların yükselişiyle ilgili olarak, Cengiz Han"ın, halkının öldürülmesi sonucu Tanrı"ya yalvardığı ve duasının kabul olunduğu şeklinde tarihi kaynaklarla ve Moğollar arasındaki inançla da paralellik arz eden değerlendirmesi; Mevlânâ"nın kötülük problemi hakkındaki görüşleriyle yakından ilgilidir. Bu görüşlerin tasavvufî arka planı bilinmeden Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri anlaşılamaz.

Mevlânâ"ya göre iyilik ve kötülük, birbirinden bağımsız var olamayan birinin varlığı hayat sahnesinde diğerinin varlığını da gerektiren olgulardır.12 Bu bağlamda şeytanın varlığı bile Mevlânâ"ya göre iyi ile kötünün ayrılması hikmetine mebnî Hakk"ın irade ve takdirinin bir sonucu, işleyen bir çarkın dişlisi durumundadır.13 Dolayısıyla Mevlânâ"nın olaylara bakış tarzına ilişkin bu yorumuna vakıf olmadan onu, Cengiz Han"ı lâhutî bir şahsiyet olarak gören bir Moğol tarafgiri şeklinde nitelemekle Mevlânâ"nın şeytan hakkındaki ifadelerine bakarak onu Allah karşısında şeytanı öven ve şeytanın tarafını tutan biri olduğunu iddia etme arasında çıkarılan “anlam” bakımından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz.

Mevlânâ"nın bu değerlendirmesinde kimi zaman gereksiz ve çok kötü olarak görülen durumların dahi farklı açılardan bakınca yeni fırsatlar için bir fırsat olabileceğine işaret edilmektedir. Tarih olana, sonradan bakanların bu değerlendirmeyi yapması kolay gibi görünse de tarihin içinde yaşayan ve bu hadiselerin ıstırabı altında inleyenlerin bu tür bir tarih felsefesi yorumunda bulunması manidardır. Mevlânâ"nın mesajını eskimez kılan hususlardan birinin de onun, devrinin hadiselerine gömülmeyerek, tarihe yönelik bu üst bakışı yakalayan tarih yorumları olduğu söylenebilir.

Moğol akınlarından sonraki tarihi sürece bakıldığında bu tür bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim Moğolların istilaları sonucu Anadolu"ya akın eden âlim, sûfî ve sanatçılar, bu kültür havzasında Anadolu aydınlanması denebilecek, kültür tarihimiz adına son derece renkli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuşlardır. Yine bu istilalar neticesinde artık iyice zayıflayan Anadolu Selçuklu Devleti"nin yıkılması, Osmanoğulları Beyliğinin bir Türk İmparatorluğunun temellerini atmasına zemin hazırlamıştı. Ayrıca kısa bir süre sonra Moğolların İlhanlı kolu İslâmiyeti resmi din olarak seçmiş, İslâm kültürü içinde asimile olmuşlardır.

Şimdi Mevlânâ"nın, Moğolların oruç tuttuklarına hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmakta olduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen rivayeti ele alalım.14 Eflâkî"nin ilgili bölümünde, Mevlânâ"nın namaz ve oruç ile ilgili görüşleri ve bunların faziletiyle ilgili görüşlerini aktaran rivayetlerden15 sonra Mevlânâ"nın orucun fazileti ile ilgili şu olayı anlattığı rivayet edilir:

“Hulagu, Bağdat"ı kuşattı. Ancak şiddetli çarpışmalar sürmesine rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Bunun üzerine Hulagu "Üç gün kimse bir şey yemesin ve atlara da yem verilmesin. Herkes Bağdat"ın fethi için kendi Yaratganına(16) yalvarsın" diye emir verdi ve "Belki bütün kapıları açan Tanrı, fethi kolaylaştırır. Çünkü halife çok zengindir ve çok da azmıştır" dedi. Üç gün aç kalındıktan sonra şehir Moğollar tarafından teslim alındı.”

Mevlânâ, bu olayı anlattıktan sonra, o dönemin İslâm dünyasında geniş yankı bulan İslâm hilafetinin merkezi Bağdat"ın Moğollarca işgal edilmesi olayı ile açlığın fazileti ve oruç ibadeti hakkında şöyle bir bağ kurarak bu olayı anlatmaktan maksadını açıklar:

“Yemek yemeyip, oruç tutmak, dini inkâr edenler ve gerçek bilgiden haberi olmayan ham insanların işlerinde böyle tesir gösterir, onların galip ve muvaffak olmalarına sebep olursa, artık bunun, basiret sahibi Hak yardımcıları ve Allah dostları hakkında ne tesir yapacağını ve neler bağışlayacağını var sen kıyas et” der. Şiir:

“Oruca devam et, çünkü o, Süleyman"ın mührüdür.

O mührü kendi şeytanının eline verip saltanat mülkünü yıkma”17

 

Yukarıda aktarılan rivayetten sonra verilen rivayette Mevlânâ, Bağdat"taki halifeyi lüks ve israfa dayalı yaşamından ve oburluğundan ötürü kınayarak bir anlamda Moğollara karşı savaşı kaybedişinin nedeni olarak bu tenperverliği gösterir ve halifenin yaşam tarzını eleştirir.18 Bilindiği gibi daha önce Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in de Belh"ten göç esnasında Bağdat"a geldiğinde burada kalmayı düşünmesine rağmen dönemin Abbasi halifesinin israf ve lükse dayalı hayat tarzından ötürü bu kararından vazgeçtiği ve halifeyi ağır bir şekilde eleştirdiği bilinmektedir.19 Günümüz Arap dünyasının ileri gelenlerinin lüks ve israfa düşkünlükleri hatırlanacak olursa Mevlânâ ve babasının o dönemin halifesine yönelik eleştirilerini daha iyi anlamak mümkündür. Ayrıca aktarılan bu rivayette Mevlânâ"nın, Moğolları “dini inkar eden ve gerçek bilgiden haberi olmayanlar” şeklinde nitelediğini de hatırlatmak gerekir. Ayrıca Mevlânâ"nın bu tenkidinin, halifeye yönelik bir özeleştiri olduğu; halifeye karşı Moğolları destekleme tarzında bir mahiyeti bulunmadığı, yine Eflâkî"de aktarılan Mevlânâ"nın halife hakkındaki şu kanaatinden de anlaşılmaktadır:

“Moğolların halifeye yaptıkları türlü işkence ve zulümlerle onu şehit etmeleri, halifenin günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olmuştur. Bu nedenle "Kötülük yapınca akıbetinden kork, çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz."”20

Binaenaleyh Mevlânâ"nın “Moğolların oruç tuttuğuna hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışan bir Moğol propagandacısı” olduğu şeklindeki nitelemenin sağlıklı bir çıkarım olmadığını belirtmek gerekir.

Konuyla ilgili diğer bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ ile Moğollar arasında bu sıcak ilgiyi kuran da Şems-i Tebrizi olmuştur. Erzurum-Erzincan üzerinden Anadolu"ya gelen Şems"in çok geçmeden Moğollarla irtibat kurduğunu anlamak güç değildir. Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu"ya giren Moğollar daha burada iken Şems"i Anadolu"ya (Konya"ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems"in Konya"ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır. Seyyid Burhaneddin Tirmidi"nin talebesi olan vezir Şemseddin İsfehani de Moğolların adamı idi. Moğollar Anadolu"ya girdikten sonra onu vezir yapmışlardır. Bu durumda gösteriyor ki Mevlânâ ve çevresi Moğollar"ın Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren Moğollarla sıcak ilişkiler içine girmişlerdir.”21

Bu iddiayla bağlantılı olarak o dönemle ilgili şunları söylemek mümkündür. Çeşitli tarihi olayların yap-boz misali derlenmesini ve bunun üzerine bina edilen bir hükmü anımsatan yukarıdaki değerlendirmede Şems"in Erzurum"da bir müddet Kur"an muallimliği yapmasına atıfta bulunularak Şems"in Moğollarla irtibatı olduğu iddia edilmektedir. Şems"in memleketi Tebriz"den şeyhi Ebubekir Selebâf"tan sonraki manevi açlığını gidermek ve kendi meşrebine uygun bir şeyh bulma arzusuyla ayrıldığını ve bu amaçla birçok şehir gezip, dolaşarak sûfîlerle görüştüğünü, bu yüzden kendisine “Şems-i Perende (Uçan Şems)” denildiğini biliyoruz.22

Şayet Şems, Konya"ya böyle bir misyonla gönderilmiş olsaydı, dönemin şartları göz önüne alındığında23 hayli önemli bir konumda olacak olan Şems"in Konya"da Mevlânâ ile karşılaşana dek geçirdiği süre zarfında bu yönüyle faal olması ve bu yönüne ilişkin kaynaklarda bir bilgi olması gerekirdi. Hâlbuki Şems"in Konya"ya vardıktan sonra Mevlânâ"nın düşünce hayatında ve tasavvuf anlayışında devrim yapıncaya kadar geçirdiği müddet hakkında elde bir bilgi olmadığını kaynaklar belirtmektedirler.24 Yine Şems, bir Moğol casusu olarak Konya"ya gelmiş olsa; dönemin şartları göz önünde alınarak şunlar söylenebilir. Selçukluların Kösedağ mağlubiyetinin (1243) üzerinden bir buçuk-iki yıl geçmiş, Selçukluların Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olması kabul edilmişti. Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir baskı kurmuşken Şems niçin ortadan kaybolduğu tarihe (1247) kadar kendisine o dönemde önemli mevki kazandıracak böyle bir kimliği gizleme gereği duysun? Şems"in açık bir şekilde Moğol propagandası yapması gerekmez miydi?

Yine Şems"in Moğollar nezdinde böyle bir fonksiyonu olsaydı Moğollarla anlaşmaya giden Selçuklu heyetlerinde ve dönemin diğer siyasi etkinliklerinde dönemin kaynakları tarafından niçin zikredilmemektedir? Ayrıca Mevlânâ"nın Şems ile buluşmasından sonra tasavvuf anlayışında yaşanan kırılma üzerine resmi tedrisi terk edip artık talebeleriyle ilgilenmemesi üzerine Mevlânâ"yı değiştiren bu acayip derviş hakkında baş gösteren hoşnutsuzluk sürecinde, Şems"e yönelik bir çok eleştiri yapılmasına rağmen bunlar içinde onun Moğol propagandası yaptığına ilişkin kaynaklarda hiçbir iddianın olmaması da Şems"in o dönemde böyle bir misyonla Anadolu toplumunda gündeme gelmediğinin önemli bir kanıtı sayılabilir.

Dönemin Şam şehri de ele aldığımız konu açısından önemli bir fonksiyona sahiptir. Bilindiği gibi Şam, o dönemde her yanı kasıp kavuran Moğol istilalarına karşı Müslüman Anadolu halkınca bir kurtarıcı olarak görülen, Moğolların kuvvetli düşmanlarından Memlük devletinin selefi Eyyubilere ait olan ve Moğollara karşı düşmanlığın hakim olduğu bir şehirdi.25 Moğollarla ilgili bir meseleden dolayı Konya"da Şems"e yönelik bir hoşnutsuzluk olsaydı Konya"yı terk eden Şems"in Moğollara yönelik nefretin hakim olduğu Şam şehrine gitmesi ve burada on beş ay kalması sanırız uygun olmazdı.

Renkli çakıl taşları misali çeşitli tarihi olayların derlenip bunlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisi varsayılması, yapılan kimi tarih yorumlarına ilişkin şu meşhur örneği akla getirmektedir. Evden sigara almak için çıkan ve karşıdan karşıya geçerken yoldaki keskin virajı alamayan alkollü bir sürücü tarafından ezilerek öldürülen Ahmet Bey"in, artık tarih olan bu olayını yorumlarken bir tarihçinin bazen, olaylar bütününü göz ardı ederek kimi vesikalardan çıkarımda bulunması, Ahmet Bey"in öldürülmesine ilişkin sebepleri sıralarken, öldürülmenin birincil nedeni olarak Ahmet Bey"in sigara içme alışkanlığını göstermesine benzemektedir.

Diğer bir iddiada; Mevlânâ"nın bir sohbet esnasında dönemin yöneticilerinden Muineddin Pervâne"yi Müslüman Memluklular"a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinden ötürü eleştirdiği rivayet, tam tersine yorumlanarak “(Mevlânâ"nın) Muinu"d-din Süleyman"ın 670 (1272) dolaylarında başlayan Moğollara karşı Memluklularla ittifakını desteklediği de anlaşılmaktadır (Fîhi Mâ Fîh Terc. s. 9). Aynı eserindeki (s. 102) Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır.”26 şeklinde verilerek Mevlânâ"nın Moğol karşıtı eleştirileri ve Moğollarla yaptığı işbirliği nedeniyle Pervâne"yi kınaması, okuyucudan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki Mevlânâ"nın bu eleştirileri, Pervâne"nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 1267-1276 yılları arasını kapsayan barış anlaşmasını, yani Pervâne"nin Memluklarla ittifakını değil Moğollarla işbirliğini tenkit amacıyla söylenmiştir.27 Calibi dikkat bir diğer husus ise; “Mevlânâ, etrafına Moğolların müşrik olmadıklarını telkine çalışmaktadır”28 iddiası ile “(Mevlânâ"nın) Aynı eserindeki Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır”29 iddialarına; yani birinde Mevlânâ"yı Moğol yanlısı diğerinde Moğol karşıtı gösteren her iki iddiaya kaynak olarak da Fîhi Mâ Fîh"in aynı bölümünün referans gösterilmesidir.30

Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise Fîhi Mâ Fîh"te aktarılan rivayetler kaynak gösterilerek Mevlânâ"nın Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelendiği ve Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığı iddia edilmektedir.31 Bu özet çalışmanın hacmini aşmamak için Mevlânâ"nın Moğol zulmü hakkındaki kanaatlerine ilişkin daha önce aktarılanları hatırlatmakla iktifa ediyoruz.32

Bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Baycu Noyan"ın Konya"ya gelip Mevlânâ ile görüşmesinden sonra (654/1256) Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle de iyi ilişkiler içinde olduğu farkedilmektedir. Örnek olarak Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri (Menakibu"l-ârifin terc. I, 483) Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır.”33

Burada göze çarpan paradoks ise bir önceki paragrafta34 Mevlânâ"nın, Moğolların Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren sıcak ilişkiler içine girdiği belirtilirken hemen ardındaki paragrafta Mevlânâ"nın 654/1256 yılında Baycu ile görüşmesinden sonra Moğol askerler ile iyi ilişkiler içine girdiğinin söylenmesidir. Söz konusu dönemde zaten Anadolu"da askeri varlıklarıyla boy gösteren Moğollarla Mevlânâ, ilişkiye girmek için Moğolların Anadolu"ya hâkim oldukları 640 yılından 654"e kadar neden on dört yıl beklemiş ve bu konuda Moğol askerleri ile ilişkisine dair bir olay, kaynaklarda aktarılmamıştır.

Şimdi Mevlânâ ve Moğol askerleri arasında var olduğu iddia edilen işbirliğine ilişkin, örnek olarak verilen “Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri” ile ilgili rivayeti ele alalım. Mevlânâ"nın bir Ahi düşmanı olarak gösterildiği35 iddiaya kaynak gösterilen ve Eflâkî"de yer alan rivayette bir menakıb kitabından bekleneceği gibi Mevlânâ"nın kerametiyle ilgili bir olay şöyle anlatılmaktadır:

“Mevlânâ"nın "Benim kardeşim" dediği fütüvvet erbabının sultanı Ahi Mehmet Seyyid Âbadi"den şöyle rivayet edilir ki: Harman zamanı benim büyük bir buğday yığınım çıkmıştı. Bu sırada birdenbire Moğol askeri Konya sahrasını kapladı, harmanları darmadağınık edip yağmaya girdi. Mevlânâ hazretleri bana bir ferece giydirmişti. Hizmetçiye "o mübarek elbiseyi buğday yığınının üzerine at da onun bereketi ile buğday yığınına bir şey olmasın" diye emrettim. Allah daha iyi bilir ve şahit olarak da kafidir ki, yakın ve uzak bütün komşularımızın buğdaylarını yağma ettiler; fakat ne biri bizimkinin etrafında dolaştı, ne bir saman çöpü kayboldu ve ne de bir tane götürdüler. Sonra hepsini şehre taşıdım ve sofra sofra misafirlere ikram ettim. Şehre inince doğru Mevlânâ"ya gittim. Gülerek beni karşıladı ve "Eğer Ahi isteseydi onların hepsi kurtulurdu" dedi.”36

Görüldüğü gibi bu rivayetle, Mevlânâ"nın yüceliğini vurgulamak amacına matuf bir menkıbe anlatılmaktadır. Menkıbede Moğolların yaptıkları yağma ve yıkım anlatılmakta Ahi Mehmed"in harmanının ise Mevlânâ"nın kerametiyle kurtulduğu vurgulanmaktadır. Birçok tasavvuf büyüğüne ait bu tür kerametlerin aktarıldığı menkıbeler, dönemlerinin psiko-sosyal atmosferi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedirler. Menâkıb geleneğinde bu tür rivayetlerle verilmek istenen mesaj, meselenin vahametine ve olağan üstülüğüne dikkat çekilerek, tarikat pirinin kerametinin vurgulanmasıdır. Buradaki aktarılan olayın da anılan türden bir keramet olabilmesi ise o dönem şartları ve toplum bilinci itibariyle olağan şartlarda mümkün görülmeyen bir olayın, Mevlânâ"ya atfen vuku bulduğunun söylenmesi ile mümkündür. Bu olayın bir işbirliği ile yapılması durumunda ise olayın keramet boyutu ortadan kalkacak ve bu rivayetin aktarımına da bir menakıb yazarı gerek duymayacaktır. Örneğin yine Eflâkî"de bu amaçla anlatılan benzer bir rivayette şöyle denilir:

“Hulagu Han büyük bir ordu ile Rum memleketlerine hücum etmiş, yıkımlar yapmıştı. Müslümanlar arasında büyük bir karışıklık meydana gelmişti. Hoca Mecdeddin"in bin tane besili koyunu vardı. Onları ne yapıp, nereye götüreceği konusunda son derece şaşırmıştı. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin yanına geldi ve meseleyi anlattı. Mevlânâ: "Hiç gam yeme, bir arslanı tayin ederim, senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder" dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları Moğol askerleri talan ettiler. Allah"ın inayetiyle Mecdeddin"in koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi.”37

Binaenaleyh ana mesajı belli olan bu tür bir rivayetten Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle işbirliği yaparak birilerinin harmanlarını yağma ettirdiği sonucunu çıkarmak sanırız zorlama bir tevildir. Ayrıca ikinci rivayette Moğolların uyuz kurtlara benzetilmesi de iddia edilen türden bir işbirliğinin olmadığını gösteren karinelerden biridir.

