Kuran-ı Kerim ve Bir Medeniyet İnşası

Medeniyet tabiri bizim geleneğimizde olumsuz anlamının yanı sıra olumlu manada da kullanılmıştır. Birçok eserde rastladığımız “Islâm Medeniyeti” tabiri bu kelimenin olumlu manada kullandığı yerlerden biridir. Islâm Medeniyeti, ta­biri gerçekte geniş bir coğrafî alanı, engin ve zengin bir kültürel mirası, derin ve köklü bir kültürel geleneği ifade eder. Bu tabirle coğrafî olarak Uzakdoğu ve As­ya’dan başlayıp Afrika'nın içlerine, Kuzey Afrika’dan ta Pasifik okyanusuna ka­dar geniş çaplı bir coğrafi alanın sahip olduğu ve insanlığa miras bıraktığı kültü­rel çeşitliliklerin birleşimi anlaşılır. İşte bu devasa coğrafi yapı ve farklı dil ve et­nik kökene sahip toplumların mensubu olduğu medeniyet, “Bu şekilde sizi orta bir ümmet kıldık ki insanlığa şahitler olasınız, Resul de size şahitlik etsin’’(Ba­kara Suresi, 2/143) ayetinin muhatabıdırlar.

Aslında Kur’an’ın dünya görüşü onu beyan etmek ve tebliğle sorumlu olarak Hz. Peygamber’in hayatında tecessüm etmiştir. Hz. Peygamber’in hayatı, Kur’an’ın fiili tefsiri ve tatbikidir. Onun hayatında müminler için en güzel örnekler yeral­maktadır. Kur’an ve onun fiili tefsiri niteliğindeki sahih sünnetin içerdiği inanç, ibadet, ahlak, hukuk, siyaset, iktisat ve diğer alanlarla ilgili esas ve uygulamalar, İslâm medeniyetinin fikri ve ameli yapıtaşları olmuştur. Kur’an’ın kılavuzluğun­da yürüyen İslâm medeniyeti, kaynağını vahiy ve akıldan alan bir özellik arz et­miştir. Bu medeniyet vahyin rehberliğinde yürümek isteyen müminlerin akılları­nın erdiği, fehimlerinin yettiği ve muhayyilelerinin canlandırdığı yapı(m)larla şekillenen bir medeniyet olmuştur.

Hikmetin müminin yitiği olduğuna inanan İslâm ümmeti, İslâm’ın iman esas­larım, şartlarını, amelî hükümlerini, ahlak esaslarını, bireysel ve toplumsal haya­ta dair umdelerini, diğer kültür ve medeniyetlerin birikimlerinden de yararlana­rak harmanlamış ve böylece İslâm kültür ve medeniyetini inşa etmiştir.

Mukaddes kitaplar insanlara, kılavuz ve ilham kaynağı olur, insana, hayata ve evrene dair ortaya koydukları esaslarla medeniyet yolculuğunda güzergâh belir­lerler. Son İlâhî çağrı olan Kur’an da Yesrib adını taşıyan Medine’yi nurlandırarak “münevver” hâle getirmiş ve bu şehri “Medine-i Münevvere” yapmıştır. Hz. Peygamber, Medine’de ilk İslâm şehrini kurmuştur. Burada şehrin planlamasını, camisini, cami çevresindeki müştemilatı inşa ederek ilk örnek İslâm şehrini oluş­turmuştur. Hayata, insana, insanlara arası ilişkilere ve evrene dair söylemleriyle İslâm medeniyetinin tohumlarını ekmiştir. Medine’deki Mescid-i Nebevi, bitişi­ğindeki medresesi, hücre-i saadete ait odaları ile çok yönlü işlev gören bir külli­ye örneği olmuştur. Bu şehir çarşısı, sokakları, caddeleri, pazarı ve diğer mekân­larıyla Raşit halifeler döneminde eklenen diğer ilaveleriyle bir medeniyet örneği olmuştur. İslâm tarihinde Mekke ve Medine’den sonra farklı Müslüman devlet­lere başkentlik yapan diğer İslâm şehirleri, İslâm kültür ve medeniyetinin ışıltı­larını muhtelif coğrafyalardaki diğer şehirlere de yaymışlardır.

Allah Resulü, Medine’de önce müminler arasında sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışmayı emretmiştir. Asırlardır birbirine düşman olan Evs ve Hazreç ka­bilelerini barıştırmış, Mekke’den gelen muhacirlerle Medineli ensarı kardeş yap­mıştır. Ensar ve muhacir kardeşliği Kur’an tarafından da övülmüştür. (Haşr, 9) Kur’an, müminlere erdemli olma ve takvada yardımlaşmayı emretmiş, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayı nehy etmiştir. (Maide, 2) Allah Resulü, Medine’de başkalarıyla ve diğer din mensuplarıyla bir arada yaşamayı hedeflemiş ve Medi­ne Vesikasını imzalamıştır. Karşı taraf ahitlerine bağlı kaldığı müddetçe kendisi hiçbir andlaşmayı bozmamıştır. Peygamber olmasına rağmen Önemli meselelerde vahiy yoksa ashabıyla müşavere etmiş, şura ve istişareyi müminlere de tavsiye etmiştir.‘’İşlerin hakkında onlarla müşavere et, azmedince artık Allah'a dayan, Allah kendisine tevekkül edenleri sever." (Al-i İmran, 129)

Kur’an'ın ilk muhatapları üzerindeki en büyük dönüşümü önce inanç düzeyinde yapmıştır. Cahiliyye Araplarının gökleri ve yeri yaratan ancak sonrasına karışmayıp işlevsiz hale gelen  birçok ortağı bulunduğuna inanılan Allah anlayışını hiçbir etkisi ve belirleyiciliği olmayan, evreni yarattığı sonra da onu kendi haline bırakan ve artık hiçbir şeye karışmayan etkisiz eleman niteliğindeki tasavvuru kökten yıkmıştır. Kur’an’la birlikte bu anlayış kökten değişti ve Allah inancı, Müslüman bilincinin merkezine yerleşti. İslâm, Allah merkezli bir din, İslâm medeniyeti de Kur’an merkezli bir medeniyet oldu.

Kur’an’ın ahkâma dair ayetleri, İslâm geleneğinde özgün bir hukuk sistemi­nin şekillenmesini sağladı. İslâm dininin iki temel kaynağı olan Kur’an ve sün­nete, icma ve kıyas da eklenerek yepyeni bir hukuk sistemi gelişti, serpildi. Di­ğer deliller de desteklenen bu fıkıh sistematiğinin sağladığı gelişme, İslâm me­deniyetinin bir fıkıh medeniyeti olarak adlandırılmasını sağladı.

Kur’an, ağır çöl şartları altında yaşayan bedevi bir toplumu kısa sürede hadari ve medeni bir ümmet hâline getirdi. Kur’an’nın birçok suresinde bireysel hayat­tan, gündelik yaşama ve hatta görgü kurallarına dair ayetlerin varlığı dikkati çe­ker. Bu ayetlerde Allah Resulüne karşı konuşma adabından, yemek davetlerine, evlere ve odalara nasıl girileceğinden, aile içi insani ilişkilere dair öğütleri de içe­ren birçok görgü kuralı yer almaktadır. Kur’an’ın evlenme ve boşanma adabına dair kuralları, evlilik ve yuva kurma, nişan ve düğün âdetlerine dair genel pren­sipleri, İslâm kültür ve medeniyetinin kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş, tarihi süreçte farklı milletlerin âdet ve gelenekleri üzerinde derin izler bırakmıştır.

Kur’an’ın yenilmesi ve içilmesini helâl veya haram kıldığı gıdalar, eti helâl veya haram olan hayvanlar, yeme ve içemeye dair çizdiği sınırlar İslâm medeni­yetinde diğer medeniyetlerden farklı bir yemek ve mutfak kültürünün ortaya çık­masını sağlamıştır. Yenilmesi ve içilmesi helâl veya haram olan gıdalara dair sı­nırların netliği İslâm geleneğindeki mutfak kültürünü diğer mutfaklardan net bir biçimde ayırmıştır.

