Hakikate Yönelen ve Bâtılı Savunan İnsan

Hakikate yakın da olsa uzak da olsa insanlar için"yokluk" bedenin biyolojik bütünlüğünün ortadan kalkmasıyla değil, bu dünyanın havasını solurken, suyunu içer, ekmeğini yerken de yapayalnız kalmakla, böyle bir yalnızlıktan duyulan korkuyla başlar. Doğru da düşünse, yanlış da düşünse insanlar hayatlarından boşluğu kaldırmaya çabalar kendilerinde bulunanı geçirmek isterler. Kendilerinde hissettiklerini kendilerinden başkasına iletmeme durumu insanda hiçlik korkusu yaratır. Hiçlik ise güvensizliğin, boşluğun hakimiyeti demektir.İşte bu güvenlik ihtiyacı sebebiyledir ki birçok insan içinde taşıdığı hakikat duygusunu bastırıp,bunun yerine "paylaşılabilir" bir bâtıl görüşü öne çıkarır. Günlük hayat içinde yürürlükte olan yanlışlar eğer onlara tahammül gösterilemeyecek olursa gerçeklik duygusuna titizlikle sahip çıkan insanı yalnız bırakabilir. Çoğu durumlarda insanın paylaşabildiği şey yanlıştır.

Doğruya yanaştığı taktirde yalnız kalması büyük ihtimaldir. Yalnızlık ise kolay göze alınabilir bir durum değildir. Çoğu zaman yanlış olandan duyulan tedirginlik, bölüşme duygusunun sıcaklığı tarafından örtülür. Böylece yanlış haklılaştırılır, insanoğlu savunma duygusu içinde boğulur gider. Büyük hakikat parlayışları, genel kabullerin yanlış saydığını paylaşan bir odak ortaya çıktığı zaman mümkün olmuştur. İnsanoğlu henüz ilkel teminatlar duygusundan kopamamışsa, yüce ve gerçek teminatlara (daha doğrusu yüce ve gerçek olan yegâne teminata) elini sunamayacaktır. Allah'a ve yalnızca Allah'a güvenmek bir iç terbiye işidir. Böylesi bir teminat Hakk'tan atâdır.

Bunun yanı sıra hakikatle yalnızlığın zıtlaşmasında ikinci bir merhaleyi söz konusu etmeliyiz. Hakikate doğru yol alan insan, bu yolculuğa girişmiş başka insanlarla aynı istikamette yürür. Hem yalnızdır, hem ötekilerle birliktedir. Böylece, bir yandan insanî zaaflarından ötürü muhtaç olduğu güvenlik alışverişine bir cevap sağlamış olur, bir yandan da bu güvenliği bir sığınma, bir bağımlılık haline sokmadan kendi yolunda ilerleyebilir. Yani, hakikate yönelen insan ve insanlar hem yaygın (kulların dayanışmasıyla mukayyed) bir güvenceye (teminata) hem de derin (kulun Yaratıcı'dan istediğiyle mukayyed) bir güvenceye kavuşurlar. Dahası da var:
Yaygın dediğimiz güvence derin olana, derin dediğimiz güvence yaygın olana açıktır.Günümüz dünyasında bâtılın ön plâna çıkışı insanların paylaşma güvencesine herşeyden çok önem vermeleri yüzündendir. Eğer doğrudan hakikate yaklaşma göze alınabilseydi, hakikat onu şüphe yokki koruyacaktı.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Müslüman İçin İnsan Olmanın Anlamı

Müslüman İçin İnsan Olmanın AnlamıMüslüman için insan olmanın anlamı, Allah’ı tanıma imkânına bağımlıdır. Yani insan olmak belli bir kavrayış bölgesinin oluşmasıyla ilgili.Kartezyen anlayış insanı beden ve zihin olarak ikiye bölmüştür. Böylelikle kavrayışı “zihne” münhasır kılmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış “batılı” insan. Zihin kendine “değer” ve “anlam” türetmeye başlamış böylece. İnsan dediğimiz mahlûk kendi anlamını bir yerlerde arayadurmuş hep. Bu arama faaliyeti içinde Allah’tan başka güçleri kural koyucu, boyun eğilmeye değer kabul ettiği durumlarda kâfir olmuş.

Bazen kendi aklının, bazen bir sistemin işleyişinin, bazen “ilke”lerin kendine anlam kazandırdığını sanmış. Bu zann’larıyla ateşe düşmüş derhal. Vehimlerini terk etmediği sürece, yanmamak için gösterdiği her çaba onu tehlikeye daha fazla yaklaştırmış, dinmeyen bir çırpınış içine düşmüş. Oysa mü’min kendi yetenek ve zekâsını kul olma bilinci seviyesinde kullanmakla “emin” bir bölgeye varmış, tatminsizliklerin ateşinden kendini uzak tutabilmiş tir. Tabiat Müslüman için vasıfları sabit bir nesneler bütünü değil, özelliklerine her zaman daha fazla nüfuz edilebilen bir hikmet aracıdır. Bu yüzden de tabiatın insanla olan ilişkisi Müslüman bir anlayış çerçevesinde basit ve ölçülebilir esaslarla değil, derinleşmeye ve anlamı yükseltebilmeye yatkın bir eda ile yürütülür. İnsanı “zihin” ve “beden'' olarak iki kısım düşünen batılı, tabiat ve insan zıtlaşmasını da düşüncesinin temeline yerleştirmiştir. Müslüman ise böylesı bir kesretten uzaklaşmayı esas düstur olarak benimsemiştir.

Müslümanın kendisi Allah'a yönelme imtiyazı ile insanlığı kavradığı için hayatı başlıbaşına zenginlik saymıştır. Müslümanın "kavrayış bölgesi" Epikürus'un maddi haz, manevi haz ayrımından çok ötededir. Epikürus'un bir anlamda yani burjuvaca yorum içindeki hedonist (hazcı) tutumu materyalizme temel olan tutumdur. Bu anlayış içinde maddi tatmin, manevi tatminle benzer esaslardan kalkılarak değerlendirmeye tabi tutulmuş. Yani her iki tatmin yolunda da insanın algılama, madde olarak hazza konu olma özelliği önemsenmiştir.

Gerçi Epikürus da maddi hazları yetersiz, hatta zararlı bulmuş, manevi hazları tükenmez hazlar olarak kabul etmiştir ama onun manevi hazlardan anladığı şey sanata ve felsefeye sadece zihnin sınırlı kalıpları içinde yaklaşmaktan ibaret kalmıştır. Zaten haz kelimesinin bize tedai ettirdiği nokta da bir bitişi vurgular. Çünkü haz, bedende veya zihinde tamamlanan bir etkiden ibarettir. İslâmi anlayış içinde, insanın gerek eşyaya yaklaşma tarzında gerekse tabiat üstü ile alış-verişin-de insanın sınırlı varlığında son bulan bir tatmin sözkonusu değildir. İnsan aşkın olanla sonsuzluğa açılan bir ilişki içindedir. Bu ilişki bir yandan onun cismani varlığını anlamlı kılar, onun cismaniyetine maddi olmayan katkılar sağlarken bir yandan da onun zihin kapasiteleri yoluyla maddi varlığının özünde bulunan bir mevcudiyetle temasa sokar.

Mümin kavrayış içinde insan kendine "öte" bulur.Böylece müslüman Kur'ân ve Sünnet'ten edindiği kavrayış gücüyle dünya hayatını aşağılık kayıtlardan arındırmak, ahiret duygusunun maddi (sanılan) çerçeve içinde dahi yaşanılmasını mümkünler arasına sokmak gücüne erişir.