Mevlânâ ile Moğol askerler arasındaki işbirliğine örnek olarak gösterilen yukarıdaki iddianın geri kalanında ise “Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır,”38 denilerek Mevlânâ"nın Hacı Kâşi"nin öldürülerek servetinin yağma edilmesinde parmağı olduğu belirtilmektedir. Şimdi Eflâkî"de geçen söz konusu rivayeti ele alalım.

“Bir gün Mevlânâ, zamanın az yetiştirdiği insanlardan olan şeyhlerin şeyhi muhaddislerin sultanı diye nitelenen Şeyh Sadreddin"i (Konevî) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin Mevlânâ"yı saygıyla karşılayıp kendi seccadesi üzerine oturtu. Kendisi de onun karşısına diz üstü bir şekilde edeple oturarak hiçbir şey konuşmadan öylece murakebeye daldılar. Bu arada Şeyh Sadreddin"in hizmetinde bulunan, birkaç kez Kabe"yi ziyaret etmiş olan ve bir çok önemli şeyhin sohbetinde bulunmuş olan Hacı Kâşi adındaki bir derviş, Mevlânâ"dan “Fakr nedir?” diye sordu. Murakebeye dalan Mevlânâ, cevap vermedi. Derviş üç kez sorusunu tekrarladı. Mevlânâ hiçbir şey söylemedi. Böyle olmasına Şeyh Sadreddin incindi. Daha sonra kalkan Mevlânâ"yı Şeyh Sadreddin kapıya kadar uğurlayıp döndükten sonra dervişi Kâşi"ye kızarak: “Ey olgunlaşmamış ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada soru sorma ve konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlânâ aslında senin soruna doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin,” dedi. Kâşi “Cevabı ne idi?” deyince Şeyh Sadreddin: “Fakir Allah"ı bilince (marifet hasıl olunca) dili tutulur. Yani tam derviş velilerin huzurunda dille ve kalple bir şey söylemez; çünkü fakr, kemale erince kul (adeta) Tanrılaşır,” dedi. Bu olaydan üç gün sonra ayak takımı (rindan) denilen şehir eşkıyasının Kâşi"yi, bağına giderken yolda öldürdüğü ve nesi var nesi yoksa alıp götürdüğü rivayet edilmektedir.39

Burada anlatılan rivayette Hacı Kâşi"nin şehir eşkıyaları tarafından öldürülmesi olayı ile tasavvuf ve tarikat geleneğinde yaygın bir inanış olan Allah dostlarını incitmenin manevi gazabı gerektirdiğine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Bu husus tasavvuf tarihinde birçok tasavvuf büyüğüne atfen anlatılan menkıbelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu inanış, verilen olayda adı geçen veli ile o olay arasında organik ve tarihi bir neden-sonuç ilişkisini göstermekten ziyade, meydana gelen bir olayı, kendi tarikat pirleriyle bir şekilde ilişkilendirerek pirin yüceliğinin vurgulanmasına yöneliktir. Mevlevî gelenekten bu hususa bir örnek vermek gerekirse Mevlevî kaynaklarda Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in gönlünün Harzemşah sultanına incinmesinden dolayı müritleriyle birlikte Belh"ten ayrılmasından sonra, bölgenin Moğollar tarafından işgal edilerek yağma ve yıkıma tabi tutulması, Mevlevî kaynaklarda Baha Veled"in gönlünün sultana incinmesinin manevi bir cezası olarak yorumlanır.40 Şimdi bu rivayetten yola çıkarak Belh"in Moğollarca işgal edilmesinde Baha Veled"in parmağı olduğunu söylemekle yukarıdaki rivayetten Mevlânâ"nın, Kâşi"nin öldürülmesinde ve servetinin yağma edilmesi olayında parmağı bulunduğunu söylemek arasında yürütülen “mantık” açısından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca rivayette olayın şehir eşkıyaları (rindan) tarafından işlendiği de belirtilmektedir. Yine Kâşi"ye murakabe esnasında edebi terk ettiğini söyleyen Mevlânâ değil, Şeyh Sadreddin"dir ki, bu “mantığa” göre Şeyh Sadreddin"in kendi dervişinin öldürülmesinde parmağı olduğu şeklinde yanlış bir sonuç daha çıkmaktadır.

İnsan ve insan sevgisine ilişkin tutum ve düşünceleri bilinen Mevlânâ"nın bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi sanırız ehven tabirle maksadını aşan bir yorum olsa gerektir.

Bu konudaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Mevlânâ"nın Moğollarla direkt bir ilişkisi olmamış, ya kendisine onlarla ilgili bir soru sorulmuş ya da o dönemde meydana gelen bir olay üzerine bu konudaki fikirlerini beyan etmiştir. İddia edildiği gibi Mevlânâ, Anadolu"da Moğol çıkarlarına hizmet eden ve Moğollar nezdinde de bu yönüyle kabul gören birisi olsaydı, dönemin gündelik siyasetiyle ilgili olarak Moğolları ikna etmek ve onlarla iyi geçinmek için her türlü çabayı gösteren dönemin Selçuklu yönetiminde Mevlânâ"nın da etkin bir devlet adamı olması gerekirdi. Halbuki Mevlânâ"nın, etrafındakileri tasavvufî terbiye doğrultusunda yetiştirmeye çalışan bir gönül ereni olduğuna tüm yaşamı ve geriye bıraktığı eserlerindeki mesajı tanıklık etmektedir.

Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde dönemin şartları gereği Selçuklu yöneticileri arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş; siyasîler ile dervişler arasında misyonları gereği bir ayrımı vurgulamıştır. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak, ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mevlânâ"nın etrafındakilerin, genelde Selçuklu elitlerinden meydana geldiği ve Mevlânâ"nın aristokrat çevrelere hitap ettiği yönündeki kanının aksine dönemle ilgili rivayetlerden Mevlânâ"ya en yakın bilinen aristokratların dahi Mevlânâ"yı, etrafındaki müridlerinin halkın bayağı sayılan kesimlerinden olması nedeniyle kınadıklarını ve bu eleştirilerin, dönemin elitlerince müşterek olarak dile getirilen bir husus olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Mevlânâ"nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ"nın dönemindeki toplumsal yerini tahlil açısından önemlidir.

Mevlânâ"nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken bir diğer nokta; dönemin idarecilerinin Mevlânâ"dan ziyade diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri; Mevlânâ"nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlarda bulunmadığı yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin, işleri gereği kendi irfan dünyasını ve tasavvufî hakikatleri anlamakta güçlük çektiklerini, bu anlamda onların gönül estetiğinden yoksun olduklarını ifade ederek muhataplarınca anlaşılamadığından da yakınmaktadır.

Mevlânâ"nın resmi tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmi tedris görmemiş göçebe gruplar tarafından çıkarılan isyanlara Mevlânâ"nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde yaşamasına, dervişlerin rahatça ibadet etmelerine olanak sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de bazen açıkça bazen de çeşitli hikayelerle öğüt vermekten, yönetimde uymaları gereken ilke ve prensipler hakkında onları uyarmaktan da çekinmez. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ"ya saygı duydukları ve kimi zaman Mevlânâ"nın, etrafındaki kimselerin bazı ihtiyaçları için onlardan ricalarda bulunduğu da görülmektedir. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ tasavvufî ilke ve prensiplerinden taviz vermez ve padişahlığın geçici olduğunu paralar üzerindeki padişah adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin bâkî kaldığını sorar.41 Bu açıdan Mevlânâ"ya göre “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”42

Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dâhil olmak üzere yaşadığı olaylarda genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve yerel özelliklerinden ziyade insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır. Bu bağlamda o, kendisine sorulan o döneme ilişkin spesifik bir olaydan yola çıkarak evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir. Bu anlamda Mevlânâ"nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik siyasetinden ziyade insanın olgunlaşması ve sevgilim dediği “Mutlak Hakikat” olan Allah"a ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz.

Şüphesiz ki her insan içinde yaşadığı muhitin içinde belli düşünce kalıpları alarak ve bunlardan etkilenerek yaşamını sürdürür. Ancak Mevlânâ"nın, döneminin hadiselerine gömülü kalmayarak, devrinin gündelik olaylarından ziyade bunların insan doğasıyla ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Bu konudaki rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere Mevlânâ, dönemin siyasi ricali arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş, bunun yanında siyasiler ile tasavvuf ehli dervişler arasında misyonları gereği mevcut ayrıma dikkat çekmiştir. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendine özgün bir siyasetinin olduğu söylenebilir.

Mevlânâ"nın, Selçuklu yöneticilerine nispetle direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığı savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir yorumla îzah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre bu güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir. Bu açıdan aşk merkezli bir yaşam felsefesine sahip olan Mevlânâ"nın Moğollara karşı da sürekli ve onulmaz bir nefrete sahip olduğunu söyleyemeyiz.

Mevlânâ"nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması, Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır. Nitekim Mevlânâ"nın bu gazelini öğrenen Moğol hanedanından Gazan Han"ın gazeli altın sırma ile işleterek kaftanının üzerine yazdırdığını, yine bu gazel nedeniyle Timur"un da Mevlânâ"nın Divân"ını Maverâünnehr"e götürdüğü Mevlevî kaynaklarda belirtilmektedir. Bu açıdan yaşam ve öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade, evrensel bir mesajı dile getirerek tüm insanlığı kucaklayan Mevlânâ"yı, Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade üniversel manada bir “insan dostu” diye tanımlamak müsemmaya ve onun aradan geçen sekiz asırlık zamana rağmen üstlendiği misyonuna daha uygun bir tanımlama olacaktır.

 

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.

*** Bu özet makale daha önce Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi"nin 11 (ss. 259-322) ve 12. sayı (ss. 173-195)larında yayımlanan çalışmalarımızın kısmî bir özeti mahiyetindedir.

1 Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 92. İddialara mesned olarak verilen kaynaklar metinde gösterilmiştir.

2 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 96-7 (İddiaya kaynak olarak verilen Fîhi Mâ Fîh çevirisinin İst., 1964 baskısında ss. 101-2"deki rivayet, bizim kullandığımız Tarıkâhya baskısında (İst. 1954) 96-7. sahifelerdedir). Söz konusu bölümün orijinali için ayrıca krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, nşr. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1330, ss. 64-5.

3 Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. 7, s. 368; National Geographic, “Cengiz Han” kapak konulu sayı, Ağustos 2001, ss. 93-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han"ın Buhara"yı istilâ ettiği esnada bölge halkına Moğollar arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı"nın gazabıyım. Eğer büyük günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (bkz. National Geographic, s. 92).

4 Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 386.

5 Genç Temücin"e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri"nin, onun dünyanın efendisi olmasını buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir. (bkz. National Geographic, s. 76)

6 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., s. 98.

7 Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss.98-107 .

8 Krş Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin (Farsça Metin), c. I, s. 259 vd. Mevlânâ"nın Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlere karşı korumasıyla ilgili Eflâkî"de anlatılan bu menkıbenin Mevlânâ"nın kendi gazellerinde ve diğer tarihi kaynaklardaki yer alış şekli hakkında önceki bölümde geniş bilgi verildiğinden konuyu tekrardan kaçınıyoruz (Geniş bilgi için bkz., “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, Temmuz-Aralık 2003, ss. 312-317).

9 Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, c. I, ss. 17-8.

10 Eflâkî, age., c. I, s. 18.

11 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 255-6.

12 Mevlânâ"nın konuyla ilgili görüşleri için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 312-3, 46; Mesnevî, c. IV, b. 64 vd.

13 Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri için bkz. Mesnevî, c. V, b. 2938 vd.

14 Bu iddiaya gösterilen kaynakla ilgili sehven meydana geldiğine inandığımız bir hususu da belirtmek gerekir. Bu iddiaya kaynak olarak Menâkibu"l-Ârifin"in tıpkı basımının c. I, s. 219"u sahifesi verilmektedir(bkz. Bayram, age., s. 92, 69. dipnot). Ancak anlatılan bu olay Tıpkı Basım"ın c. I, ss. 202-204 sahifeleri arasında geçmektedir. Bu iddiya kaynak olarak gösterilen yerde ise Moğollarla ilgili hiçbir şeyden bahsedilmeyip Çelebi Şemseddin"den rivayet edilen Mevlânâ"nın Sadreddin"in zaviyesini ziyaretiyle ilgili bir olay anlatılmaktadır (Karşılaştırma için bkz. Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin, Farsça Metin, c. I, s. 219 ile ss. 202-204).

15 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 197 vd.

16 Kelime Moğolların Tanrı için kullandıkları şekliyle verilmiş.

17 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, ss. 202-4; Terc., c. I, ss. 219-221.

18 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204-5; Terc., c. I, ss. 221-2.

19 Bkz. Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 16.

20 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 222.

21 Bayram, age., s. 93.

22 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 90, c. II, s. 36; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 163.

23 Zira bu dönemde Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir hakimiyet kurmuşlar, Selçuklular Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olmayı kabul etmişlerdi (Söz konusu dönem hakkında geniş bilgi için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 264-6).

24 Füruzanfer, age., s. 176.

25 Selahaddin Eyyubi"den sonra ordu başkumandanı Aybeg tarafından Eyyubiler üzerine kurulan Memlukler ve Moğollar arasındaki söz konusu dönemdeki mücadele için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 272-3.

26 Bkz. Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

27 Bu sohbetin, söz konusu anlaşma (bkz. Turan, age., s. 527) üzerine söylendiğine ilişkin ayrıca bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., Önsöz, XLII.

28 Bayram, age., s. 92.

29 Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

30 Krş. Bayram, age., s. 92-3, 67. ve 70. dipnotlar.

31 Bkz. Bayram, age., ss. 92-3.

32 Bu konuda geniş bilgi için şu çalışmalarımıza bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2003, sayı: 11, ss. 259-322; “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları II”, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2004, sayı: 12, ss. 173-195).

33 Bayram, age., ss. 93-4.

34 Bkz. Bayram, age., s. 93.

35 Bkz. Bayram, age., ss. 89 vd.

36 Eflâkî, age., Terc., c. I, ss. 600-1.

37 Eflâkî, age., c. I, ss. 281-2.

38 Bayram, age., ss. 93-4.

39 Bkz. Eflâkî, age., Farsça metin, c. I, ss. 278-9.

40 Bkz. Sipehsâlâr, s. 21 vd.; Eflâkî, age., Remzi Kitabevi baskısı, c. I, s. 94; Füruzanfer, age., s. 91 vd. bu hususun Mevlevî geleneğe kaynaklık eden Kübrevî gelenekte de bu şekilde olduğu görülmektedir. Örneğin Harzemşah sultanının Necmeddin-i Kübra"nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî"yi Ceyhun ırmağında boğdurarak öldürdüğü haberi Necmeddin Kübra"ya ulaşınca tasavvuf geleneğindeki bu inanışa atfen “Bunun cezasını boynuyla ödeyecek” dediği ve Moğollar tarafından yapılacak kıyım arasında bağ kurduğu belirtilmektedir (bkz. Füruzanfer, age., s. 82)

41 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 89, b. 1103-6.

42 Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 112, b. 1469.

 

 

Yazar: Osman Nuri Küçük

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 06.04.2015 tarihinde yazdırılmıştır.

 
Devamını Oku »

Yeniçağa Doğru

Mutlak Üstünlük Ancak Allah -İnsan Bağlantısında Kendini Gösterir...

 

1- Kur’âna göre, Kur’ân, insanlığı bütün zamanlar zarfında topyekûn kucaklayan Allah Tebliğidir. Ondan önce nâzil olmuş bütün Tebliğler, Kur’ânın az yahut çok tahrîf olunmuş, saptırılmış, tozlanmış cüzleridir. O, kendisinden önce gelmiş tümünü özce kapsar. Bu sebeple, onlar ile kendisi arasında yer yer benzer bahislerin zuhuru olağandır. Nihâyet, hepsinin müellifi birdir, aynıdır. İslâma gelince; o, düpedüz ‘Din’le anlamdaştır; ikisi, birdir. Nitekim bu husus bize Al-i İmrân Sûresinde ―/3 (19)― açıkca bildirilmektedir: “Allah katında din, şüphesiz, İslâmdır...” Şu hâlde dinlerden biri olmayıp Dinin ta kendisidir. Bir inanç düzeni, içerikce İslâma yaklaştığı oranda dinleşir; uzaklaştığı ölçüde dinsizleşir: “Bütün dinlere üstün kılsın diye Resûlünü kılavuzluk ödevi ve Hak diniyle gönderen Odur. Varsın, müşrîkler, bundan nefret etsinler” ―Tevbe /9 (33), Saf /61 (9)...

Tabîî aynı husus tek tek kişiler için de söz konusudur. Herkes, inancının sahihliği ile sâlihliğinden kendisi ‘sorumlu’dur. İşte Al-i İmrânda/3 (20) bu, bize şöyle anlatılır: “...seninle münâkaşaya kalkışanlara, ‘benliğimi tümüyle Allaha teslîm ettim; aynı şeyi takîpcilerim de yaptılar’ de. Ehlikitab olanlar ile olmayan müşrîklere dahî, ‘sizler de, teslîm oluyormusunuz?’ diye sor. Oluyorlarsa, mesele yok, Hak yolundadırlar. Hakka sırtlarını çevirirlerse, sana düşen, Tebliği bildirmektir. Allah, kullarının hepsini görür.” Peygâmberlerin, öncelikle de Hz Muhammed Mustafa’nın (570 – 632) tek ödevi, Allah Tebliğini insanlara iletmekten ibâret değildir. Tebliğin nasıl uygulanacağını dahî, izâhla ve izâhlarını hayatın binbir vechesinde kendi yaşayışını örnek kılarak göstermekle yükümlüdür(ler).

Şu durumda, genellikle sanılanın tersine, Hz Peygâmber, edilgin bir alıcı–aktarıcı olmayıp son derece etkin bir yorumcu ve uygulayıcıdır. ‘İnsanlar, nasıl olsa belli bir görüş ile inanca saplanıp kalmışlar; artık onları inatlarından vazgeçirmek benim harcım değil’ demek, bir vâize, bu arada, Peygâmbere düşmez. Sabırla ödevinin gereklerini yerine getirmek, dini bütün kişinin başta gelen görevidir. Allah Kelâmının gönüllerde nasıl yeşereciğini Onun dışında kimse bilemez. Zirâ insanların gönlünden geçeni bir tek O bilir —bkz: Nahl/ 16 (125→128); ayrıca şerh sayısı, 2162ye bkz.

İmdi, Dinin, yânî, İslâmın açıklama anahtarları Hz Muhammed’de ve dahî, İlim medinesinin kapısı olan Hz Ali’dedir (598 – 661). Onlar, velî–dâhîdir, kısacası ‘insanıkâmil’dirler; Nietzsche’nin deyişiyle ‘üstüninsan’dırlar.Ne var ki, anahtarların kendileri de zaman ile zemîne göre ehlivukûfun yeniden yorumlarına ihtiyâç gösterirler. Başka bir ifâdeyle, ictihât kapıları hiçbir vakit kapanmaz.

2- Bütün Teblîğlerin ortak paydasının, Kur’ân, inanç düzenlerininse, İslâm olduğu söylenmişti. Bu durumda, Allah elçilerinin, İslâm peygâmberleri oldukları da ortadadır. Bütün Teblîğler, Kur’âna doğru aktığı gibi, Elçiler de, İlahî bildiriler denizinin kendisine vahyolunduğu Resulluğun tâcı Hz Muhammed’in geleceğini müjdeleyip ona zemîn hazırlamışlardır. Bu, sâdece ehlikitap dediğimiz dinlerde böyle olmayıp onların dışında kalan Hinduluk gibi inanç düzenlerinde dahî rastgelinen bir vakıadır. Hz Muhammed’in, Kur’ân açımlaması ―Hadîs― ile İslâmı bilfiil yaşamasından ―Sünnet― ortaya çıkan dinin yaşanabilir hâlini ifâde eden Müslümanlıktır.

3- İslâm, Allaha teslîm olmak anlamındadır. Ona teslîm olup olmamak, kişinin kendi kararına kalmış bir husustur. Kişi, hazır bilgiler ve değerlerle dünyaya gelmediğinden, içerisine doğduğu kültür–toplum ortamının da etkisiyle hayatını kendi elleriyle inşâa eder: “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez hâldeyken çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir” ―Nahl/16 (78).

Görüldüğü gibi, İslâmla birlikte hürlük, ödev – hak ve sorumluluk ilkeleri de belirmiştir. Ahlâk ise, bu ilkelerin örgüsüdür. Bahis konusu ilkelerin başında hürlük gelir. Kur’ân uyarınca, insan ile hür varlık çakışırlar. Buna göre, insanın özü hür olmaktır. Nitekim insan, henüz bedenlenip dünyada arzıendâm etmezden önce bu vasfını konuşturmuştur: “Rabbinin Ademevlâdından misâk aldığını da düşünün: Rabbin, onların —insanlığın— sulbünden soylarını alıp sürdürmüş, onlara da, ‘Ben, Rabbiniz değilmiyim?’ diye sorup buna kendilerini tanık tutmuştur. Onlar ise, ‘elbette, tanığız!’ (‘kâhî belâ, şahidnâ’) demişlerdir...” ―A’râf/ 7 (172). Buradan da, dünyaya ister gelsin, ister gelmesin, toplu hâldeyken, ama aynı zamanda teker teker tüm insanların, Allahla misâka girdiklerini anlıyoruz.

Nihâyet, 173. Âyetteyse, bizi şöyle uyarmaktadır: “Kıyâmet günü (yavm elkiyâmeti), ‘bizlerin bundan haberi yoktu’ yahut ‘ne yapalım, önceleri atalarımız Allaha şirk koştular, bizlerse, onlardan sonra gelen nesiliz; şimdi o bâtılı başlatanların yaptıkları yüzündenmi bizleri helâk edeceksin?’ itirâzını ileri sürmeyesiniz diye Allah, sizlerden bu ikrarı aldı.”

4- Kavramlar ile terimlerin tersine, özel adların, bir dilden bir başkasına tercümesi yapılamaz; özge sözel temsîlcileri bulunmaz. Şu hâlde, Allaha Allahtan gayrı bir şey denilemez. O, Kadîm zamanlarda, insanın, özlediği, arzuladığı, düşleyip de beceremediklerini yakıştırıp yüklemiş olduğu üstün güçlerden ―ilah/lar― apayrıdır. İlah yahut benzeri ilke/ler, insanın kendisini ölçü ―İnsanmerkezcilik― aldığı düzlemde, üstün becerileri67 temsîl ettiğine inanılan varlıktır.

5- Hangi özgül Hak dinine yahut geleneksel iytikât câmiasına mensub olursa olsun, dürüst ve meşrûu zeminlerde yürüyen herkes, belli ölçülerde İslâm çerçevesinde ‘din’dar olup ‘ümid insanı’dır (L homo spes). İslâmın en üst basamağında duran ise, Kur’ân ile Sünnetin öngördüğü tarzda ibâdet edip yaşayan Müslümandır. Burada, ‘en üst basamakta durma’nın, kavmî–dünyevî sıradüzeniyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Zirâ öyle bir sıradüzeni, Kur’ân Teblîğine tümüyle aykırıdır. Kur’ânın bildirdiği, İlahî derecelenmeden başkası değildir. İslâmla birlikte Kadîm zamanlardan gelen unsurlar, ya dince yasaklanmış ya da gündemden düşürülmüştür ―bâtıl iytikâtlar.

Bu cümleden olmak üzre, Tanrısallık ile insanlık yahut Uhrevîlik ile dünyevîlik arasında halka gibi duran ve zulmün esas menbaı olan yarı-tanrı kahramanların, daha açıkcası, insanın inasana köleliği  ve belli bir insan nevinin ―’kahraman’ın― putlaştırılması yeğinlikle yerilmiş ; doğa, hiçbir vechile duyumlanamayan periler, hayâletler, hortlak ile şer güçler gibi, uyduruk varlıklardan temizlenmiştir. İnsanlar arasındaki ilişkiler, böylelikle adâlet esâsına dayalı hukuk çerçevesinde vuzûha kavuşturulurken, doğa da, meraktan doğan araştırma ile inceleme eylemine ve, ölçüyü, haddi aşmamak kaydıyla, insanın tasarrufuna açılmıştır ―ölçüyü, haddi aşan gayrımeşrûu iş görüyor demektir. İnsanın, Allahla doğrudan, aracısız irtibâtta olması, Kur’ânın ana savıdır.

Şu durumda bağlantı kişisi yahut mercii yoktur. Allah, Kendisine yardımcı, vekilharç ve benzeri bir makamı ihdâs etmemiştir. Gönlü mühürlenmiş olandan tututunuz da ‘İnsanıkâmil’e varana dek insanların tümü insandır. Aralarındaki farklılıklar, derecelenme bâbındandır. ‘İnsanıkâmil’, demekki ‘üstüninsan’ dahî, Allahın Özünden pay almış ‘insanüstü’ bir varlık değildir. Elçileri bile, öteki bütün insanlar gibi, Allahın yaratıklarıdır, kullarıdır: “... ve eşhedu enne Muhammeden Abdûhû ve Resûluhu”. Ayrıca: “Resûlleri onlara: ‘Elbette sizler gibi biz de sâdece beşeriz’ dediler. ‘Nihâyet, peygâmberlik şan ile şerefini Allah, dilediğine ihsân eder. O, cevâz vermedikce, sizlere mucîze de gösteremeyiz.’ İnsanlar, yalnızca Allaha dayanıp güvenmelidirler” —İbrâhîm/14 (11). “Senden önce gönderdiğimiz peygâmberlerin hepsi de yiyip içen, dolaşan insandılar. Hepinizi birbirlerinizle sınıyoruz.” —Furkân/25 (20).

Mutlak üstünlük ancak Allah - insan bağlantısında kendini gösterir. O, her şeyden önce, mutlak anlamda hem aşkın hem de içkindir. Buysa her çeşit fehmin, dolayısıyla da izâhın fevkındedir. Onu hayatın olağan, düzgün akışı içerisinde ta­nımazlıktan gelmemiz pek kolaydır; ve talîmâtlarını hiçe saymamız rahatlık da­hî sağlar. “... Denizde sıkıntıya düştüğünüzde, Allahtan gayrı yalvardıklarınız, kaçıp kayboluverirler. Fakat O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da, yüz çevirirsiniz. İnsan, çok nankördür” —İsrâ/ 17 (68). Çünkü tavırlarımızın, tutum ile davranış­larımızın süreklice göz altında tutulmalarını bir yana bırakınız; fakat insan için, içinden geçenlerin, niyetlerinin — bkz: Kâf/50 (16)- dahî her dem denetlendiği­ne inanması ve bu inanç doğrultusunda yaşaması kadar zor başka ne olabilir!

Ni­tekim Hz Muhammed, dünyanın, mümîne cehennem, münkîreyse cennet gibi ol­duğunu söylemiştir. Mümîn, kendisine varoluşunun başlarında tanınmış olan hür tercihini Allahtan yana kullandıktan sonra, Allah yolunda hürlüğünden serbestçe vazgeçmiş sayılır. Dinî manâda artık hür değildir. Bundan böyle İlahî Tebliğ ve vicdân yoluyla Allahla süreklice, kesintisizce baş başadır. Bu hâlin manâsını ala­bildiğine bütün boyutlarıyla idrâk edene dünya zorlu bir yaşama ortamı olmak­tan çıkıp cennete dönüşür; hele o kişi, varoluşça, şiddetli bunalıma girdiği za­manlarda!

 

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;48,49,50,51
Devamını Oku »

Seçeneksiz Bir Medeniyetle ve onun İdeolojisiylemi Karşı Karşıyayız?

Çağdaş İngiliz-Yahudî Medeniyetinin Üç Merkez Ülkesi ve Toplumu

................

4-Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin, dolayısıyla da, Imperyal isminin üç merkez ülkesi ile toplumu var: Anavatan Ingiltere, yavruvatan A.B.D. ile Islâm âleminin yüreğine hançermişçesine saplanmış Siyoncu İsrail. Yeryüzü ve insan sâkinleri, değişen ölçülerde, işte bu üç merkez ülke tarafından sevk ve idâre olun­maktadır. Her şey bu üçünden neşet eden değer yargıları ile anlayışları doğrultu­sunda ayarlanıp düzenlenmektedir. Dünya ile insanlığa iktisâtça da siyâsetçe de hâkim olabilmek gâyesine ulaştıran bütün yollar mubâhtır. Bu yollardan özellik­le Protestanlığın İngiliz çeşidi yahut şubesi olan Anglikanhk, sağladığı yararlar açısından kendisini kanıtlamıştır.

Protestanlığın, tutumluluğa yöneltip girişimcilik ile çalışmağı teşvik buyur­duğu, başta Alman toplum ile iktisât fılosofu Max Weber (1864 - 1920) olmak üzre, birçok aklıevvel tarafından ileri sürüle-durulmuştur. Tek kelimeyle, lâfıgü- zâf! Bir kere, emek,çalışma, alın teri yoluyla geçimin temini Müslümanlıkta ibâ­det mesâbesindedir: “Herkes, kendi yükünü taşır; kimsenin sırtına başkasının yü­kü vurulmaz; kişinin nesi varsa, o, emeğinin ürünüdür; emeğinin semeresini er geç görür” — Necm/53 (38,39,40). Sömürü aracılığıyla emeksiz elde edilmiş servet, harâmdır. Nitekim fâiz, bu meyânda yasaklanmıştır.

Ayrıca, Protestanlık,doğal Tanrı vergisi birdin olduğu iddiasını taşımaz. İn­san elinden çıkma bir iytikât nizâmıdır. Başlıbaşına mezheb olmayıp bir mezhep­ler camiasıdır Ona mensup mezheplerden her biri, bağlı bulunduğu Devlet ile Toplumun —millî Kilise— çıkarları ile duyarlılıklarını dikkate almak mecbûriyetindedir. Zâten bahse konu kiliseleri devletler kendi hesaplarına kurmuş yahut, en azından, desteklemişlerdir. Ardından da onlardan yararlanmışlardır.
Emek, İslâmda da öteki bellibaşlı dinlerde de yaşamakçin elzem hasadın yo­luyken, Sermâyecilikte, kârın aracıdır. Sermayecilik ile Milliyetçiliğin ‘sırtlarını dayadıkları' Protestan kiliseleri, sefihliğe dek uzanmaktan kaçınmayan kazanç sağlayıcı etkili iş görmeye, yâni, işletmeciliğe hayatı dar eden yahut edebilen cümle dinî—ahlâkî etkenlerin ‘temizlenme'sine cevâz vermelerinden ötürü, Sö­mürücü - Sermâyeci - Laik çevrelerin takdirlerini toplamışlardır.

5- Dinyayma etkinliği, Hırıstıyanlığın esaslarındandır. Bu temel yönelimi ilkin Katoliklik, öncelikle Güney Amerika, Doğu Asya ile Güney Afrikada uygulamağa sokmuştur. Cihânşumûl olmak gâyesi ile iddiasını taşımakla birlikte, Katoliklik dahî, millî duyarlılıklar ile çıkar çekişmelerinden kendisini tümüyle azât kılamamıştır. Bu durum kendisini dinyayma etkinliklerinde bile göstermiştir. Ispanyollar ile Portekizlilerin, 1500lerin sonuna değin sürmüş keskin, zaman zaman kanlı safhalara sürüklenmiş denizaşırı diyârlarda hâkimiyet tesîs etme hususundaki çekişmelerine258 dinyayma etkinlikleri de karışmıştır.

Katolik dinyayma çabalarına 1600lerde Fransızların da katıldığını görüyoruz. Gerçi onların bu doğrultudaki etkinlikleri Ispanyollar ile Portekizlilerinkisi kadar teşkilâtlı, sebâtlı ve yoğun olmamıştır. Zirâ İhtilâlikebîrle birlikte kendisini laik ilân eden Fransa, dini resmen dışlamıştır. 1650lerden sonraysa, esâs hız ile yoğunluk kazanan, Protestan olan millî kiliselerin dinyayma etkinlikleri olmuştur. Bunların başını, özellikle 1750lerden itibâren İngiliz Anglikan, Iskoç Presbiteryen ile Felemenk kiliseleri çekmişlerdir.

Her kilise kendi millî hükümrânlığı peşinde koşmuştur. Bu uğurda birbirlerine düşüp birbirlerini baltalamışlardır. Bunun çarpıcı örneklerinden biriyle Güney doğu Asyada karşılaşıyoruz. Bölgeye başkalarından önce Portekiz, nufuz edip hâkim olmuştur. Portekizli kâşif kaptan Affonso de Albuquerque (1453 – 1515), birkaç gemilik ufak donanmasıyla Malaka Boğazının Malay kıyılarına 1511de ulaşmıştır. Burada Portekizliler, yurdundan sürülen Sultanın sarayının bulunduğu yere müstahkem mevki ile büyük kilise inşâa etmişlerdir. Yüz otuz yıl sonra Portekizlilerin Malakası Felemenklilerin eline geçmiştir.

Neredeyse yemeden içmeden Portekizlilerin Katolik kilisesini yıkıp yerine Felemenk Protestan kilisesini inşâa etmiş, ellerinden geldiğince, ahâlîyi kendi dinlerine kazanmağa çaba harcamışlardır.Şehrin Portekiz mimarî uslubundan olan taş yapı ustalığı yerini, zamanla Felemenklilerin kiremetli dik çatılı ve tuğladan inşâa olunmuş binâlarına bırakmıştır. Nihâyet İngilizler, 1786da Penang ile 1819da Singapur adalarının ardından 1824te Malakayı zaptedip kiliseleri ile diğer yapılarını inşâa etmişler, Anglikanlığı öncelikle oradaki Çinli azınlık arasında yaymağa koyulmuşlardır.260 Benzer durumlarla yeryüzünün dörtbir yanında karşılaşmak mümkün. İngilterenin Atlas Okyanusaşırı devâmı olan Yeni İngiltere, yânî A.B.D., henüz devletleşme aşamasında bulunduğu 1700lerin son çeyreğinden itibâren bahsi geçen sahnenin baş oyuncularından olmağa soyunmuştur.

Bağımsızlığının ilânından yarım yüzyıl geçmemişti ki, Yeni İngiltereden dinyayıcılar, Osmanlının batı ile güney Anadolu, Kuzey Afrika, Lübnan ile Filistin kıyılarına çıkmış, Anadolu ile Kafkasyanın içlerine doğru keşîf gezileri tertipler olmuşlardır. Bu keşîf gezilerinin temel amacı, başlıca görevi Protestan dinyayma (Fr&İng Evangelisation) etkinliklerini yürütmek olan okulların, nerelerde, hangi şartlar altında açılabileceklerine ilişkin malûmât derlemekti. Okul açmanın yanısıra, Ortodoks ile Katolik Hırıstıyan ahâlîyi Protestanlaştırmağa yönelik dinî yayım yapılmağa başlanmıştır.

Başta Rum ile Ermeni olmak üzre, bir miktar Hırıstıyan çocuk A.B.D. ile İngiltereye, zamanla Fransa ile Rusyaya da götürülüp eğitilmiştir. Istanbuldan tâ Anadolunun kuş uçmaz kervân geçmez köşe bucaklarına dek dinyayma maksadına yönelik tam kadro eğiticileri öğreticileriyle mücehhez okullar kısa sayılabilecek sürede faaliyete geçmişlerdir. Buralarda öncelikle Rum, Ermeni, Nasturî, Süryanî ile Kaldanî gibi yerli Hırıstıyan çocuklar ile gençlere Protestan İngiliz-Amerikan fikriyâtı zerkolunmuştur.Buralardan yetişen nesiller, anne-babalarının inançlarına ters düşmenin yanında, Milliyetci ile Ayrılıkcı eylemlere dahî tevessül etmişlerdir.

Sonuçta, gâye hâsıl olmuş, İngiliz-Yahudî medeniyeti ile İmperyalisminin baş hasmı İslâm âlemi ile bunun taşıyıcısı ile hâmisi Osmanlı parçalandı parçalanacak duruma getirilmiştir. Artık iş, öldürücü darbenin ne zaman indirileceğine kalmıştır. Bu darbe sâdece ‘beden’e değil, daha önemlisi, ruha yönelik olmalıydı. Darbeye maruz kalan canlının bünyesi bozulur. Ne var ki bozulan bünye yeniden onarılabilinir. Ölüm ise, kimliğin dağılmasıdır. Tarihte baş rollere çıkabilmiş toplumların yahut devletlerin yüksek ülküleri yıkılırsa, kimlikleri de dağılır.

Bunun en sağlam ve kestirme yolu, eğitim ile öğretim yapısının baştan aşağı değiştirilmesidir. Bahis konusu maksada yönelik İngiliz-Yahudî odaklar, bir taraftan Osmanlı ülkesinin dörtbir köşe bucağında Protestan dinyayma esaslı okullaşmayı gerçekleştirirlerken, öbür yandan Ondokuzuncu yüzyılın başlarından itibâren Devletiâliyenin seçkin askerî ile mülkî zevâtını yetiştirmekle yükümlü Mülkiyeye, Tıbbiyeye, Harbiye ile Mektebisultaniyeye yerli Yahudî çevrelerin kurup önderlik ettiği Farmasonluk marifetiyle Müslümanlık karşıtlığı, Positivcilik ile Kavmî Milliyetcilik görüşlerini yerleştirmiştir.

Bahsi geçen görüşlerle yetişen zevât, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibâren Osmanlı Türklüğünün kaderine hükmedebilecek mevkileri tutar olmuştur. Giderek, söz konusu zevâtın yönetim şemsiyesi altında Türklük, tarihî birikimi ile ülküsünü, yânî ‘İslâm kızılelması’nı terketmek zorunda kalmıştır. Böylelikle yalınkat bedeninin ortadan kaldırılmasından daha da etkili bir çâreye başvurulmuştur: Kimlik, kişilik tahrîf ve tahrîb edilmiştir. Bahsi geçen çökertme ile yıkma etkinliği, dışarıdan Londra, içerideyse Selânik merkezli tasarlanıp yürürlüğe sokulmuştur. Üçüncü merkez Nev York – Vaşington ekseni, 1950ye değin, ilk ikisi kadar etkili gözükmez. Niye? İngiliz-Yahudî medeniyeti ile onun ‘omurga’sını teşkîl eden İmperyalismin ‘merkez karargâhı’ İngiltereden Okyanusun öbür yakasına, yânî A.B.D.ne temelli nakli İkinci Dünya Savaşı sonrasına rastlar da ondan.

Bununla birlikte, Ziyonculuğun ilk esâslı teşkilâtlanışını ifâde eden B’nai B’rith, 1843te Amerika Birleşik Devletlerinde kurulmuştur. Farmasonluğa koşut teşkilâtlanan B’nai B’rith, mahfiller hâlinde iş görür. Avrupadaki ilk locasını (Augustin Keller) 23 mayıs 1909da İsviçrenin Zürih şehrinde açmıştır.263 Nasıl, İhtilâlikebîrin arkasında Farmasonluğu görürsek, benzer biçimde, B’nai B’rith’in, 1862 – 1864 Amerikan iç savaşının ve ondan Konfederasyonculara (İng Confederate) karşı zaferle çıkan Birleşik Devletlerinin en önemli belirleyicilerinden olduğunu teslîm etmemiz lazım gelir. İşte adı sanı hemen hemen işitilmeyen bu Ziyoncu teşkilât, Farmasonluk ile Palmerston264 İngilteresi el ve işbirliği yaparak ‘Devletiebedmüddet’in ipini çekmişlerdir. Bu uğurda aklı havsalayı durduracak tezgâhlar tertiplenmiştir. En sık başvurulan yöntem ise, Devletin ipini bir kısım kendi vatandaşına çektirmek olmuştur.

Bu meyânda ilk önemli teşebbüs, 1870lerin ortalarında ‘Yeni Osmanlılar’ın Londrada teşkilâtlanmasıdır. Bunların devâmı ‘Genç Türkler’dir. İngiliz-Yahudî imperyalismi, imparatorluğu dağıtıp yıkmak amacıyla bütün yolları mubâh saymış, ziyâdesiyle başvurduğu araçsa, milliyetcilik ile mezhep–tarîkat sekterliğidir. Osmanlı şemsiyesi altında yer alan toplumlar arasında milliyetcilik tohumları serpilirken, İngiliz istihbâratına çalışan Macar Yahudîsi Ziyoncu ve Türkiyât araştırmalarının kurucusu sayılan Arminius Vambery (1831 – 1913) de meselâ, Devletiâliyenin asıl taşıyıcısı Türkleri daha 1860larda ‘Tümtürkcülüğ’e (Fr Panturquisme) doğru yönlendirmeğe çaba harcamıştır. Birara Sultan II. Abdülhamît Han’a (1842 – 1918) danışman dahî olma becerekliliğini gösteren Vambery, Pâdişâh ile Ziyonculuğun öncülerinden, yine, bir Macar Yahudîsi Theodor Herzl (1860 -1904) arasında ‘köprü’ kurmuştur.

II. Abdülhamît Han, Herzl’in FilistiniYahudî yerleşimcilere açma talebini reddedince de sonun başlangıcı iyice hızlanmıştır. Evvelemirde o vakte değin ‘Sâdık kavim’ diye nitelenen Ermeniler, kışkırtılmış, buradan sökün eden çatışmalar, fecîi sonuçlar doğurmuştur. İngiliz-Yahudî imperyalisminin, “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi kalmamış” ‘helâl–lokma–ehli’ cümle ezilenlerin ortak mücâdele narası ve davâsı demek olan İslâmve onu yüklenmiş bulunan Osmanlı devletini târümâr etme hesaplarını, hiç olmazsa belli bir süre, akîm bırakan Sultan II. Abdülhamît Han, sonuçta, ‘Kızıl sultan’ ile ‘Zalîm’ nitelemeleriyle birinci dereceden hasım ilân olunmuştur. Sultan II. Abdülhamîd’in 26 nisan 1909da halliyle Osmanlı devletinin sonu gelmiş oldu. Bu yıkımı tertîpleyenler, İttihât ve Terakkî adı altında partileşen ‘Genç Osmanlılar’ın devâmı ‘Genç Türkler’di. Onları teşkilâtlandıran ise, B’nai B’rith’ın İtalya koluna mensûp ve yine İtalyadaki Farmason localardan birine kayıtlı Selânikli Yahudî Emmanuel Karasso efendiydi (d: ?, Selânik – 1934, Venedik).

Selânikte ilk Farmason locasını teşkîl eden, B’nai B’rith’in Avrupa cihetindeki, demekki 1860da kurulan ‘Evrensel Israil İttifâkı’nın (Fr ‘Allience Israélite Universelle’) önderi, İtalyan milliyetciliğinin öncü kuruluşlarından ‘Genç İtalya’nın (İ ‘Giovane Italia’) başını çekmiş Giuseppe Mazzini’den (1805 – 1872) de etkilenmiş olan Venedikli Yahudî Emmanuel Veneziano’dur. Bu kişi ve onun yanısıra Baruh Kohen’in Selânikte kurmuş olduğu Iskoç ritine bağlı İtalyan locasında (‘Macedonia Risorta’) toplanan ‘Genç Türkler’, 1903te ‘İttihât–Terakkî’ adıyla partileştiklerinden az önce söz edildi. İkinci Meşrûutiyetin ilânıyla iktidâra gelen ‘İttihât–Terakkî’, Osmanlının sonunu getirecek Trablus ile Balkan savaşları ve nihâyet ‘Harbıumumî’yle kaderimizi tayîn eden baş etken olmuştur.

Bahsi geçen dönem, İngiliz-Yahudî küresel imperyalisminin de altın çağıdır. Bu çağa iki İngiliz ile bir Amerikalı Yahudî damgalarını basmışlardır. Birincisi kraliçe Victoria’nın (1819 – 1901) başbakanlarından Benjamin, First Earl of Beaconsfield, Disraeli (1804 – 81); ikincisi İtalyan Yahudîsi asıllı İngiliz işadamı Sir Moses Haim Montefiore (1784 – 1885); ve nihâyet üçüncüsü Almanyadan A.B.D.ne hicret etmiş hariciyecisi, 1913ten 1916ya değin de adı anılan ülkenin Devletiâliye nezdindeki büyükelçisi baba Henry Morgenthau’dır 271 (1856 – 1956).

.....

8-Çağımız (muâsır) medeniyet seviyesi’ müphem deyiminin arkasında saklı duran bütün kurumları, kuruluşları ve teşkilâtlarıyla Çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetidir. Şu var ki, çağımız medeniyetinin dayandığı İngiliz-Yahudî ittifakının İngiliz ‘yaka’sı, Yahudî olana oranla gözden kaçmayacak raddede öncelik taşır. Yahudî tarafında dahî, İngiliz düşünme ile yaşama uslubuna yaklaşıldığı ölçüde kabul ve rağbet görülür.

9-'İngilizlik' dendiğinde, bundan ‘Amerikalılığ’ı dahî anlamak gerekir. Aralarındaki farklılıklar görünüştedir ve ‘yöresel ayrılıklar’dan ileri geçmezler.

Aslında, Amerikan tarihi bağlamında, ‘Bağımsızlık Savaşı’yahut ‘Devrimi’ deyimleri, gerçek anlamlarında alınmamalı, anlaşılmamalıdırlar. ‘Amerikan Devrimi’, kimilerine göre ‘devrim’den başka her şeydir:

“On üç müstemlekenin sâkinleri” diyor David McKay, “kendilerini ‘hâlis İngiliz’ olarak kabul etmekteydiler. Bundan ötürü her İngiliz için söz konusu olan haklardan, denizaşırı ülkede yaşamalarına rağmen, kendilerinin yoksun kılınamayacaklarını öne sürmüşlerdir. İşte, haklarını gasbettiğine, kendilerine ‘gayrimeşru’ muâmeleyi revâ gördüğüne inandıkları Kral III. George'z (1738 - 1820) karşı ‘kazan kaldırmış’lardır. Öz ilkelerine ihânet etmiş olduğu kanâatına vardıkları bir düzene ‘sırt çevirmeğ’i hak saymışlardır.

Daha da ötesi,öteki devrimci mücâdelelerden farklı olarak Bağımsızlık Savaşından da türemiş yeni anayasa düzeninden de pek az güç, servet ve tüzük değişiklikleri doğmuştur. Esasında, anayurd İngiltereden bu yana göze çarpan gelişmeler, bu vesileyle güçlenip hızlanmışlardır. Bu, doğrusu, muhafazakâr bir devrim şeklinde nitelenmelidir” — ‘muhafazakâr devrim’ nasıl oluyorsa! Amerikadaki ‘millî mücâdele’,“İhtilâli'' kebîrin tersine, toplumda yeni sınıf farklılaşmalarına yol açmamıştır. Getirdiği belli birtakım köklü değişiklikler varsa, sonuçta, gerçek iktidar, yine sağlam bir orta sınıf ile mülk sahibi seçkinlerin elinde kalmıştır.”

............

6- Din ile mezhep nifâklarıyla birlikte, Milliyetcilik, Batı Avrupa dışındaki toplumları parçalayıp yönetmenin yöntemi olmuştur: ‘Böl ve yönet’ yöntemi. Kavmî Milliyetcilik, Kuzey batı Avrupada Germen dillerini konuşan toplumlar ile Israil kavminin kendilerine mahsûs tarihî, coğrafî, iktisâdî ile millî şartlarının verisi olduğunu söylemiştik. Kavmî Milliyetciliğin ideolojileştirilmiş iki ucu, Millî toplumculuk ile Ziyonculuk (Fr Sionisme), doğal sonuçlardır. Bunun, Germen ile Israil toplumlarının dışına taşınması, özellikle de, Müslüman âleme ‘ekilme’si doğal olmayan sonuçlar yaratmıştır. Arap ile Türk milliyetcilikleri, bu doğal olmayan duruma örnek teşkil ederler. Çağdaş —yânî İngiliz-Yahudî— eğitim ile öğretim düzeniyoluyla Osmanlının toplumsal ile millî dayanışması kırılıp millî birlik ile bütünlüğü bozulmuştur. Aynı yoldan özge irili ufaklı kültür ile medeniyetler de yıpratılıp çökertilmişlerdir. Hintte, sözgelişi, bir yanda üst kastlara ayrıcalıklar tanınırken, diger tarafta alttakilere Hırıstıyan Tanrı anlayışı uyarınca, İsâ sûretinde yaratılmış insanlar arasında özden ayırımın yapılamayacağı fikri zerkedilmiştir. Buradan da murad olunan Hint toplumunun bölünmesidir. Uygulanan yöntem, ‘tavşana kaç, tazıya tut’ örneğine ne kadar da uymaktadır.

...................

10- İnsanlık, şaşmazcasına ‘tekörneğ’e göre ‘tekboyut’ta biçimlenmektedir; o da, İngiliz ile onun devâmı olan Amerikan hayat uslubu ve insan ile dünyaya bakma tarzıdır. Bu, spordan —golf, kriket, ragbi, tenis, futbol, basketbol, voleybol, beyzbol, bilardo, bovling—, ıskambilden —poker, bezik, konken, briç—, eğlenceden —Holywood sinema, Las Vegas kumar, Disney eğlence sanayileri—, mesken tarzından —gökdelen-konutları (İng condominium), müstâkil ev (single house), bahçeli ev (country house)—, giyim-kuşam biçimine —düne değin çıplaklığı vahşî ilkellik, iffetsizlik, şehvet kışkırtıcılığı, ayıp telâkkî ederlerken, bugün giyinmeği, edep yerlerini örtmeği çağdışı ile gerilik addediyorlar!—, yeme içme usullerine —koka kolalı, hamburgerli, kızartılmış patatesli ayaküstü atıştırma (fastfood) ile alıp-götürülenyiyecekler (takeaway)—, basın-yayıncılığa —gazetecilik yüzeyelliği, televizyon ile yaygın-bildirişme (INTERNET) uyuşturucuları iptilâsı—, gezginlik (tourism) yıkıcılığı ile aile bölücülüğüne —Kadıncılık (Feminism)—, beşerin beden varlığının mahreci olan cinsiyetin ayağa düşürülmesine —müstehcenlik—, sanatın, bayağılaştırılmasına —avam sanatı (pop art, pop music)—, iktisâdî ihtirâsa —ihtikâr, ‘köşe-dönmecilik’, ‘her mahalleye dolar milyoneri’— ve nihâyet devlet idâresi tarzına —meclise dayalı halkidâresi (parliamentary democracy)— dek uzanan ve yaşamanın tüm köşe bucağının belirli bir toplum – kültür – iktisât – siyâset odağınca belirlenmesi hâli: Tekörnek–kültür.

Bu tekörnek–kültür, bütün insanlığı kapsamına alıyor; o kadar ki, İngiliz-Yahudî —yânî, çağdaş— yaşama tarzı ile bakış açısına karşı çıkan ve “aşırılar”, “yobazlar”, “gericiler” şeklinde suçlanıp horlanan toplumun ‘çizgidışı’ kesimlerinin bile bu cihânşumûl olaydan ve onun câzibelerinden kendilerini kurtaramamaları dikkat çekicidir. Herkes gibi onlar dahî, arabayla, cep telefonu ve bilgisayarla ‘oynama’ marazının ve alışveriş çılgınlığının dışında kalmış gözükmüyorlar.

Çağdaş medeniyetin, bunca câzip gelmesi, basit ve kestirme bir ifâdeyle, beşerin ‘hayvanî’ kesimini hedef seçmesindendir: Bedene rahatsızlık ve acı verebilecek, tekmil hoş olmayan etkenlerin yok edilmesi; bazan çılgınlık derekelerine varabilen eğlenme, gezip tozma, ve hiçbir maddî ihtiyâçla uzaktan yakından ilgisi ilişiği bulunmayan giyim-kuşam ile doymak bilmez yeme içme türü sınırsız tüketim tutkularının karşılanması; üreme ile bağlanma, sâdıklık musîbetinden vâreste seleserpe sevişme —buna ‘çiftleşme’ demek daha doğru olur— güdüsüne alabildiğine imkân tanınması... İnsanlığından git gide uzaklaştıran bu korkunç sürece hiçbir suretle ‘kafayı takmama’sı için ‘barışcıl’laştırılıp gerçekliğin hakîkîsi yerine, sanalında yaşamağa hüküm giyen —demekki doğada yaşamayan ve tabiatı, zâtı, özü kalmamış olan— beşer, merkezî ideoloji Hür Sermâyeciliğin başını çektiği Çağdaş medeniyet sahnesinin tek oyunculu oyunun tek oyuncusudur.

Teoman Duralı - Çağdaş Küresel Medeniyet,syf;159,-165,172-173

 
Devamını Oku »

Bolluk ve Kıtlık

Bolluk ve KıtlıkBilinmelidir ki, aç kalmaya veya az gıda almaya gücü yetenler için, çok gıda almaktan ise aç kalmak, her bakımdan beden için daha elverişlidir. Söylediğimiz gibi, temiz ve düzgün olma hususunda beden ve akıl üzerinde bunun tesiri vardır. Bu husu­su, bedenlerde meydana gelen gıdaların eser ve tezahürleriyle mukayese ediniz. İh­yan ve büyük cüsseli hayvanların etleriyle beslenenlerin neslinden bu nitelikte ihyan vücutlu insanlar ve nesiller meydana geldiklerini görmüşüzdür.

Hadarîlerle mukayese edildikleri zaman, bedevilerin, kırlar ahalisinin aynı durumda oldukları müşahede edi­lir. Gıdası, devenin eti ve sütü olanlarda da bu durum vardır. Devenin eti ve sütü ile beslenenler iriyarı olmakla beraber aldıkları gıda onların ağır yük taşıma, tahammül ve sabır gibi ahlâklarına (huy ve karakterlerine) da tesir eder ki bu hususlar develer­de de mevcuttur. Develerden elde edilen gıda ile beslenenlerin bağırsakları da sıhhat ve kalınlık bakımından develerin bağırsakları nisbetinde (sağlıklı ve sağlam olarak) vücuda gelir. Bu bağırsaklara zayıflık ve gevşeklik ârız olmaz. Başkalarına zarar veren gıda maddeleri, bunların bağırsaklarına zarar vermez. O yüzden bunlar, müshil olarak pişmemiş Ebu Cehil karpuzu (acı elma), kına otu ve karbion gibi mahlûl olmayan süt- leğenleri içerler. Bağırsaktan bundan zarar da görmez. Halbuki aynı şeyleri, latif ve nazik gıda maddeleri yemeleri sebebiyle bağırsakları ince ve nazik olan hadariler alsa hemen helâk olurlar. Çünkü sözkonusu maddelerde zehirli olma niteliği vardır.

Çiftçi ve ziraatçıların bahis konusu ettikleri, tecrübe sahibi olanlann da şahit oldukları şu husus, gıdanın beden üzerinde ne derece tesirli olduğunu gösteren del il (erindendin “Tavuk, deve dışkısında pişirilmiş hububat ile beslenir, hasıl olan yumurta kuluçkaya konursa, piliçler gayet iri olur, çiftçiler bazan kuluçkalık yumur­tanın üzerine deve fışkısı atmak suretiyle de hem kuluçkalık tavuk beslemekten hem de hububatı pişirmekten müstağni olarak çok iri piliç elde etmiş olurlar.”

Gıdanın beden üzerindeki bahiskonusu tesirlerini gördüğümüz zaman, aç kal­manın da beden üzerinde bir takım tesirleri bulunduğu hususunda artık hiç şüphe etmeyiz. Çünkü tesir meydana getirme veya getirmeme konusunda, iki zıt şey tek bir nisbet üzere bulunur. Bu da gösteriyor ki, bozuk ve lüzumsuz artıklardan, vücudu ve akla zarar veren karmakarışık rutubetlerden bedenleri temizleme ve arıtma hususun­da aç kalmanın tesiri vardır. Nitekim gıda da bahis konusu (kötü) şeylerin, bedende mevcut olmaları hususunda tesirli olmaktadır, Allah ilmi ile her şeyi kuşatmıştır.

İbn Haldun,Mukaddime,cild:1
Devamını Oku »

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

İnsan'ın Rahatlık Arayışı

Türkiyedeki Avrupalılaşma özleminin kökünde, ra­hatlık arayışı var. Mücâdele gücünü azaltmağa dönük eği­lim söz konusu. Depremde allak bullak olduk. Nasıl da sar-sıldık! Oysa, ikinci Dünya Savaşının sonunda, Japonyanın dört büyük şehri yüzde yüz oranında yok olmuştu. O insan­lar banamısın, demediler, efsâne varlığı benzeri, hayatı ye­niden oluşturdular. Japon işçisi, üç yıl boyunca boğaz tok­luğuna çalıştı. Diyebilirsiniz ki, belki de insanda asıl fışkır­ma ve kendini yenileme yeteneği, büyük bir yıkımdan son­ra harekete geçebilir. Sonuçta bu bir ‘hazırlık’ meselesidir. Bugünün insanı için, artık zorlukların üstesinden gelmeğe dönük hazırlıktan bahsetmek yanlıştır. İnsanın doğayla bağlantısı ile dinle ilişkisi aynı şeydir.

Din ile doğa, biribirleriyle iç içedirler. Zâten din doğadan koparıldığında dinîyobazlık başgosterir. Dinsiz ele alındığında da doğa meka­nikleşir. Doğasız din, kulaktan dolmadır. Neyi niçin yaptı­ğınızı, nereye yöneldiğinizi bilmezsiniz. Doğada sorun ya­şadığınızda zorluğa güçle cevap veriyorsunuz. O gücü ve­ren dindir. Doğayı mahvettiğinizde dine gerek kalmıyor. Dini ortadan kaldırdığınızda da, doğayla mücâdele gücünü­zü kaybediyorsunuz.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Dil Devrimi

Dil DevrimiDert,üzüm yemek olmayıp bağcıyı dövmek, yâni sözleri Türkçeleştirmek değil; İslâmî hayatımızdan topyekûn atmak. Türkçe bu yüzden mahvedilmiştir. Hayat ile ‘yaşam’ sözlerini de taşıdıktan tasavvurgüçleri açısından karşılaştırmak şart. ‘Hayat'ta bin küsur yıllık bir kültürün iş­leyip belirlemiş olduğu tasavvurgücü saklı, ‘ Yaşam'ınsa tasavvur gücü sıfır.

İki kelime arasındaki fark, nesiller boyu ot...urulmuş aileye iyi kötü günlerde ocak barınak olmuş bir ev ve yurtla yuvayla ilgisi ilişiği olmayan soğuk, kişiliksiz fab­rika mekânı gibidir. Dile yeni sözler tabîî ki girip yerleşecek. Sözgelişi elli, altmış yıl önce bilgisayarmı vardı? Bu ihtiyâç çok yerinde bir sözle dolduruldu. Geçmişte olmayıp da orta­ya çıkan yeni bir araç için söz elbette türetilir. Ancak, bazı türetmelerimizin yanlış olduğu da aşikârdır. Konunun dışın­da kaldığından, bunlardan bahsetmeği başka zamana bırakıp varolan kelimeler neden değiştiriliyor sorusuna dönelim. Sözgelişi ‘cevher'e niye ‘töz’ deniliyor? Cevher, felsefe dı­şında, gündelik hayata da girmiş, herkesin anlamını bilip bin yıldır kullandığı bir sözdür.

Meselâ cevher kelimesini, "bu çocukta cevher var" gibi, çeşitli anlamda, konuda kullanıyo­ruz. Cevher kelimesi ile töz kelimesi ayn nesneler için kul-lanılabilir. Bilimde, özellikte de kimyada ‘töz’ kelimesi kul­lanılabilir. ‘Cevher’ bahusus metafizik alan için söz konusu­dur. Bu deyimler, bilim ile metafizik anlayışımıza büyük zenginlik katabilir. Başka dillerde olmayan bir aydınlıktır. Kafaların aydınlanması dille başlar. Düşünmekçin akıl şart. Ama mesele aklı konuşturmak değil. Sorun, İslâmî başıyla, kılıyla, kılçığıyla, elbette dilde ifâdesini bulan maşerî şuuru- muzdan söküp atmak. İngiliz-Yahudî imperyalist medeniye­tinin ‘iyi saatte olsunlar' böyle buyuruyorlar da ondan.

Osmanlıca kelimeler, Türkçe değil, bu nedenle dilden atılmalı diyorlar. Öte yandan rağbet ettiğimiz, tapındığımız, secde ettiğimiz yeni medeniyetin Türkçe olmayan sözlerini alıyorsunuz. Bu çelişki değil de ne? Sorun, çözüm bulmanın, istenmemesinden doğuyor. Türkiyede öğretim kurumları, ye­tişen neslin düşünmemesini sağlamak üzre inşâa edilmişler. Ezberciliğin önüne geçmek, düşünen insan yetiştirmekten bahsediyorlar. Ezber bozan akıllı nerede? Bulsak da onu ba­şımıza tâç diye geçirsek. Talep, düşünen değil; düşünmeyen İnsan. Bu yüzden felsefe geleneği hiçbir zaman oluşmayacak.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Şimdi Rüzgar, Taş, Çiçek, Kuş ve Bulutlara Bak

Şimdi rüzgar, taş, çiçek, kuş ve bulutlara bak
Bismillahirrahmanirrahim

Yirminci Pencere

(HAŞİYE)


فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شىْءٍ 1


وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ - وَاَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَاَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاۤءِ مَاۤءً فَاَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَاۤ اَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ 2


Nasıl cüz’iyat ve neticelerde ve teferruatta kemâl-i hikmet ve cemâl-i san’at görünüyor. Öyle de, tesadüfî ve karışık tevehhüm edilen küllî unsurların, büyük mahlûkatın zâhiren karışık vaziyetleri dahi bir hikmet ve san’atla vaziyetler alıyorlar. İşte ziyanın parlaması, sair hikmetli hidemâtının delâletiyle, yeryüzünde masnuat-ı İlâhiyeyi izn-i Rabbânî ile teşhir ve ilân etmektir. Demek bir Sâni-i Hakîm tarafından ziya istihdam ediliyor; çarşı-yı âlem sergilerindeki antika san’atlarını onunla irâe ediyor.


Şimdi rüzgârlara bak ki: Sair hakîmâne, kerîmâne faidelerinin ve vazifelerinin şehadetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek o dalgalanmak, bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine sür’atle çalışmaktır.


Şimdi bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara: Yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü onlara terettüp eden, âsâr-ı rahmet olan faidelerin ve semerelerin şehadetiyle ve dağlarda bir mizan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mizan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshiriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisal etmeleridir.


Şimdi yerdeki bütün taşların ve cevahirlerin ve madenlerin envâına bak: Bunların tezyinatları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyiniyle, tertibiyle, tedbiriyle, tasviriyle olduğunu, onlara müteallik hakîmâne faideleri ve mesâlih-i hayatiye ve levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvafık bir tarzda ihzarları gösteriyor.


Şimdi çiçeklere, meyvelere bak: Bunların gülümsemeleri ve tadları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün’im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer davetname hükmünde olarak, muhtelif renk ve koku ve tadlarla her nev’e ayrı ayrı tarife ve davetname olarak verilmiştir.


Şimdi kuşlara bak: Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i kat’î ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdavele-i hissiyat ve ifade-i maksat etmeleridir.


Şimdi bulutlara bak: Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına kat’î delil ise, hâli bir boşlukta o acaibi icad etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü, gayet mânidar ve hikmettardır ki, bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, “Sizlere müjde, geliyoruz!” mânâsını ifade ederler.


Şimdi göğe bak: Gök içinde hadsiz ecramdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne ait mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyan ettiğimizden kısa kesiyoruz. İşte, ziyadan tut, tâ kamere kadar, saydığımız küllî unsurlar gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta bir pencere açar, bir Vâcibü’l-Vücudun vahdetini ve kemâl-i kudretini ve azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler. İşte, ey gafil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi parlak o ziyayı söndürebilirsen, Allah’ı unut. Yoksa aklını başına al,

3 سُبْحَانَ مَنْ تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ de.


HAŞİYE : Şu Yirminci Pencerenin hakikati, bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti:تَلَئْـُلأُ الضِّيَاۤءِ مِنْ تَنْوِيرِكَ تَشْهِيرِكَ - تَمَوُّجُ اْلاِعْصَارِ مِنْ تَصْرِيفِكَ تَوْظِيفِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ اَعْظَمَ سُلْطَانَكَ - تَفَجُّرُ اْلأَنْهَارِ مِنْ تَدْخِيرِكَ تَسْخِيرِكَ - تَزَيُّنُ اْلأَحْجَارِ مِنْ تَدْبِيرِكَ تَصْوِيرِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ أَبْدَعَ حِكْمَتَكَ - تَبَسُّمُ اْلأَزْهَارِ مِنْ تَزْيِينِكَ تَحْسِينِكَ - تَبَرُّجُ اْلأَثْمَارِ مِنْ اِنْعَامِكَ اِكْرَامِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ اَحْسَنَ صَنْعَتَكَ - تَسَجُّعُ اْلأَطْيَارِ مِنْ اِنْطَاقِكَ اِرْفَاقِكَ - تَهَزُّجُ اْلأَمْطَارِ مِنْ اِنْزَالِكَ اِفْضَالِكَ - سَبْحَانَكَ مَاۤ اَوْسَعَ رَحْمَتَكَ - تَحَرُّكُ اْلأَقْمَارِ مِنْ تَقْدِيرِكَ تَدْبِيرِكَ تَدْوِيرِكَ تَنْوِيرِكَ - سُبْحَانَكَ مَاۤ أَنْوَرَ بُرْهَانَكَ وأَبْهَرَ سُلْطَانَكَ[Işığın parıldaması Senin nurlandırman ve teşhir etmendendir. Fırtınanın dalgalanması Senin yönlendirmen ve görevlendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne büyüktür saltanatın! Nehirlerin fışkırması Senin depolayıp emre boyun eğdirmendendir. Taşların süsleri Senin tedbirin ve şekillendirmendendir. Sen her noksandan münezzehsin; ne eşsizdir Senin hikmetin! Çiçeklerin tebessümü Senin süsleyip güzelleştirmendendir. Meyvelerin süslenmesi Senin in’âmın ve ikramındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne güzeldir Senin san’atın! Kuşların cıvıldaşması Senin konuşturman ve yakınlaştırmandandır. Damlaların şıpıltısı Senin indirmen ve fazlındandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne geniştir Senin rahmetin! Ayların seyretmesi Senin takdirin ve tedbirinle, Senin döndürmen ve aydınlatmandandır. Sen her noksandan münezzehsin; ne aydınlatıcıdır delilin, ne engindir saltanatın!]


1 : “Herşeyin melekûtu elinde olan Allah her türlü kusurdan münezzehtir.” Yâsin Sûresi, 36:83.

2 : “Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belirli bir miktarla indiririz. Rüzgârları da Biz aşılayıcı olarak gönderdik, sonra gökten bir su indirip onunla sizi suladık. Yoksa o suyu hazinesinde saklayan siz değilsiniz.” Hicr Sûresi, 15:21-22.

3 : Yedi gök ve yer ve onların içinde bulunanlar tarafından Kendisi tesbih edilen Zât, her türlü kusurdan münezzehtir.


Bediüzzaman Said Nursî


(Sözler-33. Söz)
Devamını Oku »

Mertebeler her ne kadar farklılık gösterseler de, bu farklılıkların­danaralarında bir zıdlık ve çelişki meydana gelmez.

Mertebeler her ne kadar farklılık gösterseler de, bu farklılıkların­dan aralarında bir zıdlık ve çelişki meydana gelmez.


Mertebeler her ne kadar farklılık gösterseler de, bu farklılıkların­dan aralarında bir zıdlık ve çelişki meydana gelmez.

Şöyle ki mesela: 'Falanca âlimdir" dediğimiz zaman, mutlak surette belirttiğimiz bu ifâdeden o kişinin ilim sıfatına sahip olduğunu bir şüpheye meydan vermeyecek şekilde belirtmiş oluruz. "Falanca, ilimde ondan üstün­dür" dediğimiz zaman ise, bu ifâdeyle ilim alanında ikincinin birinci­den daha üstün bir seviyede olduğunu ortaya koymuş oluruz. Bu ifâdeden birincinin asla cehalet sıfatıyla nitelendiği anlamı çıkarıla­maz. Keza "Cennette peygamberlerin mertebeleri, âlimlerin mertebe­lerinden üstündür" sözünden de, orada âlimler için nimetlerden istifâdede bir noksanlık olacağı, onların mertebelerinin aşağılandığı anlamı çıkmaz. Aksine âlimler cennet nimetlerinden eksiksiz olarak istifâde ederler. Peygamberler ise, nimetlerin eksiksiz olarak bulun­duğu bu mertebenin daha da üzerinde olurlar. Münafıklar ve diğer günahkârlar hakkında söylenmiş sözleri de aynı şekilde anlamak ge­rekir. Bunların her biri azab içerisindedir ve azablan sırasında bir ra­hat gördükleri yoktur. Şu kadar varki ,katmanlarına göre bir kısmı digerinden daha fazla azâb çekmektedirler.

Bu hususu şu hadis de ifâde eder: Hz. Peygamber'e En-sâr hanelerinden hangisinin daha hayırlı olduğu sorulmuştu. Onları hayırlılıklanna göre sıraya koydu ve şöyle cevap verdi: "Ensâr hanele­rinin en hayırlısı Nece ar oğulları hânesidir. Sonra Abdul-Eşheloğulları hanesi, sonra Haris b. el-Hazrecoğulları hanesi, sonra da Sâideoğul-ları hânesidir." Bu sözünün hemen arkasından Hz. Peygamber, bunla­rın  arasında  bir  zıtlık  olduğu   anlaşılmasın   diye   "Ensârın  her hanesinde hayır vardır" (1) sözünü ilâve etmişlerdir. Zira ism-i tafdîl kipi aynı zamanda zıtlık anlamı belirtmek için kullanılabilmektedir.Meselâ: "Hayır! Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret daha hayırlı ve daha bakîdir’’(2) âyetinde ism-i tafdîl olan kelimeleri bu ablamda kullanılmışlardır. Hz. Peygamber'in sözü sonrasına ilâve ettiği kısımdan ela anlıyoruz ki, Ensâr hanelerinden bazılarını diğerlerine üstün kılmasından, daha alt mertebede tutulan hanelerin üstün olmadığı ve onların meziyetlerinin dü­şürüldüğü anlamı çıkmaz. Eğer öyle olsaydı, bu söz onlar için bir övgü­den çok yergi olurdu. Hadisin sonunda bizim arzettiğimiz bu anlam vurgulanmaktadır. Çünkü hadis şöyle devam ediyor: "Biz Sa'd b. Ubâde'yeyetiştik ve: Görmedin mi?RasûlullahEnsâr hanelerinin ha­yırlılarını söyledi de bizi en sona bıraktı, dedik. Bunun üzerine Sa'd Rasûlullah'a yetişerek:

— Yâ Rasûlallah! Ensâr hanelerinin hayırlılarını söylemiş, bizi en sona bırakmışsın!' dedi. O da:

—'Size hayırlılardan olmanız yetişmiyor mu?' buyurdu."



Dolayısıyla bu hadiste belirtilen öncelikler, geri plânda zikredi­lenlerin az ya da çok hayırlı olmadıklarını belirtmek için değil, önceki­lerin fazladan daha başka meziyetlere de sahip olduklarını bildirmek için olmaktadır.

Şahıslar, türler ve sıfatlar arasında yapılan takdimleri de aynı şekilde anlamak gerekir. Yüce Allah: "İşte bû peygamberlerden bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık [3]"And olsun ki, peygamberleri birbirinden üstün kılmışızdır.’’(4)buyurmakta, hadiste de "Güçlü mümin, Allah katında zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevimli­dir. Hepsinde de hayır vardır’’(5) buyrulmaktadır.

Kısaca şöyle dememiz mümkündür: Aynı türe ait fertlerin, o tü­rün hakikatine nisbetle sıralamaya (tertibe) sokulması mümkün de­ğildir. Aksine böyle bir sıralama, ancak o fertlerin, o türün hakikati dı­şında sahip oldukları özellikler ve haricî nitelikleri dikkate alınmak suretiyle yapılabilir. Bu gerçekten üzerinde durulması gereken bir tesbittir. Kim bu tesbitimizi îyi anlarsa şerîatı anlama sırasında karşı­laşabileceği birçok güçlük ve problemler çözülmüş olacaktır. Peygam­berlerin birbirlerine olan üstünlükleri, [6] imanın artması ya da eksil­mesi ve benzeri ferî fıkıh meselelerini, bu tesbitten habersiz oldukları için birçoklarının yanıldığı serî manâları bu arada bu tür problemlere örnek olarak hatırlatabiliriz.Tevfîk ancak Allah'tandır. [7]

--------------

[1] Buhârî, Edeb, 47; Menâkıbu'l-ensâr, 7; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 177.

[2] A'Iâ 87/17.

[3] Bakara 2/253.

[4] İsrâ 17/55.

[5] Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Zühd, 14.

[6] Peygamber olmaları açısından, hepsi de aynı olnıakla birlikte tâbilerinin çok olması, gösterdikleri sabır ve metanet gibi sahip oldukları meziyetler itiba­rıyla farklılıklar arzetmektedirler; bunun neticesinde de bazı peygamberler "azim sahibi" olmakla nitelenmişlerdir.

[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/31-36
Devamını Oku »

Hz. Peygamber'e verilmiş bulunan her mezi­yetten,mutlaka ümmetine deörnekler verilmiş bulunmaktadır

Hz. Peygamber'e verilmiş bulunan her mezi­yetten,mutlaka ümmetine de örnekler verilmiş bulunmaktadır

Onuncu Mesele:


Hz. Peygamber'in bizzat kendisine has olan fiilleri hariç, getirdiği diğer hükümler ve yükümlülükler nasıl ki bütün mükellefler için ge­nellik arzediyorsa, meziyet ve menkıbelerinde de durum aynıdır. Ken­disine has olanlar hariç, Hz. Peygamber'e verilmiş bulunan her mezi­yetten, mutlaka ümmetine de örnekler verilmiş bulunmaktadır. Bun­lar da, aynen teklifin umumîliği gibi genellik arzetmektedirler. Hatta Ibnu'l-Arabi'nin iddiasına göre, âdet-i ilâhînin tecellisi, Yüce Allah bir peygambere birşey vermişse, mutlaka o şeyden ümmetine de vermiş olması ve onları da ona ortak kılması şeklindedir. İbnu'l-Arabî daha sonra bu doğrultuda örnekler zikreder.Onun söyledikleri, bu ümmet hakkında da istikra neticesinde doğru çıkmaktadır. Şöyle ki:

Evvelâ, istinbat edilebilecek hükümler açısından onun yerini al­ma hususunda genel bir veraset bulunmaktadır. Ümmetten, konul­muş sınırlar yanında durarak, hüküm istinbatına gitmeksizin kulluk icrasında bulunmaları istenebilirdi ve usûlcülerin dediği gibi bu iş için nassların umûmî ve mutlak olmaları yeterli idi. Ancak Yüce Allah, kullarına Peygamberine has kıldığı bir meziyetle onları ayrıcalıklı kı­larak ihsanda bulundu. Şöyle ki: Peygamberi hakkında"Doğrusu, in­sanlar arasında Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin. [1] buyu­rurken, ümmeti hakkında da "... Onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi" [2] buyurmuştur. Bu nokta açıktır; o yüzden sözü uzatmıyoruz.

İkinci olarak: Bu tezin doğruluğu pek çok yerde ortaya çıkmakta­dır. Bunlardan otuz tanesine işaretle yetineceğiz:

1-Allah'ın salâtına [3] mazhar olma: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında"Şüphesiz Allah ve melekler peygambere salât ederler (onu överler). [4]buyururken, ümmet hakkında da "Karan­lıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât (rahmet ve istiğfar) eden Allah ve melekleridir [5] "Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onlaradır" [6] buyurur.

2-Rıza: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında "Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de razı olacaksın" [7]ümmeti hakkında da "And olsun ki onları razı olacakları bir yere koyar [8] "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır" [9] buyurmaktadır.

3 ve 4. Geçmiş ve gelecek günahların affı: Hz. Peygamber hakkında "Allah böylece,' senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar. [10] buyrulurken ümmeti hakkında da şöyle rivayet edil­miştir: Bu âyet indiği zaman ashap Hz. Peygamber'e gözay-dınlığı dilemişler ve "Bize ne var? Yâ Rasulallah!" demişlerdi. Bunun üzerine "İnananerkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, içlerin­den ırmaklar akan cennetlere koyar; onların kötülüklerini Örter" [11]âyeti inmişti. Âyette geçen günahların affı, geçmiş ve gelecek hepsini kapsamaktadır. Birinci âyette Allah'ın nimeti tamamlamasından bahsedilmekte ve "Sana olan nimetini tamamlar..." buyrulmaktadır. Ümmet hakkında da "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz" [12] buyrul­maktadır ki, bu da dördüncü benzerliği teşkil etmektedir.

5-Vahiy yani nübüvvet: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında olmak üzere "Ey Muhammedi Şüphesiz sana da vahyettik. [13] ve benzeri anlamda âyetlerle Hz. Peygamber'e ver­diği nübüvvetten bahsetmiştir. Bu son derece açıktır ve şahide ihtiyacı yoktur. Ümmet hakkında ise hadiste "Salih rü'ya nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür" [14] buyrulmuştur.

6-Kur'ân'ın murada uygun olarak inmesi: Hz. Peygamber hakkında 'Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnud olacağın kıbleye, ey Muhammad, elbette seni çevireceğiz" [15] buy­rulmaktadır. Hz. Peygamber daha önce kıblenin Kabe'ye çevrilmesini arzuluyor ve bu doğrultuda vahiy bekleyip duruyordu. "Ey Muhammedi Bunlardan (zevcelerinden) istediğini bırakır, istedi­ğini yanma alabilirsin. [16] âyeti bir başka örneği teşkil eder. Hz. Peygamber'e kadınlar sevimli kılındığı için, onun hakkında diğer müslüman erkeklere getirilen dört sınırı korunmamış, (daha Önce nikâhı altında kalan kadınları tutabileceği bildirilmiştir). [17]

Ümmet hakkında Kur'ân'ın onların arzularına uygun düşmesine gelince; Hz. Ömer şöyle anlatır: "'Rabbime üç konuda muvafık düştüm [18]Birinde: "Yâ Rasûlallah! Keşke Makâm-ı İbrahim'i namaz yeri edinsen" dedim, hemen"Makâm-ı İbrahim'i namaz yeri edinin" [19]âyeti indi. Bir başka seferinde: "Ya Rasûlallah! Senin huzuruna iyi kimseler de kötü kimseler de giriyor. Keşke müminlerin annelerine perde arkasında bulunmalarını emretsen" dedim, bunun üzerine de "hicâb âyeti [20]in­di. Bir başka seferinde, Hz. Peygamber'in bazı kadınlarını (gereksiz bazı talepleri üzerine) [21]azarladığını duydum. Onların yanma vardım ve kendilerine "Ya bu halinizden vazgeçersiniz, ya da Allah peygambe­rine sizden daha hayırlı eşler verir" dedim. Bunun üzerine de "Ey Peygamber eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan... eşler verebilir" [22]( âyeti indi.'"

Başka bir örnek: Bir kadına, kocası zıhar [23]yapmıştı. Kadın Hz. Peygambere gelerek, uzun süre koca­sıyla aynı yastığa baş koyduklarını, ondan çocukları bulunduğunu... şimdi ise onun kendisine- zıhar yaptığını söyleyerek şikayette bulun­du. Hz. Peygamber "Sen ona haram olmuşsun, yapabilece­ğim bir şey yok" buyurdu, f Kadın Hz. Peygamber ile tar­tışmaya girdikten sonra) başını göğe kaldırdı ve "Ben çaresizliğimi Al­lah'a arzederim" dedi. Sonra Hz. Peygamber'e tekrar baş­vurdu. Aynı cevabı aldı. Sonra üçüncü defa sormak için tekrar gitti.Bunun üzerine Allah şu âyetleri indirdi: "Ey Muhammedi Kocası hak­kında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işit mistir..." [24]

Bu konuda araştırma yapanlar, bu türden pek çok âyet olduğunu göreceklerdir. Meselâ, ifk (iftira) olayında Hz. Âişe'nin atılan iftiralardan uzak olduğunu, kendi arzusu doğrultu­sunda gelen âyetler [25] ortaya koymuştu. O duygularını şöyle anlatıyor: "Ben o zaman günahsız olduğum İçin mutlaka Allah'ın beni temize çı­karacağına inanıyordum. Ancak, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın be­nim hakkımda okunacak bir vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum; bence benim durumum Allah'ın Kur'ân'ında okunacak vahiy indire­cek kadar önemli değildi. Şu kadar ki ben, Yüce Allah'ın beni temizle­yecek bir rüyayı Hz. Peygamber'e göstereceğini ve beni böyle paklaya­cağını düşünüyordum. Fakat O, vahiy indirdi." Hilâl b. Ümeyye de: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben elbette doğruyum ve Yüce Allah mutlaka sırtımı had cezasından kurtaracak bir vahiy indi­recektir" demişti de bunun üzerine "Karılarına zina isnad edip de ken­dilerinden başka şahitleri bulunmayanların şahidliği, kendisinin doğru  sözlülerden  olduğuna Allah'ı  dört defa  şahit  tutmasıyla olur..." [26]âyetleri inmişti.

Bu husus, sadece Hz. Peygamber devrine hastır; çünkü onun ve­fatıyla vahiy kesilmiştir.

7-Şefaat: Hz. Peygamber hakkında: "Belki de Rabbin seni övülecek bir makama [27] yükseltir" [28] buyrulmuştur. Bu ümmet hakkında da şefaatin bulunacağı sabittir. Meselâ Üveys hakkında Hz. Peygamber "Rebla ve Mudar mensupları kadarkişiye şefa­at eder" [29]İmamlarınız, şefâatçilerinizdir" [30] vb.

8-Şerh-isadr (gönlü açmak): Hz. Peygamber hak­kında "Ey Muhammedi Senin gönlünü açmadık mı?[1][31] ümmet hak­kında da "Allah kimin gönlünü İslâm'a açmışsa o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı?" [32] buyrulmuştur,

9-Sevgiye mazhariyet: Hz. Peygamber Allah'ın sevgilisidir. Bu husus hadisle sabittir. Hadis şöyle: Bir grup sahâbî kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Biri: "Şaşılacak şey! Allah, yaratık­larından kendisi için dost (halil) edinmiştir" dedi. Bir diğeri: "Mu­sa'nın kelâmından daha şaşılacak ne olabilir? Zira onunla Allah ko­nuşmuştur" dedi. Bir üçüncüsü: "Ya İsa! O Allah'ın kelimesi ve ruhu­dur" dedi. Bir dördüncüsü: "Âdem'e ne demeli! O Allah'ın seçtiğidir" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber onların yanlarına çıktı, selam verdi ve sonra: "Konuşmalarınızı işittim ve hayretlerinizi gör­düm.

Evet, Allah İbrahim'i dost edinmiştir. Doğrudur. Musa Allah'ın sırdaşıdır; onunla konuşmuştur. Doğrudur. İsa Allah'ın ruhudur. Doğrudur. Âdem, Allah tarafından seçilmiştir (safiyy). Bunlar hep doğrudur. Ancak dikkat edin, ben ise Allah'ın sevgilisiyim. Bunu Öğünmek için söylemiyorum. Kıyamet gününde hamd sancağını ben taşıyacağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. İlk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim. Bunu Öğünmek için söylemiyo­rum. Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim ve Allah onu benim için açacak ve yanımda fakir müminler olduğu halde beni oraya koyacak. Bunu öğünmek için söylemiyorum. Ben şimdiye kadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisiyim. Bunu Öğünmek için söy­lemiyorum. [33]

Ümmeti hakkında ise ".. .Allah, sevdiği ve onların da O'nu sevdi­ği ...bir millet getirecektir" [34] buyrulmuştur.

10-Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber'in cennete gire­cek ilk kişi olduğu, ümmetinin de aynı şekilde oraya girecekilk ümmet olduğu belirtilmiştir.

11-Yine aynı hadiste,Hz. Peygamber'in şimdiye kadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisi olduğu belir­tilmiştir. Ümmeti hakkında da "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan... en hayırlı bir ümmetsiniz" [35] buyrulmuştur.

12-Hz. Peygamber ümmeti üzerine şahit kılınmıştır. Böylece, diğer peygamberlere nasip olmayan bir ayrıcalık kazanmış­tır. [36]Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Böylece sizi insanlara şahit ne Örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygam­ber de size şahit ve örnektir." [37]

13-Harikulade olayların bulunması: Hz. Peygamber hakkında mucize ve kerametler bulunmaktadır.  Ümmetine  ise, kerametler verilmiştir. Bu konuda, bir velînin, kendi veliliğini ispat için keramet ile meydan okuması caiz midir, değil midir? konusunda ihtilaf edilmiştir. İşlemekte olduğumuz esas, bunun caiz olacağına bir   tanıktır. İnşallah bu konu ileride gelecektir.

14-Daha önceki kitaplarda Allah'a karşı övgücü olma ve benzeri güzel meziyetlerle anılmış olma: Kur'ân'da Hz. Peygam­ber hakkında "Ben (İsa), benden sonra gelecek ve adı Ahmed [38] olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim. [39] buyrulmuş, ümmetine de "hammâdîn" çok övgüde bulunanlar) ismi verilmiştir.

15-Ümmî [40] olmakla birlikte ilim sahibi olması [41]: "Ümmîler arasından, kendilerine âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Ki-tab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur [42] "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben Allah'ın hepiniz için gönderdiği peygamberi­yim. Allah'a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine inanın. [43]buyrulur. Hadiste de:"Biz ümmî bir ümmetiz;hesap ki­tap bilmeyiz. [44] buyrulmuştur.

16-Meleklerle konuşma: Bu durum Hz. Peygamber hakkında gayet açıktır. Ashaptan bazısı hakkında da, meleklerle ko­nuşur oldukları nakledilmiştir. Meselâ İmrân b. Husayn gibi. Aynı şey Allah'ın velî kullarından da nakledilmektedir.

17-Sorguya çekmeden önce affa mazhar olma: Hz. Peygam­ber hakkında Yüce Allah "Allah seni affetti; onlara niçin izin verdin?" [45]buyururken, ümmeti hakkında da "And ahun ki, Al­lah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordu­nuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz.. .And olsun ki O sizi bağışladı [46] buyurmaktadır.

18-Şanı yüceltme: Yüce Allah Hz. Peygamber hak-' kında "Senin şanını yüceltmedik mi?"[47]buyurur. Bundan maksat, kelime-i tevhide ve ezana Hz. Peygamber'in ismini kendi ismiyle birlikte koymuş olmasıdır, denilmiştir. Böylece Hz. Peygamber'in ismi, yücel­tilmiş ve saygı görmüş oldu. Ümmet hakkında da gerek Kur'ân'da ve gerekse daha önceki kitaplarda pek çok yerde övgü ile bahiste bulunulmuştur. Bir hadiste Hz. Musa'nın, Hz. Muhammed'in ümmetine ait övgüler ve onları yücelten ifadeler görünce: "Allah'ım! Beni Muham-med ümmetinden kıl" [48] diye dua ettiği bildirilmiştir.

19-Onlara düşmanlık Allah'a düşmanlık, onlara dostluk Al­lah'a dostluk kabul edilmiştir; Yüce Allah "Allah'ı ve Peygamberini in­citenlere, Allah, dünyada da, âhirette de lanet eder" [49] buyurur. Ha­dislerde de "Kim bana eziyet ederse, Allah'a eziyet etmiş olur [50] "Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse, o bana açıktan harp açmış olur" [51] buyrulur. Başka bir âyette "Kim peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" [52] buyrulur. Bunun muhalif mufhumu, kim peygambere itaat etmezse Allah'a itaat etmemiş olur, şeklindedir.

20-Seçme: Yüce Allah peygamberler hakkında "Babalarından,soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve onları doğru yola eriştirdik..." [53]buyurmakta, ümmet hakkında da "O sizi seçmiş, ata­nız ibrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır" [54]bu­yurmuştur. Hadiste de Hz. Peygamber'in bütün insanlar içerisinde "Mustafâ" yani seçilmiş olduğu bildirilmiştir. [55] Ümmet hakkında da "Sonra bu Kitab'ı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmı-şızdır..." [56]buyrulur.

21-Allah'tan selâma nail olma: Birçok hadiste, Allah'tan Pey­gamberine selam geldiği belirtilmiştir. Yüce Allah "EyMuhammed de ki: Hamd Allah'a mahsustur, seçtiği kullarına selâm olsun [57]"Ey Muhammedi Âyetlerimize inananlar sana gelince: 'Size selâm olsun.' de [58] şeklinde buyurur. Cibril Hz. Peygamber'e Hz. Hatice hakkında: "Ona Rabbinden ve benden selâm söyle" demiş­tir. [59]

22-İnsanın yaratılışında bulunan zaaflar sebebiyle kayma ve sapma beklentilerine karşı koruyucu olma, onlara sebat verme: Hz. Peygamber hakkında "Sana sebat vermemiş ol­saydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin" [60] ümmet hak­kında da "Allah inananlara, dünya hayatında da âhirette de, o sabit sözlerinde, daima sebat ihsan eder" [61] buyrulur.

23-Minnetsiz ihsanda bulunmak: Hz. Peygamber hakkında "Doğrusu sana minnetsiz bir ecir vardır [62] ümmethakkın-da da "Onlara minnetsiz ecir vardır" [63]buyrulmuştur.

24-Kur'ân'ın kolaylaştırılması:Hz.Peygamber hakkında "Ey Muhammedi Cebrail sana Kur'ân okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyo-lunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak bizedüşer" [64]İbn Abbasbu âyetleri meale yansıtıldığı gibi; "Sonra onu açıklamak bize düşer" kısmını da "Onu senin dilinden açıklamak bize düşer" şeklinde açıklamıştır. Ümmet hakkında da "And olsun ki, Kur'ân'ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur?" [65] buyrulur.

25-Namaz içerisinde, onlara selâm vermenin meşruluğu:Namazda tahiyyât (teşehhüd) okurken "Ey Peygamber! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâm, bize ve Allah'ın tüm sâlih kulları üzerine olsun..." denilmektedir.

26-Yüce Allah, Peygamberini, raûf, rahîm gibi kendi isimleriyle isimlendirdiği gibi, ümmeti de mü'min, habîr, alîm, hakîm gibi isimle­riyle isimlendirmiştir.

27-Allah onlara da itaat edilmesini emretmiştir: "Ey inanananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan buyruk sahiple­rine de (ulu'l-emr) itaat edin." [66] Âyette geçen "ulu'l-emr" den maksat yöneticiler ve âlimlerdir. Hadiste de "Kim benim emîrime itaat ederse, bana itaat etmiş olur [67] buyrulur. Âyette de: "Kim peygambere itaat ederse, o Allah'a itaat etmiş olur" [68] buyrulmaktadır.

28-Şefkat ve merhamet ifade eden bir hitaba mazhariyet:Hz. Peygamber hakkında: "TâHâ. Ey Muhammedi Kur'­ân'ı sana, sıkıntıya düşesin diye indirmedik. [69] "Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelme­sin[ "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sab­ret; doğrusu sen Bizim nezaretimiz altındasın" [70] buyrulur. Ümmet hakkında da: "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister [71] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez [72] 'Allah sizden yükü hafifletmek ister; insan zayıf yaratılmıştır" [73]. ..Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder" [74]buyrulur.

29-Hidâyete erdikten sonra sapıklığa düşmekten korun­muş olma ve benzeri ilâhî koruma altına alınma: Yüce Allah, Peygamberini her türlü hatalardan korumuştur. Ümmet hakkında isehadiste "Ümmetim hata üzerine birleşmez [75] "Allah'ıgözet;Allahda seni gözetsin" [76] buyrulmuştur. Âyette de "İblis: 'Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsi­ni azdıracağım', dedi" [77]buyrulur. Bu âyeti "Ümmetim hata üzerine birleşmezler" hadisi ile "Vallahi, ben sizin hakkınızda arkamdan şir­ke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum; ancak bütün endi­şem kendinizi dünyalık yarışına kaptırmanızda. [78]hadisleri açık­lamaktadır. [79]

30-Peygamberlere imamlık yapma şerefi: İsrâ (Mi'râc) ha­disinde Hz. Peygamber'in diğer peygamberlere imamlık yaptığı belirtilir ve şöyle buyrulur: "Kendimi peygamberlerden bir topluluk içerisinde gördüm. Namaz vaktigeldi ve ben onlara imamlık yaptım. [80]Hz. İsa'nın kıyamet öncesinde yeryüzüne inişiyle ilgili hadiste ise: "Bu ümmetin imamı kendisindendir. O (İsa), ümmetin ima­mına uymuş olarak namaz kılacaktır" buyrulur. [81]

Şeriatı inceleyen kimseler, ümmetin Peygamberinden pek çok hayır ve bereket aldığına, Allah'tan hibe edilmiş ya dakendince kazan­mış olduğu hal ve vasıfları ondan tevarüs ettiğine delâlet edecek bu türden pek çok şey bulur. Bu şereften dolayı Allah'a sonsuz övgüler ol­sun.



Fasıl:

Bu esas üzerine bazı kaideler kurulur:



1) Bu ümmete verilmiş olan her türlü meziyetler, kerametler, ke­şifler, teyidler vb. sadece Hz. Peygamber'in nübüvvet nurundan alın­mış olmaktadır ve bunlar ona uymanın ölçüsündedir. Hiçbir kimse, onun peygamberliği vasıta olmadan bir hayır elde etmiş olduğunu zannetmesin. Bu mümkün değildir; o herkesin aydınlandığı, etrafa ışık saçan bir nur kaynağıdır; herkesin kendisiyle yolunu doğrulttuğu en yüce alemdir.

İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bazı fevkalâdelikler var­dır ki ümmet elinde ortaya çıkmış iken, Hz. Peygamber'in elinde zuhur etmemiştir.  Özellikle de bazılarına has bulunan meziyetler gibi. Meselâ, şeytan, Hz. Peygamber'e namazında sataşmış, onunla çekiş-miştir. Buna rağmen o Hz. Ömer'i görünce kaçardı. Nitekim Hz. Ömer hakkında Hz. Peygamber "Sen bir yola girsen, mutlaka şeytan (yön de­ğiştirir ve seninle karşılaşmamak için) başka bir yola girer" [82] buyur­muştur. Hz. Osman hakkında da "gökteki meleklerin ondan haya ede­ceğini" [83] bildirmiştir. Bu gibi özellikler bizzat kendisi hakkında ise gelmemiştir. Üseyd b. Hudayr ile Abbâd b. Bişr hakkında şöyle nakle­dilmiştir: "Bu ikisi Hz. Peygamber'in yanından karanlık bir gecede çıkmışlar; bir de bakmışlar ki önlerinde bir ışık var. Bu ayrılıncaya ka­dar devam etmiş; ayrılınca ışık da beraberlerinde ayrılmış ve her biri­nin önünde bir ışık olmuş. [84] Meselâ böyle bir olay Hz. Peygamber hakkında anlatılmamıştır. Sahabeden ve onlardan sonra gelen nesil­lerden nakledilen buna benzer daha başka menkıbeler vardır ki, onla­ra benzer birşeyin Hz. Peygamber'den sadır olduğu nakle-dilmemiştir.



Cevap: Velilerden, âlimlerden şimdiye dek nakledilmiş ve bun­dan sonra kıyamete kadar nakledilecek olan ne kadar haller, hariku­ladelikler, ilimler ve mazhariyetler vb. varsa, bunların hepsi Hz. Pey­gamber'den nakledilmiş bulunan küllîyyâtın altına giren cüzî ve fert­lerdir. Şu kadar var ki, bazen cinsin fertleri ve küllinin cüzîleri; küllî, külli olması açısından onlarla nitelenmese bile, cüzî olmaları açısın­dan cüzîye uygun niteliklerle nitelenirler. Bu durum, cüzînin, külliden daha üstün olduğunu göstermediği gibi, cüzîde bulunan şeyin küllî ile bir alâkası olmadığını da göstermez. Nasıl olabilir ki, cüzî ancak cüzî ile küllî olabilir. Zira cüzî, küllinin hakikatindendir ve onun mahiye­tinde dahil bulunmaktadır. Ümmette zahir olan sıfatlar da aynı şekil­de mutlaka Hz. Peygamber cihetinden ortaya çıkmaktadır ve bunlar onun sıfat ve kerametlerinden birer örnek mahiyetindedir.

Bunun doğruluğuna delil şudur: Bu tür vasıflardan hiçbiri, ancak Hz. Peygamber'e tâbilik ve ona uyma ölçüsünde ortaya çıkmaktadır. Eğer bu vasıflar, ümmete has ve Hz. Peygamber'den bağımsız olarak düşünülebilseydi, o zaman tâbiliğin şart olmaması gerekirdi. Bu husus, az önce Hz. Ömer hakkında geçen misalden açıkça anlaşılır: Şöyle ki:

Bu misalde zikredilen özellik, şeytanın kendisinden kaçmasıdır ve bu, şeytanın tuzağına düşmekten ve onun kendisini günahlara sev-ketmesinden korunmuş olmak demektir. Siz de bilirsiniz ki, mutlak, kapsamlı ve tam olan korunma, bizzat Hz. Peygamber'in özelliği ol­maktadır. Çünkü o, büyük küçük her türlü günahlardan mutlak su­rette ve kapsamlı olarak korunmuş bulunuyor. Bu hususun burada uzun uzadıya açıklanmasına gerek duymuyoruz. Bu özellik karşısın­da Hz, Ömer'in sahip olduğu meziyet ancak denizden bir damla mesa­besinde kalmaktadır.

Yine, şeytanın insandan kaçması ya da ondan uzak olması, ondan korunmak mânâsına gelir ve başka bir meziyet içermez. Aynı konuda Hz. Peygamber'in sahip olduğu meziyeti ise artıran özellikler vardır:



(1) Yüce Allah, Hz. Peygamber'i şeytan üzerinde egemen kılmış; bunun neticesinde Hz. Peygamber, şeytanı mescidin direğine bağlamaya teşebbüs etmiş, fakat sonra Süleyman'ın "Rabhim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşa­mayacağı bir hükümranlık ver" [85]şeklindeki duasını hatır­layınca bu düşüncesinden vazgeçmiştir. [86] Hz. Ömer'in böyle birşeye kadir olması mümkün değildir.

(2) Hz. Peygamber, gerek kendisi ve gerekse Hz. Ömer'le ilgili durumun farkındadır. Hz. Ömer ise işin farkında değildir.

(3) Hz. Peygamber, şeytan kendisine yalan da olsa onun vesveselerinden emindir; Hz. Ömer ise, şeytan uzak da olsa onun vesveselerinden emin değildir.

Hz. Osman ile ilgili menkıbeye (yani meleklerin kendisinden ha­ya etmesine) gelince;   Hz. Peygamber'den bir habere ters düşecek bir şey rivayet edilmiş değildir. Aksine biz diyoruz ki, Hz. Peygamber haya konusunda kendi durumunu bildirmemiş olsa bi­le Hz. Osman'dan daha ileri bir noktadadır. Birşeyi zikretmemek, onun yokluğunu gerektirmez. Hem sonra, Hz. Osman, bu özelliği kendisinde bulunan aşın utanma duygusu neticesinde elde etmişti. Haya konusunda Hz. Peygamber herkesten daha Önce idi; hatta o, duvağı açılmamış bakire bir kızdan daha çok haya sahibi idi. Sözkonusu meziyetin çıkış yeri haya olduğuna göre, onu en üst düzeyde kendisinde bulunduran kimse olarak Hz. Peygamber'in o meziyete de en üst düzeyde sahip olması tabiîdir. Benzer bir izah, Üseyd ve arkadaşı için de geçerlidir: Onların Önünde bir ışık peyda olmasından maksat, geceleyin ka­ranlıkta kolaylıkla yürüyebilmek için yolu aydınlatmaktır. Hz. Peygamber'e gelince, karanlık onun görmesini engellemiyor­du; aksine o, karanlıkta da aynen aydınlıkta gördüğü gibi görüyordu. Dahası, gece karanlığından daha kesif bulunan engeller dahi onun görmesini engellemiyor, dolayısıyla önündekini gördüğü gibi arkasındakini de görüyordu. Bu daha da büyük birşey; çünkü burada fevkalâ­delik görünen şeyde değil, bizzat görmenin kendisindedir. Kaldı ki, bütün bunlar Hz. Peygamber'in ümmeti içerisinde kendi hayatında yahut da daha sonra ortaya çıkmış mucize ve kerametlerin­den olmaktadır.

Bu konuda asıl olarak alınması gereken şey işte bu anlattıklarımızdır ve bu gibi harikuladeliklerin O'nun cihetinden geldiğini kabul­lenmektir. Belki, konu üzerinde duran kimse için, ilk plânda durum problem arzeder gibi görünebilir; ama Allah'ın izniyle bu hususta her­hangi bir problem yoktur. Bu konuda yani meziyetin en üstünlüğü ge­rektirmeyeceği hususunda Karâfinin sözlerine bakılabilir. [87]



Fasıl:

Bu esastan çıkarılacak kaidelerden bir diğeri de şudur: Bir kim­senin göstermiş olduğu harikuladeliğe bakılır. Eğer onun, Hz. Pey­gamber'in mucize ve kerametlerinden bir dayanağı varsa tamam, o gerçek bir keramettir; onlardan bir dayanağı yoksa, ilk bakışta keramet gibi gözükse bile o, gerçek bir keramet değildir Zira insan elinde gerçekleşen her harikuladelik her zaman için keramet olmaya­bilir; onlardan keramet olanlar olabileceği gibi, öyle olmayanlar da bu­lunabilir.[88]

-----------------------------

[1] Nisa 4/105.

[2] Nisa 4/83.

[3] "Salât" kelimesi, Allah'tan olduğu zaman rahmet, meleklerden olduğu za­man mağfiret talebi, kullardan olduğu zaman da dua anlamına gelir. (Ç)

[4] Ahzâb 33/56.

[5] Ahzâb 33/43.

[6] Bakara 2/157.

[7] Duhâ93/5.

[8] Hac 22/59.

[9] Mâide 5/119.

[10] Fetih 48/2

[11] Fetih 48/5.

[12] Mâide 5/6.

[13] Nisa 4/163.

[14] bkz. Buhârî, Ta'bîr, 2,4,10,26; Müslim, Rü'yâ, 1; 2,6, 10; tbn Mâce, Rü'yâ, 1; Dârimî, Rü'yâ, 2; Muvatta, Rü'yâ, 1, 2; Ahmed, 2/18... Hadisin mânâsı şöyle olabilir: Vahiy henüz gelmeye başlamadan Hz. Peygamber altı ay süre île gün ışığı gibi rü'ya görmeye başlamıştı. Bundan sonra ise vahiy başladı. Vahiyle birlikte bu sürenin tamamı bir görüşe göre yirmi üç senedir. Bu durumda sâdık rüya devri, nübüvvet zamanının kırk altı cüzünden birini teşkil eder. Bu durumda ise hadiste, iddia edilen hususa bir delil bulunmaz. Rüyanın, bi­rim ne kadar küçük olursa olsun, nübüvvetten bir parça olması haddizatında makul birşey değildir. Çünkü nübüvvet şer'î bir mahiyettir ve onun altına mücerred sâdık rüya ile bir cüzînin girmesi mümkün değildir. İbn Haldun, hadisin nübüvvet zamanına yorulmasının tahkikten uzak olduğunu sanmış­tır; ancak iddiasını isbat için ikna edici deliller de getirememiştir. Bazı riva­yetlerde bulunan sayıların ihtilaflı ohnası ve bu yüzden onları reddi boşuna­dır. Çünkü üzerinde durduğumuz hadis bazılarının mütevatir kabul ettiği sahih bir rivayet olmaktadır. Diğer peygamberlerin rüyalarının da aynı şe­kilde olduğunun sabit olmaması da zarar vermez. Çünkü biz hadisi vahiyden biraz önce bulunan ve gün ışığı gibi açık olan Hz. Peygamber'in rüyasına yo­ruyoruz. Bu durumda müellifin, hadisi genel olarak rüyaya yorması ve her­kesin de aynı şekilde bu Özellikte ortak olması iddiası destek bulmuş olmaya­caktır.

[15] Bakara 2/144.

[16] Ahzâb 33/51.

[17]  Âyetin konusu, dört kadından fazlasını nikâhında tutmasına izin hakkında değildir Âyette işlenen konu, kadınları arasındaki geceleme sırasına riâyet (nöbet, kasın) ve onlardan dilediğini nikâhında tutup, dilediğini salıvermesi hakkındadır. Nitekim tefsir kitaplarına bakıldığında, bunun böyle olduğu görülecektir. Bazı araştırmacılar müellifin anladığı gibi anlamışlar; ancak müellifin sebep olarak gösterdiği şeyde ona katılmamışlardır. Onlar, âyetin anlamı konusunda değil de, bu muhalefette isabet etmişlerdir. Gerçi Hasan el-Basrî'nin bu âyeti "Ümmetinin kadınlarından dilediğini nikâhlar; onlar­dan dilediğinin nikâhını da bırakırsın" şeklinde açıkladığı ve. "Hz. Peygam­ber bir kadını istediği zaman, ondan vazgeçmedikçe başkaları o kadını iste­mezdi" dediği nakledilmişse de, bu da âyet hakkında ileri sürülen ihtimaller ve nakillerden biri olmaktan öte geçecek durumda değildir.

[18] Yani benim düşüncem istikametinde vahiy geldi. (Ç)

[19] Bakara 2/125.

[20] Ahzâb 33/53.

[21] Hz. Ömer'in kızı Hafsa i]e Hz. Âişe validelerimiz de dahil olmak üzere, Pey­gamberinizin zevceleri, herkesten fedakârlık istendiği bir dönemde daha fazla dünyalık istemişler ve bunda ısrar da etmişlerdi. Durum bir hayli ciddî hal almıştı. Sonunda ya hallerine razı olmak ve böylece Hz. Peygamber'in eşi olarak kalmak ya da ondan ayrılmak arasında bir tercih yapmaları kendile­rinden istenmişti. Onlar da hep birden Hz.Peygam be r'i tercih etmişlerdi. (Ç)

[22] Tahrîm 66/5.

[23] Kocanın, karısını anasının sırtına benzetmesi ve "Sen bana anamın sırtı gibi ol!" demesi. Câhiliye devrinde mevcut olan ve ebedi haramlık doğuran bu muameleyi İslâm ıslâh etmiş ve haramhğın kalkması için keffâret hükmü ge­tirmiştir, bkz. Mücâdele 58/1-4 (Ç)

[24]  Mücâdele 58/1 vd. Bu âyette sözü ediien kadın Salebe kızı Havle'dir. Geniş bilgi için bkz. Zâdu 1-meâd, 5/413 vd. (Ç)

[25] Nûr 24/11 vd.

[26] Nûr 24/6-9.

[27] Buradaki makam şefaat makamıdır, bkz. Nihâye, 1/437. (Ç)

[28] İsrâ 17/79.

[29] Ümmetimden Üveys b. Abdullah el-Karıû diye biri olacak. Onun ümmetime şefaati Rebîa ile Mudar gibidir (yanı onların adedincedir)."  Bu hadisi,  Adiyy, el-Kâmil'de zayıf bir isnâdla rivayet etmiştir.



[30] İhyâ'da rivayet edilmiştir. el-Irâkî, isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.

[31] İnşirah 94/1.

[32] Zümer 39/22.

[33] Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, l;İbnMâce, Zühd, 37;Ahmed, 1/5,281,295.

[34] Mâide5/54.

[35] Âl-İmrân3/l.lO.

[36] Müellifin bu iddiası pek güçlü gözükmemektedir. Çünkü "Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed,, seni de bunlara şahit getirdiğimiz za­man durumları nasıl olacak?" (4/41)buyrulmaktadır ve müfessirler her üm­mete getirilecek şahitten maksadın kendi peygamberleri olduğunu söylemiş­lerdir. Ancak maksadı, ümmetine şahitlik edecek yalnız başına kendisidir; diğer ümmetlerin durumu ise Öyle değildir. Çünkü onların peygamberleriyle birlikte kendisi de onlara şahitlikte bulunacaktır. Nitekim ümmeti de onlara şahitlik yapacaktır, şeklinde ise o zaman yerinde olabilir. Ancak müellifin sö­zünden bu zor anlaşılıyor.

[37] Bakara 2/143.

[38] Kurtubî şu açıklamayı yapar: "Ahmed, peygamberimizin ismi olmaktadır. Sıfattan nakledilmiş bir isimdir. Bu sıfat en üstünlük derecesi bildiren ism-i tafdil kipidir. Yani en çok hamdeden demektir. Muhammed ise, çok ve tekrar tekrar Öğülmüş mânâsına gelir. Muhammed olmasını da Ahmed olmasına borçludur. Yani çok hamdettiği içindir ki, çok övülen biri olmuştur. O yüzden İsa (as) öncelik arzeden Ahmed ismini tercih etmiştir. " (Özetle Kurtubî, 18/83-84). (Ç)

[39] Saff6l/6.

[40] Annesine mensup demek olan ümmî kelimesi belli bir tahsil yapmamış anla­mına, yahut okuma ve yazması bulunmayan anlamına vb. gelmektedir. Mü­ellifin bu kelimeden ne kastettiği tenkitleriyle birlikte daha Önce genişçe açıklanmıştı. (2/69 vd.) (Ç)

[41] Ümmî olmakla birlikte ilim sahibi olma Hz. Peygamber hakkında açıktır ve bu onun mucizelerinden biridir. Bu konuda âyetler gayet açıktır. Ümmetin ümmîliğini ise âyetler açıklamaktadır. Ancak bu âyet ya da hadislerde, üm­metin, ümmîlikle birlikte normal olarak sahip olunamayacak olan ilme sahip olduklarını gösteren unsur nerede? Bu âyet ya da hadislerden çıksa çıksa iman vasfı çıkar ve ona sahip olan bir kim şeye de mutlak anlamda ilim sahibi denilemez.

[42] Cum'a62/2.

[43] A'râf 7/158.

[44] Daha önce geçti. (bkz. 1/52; 2/69).

[45] Tevbe9/43.

[46] Al-i İmrân 3/152.

[47] İnşirah 94/4.

[48] Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (as) şöyle an­latmıştır: "Musa'ya (as) Tevrat inince onu okudu ve içerisinde bu ümmetin zikrini gördü... (Hadis bu ümmetin fazileti hakkındadır ve uzuncadır.) So­nunda Musa: Ta Rabbi! Beni Ahmed'in ümmetinden kıl!' dedi." Ebu Nu­aym'ın rivayet ettiği başka bir hadiste de "Beni bu peygamberin ümmetinden kıl!" dediği rivayet edilmiştir.

[49] Ahzâb 33/57.

[50] Tirmizî, Menâkıb, 5S; Ahmed, 4/87; 5/55.

[51] Buharî, Rikâk, 38; İbnMâce, Fiten, 16. Ümmete dostluk beslemekten bahset­memiştir. "Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse..." hadisinin muhalif mefhumu "Kim benim bir veli kuluma dostluk beslerse..." şeklindedir desey­di, o zaman maksat tam olarak hasıl olurdu.

[52] Nisa 4/80.

[53] En'âm6/87.

[54] Hacc 22/78.

[55]  Uzunca bir hadis içerisinde, bkz. Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, 1; İbn Mâce, Zühd, 37; Ahmed, 1/5, 281, 295.

[56] Fatır 35/32

[57] Neml 27/59.

[58] En'âm6/54.

[59] Rivayete göre CibrîlHz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasûlallahîîşte Hatice sa­na yönelmiştir. Beraberinde bir kap vardır ki, içinde katık yahut yiyecek ve­ya içecek vardır. Sana geldiği vakit ona Rabbi'nden ve benden selâm söyle. Hem kendisini cennette inci kamışından bir.evle müjdele. O evde ne gürültü olacak, ne de meşakkat!" dedi. (Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 71).

[60] İsrâ 17/74.

[61] İbrahim 14/27.

[62] Kalem 68/3.

[63] Tîn 95/6. Bu âyetlerde geçen "memnun" kelimesinin "kesintisiz" demek olan bir başka anlamı daha vardır. Bu takdirde âyetler maksada delil olmaktan çı­karlar

[64] Kıyâme 75/17-19.

[65] Kamer 54/17.

[66] Nisa 4/59.

[67] Buhârî, Cihâd, 109; Müslim, İmâre, 32.

[68] Nisa 4/80.

[69] TâHâ 20/1-2.

[70] A'râf7/2.

[71] Tûr 52/48.

[72] Mâide5/6.

[73] Bakara 2/185.

[74] Nisa 4/28.

[75] Nisa 4/29.

[76] İbn Mâce, Fiten 8. es-Sehâvî, hadisin metin itibarıyla meşhur olduğunu, pek çok senedleri ve müteaddid şâhidleri olduğunu belirtmiştir

[77] Tirmizî, Kıyamet, 59; Ahmed, 1/293.

[78] Sâd 38/83.

[79] Buhârî, Cenâiz, 72, Rikâk, 53; Müslim, Fedâil, 30, 31; Ahmed, 4/149.

[80] Buna göre, Mesâbîh'te yer alan ve Tirmîzî tarafından da sahih bulunan: '"Hidâyete erdikten sonra hiçbir kavim sapmaz. Ancak ced ele girerlerse o ha­riç. ' Sonra da 'Sana böyle söylemeleri sadece cedele (tartışmaya)girmek için­dir' (43/58) âyetini okudu, hadisinin tevili gerekecektir. Ancak, müellifin ge­tirdiği deliller maksadı tam olarak ortaya koymamaktadır. "Ümmetim hata üzerinde birleşmez" hadisi, ancak ümmetin tamamı için geçerli olup fertler ya da belirli gruplar için değildir. "Sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım" âyetinde bahsedilen ihlâslı kullar da nihayet hidayete erdirilmişler içerisinde azınlıkta kalan bir kesimdir. "Allah'ı gözet..." hadisi dünya ve âhiretle ilgili konularda azgınlık, sapıklık ve benzeri serlerden ko­ruması için bir metot belirlenmesi şeklinde anlaşılır. "Vallahi, ben sizin hak­kınızda arkamdan şirke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum..." ha­disi, ümmetin tamamına ya da en azından büyük çoğunluğuna yöneliktir. Yoksa daha Hz. Peygamber devrinde bile dinden dönen insanların bulundu­ğu bilinmektedir. Ancak bu ferdî olaylar, hiçbir zaman hadiste kastedilen ço­ğunluk ümmet İçin bir endişe kaynağı olmayacaktır. Bu durumda, müellifin kasdı ferdî plânda değil de, genel olarak ümmetin sapıklıklardan korunmuş olması şeklinde olmalıdır. Ancak, müellifin ifadesi mutlaktır ve ferdî plânda anlaşılmaya da müsaittir. "Allah'ı gözet..." hadisinde tekil kipinin kullanıl­mış olması, her ne kadar ilk etapta o anlaşılıyorsa da, hükmün ferdlere de şâmil olmasını gerektirmez ve onunla ümmetten belirli kimselerin kastedil­miş olması uzak bir mana olur. Bu yaptığımız izahtan sonra, başta sözünü ettiğimiz hadisin teviline de gerek kalmayacaktır

[81] el-Mişkâtta, Müslim'den nakledilmiştir.

[82]  imamın ümmetten olacağı hk. bkz. Buhârî, Knbiyâ, 49; Müslim, İman, 249-İbn Mâce, Fiten, 33; Ahmad, 2/336.

[83] Buhârî, Fedâilu ashâbi'n-Nebiyy, 6; Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 22; Ahmed 1/171.

[84] Müslim, Fedâilu's-sahâbe, 26; Ahmed, 1/71, 6/288.

[85] Buhârî, Menâkıb, 28.

[86] Sâd 38/35.

[87] Bilindiği üzere Allah onun bu duasını kabul etmişti ve bunun neticesinde o, cinlero ve şeytanlara da hükmetmiştir. (Ç)

[88] bkz. Furûk, 2/144.









Devamını Oku »

Fiillerin Asl-i Maksadlar Üzerine Bina Edilmesi Hakkında

Fiillerin Asl-i Maksadlar Üzerine Bina Edilmesi

Kısaca diyebiliriz ki, amellerde ihlas, ancak nefsânî nazların atıl­ması ve onlardan tamamen arınılması ile mümkündür; ancak o ame­lin dinde sahih, sağlam ve Allah katında makbul ve kurtarıcı bir temel üzerine oturtulmuş olması şarttır. Fasit bir temel üzerine kurulmuş ise, tabiî ki bunun aksi olacaktır. Bu fasit temel üzerine kurulu hazlar-dan feragat edilmiş fiiller, çoğu kez âşıklarda bulunur. Âşıkların hal­lerini inceleyen kimse, sevgililer uğruna ne hazlardan vazgeçildiğini ve onlara karşı insanın gösterebileceği en mütekâmil anlamda ihlâs. örnekleri verildiğim görecektir.

Şu halde sonuç olarak diyebiliriz ki, fiillerin aslî maksatlar üzeri­ne bina edilmesi durumunda, bu ihiasa daha yakın olacaktır; tâbi maksatlar üzerine kurulması durumunda ise İhlasın yokluğuna daha yakın olunacaktır.



Fasıl:

Bu esastan çıkan kaidelerden biri de şudur:

Amellerin aslı maksatlar üzerine bina edilmesi, mükellefin bütün davranış­larını ibadet haline dönüştürür; bu davranışları ister ibadetler tü­ründen olsun ister âdetlerden bulunsun fark etmez. Günkü mükellef, Şâri'in dünya hayatının düzen ve bekâsındaki muradını anlayınca ve bu anlayışı doğrultusunda amellere girişince, o sadece kendisine yö­neltilen talep doğrultusunda amel edecek, terki istenilen şeyi de terk edecektir. Bu haliyle o, üzerinde bulundukları maslahatların gerçek­leşmesi konusunda eliyle, diliyle ve kalbiyle devamlı halkın yardımın­da olmaktadır.El ile yardım halinde olması, açıktır.

Dil ile yardım ise, Öğüt vermek, Allah'ı hatırlatmak, bulundukları hallerde itaat içerisinde bulunup, isyan üzere bulunmamalarını ten-bih etmek, niyetlerin ve amellerin ıslâhı gibi ihtiyaç duydukları konu­larda onları aydınlatmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, iyilerine iyilikte bulunulması, kötülerinin ise affedilmesi için duada bulunmak,,.gibi yollarla olur.

Kalp ile ise, onlar için kalbinde bir kötülük saklamaz; aksine on­lar için iyi niyet besler, İslâmlıklarından başka hiçbir meziyetleri ol­masa bile, onları en güzel nitelikleri ile bilir, onlara değer verir ve on­lar yanında kendi nefsini küçümser ve benzeri kalble yapılan davra­nışlarda bulunur.

Hatta bu konuda, sadece insan cinsine yönelik kalmaz; bütün canlılara karşı da şefkat duyar ve onlara karşı son derece yumuşak ve güzel davranır. Nitekim hadis-i şeriflerde: "Her canlıdan dolayı ecir vardır’’(1)buyrulmuş; hapsettiği bir kedinin ölümüne sebep olduğu için azap gören bir kadından bahsedilmiş’’(2)başka bir hadiste de: ''Al­lak, her müslüman üzerine iyi davranmayı yazmıştır. Dolayısıyla eğer öldürürseniz, güzel öldürünüz (işkence vb. çektirmeyiniz)" (3)buyrulmuştur. Benzeri daha pek çok nass vardır.

Aslî maksatlar doğrultusunda hareket eden bir kimse, kendi nef­si hakkında olan bu işlerde Rabbinin emrine uymak ve peygamberine tâbi olmak için amel etmektedir. Bütün davranışlarında böyle hareket eden bir kimsenin amelleri nasıl ibadet haline dönüş­mez? Hazları peşinde koşturan kimsenin amelleri ise böyle değildir. Çünkü o, bütün davranışlarında kendi nazlarına ya da kendi hazlarına ulaştıracak yollara bakmaktadır. Böyle bir insanın davranışları mutlak surette ibadet olamaz. Olsa olsa bunun davranışları, eğer Al­lah'a ya da başka bir kula ait hakkı ihlâl etmiyorsa mubah çerçevesin­de kalır. Mübâh birşeyle ise Allah'a kulluk gösterilip yaklaşılamaz. Hazzını, Sâri'in emri açısından gerçekleştirmiş olduğunu farzettiğmiz zaman ise, o amel sadece kendisine nisbetle ibadet şeklini alır. Böyle bir takdir durumunda, sözkonusu nisbete göre, hazîarın peşine düşmüş olma durumundan çıkmış olur.

Fasıl:

Fiillerin, aslî maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, genelde o amelleri vaciplik hükmüne doğru nakleder. Zira aslî maksatlar vaciplik hükmü etrafında dolaşmaktadır. Çünkü bun­lar dinde zaruri bulunan ve ittifakla dikkate alınması gereken esasla­rın korunmasına yönelik şeylerdir. Durum böyle olunca da, hazlardan arındırılmış ameller, genel vasıflı şeyler etrafında döneceklerdir. Da­ha önce de geçtiği gibi, cüzi olarak ele alındığında vacip olmayan bir şey, küllî olarak ele alındığında vacip olmaktadır. Burada kişi, cüzî açıdan mendup ya da mubah olan bir hususta, küllî bir yaklaşım­la amelde bulunmaktadır ve o şeyin ihlâli durumunda düzen de bozul­maktadır. Böyle bir durumda olan kişi, vacibi işliyor sayılır.

Tâbi maksatlar üzerine kurulması halinde ise amel, cüzî bir mas­lahat üzerine kurulmuş olmaktadır. Cüzî bir maslahat vâciplik hük­mü gerektirmez. Dolayısıyla tâbi maksatlar üzerine kurulu ameller, vaciplik hükmünü gerektirmezler. Bazen amel ya cüzî açıdan, ya da aynı anda hem külli hem de cüzî açıdan mubah olabilir; bazen de cüzî açıdan mubah, küiîî açıdan ise mekruh ya da haram olabilir. Bu konu­nun izahı "Hükümler bahsi"nde geçmişti.



Fasıl:

Aslî kasıt, mükellef tarafından gözönünde bulundurulması du­rumunda, Şâri'in amelde gözetmiş olduğu maslahatın celbi ya da mefsedetin defi gibi her türlü maksatları içerir. Çünkü aslî kasıt üzere amelde bulunan kimse, sadece Şâri'in emrine uymuş olmaktadır. Bu­nu da ya O'nun kasdinı anlaması sonucunda ya da sırf emre uymuş olmak için yapmaktadır. Her iki duruma göre de, Şâri'in kastetmiş olduğu şeyi gözetmektedir. Şâri'in kasdının; en kapsamlı, en öncelikli ve en uygun maksat olduğu; safî nur olup. ona herhangi bir garaz ya da haz karışmadığı sabit olduğuna göre, amellerini bu doğrultuda işleyen kimse, o ameli tam. eksiksiz, saf ve en uygun biçimde işlemiş olmakta; içerisine başka herhangi birşey karışmamakta ve Şâri'in muradından noksan da kalmamaktadır. Bu haliyle o, yaptığı bu amel karşılığında sevap almayı hak etmiştir

Tâbi kasıt üzerine işlenen amellerde ise, bu saydıklarımızdan hiçbiri yoktur. Çünkü emir ya da nehyin ya da amellerin şahsî hazlar güdüsüyle işlenmesi, onun niyetini mutlaklıktan ve bütün insanlığı kapsayacak genellikten çıkarmıştır; dolayısıyla birinci türden amel­ler gibi değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bunun dayanağı ''Ameller ancak niyetlere göredir"(4)kaidesi ile Hz. Peygamber'in şu buyruğu olmaktadır: "Atlar üç kısım­dır; bir kısmı sahibi için yük; bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sa­hibi için ecirdir. Sahibine ecir olan ata gelince: Bir kimsenin Allah yo­lunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği attır. At hu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri ile bevileri sayısınca dahi hasenat (sevap) yazılır. At ipini koparır da bir veya iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktarınca hasenat yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde, o ne­hirden- su içerse, Allah sahibine onun içtiği su yudumları miktarınca hasenat yazar."

Hadiste böyle bir atın, aslî kasıt sahibi için ecir olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, atı beslemekle Allah'ın rızasını kastetmiş­tir. Bu kasıt ise genel olup özellik arzetmez. Dolayısıyla onun bu tasar­rufuyla ilgili olmak üzere ecri (sevabı) de genel olmuş; ecir, sadece atın belli bir şeyine hasredilmemiştir. Sonra Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "Sahibine örtü olan ata gelince: Bu., bir kimsenin baş­kalarına muhtaç olmamak ve ondan faydalanmak için bağlayıp besle­diği; sonra onun sırtında ve boynunda Allah'ın hakkı olduğunu unut­madığı attır. Bu at onun için bir örtüdür," Hadisin bu kısmı da, övgü­ye değer bulunan şahsî hazlar hakkındadır. Bu kişi. niyetini genel tut­mayıp   özelleştirince  ki  kendi meşru hazlarına  ulaşmak olu­yor hükmü de, sadece kastetmiş olduğu şeye yönelik olarak daraltıl­dı ki, o da örtü olması oluyor. Bu, tâbi kasıt sahibi kişinin durumunu temsil ediyor. Hz. Peygamber daha sonra da: '''Gelelim atı kendisine yük olan adama: Bir kimsenin öğünmek, gösteriş yapmak ve müslü-manlara düşmanlık için bağlayıp beslediği attır. Bu at ona bir yük­tür."(5) ise, heva ve hevese tâbi olmadan kaynaklanan yerilmiş haz­lar peşinde olan kimseyi temsil etmektedir. Burada, böyle biri hakkın­da söz edecek değiliz.

Hz. Peygamber'in fiillerine, ya da sahabenin veya tabiî­nin yaşantısına uymak ve onların izinden gitmek de aslî kasıt üzere amelde bulunma yerine geçer. Çünkü, bu durumda onun kasdı, uyma  konusunda onların kasdinı de kapsamış olacaktır. Bunun tanığı da. uyan kimsenin niyetini, kendisine uyulan kimsenin niyetine» havale etmesinin şahinliğidir. Nitekim sahabeden bazıları, hac için ihrama girme sırasında "Rasûlullah'ın ihrama girdiği hacca niyet ediyorum" diye kendi niyetini Rasûlullah'ın niyetine bağlamışlardır. Bu, diğer amellerde de hükmün aynı olduğu konusunda bir delil olur.



Fasıl:

Bir diğer husus da şudur: Amellerin aslî maksatlar doğrultu­sunda işlenmiş olması, tâati daha da yüceltir; muhalefet edil-mesi durumunda da, işlenen masiyet daha da büyük hal alır.

Birinci hükmün doğruluğunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Aslî maksatlar doğrultusunda amel eden kimse, bütün insanların ıslâhı ve onlara ulaşacak zararların uzaklaştırılması için çalışmış olmaktadır. Çünkü fullerinde, ya bunları bilfiil kastetmiş olmaktadır ya da nefsini sadece emre uyma altına sokmakla yetinmektedir. Emre uyma duru­munda da, kasdı altına Şâri'in o emirden kastettiği herşey girmiş ol­maktadır.Fiili bu durumda işlemesi halinde; ihya ettiği her nefis, kas­tettiği her kamu yararı karşılığında mükâfatlandırılmış olacaktır. Böyle bir amelin büyüklüğünde ise asla şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki, bir insanın hayatını kurtaran, sanki bütün insanlığı hayata dön­dürmüş gibi kabul edilmiştir.(6)Âlim için herşeyin, hatta denizdeki ba­lıkların bile istiğfar ettikleri belirtilmiştir. Aslî maksatlar doğrultu­sunda amel etmemesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü o za­man bunların sevabı ancakkasdı ölçüsünde olacaktır. Zira ameller ni­yetlere göredir. Dolayısıyla himmeti ne kadar yüce, kasdı ne kadar ge­niş olursa, sevabı da o ölçüde büyük olacaktır. Kasdı genel olmadıkça da; alacağı sevap ancakkasdı Ölçüsünde bulunacaktır. Bu durum açıktır.

İkincisinin izahına gelince, amellerin genel maksatlara muhale­fetle işlenmesi durumunda fail, genel bir bozgunculuk doğrultusunda hareket ediyor demektir. Bu haliyle o, genel olarak halkın ıslahı için çalışan kimseye ters bir durum sergilemektedir. Genel ıslâh doğrultu­sunda gözetilen kasıt neticesinde sevabın büyüdüğü belirtilmişti. O zaman onun zıddı istikâmette faaliyet gösteren birinin de günahı bü­yüyecektir. Bu noktadan hareketledir ki, Âdem'in ilk kan döken oğlu­na, daha sonra meydana gelecek her haksız katil olaylarından bir pay (günah) ayrılacak ve üzerine yüklenecektir. Haksız yere bir insanı öl­dürmek bütün insanlığı öldürmekle eşit tutulmuştur. Kötü bir çığır açan kimsenin üzerine, o kötülüğün günahı yanında, o çığırdan yürü­yenlerin günahı da (onların günahları eksiltilmeksizin) yüklenecektir.



Fasıl:

Bu noktadan bir kaide daha ortaya çıkıyor: Tâat olarak ortaya ko­nulan ve onları bünyelerinde toplayan esasları araştırdığımız zaman, onların aslî maksatlara yönelik olduğunu göreceğiz. Büyük günahlar üzerinde düşündüğümüzde de, onların aslî maksatlara muhalefet içe­risinde oluştuklarını bulacağız. Bu sonuç, bizzat nasslarla belirtilmiş olan büyük günahlar ile kıyas yoluyla onlara katılan günahlar üzerin­de düşünüldüğünde —Allah'ın izniyle gayet açık ve bidüziyelik ar-zedecek şekilde görülecektir. (7)



------------------

(1)Hadisin lâfzı tercümesi: "Heryaş ciğer sahibi için ecir vardır" şeklindedir, (bkz. Buharı, Müsâkat, 9, Mezâlim, 23: Müslim, Selam, 153.

[2] bkz. Buhârî, Bud'u'1-haik, 16; Müslim, Tevbe, 25.

[3] Ebu Davud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Ahmed, 4/123.

[4] Buhârî, Bedu'1-vahy, 1; İman, 41; Müslim, İmâre, 155.

[5] Hadis için bkz. Buhârî, Cihad, 48; Müslim, Ze.kâl, 24.

[6] bkz. Mâide 5/32.

[7] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/196-207

Devamını Oku »