Kur’an’ın sanata dair bakışı, güzele ve güzelliğe dair temel bakış açısı, güzel sanatlar alanında da İslâm medeniyetinin diğer medeniyetlerden farklılığını orta­ya çıkarmıştır. Putperest bir toplumu ıslahı hedefleyen Kur’an’ın heykel ve res­me yönelik sınırlayıcı ve mesafeli tutumu, İslâm medeniyetinde resim ve heykel­den ziyade, hüsn-ü hat, tezhip, nakkaşlık ve minyatür gibi yönelişlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. İslâm’ın sanat ve estetik anlayışı Müslüman toplumlara özgü sanatların gelişmesini, geleneksel sanatların ortaya çıkmasını, mimari yapı­ların farklı bir estetik anlayışla tasalarnmasını sağlamıştır. İslâm geleneğinden devraldığı mirasa diğer toplamların kütür ve medeniyetlerinden de istifade ede­rek Osmanlı medeniyetinin insanlığın Kültürel mirasına kazandırdığı mimari eserler, İslâm estetiğinin ince zevkini ve mimarının yükseldiği zirveyi yansıtır.

Kur’an’ın musikiye ve eğlenceye yönelik bakışı, İslâm medeniyetinde özgün bir musiki zevkinin doğmasını sağlamıştır. Musikinin ruhun gıdası olduğu anlayışı,tensel hazları ve taşkınlığı değil, ruhsal dinginliği ve huzuru arayan farklı bir zevk ve ahengin tezahür etmesini sağlamıştır.

Medine’de inşa edilen mescidin merkezi işlevi ve konumu, İslâm şehirlerinin merkezinde mabedin yer aldığı bir yapılaşmaya göre kurulmasını sağlamıştır. Bu ilk örnek Islâm medeniyetinde, ceminin etrafında medreselerin, aşevlerinin, tür­belerin yer aldığı külliye geleneğini ortaya çıkarmıştır.

Kur’an her şeyden önce bir fesahat ve belagat şaheseri, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesidir. Cahiliye şairlerini susturan Kur’an’ın eşsiz fesahat ve belagati, içerdiği edebî zenginlik Islâm medeniyetinde sözün, şiir ve edebiyatın gelişimi­ne çok büyük etki etmiş, büyük ediplerin yetişmesine zemin teşkil etmiştir. İlâhî hitabın bu hususiyeti işitme ve söz merkezli bir medeniyetin inşasını sağladı. Is­lâm medeniyeti kelâmın, dil ve sözün merkezde yer aldığı bir medeniyet oldu.

Hiç kuşkusuz medeniyetlerin teşekkülünde tek değil çok farklı etkenlerin ve unsurların etkili olduğu söylenebilir. Vahiy gelenekleri ve dinler kadar, insan aklı ve bilgisi, tarih ve coğrafya da medeniyetlerin teşekkülünde önemli etkenler­dendir. İslâm medeniyetinde Müslüman toplumların Kur’an’ı esas alarak yaşa­maya çalışmaları, İslâm medeniyetinin teşekkülünde bu İlâhî kitabın büyük etki­sini ortaya koymaktadır. Elbette İslâm toplumlarının bütün düşünüş ve davranış­larının, kültür ve medeniyetlerinin tamamen Kur’anın eseri olduğu ve onun ta­rafından belirlendiği söylenemez. Ancak bütünüyle olmasa da büyük oranda Kur’an’ın etkili olduğu inkâr edilemez bir gerçektir. Bu gerçeğin bilincinde ola­rak bazı doğubilimciler İncilsiz bir Hıristiyanlık mümkündür ancak Kur’an’sız bir İslâmiyet asla demekten kendilerini alamamışlardır.

Nebevi geleneğin son halkasını teşkil eden Hz. Muhammed’in veda hutbesin­de müminlere emanet olarak bıraktığı Kur’an ve sünnet ekseninde kendi destanını yazan İslâm medeniyeti insanlık tarihine ışık tutmaya, müminlere ilham kay-nağı, münkirlere boy aynası olmaya devam edecektir

Mesut Okumuş / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam Neyi Hedefliyor: Müslümanca Yaşamayı mı, Uygarlığı mı?

...Kültürün uygarlık hâline dönüştürülmesi, bu demektir ki, kültür unsurlarının süslenmesi, pahalı, tekellüflü hâle dönüştürülmesi, insanın sapmasında, doğru yoldan kaymasında başat rol oynamaktadır.

Bu itibarla bir Müslümanın gündelik hayatında ihtiyaca binaen kullandığı - barınaklardan, ibadethanelerden başlayarak sofra malzemesine kadar her türlü eşyanın asal görevini icra edecek biçimde imal edilmesi; onların süslenerek, pahalı malze­me ile yapılarak asal işlevlerini yapamaz durumda bırakılmasından, başka bir de­yişle kültürün uygarlığa dönüştürülmesinden kaçınması gerektiği anlaşılmaktadır.

Hâlen, ulaşılması istikametinde hedef olarak seçilen Batı uygarlığı, “hakikat”ten kalkıp akim yetenekleriyle kendini sınırlamış değil fakat akıldan hareket­le akılda sınırsız yetenekler vehmetmiştir. Onun aklı insanı eşrefi mahlûkat ola­rak görüyor fakat tanımladığı eşrefi mahlûkat doğayı sömürme hakkını kendin­de görebiliyor. Yalnızca doğayı değil, başka insanları da eşyayı da... Batı dünya­sının sömürgeciliğinde, onun, insana tanıdığı böylesi bir tanımı öngörmesinin izini sürmek mümkündür. Oysa aynı insan tanımından hareketle insanı eşrefi mahlûkat olarak tanıyan İslâm telakkisinde, insana, şerefli mahlûka yaraşır bi­çimde tabiata, eşyaya, insana muamele etmesi telkin edilmektedir. Böylece o, ta­biata ve insana kardeş, ana, bacı muamelesinde bulunur. Onun hedefinde bir uy­garlık kurma yoktur, o, kendi kültürünün unsurlarını inşa etmekle yetinir, O kül­türün uygarlık hâline dönüştürülmesine izin vermez (vermemeli). Nitekim mescitlerin ihya edilmesi, onların görkemli biçimde inşa edilmesi olarak değil, fakat işlevine uygun biçimde tasarruf edilmesi (mescitleri ziyaret, orada ibadet) bağla­mında algılanmıştır. Böylece insan, mescidin değil fakat mescit insanın hizmeti­ne âmâde kılınmıştır.

İslâm'da hem varsıllığın, hem yoksulluğun övüldüğü durumlarla karşılaşıla­bilir. Bu, öngörülen bir ilkedeki çelişki olarak yorumlanırsa oradaki hükme yan­lış anlam verildiğini düşünürüz. Varsıllık da yoksulluk da şükür vesilesi olarak görülebiliyorsa bu hükmün içerdiği hikmet anlaşılır hâle gelir. Müslümana, dün­yadan el etek çekmesi salık verilmemiştir; bilakis bu dünyada yaşayan kul ola­rak onun hakkının yerine getirilmesi öngörülmüştür. Ancak dünyanın hakkının yerine getirilmesi Müslümanın algısına göre ondan müstağni olmayı sonuçlar; ona ram olmayı değil... Böylece, kimi yerlerde görülen paradoksal hükümlerin, İslâm'ın asal mantığı olan ve çelişkiyi aşan bir mantıkla (bu mantığa diyalektik mantık demekte sakınca görmüyorum) kavranılması gerektiğine işaret etmiş olu­yoruz. Bu mantığın isterlerine göre hareket edildiğinde, dünyaya istiğna göster­mekle dünyayı insana hizmet eder duruma geçirmek imkân dâhiline girer. Tersi, yani insanın dünyaya hizmet etme hâli, Müslüman algısında ihtimaller âlemin­den tard edilmiş olur. Böylece İslâm’ın özgül mantığına da işaret etmiş oluyoruz.

Buradan, günümüzün güncel sorunlarına değinme fırsatını yakalayabiliriz. Yaklaşık son yüzelli yıldan bu yana İslâm dünyasında yaşayan insanlara musallat olmuş yanlış sorulara, yanlış cevaplar verme... Soru doğru konulmayınca onun ce­vabını da doğru almak söz konusu olmaz. Niçin televizyonu (ve benzeri her türlü aleti) Müslümanlar icat etmedi; niçin Ay’a seyahati Müslümanlar gerçekleştirme­di? Bu istikametteki sorulan istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz. Bu sorular karşı­sında takınılan tutum ve cevap şudur: Bu sonuç, bizim tembelliğimizden, ilme ge­reken önemi vermememizden kaynaklanmıştır! Fakat acaba? Acaba Müslüman­lar, kendine özgü hayatin hakkını vererek yaşamaya özen gösterseydiler, bu tür icatlara yönelme ihtiyacım duyarlar mıydı? Bu tür icatlar, Hristiyan Avrupa insa­nının, son tahlilde Kilise’ye karşı olan tavrından çıkan ilim anlayışının ürünüdür. Bu ilim anlayışı, Kilise’nin tasarrufunda bulunan dine karşı geliştirilmiş bir telak­kinin eseridir. Bu ilim, sekliler ve profan bir anlayış temelinde neşvünema bulu­yor. Bu anlayış biçimi, aynı zamanda onun ahlakî anlayışının da temelini oluştu­ruyor. Başka bir deyişle, bizim Tanzimat ve sonraki dönem aydınlarımızın gıptay­la baktığı Bati dünyasının ilim telakkisi işbu seküler ve profan ahlak temelinde yükseliyor. Dolayısıyla o ilmi talep ettiğinde, onun ahlakı da istemesen de kendi­ni dayatmakta gecikmez, öte yandan tümüyle bu ilim ve ahlak telakkisinin icadı olan modem ilim, Müslümanların aşina olduğu bir telakki tarzına asla çanak tutmaz. Aya gitmek, televizyon icat etmek gibi durumlar, Müslümanın hayatında reel karşılığı olan ihtiyaçlar cümlesinden sayılmaz. Neticede bütün bunlar, basit bir hesap meselesinden ibarettir ve gözde büyütülecek işlerden sayılmamalıdır. Zor olan, tağuti hayattan vaz geçebilme noktasında temerküz eder. Oysa Batı uygarlığının dayattığı hayat tam, insanı tağuti bir rejime yöneltiyor. Müslümanın asıl bu dramatik durumun farkına varması talep edilmelidir.

Kısacası, hangi noktadan hareket edersek edelim, aynı tabloyla karşılaşıyoruz: İslâm, bizden tekellüflü bir hayat yaşamamızı talep etmiyor. Bilakis, basit ve sa­de bir hayatı öngörüyor. Bu basit ve sade hayat, insanı, hem başka insanlardan, hem dünyadan müstağni kılıyor; Ban tarzı uygarlık ve onun telkin ettiği yaşama tarzı ise insanı hem dünyaya, hem başka insanlara bağımlı kılıyor, oysa onun talebi bunun tam da teni istikamette yer alır. O, dünyaya ve başka insanlara ege­men olma niyetiyle yola çıkmışken ona hizmetçi durumuna giriyor. Tanzimat’tan bu yana, İslâm ülkesinin aydınlan farkına varmadan tam da bu köle olma hâline sahip çıkmış oldu. Sonuç, istemese de, onun talebinin ve tahayyülünün zıt istika­metinde tecelli etti. O, Batı’nın ilmini benimseyerek kendi toplumunu özgürleştir­menin yolunu açmak isterken, onu -ilâhı hikmet gereği- ilme ve dünyaya köle kıl­dı. Cahiliyeden kurtulmanın yolunu ararken, cahiliyenin tam da ortasına düştü.

Öyleyse yapması gereken şey nedir? Basit: zihinsel hicretini gerçekleştir­mek,.. Zihinsel hicret, on un zihnine yerleşmiş olan tağuti düzenin tüm ayartıcı kavramlarını, kuramlarını zihninden dışlayarak, İslâm’ın öngördüğü basit hayat tarzına talip olmak; kendi asal ilmini yeniden, sil baştan ondan ne istediğini kav­ramak ve gereğini yerine getirmek.,,

Rasim Özdenören / Hece Dergisi,İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Kirli Bilgidir Batı

Kirli bilgidir batı. Time Wamer’dir, CNN’dir BBC’dir. Batı, Walt Disney inparatorluğudur. Roma’dır, romandır batı. Polisiyedir. Aşk-ı Memnu’dur. Yasak aşk. Aşk ve Gurur. Madam Bovary. Alafrangalıktır, züppeliktir, zibidiliktir. Bihterin intiharı, Behlülün kaçışı, Masaldaki yedi kardeşin gömüldüğü yerdir. "Do­ğu der ki Batıya, güneşi fethetsen de! Ruh gerçeği bendedir, madde yalanı sende. ” Batı domuz bağıdır. Taammüden seri cinayettir. Tragedyadır. Komedyadır.

Batı mahremiyet perdesini yırtmaktır. Kapıyı kırmaktır. İnsanı özgürlüğe esir etmektir ve bu esaretin felsefesini kurmaktır. Leyla’sı yoktur batının, Kays’ı yok­tur. Laura’sı, Beatrice’i, Frederika’sı, Lenore’si, Virgina’sı, Anabel Lee’si, Kate­rina’sı vardır ama bir teşhir ürünü olarak, hiçbiri Leyla’nın tırnağı değildir. Ay­dınlanmıştır ama şulesi yoktur batının, ruhu sönmüştür.

Broadway caddesinde dünyanın en güzel kadınları dolaşıyor ama herkes ışık­lı dev panolardaki kadın resimlerine bakıyor. Batı pazardır. Çelik yığınını dünya harikası diye satmaktır. Cafe De Floor’da da yeni bir ilhamm neşvünema bulma­sına imkân yoktur. Kiliselerinin hemen tamamı müze batının.

Batı nedir? Modern devlettir. Bedenin mutlak hakimi devlet. Batı kolonya- lizmdir.Yani su yerine kolonya içmektir. Hafız’a karşı Dante okumak. Endü­lüs’te, balkanlarda kıyımdır, sürgündür, işgaldir, mübadeledir, soy kırımdır, kula kulluktur. Batı kafatasıdır, milliyetçiliktir, ırkçılıktır, ari ırkçılık. Yoğun bir makyajla cemaziyelevvelini unutturmaktır. Gelibolu’nun gözünü çıkarmak için Yeni Zelandadan yola koyulmaktır.Buradan oraya gitmeye  hazırlanan, terki diyar etmek isleyen New Yunanilerimize İnat. Batıya gidip de evine dönmeyenlerimize,batıya gidip de evini işgale gelenlerimize inat.

Batı Endülüs te “Arabın baktığı son yer"dir. Batı, devletine doğrultması için ateşli silahlarla donatılan 'Hareket Ordusu‘nun hareket ettiği yerdir. Batı, Filistine,Şeria’ya. Gazze’ye fosfor bombası yağdırmaktır. Irak'ta Ebu Gureyb’dlr. Güney Amerika’da Guantanamo. Mısır’daki sehpaları Eyfel’den, Trafalgör’dan, Pissa’dan, Abide-i hürriyet heykelinin omuzlarından temaşa etmektir.

Bastille’dir Batı. Dinde reformdur. Srebrenitsa’dır, toplu mezardır, onbaşı führerdir, general Ratko Mladiçtir. Batının neydüğü belirli değildir. Sanırsın Lahey Adalet Divanıdır. Belki sahiden öyledir. Paralı askerdir geri kalanı dünyanın batıya. Jenosiddir batı, reklamdır, tiraddır. Batı Hamlettir. Broadway. Şanzelize, İstiklal Caddesidir, Çiçek pasajıdır. Toledo Katedralidir, Notre Damı ve Köln Katedralidir. Batı Foucoult’nun sarkacıdır. Atomu parçalamaktır. Kendini ruhu­nu parçalamaktır. Parçalarına bölünmek, harcını, hamurunu unutmaktır. Otopsi­dir batı, parça parça otopsi. Psikiyatridir, parça parça psikiyatri. Şerefsiz psiki­yatri. Mistisizmi yemektir batı, binbir gece masallarını, Katmandu’yu yemektir.

Batı tanrılardır. Tanrıçalardır. Panteondur. Çıplak, erotik, pornografik heykel­lerdir. Zeus’tur, Brütüs’tür batı. Davud Heykeliyle Michelagelo’dur. Athena’dır, paganizmdir batı. Bildiğiniz paganizm. Vatikan’dır, kilisedir, katedraldir. Batı ideolojidir, ortaçağdır, her şeyi kurumsallaştırmadır. Bizans’tır batı, baroktur, go­tiktir, rokokodur. Haddini bilmezliktir, Tanrının hakkını Tanrıya verme iddiasın­da bulunmaktır, Sezar’ın hakkını Sezar’a verme iddiasıdır. Sapmadır batı, Sodotn Gomore’dir. İnsanın, ruhunun, meleğinin düşüşüdür. Existansiyalizmdir. Varlığın sürüsünü kaybetmedir, kuzuyu kurda kaptırmaktır, kendinde kaybolmaktır.

Roman kahramanıdır batı. Roma kahramanıdır. Üstünlüktür, Ubermensehtir. Cermen ırkının yahudiden üstünlüğüdür. Acemin Araptan, Arabın acemden üstü nlüğüdür. Auscvich’tir, toplama kampıdır, toplu mezardır, Holocost’tur. Da­vud’un kalkanıdır. Main Kampf’tır. Adam Shimit’tir batı. İrindir, kandır. Batılı­laşma Dersim tertelesidir: Dersim’i medenileştirmedir. Kore'de ölmeye karşılık Nato üssü olmadır. Kore’yi bölme ve medenileştirmedir, Afganistan’a, Irak’a kanla demokrasi götürmedir. Suriye’yi paramparçalamadır. lxnin’e önce heykel dikme sonra onu glastnost/açılım ile devirmedir. Önce demir perde yapma sonra parçalamadır batı….Yapıbozumcudur batı. Kurt taksimi yapar. Dünyanın sinir uçlarını eline geçirmedir. Müslümana Müslümanı boğazlatmadır, Tekbiri sloganlaştırmadır. Müslümanın kendini vurması için gâvurdan silah almasıdır.

Umutsuzluktur Batı.Terördür,seri cinayettir. Robespier'dir. Hem insan ve Yurttaş Hakları Bildirisi hem de  kendinden olmayana sağır ve dilsiz olmaktır.

Ötekini anlamamaktır, asla anlamamak, filiyle ötekileştirdiğini anlamamak. Ya­ni Batı, Maria Antoniettedir. Saf, salak, sarşın Maria... İnsanlığa kendi konumundan bakan Maria.Umudun tükendiği yerdir Batı.Isa diye kuru bir ağacın al­tında Godoyu beklemektir. Kuru ağacın altına Godo gelmeyecektir. Hiçbir yere gelmeyecektir. Yazık batıya, güneşi batmaktadır. Batıya acımak hüzünle bakma­lı. Yazık insanlığı bilmiyor, insanı hissedemiyor, melekelerini yitirmiş, ruhunda­ki kıvılcım sönümlenmiş, Gördüğüm Avrupa şehirlerinin hepsinde eski bir ha­pishane havası vardı. Güzelmiş bir zamanlar, görkemliymiş besbelli ama tüken­miş. günah kadar bile parlamıyor şimdi.

Engizisyondur batı, bilmeyen yoktur. İspanya İç savaşıdır, Guvernica’dır, Guvernica. Batı bir sergi salonudur. İleride müzesi kurulur: Batı Medeniyeti Mü­zesi. Ne iyi olur. Biz görmeyiz. Bizde hayat olduğunu hissediyorlar. Korkuyor­lar Türklerden. Onlar ortak biz pazar. Batı pazardır. Gösteri merkezidir batı, si­nema. tiyatro salonu, dans pistidir. Striptizdir, teşhirdir, fotoğraf makinasıdır. Modemizm’dir. Post-modemizme evirilmedir ama evvelemirde engizisyondur. Kan yutturup kızılcık şerbeti içirten kapitalizmdir. Kibirdir. Ortak kabul etmeyen bir kibir. Ben ateştenim diyor doğuya batı, ben ateştenim. Oryantalizmdir batı, Oksidentalizmdir. Faşizmi rahminde büyütmüştür. Hem karartmadır hem aydın­lanmadır. Tırnak içinde Aydınlanma. Katırtırnağı değil.

Mücrimdir batı, günah ile beraber doğmuştur. Bin dereden su getirse arınamaz. Tuna yetmez. Sein yetmez. Main yetmez, Missisipi yetmez vaftizine batının. İtiraftır batı, günah çıkarmadır, günah çıkarmayı oyunlaştırmadır. Hakikati tahrif­tir. Büyük bir anlatı, büyük bir büyü, büyük bir hikâye bile kuramıyor artık. Pas­lanmış, oksitlenmiş, ölüyor artık. Savaştır batı. Sadece insanlıkla değil iç savaştır.

Teslistir batı. Çarmıhtır. Toledo Katedralinin duvarlarında hala kan damlayan mancınıklardır. Batı Yedi Yıl Savaşlarıdır, Otuz Yıl Savaşlarıdır, Seksen Yıl Sa­vaşlarıdır, Yüzyıl savaşlarıdır. Batı Birinci Dünya Savaşından dört gün sonra İkinci Dünya Savaşıdır. Bize ise batı Duyunu Umumiyedir, İttihat ve Terakkidir. Kredi kartı borcudur. Gasptır, petrol kuyularını gasp. Deniz aşırı, okyanus aşırı, aşın sömürgeciliktir. Kolonilere karşı güç birliğidir. Sadece Haçlı saldırganlığı değil, sadece İslamafobya değil aynı zamanda ve belki daha fazla Protestan-Katolik mücadelesidir. Westfalya... Evet Westfalya...

Arızi bir sorun, geçici bir hastalık, olmuş bitmiş bir şey değil, ruhu kıtalar do­laşıyor. Batı Adolf Hitlerdir, Francisco Franco’dur, Benito Mussollinidir. İnşa et­tiği insandır bu. Hepi topu budur demiyorum. Çok da biliyor değilim. Montesqu­ieu nun, Voltaire’nin,Rosseau’nun, Diderot’un hatırını, hakkını teslim ederiz elbet,ama bildiğim Batı Guvernica'dır. Picassodur, deli Dali’dir. Tımarha- bombardımandır, bombardıman. Nagazakidir, Hiroşidarı. Rambodur batı.

Tahrir Meydanının üstüne helikopterle kurşun yağdırmaktır, kurulan idam sehpa­larını seyretmektir. Dinler arası diyalogdur Batı, dinler arası diyalog.

Batı, banka sistemidir, banka cüzdanıdır, kapitülasyondur, Bankalar caddesi­dir, yıkımdır. Batı mevduattır, adalet yerine faizin ikamesidir, çok uluslu şirket­tir. Batı, Serbest Piyasa Kapitalizmdir. Büyüdür. Hokus pokustur. Batı Las Ve- gas’tır, Holy Wood’dur, Pentagon’dur.

Batı, elbet bir yaşama biçimidir, bir duyuştur, bir lezzettir. Domuz sosisidir. Batı, içine şeytanın kaçtığı yerdir. Batı gladyatörlüktür, lejyonerliktir. Mephisto- dur. Mephisto. Faust’u bildiniz mi? Magna Carta, bildiniz evet. Batı, Musevi’ye fırınlama, Kızılderili’ye kıyım, Cezayir’e soykırımıdır batı. Macaristan’ı çiğne­me, Vietnam’a Hanoy’a, oy baştanbaşa ölüm yağdırmadır.

Batı Wall Strettir. Borsadır, bankadır, faizdir, fed’dir. Merkez bankasıdır, merkez bankaları. Dow Jones endeksidir, Tokyo borsasıdır. Parayı verenin düdük çaldığı ver­meyenin izzetinden olduğu yerdir. Piyasadır, arzdır, taleptir, tüketimdir, tasarruftur, stoktur, yatırımdır, üretimdir, salt kâr amacıdır. Birincinin üstüne İkinci dünya sava­şı, onun da üstüne soğuk savaştır.. Sa­vunma Üssüdür, Füze Kalkanıdır, İncirlikteki seksen atom bombasıdır, üstün Alman kanı, mavi kan. Niçe’nin, Haydeger’in kanı. Zonguldak’taki bale salonu, Kürecik’teki Ra

Araplara “Arap baharı” Suudilere “savaş jetleri”ni eş zamanlı olarak satmak­tır: F 15 tipi jetler. Birleşik Arap Emirliklerine, Katar’a, Umman’a Aphaci heli­kopterler, Black Havvklar satmaktır. Biz Tahrir sevincineyken, biz Gezide tence­re çalarken. Batı dünya silah ticareti trafiğini istikrar ve düzeni bozmayacak şe­kilde sevk ve idare etmektir. Dünya silah pazarının yüzde 80’ini ABD’nin elin­de tutmaktır. Pentagon’u dünyanın her yerinde her daim hissetmektir. Biz Soft Power yaparken su uyur düşman uyumaz.

Böyledir. Batı pazardır. Makyaveldir batı. Çıkardır, kârdır. Din işlerinin dünya işlerinden aynlmasıdır. Martin Luther’dir batı, Jean Calvin’dir. Lafızcılıktır. Mealcilik mi desem. Batı batılı için ‘İznik akidesidir, “Kadıköy akidesi”dir. Pizzadır ba­tı. Şarap ve domuz etidir. Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrının hakkını Tanrıya diye tarımına hakkını verdiğini iddia edecek kadar haddini aşmak, yani laikliktir batı.

Batı, Kabemizin yanı başına Zemzem Tower’i dikmektir.

Hece Dergisi,Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Süper Kahramanlar; Gerçeklik ve Gelecek

Süper Kahramanlar; Gerçeklik ve Gelecek

Hollywood’un süper kahramanları; örümcek Adam, Yarasa Adam, Süpermen, Kedi Kadın üzerinden bir gerçeklik ve gelecek öngörüsü yapmaya çalışa­lım. Süper kahramanlar üzerinden dünyaya atılmışlık mitinin temsilcisi, kendi gezegeninden kovulmuş bir Süpermen karşımıza çıkar. Tanrısal güçleri ile bu uzaylı karakter gizil güçlerini kullanmadığı durumda Clark Kent adında, sıradan bir Amerikan vatandaşından daha kabiliyetsiz bir kişilik profili çizer. Sakar, ka­dınlarla ilişki kurmada beceriksiz, tedirgin, sönük tavırları ile sunulur. Aynı tab­loyu Örümcek Adam için de söyleyebiliriz. Diğer bir süper kahraman Kedi Ka­dın, cinsiyeti gereği giyim tarzı, makyajı ve gereksiz nezaketi üzerinden küçüm­senir. Süper kahramanların genel özellikleri olarak asosyallik ve mesleki başarı­sızlıkları ile tanımlayabileceğimiz bu karakterler, ait oldukları orta sınıfın alay konusudurlar. Fakat ait oldukları orta sınıfa özgü bir güçleri vardır. Klasik Holl­ywood sinemasının orta sınıfa özgü tanımlamalarında karşımıza çıkan rastlantı,süper kahraman filmlerinde özgü bir sihir taşımaktadır;dönüşüm.

Tanrısal güç sahibi süper kahramanlar dönüşerek içerisinde bulundukları dün­yayı değiştirecek gücü ortaya koyar. Dönüşüm; bu anlamda hem kahramanın ken­disi için, hem de yaşanmaz hale gelen dünya için umut vaat etmektedir. Dönüşüm için bir arzuya ihtiyaç duyulmaz. Beklenen, arzulanan bir durum olmadığı gibi kahramanın da bu anlamda yaşadığı dünyadan bir rahatsızlığı dahi yoktur. Tanık­tır sadece. Tesadüf sonucu gelişen bir olay dönüşüm kurgusunun başlangıcı olur. Hollywood sineması için önemli bir öykü inşa nesnesi olarak tesadüfü anmak ge­rekir. Hollywood senaryosunda öykünün merkezine yerleşen tesadüf, batılı yaşam tarzının dışma çıkarılmıştır. Yapılandırılmış bir yaşam sürerken kontrol dişilik an­cak kaza ile ilişkilendirilir. Ki İngiliz dilinde de kaza/olay (accident) aynı zaman­da tesadüf olarak anlamlandırmaktadır. Hayatın gerçekliği, kurgulanamaması rasyonel olarak açıklanamayacak olması, sinemada bu şekilde yer bulmuştur.

Kendine has dili ve anlatım özellikleri ile izleyici üzerinde görsel/işitsel bir alan sunan Hollywood sineması bizlere kişisel gelişim karakterleri sunmaktadır. Hollywood için toplumsal gerçeklik, kendisinden beslenerek evrensel gerçekliği yönetme/yönlendirme iddiası ile şekillenmektedir. Hollywood’un bu anlamda önemli işlevi; geleneksel değerleri ve egemen kurumlan meşrulaştırarak egemen ideolojiyi sağlamlaştırmak, ya da egemen ideolojiyi aşılamak olarak değerlendi­rilmektedir. Bireycilik, sahip olma, hâkimiyet ve yarışma arzusu, ataerkil yapı, ırkçılık vb. değerler üzerinden bir tanımlama yaptığımızda Hollywood sineması sanılanın aksine her anlamıyla ideolojik bir sinema olarak değerlendirilmektedir . Bu ideolojik kurgu, rasyonelleşme/dünyevileşme ve hâkim olma arzusu ile kendini kamufle etmiş, kendi gerçekliğini yenileme yönünde çaba sarfetmektedir. Hollywood batının ideolojik kaynakları ile sadece kendine ait bir etki alanı oluşturmanın değil, tüm düşünce kanallanna hâkim olmanın, tüm düşünme ve okuma biçimlerini şekillendirmenin sinemasıdır. Hakimiyetini, kendini eğlence mecrasına yerleşmiş olmanın verdiği rahatlık üzerine ve “efekt” ile her geçen gün biraz daha meşrulaştırarak.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Öteki Dünyanın İnsanları

Batı'daki güç ve iktidar tutkusunun insan algısına etkisini en net biçimiyle Ba­tı’nın diğer toplumlara bakışında görebiliriz. Batı, geçmişten günümüze kendisini hep farklı ve üstün görmüş, diğer insanları ise kurduğu sisteme olan bağlılıkları­na veya tehdit durumlarına göre farklı derecelerde ötekileştirmiş ve aşağılamıştır. Öteki insanları, kendi -Batı- kültürünün kıstaslarını kullanarak değerlendirmiş ve onları kendine benzetme çabası içinde olmuştur. Özellikle Rönesans döneminden sonra her şeye bilimsel yönden yaklaşan Batı, “Bilmek hâkim olmaktır.” felsefe­siyle öteki dünyanın insanları üzerine de çalışmalar yapmıştır. Oryantalizm olarak adlandırılan ve Edward Said’in çalışmasıyla gündeme gelen bu bilim, “Doğu’yla -Doğu hakkında saptamalar yaparak, ona ilişkin görüşleri meşrulaştırarak, onu be­timleyerek, öğreterek, oraya yerleşerek, onu yöneterek- uğraşan ortak kurum ola­rak, kısacası Doğu’ya egemen olmakta, Doğu’yu yeniden yapılandırmakta, Doğu üzerinde yetke kurmakta kullanılan bir Batı biçemidir” (Said, 2012: 13).

Haçlı seferleri, coğrafi keşifler ve sanayi inkılâbı gibi gelişmelerin etkisiyle dış dünyaya açılan ve kendisine hem siyasî güç hem hammadde hem de pazar arayan Batı, oryantalizm kapsamında “yüzyıllar içerisinde Doğu’ya dair taraflı-tarafsız, çok sayıda incelemede bulunmuş, bunları şiirden romana, buradan da bilimsel tes­pitler içerdiği iddia edilen eserlere varıncaya kadar geniş bir yelpazede sunmuştur. Bütün bu çalışmalarda Doğunun kimliğini en ince ayrıntısına kadar, bildiği kadar belirlemeyi de hedeflemiş, bununla da kalmayarak, bizatihi askerî ve siyasî işgal ve müdahaleleriyle inşa etmeye çalışmış” (Canbay Tatar, 2012: 95) ve hâlâ çalış­maktadır. Zira Batı, kendisini modernliğin ve medeniyetin temsilcisi olarak gör­mektedir. Her ne kadar tarih boyunca yayınladıkları bildirgelerde bütün insanların özgür doğup özgür yaşadığını belirtseler de onların medeniyetlerine erişememiş!) diğer toplumları ve barbar insanları istedikleri seviyeye getirebilmek için yapılacak her türlü müdahaleyi kendilerine meşru görmüşlerdir. Çünkü Batı’nın algısına gö­re öteki dünyanın insanları, hem her şeye müstahak, ilkel mahlûklar hem de kötü­lüklerin ortaya çıkmasına sebep olan günah keçileridir. (Canbay Tatar, 2012: 96)

Batı, medeniyet ya da uygarlık götürme gibi değişik adlarla ama aynı amaçla öteki dünyaya tarih boyunca birçok saldın gerçekleştirmiş, bu dünyanın insanla­rını sömürülecek veya köleleştirilecek kişiler olarak görmüştür. Bu durumun en acı örneklerinden birisi, Amerika kıtasının keşfinden sonra sömürgeyi kabul et­meyen yerlilerin katledilmesi ve Afrika’dan zorla toplanan yüzbinlerce insanın köle olarak yine bu kıtaya getirilmesidir. Amerika’ya taşman bu insanlardan ya­rım milyonu, otuz kırk gün süren, uzun ve işkence dolu bu yolculuklara dayana­mamış, yollarda feci şekilde can vermiştir. Kıtaya ulaşmayı başaran iki milyon altı yüz bin insan ise köle olarak en ağır, en pis işlerde çalıştırılmış, en kötü or­tamlarda yaşatılmışlardır. Demiryollarının döşenmesi, madenlerin çıkarılması ve binaların yapılması gibi medeniyet inşasının her safhasında ve en zor işlerde görev alan bu insanlar, insanlar arasında eşitliği savunan bütün bildirgelere rağ­men, 1865 yılına kadar köle olarak kabul edilmişlerdir. 1865 yılından sonra -her ne kadar kölelikten resmiyette kurtulmuş gibi görünseler de- yaşayabilmek için uzun yıllar boyunca zor şartlar altında çalışmaya yine devam etmişlerdir.

Kendi medeniyeti için milyonlarca insanı köleleştiren Batı, Amerika ya da Avrupa kıtasına köle olarak getiremediği öteki dünya insanlarına ise değişik sö­mürgeleştirme programları uygulamıştır. Özellikle dil üzerine yoğunlaşan bu programlarla öteki dünyanın insanları kültürlerinden, değerlerinden uzaklaştırıl­mış; “modernleşme” ve “küreselleşme” gibi kavramlarla Batı değerlerine yaklaştırılmışlardır. Böylece gün geçtikçe Batı hayranı olan bu insanlar, sömürülmeye karşı çıkmak bir tarafa bu durumdan haz duyar hâle gelmişlerdir. Batı’da yaşa­nan müsrif hayata karşılık, dünyada her yıl sekiz milyondan fazla insanın açlık­tan ölmesi (Polatoğlu, 2008: 3) ve insanların buna duyarsız kalması, sömürge programlarının nasıl çalıştığını ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, insanın eşit ol­duğu bildirgelerde defalarca vurgulanmış olsa bile, tarih boyunca güç ve İktidar uğruna gerektiğinde kendi insanını katletmekten çekinmeyen Batı’nın, öteki dünya insanını ikinci hatta üçüncü sınıf insan olarak algıladığı ve böyle algıla­maya devam edeceği aşikârdır.

Sinema, bir yaşantı sanatı olarak tanıklığınıza talip ol­maktadır. İzleyerek dâhil olmaya başladığınız andan itibaren sizi, kendi gerçekliği ile buluşturur. Böylece tanıklığınız ile filmin iddiaları arasında ortaya çıkan bir ik­na süreci başlar. Bu özelliği ile sinema sanatının gerçekliğe en fazla ihtiyacı olan bir sanat dalı olduğunu iddia edebiliriz. Sinema bu şekilde eğlence sanatı olmaktan ziyade ikna sanatına dönüşmektedir. Sinema fantastik yapıtlarında dahi kendi ürettiği gerçeklik üzerinden bir tutarlılık iddiası içermektedir. Bu tutarlılığı izleyici/ta­nık tarafından kabul görmelidir. Hollywood sinemasının ikna kabiliyetinin sırrı, rasyonel olanı ön planda tutması, rasyonel olamayan karşılaşma anında duyguları ön plana çıkararak buradaki rasyonel eksikliği efekt kullanımı ile bertaraf etme be­cerisinden kaynaklanmaktadır. Akılcı olmayan bir öyküye yönelik şüphelerininiz efektle rötuş edildiğinde izleyiciye sadece filmden keyif almak kalır.

Sinemanın tanık/izleyici ile kurduğu anlam bağım güçlendiren şey zamandır. Yani filmin “an”ı kullanma biçimi. Kendi gerçekliğini sunduğu biçimsel yapı ile “an”ı ve öyküyü sunuş biçimi ait olduğu anlatı kültürünün öğelerinden beslen­mektedir. Hollywood sinemasının “an”ı kullanış biçimi, öyküyü sunuşu, insanı bir proje olarak tanımlayan bir medeniyetin izlerini taşımaktadır. Bütün açmaz­ları çelişkileri, saplantıları ile bahsettiğimiz insan, filmle keşfedilen/keşfeden, Çözümlenmiş/çözen, çoğaltılan/çoğaltan bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır. Efektif özellikleri ile Hollywood sineması, proje filmin -proje insana dönüşme aracı olarak görülebilir.

Batılı anlatı gelenekleri üzerinden düşündüğümüzde Hollywood sinemasının da ait olduğu toplumun kendine özgü anlatım özellikleri taşıdığını söyleyebiliriz. Dünya algısı, varlık/eşya ilişkisi, Batı mitlerinden çağdaş anlatılara değin geniş bir perspektif sunmaktadır. İlle de bir kıyas yapılcak olursa Tanpınarın doğu anlatılarında trajedi yoksunluğuna sebep saydığı kadercilik anlayışı benzer etkisini sinemada da göstermektedir. Doğu sinemaları kendini kaderciliğe teslim ederken, Hollywood rasyonalite ve trajediyi kendine mesken edinmektedir. Do­ğu anlatı geleneklerinden beslenen sinemalar çoğunlukla kendi halklarına yöne­lik, onların dilinden hikâye anlatmaya meylederken, Hollywood sineması terci­hini dünyaya, eşyanın/tabiatın/dünyanın kontrolü ideolojisine dönük olarak sos­yal psikolojik bir dünyaya müdahale mekanizması olarak karşımızdadır.
Bu çerçevede Amerikan toplumunda Afro-Amerikan bir başkanın olması ih­timalinin öncelikle beyaz perdede görülmesi önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir. İkna sürecinin anlaşılması açısından Afro-Amerikan başkan filmlerini önemli buluyorum. Şöyle ki; Afro-Amerikan bir ABD Başkanı beyaz perdede ilk olarak yerini 1930’lu yıllarda bir komedi filmi ile alır. Film, Sammy Davis Jr.’un daha yedi yaşındayken kamera karşısına geçtiği “Rufus Jones Başkan Oluyor” adlı filmdir. Müzikal komedi türündeki 21 dakikalık filmde Sammy Davis Jr., yedi yaşındayken başkan olan bir küçüğü canlandırdı. Bu ancak bir komedi fil­minde gerçekleşebilecek bir olaydır. Ardından “The Man” (1972) filminde Afro- Amerikan Başkan rolünü bu kez usta aktör James Earl Jones devralır. Jones, bu filmle sağlık sorunlarından ötürü görev yapamaz durumda bulunan başkan ve bu müdahale alanını soft bir eğlence alanı olarak değerlendirmek onu küçült­mek olacaktır. Bu bağlamda Hollyvvood sinemasında geleneksel kurumlan ve hâkim ideolojiyi meşrulaştırma yönelimlerinin yanı sıra, farklı ideolojiler kurma­nın da önemli bir unsur olduğu görülür. Hollyvvood sinemasında her film kendi gerçekliğini üretir. Kanıtlarını sunar ve gerekçelendirir. Olmasını arzuladığı dün­ya tasavvurunu net bir biçimde betimler ve izleyici/müşteriye sunar.

başkan yardımcısı yerine başkanlık koltuğuna oturan kişi rolünü üstlenmiştir. Ardından 1998 yılında çekilen “Derin Darbe” filmi ile felaket filminde dirayetli duruşu ile ön plana çıkan ve doğru kararlar alıp halkı bir arada tutabilen Afro- Amerikan başkan imajı ile önce beyaz perdede tanışan Amerikan toplumu ardın­dan bu dönüşüme siyaseten tanıklık etmiştir . Hollywood, komedi filmi konu­su olarak başkanlıktan, başkan vekâletine ardından kahraman başkanlığa doğru evirilen süreçte başarılı bir ikna rolü üstlenmiştir. Öte yandan başka filmlerde ezilen toplumsal figür olarak yer alan Afro-Amerikan olmak, zamanın ruhuna yönetim erkinin tam kalbinde başat rolünü almıştır. Bu ikna hareketi Amerikan halkına değil tüm diğer ulusları iknaya yöneliktir.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Batı’nın Osmanlı Algısı: Hem Canavar Hem Pazar

Batı’nın Osmanlı Algısı: Hem Canavar Hem Pazar

Batılıların Osmanlı’yı çok da geç olmayan dönemlerde tanıma imkânı bul­dukları, kurulan siyasî, ticarî ve diplomatik ilişkilerden anlıyoruz. Bu nedenle da­ha yakın zamanlara kadar canavarlık ve barbarlık hikâyelerinin anlatılmasının gerçekçi ve inandırıcı olmadığı açıktır. Hem yoğun ticaret yapılıyor hem de bir yandan ‘canavar’ ve ‘barbar’ olarak nitelendiriyorlardı Osmanlı’yı.

Avrupa’da Türklere/Osmanlı’ya karşı ciddi bir korkuyla karışık merak vardı. Avrupalılar seyahatnamelerinde özel olarak ele aldıkları konuyu Türkiye ve Türkler başlığı altmda ele almışlardır. Hatta 1603 yılında Londra’da Türkleri anlatan ve orijinali 1200 sayfa olan devasa bir kitap yazılmıştır. Ancak bu kitap­larda da, konuşmalarda da, genel olarak hafızada oluşan imge, gerçeklikten son derece uzaktı. Tek kelime Türkçe bilmeden Osmanlı tarihi yazan Avrupalı yazar­lar vardı. 17 ve 18. yüzyıllarda Avrupa’nın Türkleri tanıma ve anlama çabaları sürüyordu. Fransa’da, 1480-1609 arasında Amerika’ya dair kırk kitap yazılırken Türklere dair seksenden fazla kitap yazılmıştır. Bunlar o dönemdeki ilginin yö­nünü göstermekle beraber, bu ilginin gerçeğe ulaşmaktan ziyade tasarlanmış bir gerçek çevresinde dolaştığını göstermektedir. Niceliksel olarak bu kadar eserin anlama üzerinde değil anlamama üzerinde, görmek yolunda değil hayal etmek yolunda, bilmek için değil bilmemek için olması, açıkçası Avrupa’nın, hem zi­hinsel işleyiş şeklini hem de siyaset aracı üretmekteki yeteneğini göstermektedir.

Açık olan bir şey var o da Batı’nın Osmanlı algısı tehdit kavramı üzerinden izah edilebilir. 15 ve 16. yüzyılda Avrupa’ya meydan okuyan en büyük tehlike­yi, Avrupa’nın kalbine kadar sokulan Osmanlılar temsil etmekteydi. Bu tehdit algısı güvenlik endişesi kadar, mülkiyet hakkı, din özgürlüğü gibi bir dizi alan­da yoğunlaşıyordu. Hatta Türklere karşı mücadele fikri uzun süre, Osmanlı dün­yasıyla diğer her türlü ilişkiyi dışlayacak şekilde, Avrupalıların zihinlerine mu­sallat olmuş gibidir. Osmanlı Batı’nın yüzyıllar sonra gördüğü en büyük akını düzenliyor, toprağına kattığı yerleri askerî olarak değil her anlamda ihya ediyor­du. Osmanlının bıraktığı izlerin silinmemesi korkusu, bu izlerin insanların inançları üzerinde değişim etkisi doğuracağı endişesi Batının Osmanlı imajı üzerinde oynamalara girişmesine neden olmuştur. Osmanlı imajı üzerinde oynayarak yanık bir psikolojik ortam ve rahatlama sağlıyorlardı. Ama anlattıklarının Osmanlı ile bir ilgisi yoktu. Ancak bu anlatıların ve yazılan eserlerin Avrupa haf’ızasını şekillendirdiği muhakkak.

Batının Osmanlı algısındaki parçalanmanın bir kanadında ticarî ve siyasî ilişki­ler geliştirilirken, diğer kanadında ise akla hayale gelmeyen hikâyeler anlatılıyordu. Bir Batılı olarak Solnon da aynı tespiti yapmaktadır. Solnon’a göre Batı Avrupalılar bir yandan Osmanlı'yı şeytan olarak nitelendirip, diğer yandan Osmanlı ile tica­ret yapıyorlardı. Avrupalılar ticaretlerini Osmanlı sarayına kadar taşımışlar, daha iyi ilişki kurmak için hediyeleşıneyi de öğrenmişlerdi.'Her şeye rağmen korkunç Türk imajından vazgeçmiyorlardı. Osmanlı’ya dair bir sürü vahşet hikâyesi anlatılıyordu.

Avrupanın savaşan taraflarından çok Osmanlı ile savaşmayan tarafları -Ba­tı Avrupa hafızayı şekillendirecek kayıtlar tutuyor, algı oluşturuyordu. 17. yüz­yılda Batı’daki Türk/ Osmanlı algısı hâlâ netlik kazanmamıştır. Türkler kan içi­ci, insanları esir eden yaratıklardır, ön yargılar çok ileri düzeydedir. Yargı ve al­gı 18. yüzyılda dahi biraz, netlik kazanmasına rağmen gerçeklikten uzaktır. Or­taylı’ya göre bu yüzyıl, Batı’ya dünyanın bütün diğer bölümlerine durgun mede­niyetler ve bu insanlara da gelişmeyen toplum adamı olarak bakma bilincini ge­tirmiştir. Ancak Osmanlı ile tarihî ilişkiler kuran Fransızlar için bile Osmanlı bu kapsamın dışına çıkamamıştır. Hatta Solnan’a göre, Osmanlıların en başarılı oldukları konularda bile, en mutedil yazarlar dahi olumlu bir görüş beyan etmi­yordu. Bunun birkaç istisnası vardı elbette.

Orta Çağ’daki ilkel alışkanlıklarını düşünsel olarak belli alanlarda sürdüren Batı, tanımlarını ve anlatılarını da bu perspektifle kuruyordu. Hâlbuki Osmanlı gerçe­ğini içeriden görecek durumda olmaları bir yana, zaten gördükleri de bir vakıadır. Erken dönemde diplomatik ve ticarî ilişki kurulmasına rağmen, özellikle Fatih za­manında Venedik, Kanuni zamanında Fransa ile kurulan yakın ilişki, Avrupa’nın Osmanlı gerçeğini görmesine yetmemiştir. Diyalog kurdukları Osmanlı’yı, kendi ülkelerindeki insanlara canavarlaştırarak anlatmalarında bir siyaset olduğu çok açıktır, buna ilave olarak ikinci neden ticarî nedenlerdir. Siyasî nedenlerin başında, Avrupa’da Osmanlı karşıtlığı üzerinden bir dirilme, canlılık ve birliktelik hesapla­nırken, Osmanlı’nın ilerlemesine karşı Hristiyan bilinç çerçevesinde Haçlı ruhu oluşturarak, bu ilerlemenin önünde bir barikat oluşturma nedeni olabilir. Ticarî ne­denlerin kökeninde ise Avrupalı tacirler kendileri Osmanlı ülkesinde ve başkentin­de rahat rahat gezerken ve ticaret yaparken, bu ticaret hacminin paylaşılmasının önüne geçmek için bir canavar imajı oluşturulmuştur. Avrupalı meraklıların ve başka tacirlerin Osmanlı ülkesinde rahat gezemeyeceklerinin anlatılması, bir canavar imajının oluşturulması Osmanlı ülkesine tacir akım oluşmasına engel olmuştur. Avrupa’da körüklenen Osmanlı korkusuyla, Hristiyan dünyasının askerî ve siyasî olarak dehşete düşmesi, sonra da harekete geçmesi bekleniyordu. Ancak ticarî ola­rak harekete geçmemeleri için anlatılar farklı bir evrende seyrediyordu.

Aydınlanma çağının modası olan, toplumsal değişme veya durgunluk sorun­ları felsefî ve sosyolojik alanda Avrupa merkezli bir görüşle ele alınmaya başla­mıştır. Bu nedenle Batı’mn Osmanlı algısının modern zamanlarda tüm dünya­ya aynı şekilde yayıldığı söylenebilir. Zira Batı dünyası düşünsel merkezine yer­leştikçe Orta Çağ’a özgü ilkel, cahilane hatta saçma-sapan birçok tanım, sıfat, al­gı, korku biçimi de sürmüştür. Batı’nın Osmanlı ve Müslümanlara bakışındaki bu gerilik Batı’nın düşünsel merkeze oturmasıyla merkeze yerleşmiştir. Bu algı ve tanımların bu zamana uzanması, Batı’nın düşünsel olarak hiçbir yeniliğe gi­rişmemesinden, ayrımlar yapmamasından olmuştur. Sonrasında ise bu algı ve ta­nımlar bir siyaset ayrımı ve aracı hâlini aldı.

Hece Dergisi, Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Aklın İnsan Hayatındaki Yeri

Aklın İnsan Hayatındaki YeriAklın insan hayatındaki yeri olaylar ve nesneler arasındaki ilişkiyi kavrama alanıyla sınırlıdır. Bu ilişki kavrandıktan sonra doğru ve yanlışı seçmek her dayanak noktasına göre değişecektir. Aldığımız dayanak noktası hangisi ise bize göre doğru öylece temayüz edecektir. Bu yüzden aynı olay birine doğru gelirken diğerine yanlış görünebilir. Akim yolu birdir diyerek bütün insanları kendi görüşümüze sığdırmaya çalışmak aklı ortadan kal­dırma çabasınd
an başka birşey olmaz.

Eğer bizim güzel bulduğumuz şeyi bütün insanlar güzel bulacak olsalardı güzellik denilen şey ortadan kal­kacaktı. Eğer birşeyin iyi olduğunda herkes birleşirse ona artık iyi dememiz mümkün olamaz. Çünkü iyi ve kötü, güzel ve çirkin ayrımı yapabilmemiz için hem iyinin hem de kötünün, hem güzelin hem de çirkinin yaşaması gere­kir. Bunlardan birini ortadan kaldırsak zıddını da orta­dan kaldırmış oluruz. Aydınlık ancak karanlık olunca anlaşılır, uzun ancak kısaya göre uzundur. Eğer dünya­dan küfür kalkacak olsaydı imanı nasıl tanıyacaktık? Yeryüzünde, ahlâklı insanların bulunduğunu namussuz- ların mevcudiyeti yüzünden anlayabiliyoruz.

Akıl bize zıtlıkların mevcudiyetini, kâinatta olan bi­tenin çeşitliliğim gösteriyor. Akim yolunun bîr olduğu iddiası ancak olaylar ve nesneler arasında ilişkilerin bulunduğunu teyidetme noktasında geçerlidir- Âma ilişkilerin mahiyeti sözkonusu olduğunda artık akıl hüküm  yürütmez. Bundan böyle hükümran olacak şey müşahhas durumlardır. Yani insan eğitimi, duyguları, ahlâki değer yargıları, hedefleri açısından kendi için doğru olanı seçer. Bu noktada aklın yolu birden fazladır.

Kötü olandan bahis açtığınız zaman iyi olana atıf yapmış olursunuz. Önceyi bilen sonrayı da bilmiş olur.Bir şeyi yapmak, başka bir şeyi yıkmak demektir. Bir şeyi yıkmaya başladınız mı başka bir şeyi de yapmaya başla­mış olursunuz. Ölümü bilen hayatı da bilmiş olur. Hayatı bilmeyenlerin ölümden de birşey anlamadıklarını söyleyebiliriz» Aklın yolu birdir diyen insanlar mümkün  olan iki ihtimalden, içiçe bulunan iki gerçekten ancak birini hesaba katanlardır.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

İnsan'da ''Ben Bilirim'' Tavrı

Biliyorum Tavrıİnsanlar arasında sağlıklı bildirişin ancak bildiriyi alanın karşı karşıya kaldığı bildiri önünde "boş" bulun­masıyla mümkün olur. Daha doğru bir ifadeyle, bir hitap veya bir metin bize ancak o metnin veya hitabın "altın­da* kaldığımız taktirde Öğretici olabilir. Eğer benimseme iradesini önceden gösterirsek bir düşünceyi, bir sanat eserini anlayabiliriz. Yani hiçbir bildiriye peşin "biliyorum"la yanaşamayız. Yanaşırsak bu bilgiden (eğer bilgi konusu bir malzeme varsa tabi) uzak bir alanda çakılıp kalacağızdır. Esasen, öğrenmek bir açılma, kendini açma halidir .Talebe isteyen demek olduğuna göre, bir bakıma onun avuç açtığını, kendini boş kabul ettiğini hesaba katmalıyız. Bir şey bildiği iddiasıyla öğrencilik yapmak, öğreneceğine kendini önceden kapamak anlamına gelir.

Söyleyen gerçekten söylediği kimsenin yararına bir bilgiyi sunacaksa, yani onda yaşayan gerçeği tecessüm ettirme çabası içine girmişse, onun bu haliyle kıdemli olduğu önceden kabul edilmelidir. Bir filozofun yanlışını çıkarmak üzere okumaya başlarsak hem kendimizi onun üstüne koymuş oluruz, hem de onda yaşayan muhtemel gerçeği yakalama imkânını kendimize kaparız. Yalnız bir filozofu değil, bir arkadaşımızı anlamak için bile onun söyledikleri önünde eğilmek, onu doğru anlayabilmek için söyleyeceklerini peşin hükümlerden arınmış bir ruh hali ile dinlemek zorundayız. Ama ne yazık ki günlük hayat içinde insanlar başkasının söyleyeceklerini, söyle­mekte olduklarını hep bildiklerini kabul ederler. O kadar ki çoğu kimse karşısındaki konuşurken onun gerçekten ne dediğini anlama çabası göstereceğine, o susar susmaz ne giyeceğini düşünerek dinler. Yani söyleneni hep "bilir". Bildiği için de söyleneni hiçbir zaman anlayamaz, imkânını kendine tıkamıştır.

Bu meselenin dikkate değer bir yönü daha var. Bir kimse yalnızca dostunu iyi anlamaz, aynı zamanda ger­çek düşmanını da iyi anlar. Çünkü insan düşmanına karşı "uyanıktır" düşmanına karşı "biliyorum" tavrıyla yanaştığında zararlı çıkacağını, tedbir alamıyacağını akletmek zorundadır. Bu yüzden düşmanı konuşurken, dikkat kesilir, kendinin bütün kavrama gücünü harekete geçirir, anlamayı temin etmek için peşin hükümlerini bir yana bırakır, düşmanını anlamak için eğilir, zihnini boş kılmaya çabalar. Yoksa, onu anlayamıyacak, onunla ba- şetmek için tedarikte bulunamıyacaktır. İnsanın düşma­nım anlama zorunluğu, sonunda onunla gerçek etkileşim içine girmesini de gerektirir. İnsan en çok hasmmdan etkilenir.

Karşıt görüşlü iki bilge, birgün kıyasıya bir tartışma­ya tutuşurlar. Her biri karşısındakinin ne ölçüde yanlış, kendinin ne çok doğru olduğunu kanıtlamaya, bütün zihnî kuvvetini göstermeye girişir. İki muhâsım düşünür sabahtan akşama kadar tartıştıktan sonra ayrılırlar. Ertesi gün bilgelerden biri ötekinin yanma gider: "Kitablarını bana ver" diye başlar sözüne "senin haklı olduğunu an­ladım, bundan böyle senin görüşlerini öğrenip, onları  savunacağım." Diğeri: "kitaplarımı sana veremem" diye karşılık verir, çünkü dünkü tartışmadan sonra senin haklı olduğunu anlayıp onları yaktım." Anlıyoruz ki bu iki bilge birbirlerini  ‘’ biliyorum" edasıyla dinlememişler.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Doğru Sözler...

Doğru Sözler...Doğru sözler, diyor Lao Tse, her zaman aykırı görünürler ama başka hiçbir öğretme biçimi onun yerini tutamaz.
Aykırı (paradoxical) olmak yani toplumda genel kabul gören yargıların dışında bazı düşünceler ileri sürmek, doğruyu araştıranların neredeyse kaçınılmaz akıbeti.
Doğru peşinde olmak,çoğu zaman mevcut durumdan yararlanmakla ters, birbirine zıt noktalarda yer aldıkları için genel geçer yargılardan kolayca kuşku duyulsa yeridir.

Doğru peşinde olan adam mevcut durumdan yararlanmayı düşünmez.
Mevcut durumdan yararlanmayı düşünen de doğruyu araştırıp bulmak diye bir kaygıya sahip değildir.
Herkesin "he" dediği bir düşünme yapısı mevcut durumu veri kabul ediyor demektir. Aykırı düşünme biçimi ise genel kabulün dışında bir ifade sunarak gerçeği ve hakikati yakalamaya çalışır.
Bunun fiyatı yüksektir.



Çağlar boyunca gerçeği ifade eden insanların zulme, işkenceye, haksızlıklara uğraması da bu yüzdendir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

Devamını Oku »

Kelimelerin Ötesindeki Anlama Varmak

Kelimelerin Ötesindeki Anlama VarmakKelimelerin mev­cudiyetlerinin amacı anlamı iletmek düşünceleri aktar­maktır. Bir kez anlam kavranıldıktan, düşünceler anlaşıl­dıktan sonra kelimelerden vazgeçebiliriz. Ama güzel konuşma sanatıyla uğraşan insan için belki kelimeler anlamlardan önce gelir. İşte onlar da araçlarla amaçları karıştırmışlar, başka amaçlar için aynı araçları kullanır olmuşlardır. Eğer düşünceleri aktarmak istiyorsak keli­meler bizi tutmamalı, sadece geçirgenlik yapmalıdırlar.

Kelimelerin ötesindeki anlama varmak, gerçekte bü­tün çağlarda elde edilmeye değer tek şey o.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »