Hz Peygamber Dönemi İçtimai/Siyasi Dönem

islamda-cami

Medine Dönemi: İlkeden Eyleme İçtimaî Yapı Cami: Cemiyetin Kalbi

Mekke’de ilk Müslüman cemaatinin hususi bir ibadet yeri yoktu. Namazlar münferit veya cemaat hâlinde evlerde kılınmaktaydı. Secdeye varmak her yerde mümkün ve “yeryüzü Hz. Peygamber’e, dolayısıyla ümmetine temiz bir mescit” kılınmışken, Allah’ın huzuruna, tıpkı oluşma ve tesanüd sürecindeki toplumun bir yansıması olarak “cemaat” hâlinde çıkma arzusu, Mekke’den itibaren Hz. Peygamber’in teşvik ve vaatleri eşliğinde müminlerin derûnî arzusu olmuştur. Elbette bunda tevhidi dinlerin mabed çevresinde teşkiliyle ilintili olarak Ka­be’nin merkezî konumunun manevî etkisi vardır.

Nitekim Hz. Peygamber Hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine’ye girmeden Küba’da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak İs­lâm tarihinin beş vakit açık ilk mescidini bina etti: Hicret sonrası yapılan ilk ic­raat; bir mescit inşaıyla Ran una Vadisinin ortasında Müslümanların birliğini temsilen irâd edilen ilk Cuma hutbesi ve topluca kılman Cuma namazı olmuştur. Medine’ye girildiğinde de durum değişmemiş, Mescid-i Nebevî; Peygamber’in çok yönlü sosyal rollerini, İslâm’ın bütün hayat alanlarını kuşatıcı dinî ve dünye­vî bütünlüğünü ve teşkilatlanmakta olan İslâm toplumunun cemaat saflarından hayata taşacak eşitlik ve dayanışmasını mekânı planda ikrar etmek üzere yapılan­dırılıştı. Peygamber Mescidi aynı zamanda İslâm’ın ilk homojen kurumudur; ilk vasfı da elbette bir mabed olmasıdır. Ancak mekânda; elçilerin kabul edildi­ği bir bölge, avlu duvarlarına bitişik ama kapıları içeri açılan Peygamber ve aile­sine ait evler, Suffa adı verilen bir yatılı okul, misafirhane ve zekât mallarının ko­nabileceği bir kısımla, diplomatik, askerî, İktisadî, hukukî diğer toplumsal fonk­siyonları da ifa etmesi düşünülmüştür. Bu plan, İslâm’ın toplumsal idealleriyle birlikte Peygamber’in rolleriyle tıpatıp uyumludur: Hz. Muhammed, merkezî ol­sun, talî olsun devlet başkanlığıyla cami imamlığını birleştirmiş bulunuyordu. Dinî liderliği/imamlığı yanında devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, kanun koyu­culuk ve baş-kadılık ve irşad görevlerini bundan böyle Mescit’te ifa edecek, hal­kın güncel ve adlî problemleri burada dinlenerek çözümlenecek, müşavere ve müzakereler burada yapılacak, askerî kararlar burada alınacak, elçiler burada ka­bul edilecek ve dinî eğitim burada verilecekti. Muhammedü’l-Emîn’in, yönetici ile yönetilenler arasındaki engelleri kaldırmak ve toplumun bütün kesimlerine ulaşabilme hususundaki hassasiyeti müşahhas bir şekilde tecelli ediyordu: Mekâ­nın kapısı toplumun kadın, erkek, çocuk bütün kesimlerine gece gündüz açıktı.

Caminin, İslâm’ın kuşatıcı sosyal anlamını yansıtan bu fonksiyonu; “religi- on”ın mahdut sosyal çerçevesine veya sosyal bilimlerin, hayat alanlarım ayrıştırıcı parçalı yapısına rağmen müsteşriklerin de dikkatini çekmiştir: “İslâmiyet’in mahiyeti icabı, din ile siyaset bölünmez bir bütün teşkil etmekte idi. Her iki sa­hada da aynı şahıs; hükümdar ve başidareci, aynı bina yani cami de siyasî ve di­nî faaliyetin merkezi idi... Halife, Müslüman cemaatinin namazda imamı ve ha­tibi idi... Halifenin merkezde camilere karşı durumu neyse, valinin de eyaletler­de camilere karşı vaziyeti o idi. Vali, ’namaz ve kılıç’ için nasb edilmişti veya halka ’adalet dağıtır ve namaz kıldırırdı’.” Ya da “ordu nasıl aynı zamanda üm-met idiyse, emîr de aynı zamanda imam; mescitte, hâsseten hutbeyi irad ettiği cu­ma günleri, namaz kıldıran idi, ‘alel-harb ve’s-salât’ idi. Savaş ve ibadet beraber­ce onun selahiyeti cümlesindendi.

Sonuç olarak Mescid-i Nebevî; özel alan ile toplumsal/kamusal alan, kişi-sel/yicdânî din ile kolektif, siyasî, sosyal kurumlar arsında bir ayrılma veya bölünme olmadığının, nasıl kişisel bir inanç varsa aynı şekilde İslâmî toplum, devlet ve İslâm hukuku olduğunun evrensel ilanıdır…………

Aile: “içinizde daima marufu emreden münkeri nehyeden bir cemaat bulunsun diye"

Toplumsal planda bütün diğer hiyerarşilerle birlikte cinsiyet farklarını da yok eden dinî bir sistemin, aile için de bunu gerçekleştirecek kurallar vaz etmemesi düşünülemez. Bu açıdan hem grup, hem müessese, hem de terbiyevî ve ahlâkî bir nizam süreci olarak aile elbette İslâm’ın da merkezî dikkatinde olmuştur: Aile; sadece inanç ve ritüelleri değil, hakkında nass varit olan bütün kurumsal yapıyı kapsayan İslâm ’m ilk dönemlerinde, ibadetlerden sonra hakkında en çok hüküm olan kurumdur. Bu cümleden olarak fertlerin, davranışlarının temellendiği, şah­siyetlerinin şekillendiği, temel toplumsal bir yapı olan ailenin; bütün bir toplum­sal yapıyı hedef alan bir zihniyet ve tutum dönüşümünde yeni bir referans silsi­lesine muhtaç olduğu tartışılmaz. İman, ilim ve salih amel kavramlarının oluştur­duğu varlık-bilgi-değer yapılanmasının, İslâmî düşünce paradigmasının temelini dokurken en büyük dokunuşu sosyal yapının prototipi olarak aileye yapması ta­biidir. Bu dokunuş, fıkhî olduğu kadar sosyolojik ve psikolojikti de. Tıpkı siya­si ve İktisadî yapılanmada olduğu gibi aileye de öze tealluk eden ahlâkî ilkeler sunulmuş; şekillenme, sosyal akışkanlığa ve toplumsal şartlara bırakılmış, böy­lelikle tarihî gelişimi içinde kültürel bir bütünleşme sürecine sokulmuştur. Aile­de kadın ve erkeğin karşılıklı hak ve ödevleri, Kur’ân’ın kadın erkek eşitliği ve dengesi doğrultusunda devam etmiş; cahiliyeyle en büyük fark, kadına aile için­de ve toplumda, varoluşsal konumuna özdeş bir biçimde verilen haklarda belir­miştir. Başta, seçme veya sözleşme hakkı anlamındaki biat olmak üzere nikâh, hibe, şufa, ida, icare, iare, vekâlet, şirket, kısmet, dava, ikrar, vasiyet gibi sosyo­ekonomik tüm haklarda kadınlar erkeklerle eşit kılınmış böylelikle bütün top­lumsal alanları, kurumları, ilişkileriyle dinî hayatın temelindeki adalet prensibi­nin her şeyden önce ailede yaşatılması murad edilmiştir.