Sözünü ettiğimiz ve sözünü edemediğimiz birçok zihnî serüvenin ve fiilî tecrübenin müslüman hayatını zenginleştirmede büyük payı vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, müslüman kendine mahsus kavrayış bölgesinde bulunmakla "mistik" bir konumda yer almış olmaz. Eğer mistik kelimesini bir zihnî bulanıklık, kendini bırakmışlık olarak anlıyorsak müslümanın mistik olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü müslümanın kavrayış bölgesinde hangi dereceden olursa olsun "yakîn" vardır. Yani kesinlik müslümanca düşünmenin bir belirtisidir.

Mümin ruhî kuvvetini sağlıklı bir tefekkür planında kesinlikle kullanır. Daha açık bir ifade ile hakikatten habersiz kalarak ipleri elinden bırakmaz. Bu durum onun nassları esas kabul etmesi, muhkem hükümleri takib etmesi demektir. Müslümanı delilikten de sapıklıktan da alıkoyan, kurtaran imkân budur.

Böylelikle hayatın bir vehim olması müslümanın anlayış çerçevesinden çıkar, hayatın zenginleşmesi ve bütün mahlûkata olduğu kadar insanlara da en faydalı biçimde değerlendirilmesi imkânı belirir

İsmet Özel - Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

İslam'ın Sınırları

İslam'ın SınırlarıIslâm insanları hem bireysel faaliyetleri bakımından hem de toplum hayatına katıldıkları noktalarda sınırları sarahaten belirlenmiş ve fakat insanı bütün zaafları ve faziletleriyle tabii bir varlık olarak kabul eden bir yaşama düzenine çağırır. Bu hayat tarzında eğer zorlayıcı unsurlar varsa, bunlar insanın samimiyetinde, itikadı kuvvetlerinde işleyiş gösterirler. Yani İslam’da sınırlar dıştan konulmuş yasaklar olmaktan çok içten benimsenen mükellefiyetler biçimındendir. Bu yüzden Islâm’ın insana yükümlülük olarak sunduğu görevler, emir ve nehiyler münkir ve münafıklar için bir yük, külfet, baskı unsuru olarak görünecektir. Ama aynı davranışlara muhatap olan mü’min için bu sınırlar, kolaylığı kendi biçiminde saklı faaliyet alanlarıdır.

Dışardan bakan için İslâm’ın koyduğu esaslar çok sınırlayıcı, hareket serbestisini çok daraltıcı gibi görünebilir.

Nitekim Hıristiyan anlayışı Müslümanlığın insan hayatının her safhasına dair hükümler taşıyor olmasını çok daraltmış kayıtlar şeklinde anlamaktadır. Batı medeniyetinin değerleri gözönüne alınarak yapılan bir değerlendirme elbet meseleyi böyle anlar. Çünkü bu medeniyette beş duyunun mutlaklığı yaşanmakta, zihin tek boyutlu kalmaya zorlanmaktadır. Oysa algıların hâkimiyetini mutlaklaştırmayan İslâm’da her vecibe ferd için sınırsız bir yöneliş, bir içkinlik (immanence) taşıdığı için, her vecibe ufuk açıcı ve vâsıl edici özelliktedir. Batı hayatında insana baskın çıkan zorbalık İslâm yaşayışında sevginin kendisi olur.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine Yaklaştırır

İtikad-i Bağlar İnsanları Birbirine YaklaştırırMüslümanlar olarak hayatımızın düzenlenmesinden dünyayı değerlendirme tutumlarımıza kadar her alanda bugüne kadar "itikada mı” yoksa “imana mı” daha çok imkân tanıdığımızı sormamız gerekir. Bu sorunun cevabı bizim bir ölçüde “kalitemizi” de ortaya koyacaktır.

Kuşku yok ki itikadı bağlar biz insanları birbirine yaklaştırır. Birbirimizi anlamanın, yardımlaşmanın ve müşterek bir yol tutturmanın yolu itikad birliğinden geçer. Ama yapıp ettiğimiz her şeyin motoru “imandır''..

İmana ağırlık ve öncelik vermekle kuracağımız hayat endişe, korku ve tehlikelerden korunmuştur. Herhangi bir kimse bütün insanların kardeş olduğuna dair bir itikad besleyebilir, ama mü’minlerin kardeşliği zihnin kabullerinin ötesinde bir iştiraki gerektirir. Birbirimize bazı akidlerle bağlanmak bir şeydir, fakat her birimizin emniyet içinde bulunmakla temin ettiği birlik yerine başka bir değerin ikame edilemeyeceği bir şeydir.

 

İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

''Doğru Söz Söylemek'' Hakkında

Dikkat ediniz, doğru sözler her zaman değerli sözler değildir. Hatta bir adım daha giderek söyleyebiliriz ki doğru sözler gerçek anlamlarıyla doğru sözler olmayabilir.Sözleri doğru kılan, onların doğruluğuna dayanaklık eden şey bu sözlerin mantık bakımından tutarlı olmaları mıdır? Hiç de değil. Mantıkî tutarlılığın doğruluğa, gerçekliğe karine teşkil etmediği artık günlük hayatımızın sıradan bilgilerinden biri oldu. Peki o halde, sözler, o sözlerin doğru olduğunu birçok insanın onaylamasıyla doğruluk kazanıyor mu? Elbette hayır. Çoğunluğun yanlışları doğru olarak bildiği zamanlar, belki doğrulan doğru bildiği zamanlardan daha çoktur. Neyin doğru olduğu meselesini bir mantık problemi, bir felsefi problem olarak ele almanın bir taydaşı yok. Çünkü bitmeyen bir tartışmadır bu. Kısa ve sarih bir yol gösterilmiş Müslümanlara doğruyu anlamak için: Müslümanların doğru bildikleri kendi inançlarının kaynaklarından yanı Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendikleridir.

Meseleyi çözümledik, bitti mi? Hayır, çözümlemedik, meseleve yaklaştık henüz. Önemli soru daha geride geliyor: Bir sözün Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğu bizim gözümüzde nasıl değer kazanıyor? Yani bir sözün Islâm kaynaklarına uygun olarak söylendiğine nasıl karar veriyoruz? Sözün ve davranışın kaynaklara uygun olduğunu teminat altına alan teminat nedir? Örneklerin yardımıyla açalım: Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde “Faiiz haramdır!" diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı? Yahut bir adam “Allah'ın indinde din Islâm dır. " dedikten sonra kendini teknolojik medeniyet dininin piyasa mezhebine bağlı sayarak kullukta bulunuyorsa sözlerini nasıl doğru kabul edelim?

Diyeceksiniz ki bu adamların telâffuz ettikleri doğru fakat fiilen içinde bulundukları davranışlar hatalıdır. Kendileri yanlış içindedirler, fakat ağızları Kur’ân ve Sünnet’e uygun sözler etmektedir. Ben bu tür akıl yürütmeyi kabul etmiyorum. Diyorum ki bu adamların madem yaptıkları bozuktur, öyleyse söyledikleri de bozuktur. Yani, eğer bir doğruyu ifade ediyorlarsa, bunu doğrunun hükümrân olması için değil, kendi durumlarının pekişmesi yapıyorlar, Söyledikleri ve yaptıkları  arasında bir uyumsuzluk    ortaya çıkarmakla bir ahlaksızlık gosterıyorlar; böyle bir ahlâk düşkünü kişinin sözlerinin ve düşüncelerinin sağlıklı ve sağlam olması mümkün olamaz. Hem banka hissedarı olup> hemde faiz haramdır!” diyen kişinin bu sözünde bizim bilmediğimiz çıkar hesapları yatıyor olmalı. Yani adam faizin haram olduğunu söylemekle Kur anı bir doğruyu ifade etmiş olmaz, ama içinde bulunduğu münasebetler silsilesi içinde sozü yeni bir şekil ve mana alır. Bu tıpkı bîr müşrikin ‘La ilahe illallah” dediği zaman söylediğinin İslami özünden boşaltılmış başka bir söz oluşu gibidir.

Öyleyse, bir söz, bir yargı lâfzen hiçbir değişikliğe uğramadığı halde bir kimsenin ağzında doğru, ötekinin arzında yanlış mı olmaktadır? Kesinlikle evet. Demek ki bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır. Bir kimse söylediği sözün bekçiliğini yapamıyor, yahut kasten yapmıyorsa, bu sözün değerlendirilmesi "mücerret” esaslar doğrultusunda yapılamaz. Sözün doğruluğu, yanlışlığı sözün kendisinde değil, o sözün hangi ağızdan çıktığındadır. Doğru söylemek diye bir meselemiz varsa, söylediğimiz bu sözlerin eri olmak diye bir meselemiz de vardır. Peygamber ve Peygamberin Sünnet’ini hesaba katmadan onu anlamadan Kur’an-ı Kerîmi anlamaya kalkışmak bu yönüyle nafile bir çabadır. Sahtelikle malûldur.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Modern Zamanlarda İslam Sanatı ve Estetiği Ne Söyler ?

Bugün İslam estetiği üzerine yapılmış çalışmalara baktığımızda, bu çalışmaların genellikle İslam’ın siyasette, sanatta belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yapıldığı görülecektir. Bunda garipsenecek bir yan yok. Çünkü o dönemler, her türlü tartışmaya açık olmakla birlikte, İslam’ın egemen bir paradigma olarak hayatı kuşattığı ve dolayısıyla her alanda Müslümanların kendilerini ifade edebildiği dönemlerdir. Sanatın ve estetiğin bir hayat telakkisinden bağımsız düşünülemeyeceğini hatırlarsak, o zaman sözünü ettiğimiz estetik çalışmalarda, Müslümanların kendilerini en rahat şekilde ifade ettikleri dönemlerin esas alınması doğaldır. Bu nedenle İslam sanatı ya da estetiği başlıklı kuramsal arayışlar, söz konusu dönemin genel eğilimlerini yansıtacak şekilde kurgulanmaktadır. Örneğin Turan Koç’un İslâm Estetiği adlı kitabının bölüm başlıklarına bakmak bile bize fikir verebilir: “İslâm Estetiği ve Sanatının Ufukları”, “Güzellik ve Estetik Tecrübe”, “İslâm Estetiği ve Sanatının Kelâmî Boyutları”, “İhsanın Tezahürleri”, “İslâm Sanatı ve Resim.” Tevhid, ihsan, iman, güzellik, hakikat, bilgi, kutsal ve ulvilik gibi kavramlar kitapta sıkça karşımıza çıkar. Zaten Koç’a göre, İslam sanatının ne olduğunu kavramanın yolu nihai anlamda İslam’ın özünü anlamaktan geçer: “Kısaca İslâm sanatının temelini İslâm’a ait aslî değerlerin birliği ilkesi oluşturur. Bu sanatta güzel ile iyi, işe yarama ile zevk verme birbirinden bağımsız değerler olarak görülmez.” (Turan Koç, İslam Estetiği, İsam Yay. İst. 2008, s. 18).

İslam’ın özü mahiyetindeki tevhid ilkesi, Müslümanların sanatı üzerinde de temel belirleyici olmuştur. Kutsal-dünyevi, dünya-ahiret, fizik-metafizik gibi ayrımların görünmediği İslam sanatında, her şey Allah’ın eşsiz yaratmasının delilidir.  Âlemler, ilahi uyumun gereği olarak düzenlilik, hesap ve takdirle yaratılmıştır. Böylesi bir uyum, aynı zamanda güzelin neşet ettiği vasattır, dahası duyularımızla algıladığımız âlem de bir bütün olarak güzeldir. Burckhard’a göre: “Sanatın özü güzelliktir ve bu da, İslamî terimlerle ifade edecek olursak, ilahî bir niteliktir; dolayısıyla ikili bir özelliğe sahiptir: olgu ve olaylar dünyasında görünüştür; güzel varlıkları ve güzel şeyleri âdeta bürüyen bir örtüdür; ama Tanrı’da veya bizatihî olarak bâtınî bir güzelliktir; o, bu âlemde tezâhür eden bütün ilahî sıfatlar içinde saf Varlık’ı en dolaysız bir biçimde hatırlatan ilahî bir niteliktir.” (Titus Burckhard, İslam Sanatı, (çev. Turan Koç), Klasik Yay. İstanbul 2005, s.1).

Allah’ın yarattığı her şey güzeldir; O’nun yarattıkları arasında çirkin, abes, lüzumsuz şeyler yoktur; şerri ve kötülüğü de yaratmaz: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uyum içinde yaratan O, [ne yüce]dir: Rahmân’ın yaratışında hiçbir aksaklık göremezsin. Gözünü bir kez daha [ona] çevir: Hiç kusur görüyor musun?” (67/Mülk-3) (Meallerde Muhammed Esed’e başvurulmuştur). “O, yarattığı her şeyi en mükemmel şekilde yapandır” (32/Secde-7).

İslam sanatı mimetik değildir. Zaten Allah her şeyi güzelce yarattığı için, onun yarattıklarını taklit etmek, sadece güzel’in kopyası olacak ve bu kopyalama güzel’i, insanın eksiklikleriyle, kusurlarıyla sakatlayacaktır. Burckhard’ın da dikkat çektiği gibi, İslam sanatı daha çok Allah’ın güzel âyetlerine dikkat çekmek ve bu âyetlerle Allah’ı hatırlatmak, ima etmek üzerine kurgulanmıştır. Turan Koç’un, kitabında Gazzâlî’den yaptığı alıntı tam yerindedir: “Allah’ı bilmek (mârifetullah) insana has bir özelliktir. Gerek yer ve göklerde, gerek bitki ve hayvanlar dünyasında Allah’ın yarattığı hayret uyandıran güzellikleri inceleyerek, bu, insanın başını döndüren işin, sağlam düzenin, düzen veren bir yaratıcı, bir hüküm verici ve yerli yerine koyucu bir fâil olmadan gerçekleşmeyeceğini birazcık aklı olan herkes anlar.” (T. Koç, age, s. 103). Bu bağlamda sanat, bütünsel bir âlem tasavvuruna sahip insanların, yaratılmışların bütünsellik içindeki yerini, anlamını, işlevini anlamaya yönelik kaygısının estetik tezahürüdür diyebiliriz. Bu yaratıcı süreci Bruckhard şöyle özetler: “Sanat bir yandan nispeten biçimsiz olan bir malzemenin genellikle zahmetli bir şekilde ideal bir modele göre şekillenmiş bir nesneye dönüşmesinden ibarettir. İmdi bu şekillenme su götürmez bir şekilde ilahî gerçeklikleri temaşaya tâlip olan bir kimsenin kendi içinde ve yine karmaşık ve şekilsiz ama potansiyel olarak soylu bir hammadde rolü oynayan nefsinde (soul) tamamlamak zorunda olduğu eserin bir imajıdır. Öte yandan, temaşa nesnesi duyularla idrak edilebilen bir güzellikte hayal ve tasavvur edilir; çünkü bu güzellik aslında mahiyeti bakımından biricik ve sınırsız olan bizâtihî Güzel’den başka bir şey değildir.” (T. Burckhard, age, s. 227).

İslam sanatı ve estetiği hakkında bilinen nitelikleri daha fazla aktarmanın yazımız bağlamında bir anlamı yok. Buradaki kısacak hatırlatmamızda da görüldüğü üzere, İslam sanatının ve estetiğinin özü; yaratılmış her şeyi Allah’ın güzelce yaratışının bir âyeti olarak görmek ve güzellikler karşısında yaşanan heyecanı, hazzı, haşyeti… sanatın imkanları içinde, ama İslam’ın belirlediği tevhidi algıya uygun olarak ifade etmektir, dersek sanırım yanılmış olmayız.

Buradaki sorun, İslam estetiğine dair genel kabullerin günümüz modern sanatıyla ve estetiğiyle herhangi bir şekilde bağdaşmaması; günümüz sanatını ifadeden uzak olmasıdır. Yazımızın girişinde, İslam estetiği çalışmalarının İslam’ın belirleyici olduğu dönemlerden hareketle yazıldığını söylemiştik. Dolaysısıyla modern sanatı kapsamaması doğal karşılanabilir. Bu durumda ciddi bir soru doğmaktadır: Pekala son yüzeli-ikiyüz yıldır Müslüman sanatçılar ne yapmaktadır?

Modernleşme tarihimiz diyebileceğimiz bu süreçte, gündelik hayatı düzenleyen egemen paradigma yıllar içinde değişti. Bu öylesine radikal bir değişimdi ki, Müslümanlar kendilerini, hiç tanımadıkları, bilmedikleri bir dünyanın içinde buldular. Giyim-kuşamdan, yeme-içme alışkanlığımıza kadar gündelik hayatın her anını ve her yanını kuşatan bu yeni hayat içinde, zamanla eşyayla ilişki biçimimiz de değişti. Örneğin okurken hafif bıyık altından tebessüm ettiğimiz, Tanzimat dönemi romanlarındaki ‘yanlış batılılaşmış tip’ler, sözünü ettiğimiz yabancılığın en güzel örneklerindendir.

Tevhidi ilkenin belirlediği bütünsel tasavvur da aynı dönemde yıkıldı; her şey bölünüp parçalandı. Bugün sıkça karşılaştığımız İslam ve Sanat, İslam ve Bilim, İslam ve Tarih gibi çalışmalar, mezkur parçalanmışlığımızı göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü bu tür çalışmalar; sanatı, bilimi, tarihi vb. disiplinleri İslam’ın içinde, İslam’la birlikte düşünemediğimizi, araya koyduğumuz ‘ve’ bağlacıyla İslam’la telif etmeye çalıştığımızı gösterir.

İnsanın yeryüzünde kendi otoritesini ihdas etmek için Tanrıyı öldürmeye kadar varan azgınlaşması, sanat ve estetik anlayışı da radikal bir biçimde değiştirdi. Belki insanlık tarihinde ilk kez ‘karşı estetik’ başlığı altında kötünün, sahtenin ve çirkinin güzelliğinden/estetiğinden söz edilir oldu. Ali Artun Modern Hayatın Ressamı’na yazdığı önsözde şunları kaydeder: “Modern sanatın sahnesi doğa olamaz, kenttir; kent doğa gibi ‘hakiki’ değil, sunidir; tanrısal değil şeytanîdir. Kahramanları da lanetlidir, kötüdür, çirkindir. Doğa cennetse, kent cehennemdir. (Buradan itibaren Sartre’dan bir alıntıyla devam eder)Baudelaire bir kentlidir: Ona göre ‘sahici’ su, ‘sahici’ ışık, ‘sahici sıcaklık, kentin suyu, ışığı ve sıcaklığıdır… sanatın malzemesi bunlardır.” (Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı,(çev. Ali Berktay), İletişim Yay. İstanbul 2009, s. 56).

Bu tarihe kadar neredeyse her zaman ve her toplumda sanat, güzelin peşinde bir arayışken, zamanla ‘kötünün estetiği’ne doğru yön değiştirdi. Baudelaire bunun bir zorunluluk olduğunu söyler, çünkü ona göre: “Antik sanattan saf sanat, mantık, genel yöntem dışında kalan şeyleri öğrenmeye çalışanın vay haline! Oraya fazla gömülünce şimdi’ye ilişkin belleğini de yitirir; içinde yaşadığı koşulların sağladığı haklardan ve ayrıcalıklardan vazgeçer. Burada gerçekten bir ayrıcalık söz konusudur, çünkü neredeyse bütün özgünlüğümüz, zamanın duyularımıza vurduğu damgadan kaynaklanır.” (C. Baudelaire, age, s. 217). Modernliğin ‘hemen, şimdi, burada’ vurgularıyla birlikte, sanat boş tuvallerin sergi salonlarında sergilenmesine ya da dışkıyla resim yapılmasına kadar geldi dayandı.

Böylesi gelişmeleri elimizin tersiyle itemeyiz. Zira bizler de modern zamanlarda doğduk, modern formasyonlardan geçtik ve artık eşyayla birer modern insan olarak ilişki kuruyoruz. İslam sanatı olarak bildiğimiz mimari, musiki, şiir, hat, tezhip ve minyatür; modern dünyada, -şiir dışında kalanlar- sanatın bir şubesi olarak bile görülmüyor. Şimdilerde, geleneksel sanat olarak tesmiye edilen sanatlar ya taklide düşüyor ya da ‘gelenekselle moderni buluşturma’ gayretiyle parodi, pastiş ve kiç gibi postmodernist sanatın niteliklerine bürünüveriyor. Ömer Lekesiz’in uzunca bir zamandır Yeni Şafak gazetesinde konuyla ilgili yazdıkları, şimdilik kuramsal arayışlar bakımından kayda değer nadir çalışmalardandır.

Selçuk Mülayim; kültür ve sanatta İslami motiflerin altını kalınca çizmeye çalışan yeni eğilimin, mimari ve el sanatlarında, ‘ötekiler’den ayrılmanın bir yolu olarak kendini dışa vurduğunu söylüyor: “İslâm’a ait olduğu var sayılan her şekil ve renk, Hint, Endülüs ya da Memlük kökenli olmasına bakılmaksızın aceleyle devşirilirken, yeni İslâm enternasyonali adına, tuhaf bir Esperanto doğmaktadır. Sanattaki bu eklektik yönelim, panik halindeki arayışlar sırasında ortaya çıktığından, ölçü, uyum ve esasları açısından ciddi, fakat daha çok ironik göstergeler sunuyor.” (Selçuk Mülayim, İslâm Sanatı, İsam Yay. İstanbul 2010, s. 197)

Sanatın, hayat telakkisinden bağımsız olamayacağını söylemiştik; yeni hayat telakkisi her anımızı ve her yanımızı kuşatmışken, metropollerde neredeyse tabii olanla yüz yüze gelme imkanımızı bunca yitirmişken, atalarımız gibi bir sanat ve estetik ortaya koymamız muhaldir. Bu izleri öykü ve roman üzerinden sürmek çok daha kolaydır. Örneğin Rasim Özdenören’in öykü kitaplarının başlıkları bile sözünü ettiğimiz parçalanmayı göstermek için yeterlidir: Hastalar ve Işıklar; Çarpılmışlar; Çözülme; Çok Sesli Bir Ölüm; Acemi Yolcu. Ya da Necip Fazıl Kısakürek’in şiirlerindeki modern insanın kaldırımlarda, otel odalarında geçirdiği cinneti hatırlayalım.

Atalarımız gibi salt güzeli, iyiyi, doğruyu yazamıyoruz; yazdığımız öykü ve romanlar mutlaka çatışma, gerilim, dram, trajedi, dağılma ve parçalanma üzerine kuruluyor. Marshall Berman’a göre modern olmak, paradoks ve çelişkilerle dolu bir hayat sürmek demektir: “Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer; modernliğin, bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama, paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir: Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin, mücadele ve çelişkinin, belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak, Marx’ın deyişiyle ‘katı olan herşeyin buharlaşıp gittiği’ bir evrenin parçası olmaktır. Kendilerini bu girdabın tam ortasında buluveren insanlar buraya düşen ilk, belki de tek insanın kendileri olduğunu düşünürler; modernlik öncesi bir ‘Yitik Cennet’e dair sayısız nostaljik mitosu doğuran işte bu duygudur.” (Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, (çev. Ü. Altuğ-B. Peker), İletişim Yay. İstanbul 2004, s. 27-28) Bugün yazılan öykü ve roman, modernliğin yarattığı bütün bu parçalanmışlık, dağılmışlık, yalnızlık halleriyle savrulduğumuz hayat içinde yaşadığımız yabancılığımız, ruhsal gerilimlerimiz, çatışmalarımız, varoluşsal kaygılarımız ve cinnetimizle maluldür.

Gelenek ve modernlik arasında yaşanan yarılma, çatışma ve gerilim ister istemez eserlere yansımaktadır. Doğal olarak bu dönemin eserleri de iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın, güzelle çirkinin arasında salınıp durmaktadır. Çünkü kötü, çirkin, zararlı gibi fuhşiyatın tamamının men edilemediği, tersine giderek meşruiyet kazandığı modern hayat içerisinde, geleneksel sanatta ortaya konan ‘saf’lığa ulaşmak da mümkün olamamaktadır.

Elbette insan yeryüzünde başıboş bırakılmamıştır; Kur’an bir hidayet rehberi ve Furkan olarak elimizin altındadır. İnsanın öncelikle kendi yaratışına, fıtratına uygun bir halin ve adil, ahlaklı bir toplumun nasıl teşekkül edeceğine dair ilkeleri belirlemiştir. Ancak bu hal, toplumsal yaşamın söz konusu ilkeler etrafında kurulmasıyla mümkündür; değilse, geriye kalan tek tek insanların, böylesi bir dünyada nasıl daha adil ve ahlaklı olabileceği kaygısıyla sınırlı kalmaktadır.

İşte insanların tek tek yaşadıkları bu kaygı, Müslüman sanatçının da kendini ifade ederken neyi, nasıl anlatacağını belirler. Zira “Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır; onları ihlal etmeyiniz: Zira kim Allah’ın koyduğu sınırları ihlal ederse, işte onlar zalimlerdir!” (2/Bakara-229) diye Kur’an uyarır. Ancak modern hayat içerisinde sanatın sınırları konusu yeterince tartışılmamıştır. Yazımız boyunca vurguladığımız gibi İslam sanatı ve estetiği çalışmaları da bu dönemi kapsayacak şekilde genişletilmediği için, söz konusu sınırları aramak, sanatçının kaygısıyla sınırlı kalmıştır. Örneğin Rasim Özdenören’den mülhem söylersek, Müslüman bir müteahhit ne kadar bina yaparsa yapsın, hiçbirinin tuvaleti kıbleye bakmaz.

Gündelik hayatını imanın ilkeleri çerçevesinde düzenlemeye özen gösteren Müslümanlar, sanat ya da başka alanlarda kendilerini ifade ederken, elbette kendilerini aynı çerçeveyle sınırlamaktadırlar. Çünkü eser de amellere dahildir ve müminler amellerinden hesaba çekileceklerdir. Ancak bu sorumluluk bilincine rağmen modern hayat içindeki Müslüman sanatçılar, eserlerinin de sınırlarını sorgularken ister istemez modern reflekslerle hareket edebilmektedirler. Çünkü bu hayatın dışına çıkabilmek mümkün değildir, yıllar içinde neyin ne kadar modern bir refleks ya da modern bir anlayış haline geldiğinin muhasebesini yapabilmek de zordur; tıpkı balığın suyu bilmemesi gibi. Hasan Aycın’ın sıkça çizdiği gibi idam ipi boynumuza geçmiştir ve ucu da elimizdedir.

Öykü ve roman üzerinden iz sürdüğümüzde iki tür refleks geliştiğinden söz edebiliriz. Birincisi, modern hayat içinde meşruca arz-ı endam eden her türlü fuhşiyata sırt dönmek ve böyle bir şey yokmuş gibi davranmak. İkincisi modern hayata sabırla göğüs germek, onunla hesaplaşmak ve sözünü çağa karşı söyleyebilmek. Şimdilik bu arayışlar alabildiğine indî kalmaktadır. Tabii ki burada önemli olan, yıllar içinde bizim de bir medeniyet kurduğumuzun bilincinde olmaktır ya da en azından kültür diyelim. Şimdi biz nasıl geriye dönerek, tarihi dönemselleştirip atalarımızın kurduğu medeniyetlerden söz ediyorsak; bir zaman sonra torunlarımız da geriye dönüp bizim ortaya koyduklarımızı değerlendirecektir. Biz tarihe bakıp ‘atalarımızın şanlı geçmişinden, şaheserlerinden’ bahsederken; onlar bizler için ne diyecekler acaba?

(Hece, Haziran-Temmuz-Ağustos 2013, s. 198-199-200)

Cemal Şakar
Devamını Oku »

Teknoloji ve Geri Kalmışlık Söylemi

Ziyauddin Serdara göre, modernizmin, İslâm dünyasında iki Batı ideolojisinin sentezi olarak ortaya çıkmıştır: Teknisizm ve milliyetçilik. Bu bağlamda teknikçi söy­lem karşısında Müslümanların tartışmasız bir şekilde, tarihsel tecrübelerinin ak­sine, Batının üstünlüğünü kabul ettiği açıktır. Daha önceki dönemlerde, farklı medeniyetlerle karşılaşmaları neticesinde kendi kültürel kimliklerini kaybetmek­sizin belli alışverişler ve etkileşimler gerçekleşmiştir. Serdar’a göre Batı’nın en­telektüel üstünlüğü daha çok bilgi ve teknoloji alanında görülmüştür. Bundan do­layı rasyonalist ve teknolojik bir bakış açısı hâkim olmuştur. Buradan başlayarak Batı medeniyeti ideal olarak benimsenmiştir. Bir geri kalmışlık söyleminin sonraki dönemlerde âdeta dünyanın her yanındaki Müslümanlara sirayet ettiği söylenebilir. “Müsliimanlar geridir' söylemi bir noktadan sonra sadece teknolo­jik bir geri kalmışlığı ifade etmekten çıkmış, sanatsal, kültürel, idari, iktisadi bir­çok alana teşmil edilmiştir. Müslümanların geri kalmışlıkları onların her an yar­dıma ve müdahaleye hazır tutulmasıyla ilgili sonuçlar doğurmuştur.

Kime ve neye göre bir geri kalmışlık sorusu, çok da anlam ifade edemediği gibi, gündeme dahi gelmemiştir. Serdar, bu durumu, İslâm’ın çağdaş dünyadaki yerini kavramaktan uzaklık olarak nitelendirmiştir. Ona göre İslâm’ın politik ve sosyal hayatta artık etkinliğini kaybetmesinin en önemli nedeni Müslüman top­lumun değişikliklere ayak uyduramaması ve İslâm’ın değişen hayat şartlarına yorumlanmamasıdır. İslâm Medeniyeti’nin ilk dönem medeniyet temaslarında ve karşılaşmalarında bir sorun oluşmamıştır. Ancak çağdaş Müslüman toplumunun en dikkat çeken özelliği Serdar'a göre çağdaş dünyaya ayak uyduramamasıdır. Çağdaş dünyaya ya da çağdaş kavramının ideolojik anlam yüklenmelerinden dolayı» günün koşullarına ayak uyduramama konusunda gelenekle modernlik arasında bir sarkaçta gelgitler yaşanmaya devam etmektedir. Geleneğin de dondu­rulmuş ve sabitlenmiş olarak zamanlar arası bir yolculuğa çıkarılması ile gelene­ğin hareketini reddeden hatta geleneği reddeden modernist söylem ile Müslüman düşünce geri adımlar atmıştır, atmaktadır. Zamanın koşullan tartışmasında kar­şımıza çıkan uyum yollu yaklaşımların çok da mesafe aldırdığı söylenemez. Ak­sine bu tür yaklaşımların modernizm ve kapitalizm konusunda uyum gösterme riski taşıdıktan son derece açıktır. Zira modernizm ve kapitalizm konusunda uyum sergileyen hareketlerin zaman içinde, bunların birer parçası oldukları da görülmektedir.

Gelenek ve Modernliğin Arası

Çağa uyum ve buna ilişkin yorum, belli noktalarda kırılmalar getirmiştir. Bu bağlamda oluşan modernist söylem, kimi noktalarda radikal bir tavra bürünerek İslâm Medeniyeti’nin geçmiş birikimi ile sorunlar yaşamıştır. İslâm Medeniye­ti’nin kendi içinde bir gelenek oluşturduğu, bu geleneğin de farklı bir devinim ta­şıdığı açık. Ancak adaptasyon ve çağa seslenme konusunda doğan sorunlar gide­rek bu geleneğe dönük olumsuz etkiler doğurmuş, geleneğe hasmane bir yakla­şıma neden olmuştur. Türkiye’de çağa uyma söylemi, İslâm’ı çağa uydurma ve söyletme şeklinde gelişen düşünce yüksek sesle ifade edilmemiştir. Zaman za­man siyasetin pragmatist söylemleri içinde bu tür tanımlama ve ihtiyaç beyanla­rına başvurulmuştur. Ancak fikri tekâmül anlamında bir sürece ve merhalelere sahip olamayan İslâmî modemist söylem kesik kesik, bağlanışız, tarihsel ve kül­türel bir arkaplandan yoksun olarak ortaya çıkmaya devam etmektedir.

Bir diğer metodolojik yanlış ise medeniyetle sağlıklı bir ilişki kuramayan Müslümanların, genel olarak algılarını Ziya Gökalp ve sonrasında gelen isimle­rin medeniyeti teknolojiye indirgeyen ve bunu da Batı’da arayan bir yola girme­leri olmuştur. Dolayısıyla Batı’nın teknik medeniyeti evrensel ve toplumlar ara­sı geçerliliği olan bir boyuta taşınmıştır. Osmanlının son dönemlerinde sadece Osmanlı değil tüm İslâm dünyası var olup olmama noktasındaydı. Tanzimatla başlayan, cumhuriyetle radikal bir yaklaşım kazanan modernleşme, belli kırılma­lar ve kopmaları da getirmiştir. Gökalp’in tezleri, âdeta tecrübî bilgisi ve sosyal tezi olmayan bir dünyanın önüne konulmuştur. Hafıza, savaş yıllarında ve sonra­sında sıfırlanmaya başlamış, âdeta dünyaya yeni gelmişçesine yeni bir dil ve ke­şif çabasına girişilmiştir. Müslümanların 20. yy.’da karşılaştıkları hafıza kopuş­ları hâlâ bir türlü  onarılabilmiş değil. Medeniyet olma yolunda en büyük hamle­lerden olan dil, bir anda geride bırakılmış, yeni ve tarih kaynaklarına ulaşamayan bir dil inşa edilmiştir. Bu dil, sadece bir harf değişimi değil, önemli bir zihin kı­rılmasıdır aynı zamanda geçmişle koparılan bağ sadece kültür kodları üzerinde gerçekleşmemiş, insan unsuru da adeta geri plana itilmeye zorlanmıştır.

Süreç içerisinde kamusallıktan ötelenen insan kitlelerinin yeniden toplumla temas kur­maları ilk dönem cumhuriyet modernleşmesinin tek tip kültür, tarih, medeniyet ve din anlayışını bir nebze de olsa bertaraf etmiş, alternatif bir hafıza oluşturmuş­tur. Ancak zaman içerisinde tarihsel birikim ve kültür kodlan ile tam olarak bir temas kurulamamıştır.

21.yy. başında yaşanan siyasal değişimler karşısında Türkiye’deki Müslü­man düşünce kadar tüm düşünce yapılan enteresan bir tarihe dönüş sürecine gir­miştir. Bunun tarihle ciddi bir buluşma olarak yorumlanabileceği gibi tarihin gü­nün konjonktürel yönelimlerine manivela yapılması olarak da bir yorum gelebilir. Bu ikinci yorum çerçevesinin devlet eliyle belirlendiği de bir diğer önerme olabilecektir.

Murat Erol, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Hicret Sonrası Müslümanların Yahudilerle İlişkileri

Siyasi Alanda İlişkiler

Hicretin ilk yıllarında Yahudiler Medine’de okluk­ça güçlü idiler. Kitap ehli olmaları sebebiyle Araplar üzerinde önemli etkileri vardı. Ancak Medine'de İslâm’ın varlığı, bölük-pörçük ve birbiriyle savaş halindeki Evs ve Hazreç kabilelerini birleştireli. Diğer taraftan Hicretle beraber Medine’nin sı­nırları belirlendi ve bir Vesika (Medine Sözleşmesi) hazırlandı. Bu Vesika'ya Yahudiler sonradan dahil oldular. Hz. Peygamber Yahudilerin İslâm’a girmeleri için çok gayret göstermişti. Ancak Yahudilerin çok az bir kısmı hariç, İslâm’a girmedikleri gi­bi önce halkı şüpheye düşürerek kararsızları etkileme, ilerleyen aşamalarda ise top­lumu kin ve düşmanlıkla doldurma ve nihayet Müslümanlara hile ve tuzaklar kurmak suretiyle ortadan kaldırma şeklinde bir strateji takip etmişlerdi.

Yahudilerin Hz. Muhammed ve Müslümanlara karşı ön yargılı olmalarının ve İslâm’a karşı mücadelelerinin arka planında şu hususlar yatmaktaydı: öncelikle o dönemde Yahudi din adamlarının cemaatleri üzerinde tartışmasız otoriteleri vardı. Kuran'da da belirtildiği üzere, din adamları dünyevi menfaatleri gereği hakkı gizleme yoluna gitmişlerdi. Diğer bir sebep de sahip oldukları güçlü dinî ve kültürel gelenekti. Bu güçlü arka plan; Yahudilerin İslâm’a karşı direncini beslemiştir. Hz. Peygamber’in İslâm’a davet çağrısına, Yahudilerin “atalarının yollarından ayrılmayacakları” (Bakara 2/170; Mâide 5/104) şeklinde cevap ver­meleri. bunu göstermektedir. Yahudilerin karşı çıkışlarının en önemli sebeplerin­den biri de hiç şüphesiz ırkçılıktan kaynaklanan kıskançlıkları idi. Hz. Muham­med’in kendi ırklarından çıkmaması nedeniyle, İslâm’a karşı müşriklerle bile it­tifak kuracak kadar Tek Tanrıcı geleneklerine aykırı davranmışlardı.

Hz. Muhammed, bu önyargı ve düşmanlığın gayet farkındaydı. Buna karşı bir dizi tedbir almayı ihmal etmedi. Öncelikle yukarıda zikri geçen Medine Vesika'sı hazırlanmış, ardından Medine’de Yahudilerin hâkim olduğu pazara alternatif bir pazar kurulmuştu. Bu siyasi ve ekonomik tedbirler yanında kılık kıyafetten, saç stiline kadar alternatif uygulamalarla, özgün bir ümmet oluşturularak Yahudile­rin Araplar üzerindeki psiko-sosyal üstünlüğü kırılmıştı. Bu uygulamaların çoğu­nu Müslümanlar bugün Hz. Muhammed’in sünneti olarak uygulamaktadırlar.
Medine’de köken itibariyle Yahudi olan Kaynukaoğulları, Müslümanlarla ak­dedilen anlaşmayı bozan ilk kabiledir. Bedir savaşının ardından Müslümanların başarılarını hafife alarak alay etmekle başlayan psikolojik didişme, Müslüman bir kadına yaptıkları tacize kadar uzanmıştı.

Bu olay bardağı taşıran son damla oldu ve Medine’den sürüldüler. Nadiroğulları’nın sonunu ise, Hz. Peygamber’e karşı suikast tertip etmeleri getirdi ve onlar da şehirden sürüldüler. Medine’de kalan, köken itibariyle Yahudi olan son kabile Kurayzaoğulları ise Hendek sava­şı sırasında Vesikadaki şartlar gereği Müslümanlara yardım etmeleri gerekirken, bunu yapmadıkları gibi, putperest Araplara şehirle ilgili önemli istihbarat bilgileri de vermişlerdi. Kuşatmanın kaldırılmasından sonra, bu davranışlarının hesa­bı sorulmak üzere mahallelerindik kuşatıldılar. fazla direnemeyen Yahudiler Se’d b. Muaz’ın hakem tayin edilmesini talep ederek onun vereceği hükme razı olacaklarını bildirdiler. Eski müttefikleri Sa’dda, onları Tevrat’tan kendi şeriatların da ihanete verilen hükümle cezalandırdı.

Müslümanların Yahudi kabilelerine karşı bu tavırları, onlara düşmanlıklarından değil, bizzat onların düzeni bozmalarından kaynaklanmıştı. O dönem İslam toplumunda bu üç kabile dışında sayılan on beşi geçen birçok Yahudi kabilesi Müslümanlarla yan yana yaşamaya devam etmişlerdi. Hatta Hz.Muhammedin eşlerinden Safiyye ile Reyhane nedeniyle akrabalık ilişkileri dahi kurulmuştu.

Arabistan'ın diğer bütçelerindeki Yahudilere gelince; Hudeybiye sonrası Hayber fethedilmiş, aynı yıl Fedek Yahudileri kendiliklerinden Vadilkura Yahudileri de bir günlük muhasaradan sonra Hayber Yahudilerinin yaptığı anlaşma şartları üzere teslim olmuşlardı. Tebük seferi sırasında da diğer bazı Yahudi kabileleri İslâm hâkimiyetini tanıdılar. Bunların her biri, farklı anlaşmalarla İslâm hâkimiyetine girdiler.

Gündelik Hayatta İlişkiler:

Yahudilerdeki seçilmişlik anlayışı ile asırların getirdiği dışlanmışlık, kendilerini diğer milletlerden üstün gütmeye sevk etmiş, bu anlayış dinî literatürlerine de yansımıştır. Hz. Peygamber'ın çağdaşı Yahudilerin "öteki”ne (Yahudi olmayan/goy) bakışı bu kabulün üzerine inşa edilmiş; kabul Talmud’da şekillendirilmişti. Yahudilerde "öteki"ne bakışın dönemsel olarak, din adamından din adamına, hatta olaydan olaya farklılık gösterdiğini belirtmek gerekir.Kuran’da bu ikili tavra, gayet realist şekilde değinilmiştir; Yahudiler özelinde Ehl-i Kitap’ın bir kısmına bırakılan çok önemli emanetlerin aynen iade edileceği; bir kısmının ise "ümmilere karşı sorumlulukları olmadıkları’’ için çok küçük bir şeyi dahi gasp etmeye çalışacağı belirtilmiştir (Âli Imrân 1/75). Ayette geçen “ümmi" ifadesinin Yahudilerdeki karşılığı "am hara~arets"dır. Yahudi geleneğinde bu tabir, “dini kaygısı olmayanlar" için kullanıldığı gibi, “Yahudi olmayanlar" için de kullanılmaktadır. Burada ikinci mana kastedilmekledir.

Yahudilerin İslam literatürüne yansıyan olumsuz özelliklerinin başkadan şunlardır; Dünya malına çok düşkünlerdi. Hatta bu tutum onları Allah'ı cimri görmeye sürüklemişti (Âl-i İmrân 3/181; Mâide 5/04), Yahudiler Hz. Peygamber’e "Muhammedi ya da "Nebi" ve "Resül" gibi peygamberliğini ifade edecek ya da çağrıştıracak şekilde hitap etmiyorlardı. Genelde oğlu Kâsım’a nispetle "Ebü Kasım" şeklinde hitap ediyolardı.

Bu tutumun, Hz. Peygamber'in, beklenen “kurtarıcı" mesih ismini ya da sıfatını unutturma veya gölgeleme gayretinden kaynaklandığı aşikardır. Bir diğer özellikleri ise. Hz Muhammed ile konuşurken küçük telaffuz oyunlarına başvurmaları idi. Örneğin kendilerine verilen selam’a ‘’lanet veya ölüm’’ manasına gelen ‘’sam’’ kelimesi ile yaptıkları kelime oyunu ile karşılık veriyorlardı.Bunun yanısıra Kur’anda ‘’reina’’(bize bak,bizi dinle manasında hitap cümlesi) yerine aynı anlamdaki ‘’unzurna’’ ifadesinin kullanılmasının tavsiye edilmesi (Bakara,104) yine onların bir kelime oyunları sebebiyledir.Yahudiler o hitapla,bir kelime oyununa müracaat ederek İbranice ‘’ra’na’’ ‘’şu bizim hayırsız !’’ anlamında kullanılanılıyordu.Buna benzer başka örnekler de mevcuttur.

Öte yandan o dönem Müslüman-Yahudi ilşkilerinin tamamen bu tür olumsuz ilişkiler üzerine kurulmadığının da belirtilmesi gerekir.Çünkü kaynaklarda Hz.Peygamber’le aynı toplumu paylaşmanın gereği olarak medeni ilişkiler içersinde olan Yahudilerden de bahsedilmektedir.

Nuh Arslantaş, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı

 
Devamını Oku »

Müslümanların Yabancılarla İlk Etkileşimleri

Müslümanların yabancı kültürlerle temaslarının ilk neticesi düşünsel alanda olmuştur. Yabancı kültürün edebi-sosyal-siyasal-bilimsel yazın birikimi dikkatleri çekmiş ve bu yönde bir yandan fetihler sürerken bir yandan da bu eserlerin Arapça hakim dile kazandırılması çalışmaları hız kazanmıştır.

Temasların bir sonucu olarak, felsefe ve bilim birikimini elde etmeye yönelik olarak gerçekleştirdikleri ilk tercüme faaliyeti hakkında, Emevi prensi Halid b. Yezid (85-704) anılır. İlk Emevi Halifesi Muaviye’nin torunu olan ve ‘Mervan ailesinin filozofu’ olarak isimlendirilen Halid, ilk tercüme faaliyetlerini başlatmakla özellikle İslam bilim tarihinde önemli dönüm noktasına damgasını vurmuştur. Halid, İskenderiyeli Rum asıllı Mar Yuhanna’dan kimya öğrendiği gibi Mısır’da yaşayan ve aynı zamanda iyi Arapça bilen bir grup felsefe alimini Dımaşk’a davet ederek Yunanca ve Kıptice’den tıp, astronomi ve kimya ile ilgili bir çok eseri Arapça’ya tercüme etmelerini sağlamıştır.

Bu devirde bütün ilim dallarını ihtiva eden sistematik ve tedrici tercüme faaliyeti bu sayede büyük ölçüde gelişmiştir. Yabancı eserleri toplama faaliyeti Abbasiler tarafından daha da ileri götürülmüş, diplomatik yollar kullanılarak orijinal el yazmaları elde edilmiştir. En fazla göz önünde tuttukları Yunan eserleri olmakla birlikte Fars ve Hind literatüründen tıp, matematik, astronomi ve coğrafyaya ait eserler de tercüme edilmiştir. Daha sonraki asırlarda bilgin ve sanatçılar, Şam, Buhara, Bağdat, Kahire, Fez, Kayravan, Zeytuna, Kurtuba, İsfehan, İstanbul, Delhi gibi İslam dünyasının en önemli şehirlerinde ikamet ederek buraları ilim merkezleri haline getirmişlerdir.

Aşağıda geniş hinterlandları ile ele alınacak olan medeneniyetlerle İslam medeniyetinin etkileşimleri siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik bir çok alanda gerçekleşmiş fakat; kalıcı, yayılımcı, etkileyici ve değiştirici olması dolayısıyla kültür etkileşimleri bu medeniyetler arasında asırlarca süren ve nesilleri peyderpey etkileyen –halihazırda etkilemeye de devam eden- uzun soluklu bir  etkileşim alanı olarak karşımıza çıkmaktadır. İslam’ın ilk yıllarındaki sahih dini öğretinin ve yalın dünya tsavvurunun değişmesi ve karmaşıklaşması pahasına kültür etkileşimleri her yeni coğrafi fetih ile birlikte daha da girift hale gelmiş, bununla birlikte İslam’ın temel öğretileri yeryüzüne yayılmaya devam etmiştir.

Etkileşimleri sağlayan sınıfların en başta tüccarlar olması manidardır. Tüccarlar, güvenli sınır hareketlerine ihtiyaç duyan, savaş, husumet ve güvensiz devletlerarası ilişkilerden ilk ve en fazla etkilenecek olan sınıf olması hasebiyle kültür etkileşimlerinde öncü vazifesi görmüşlerdir. Özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.) in öğretilerinden sonra İslam’ı kabul eden ilk Araplar’ın sürdürdükleri ticari ilişkilerinin yanına, İslam’ın öngördüğü ve herkeste güven uyandıran düsturları eklediklerinde diğer kültürlerle olan çatışmalar da ortadan kalkmış, ‘İnananlar ancak kardeştir’ ilkesi temel hedef olarak benimsenmek suretiyle karşılıklı güvenin dini boyutu yavaş yavaş inşa edilmiştir. (Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013)

Dünya, her dönemde çok boyutlu bilgi kaynaklarına ihtiyaç duymuştur. Günümüz modernist paradigmaları ‘global’ tektipliliği önerse de, müslümanın algısı bu konuda berrak olmalıdır. Çünkü İslam medeniyetinin dinamikleri bizzat Kur’an merkezli bir evrenselliği işaret eder.

‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır; nereye dönerseniz dönün Allah oradadır.’ ayetinin İslam medeniyetine sağladığı perspektif, onun toplumlarla kurduğu bağın temel kriterlerini oluşturur. Olumlu olumsuz günümüzde dek süren etkileşimlerin, medeniyet havzaları arasında sağladığı potansiyeller artık ‘global’ algının tek merkez idrakine indirgenmiş durumdadır.

Bugün artık dünya, gittikçe anlamsız bir hal alan ve baskın kültürün gücü ile birer robot haline dönüşmüş durumdadır. Doğu’nun Batı karşısındaki bu durumu için tarihsel geçmiş hiç de uzak değilken, Doğu, yenilmişliği, geri kalmışlığı çoktan benimsemiş olarak, kendisinde varolan dinamikleri bir türlü harekete geçirememekte ve kendi kültürel mirasının üzerinde yükselen Batı’nın, günümüzde artık yozlaşmış politikalarına küresel ölçekte maruz kalmaktadır. Uzun süren sömürgeleştirme hareketlerinde neredeyse paramparça olan Doğu dünyası, düşmanlığın, husumetin, savaşların ve katliamların sıradanlaştığı bir coğrafya haline gelmiştir.

Kanımız odur ki, eğer Batı, gerçekleştirdiği rönesans sonrası bilimsel ilerlemelerine devam etmesine rağmen, Doğu coğrafyasına yönelip başta küçük eyaletlerden başlamak üzere sömürgeleştirme hareketine girişmemiş olsaydı, salt kendi bilimsel teknolojik gelişmeleri bağlamında yoluna devam etseydi, Doğu kendi geri kalmışlığını bir süre sonra aşabilirdi. Sömürgeleştirme; sosyal-ekonomik-kültürel-siyasal boyutlarıyla, aynı coğrafyayı paylaşan insanların birbirlerine olan güvenlerini, inançlarını, sadakatlerini yerle bir etmeyi başarmış bir proje olarak, bir medeniyeti bir daha ayağa kalkamaz şekilde sakatlamanın da adı olmuştur. Birkaç asır önce birbiri ile ciddi etkileşimlerde bulunan iki medeniyetten birinin ilerlemesinin, diğerinin bu denli bir ölümüne neden olması doğrusu ancak sömürgeleştirme gibi son derece ‘alçakça’ bir girişimle açıklanabilir. Bu nedenle kurumlarına, siyasal yapısına, dini değerlerine, siyasal dengelerine, ilmi zenginliğine, kültürel kuşatıcılığına karşı oynanmış bu oyunu bozmak Doğu’nun her evladının boynuna bir borçtur. Elbette bunun başta siyasal olmak üzere birçok nedeni vardır. Hilafet kurumunun ortadan kaldırılmasıyla idare eden odak mevzusundan yoksun kalan Doğu dünyası, kültüründen, dini değerlerinden ve tarihsel birikiminden yola çıkarak yeniden kendi rönesansını gerçekleştirebilir.

Yukarıdaki değindiğimiz ‘ Doğu da Batı da Allah’ındır.’ ayetinin sağladığı kozmolojik gerçek, müslüman idrakin maddi ve coğrafi sınır algısına esir olmaması sonucunu doğurur. Zamanın doğrusal olmasından ziyade devrî olduğu düşüncesini de buna eklediğimizde, İslam medeniyetinin teorik olarak medeniyeti tektipleştirme tehlikesine karşı tedbir aldığı da gözden kaçmamalıdır. İslam medeniyetinin böyle bir gücü vardır ve bu güç, bizzat onu vareden iç dinamiklerinde mevcuttur.

Global dünya düzeninin, medeniyetler çatışması senaryolarına karşı İslam’ın kadim medeniyetlerle kurduğu sağlam iletişimin en azından teorik sonucu bize ‘Doğu’da Batı’da Allah’ındır.’ ayetinde gizli olan ortak insanlık mirasını işaret etmektedir.

Gönül Yonar- Hece Edebiyat, İslam Medeniyeti Özel Sayı, 2013
Devamını Oku »

İslam İnancın'da Medeniyet

İslâm inancı açısından Medeniyet devlet teorisi olma­yıp, Müslüman toplumun yeryüzünde “halifetü’l arz” vasfına uygun şehir sis­temleri kurarak ticarî/içtimaî/ilmî/adlî yapıyı imar etmesidir. Bunun bir akitler, bağıtlar yapılaşması ile karşılıklı mesuliyetler getirdiği tartışmadan varestedir. Şehirler sistemi, Osmanlı asırları boyunca Osmanlı siyaset yapısının yanında tat­bik edilmiştir. Osmanlı siyaset yapısına taraf olmayan halkın vakıf, bedesten, mahalle, tımar, tekke, medrese ve kadılık sisteminin gerçek hamisi ve hadimi ol­duğu reddolunamayacak bir gerçektir. Medeniyet ahkâmı yaşayan toplumla ilgilidir, halkın Müslümanca yaşamına/dindarlığına dair kurumlarıdır ve top­lumsal manada yalnızca İslâm’dır.

(Lütfi Bergen)

Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »