Bilimsellik İddiası Hakkında

Şüphe yok ki, kilisenin dogmalarına karşı çıkan “bilimsel araştırmaların” kökeninde kilise adamalarının pek iyi sezinledikleri gibi gizli veya açık bir dinsizlik gayreti mevcuttu. Kilise adamlarının bilimsel bulgulara karşı tepkisi, bulunan “gerçek”lerin mücerret doğru olup olmadığından çok, söz konusu gerçeklerin kendi dogmalarını zedeleyip zedelemediği noktası üstünde yoğunlaşıyordu. Engisizyon, aslında sadece “bilimsel bulguları” değil, fakat bunun da ötesinde, bu bulguların ardında yatan dinsizlik gayretini cezalandırıyordu.

Bilim adamlarıysa, kiliseye karşı kendilerini savunabilmek bir bakıma da görüşlerini yaygınlaştırabilmek adına, "bilim'' denilen olguyu temellendirmeye, bilimin “kuramını'' ortaya çıkarmaya yöneliyorlardı.

Bilimsel araştırmalar, her ne kadar kilisenin dogmalarını belli bir süre için sarsıntıya uğratıyor idi ise de, bu "bulguların'' da öyle sanıldığı gibi “mutlak” gerçekler olmadığı çok geçmeden anlaşılıyordu. Yani bilimsel denilen her bulgu, ancak tersi ispatlanmadığı sürece doğru olarak yürürlükte kalıyordu, ilanihaye değil. Bir takım yeni bulgularsa eski bulguları yıkıp yerine geçmekte gecikmiyordu.

Avrupa’daki din-bilim çatışmasının kökeni gerçekte “eşyanın hakikatini'' öğrenmeye yönelmiş bir cehdin eseri olarak başlamamıştır. Toplumsal yaşayışta mağdur olanlarla mütegallibeler arasında süren ard niyetli bir çatışmanın ürünüdür. Bilimcilerin kendi çalışmalarını soyut amaçlar uğruna gerçekleştirdiklerini söyleyerek söz konusu çalışmaları yüceltmeleri, daha sonraki bir olaydır.

Batı medeniyetinin ve onun diğer yargılarının yeryüzünü istila ettiği günümüzde, Avrupa dışında kalan bilim adamları Batıya ait zihniyeti benimserken, Avrupalı bilim adamlarının bilinç altında yaşayan dinsizlik gayretlerini de tevarüs etmişlerdir. Kendi dinleri ne olursa olsun ve kendi dinlerinin "bilimsel bulgular karşısındaki tavrı ne olursa olsun, bilinç altından gelen dinsizlik saıkınin etkisinden kendilerini kolay kolay kurtaramadıklarından, ülkelerinin dinine karşı, "Batılı bilim adamlarının" kiliseye karşı aldığı tavır niteliğinde bir tavır geliştirmekten geri durmamışlardır.

Aynı vakıa İslâm ülkeleri içinde de benzer yansımalar göstermiştir. Şimdi, İslâm ülkelerinde yaşayan bir kısım “bilim adamlarının kafasında, İslâmın bilime karşı olduğu hususunda bir kanaat varsa, bu kanaatin temelinde vakıalar değil, sadece bilimcinin kafasındaki dinsizlik gayreti yatmaktadır.
Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtaları Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Batının İlmini Alalım Hayat Tarzını Red Edelim Düşüncesi Hakkında

Evrensel devlet, dünya devleti gibi hülyalardan söz açılırken, bu devletin efendileri, yöneticileri olarak Romalılar, Parisliler, Londralılar düşünülür; dünyanın öteki kesimlerinde yaşayan insanlarsa uyrukluğa, köleliğe layık görülür. Oysa herhangi bir Batılı düşünürün bu konudaki bir kitabını kendi diline aktaran Avrupalı olmayan bir ülkenin insanları, bu düşüncelere “Ne güzel bir dünya, gerçekleştirilmesi gerekli bir hedef” diye yaklaşmaktan kendilerini alamazlar. Halbuki bu sözlerle kendi köleliğini onaylamış olduğunun farkında değildir.

Kimileri, hâlâ, biz Batının bilimsel zihniyetini benimsiyor fakat onun hayat tarzını reddediyoruz, diyebilmektedirler. Oysa Avrupa zihniyeti bir bütündür ve hayata dönüşmüştür. O zihniyetle o hayatı birbirinden kopartamazsınız. Fakat Avrupanın “İlmî zihniyeti”nin onun hayat telakkisinden, hayat tarzından farklı olduğunu sananlar, gerçekteyse Batıya karşı kafaları aşağılık kompleksiyle şartlanmış bulunanlar, dünyanın her yerinde buna benzer düşünceler ileri sürüp durmuşlardır.

Bu düşünce sahipleri baş örnek olarak daima Japonya’yı göstermişlerdir. Japonya, demişlerdir, Batının bilimsel zihniyetini benimsedi, fakat kendine özgü hayat tarzını da korudu! Günümüz Japonyası, bu iddiayı yalanlamaktadır. Japonya’da bu gün geleneksel hayatın işareti olarak belki sadece geyşalar vardır, o da, gene Batı’nın turistik heveslerinin tatmini için vardır... Bu da gösteriyor ki, Batının bilimsel zihniyetini alalım fakat kendi geleneklerimizi koruyalım, demenin, uzun vadede geçerliği yoktur. Bu iddia, Batıdan vazgeçemeyen “Batı mağduru” kafaların hayalhanesinde geliştirilmiş düzmece bir tasarımdır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Kültür'ün İnsanın Çevre Algılayışıyla Bağlantısı

Kültür diye adlandırılan yaşama ortamı, aslında, bizim çevremizi algılayış tarzımızla sıkı sıkıya ilgili. Tabiatı, çevremizi, kendimizin bir parçası olarak algılıyorsak ona muamele tarzımız da o yönde gelişir.

Batı kültürü ile İslâm kültürüne bir de bu açıdan bakmayı deneyebiliriz. Batı kültürüne mensup insanların tabiatı algılayış biçimi, en azından bugünkü kesitiyle bakıldığında, çocuk suluğunu, saflığını yitirmiştir. Tabiat, Batı insanı için üzerinde hakimiyet kuracağı, boyunduruk geçirebileceği, onu istediği gibi sömürebileceği bir “şey” durumundadır. Gene Batı âleminde, halen şikayet konusu edilen çevre kirlenmesi, bu kültür anlayışının tabiata reva gördüğü muamelenin eseridir. Her ne kadar “çevreciler” diye anılan dar bir zümre insan, çevrenin korunması için tedbirler alınmasını zorunlu görüyorsa da, aynı kültürün bir parçasını teşkil eden bu insanların öngördüğü tedbirler nihayet palyatif olmak zorunda kalacaktır. Hayvanları sevme dernekleri kurarak onları korumayı düşünmek bir takım fantezi heveslerinin, hatta vahşeti maskelemenin ötesine geçemeyecektir.

İslâm'ın, her şeyin “mahluk” (Allah’ın yaratığı) olduğu yolundaki öngörüsü ise, tabiata ve çevreye, müslümanların ister istemez Allah’ın rızası doğrultusunda muamele etmelerine yol açacaktır. Bu perspektiften bakınca, insan, tabiatı hiç bir zaman sömürülecek bir “şey'' diye görmeyecektir. Bu iki bakış tarzının pratikteki tezahürleri kolayca müşahade edilebilir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Nesneleri Adlandırmak

Nesneleri adlandırmak görünüşte kolay bir iş gibi durmaktadır. Oysa aynı nesnenin başka dillerde başka adlarla anıldığını hatırlarsak adlandırmanın hiç de kolay olmadığını görürüz. Türkçede “çakmak”, “tabak”, “halı” gibi adlar verdiğimiz nesneler başka dillerde başka kelimelerle karşılanmaktadır.

Nesneler üzerinde durum böyleyken, iş değer yargılarının karıştığı eylemleri adlandırırken büsbütün değişir. Bir adam öldürme eylemi kimilerinin gözünde kahramanlık olarak adlandırılırken, kimilerinin gözünde aym eylem cinayet olabilir. Bu farklılıklar bizim o eyleme hangi perspektiften, hangi değer yargılarından yola çıkarak ve hangi kıstasları kullanarak baktığımızla ilgilidir.

Günümüz dünyasında olaylara, dünyaya Batılıların değer yargılarıyla, onların gözlükleriyle baktırılıyoruz. Batılıların din, bilim, mukaddesat vb. diye adlandırdıkları olguları adeta bir takım nesnel şeylerin adları gibi alıyor ve kendi kültürümüzde de aynı muhtevayı taşıyorlarmış gibi algılıyoruz. Oysa bütün bu tür adlandırmalar her kültür için farklı anlamları içermektedir. Bu tür adlandırmalardan aynı şeyleri anlamaya başladığımız zaman aynı kalıplarla düşünmeye de başlamışız demektir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Batılılaşma

Türkiye'nin başının çaresini Batılılaşma yolunda arayacağım diye diretmesi sinek kâğıdına yapışmış hayvancığın zavallı ve gülünç durumundan farksızdır. Ayağının birini kurtarsa ötekini yapıştırmak zorundadır oraya. Batı güdümünde -bu güdüm kültürel ve siyasal alanlardır- bir "ilerlemenin" söz konusu olamadığını görmek için ülkemize bakmak yeterlidir. Batı güdümünde ancak bir müstemleke ekonomisi, ancak müstemleke düzeni mümkün olabilir. Ancak gizli manda yönetimi zuhur eder.

Kaynak:

İki Dünya-Rasim Özdenören
Devamını Oku »

Tasavvuf

Bir tür anlayış İslâm'ı nasıl hayatın dışında sanıyorsa, tasavvufu da İslâm'ın dışında sananlar bulunmaktadır. Tasavvufun Hristiyan rahiplerinin yaşayışından ilham alındığını iddia edenler olduğu gibi, onu Grek felsefesine veya Hint düşüncesine bağlayan farklı görüş ve iddia sahipleri de var.

Bir Müslüman'ın cehlinden dolayı düştüğü yanlışa bakarak "İslâm budur" diye bir hükme varmak ne kadar doğru ise, bazı kimselerin aslında bidat olan "âyinler"ine bakarak "tasavvuf budur" demek de ancak <o kadar doğru olur.

Sadece yanlış uygulamalara bakarak tasavvufu reddetmek, velilik iddiasında bulunan bir sapığa bakarak velayeti reddetmek gibi bir şeydir

İslam'a müşteşrik kafasıyla yaklaşanların tasavvufu ''mevzu''(sonradan konulmuş) bir olay diye göstermesine denecek birşey yok.Ancak şeriat adına tasavvufa karşı çıkanlar var,işte asıl onların üzerinde durulmalı.Tasavvuf adına geliştirilmiş bidat yok mu?İslam'a muhalif olanların uydurduğu bir takm sapık ''tarikatlar''elbette var. Ancak bunlara bakarak tasavvufun hakikatini reddetmek, papaza kızıp oruç bozmaya benzer. Şeriat adına tasavvufu inkâr edenlerin aslında şeriatı bilip bilmediği sorgulamaya açıktır. Üstat Necip Fazıl, Abdülhakim Efendi Hazretlerine (ks) atıfla bir taifeyi 'kaba softa, ham yobaz" olarak tavsif eder. Bu söz dine bağlı, ihlâs sahibi Müslümanları küçük düşürmek anlamında kullanılmıyor. Fakat dini, kendi idraklerine sığdıramayan, buna rağmen din adına "fetva kesme" ye çıkan cahillerin durumuna atıfta bulunuyor. Nitekim Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri de (ks) müritlerinden birine verdiği öğütte: "Cahil sofulardan uzak ol ki, onlar din yolunun hırsızları ve Müslümanlığın yol kesicileridir" demiştir.

Bütün kanşıklık ve yanılgı "tasavvuf" kelimesinden çıkıyor. Kelimenin sonradan üretilmiş olduğuna bakanlar, delalet ettiği anlamın da mevzu olduğunu sanıyor. Oysa tasavvuf, en saf anlamıyla zikrullah, salâvat ve tesbihâtla meşgul olmaktır. Şeriata bunlar mı sonradan dahil edilmiştir? Bir öğretici, bir eğitici, bir mürşit, bir bilen, talebesine zikretmenin usulünü talim ettirir. Nasıl ki Resulü Ekrem de (sav) ashabına zikri talim ettirmiştir. Yani adına sonradan tasavvuf denilen hal, aslında sünnetin devam ettirilmesinden başka bir şey değildir. Bu hal insanın, zikretmek suretiyle kul olduğunu kavramasından ibarettir. Tasavvuf, insana şeriatta ne öngörülmüşse,o hükmün hakikatini kavrayabilmesi yolunda sarf ettiği cehtin,ifa ettiği talimin adıdır.

Cüneyd-ı Bağdadî (ks) tasavvufu şöyle anlatıyor: 'Tasavvuf, kalbın Hak Teâ ladan gayrısıyla alâkasını kesmesidir ve gönül topluluğuyla zikrullah ve kendinden geçip Hakkı dinlemek ve emr-i İlâhiye ve sünnet-ı seniyyeye ittiba ile ameldir."

Şeriat dünyaya bağlanmayı emretmiyorsa, tasavvuf dünyayı dışlamanın, onu hakir ve zelil görebilmenin talimini yaptırıyor. Başka bir şey değil.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Hümanizm,Rönesans Hareketiyle Çıkmış Değildir

Hümanizma, sanıldığı gibi, Batı kültüründe, Rönesans hareketiyle ortaya çıkmış bir anlayış değildir Bu anlayışın kökleri Grek filozofu Protagoras'a kadar uzatılabilir. Hümanizma da aslında insan sevgisinin soysuzlaşmasıdır: Çifte standardın kaynacı da belki burada aranabilir. İnsan her şeyin ölçüsüyse (Protagoras), kendi çıkarına olan şeyler de iyidir! İnsan her şeyin ölçüsüyse insan sayısı kadar doğru vardır!

Bu rekabet ve bencillik ortamında, her şeyin benim çıkarına göre değer kazandığının düşünüldüğü bir or-tamda, her şeyin bir piyasa değerinin olacağı da açıktır. Böylece, insanın kendisi de dâhil olmak üzere her şeyin piyasada bir bedeli ortaya çıkmaktadır. Bu ifadenin açık bir anlamı bulunmaktadır: Alım satım konusu olan bir şey (yani her şey) bir nesne değerine indirgenmiş olmaktadır, başka söyleyişle her şey metalaşmıştır ya da metaya dönüşmüş olmaktadır.

İnsan nesneleşmiştir. Tabiat sadece kendisinden istifade edilebilir bir "şey"dir. Kızılderili Reisin, insanı ve toprağı birbirinin parçası sayan telakki tarzı ve o toprağı satın almak isteyen beyaz adama arının vızıltısını, sisin orman üstündeki salmışını nasıl satın alabileceğini sorması, beyaz adamın zihniyetinde karşılığı bulunan sorular ve karşılığı bulunan cevaplar değildir. Bu, beyaz adamın anlayamayacağı ve akıl erdiremeyeceği bir kavram ve derinliktir.

Batı kültüründe metaya dönüştürülen insan, yalnızlığını  mekanik iş düzeniyle; televizyon, radyo, sinema, kitap gibi İnsanî ilişkileri araçsallaştıran medya aracılığıyla; uyuşturucu, içki, sigara gibi sonuçsuz kısır döngülere girerek; cinsel sapmalar ve sevgisiz, gayrimeşru cinsel ilişkilerle (zina, fuhuş, ırza tecavüz, eşcinsellik); kendini eğlenceye kaptırmak suretiyle (burada, eğlence mutlulukla ikame edilmiştir: gene düzmece bir olguyla karşılaşıyoruz); evlilik yerine şirkete dönüştürülmüş birlikteliklerle (ki burada, evliliğin eşlere yüklediği sorumluluktan kaçış söz konusudur) gidermeye çalışmaktadır. Böylece, insanların yalnızlıklarını gidermeye yönelik olarak başvurdukları her şeyin, son tahlilde, tüketilen, yoğaltılan bir İktisadî değere dönüşmüş olduğu ortaya çıkmaktadır: Her şey, cinsellikten kitaba, hatta mutluluğa kadar her şey, tüketilen, yoğaltılan bir metaya dönüşmüş olmaktadır.

Böyle bir ortamda insan , bir sevgi dünyasının özlemini çekse de, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde bulunsa da, bu özlem ve bu talep belki bir anlam taşıyabilir ama bu özlemin ve bu talebin karşılığını bulmak mümkün olmaz. Batı dünyasında herkesin o kadar bel bağladığı demokrasi, insan hakları ve liberalizm söylemlerinin her biri tek tek ve birbirleriyle ilişkileri açısından, sınıflı, ırkçı, ayrıma, sömürücü ve bencil toplumların çıkar çatışmalarından hâsıl olmuş kurumlar olarak kin ve nefret duyguları üstüne bina edilmişlerdir demek abartma olmayacak, fakat gerçeği yansıtacaktır.

Öyleyse, sevgiden hâsıl olmuş bir dünya talebinde ve teklifinde bulunurken, daha baştan, Batı kültürünün değer yargılarından ve kavramlarından uzakta bulunmamız gerektiği anlaşılmaktadır. Çünkü bir batılın hakikate yol vermesini bekleyemeyiz. Bir ilmin butlanı onun müntehasında belli oluyorsa, Batı kültürünün toplumsal/siyasal kurumlarının mahiyeti de onun uy-gulamasında ortaya çıkar. Bu uygulamanın somut ne-ticesi ikiyüzlü, çifte standartlı, riyakâr, adaletsiz, güç-süzün hakkını hiçe sayan, ırkçı, ayrımcı bir insan tipi biçimde tezahür etmektedir.

Böyle bir kültür ortamında beni insanların eşitliğine ve kardeşliğine inandırabilecek bir gerekçe elde edebilmem mümkün görünmemektedir. Batı kültürünün istinat ettiği hümanizma telakkisi olsun, BM'ninki de dâhil çeşitli ulusal veya uluslararası bildirilerde dile getirilen insan hakları ile ilgili ifadelerin tümü olsun, reel karşılığı olmayan, düzmece (calî) beyanlar olarak boşlukta yer işgal etmektedirler. Böyle bir ortamda, hayvanat bahçeleri, millî parklar, huzur evleri gibi kurumlar aslında soysuzlaşmış sevginin veya daha doğrusu sevgisizliğin sembolleri sayılmalıdır. Bu düzmece yapılarla Batılı insan kendini kandırmaya çalışmaktadır. Evcilleştirilmiş hayvanlar, bu insanın hayvan sevgisini değil, fakat kendini başkasından farklı kılmanın çabasını ortaya koymaktadır. Huzur evleri, aileden uzaklaştırılmış güçsüz insanların çaresizliğini remz etmektedir. Batı kültürünün gerçek yüzünü görmek için kirlenen çevrenin ve o kirli çevrede günden güne zehirlenen insanların ve hayvanların yaşantısına bakmalı.

Peki, dünyaya ihtiyaç duyduğu sevgiyi kim ulaştıracak?

Batı dünyasından umudumuzu kesmemiz gerektiği' ne göre, ona bu umudu ve bu sevgiyi kim vaat edebilir.

Bu sorunun cevabını şimdilik bir cümle ile söyleyerek yetinmek istiyorum: Bu sorunun cevabını, demokrasiden ve insan hakları söyleminden daima daha fazlasını talep etmekte bulunmuş olan Müslümanlar verecektir. Bunu, Müslümanların günümüzde yaşadıkları perişan hallerine bakarak söylemiyorum. Onların, kendilerini İslam'a doğru değiştireceklerini ve onların kendilerini değiştirdikçe Allah'ın da onları değiştireceği vaadini aklımda tutarak bu cümleyi söyleme cesaretini kendimde buluyorum.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Allah'ın Dilediği Hayatı Yaşamak

Allah dilerse her şey olur,ona kuşku yok,.Fakat Allah'ın dilediği,emrettiği hayat yaşanmadıkça,Allah'ın hükmü insanları arasında yürürlüğe girmez.İnsanı o hayat tarzını yaşamaktan Allah mahrum etmiyor,o kendi kendini mahrum kılıyor.Çünkü Allah dinini tamamlamıştır.Fakat o din yaşanmadıkça onun yeryüzünde yürürlüğe girmesi adetullahtan değildir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak

 
Devamını Oku »

Eşref-i Mahlukat olan İnsan

İnsanın “eşref-i mahlûkat” olduğu hususundaki söylem, müslümanca kavrayışta ona, Batı kültüründe olduğu gibi yeryüzü tanrısı olduğu vehmini vermemiş, tersine ona kul olma bilincini getirmiştir. Müslüman, kendisini “eşref-i mahlûkat” olarak görünce, bu görüş, ona Allah indinde kendisini kul olarak kavrayabilmesinin yolunu açmıştır. Çünkü insan, eğer “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) ise, bu durum ona tabiata ve tüm evrene, yani başka yaratıkların tümüne, şerefli bir yaratık olarak muamele etme mecburiyetini yükleyecektir. Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü (Yunus Emre) deyişi bu telakki tarzını ifade etmektedir. Yaratıkların en şereflisi olmak insana, tabiatı tahrip etme, onun üzerinde hükümranlık kurma hakkını ve yetkisini vermiyor, tersine tabiata ve evrene kardeşçe, insanca davranma mecburiyetini yüklüyor.

İslam, öngördüğü hayat tarzı itibariyle dış dünyaya müdahaleyi kendiliğinden kaçınılmaz kılıyor Müslüman'ın günlük yaşantısının hemen her safhası, bu dünyaya bir müdahaleyi gerektiriyor. Zaten İslam hükümlerinin (yani şeriatın) uygulama alanı bu dünyadır. Şeriat, öbür dünyaya dair hükümler öngörmez. Obür dünya, bu dünyadaki amellerin hesap yeridir. Şeriatsa bu dünyada uygulanır. Yani zekat bu dünyada uygulanır, öbür dünya bu uygulamanın karşılığının görüleceği bir hesap yeridir. Hac, namaz, oruç bu dünyada uygulanacak ibadet ve amellerdendir.Öbür dünya, bu ibadetlerin uygulama yeri değil, fakat hesaplarının görüldüğü yerdir.

Kaynak:

Rasim Özdenören-İki Dünya
Devamını Oku »

Müslümanlar Kuşku Yok ki Antiemperyalisttir

Müslümanlar, kuşku yok ki, antiemperyalisttir. Fakat emperyalizme karşı olmak Müslüman’ın biricik mümeyyiz vasfı değildir. Emperyalizme karşı olmak, Müslümanın güttüğü siyasetin sebebi ve gayesi değil, fakat sadece bir neticesidir. Müslüman, kâfire benzemeyi reddettiği için antiemperyalisttir, antiemperyalist olduğu için kâfire benzemeyi reddetmiyor.

Kâfire benzemeyi reddetmek, giyim kuşamdan, üretim ve tüketim kalıplarına, selamlaşmadan, ev içi döşeme stiline kadar hayatın en küçük ayrıntısını kapsayabilecek genişliktedir.

Müslümanın antiemperyalist oluşu, basit bir siyasî tavır alma meselesi olarak yorumlanmamalı. Batı kalıplarına göre harcamada (tüketimde) bulunmayı reddeden kimse, bu tutumun doğal sonucu olarak emperyalizmi ve sömürüyü reddetmiş olur. Bu bakımdan antiemperyalist olmak Müslümanın hayatının, yaşayışının bir hâsılası olarak kendiliğinden ortaya çıkar.

Batılılar bunu elbette biliyor. Fakat kraldan çok kralcı olan Batıcıların bunu bildiği kuşkuludur.Batılılar sömürüyü ancak Müslümanların tüketim standartlarını,tüketim alışkınlıklarını değiştirmekle sağlayabileceklerini,İslam alemine ilk kancayı buradan attılar.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Müslümanca Yaşamak
Devamını Oku »