Çok evlilik ilga edilmiş, nikah tek taraflı olarak erkeğin iradesiyle değil, iki taraflı iradeyle oluşan bir akit hâline getirilmiş, evlilik kolaylaştırılıp boşanma zorlaştırılmıştır. Aile tıpkı Hz. Peygamber’in ailesinde olduğu gibi istişare, ilim, paylaşma, infak, umut ve dinî tecrübe mahalli hâline getirilmiştir. Peygamber’in Hz. Fatıma’ya gösterdiği sevgi ve saygı, bir yandan kadına karşı cari bütün ay­rımcı geleneksel tutumları ezip geçerken diğer yandan İslâmî hükümler söz ko­nusu olduğunda bu sevginin hiçbir imtiyaz ve iltimasa sebep olmaması, imanın, ailede de belirleyiciliği açısından sünnetin bütünü gibi model teşkil etmiştir. Mekke’de imanla imtihan olan Müslüman aile, Hicret’le birlikte sosyal intibaka ilaveten yuvasını ve ailesini kaybetmeyle karşı karşıya kaldı. Mekke’nin tehdit unsuru olarak da kullandığı bu hüzün, “kardeşlik”in ailevi ve toplumsal sıcaklı­ğında teselli buldu. Savaş, maddî yoksunluklar, içtihadî, psikolojik, toplumsal sorunların hallinde daima ailenin güven, istikrar, huzur ortamından istifade edil­di. Bu toplumsal bütünlük, Hz. Peygamber’in doğrudan Kur’ân ahlâkım yansıtan davranış modelleri ve İlmî tedrisatıyla ivme kazanıyordu: Sahabe; dinî eğitimin tekâmül ettirici etkisinden faydalanıyor, Kur’ân ezberleniyor, ayetlerin tefsiri ha­yata geçiriliyor, Peygamber’in sözleri iştiyakla kaydediliyor, fıkıh öğreniliyor, tecessüs teşvik ve takdir ediliyor, gece gündüz ilim teatisinde bulunuluyordu. Bir yandan da zina, zıhar, kan davası gibi geçmişe ait olumsuz değer içeren bütün ge­lenekler “ayaklar altına” alınıyordu...

Bu toplumsal tabloya; görünürlüğü nasıl bir yapı çerçevesinde gerçekleşebilir, Müslüman, gayrimüslim, kadın, erkek, yaşlı, genç, yetim, yolcu, yerli, yabancı bü­tün kesimlerini bir arada tutan, tabiat ve çevreye, savaş ve barışa ilişkin ahlâkî ilke­lerin ve bütünüyle sosyal ilişkilerin tâbi olduğu hukuk kurallarını düzenleyecek ve uygulayacak bir idari yapıya, bir kontrol mekanizmasına ihtiyacı var mıdır, gibi so­mlar yöneltmek ise bizi “İslâm’da Siyasî Yapı”nın kapısına götürecektir,

SİYASÎ YAPI

Yoksa onlar, câhil iye idaresini mi arıyorlar? iyi anlayan bir toplum için hükümranlığı Allah’tan daha güzel kim vardır?” Islâm'da siyasî yapı, genelde bir gerçekleştirme sahasıdır, ahlâkî-siyasî alan­daki ilkelerin fizikî dünyada sergilenişidir. Hayatın belli alanlarıyla ilgili değiş­mez ahlâkî ilkeler getiren Islâm, siyasî alan için de aynı yolu takip etmiş, böyle­likle diğer alanlarla bir bütünlüğün sağlanmasını istemiştir. Bu bağlamda fert ve toplum, sınıflar, iş ve ahlâk, sanat, iktisat ve tefekkür, hukuk ve siyaset, sosyal hayatın her yönü ve faaliyeti, değerler ve normlar, tevhid inancının rengini, biçi­mini ve hâkimiyetini yüklenir. Islâm düşüncesi, dini; bireysel ve toplumsal plan­da ahlâkla neticelendirerek teoriyle pratiğin, imanla amelin tevhidini sağlamıştır. Niteliği itibarıyla dünyevî bir kurum olan devlet de bu tevhidî işleyişin dışında değildir. Hz. Peygamber’e hayattayken ittiba edenler, hem dinî bir cemaat hem de siyasî bir toplutuk (ümmet) olarak örgütlenmişlerdir. Bu bölümün amacı, ana hatlarıyla bu örgütlenmenin ilkesel ve yapısal özelliğini ortaya koymaktır.

İlkeler

İslâm'da siyaset, tıpkı İktisadî faaliyet gibi kendi başına amaç olmayıp hu­kukla birlikte dinin korunması ve yaşatılmasındaki en önemli araçlardandır. Si­yaset; Allah, insan, toplum ve tabiat arasında kurulan ontolojik tasavvura dayan­makta ve siyaset düşüncesi bu bütünlük içinde anlam kazanmaktadır. İslâm'a gö­re gerçek hâkimiyet sahibi, tüm kâinatı ve insanı yaratan Allah’tır. Fakat İdarî yetki anlamında hâkimiyetin kullanımı ümmete bırakılmıştır. Hâkimiyet sembo­lü olarak arş, kürsi, emr, emanet, mülk, velâyet kavramları kullanılmıştır. Allah, gönderdiği son Peygamber vasıtasıyla insanın ve toplumun inşaı için temel ilke­leri (kat’iyyât) vaz etmiş, fiiliyatta bu ilkelerin nasıl ve hangi mekanizmayla uy­gulamaya yansıtılacağı zanniyyât alanına bırakılmıştır: Kat’iyyât-zanniyyât ayı­rımıyla toplum ve siyasetin tüm alanları birebir belirlemelerde bulunmak suretiy­le kontrol altına alınmaya çalışılmayarak zaman ve mekân çeşitliliğine bağlı farklılıkların ve değişimin yönetilmesi mümkün olmuştur.  Allah’ın hükümran­lığı sosyal âleme inince, küllî iradenin muradı olarak, eşref-i mahlûkât olan in­san iradesi de işin içine girmiştir. Söz konusu İslâm olduğunda, insanı yaşanan ve yaşayan her şeye hem şahit kılan hem de onlardan sorumlu tutan bir dinin yö-netim/yönetilme meselesini de söz konusu edeceği zaten aşikârdır.

- Mücmel bir ifadeyle Kur'ân, siyasî faaliyetlerin genel prensiplerini vaz etmiş, uygulamaları muhataplarının içtihadı tutumlarına bırakmıştır. Yani Kur’ân-ı Ke­rim'de devletin şekil ve yapısıyla idari teşkilatı tanzim eden açık emirler yoktur. Siyasetin dinamik yapısı dolayısıyla; bütün insanlarca benimsenebilecek, her za­man ve mekânda uygulanabilecek genel ilkeler yanında hükümdar ve Peygamberler’in övülen ve yerilen idare tarzlarından ilkesel örnekler vermekle yetinilmiş, bir yandan da bu ilkeler, ahlâkî ve hukukî prensiplerle bireysel ve toplumsal planda takviye edilmiştir. Vahiyle bildirilmemiş meselelerin hallini istişareye devreden emirlerden ayrı olarak siyaset ve idare, diğer deyişle devlet, Nisâ’ suresinin 57- 58. ayetlerinde siyasî düstur mahiyetinde şu dört emirde temelini bulur: 1. Ema­netleri ehline vermek, 2. Adaletle hükmetmek, 3. Allah’a, Peygamber’e ve mümin emirlere itaat, 4. İhtilaf hâlinde Allah’a ve Rasulü’ne başvurmak. Görüldüğü üze­re Kur’ân’ın öngördüğü genel siyasal düzen; hürriyet, adalet, düzen, barış, hoşgö­rü, eşitlik, özgürlük, hukukun üstünlüğü ve danışma esaslarına dayanmaktadır. Haddi zatında Şeriat’ın gayesi; İslâm ümmetini, zulüm ve sapkınlığın sebep ola­cağı fitneye meydan vermeyecek şekilde organize etmeyi gerektirir. Zira dinî prensiplerin ve ahiret inancının yönlendirdiği ahlâkla bunun katalizörü olan iba­det, İslâm’ın temel unsurlarıysa da; beşerî zafiyet ve yanılsama, insanoğlunun de­netimini üstlenecek bir otoriteyi kaçınılmaz kılmaktadır. İşte devlet, bu otorite ve ilişkilerin düzenlenmesini üstlenir: İslâm dini bütün insanlık için ilelebet geçerli olan evrensel esasları vaz etmekle kalmamış, kurduğu devlet eliyle bu prensiple­rin neşir ve tatbikini sağlamayı hedeflemiştir. Sonuç olarak İslâmî anlayışa göre din, devlet, toplum ve diğer kurumlar, içten fonksiyonel farklılaşmaları olan fakat dini/ahlâkî temeller etrafında bütünleşmiş bir sistem oluşturur.

Selma Karışman, İslam Medeniyeti Özel Sayı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

İslam Medeniyeti Açısından Sünnet

Hz. Peygamber sahip olduğu otoritesini, mutlak otorite olan Yüce Allah’tan almıştır. Risalet onun otoritesinin yegâne kaynağıdır. Dabaşî’ye göre bu otorite, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisine ait olan Yüce Allah tarafından yetkilendirilmesi suretiyle meşru kılınmış ve şahsına mahsus Risâlet vasfı sayesinde karizmatik kimlik kazanmıştır. Dolayısıyla karizmatik bir şahsiyet olan Hz. Pey­gamber, söz konusu otorite ve karizması ne kişisel gayretlerinden ve dehasından, ne kabile, kavim ve geçmiş ecdadından ve ne de kendisine inanmış, bağlan­mış olan ashabından almıştır. Elbette, Risâlet sonrası Allah’ın kendisine tanıdığı bu otoritenin insanlar tarafından kabullenilmesi, ancak Mekke’den Medine’ye uzanan bir süreçte gerçekleşmiştir. Bu süreç içerisinde insanların ona inanmakla otoritesini kabullenmelerinde, onun beşerî yönünün, güvenilir bir şahsiyet oluşu­nun getirdiği sevgi ve saygıın katkısını da inkâr edemeyiz. Ancak Risâlet olma­saydı, belki de bu şahsiyetin, Mekke’deki diğer Haniflerden pek de fazla farklı bir yönü olmayacaktı. Bu sebeple onun karizmasıın sahabe ve insanlar nezdinde yerleşmesinde, elbette onun kendisine sonsuz güven duyulan bir insan, âdil bir hâkim ve devlet yöneticisi olmasının, ölçülü, disiplinli ve başarılı bir komu­tan oluşunun da rolleri de büyüktür.

Zaten Dabaşî’nin de belirttiği gibi, karizmatik otorite, farklı otoritelerden olu­şan bir settir. Siyasî, dinî, ya da rûhânî bir dizi meşrûiyyet alanlarından oluşur. Muhammed (s) yalnızca İslâm toplumunun başı olarak mülahaza edilmiyordu, o aynı zamanda Allah’ın Peygamberi olarak, dinî otoritenin nihâî kaynağı idi. Ör­neğin Medine’den Mekke’ye hacca giderken otoritesinin bir cephesiyle liderlik ederken, cemaatla namaz kılarken otoritesinin bir başka cephesiyle imamlık edi­yordu. Çünkü onun karizmatik otoritesi değişik şekillerde tezahür ediyordu. O bir askerî komutan, Müslüman askerler için bir generaldi. Müslüman toplumun İdarî aygıtının siyasî lideriydi. Ümmet ve Allah arasında aracı olan dinî liderdi ve gelecek  nesillerdeki tüm Müslüman velilerin zihin ve kalplerine ilham veren rûhânî bir liderdi. Onun (s) karizmatik hareketi Arabistan’ın siyasî kültüründe kelimenin tam anlamı ile bir devrimdi. Kendisinin başarısı, kokuşmuş, ya da müflis bir siya­sı kültürün üzerinde yükselmiyordu. Onun karizmatik otoritesi yeni bir sosyal da­yanışma düzeni tesis etti. Geleneksel Arap pratiklerine ters düşecek biçimde kan kardeşliği yerine din kardeşliğini ikame etti. Kabilecilik ve kavmiyetçilik fikri ye­rine, ümmet fikrim yerleştirdi. Hz. Cafer’in deyişiyle “güçlünün zayıfı yediği” bir toplumda, zayıfların ve mazlumların sığmağı ve himayecisi oldu, haksıza karşı haklının yanında yer aldı. Kısaca ideal bir ümmet oluşturabilmek için, hayatın çe­şitli alanlarına ait sosyal kurumlardan kimisini tamamen reddederken, kimisini de ıslah etti. Gerektiğinde de kendine has alternatiflerini üretti. Böylece, Muhammed (s)’in nebevi otoritesi, geleneksel Arap otoritesinin yerini en kapsamlı tarzda aldı. Geleneksel otoritenin kimi unsurlarının yeni tanımla birleştirilmesine rağmen, Muhammedi otorite selefinin işlevselliğine hiç yer bırakmadı.

Pek çok örnekle görüleceği üzere o, inananlar üzerindeki karizmasını ve oto­ritesini asla suistimal etmemiş, onu bir baskı aracı olarak kullanmamış, zorlama yoluyla hiç kimseden mutlak itaat beklememiştir. Rasul-ashab ilişkilerinde Hz. Peygamber’in saygın bir otoritesi, bunun karşısında ise ashab-ı kiramın makul ölçülerde kendini gösteren hür iradesi ve insiyatifi söz konusudur. Bir tarafta Kur’an ve Sünnet terbiyesinde yetişmiş sahabenin medeni cesareti, bireysel gö­rüşlerini ifade etme özgürlüğü, çeşitli ortamlarda rahatlıkla serd ettikleri sahabe öngörüsü; diğer tarafta ise, onların samimiyetine inanan, onlara güvenip taleple­rini ciddiye alan, görüşlerinden yararlanan Rasul-i Ekrem in engin hoşgörüsü vardır. İlk bakışta hem siyasi ve askeri bir lider, hem de son peygamber olan Ra­sul-i Ekrem’in otoritesi ile bunun karşısında ashab-ı kiramın insiyatifınden veya onların özgürlüklerinden söz etmek biraz garip gelebilirse de durum gerçekten böyledir. Bir tarafta hoşgörülü bir otorite, müsamahakâr bir idare; diğer tarafta ise gerektiğinde onun yoluna canım ve malını ortaya koyan, gerektiğinde de, İs­lâm toplumunun menfaat ve maslahatı adma ona itiraz etmekten, onu eleştirmek­ten geri kalmayan gayet medeni bir irade vardır. Burada not edilmesi gereken diğer bir husus ise, Hz. Peygamber’in, otoritesini zorla sağlamış bir lider olma­masıdır. Zira Kur’an’ın açık beyanına göre Hz. Peygamber “zorlayıcı” olmadığı gibi (88/22), "Dinde zorlama da yoktur.” (2/256)

Fazlur Rahman’ın dediği gibi, “Hz. Peygamber hükümler verirken, ahlakî ve hukukî emirlerde bulunurken, Kur’an dışında rakipsiz bir otoriteye sahip olmuş, hatta normal olarak böyle bir otoriteyi uygulamıştır. Nitekim Kur’an, Allah Ra-sûlü nün örnek davranışlarından da söz etmiştir. Bu nedenle vahyin yanında birde örnek davranış yani,Hz. Peygamber’in sünneti yer almıştır. Ayrıca Hz. Pey- gamberin hayatı ve karakterinin dinî bir ruhla yoğrulduğunu söyleyen Fazlur Rahman, bu sebeple sahâbilerin onun hayatını normatif dînî bir örnek olarak algıladıklarından şüphe duymamak gerektiğini ifade etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber in sahâbileriyle istişare etmesine, verdiği kararlara arasıra bazı çev­relerde itiraz edilmesine ve bizzat Kur’an’ın bazen onu eleştiriye tabi tutmasına rağmen (9/44; 80/1) onun dinî otoritesi bağlayıcı idi. Bu sebepledir ki Hz. Pey­gamber ve sünnetini anlamada sahabe arasında yaklaşım farklılıkları mevcut ise de, onlar genel ve bir bütün olarak onun otoritesine daima bağlı kalmışlar, ona zevkle, şevkle itaat edip uymuşlardır.

Yine tekrar hatırlatmalıyız ki varlığı itibarıyla bir beşer, ama misyonu itibarıy­la vahy ile desteklenmiş bir Rasul olan Hz. Peygamber’in, liderlik vasfından onun nübüvvet vasfını tecrit etmemiz mümkün değildir. O, nasıl bir beşer-Rasûl ise, ay­nı şekilde lider-Rasûldür. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber, melik-ne- bî yani kral-Peygamber olmayı değil, kul-nebî olmayı tercih etmiştir. Ahmed Özel’in tespit ettiği gibi “Allah’ın Rasulü kul-nebî tercihini yapmış olmakla bera­ber bu tercih temelde melikliğin gösteriş ve debdebesinden uzaklaşma niteliğin­deydi. Yoksa Allah’ın Rasulü ömrünün sonuna kadar sosyal ve siyasal olayların içinde kalarak idareci rolünü sürdürmüştür. Hz. Peygamber’in bu yönü, peygam­berliği manevî bir kılavuz olarak gören kimi kesimlerin onu anlamamasına yol aç­mıştır. Peygamberliği Hz. Isa’mn şahsında manevî hayata kılavuz olma şeklinde gören ve anlayan batıkların, çoğu zaman inkarlarına mesnet olarak Hz. Peygamber’i sosyal ve siyasal hayata fazla angaje olmuş görmelerinin sebebi, yeni bir sos­yal düzenin kurucusu olan ve manevî hayat kadar maddî ve sosyal hayatta da in­sanlara kılavuz olma görevi yüklenmiş bulunan Rasûlullah’ın manevî uygulama­larının beşeri faaliyetleriyle örtülü olmasıdır. Din ile hayatın maddî olanlarının birbirinden ayrıldığı modem dünyada, yalnızca manevî hayatı değil, yeni bir sos­yal ve siyasal düzen kurmayı da içeren bir “peygamberlik” misyonu birçokları ta­rafından kavramlamamakta, bu durum onlara imkânsız gibi gözükmektedir.”

Geçirdiği gayet tabiî ve mütevazı hayatından çok iyi bilmekteyiz ki Rasul-i Ekrem, birçok kraldan daha fazla imkâna sahip olmasına rağmen, krallığa özen­mek şöyle dursun, en küçük davranışıyla dahi krallara benzemekten şiddetle ka­çınmıştır. Onun devlet başkam ve komutan olarak geçirmiş olduğu Medine dö­nemindeki hayatı ile siyasî ve askeri liderliğinin olmadığı Mekke dönemindeki hayatında önemli hiçbir fark yoktur. O, sahabenin kendisine bir kral gibi davran­malarına meydan vermediği gibi, onlardan gelen diğer krallar gibi tahtlar, yatak­lar ve lüks giysiler edinmesi yolundaki tekliflere de asla iltifat etmemiştir. Pey­gamberlik öncesinde olduğu gibi, sonrasında da, oldukça sade, mütevazı bir ha­yat tarzım tercih etmiştir. En çok imkâna kavuştuğu Medine’de dahi diğer kral­lar gibi saray, saltanat, şatafat vb. lüks bir yaşam tarzına tevessül etmemiştir. O, hayatının bu yönleriyle de bütün müminler için en güzel örnekleri sergilemiş, ta­rihe ahlâk-ı hamiden in eşsiz misallerini altın harflerle yazdırmıştır…

Hz. Peygamber kendisine vahiy gelmeyen konularda Yüce Allah’ın ‘’işlerinde onlara danış, karar verdiğinde ise Allah'a dayan!” (3/159) buyruğu gereği ashabıyla sık sık istişare ederdi. Nitekim Ebu Hureyre, “Rasûlullah’ın asha­bıyla istişare ettiği kadar, ashabıyla istişâre eden başka bir kimse görmedim” de­mektedir. Bu nedenledir ki, onun ortaya koyduğu tasarruflarından hatta sünnet­lerinden bir kısmının, ashabıyla yaptığı istişareye dayandığı görülmektedir. Rasûlullah istişâre esnasında gelen teklifleri değerlendirmiş, bazı teklifleri uygun görmemiş, bazısını ise kabul etmiş ve ona göre hareket etmiştir. Mesela Hz. Pey­gamber, namaza çağrı konusunda yaptığı istişârede, kendisine sunulan ateş, bo­ru ve çan tekliflerini diğer dinlerin uygulamaları olması sebebiyle reddetmişti. Bedir esirleri hakkında yaptığı istişârede, Ebu Bekr’in teklifini beğenerek kabul etmiş ancak İlâhi irâde bunu uygun bulmamış ve indirdiği itâb âyetleriyle (8/67)» bu istişare sonucu alman esirlerin fidye karşılığı salınması kararını düzeltmişti. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki Rasûlullah namaza çağrı gibi dini bir şiardan tutun da, ifk hadisesinde eşi Hz. Âişe’nin durumuna varıncaya kadar, savaşa çıkıştan, savaş usûlüne, barış ve esirlere yapılacak muâmeleye kadar değişik alanlarda ashabıyla istişâre etmekteydi.

Rasûlullah (s) istişareye önem verdiği gibi hemen her alanda ashabının fikir­lerine, isteklerine ve tekliflerine de önem vermiş kendisine sunulan önerilerden uygun olanlarını kabul etmiştir. Nitekim Bedr Savaşı’nda, Hz. Peygamber’in ko­runmasına yönelik Sa'd b. Muaz’ın bir çardak yapılması teklifini memnûniyetle kabul etmiş, Hendek Savaşı öncesinde Selman’ın hendek kazılması önerisini derhal tatbik etmiş, gerek yaşlanması ve gerekse insanların çoğalması üzerine, Temim-i Dâri’nin, minber edinme teklifini reddetmemiş, çevre devletlerin baş-kanlarına davet mektubu göndermek istediğinde, ashabın acemlerin mühürsüz mektubu kabûl etmediklerini söylemeleri üzerine de bir mühür edinmişti.

Ancak sahâbeden gelen talepler Hz. Peygamber’in içtihadı dışında kalan had­lerin uygulanması, kul hakları vb. hususlarda olursa onları geri çevirmiştir. Nite­kim Benî Mahzûm Kabilesi’nden hırsızlık yapan bir kadının eli kesilmemesi için Hz. Peygamber'in çok sevdiği bir kimse olan Üsâme’yi ona şefaatçi olarak gönder­diklerinde Hz. Peygamber "Allah’ın hadlerinden birisi hakkında aracı mı oluyor­sun?” diyerek Üsame’ye sert tepki göstermişti. Sonra da ashaba hitap ederek ön­ceki insanların soylu biri çaldığında bırakıp, şuadan insanlar çaldığında ise cezalandırdıklarını belirtmiş, Allah'a yemin ederek kızı Fâtıma dahi çalsa, onu da ce­zalandırmaktan geri kalmayacağını belirtmiş ve söz konusu aracılığı reddetmişti.

Hz. Peygamber’in Medine’de temellerini attığı devlet idaresinin arka planın­da Kitab, hikmet, nebevi fetanet, basiret ve feraset vardır. O, Kur’an’m mübelli- ği okluğu gibi, aynı zamanda onun tatbikçisiydi. Dolayısıyla onun idaresi elbet­te emanet, ehliyet, adalet ve hak-hukuk temellerine dayanmaktaydı

Bünyamin Erul, İslam Medeniyeti Özel Sayısı, Hece Dergisi
Devamını Oku »

Dünyayı Dönüştürücek Bir Tebliğ İçin Karineler

Kur’an, “Şüphesiz, Allah katında idin İslâm’dır''Al-i İmran: 19) ve “Bunlar (iman edenler) işte felaha  erenlerdir” (Bakara: 5) ayetleri çerçe­vesinde, insanın/insanlığın kurtuluşunu iman etme ve İslâm’a tabii olma şartına bağlamıştır. Din ve iman hakikatleri, burada İslâm düşüncesinin içerdiği za­aflardan bağımsız şekilde doğrudan ki­şilerin Allah’a teslimiyetiyle ilgili bir mesele olarak mütalaa edilmeyi gerek­tirir. Nitekim toplum ve siyaset konula­rıın tümüyle dışında, kişilerin tekil dünyasıyla ilgili evrensel bir nitelik, bir ha­kikat anlamı taşımaktadır. İslâm düşüncesinin merkezinde de esasen sözkonusu evrensellik vardır, değilse de olmak zorunluğundadır. Bu daha açık ifadesiyle insanın/ihsanlığın kurtuluşu demek olan yani hidayet dediğimiz bir meseleyi ikrar anlamına gelmektedir. İslâm’ın sosyal, siyasal tezahürlerinden ve birtakım ege­menlik arzularından bağımsız olarak bir tür varlık-yokluk anlamı içerir. Dolayı­sıyla insanlığın gerek bahsi edilen evrensel hakikatten (muştudan) haberdar edil­mesi gerekse bu muştuyu akledebilir bir yetiye ve duyarlığa kavuşturulması ko­nusunda ceht göstermek mü’min, Müslüman şahsiyetlere sorumluluk olarak ve­rilmiştir. Dahası bireysel bir sorumluluk olmaktan öteye, doğrudan cemaat(ler)e ve topluma verilmiş bir görevdir de. İnsanları Allah’a/Kur’an’a iman etmeye ve İslâm’a çağıracak çalışmalar yapmak, buna ehil vasıfta insanları yetiştirip göre­ve koşmak Müslümanlar için birer farz-ı kifaye hükmündedir. Kişilere ve/veya şartlara bağlı olarak bunun farz-ı ayn haline gelebileceğini de göz ardı etmeme­li. Dinin “apaçık” hakikatleri bağlamında tebliğ görevinin savsaklanamayacağı muhakkaktır. “Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir” mesajından hareketle her bir insanoğlunun hakikatle tanışmasını sağlamak ne kadar önemliy­se, farklı sosyal, kültürel, zihinsel özelliklere sahip kesimlere de hakikatin uygun bir dil ve metotla götürülmesi elzem niteliktedir. Her insan farklı bir kozmostur denebilir, bu yüzden hakikati dile getirmekten çok “doğru” şekilde dile getirme­nin daha bir önem taşıdığı yadsınamaz. Bugün, Allah’ın varlık ve birliğinden ve­ya İslâm dininden haberdar olmamak gibi bir ihtimalden neredeyse bahsedileme-yecek bir dünyada yaşıyoruz. Ama mesele iman etmenin ve Müslüman olmanın ne demek olduğu, kurtuluşumuzun ancak böyle mümkün olabileceği konusunda insani an aydınlatma cehtini göstermektir. Buysa insanların dahası insanlığın/çağın birikimine ve ruhuna nüfüz edebilme yeti ve donanımını haiz ehliyet sahip­leriyle yapılabilecek işlerdendir………

…."And olsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edip de sabrı tavsiye edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler başka.” (Asr su­resi: 1-3 y)

İslâm ahlak dinidir, bize güzel ahlak sahibi olmayı emreder. Ahlakın izafi ta­rafları olmakla beraber, farklı şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilecek temel unsurlarının olduğu da bir gerçektir. Hakka tecavüz etmemek, adaletsizlik, hayâ­sızlık, bencillik, gösteriş yapmamak, yalan söylememek (kandırmamak), feragatlilik gibi belli başlı evrensel kriterlerle cisimleşen ahlak anlayışı etrafında her bir insan/Müslüman iyilikle emretme, kötülükten nehyetme görevini yerine getir­mekle mükelleftir. Bunu, kendi çıkarımızı ve selametimizi sağlamaya dönük egoist bir tutumun icabı olmaktan öteye, bizatihi toplumun veya başka insanla­rın iyiliğine yapılması gereken bir davranış, bir uyan diye düşünmelidir. İslâm ahlakı dürüst, güvenilir ve adil olmayı gerektirdiği gibi, yaşadığımız dünyanın ve insanlığın bu istikamette ihyasını da Müslümanlar için bir borç telakki eder. İs­lâmî tasavvur, tevhit inancının (iman etmenin) yanı sıra kendisini böyle bir ah­lak şuuruyla ortaya koyar, konulmayı gerektirir. Ancak gerek tevhit inancının ge­rekse ahlaki ilkelerin sosyal, siyasal, hukuki sistematiğe ve model yapılara dö­nüştürülmesi -veya dönüştürülemezliği- meselesi, başka bir bağlamda değinildi­ği üzere apayrı bir sorunsal olarak ele alınmayı gerektirir. Burada İslâm’ın nihai talep ve amaçlarına ilişkin netleştirilmesi gereken derin düşünsel meselelerin ol­duğu kanaatindeyim. Oysa İslâm’ın iyi insan, iyi Müslüman olmayla ilgili temel ahlak ilkeleri gayet açık olup gündelik hayat başta olmak üzere hayatın hemen her alanında somut, kesin karşılıklarını bulabileceğimiz şeylerdir. Dolayısıyla her Müslüman, konumuna ve gücüne bağlı olarak iyilikle emretme, kötülükten nehyetme şuuru içinde hareket etmekle görevli durumdadır. İslâm Peygamberi­nin “Kötülüğü gücünüz yetiyorsa elinizle, yetmiyorsa dilinizle defedin, o da yet­miyorsa kalbinizle buğz edin” mealindeki tavsiyesi Müslümanlar için somut bir parola niteliği taşır. Kötülüğü tanımaya, anlamaya ve defetmeye yönelik çabala­yışlar bu bakımdan Müslüman olmanın gerekleri arasında sayılabilir. Müslüman, gerek şahsiyetiyle gerekse söz ve eylemleriyle (salih amellerle) çevresine güven ve iyilik telkin eden bir varoluş biçimi sergilemenin kendisini seçkin bir merte­beye (ahsen-i takvim’e) yükselteceğini bilen kimsedir. Nefsinin yönlendirmeleri yerine daima haktan, iyiden yana bir “irade”ye talip olmak, dahası bunu zulme ve cehalete karşı bir “isyan” şuuruna ve hareketine dönüştürmek onun bir alamet-i farikası haline gelmiş olmalı. Ve elbette “kendini tamamlamak için evren­sel aleme can ata[n]”(Topçu 2011,83) bir hareket perspektifini oluşturma endi­şesi içinde insanlık alemi/ruhu ile kuracağı münasebetlerin kodlarını tayin etme adına gösterdiği cehti, sahih ve sahici olma yolunda gerekli “sabır” ve “şuur” hamleleriyle temayüz ettirmekten de geri kalmamak gerektiğini bilmelidir.

Ali Metin, Hece Dergisi, İslam Medeniyet Özel Sayısı
Devamını Oku »

Bir ahlaki tavır ve dış politika

Bir ahlaki tavır ve dış politika


Artık biliyoruz, Batı uygarlığı (Avrupalı ve Amerikalı insanın hayat tarzı) yapısal olarak çifte standartlıdır. Bu demektir ki, kendi nefsi için istediğini komşusu için istemez, zararı kendisine dokunmayan bir hatanın düzeltilmesi cihetine de yönelmez.
Batı hayat tarzı sadece adaletsiz değil, aynı zamanda ikiyüzlüdür. Hz. İsa’ya atfen bir yanağına tokat atılınca öteki yanağının çevrilmesi öğüdünde bulunan Hıristiyan, tokadı yediğinde gücü yettiği sürece asla öteki yanağını çevirmez. Gücü yettiği sürece kısas uygulamakla kalmaz, işi intikam almaya götürür.
Musevilik ise, Roma ve Atina hukuklarında olduğu gibi, ırkçı ve köleci bir anlayışın eseridir. Museviliğe göre, yalnız İsrail neslinden gelenler Allah’ın sevgili kuludur, öteki insanlar Yahudilere hizmet etmek için yaratılmışlardır. Bu yüzden, faiz yasağı sadece Yahudiler arasında geçerlidir, diğer din mensuplarına fahiş oranlarla faiz uygulamak mubah ve caizdir.
Günümüz Batı âleminde sözü edilen insan hakları kavramını onların şimdi sözünü ettiğimiz ikiyüzlü anlayışından soyutlayarak anlamaya kalkışmak safdillik olur.
Herhangi bir bahaneyle uygulamaya koyduğu uluslararası bir kısıtlamanın aleyhine döndüğünü hissettiği veya kendisine hesap ettiğinden daha pahalıya mal olduğunun ortaya çıktığı anda tornistan etmesi için mahcubiyet duyması gerekmez.
‘90’lı yılların gözde söylemi olan “yeni dünya düzeni”nin yeni bir dünyayı yapılandıracağına umut bağlayanların sayısı az değildi. Batı indinde onun çıkar ilişkisine dokunulmadıkça böyle bir beklentiye yer vermenin sakıncası da olamazdı.
Nitekim böyle bir yeni dünya düzeni özlemi Batı dünyasında daha önce de denenmemiş değildi. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra da, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da yeni bir dünya düzeninin kurulmasından bahsedilmişti.
Ama her defasında yeni dünya düzeninde söylenenlerle yapılanlar, nazariye ile tatbikat, kavillerle fiiller arasında fark olduğu görüldü. Ve her defasında bu fark ceberutların lehine işledi. Batı dünyası gücü yettiği sürece işine nasıl geliyorsa öyle davranmakta beis görmedi, görmez de.
Batı'nın ahlakıyla ahlaklanmış olanlarda bu çifte standardın doğal bir yönseme haline geldiğini görmek için fazladan bir dikkat sahibi olmak gerekmiyor. Onları Türkiye’de de dünyanın başka yerlerinde de görmek mümkündür.
Salt kendi çıkarını gözeten biri için “Rabbena, hep bana” tavrı yadırganmaz. Bencillik, ırkçılık da bu telakki tarzının doğal uzantısı kabul edilmelidir. Onlardan, İslam’ın diğerkâmlık, ihlâs, takva, hasbilik tavrını bekleyenlerin hayal kırıklığına uğrayacağını duraksamadan söyleyebiliriz.
Bu mülahazalar Batı ile ilişki kurulmasın ya da kurulmamalı bağlamında düşünülmemelidir. Böyle bir talebin abesle iştigal olduğu bellidir. Bu mülahazalar, içinde yaşadığımız dünyada kurulması kaçınılmaz olan ilişkiler sadedinde, kişinin kiminle dans ettiğinin bilincinde olunması gerektiği yolunda bir uyarı olarak telakki edilmelidir. İhtirazi kayıtların saklı tutulması yalnızlaşma bağlamında değil, fakat bilinçli olma bağlamında ön almalıdır. Hepsi bu.
Not: yaklaşık üç yıl önce (12 Nisan 2012) kaleme alınmış olan yukardaki satırlar bu günün günceline de cuk oturmuyor mu?

 

Rasim Özdenören
Devamını Oku »

İnsanın Şerefi Ne İle Ortaya Çıkar?

İnsanın şerefi kendisi için çizilmiş sınırları aşabileceği halde bunu yaratılmış olan her şeyin selâmeti uğruna yapmayışıdır. Kâinatın ahengini bozma gücü yaratıklar arasında yalnızca insandadır. Ademoğlu bu gücü şuurlu bir tutumla kullanmayarak kâinatın ahengine katılır. Kâfirler, münkirler şöyle düşünür: İnsan madem nizam harici olabiliyor, kâinatta kurulmuş düzene menfî yönde tesirlerde bulunabiliyor, yani yasakları çiğneyebiliyor; öyleyse kendi mantık mekanizması içinde bir İnsanî düzen kurulabilir, kendi özlem ve istekleri doğrultusunda bir nizam ihdas edebilir. İşte bu yaklaşım insanı şerefinden mahrum edecektir. İnsanın şerefi gururda, tekebbürde, iktidar hevesinde değil takvada yatar. Takva ise sakınmadır. Ama nasıl sakınma? Gücü yetmediği için, beceremediği için, üstesinden gelemediği için sakınma değil; güçlü olduğu halde, başarabildiği halde, elinden geldiği halde Allah’ın kendi hayırlarına olsun diye insanlar için koyduğu yasaklara uzanmaktan sakınmadır. Hadımları zina yapmıyorlar diye, dilsiz insanları küfretmiyorlar diye şerefli sayamayız. İnsanın şerefi kâfir olmamayı seçebilecek şuuru göstermedeki dirayetidir.

Bununla birlikte, insanın yeryüzündeki konumunu, haddinden fazla idealize etmemek daha doğrudur. Çünkü günahlar da insan için. Esasen müslim ve mü’min olmanın değeri insanın hiç ayağının sürçmemesi, hataya düşmemesi değil, ayağının sürçtüğünü anlayabilmesi, hataya düştüğünü görebilmesinde saklıdır. Yani insanın kulluğu aklını kullanabildiği bir alanda gerçekleşebilen canlı, hayatiyete sahip bir durumdur. Bu canlılık, bu hayatiyet içinde insan kendisine verilen emanete yaraşan bir tavrı ortaya koyar.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Hayatın Anlamı Kulluktadır

Hayatın Anlamı KulluktadırHayatın anlamının kullukta bulunduğunu söylediğimiz zaman böyle bir kavramla ilk karşılaşanlar neyi açıkladığımızı bilemiyorlar. Çünkü modern toplum içinde aldığımız resmî ve gayr-i resmî eğitim insanın özüne yönelmeyi değil, kabuğunu korumayı gözetiyor. Bir bakıma böyle sağlam kabuklu insanlar “hayatın anlamı” gibi bir meseleyi kulak arkası ederek yaşamanın mümkün, giderek kaçınılmaz olduğu görüşündeler.

Biz Müslümanlar kâinatta bulunan her nesnenin Allah'a kulluk etsin diye yaratıldığını Kur’ân-ı Kerîmden öğreniyoruz. Yani var olan her şey Allah’a kulluk etmek üzere, kulluk ettiği için “var. ” Kulluğun hiçbir tartışmaya yer vermeyecek bir tarzda yürürlükte olduğunu en kaba gözlemlerimizle bilim dilinde inorganik veya cansız madde dediğimiz yaratıklarda görüyoruz. Arapçada “cemâdât” adı verilen cansız varlıklar bütün hareketlerini kendi dışlarındaki kuvvetlerin etkilerine borçludurlar. Yüksek bir yerden bırakılan taş düşer, belli ısı sağlandığı zaman maden erir, duman yükselir, su akar, dalgalar yayılır ve ila âhire... Cemâdâtın yapısında kendisi için konulmuş şartlara müdahale edecek hiçbir özellik yoktur. Cansız adını verdiğimiz varlıkların en belirgin özelliği Allah’ın kâinatın deveranı için koyduğu kurallara mutlak mânâda itaattir. Allah’a kul olmalarından sapmaları için küçük bir ihtimal dahi yoktur. Hava hava olmakla, ateş ateş olmakla, toprak toprak olmakla, su su olmakla şehadetlerini eksiksiz yaparlar. Bütün yönetimlerini Allah’ın kendileri için koydukları kurallara bırakmışlardır. İsyan ve inkâr etmeleri veya asıllarını unutmaları biz insanlar tarafından düşünülemez. İstikametlerini şaşırmaları diye bir olay sözkonusu olamaz. Cemâdât aralıksız ve katışıksız ibadet halindedir.

Demek ki kulluğu, yani ibadeti Allah’ın bizim için koyduğu kanunlara mutlak itaat biçiminde anlamamız gerekiyor. Hayatın anlamı kullukta bulunuyorsa bizim “cansız” dediğimiz yaratıkların anlamı kendi varlıkları içinde bulduklarını söyleyebiliriz. Cansızların varlıkları anlamlarından ibarettir. Bir taşın varlığı kaybolmadıkça anlamı da kaybolmaz. Bir taş kulluğunu terkedemez, çünkü anlamını terk edemez.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını Kaybetti

Bati Medeniyeti Kendisine Olan İnancını KaybettiGünümüzde Bati medeniyeti kendi üstünlüğüne dair inancını kaybetti, ama bu üstünlükten elde ettiği karları elinde tutmak istiyor yine de. Buna karşılık hâkimiyeti altındaki ülkelerde geçen yüzyıla ait inançlar çoklukla gücünü koruyor. Çünkü Batı hâkimiyeti altındaki ülkeler Batı’nın elde ettiği kârların peşine düştüler. Yani günümüzde bir bakıma Batı medeniyetini Batılı olmayan kavimler korur ve savunur duruma geldiler.

Nedir Batı’da modası geçen ama esir milletlerin benimsedikleri bu inançlar? Bu inançların başında insanlığın bir ilerleme içinde olduğunun kabulü yer  alıyor. Batı’yi Batı yapan temel anlayış tabiatta ve insan toplumlarında basitten mürekkebe, ilkelden mükemmele, kötüden iyiye, felâketten saadete, karanlıktan aydınlığa doğru kaçınılmaz bir ilerleme olduğu anlayışıdır. Batı medeniyeti bu ilerlemenin son safhası olduğuna göre henüz karanlıkta ve ilkel olan bütün diğer kültürler Batı üstünlüğü karşısında önemsiz bir yere sahiptir. Bu inanç içindeki insanlar kendi kültürlerinin tahribine, yaşama usûllerinin yok olmasına direnmedikleri gibi, ilerleme adına yangına körükle gittiler.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Türkiye'de Batılılaşma

Türkiye'de BatılılaşmaŞimdiye kadar denediğimiz yol Batı’yı muktedir kılan usûl ve hayat biçiminin bizi de güçlü kılacağına inanmamızdı. Yani bir bakıma biz Bati’nın tasallutundan kurtulmayı değil, onun gibi icbar edici bir kuvveti elde bulundurup muktedir olmayı hedef olarak seçtik kendimize. Bu yüzden Batı bir şey yaparken, ona bakarak bir şey yaptık biz de. Yaptığımızın aynı şey olması mümkün değil. Ancak, onunkine benzer bir şeydi. Bu yönüyle değerli olması mümkün değildi. Batılılaşma çabasına ilk adım atanların safîyane bir hülyaları vardı. Bazı tedbirler alarak dünya hâkimiyetini paylaşanlar arasına kalmak. Bu hülya bugün bizim dünyadaki güçler merkezinden daha çok uzaklaşmamızı temin etti.

Eğer amacımız şahsiyetimizi kazanmak, Müslüman hüviyetimizin değerine kavuşmak ise bu yolla bir kurtuluşun kurtuluş olduğuna inanıyorsak,iki yüzyıl boyunca yapmaya çalıştığımızın dışında bir şeyler yapmamız kaçınılmaz.

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 

 
Devamını Oku »

Türkiye Düşünce Dünyası'nın Sönüklüğü

Türk Düşünce Dünyası'Türk düşünce hayatının günümüze kadar uzanan sönüklüğünün ilk ve temel sebebi onun Batı düşünce hayatı karşısında tâli bir yeri kendine yakıştırmış oluşunda bulunabilir. Yani Türkiye’de Batı düşüncesi ne temessül edebilmiş, ne de özgün yapı içinde bir yere oturtulabilmıştir. Fakat bu asıl sebebin yanısıra veya onu en çok besleyen tutum olarak Türkiye'de insanların düşünce dünyasında kendilerinin nasıl bir yer tuttuklarını bilmek istemeyişleri, bildikleri zaman da kabullenmekten ve belirtmekten kaçınmaları gösterilebilir.

Türkiye’de düşünceleri dile getirmenin özgün biçimini bulmak onun İslâm’la ilişkisini keşfetmekle mümkündür. Bu ilişki onunla zıtlaşmak biçiminde dahi otsa bir düşüncenin Türkiye’deki özgünlüğünü temin edecektir. Türkiye düşünce hayatının sahteliği en başta Batı ifade biçimlerinin alabildiğince özgün olduğunun kavranamayışındadır. Son yirmi yılda Batı düşünce hayatında bilimin ne ölçüde o bilimi yapan kişiye bağımlı okluğuna dair tanışmalar (Thomas Kuhn, Michael Bolanyı ve Gerald Holton’un çalışmaları) Türkiye’deki aydına ulaştığı zaman bile yeterli uyarıcı etkiyi yapamıyor. Çünkü bugüne kadar Türkiye’de düşünce dünyasının iktidarını ellerinde tutan zümre ikinci sınıf düşüncede kaldığı halde, yani Batı düşüncesi önünde uşaklığı kabul ettiği halde kendi ülkesinin halkı önünde birinci sınıf insan olma imtiyazını maddî ve manevî boyutlarıyla yaşamıştır. Şimdi efendisinin düşüncesinin “keyfî" olduğunu anlamak ona zor geliyor. Bizim patronun bir bildiği var mudaka diyerek avutuyor kendini.

Türkiye düşünce dünyasına uşak olarak değil de öğrenci olarak girebilmiş olsaydı hem öğrenciliğin sona erdiği bir zaman gelecek, hem de bütün öğrendiklerini kendi özgün düşünce sistemi içinde bir yere oturtabilecekti.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

Hakikate Yönelen ve Bâtılı Savunan İnsan

Hakikate yakın da olsa uzak da olsa insanlar için"yokluk" bedenin biyolojik bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla değil, bu dünyanın havasını solurken, suyunu içer, ekmeğini yerken de yapayalnız kalmakla, böyle bir yalnızlıktan duyulan korkuyla başlar. Doğru da düşünse, yanlış da düşünse insanlar hayatlarından boşluğu kaldırmaya çabalar kendilerinde bulunanı geçirmek isterler. Kendilerinde hissettiklerini kendilerinden başkasına iletmeme durumu insanda hiçlik korkusu yaratır. Hiçlik ise güvensizliğin, boşluğun hakimiyeti demektir.İşte bu güvenlik ihtiyacı sebebiyledir ki birçok insan içinde taşıdığı hakikat duygusunu bastırıp,bunun yerine "paylaşılabilir" bir bâtıl görüşü öne çıkarır. Günlük hayat içinde yürürlükte olan yanlışlar eğer onlara tahammül gösterilemeyecek olursa gerçeklik duygusuna titizlikle sahip çıkan insanı yalnız bırakabilir. Çoğu durumlarda insanın paylaşabildiği şey yanlıştır.

Doğruya yanaştığı taktirde yalnız kalması büyük ihtimaldir. Yalnızlık ise kolay göze alınabilir bir durum değildir. Çoğu zaman yanlış olandan duyulan tedirginlik, bölüşme duygusunun sıcaklığı tarafından örtülür. Böylece yanlış haklılaştırılır, insanoğlu savunma duygusu içinde boğulur gider. Büyük hakikat parlayışları, genel kabullerin yanlış saydığını paylaşan bir odak ortaya çıktığı zaman mümkün olmuştur. İnsanoğlu henüz ilkel teminatlar duygusundan kopamamışsa, yüce ve gerçek teminatlara (daha doğrusu yüce ve gerçek olan yegâne teminata) elini sunamayacaktır. Allah'a ve yalnızca Allah'a güvenmek bir iç terbiye işidir. Böylesi bir teminat Hakk'tan atâdır.

Bunun yanı sıra hakikatle yalnızlığın zıtlaşmasında ikinci bir merhaleyi söz konusu etmeliyiz. Hakikate doğru yol alan insan, bu yolculuğa girişmiş başka insanlarla aynı istikamette yürür. Hem yalnızdır, hem ötekilerle birliktedir. Böylece, bir yandan insanî zaaflarından ötürü muhtaç olduğu güvenlik alışverişine bir cevap sağlamış olur, bir yandan da bu güvenliği bir sığınma, bir bağımlılık haline sokmadan kendi yolunda ilerleyebilir. Yani, hakikate yönelen insan ve insanlar hem yaygın (kulların dayanışmasıyla mukayyed) bir güvenceye (teminata) hem de derin (kulun Yaratıcı'dan istediğiyle mukayyed) bir güvenceye kavuşurlar. Dahası da var:
Yaygın dediğimiz güvence derin olana, derin dediğimiz güvence yaygın olana açıktır.Günümüz dünyasında bâtılın ön plâna çıkışı insanların paylaşma güvencesine herşeyden çok önem vermeleri yüzündendir. Eğer doğrudan hakikate yaklaşma göze alınabilseydi, hakikat onu şüphe yokki koruyacaktı.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »