Sünnet,Kuran-ı Kerimin Tefsiridir

Sünnet,Kuran-ı Kerimin Tefsiridir

Kur'ân'da bulduğumuz İslam ne ise, sahih hadis mecmualarında bulduğumuz İslam da aynıdır,

Bu İkisi arsında hiçbir fark yoktur; bu hakikat, tefsir ve hadis ilimleriyle hakkıyla uğraşan âlimlerin malumudur.

Şurası da unutulmamalıdır ki, sahih hadis mecmua (arında tespit edilmiş Allah'ın Resulü'nün hayatı, hem Kur'ân'daki İslam'ı ortaya koymak, tavzih etmek, hem de Kur'ân'daki emirlerin uygulanabilirli-ğini ispat gibi bir fonksiyon da üstlenmektedirler.  O'nun muhafaza edilerek bize ulaşan hayatı sayesin- I dedir ki Kur'ân'daki ideal hayatın bir ütopya olmadığı anlaşılmıştır. Kur'ân'daki hayatın uygulanabilir, yaşanabilir bir hayat, saadete götüren mesut bir ( hayat olduğu anlaşılmıştır.

Bu yüzden Kur'ân'ı tavzih eden, O'nu öğreten, O'nun  anlaşılmasına yardım eden bir hayatı Islâm kavramı dışında mütalaa etmek bize akıllı ve İyi niyetli insanların işi gibi gelmemektedir. Kur'ân, Asrı saadetteki  bahtiyar müminlere ve sonraki nesillere O'nun  mukaddes hayatını örnek olarak gösteriyor ve "And olsun ki sizin için, Allah'ı çokça hatırlayanlar,  ahiret gününü ve Allah'ı ümit edenler İçin, Allah'ın Resulü'nde güzel bir örnek vardır." r (Ahzab, 33/21) diyor.

Şimdi soruyoruz: Gelecek nesillere ve çağlara ulaşma ihtimali olmayacak bir hayat, gelecek nesiller  için nasıl örnek olarak gösterilebilir? Bu abes olmaz mı? Eğer bu suale, bu ahlak yalnızca Kur'ân'da var  diye cevap verilecek olursa, hiç şüphesiz işin erbabı i bilir ki O'nun mübarek hayatı ve hayat tarzı, bütün  tafsilatı ile Kur'ân'da anlatılmamıştır. Bu yüzdendir  ki, hiç şüphe etmeden, İslam, Kur'ân ve Sünnet , bütünlüğünün adıdır, diyoruz. Yani Âlemlerin  Rabbi, Kur'ân'da tafsiline lüzum görmediği mevzuları, sevgili Resul'ü aracılığıyla kullara bildirip öğret­miştir. Kur'ân da O'na "örnek bir insan" demekle, O'nun hayat tarzındaki en küçük teferruatı bile onayladığını ihsas etmiştir.

Nitekim güneşe ve onun ışığına yemin ederek o nimetleri tebcil eden Âlemlerin Rabbi, "Senin ömrüne yemin ederim ki evet, onlar, elbette sarhoşluktan içinde şaşırıp debelenmektedirler." (Hicr,15/72) buyurarak Kur'ân'ın tefsiri olmuş bir hayata da  yemin ederek onu tebcil ediyor. O'nun ömrünün,mukaddes olduğunu, saygıya ve tazime değer olduğunu ihsas ediyor. Her akıl sahibi takdir eder ki, bütün ömür altmış üç yıllık sayısal bir ömür değildir. Bu  yemin edilen ömür O'nun sünneti ve hayat tarzıdır,

Bu yemini şöyle yorumlamak mümkündür. "Senin hayatında tecelli eden İslam'a yemin olsun ki..."

İşte iyi tetkik edilirse görülür ki bu hayat, Allah'ın aziz pir tuttuğu kıymetlere teslimiyetle geçirilmiş bir ömür. İrin dür. Sabırla, tevekkülle, rızayla, kanaatkârlıkla, aşkla, muhabbetle, en kusursuz beşeri münasebetlerle,

hakka ve adalete riayetle, İhsanla, ihlâsla, ıslahla,  hulasa salih amellerle geçirilmiş bir ömürdür. Ümmete ve bütün insanlığa örnek bir ömürdür.

Peki, maksadı kullarına örnek göstermek ve nasihat  vermek olan Allah'ın bu hayatı zayi etmiş olacağı düşünülebilir mi? Düşünülebilir misiniz ki bu hayat yazıya geçmeden, sonraki nesillere ulaşmadan daha,doğduğu bir çağda unutulup gitmiş olsun. Allah'ın lir üzerine yemin ettiği bu tertemiz ömür, elbette en sika kişiler aracılığıyla, sahih senetlerle, gelecek nesillere aktarılacaktı. "Elbette Zikri biz indirdik ve , onu koruyacak olan da biziz." (Hicr, 15/9) ayetinde  geçen "ez-Zikr" ifadesinin sahih hadisleri kapsayabileceği de akla gelebilir. Hatta hadisleri ve İslam'ın en n doğru anlaşılmış biçimi olan Ehl-i Sünnet'i bile...  Çünkü "ez-Zikr" ifadesi Kur'ân'ın çeşitli bağlamların­la da nasihat anlamına da gelmektedir. Bu pencereden I bakıldığında, İslam'ın "Muhammedsiz" (s.a.v.) ola-mayacağı anlaşılır.

İslam ilahi değerlere teslimiyet demekse, o değerle­re teslim olmuş birini ve birilerini de göstermek gerekmez mi? Evet, O'nun hayatı olmaksızın bir İslam düşünmek imkânsızdır. Çünkü Kur'ân bile O dudaklardan dökülerek tespit olunmuş. O'nun Kur'ân dediğine biz Kur'ân diye iman etmişiz.

Hulasa, Kur'ân ve Sünnet İyi tetkik edilirse görüle­cektir ki İslam bir ömürdür. Yaşanmış, yaşanabilmiş ve tatbik edilmiş bir ömür... Üzerine Kur'ân'da yemin edilerek tebcil edilmiş ve sahih hadis mecmualarıyla da bu çağlara ulaşmış bir ömür... Okundukça Kur'ân'ı hatırlatan bir ömür... Kur'ân'ın "Uyun ve örnek alın" dediği bir ömür. Kısaca İslam, O'nun mübarek ömrüdür. Ak köpüklü çağlayan sulan kadar temiz ve temizleyici, güneş ışıkları kadar aydın ve aydınlatıcı, safi hidayet olan bir ömür. Bu ömür İslam'dır, İslam da bu ömür.

(Faruk Gürbüz,Rihle Dergisi)
Devamını Oku »

İnsan Olmak Müslümanlıkla Başlar

İnsanın aklı onu Kur’ân-ı Kerim ’in emir ve nehiylerine uymaya götürdüğü için işe yarar. Batı medeniyetini kuran akil tam tersine insanı hem bilhassa Kur’ân’dan ve hem de İlâhî kaynaklı bütün bulgu ve bilgilerden uzaklaştıran,insana Allah karşısında bir serbesti sağlamaya çabalayan akıldır. İnsanın kulluğu müslim olmakla başlar, hatta insan olmak bir bakıma Müslüman olmakla eş anlama bile gelebilir. Modern insanlar olarak bizler böyle sözlerden fazla anlam çıkartamıyoruz. Müslüman olduk, şimdi Allah'a kulluğumuzu nasıl yerine getireceğiz diye soruyoruz. Karışık ve karanlık bir çağda yaşıyor olmamız bize böyle sorular sorduruyor. Bu sorulara cevap bulmak da çağın karanlığını dağıtmanın bir yolu.

Müslümanın kulluğu cansız maddenin kulluğu gibi başlar. Aklımız bizi Kelimetullah’ın kurtuluş olduğu gerçeğini kavrama noktasına getirmiştir. Şimdi harekedmiz tamamen Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde kalacaktır. Sanki biz “cemâd” imişiz gibi Kur’ân ve Sünnet’in bize hangi faaliyetleri uygun gördüğünü anlar ve uygun görülenin dışında ihtiyaç sahibi olma hevesine kapılmayız. Eğer bunu başarabilirsek kulluğumuz bir üst seviyeye yükselir. O zaman “nebât” gibi kökümüz Kur’ân-ı Kerîm’de olmak üzere hareket edebiliriz. Yani doğar, büyür, çoğalır ve Müslümanca ölürüz.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Vahy İnsana Nasıl İnsan Olabileceğinin Şuurunu Verir

İnsanın hayattaki anlamını bilebilmesi hayatın anlamını kavrayabilmesi için, beynini kâinatın eksenine bağlanabilmek İçin kullanmak kaçınılmazdır. Yerin, göğün, ormanların, denizlerin, hayvanların, insanların deveranını insana bildiren bilgiyi edinmek, bu bilgiye göre hayatını tanzim etmekle insan hayatın anlamına vâkıf olabilir. Yani, Allah’ın insana bildirdiğinden, Vahy’den başka bir şeyi bahis konusu etmiyoruz. Vahy insana nasıl insan olabileceğinin, kulluğunun şuurunu verir. İnsan beynini ve ellerini kullanarak yani bir “kültür” yaratarak diğer canlılar gibi yaşayabilir, ama insan gibi yaşamak ancak Kur’ân-ı Kerîm’in insan için çizdiği sınırlar içinde mümkün olabilir, insan her şey yapabilir ama ne yapıp yapmayacağı helâl ve haram sınırlan içinde anlaşılabilir.

Eğer Kur’ân ve Sünnet bize verilmemiş olsaydı ne yapıp ne yapmayacağımızı bilemeyecek dolayısıyla yaşadığımız hayata bir anlam veremeyecektik.

İnsan aklıyla yaşar. Aklımız bizi Kur’ân ve Sünnet’e bağlı hayatın yegâne verimli, sıhhatli, doğru hayat olduğuna götürüyorsa hayatın anlamını bulabiliriz. Ama aklımız neyin iyi neyin kötü olduğunu tesbit eden kanunların kaynağı haline gelmişse hayatta bir anlam bulamayız. Cansız madde Allah’ın hükmüyle vardır, bitki Allah’ın hükmünü topraktan öğrenir; hayvan vakti bilmekle Allah’ın hükmünü bilmiş olur; insan ise Allah’ın hükmünü Kur’ân ve Sünnet’ten öğrenir. Allah’ın hükmünü bilmeyen hayatin anlamını bilemez. Bu imkâna ise sadece Müslümanlar sahiptir.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde Anlaşılır

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde AnlaşılırMüslümanlar bilginin insanın zihnî mekanizmasının bir türevi olmadığını bilmekle Hegelin perdesini yırtarlar. Bilgi, Yaradan’ın insana ulaştırdığıdır. Bunun ötesi zann’dan ibarettir. Dolayısıyla gerçek ve akıl arasındaki ilişki, gerçeğin algılanış alanında değil, daha ötede gerçeğin kavranış alanında kurulur. Gerçeğin kavranış alanı tasvir edilemez çünkü sabit, statik değildir. Kavrayan ve kavranılanı bu alan içinde tefrik edemeyişimiz yüzünden Müslümanlar dış dünyada donuk, ölü, üzerinde deney yapılabilen ve ondan etkilenmeksizin istifade edilebilen bir “gerçek” görmezler.

Müslümanlar için gerçek kendini gösteren, canlı ve ilişkiye müsait ve müstahak bir yapıdadır. Gerçeği böyle gördükleri için Müslümanlar sağcılar gibi yürürlükte bulunanı mutlak anlamda aklî saymazlar. Hükümranlığını yürüten yaşama yollarını elde ettikleri kesin bilgiye göre hakk veya bâtıl sayarlar. Elde ettikleri kesin bilgi onların solcu olmalarını da imkânsız kılar. Çünkü insanların geçim yollarının, yaşama biçimlerinin, yönetim ve hukuk işlerinin ancak bu kesin bilgi yardımıyla doğru yürüyebileceğine, insanın heva ve heveslerine dayalı rasyonalizasyonların zulmü ve şiddeti insanlar arasında kökleştireceğini bilen yalnızca Müslümanlardır. Neyin meşrû, neyin gayr-i meşrû olduğu muhkem âyetler ve Sünnet-i Seniyye ölçülerinde anlaşılır. Yoksa ne aklî midir diye gerçeğe bakabiliriz, ne de gerçek midir diye aklî olana.




İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Kurtuluşumuz Haddimizi Bilmekle Mümkündür

Özgürlüğünü bilmeyen insan şeytanî ve hayvani hayatında bir fasit daire içinde dönüp durur. Oyalanmak için birçok imkâna sahiptir. Hür olma isteği ve ihtimali, hür olmanın avantajları işte bu imkânlardandır. Hâlbuki özgür olmak sadece bizi insan kılan bilgiden nasibimizi almakla mümkün olabilir. Bizi insan kılan bilgi ise yalnızca Vahy yoluyla peygamberlere ulaşmış ve onlar vasıtasıyla bizim istifademize sunulmuş olan bilgidir. Yani biz Vahy’in temin ettiği bilgi ile aslımızı tanımak, insan olmamızın şartlarını öğrenmek, insan kalmayı başarmak yoluna gireriz. Bu yol bizi asla dünya cennetine götürmez. Çünkü Vahy ile öğrendiğimiz hususlar bizim içinde bulunduğumuz şartlarda kurtuluşumuzu temin içindir, insanoğlu yeryüzüne inen İlâhî bilgiden istifade eder etmez kurtuluş kapısına varır. Kurtuluşumuz, ne olduğumuzu hatırlamakla, görev ve sorumluluklarımızı yerine getirmekle, kısaca haddimizi bilmekle mümkündür.


Vahy dışında hiçbir bilgi yolu bize aslımızın ne olduğunu, ne yapmamız, neyi yapmamamız gerektiğini, hangi sınırlarda insan kalabileceğimizi söyleyemez. Bu yüzden Kur’ân ve Sünnet özgürlük bilgisidir. Aklederek ve akıllıca bir tutumla kendimizi tanıma yolunun muhkem âyetlerden ve Sünnet-i Seniyye’den geçtiği noktasına varabiliriz.


Kaynak:


İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak

Devamını Oku »

Müslüman İçin İnsan Olmanın Anlamı

Müslüman İçin İnsan Olmanın AnlamıMüslüman için insan olmanın anlamı, Allah’ı tanıma imkânına bağımlıdır. Yani insan olmak belli bir kavrayış bölgesinin oluşmasıyla ilgili.Kartezyen anlayış insanı beden ve zihin olarak ikiye bölmüştür. Böylelikle kavrayışı “zihne” münhasır kılmak zorunluluğu ile karşı karşıya kalmış “batılı” insan. Zihin kendine “değer” ve “anlam” türetmeye başlamış böylece. İnsan dediğimiz mahlûk kendi anlamını bir yerlerde arayadurmuş hep. Bu arama faaliyeti içinde Allah’tan başka güçleri kural koyucu, boyun eğilmeye değer kabul ettiği durumlarda kâfir olmuş.

Bazen kendi aklının, bazen bir sistemin işleyişinin, bazen “ilke”lerin kendine anlam kazandırdığını sanmış. Bu zann’larıyla ateşe düşmüş derhal. Vehimlerini terk etmediği sürece, yanmamak için gösterdiği her çaba onu tehlikeye daha fazla yaklaştırmış, dinmeyen bir çırpınış içine düşmüş. Oysa mü’min kendi yetenek ve zekâsını kul olma bilinci seviyesinde kullanmakla “emin” bir bölgeye varmış, tatminsizliklerin ateşinden kendini uzak tutabilmiş tir. Tabiat Müslüman için vasıfları sabit bir nesneler bütünü değil, özelliklerine her zaman daha fazla nüfuz edilebilen bir hikmet aracıdır. Bu yüzden de tabiatın insanla olan ilişkisi Müslüman bir anlayış çerçevesinde basit ve ölçülebilir esaslarla değil, derinleşmeye ve anlamı yükseltebilmeye yatkın bir eda ile yürütülür. İnsanı “zihin” ve “beden'' olarak iki kısım düşünen batılı, tabiat ve insan zıtlaşmasını da düşüncesinin temeline yerleştirmiştir. Müslüman ise böylesı bir kesretten uzaklaşmayı esas düstur olarak benimsemiştir.

Müslümanın kendisi Allah'a yönelme imtiyazı ile insanlığı kavradığı için hayatı başlıbaşına zenginlik saymıştır. Müslümanın "kavrayış bölgesi" Epikürus'un maddi haz, manevi haz ayrımından çok ötededir. Epikürus'un bir anlamda yani burjuvaca yorum içindeki hedonist (hazcı) tutumu materyalizme temel olan tutumdur. Bu anlayış içinde maddi tatmin, manevi tatminle benzer esaslardan kalkılarak değerlendirmeye tabi tutulmuş. Yani her iki tatmin yolunda da insanın algılama, madde olarak hazza konu olma özelliği önemsenmiştir.

Gerçi Epikürus da maddi hazları yetersiz, hatta zararlı bulmuş, manevi hazları tükenmez hazlar olarak kabul etmiştir ama onun manevi hazlardan anladığı şey sanata ve felsefeye sadece zihnin sınırlı kalıpları içinde yaklaşmaktan ibaret kalmıştır. Zaten haz kelimesinin bize tedai ettirdiği nokta da bir bitişi vurgular. Çünkü haz, bedende veya zihinde tamamlanan bir etkiden ibarettir. İslâmi anlayış içinde, insanın gerek eşyaya yaklaşma tarzında gerekse tabiat üstü ile alış-verişin-de insanın sınırlı varlığında son bulan bir tatmin sözkonusu değildir. İnsan aşkın olanla sonsuzluğa açılan bir ilişki içindedir. Bu ilişki bir yandan onun cismani varlığını anlamlı kılar, onun cismaniyetine maddi olmayan katkılar sağlarken bir yandan da onun zihin kapasiteleri yoluyla maddi varlığının özünde bulunan bir mevcudiyetle temasa sokar.

Mümin kavrayış içinde insan kendine "öte" bulur.Böylece müslüman Kur'ân ve Sünnet'ten edindiği kavrayış gücüyle dünya hayatını aşağılık kayıtlardan arındırmak, ahiret duygusunun maddi (sanılan) çerçeve içinde dahi yaşanılmasını mümkünler arasına sokmak gücüne erişir.

Sözünü ettiğimiz ve sözünü edemediğimiz birçok zihnî serüvenin ve fiilî tecrübenin müslüman hayatını zenginleştirmede büyük payı vardır. Hemen belirtmek gerekir ki, müslüman kendine mahsus kavrayış bölgesinde bulunmakla "mistik" bir konumda yer almış olmaz. Eğer mistik kelimesini bir zihnî bulanıklık, kendini bırakmışlık olarak anlıyorsak müslümanın mistik olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü müslümanın kavrayış bölgesinde hangi dereceden olursa olsun "yakîn" vardır. Yani kesinlik müslümanca düşünmenin bir belirtisidir.

Mümin ruhî kuvvetini sağlıklı bir tefekkür planında kesinlikle kullanır. Daha açık bir ifade ile hakikatten habersiz kalarak ipleri elinden bırakmaz. Bu durum onun nassları esas kabul etmesi, muhkem hükümleri takib etmesi demektir. Müslümanı delilikten de sapıklıktan da alıkoyan, kurtaran imkân budur.

Böylelikle hayatın bir vehim olması müslümanın anlayış çerçevesinden çıkar, hayatın zenginleşmesi ve bütün mahlûkata olduğu kadar insanlara da en faydalı biçimde değerlendirilmesi imkânı belirir

İsmet Özel - Taşları Yemek Yasak

 
Devamını Oku »

''Doğru Söz Söylemek'' Hakkında

Dikkat ediniz, doğru sözler her zaman değerli sözler değildir. Hatta bir adım daha giderek söyleyebiliriz ki doğru sözler gerçek anlamlarıyla doğru sözler olmayabilir.Sözleri doğru kılan, onların doğruluğuna dayanaklık eden şey bu sözlerin mantık bakımından tutarlı olmaları mıdır? Hiç de değil. Mantıkî tutarlılığın doğruluğa, gerçekliğe karine teşkil etmediği artık günlük hayatımızın sıradan bilgilerinden biri oldu. Peki o halde, sözler, o sözlerin doğru olduğunu birçok insanın onaylamasıyla doğruluk kazanıyor mu? Elbette hayır. Çoğunluğun yanlışları doğru olarak bildiği zamanlar, belki doğrulan doğru bildiği zamanlardan daha çoktur. Neyin doğru olduğu meselesini bir mantık problemi, bir felsefi problem olarak ele almanın bir taydaşı yok. Çünkü bitmeyen bir tartışmadır bu. Kısa ve sarih bir yol gösterilmiş Müslümanlara doğruyu anlamak için: Müslümanların doğru bildikleri kendi inançlarının kaynaklarından yanı Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendikleridir.

Meseleyi çözümledik, bitti mi? Hayır, çözümlemedik, meseleve yaklaştık henüz. Önemli soru daha geride geliyor: Bir sözün Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğu bizim gözümüzde nasıl değer kazanıyor? Yani bir sözün Islâm kaynaklarına uygun olarak söylendiğine nasıl karar veriyoruz? Sözün ve davranışın kaynaklara uygun olduğunu teminat altına alan teminat nedir? Örneklerin yardımıyla açalım: Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde “Faiiz haramdır!" diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı? Yahut bir adam “Allah'ın indinde din Islâm dır. " dedikten sonra kendini teknolojik medeniyet dininin piyasa mezhebine bağlı sayarak kullukta bulunuyorsa sözlerini nasıl doğru kabul edelim?

Diyeceksiniz ki bu adamların telâffuz ettikleri doğru fakat fiilen içinde bulundukları davranışlar hatalıdır. Kendileri yanlış içindedirler, fakat ağızları Kur’ân ve Sünnet’e uygun sözler etmektedir. Ben bu tür akıl yürütmeyi kabul etmiyorum. Diyorum ki bu adamların madem yaptıkları bozuktur, öyleyse söyledikleri de bozuktur. Yani, eğer bir doğruyu ifade ediyorlarsa, bunu doğrunun hükümrân olması için değil, kendi durumlarının pekişmesi yapıyorlar, Söyledikleri ve yaptıkları  arasında bir uyumsuzluk    ortaya çıkarmakla bir ahlaksızlık gosterıyorlar; böyle bir ahlâk düşkünü kişinin sözlerinin ve düşüncelerinin sağlıklı ve sağlam olması mümkün olamaz. Hem banka hissedarı olup> hemde faiz haramdır!” diyen kişinin bu sözünde bizim bilmediğimiz çıkar hesapları yatıyor olmalı. Yani adam faizin haram olduğunu söylemekle Kur anı bir doğruyu ifade etmiş olmaz, ama içinde bulunduğu münasebetler silsilesi içinde sozü yeni bir şekil ve mana alır. Bu tıpkı bîr müşrikin ‘La ilahe illallah” dediği zaman söylediğinin İslami özünden boşaltılmış başka bir söz oluşu gibidir.

Öyleyse, bir söz, bir yargı lâfzen hiçbir değişikliğe uğramadığı halde bir kimsenin ağzında doğru, ötekinin arzında yanlış mı olmaktadır? Kesinlikle evet. Demek ki bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır. Bir kimse söylediği sözün bekçiliğini yapamıyor, yahut kasten yapmıyorsa, bu sözün değerlendirilmesi "mücerret” esaslar doğrultusunda yapılamaz. Sözün doğruluğu, yanlışlığı sözün kendisinde değil, o sözün hangi ağızdan çıktığındadır. Doğru söylemek diye bir meselemiz varsa, söylediğimiz bu sözlerin eri olmak diye bir meselemiz de vardır. Peygamber ve Peygamberin Sünnet’ini hesaba katmadan onu anlamadan Kur’an-ı Kerîmi anlamaya kalkışmak bu yönüyle nafile bir çabadır. Sahtelikle malûldur.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »