Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı

Osmanlı Devleti'nin İman ve Vatan Aşkı1878’de cereyan eden Türk-Rus Muharebesinde memleketin her bir köşesinden Silistre’ye de bir grup gönüllü gelmişti.

Kumandan paşa, bu gönüllülere hoş-âmedî eder­ken, aralarında yedi sekiz yaşlarında olan bir çocuğa gözü ilişti ve merak ederek, “Bu çocuk kimin?’ diye sordu. Gönüllüler arasındaki yaşlıca bir adam, Mûsâ Paşa’ya: “Ben kulunuzundur efendim. Sefer açıldığınu duyunca bir türlü arkamdan ayrılmadı’’ dedi. Ku­mandan Mûsâ Paşa, çocuğa: “Oğlum, sen pek küçüksün. Silâhı bile tutup kaldıramazsın,” deyince çocuk geri gönderileceğini zannederek ağlamaya başladı ve: “Amca hiçbir işe yaramasam su da mı taşıyamam," diyerek etrâfindakilere gözyaşı döktürdü.

Osmanlı Devletinde hangi müesseseyi kurcalaya­cak olsak, temelinde birbiri ile sarmaş dolaş olmuş bir vatan ve iman aşkı yattığını görürüz.

Yedi yaşındaki çocuğun küffara kılıç sallamak üzere, babası ile yollara düşmek istemesinde “Yâ gazi ol, ya şehit” terbiyesi ile büyümüş olmasının tesirini gördüğümüz gibi, kul hakkına riâyet etmekte, vatan müdâfaasında, devletçilik anlayışında, âile yapısında,hülasa cemiyet hayâtının bütününde dâima karşımıza çıkacak olan, adalet duygusunun tanınmasında sari ve cari olan, hep aynı iman fermanının asırlar içinde süregelmiş buyruğunun, Türk'ün iliğine kemiğine işlemiş vatan ve İman aşkının har vesile ile kendini göstermekten geri kalmamış olmasıdır.

 

Samiha Ayverdi,Dünden Bugüne Ne Kalmıştır ?
Devamını Oku »

Evrimcilik Kuramı

evrimcilik kuramı

Batı düşüncesi,rönesanstan başlayarak 17.yüzyıldan bu yana da gittikçe yoğunluğunu ve hızını arttırarak insanı 'tanrısal'olandan uzaklaştırmanın savaşını  vermektedir. Bu bütünden herhangi bir alanı ve mesela etkilerini şu veya bu şekilde günümüzde de sürdüren evrimcilik kuramını alalım. Bu kuramın temelde neyi amaçladığının bilincinde olmayan birisi için, belli bir ayrıntıda söylenen doğrular,o kimseye o kuramın bütününün doğru şeyler söylediğine dair bir vehim verir. Duran bir saatin de günde iki defa doğruyu gösterdiği gibi, bu kuramın içinde de doğruyu işaret eden iki husus varsa, o kuramın neyi amaçladığı konusunda bilinç sahibi olmayan kimse o iki doğru hususu, kuramın bütününe teşmil edebilir.

Oysa bu kuramın nihai amacının kutsal kitaplarda söylenenleri, özellikle yaratılış üzerine söylenenleri yalan çıkartma çabasında olduğunun bilincinde olan biri için, bu amacı destekleme sadedinde ileri sürülen delillerin önemi yoktur. Tersine: duran saatin günde iki kere doğruyu göstermesi kabilinden olan deliller de, kuram sahibinin amacı doğrultusunda değil, fakat o bilinç sahibinin amacı doğrultusunda işe yarar hale getirilebilir. Böyle birisi için Darwinle Freud, Freudla Marx ve benzerleri, görünüşte birbirinden ne kadar farklı şeyler söylerse söylesinler, aynı düzlemde ele alınıp değerlendirilirler. Çünkü bunların tümü aynı amaca ulaşmak için farklı yollan deneyen kişiler olarak mütalâa edilirler.

Bilinç sahibi kimse, söylenenlerin ayrıntısına değil, fakat söylenenlerin müntehasına bakar. Abdülhakim Arvasinin özlü biçimde ifade ettiği gibi, bir ilmin butlanı onun müntehasın-da (en uç noktasında) anlaşılır.

Bu yüzden, bilmeyle bilinçli olmayı farklı tutuyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada bildiklerimizin bilincinde olabilseydik, nasıl bir dünyada yaşayıp nereye gittiğimizi ve oraya giderken kime hizmet ettiğimizi açık seçik kavrardık.

Rasim Özdenören,Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Karakter Sahibi Olmak

Karakter Sahibi Olmak'Düşünen ve hakikati arayan her insanın gayesi, dengeli karakter sahibi olmaya çalışmaktadır. Karakterin, şahsiyetimizin davranışlarımızda gözükmesi olduğunu söyledik. Şahsiyet, istenildiği gibi değiştirilemeyeceğine göre, karakterin de kolayca değiştirilemeyeceği anlaşılır. Ancak insan, kendi karakterini iste­diği anda ve kolaylıkla değiştiremese bile, uzun süre içinde yapılacak metotlu çalışmalarla onu değiştirmek mümkündür. Önce çevremizi ve davranışlarımızı değiştirerek edindiğimiz iyi alışkan­lıklar, bir zaman sonra bizi ideal edindiğimiz karakterin sahibi yapabilir.

Çevremizde yaşayan insanların üzerimizdeki etkilen ve telkinleri bizde yeni alışkanlıklar yaratarak yeni bir karakter yapısını meydana getirebilir. Şunu da bilmelidir ki, herkes için ideal olan dengeli karakter hiçbir zaman doğuştan elde edilmiyor; ancak emekle, kendi irademizin ve kendi hareketlerimizin eseri olarak kazanılabiliyor. İnsan kendini olayların ve hayatın akışına teslim ettikçe sürekli ve sağlam bir karakterin sahibi olamıyor, ancak iç dünyamızı dışımıza ve hür irademizi bizi esir eden ihti­raslara karşı koydukça değişmez ve dengeli bir karakter sahibi olabiliyoruz.

Aklın kontrolünden geçirilen en yüksek duygusal unsurla­rın, kendi hür irademizle yapılan sentezinden meydana gelen şahsiyet, ahlâk diliyle, iyi ve sağlam bir karakter ortaya koyuyor. Kendini kötü ihtiraslarına bırakan ve şahsiyetlerini yapmak için enerji harcamayan insanların bozuk karakter sahibi oldukları da her zaman görülen şeydir. Karakter bozukluğunu hayatta başarıya ulaşmak için silâh olarak kullananların bu hali ise, ahlâk bakımın­dan tam bir yıkımdır. İnsana yakışan, her yerde ve her türlü şart­lar altında, değişmeyip hep aynı kalan kendi gerçek şahsiyetini hareketlerinde yaşatmak ve kendi karakterini kullanmaktır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Adalet

AdaletHukukun gayesi,adalettir. Adalet, herkese lâyık olduğunu vermektir. Adalet, ilk bakışta düşüncede eşitlik fikrini doğurur ve bir terazinin kefelerinin denge halinde olması şeklinde tasarlanır. Lâkin her zaman adalet, eşitlikle beraber bulunmaz. Çünkü her­kes aynı şeylere lâyık değildir. Her ferdin lâyık olduğunu ölçen, kendi yetileri ve çalışmasıdır, bu yetilerini kullanmasıdır; yaptığı işin değeri ve çalışması oranında çok şeye lâyıktır, yani haklan artar. Bunlarla beraber bir de ihtiyaçlar, hakkın ölçüsü olmak­tadır. İlâca muhtaç olan bir hastanın, kuvvet şurubuna ihtiyacı olan bir zayıf insanın bunları elde etmeye hakkı vardır; sağlam bir insanınsa hakkı yoktur. Şu halde iki türlü adaletin bulunduğunu görüyoruz. Biri şekle bağlı adalet ki tam ve mutlak eşitlikten iba­rettir. Öbürü ideal adalet ki gayesi, insanın yetileriyle çalışmasını ve bütün ihtiyaçlarını gözönünde tuttuktan sonra bütün bunlarla tam orantı halinde haklarını verebilmektir. İnsanlığın muhtaç olduğu gerçek adalet budur. Bu adaletin gerçekleştirilmesi zor, tam olarak gerçekleştirilmesi ise imkânsızdır. İnsanlığın gayesi, mümkün olduğu kadar bu gayeye yakınlaşmaktır.

İnsanlığın tarihinde, adalet idealinin, ihtirasla arayıcısı olan büyük devlet adamlarının varlığını tanımaktayız. Nûşirevân ile Halife Ömer bunlann başındadır. Her ikisi de adalet uğrunda kendi oğullarını ölüm cezasma çarptırdılar. Halife Ömer'in bütün idare hayatı, adaletin eşsiz örnekleriyle doludur. Birkaçını söyleyelim:

Kudüs şehri İslâm ordusu tarafından kuşatıldıktan sonra Kudüs­lüler, şehri ancak halifeye teslim edeceklerini söylediler. Haber, halifeye bildirildi ve halife, kölesi ve bir devesiyle Kudüs’e gitmek üzere Medine den yola çıktı. Yalnız bir devesi bulunduğun­dan yolda köle ile nöbetleşe deveye biniyorlardı. Kudüs’e gire­cekleri zaman sıra kölede idi. Köle devenin üstünde, halife yerde devenin ipini çekerek şehre girdiler. Bir akşam çalışma yerinde yanına bir adam gelerek görüşmek istediğini söyledi.

Halife kendisine, görüşmenin devlet işi üzerinde mi, yoksa özel mi olduğunu sordu. Adam özel konu üzerinde olduğunu söyleyince halife masanın üstünde yanan devletin mumunu söndürdü ve kendi şahsî malı olan mumu yaktı; ondan sonra adamı dinledi.

Bir Arap çölden Medine’ye gitmekte iken şehrin yakınlarında iki adamın çalıştığını gördü. Bunlardan biri balçık yoğuruyor, öbürü kerpiç kesiyordu; tuğla yapıyorlardı. Arap açtı; çalışanlar­dan yiyecek istedi. Onlarınsa biraz kuru ekmekten başka şeyleri yoktu. Onu verdiler; lâkin bu ekmek, yenemeyecek kadar kuru ve lezzetsizdi. Açlığını onunla gideremeyen adama, biraz daha sab­redip Medine’ye gitmesini ve tarif ettikleri yere giderek durumu anlatmasını, orada kendisine yiyecek vereceklerini söylediler. Yolcu, Medine’de kendisine tarif edilen yeri buldu ve orada bol ve lezzetli yemeklerle kamını doyurdu. Çıkarken gizlice, o güzel yiyeceklerden birazım torbasına attığını garsonlar gördüler. Kendisine, “Bunu yapma, istediğin zaman gel, burada kamım doyurursun”, dediler. Bunun üzerine yolcu, “Kendim için değil, çölde rastladığım zavallı adamlar için alıyorum. Onların yenecek ekmekleri bile yok!” deyince kendisine güldüler ve dediler ki: “Onların biri halife Ömer, biri de Ali’dir. Bu imaret Ömer’indir. Halife maaşlarını buraya bağışlamıştır. Burada fakirlerin kamım doyurur; kendisi de o gördüğün şekilde elinin emeğiyle geçinir”.

Hukukun gayesi olarak adalet kavramının incelenmesi, huku­kun ahlâktan ayrı olmadığını düşündürüyorsa da hukuk ile ahlâk, şu farklarla birbirlerinden ayrılırlar:

1-Ahlâk örf ve âdetler halinde, hukuk ise kanunlarla yaşatılır.

2-Ahlâkın kaideleri yazılı değildir, hukukta yazılı kaideler vardır.

3-Ahlâk teşkilâtlı değildir, hukuk teşkilâtlıdır.

4-Ahlâkî davranışa sürükleyen vicdandır, hukukta ise zorla­yıcı maddî cezalar vardır.

5-Ahlâk, gaye olarak ferdî ruhun en yüksek idealini arar, hukukun gayesi ise toplumun düzenini sağlamaktır.

6-Ahlâk yalnız insanlar arasındaki bağıntıları düzenler, hukukta da esas olan insanlar arasındaki bağıntıları düzenlemek olmakla beraber, bazen hukuk (mirasın bölünmesinde olduğu gibi), insanlarla eşya arasındaki münasebetleri de düzenleyicidir.

Bu ayrılıkların ortaya koyduğu incelikler, hukukla ahlâkın arasına duvar çekmiyor. Ahlâkın vicdanlarda yaşattığı adalet ideali, toplum hayatında ve dışımızda madde alanında, hukuk tarafından gerçekleştirilmektedir.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Makine Medeniyeti ve Ahlak

Yüzyılımızın medeniyeti makina medeniyetidir. Her gün yaşamayı kolaylaştırıcı yeni araçlar ortaya koyan makine, çalışan insanı kendi şartlarına uydurarak hürriyetini elinden almaktadır. Eskiden küçük sanatlarda bir işçi, yaptığı şeyin bütününü orta­ya koyan bir sanat adamıydı. Kendi başına sanatının sahibi idi. İstediği şartlar altında sanatını yürütüyordu. Bugünün bir fabrika işçisi yalnız başına yaptığı işin bütününü çıkaramamaktadır. Belki ancak bir parçasını çıkarabiliyor. Bir iş düzenini yalnız başına kuramadığı gibi, iş yapan topluluk da buna yetmemektedir. İş yapanlardan başka ve onlardan önce büyük sermayenin varlığı zorunludur.

Bir işin parçalarını aralarında bölen emek sahiplerinin serma­ye sahibi olan işverenlerin emrinde ve onların kurduğu düzenin içinde çalışmaya mecbur olmaları, sosyal adaletsizliğin kaynağı sayılıyor ve çalışanların bir yandan iş karşısında, öbür yandan işverenlere karşı esir durumda olduklarını ileri sürenler görülü­yor. Bu düşünüş sonuç olarak iş hayatında sevgi yerine sürekli boğuşma yaratmaktadır. İnsanlığı yer yer ihtilâllere götüren bu sınıflar ayrılığı, en yıkıcı harplerin de sebebi olma durumundadır. Bu en büyük tehlikeyi ortadan kaldırmak ve milletleri olduğu gibi ter milletin fertlerini de birlikte mutluluğu arayan dost varlıklar Halinde yaşatmak, bir ahlâk devriminin eseri olacaktır. Bunun için de teknolojinin geliştirilmesinde, daha çok kazanç elde etmenin değil, insanlığa daha faydalı olmanın yollarını araştırmak gerek­mektedir. Bu yolda yürürken, hırsların yerine ideallerin geçiril­mesi, bencilliğin yerine sevgi ile hürmet çiçeklerinin aşılanması lâzım geliyor.

Bir devirde insanları hurafeler (yalan inançlar) sürüklüyordu. Geçen yüzyıldan beri aşırı kazanç hırslan onların yerine geçti. Yakın bir gelecekte kurtuluşunu arayan insanlık, bunca yüzyılların ona hazırladığı bilgilerle, sonsuza götürücü ideallerin arkasın­dan koşmalıdır.

Nurettin Topçu,Ahlak
Devamını Oku »

Eski Mebuslardan Ekrem Rize'nin Osmanlı Düşmanlığı

Eski Mebuslardan Ekrem Rize'nin Osmanlı Düşmanlığı...Zira bir Türk imparatorluğunu yıkan düşmanlardan sonra, bunca asırlık kışlaları, okulları, vilayet binaları, tersaneleri, çeşmeleri, türbeleri, sebilleri, resmî binaları, bakanlık binaları başta olmak üzere, bu binaların sanatsal birer tarih belgesi, ait olduğu devrin kültürünün hatırası olan kitâbelerini, tuğralarıyla birlikte kazıtmak gafilliği, başka hiçbir devlet tarihinde görülmemiştir. Ve hatta üzerinde kitâbeler yer alan bu eserler arasında sütun başlıkları, sütun gövdeleri, kaideler, taş küpler, su tekneleri, kurnalar, kapı lünetleri gibi değişik mimari unsurlar da bulunmaktadır.»

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin asker mebuslarından Ekrem Rize, Osmanlı’dan kalan ne kadar millî ve resmî bina var ise, tüm tuğra ve kitâbelerinin kaldırılması için ısrar ederken bunlar hakkında nefretle konuşmayı da ihmal etmemiştir.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Devamını Oku »

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!Lozan'a Gelince; Bunda Bayram Yapılacak Bir Şey Yoktu!

Başlıktaki bu cümle aynen Ekrem Rize’ye aittir ve şöyle demektedir:
Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu!
Ordusu mahvolmuş bir Yunanistan her şeye sahipti. Hatta demiryolumuzun geçtiği topraklan bile bu mağlup Yunanistan elimizden almıştı. Her sene döviz verdiğimiz demiryolumuz Yunan topraklarından geçiyordu ve Yunanistan bir tazminat dahi vermemişti.

Aynı şekilde Güney hududumuz da aleyhimize çizilmişti. Lozan’da Musul Meselesi de müzakere edilmemişti.

Millî Mücadele’de Misak-ı Millîye’ye dahil olan Musul Vilayeti’ni Îngilizler, Milli Mücadelemden sonra bir taraftan o zamanki Londra sefirimiz olan Yusuf Kemal Bey’e, İngiliz Orta Şark Petrolleri Şirketi İdare Meclisi Başkanı Lord Imberfort'u göstererek, Musul ilini petroller taksim edilmek şartıyla Türkiye’ye iadeyi teklif ederken (ki, Yusuf Kemal Bey bu önemli teklifi bir raporla ve İngiliz postasına güvenmeyerek Fransa’dan Ankara’ya göndermişti) diğer taraftan, Lozan müzakeresinde de îngilizler, Doğu İşleri Müdürü Mr. Williams ve Lord Edward Grey vasıtasıyla konferansın Genel Kâtibi Reşit Saffet (Atabinen) Bey’e, Baş Murahhas İsmet (İnönü) Bey’e verilmek üzere şöyle bir teklif yapmışlardı: "Musul hariç, petrollerin %49’u bize verilmek ve Kerkük, Erbil, Süleymaniye yani Musul vilayeti bize iade edilmek üzere...” bu teklife rağmen, Türk Başmurahhasının bundan istifade edemediğini gören îngilizler, siyasî bir manevra ile Musul işini ileride görüşmek üzere Lozan Konferansından çıkartarak, onu konferans harici bırakmak başarısını göstermişlerdi. 1925 yıllarına doğru Ankara’ya gönderdikleri Mr. Lyndzie vasıtasıyla Musul meselesini (nasıl olduğu bilinmez) aleyhimize neticelendirmişlerdi.

Londra Sefiri Yusuf Kemal Bey’in Ankara’ya gönderdiği rapor çin Lord Imberfort, Yusuf Kemal Bey’in Londra’dan ayrılmasından sonra sefaret işlerine bakan Hikmet Bayur Bey’e herhangi bir cevabın gelip gelmediğini sorduğunda, hiçbir cevabın gelmediğini öğrenmişti.

Ekrem Rize’nin "Lozan’a gelince; bunda bayram yapılacak hiçbir şey yoktu.” sözünün ardından anlattıkları gerekçelerin tamamı bunlar!

Yine Ekrem Rize, Milli Şef İsmet İnönü’nün bizzat saptadığı mebus adaylarının peşinen mebus olarak atandıklarını belirterek şöyle diyordu:

Muayyen kimselerin rey vermesi bir formaliteden ibaretti. Bu iş seçim değil, bir tayindi. Millî Şef, TBMM sandalyelerine keyfinin istediği kimseleri tayin ediyordu. Bunlar da güya Millî Şefi, cumhurbaşkanı seçiyorlardı.

Millî Şef İnönü’nün huzurunda ayakta dimdik saf tutan Meclis içinde? eski Terakkiperver Partisi ileri gelenlerinden Kâzım Karabekir Paşa (Parti Başkanı), Ali Fuat Paşa, (Sadece Cafer Tayyar Paşa hariç, Çanakkale’de uyguladığı savunma tekniği ile bütün birliklere örnek olan general, bu sahte mebusluğu kabul etmemişti.) Rauf Orbay, Celâl Bayar, Adnan Menderes, eski İttihatçılar’dan Hüseyin Cahid Yalçın, Halil Menteşe, hukukçular, profesörler de bulunuyordu.

Bunların hepsi bu CHP nizamnamesinin Şef e itaat ve bağlılık hükmünü imza ederek bu milletvekilliği mevkiine, Millî Şef’in lütfü ile tayin edilmişlerdi.

Osman Öndeş , Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Okmeydanı Yok meydanı Oldu!

Okmeydanı Yokmeydanı Oldu!

Osmanlı Devri kültür ve tarih mirası eserleri, bilhassa kentsel göçlerin arttığı son yıllarda giderek daha da ağır tahribata  kalmışlardır. Belediyeler yolları onarırken nice Osmanlı Devrin İstanbul çeşmesini recm yaparcasına toprağa gömmüştür. Bu eserler ise hazine arazilerini işgal edenler tarafından dökülen çöplerin altında yok olmuşlardır.

Tophane Müşirliği, Taksim Kışlası gibi nice anıtsal eser, kimi yol geçecek diye, kimi pervasız yöneticilerin kararıyla yıkılıp yok edilmiş, bölünmüştür.

En içler acı örneklerden biri Tophane Müşirliği’nin günümüzdeki halidir. Düşünüldüğünde böylesine bir külliye, Osmanlı İmparatorluğu’nun silah üretim fabrikası olduğundan, günümüze kadar korunması halinde, benzersiz bir müze olarak teşhir edilebileceği görülecekti. Değil mi ki, saat kulesi Salı pazarı Ambarları sınırlarına hapsedilmiş ve senelerce liman işçilerinin helası olarak kullanılmıştır. Halen de perişanlığı sürmektedir.

Osmanlı devrinden kalan ne kadar millî ve resmî kültür ve tarih mirası eser varsa, devlet ilgisizliği ile cehaletin eline düşmüştür. Özellikle İstanbul’un iş göçlerle işgale uğraması yıllarında korunmaya alınmamış, tahrip edilmelerine yöneticiler tarafından aldırış edilmemiştir.

Böyle olduğundan dolayı Fatih Sultan Mehmed’in vakfiyesi olan koskoca Okmeydanı kaçak kondularla kaplanırken, her biri bir tarih ve sanat eseri olan nişan taşları ve menzil taşlan kaçak konduların duvarları içinde kaderlerine terk edilmiş, kimileri kırılıp parçalanmış, kimileri giderek apartmanlaşan konduların balkon duvarına destek olmuş ve koskoca bir tarih yok edilmiştir.

Prof. Dr. Halit Çal, Osmanlı hukuk sistemi içinde Asar-ı Atika Nizamnamelerine kadar taşınmaz eski eserlerle ilgili tek hükmün 9.8.1958 tarihli Ceza Kanunnamesinin 33. maddesi olduğunu işaret eder. Bu maddede: "hayrat-1 şerife ve tezyinat-1 beldeden olan ebnia ve asar-ı mevzuayı hedm ve tahrib veyahud bazı mahalleri kırıp rahnedar edenlerin” cezalandırılacağı hükmü

Prof Dr. Halit Çal'ın mezkûr tebliğinde belirttiği üzere; Osmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak vakıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eserler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar Kemaleddin’in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışsa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı nın surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Onarımları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.

İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehreminligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktırıldığı bilinmektedir.

Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı imparatorluğu gibi millî bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.

Rize Mebusu Ekrem Rize’nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı imparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu saldırının sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur.

Cumhuriyetsin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliğiOsmanlı Devletinin genel çöküşüne paralel olarak Vâkıf kurallarında da bozulmalar, vakıf gelirlerinde azalmalar olunca, vakıf eaerler de harap olmaya başlamıştır. Yüzyılımızın başında Mimar kemaleddin'in onarım hamlesi nisbî bir ferahlama sağlamışa da uzun ömürlü olmamış, eserler yok olmaya devam etmiştir. Bu genel çöküşten idareciler de nasibini almışlardır. Gülhane Parkı’nm surlarının bir kısmının yıktırılması veya benzerleri çoktur diye Ayasofya’nın yakınındaki Mimar Sinan tarafından yaptırılan hamamın yıktırılması gibi düşünceler ileri sürülmektedir. Ona rinaları da iyi yaptırılmamaktadır. Muhafaza-i Âbidât Encümen-i Daimîsi’nin tespitlerine göre Topkapı Sarayı onarımlarında tahribatta bulunulmuş; mesela kullanılmıyor diye bir hamamın çinileri sökülmüş, sarayın diğer kısımlarında kullanılmıştır.

İstanbul’da bilhassa Cemil Topuzlu Paşa’nın şehremin-ligi sırasında çok sayıda eski eserin imar hevesiyle yıktınldıgı bilinmektedir.

Tüm bu tahribatlar; yönetimlerin veya halkın sığ; kalan kültür düzeylerinden ileri gelmiştir. Hiçbirinde Osmanlı İmparatorluğu gibi milli bir maziyi silip atmak gibi bir çağrışım bulunmamaktadır.
Rize Mebusu Ekrem Rize'nin verdiği önerge bu bakımdan diğerlerinden ayrılmakta, millet ve devlet olarak Osmanlı İmparatorluğundan oluşan mazimizi kanun çıkartarak, çekiç ve keski darbeleriyle kazıtmaya kadar uzanan bir cüreti gerçekleştirmeye gitmektedir. Zaten bu kaldırtnın sonucu, 1057 sayılı kanun olmuştur

Cumhuriyetin ilk yıllarında maruz bulunduğu yokluklar, sıkıntılar yanında, eğitilmiş insan kaynaklarının yetersizliği dikkate alındığında, genç Türkiye’nin nasıl ağır bir mücadele verdiği görülecektir.

Böyle olunca da, bunca zorluklar arasından sıyrılıp, ille de "Osmanlı devrinden kalan millî ve resmî binalardaki tuğraları ve kitâbeleri kaldırın, örtün, yok edin!” diye boy gösteren Ekrem Rize’nin bu kahredici başarısını anlatmaya başlamadan, Türkiye’nin içinde bulunduğu derin yokluklardan sadece birkaç örneği. TBMM Toplantı Tutanaklarından alarak karşılaştırma yapılsın diye nakledeceğim.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Tarihi Silmek

Tarihi SilmekProf. Dr. Süleyman Berk de, "Tarihi silmek” ve "İstanbul Açıkhava Hat Müzesi (İstanbul Kitâbelerinden Seçmeler) ” başlıklı makalelerinde şöyle demektedir:
İstanbul’un önemli meydanlarından Beyazıt Meydanı’nda bulunan,eskinin Bâb-ı Seraskerî’si, şimdinin İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı üzerindeki celî sülüs hatla yazılmış, “Dâire-i Umûr-ı Askeriye” (askeri işler dairesi) ve bu yazının iki yanında Feth sûresinin ilk âyetleri, altından geçen binlerce öğrenci ve öğretim üyesini, bütün heybetiyle selâmlamaktadır. Osmanlı’nın önemli hattatı Mehmed Şefik Bey’e (1820-1880)16 ait olan bu anıt yazılar, bir insan boyu olan elifleri ile gerçekten dikkat çekici güzellik ve özelliktedir. Bu yazıların üzeri, 1928’deki harf inkılâbından sonra mermer ile kapatılmış ancak, 1949 yılında kısmî ser- bestlik ortamında, Süheyl Ünver’in delâleti ile Rektör Sıddık Sami Onar tarafından açığa çıkarılmıştır. Sadece, T.C. rumuzunun altında Hattat Abdülfettah Efendi’ye ait Sultan Abdülaziz tuğrası kapalı kalmıştır ki bugün de kapalıdır. Tuğranın ortaya çıkarılması için yapılan birkaç girişim maalesef başarılı olamamıştır. Demek ki, o da vaktini beklemektedir.


Bu âbidevî kapının arka kısmında da Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin (1801- 1876) celî ta‘lik kitâbesi yer almaktadır. Üniversite bahçesinde- ki ünlü Beyazıt Yangın Kulesi’nin giriş kapısı üzerinde Yesârîzâde’nin celî ta‘lik kitâbesi, kimsenin dikkatini çekmiş midir acaba?


Beyazıt Camii’nin, meydana bakan kapıları üzerinde bulunan celî sülüs yazıları II. Bayezid döneminden günümüze gelebilmiş nâdir yazı örnekleridir. Caminin tak kapısı ile birlikte bu yazıları ünlü hattat Şeyh Hamdullah Efendi yazmıştır. Yalnız, kütüphane tarafında bulunan avlu kapısının dış kısmındaki celî sülüs yazı çok sonraları 1212’de (1797) Hattat Mustafa b. Mehmed tarafından yazılmıştır. Bu kitâbenin sol üst kısmında “Kebehû Mustafa b. Mehmed min telâmîzi Yamak Sâlih Efendi” şeklinde imza bulunmaktadır. Beyazıt Camii’nin kıble cihetinde bulunan hazîrenin, Çarşıkapı Meydanı’na bakan kısmında, duvara bitişik çeşmenin üzerinde Hattat Macit Ayral’ın celî sülüsle yazdığı, “Biz her şeyi sudan yarattık” mealindeki Enbiyâ sûresinin 30. âyeti, artık suyu akmayan çeşmenin insanlara mâna akıtan tek kaynağı olmuştur. Beyazıt’ta, Sahaflar Çarşısı’ndan çıkınca Kapalı Çarşı giriş kapısı üzerinde Hattat Sâmi imzalı, celî ta‘lik “el-Kâsibü habîbullah” (Çalışıp kazanan Allah’ın sevgili kuludur) yazısına göz atmamak mümkün müdür? Aynı çarşının Nuruosmaniye Kapısı üzerindeki kitâbe ve Osmanlı arması da mutlaka görülmesi gereken eserlerdendir. Buradaki celî ta‘lik kitâbe de Hattat Sâmi’nindir.


Çarşıkapı Meydanı’nın biraz ilerisinde, Çorlulu Ali Paşa Medresesi kapısı üzerinde mermere mahkûk, Türk ta‘lik yazısının önemli ismi Durmuşzâde Ahmed Efendi’ye (ö. 1129/ 1717)18 ait celî ta‘lik kitâbe, medresenin hazîresinde bulunan eski mezar taşı kitâbeleri ile uzanacak bir himmet eli beklemektedir

Osman Öndeş,Vurun Osmanlı'ya
Devamını Oku »

Tuğraları değil tarihi kazıdık

Tuğraları değil tarihi kazıdıkMurat Uçar Aksiyon dergisinde yer alan "Tuğraları Değil Tarihi Kazıdık” başlıklı makalesinde tarihimize yönelen bu saldırıyı su ifadelerle anlatıyor:

Bir süre önce Ecyad Kalesi'nin yıkılması üzerine resmi ve sivil kesimlerden yükselen tepkiler, tarihe mal olmuş yadigârları sahiplenmemiz konusunda olumlu işaretler veriyor. Ancak bu sahiplenmeyi kendi sınırlarımız içinde ne kadar gerçekleştirdik? Osmanlıdan kalan tuğra ve kitabeler bu konuda ilginç bir örnek.

Altı asır boyunca ayakta kalan Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekilirken, geride üç kıtaya yayılmış oldukça geniş bir kültürel miras bıraktı. Ancak bulundukları bölgenin kültürüne ayrı bir değer katan bu eserler, Osmanlı yıkıldıktan sonra sahipsiz kaldı. Tükiye sınırları dışındaki Osmanlı kültürel mirası, bakımsızlık ya da Türk—İslam düşmanlığı nedeniyle yıkılırken, sınırlarımız içindeki eserlerin de iyi durumda olduğunu söylemek mümkün değil.

Kısa bir süre önce Suudi Arabistan yönetiminin Mekke'deki Ecyad Kalesi'ni yıkması, diğer ülkelerin Osmanlı eserlerine bakış açısını ortaya koymuştu. Oldukça geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı kültürel mirası Balkanlar'da da korunamadı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin (SSCB) etkisindeki Balkan ülkeleri, komünizm süresince Türk—İslam eserlerine hoşgörüyle bakmadılar. SSCB'nin yıkılmasından sonra ise bu bölgedeki Osmanlı camilerinin bazıları 'orijinal halleri kiliseydi' gerekçesiyle kiliseye çevrildi.

Osmanlı'nın doğal mirasçısı Türkiye, kendi sınırları dışındaki eserlere cılız bir sesle dahi olsa sahip çıkmaya çalışırken, acaba sınırlarımız içindeki eserlere yeterince sahip çıkabildik mi? Bu soruya olumlu cevap vermek ne yazık ki mümkün değil. Bizden önce gelenlerin hatırasını taşıyan Türkiye'de geçmişe karşı takındığımız bu olumsuz tavırla ilgili ilginç bir de örnek var. 1927 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen, Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Mebani—i Resmiye—i Milliye Üzerinde Tuğra ve Methiyelerin Kaldırılması'na dair 1057 nolu kanuna göre, tarihi binaların üzerindeki Osmanlı tuğralarının (arma) ve kitabelerinin sökülmesi ya da gizlenmesi kararlaştırıldı.

Halen yürürlükte olan kanun aslında resmi daireler üzerine yeni kurulan cumhuriyetin mührünün vurulmasını amaçlıyordu ve eski dönemden kalan kitabe ve tuğraların sanat değeri olanlarının müzeye kaldırılmalarını ya da zarar verilmeden üzerinin örtülmesini istiyordu. Kanun bu haliyle kendi içinde tutarlı görülebilir. Ancak uygulamada pek de öyle olmadı; her biri usta hattatların elinden çıkma, kıymetlerini maddi ölçülerle tespit etmek mümkün olmayan sayısız tuğra ve kitabe taş ustalarının çekiç ve keskilerine teslim edildi.

Rakım'ın nice tuğrası, Yesarizade'nin nice talik kitabesi kazınarak ortadan kaldırıldı.Kanun uyarınca kültür varlığı ve tarihin yadigârı olarak müzeye kaldırılması gereken sanat eserleri tarihten silindi. Eski binaların, çeşmelerin üzerinde sıklıkla rastladığımız kazınmış kitabe ve tuğra zeminleri, hep o dönemden kalma. Bu şekilde ortadan kaldırılan tuğraların en meşhurlarından birisi İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt'ta bulunan ünlü kapısının üzerindeki Osmanlı tuğrası. Şevki Bey'in bir şaheseri olan fetih ayetlerini ve 'Dâire—i Umur—ı Askeriye' yazısını tamamlayan bu tuğranın nerede olduğu bilinmiyor. Şimdi yerinde sonradan monte edilmiş T.C. yazısı bulunuyor.

Bu uygulamanın kurbanlarından biri de İstanbul—Taksim'deki Galatasaray Lisesi'nin kapısında bulunan muhteşem Osmanlı tuğrası. Yerinden sökülen orjinal tuğranın nerede ya da kimin koleksiyonunda olduğu bilinmiyor. Paha biçilmez bu tuğranın yerinde şimdi, rahmetli Ziyad Ebuzziya'nın girişimleriyle yapılan taklit bir tuğra bulunuyor.

Türkiye'nin sayılı hat ve sanat tarihi uzmanlarından Uğur Derman'a göre kaybolan simgelerin en önemlisi, Sultan Reşat tarafından Eyüp Sultan Semti'nde yaptırılan mektebin kapısındaki kitabe. Osmanlı Devletinin ünlü hattatlarından Hattat Vasfi tarafından yapılan kitabe, halen yürürlükte olan bu kanun bahane edilerek söküldü. Sökülen bu kitabenin de diğerleri gibi nerede olduğu bilinmiyor.

Uğur Derman hocaya göre, böyle bir uygulamanın benzerini başka bir ülkede bulmak güç.
"Dünyada bizden başka ülkelerde de yeni cumhuriyetler kurulmuş" diyen Derman, "Ama Ruslar, Dostoyeski'yi okumaktan vazgeçmemişler. Geçmişleriyle bağlarını bu kadar koparmamışlar" şeklinde konuşuyor.

Osmanlının hakimiyet mührü

Peki hakklarında sökülmelerine dair kanun çıkarılan bu simgeler ne ifade ediyor? Tuğra,tarihi kaynaklarda; ferman, menşur ve benzeri belgelerle padişahların nişan ya da alâmetleri olarak kullanılan işaretlere verilen isim olarak açıklanıyor. Bir tür imza, damga hatta Avrupa'da yaygın olarak kullanılan 'arma' yı karşılıyor.

Doç. Dr. Said Öztürk'e göre tuğra her ne kadar Osmanlı kültürü ile bütünleşse de, bilindiğinin aksine ilk olarak Selçuklular döneminde kullanılmaya başlanmış. Yani Osmanlı icadı değil. Ancak, tuğranın sanatsal değer kazanması Osmanlı ile olmuş. Öztürk, hepsi birbirine benzese de her Osmanlı padişahının ayrı ayrı tuğralarının olduğunu belirtiyor. Fatih Sultan Mehmet döneminde az da olsa bir standarda giren tuğraya zaman içinde biraz ululuk, biraz da kutsallık vasfı kazandırılmış.

Batılı tarihçiler ise tuğranın doğuşunu, biraz da Osmanlı Devletini küçümseme aracı olarak kullanıyorlar. Bu tezi savunan tarihçilere göre, cahil ve okuma—yazma bilmeyen Osmanlı padişahı Sultan I. Murat, bir uluslararası anlaşmaya, avucunu mürekkebe batırıp 'pençesi'ni vurarak imza atmış. Tuğra da bundan alınan ilhamdan sonra doğmuş.

Osmanlı tarihi konusunda hazırladığı esere Türkiye'de oldukça rağbet edilen, 19. yüzyılın ilk yarısının ünlü oryantalistlerinden Hammer de çalışmasında bu yanlışı tekrarlamış.
Ancak bu teze önce 1890'larda Ahmet Midhat karşı çıkmış; sonra da Profesör Fuat Köprülü Sultan Orhan zamanında tuğranın kullanılmış olduğunu bundan yetmiş yıl önce belgeleyerek yalanlamış.

Şu an armamız yok

Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'nin kendi armasını yapmak için girişimler olmuş. Ancak bir türlü hayata geçirilemeyen bu proje kapsamında, 1927 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından bir yarışma açılmış. Bir çok eserin katıldığı yarışmada Namık İsmail'in arması birincilik almış. Diğer tüm armalar gibi kalkan içerisinde bulunan armanın zemini kırmızıymış. Merkezinde Türk Bayrağını temsil eden ay yıldızın bulunduğu armanın alt kısmında Oğuz menkıbesini simgeleyen bir kurt resmi bulunuyormuş. Kurdun ayaklarının altında ise eski bir Türk silahı 'harbe' bulunuyormuş. Kalkanın altında bulunan İstiklal Madalyası ise harbi ve bunun neticesini muhafaza etmeyi simgeliyormuş. Başak ve meşe yapraklarıyla sarılı armanın ortasında ise Türkiye Cumhuriyeti'ni simgeleyen T.C harfleri varmış. Ancak Mustafa Kemal Atatürk'ün de çok istediği bu arma bir türlü resmi şekle
sokulamadı.

Osman Öndeş,Vurun Osmanlıya
Devamını Oku »