Kahramanmaraş'ta Cami Taranıyor ve Camide Saklanan Müslümanlar Birer Birer Tutuklanıyor

Kahramanmaraş'ta Cami Taranıyor ve Camide Saklanan Müslümanlar Birer Birer Tutuklanıyor

“Maraş’ta büyük bir irtica hadisesi oldu. Hükümet önüne gelen yüzlerce kişi, “şapka istemeyiz” diye bağırdı...”

Olayı bizzat gören ve yaşayanlardan bir muhabir, Maraş hadisesinin ayrıntılarını sonradan şöyle anlatıyordu: ”... askerin geldiğini gördük, jandarmalar tüfeklerine süngü takmışlar, Maraş Cami-i Kebir’ini abluka altına almışlardı. Bir kısım ahali de cami karşısındaki tepeliğe kaçışmıştı. Caminin içine bir baskın yapmak için hem yerdeki jandarmalar tetikte bekliyor ve hem de caminin çatısına çıkan askerler “mülteciler üzerinde derin bir tesir halkedecek şekilde” vakar ve metin etvar (tavırlar) içinde bulunuyorlardı.

Cami önünden kaçamıyan halk jandarma ablukasımn içinde sıkışmış ve hepsi birer birer yakalanmıştı. Yakal ananlar tek sıra halinde, elleri başlarına bağlı vaziyette cami duvarının önünde dizilmişlerdi.

Tam bu esnada büyük bir gürültü işitildi. Bir de baktık askerler cami kapışım kınp oraya giriyorlar. Bu sırada cami içinde bir infial meydana geldi. Cami içinden bir kaç el silah sesi işitildi... Sonra camiye saklanmış olan mürteciler teker teker yakalandılar.

Ben de süngülü askerlerimiz arasından geçerek camiye girdim. Camide yakalanmış olanları sıraya dizmişlerdi. Saydım: 39 kişi...

Sonradan öğrendim yakalanlar arasında, irticanın başı diye bilinen Cami-imamı Halil İbrahim Hoca, müezzin Hafız Mehmet Efendi, Hademe-i Hayrattan Abdullah Efendi gibi kişiler vardı...

Sabaha kadar devam eden operasyonların neticesinde, şapkayı vesile ve dini alet ederek böyle bir irticanın tertip ve tasmim edildiği anlaşıldı. Tutuklananlar arasında: ‘Benim adım Maşaallah, şapka giymem inşaallah” dediği için halk arasında

* ‘İnşaallah Maşaallah * * lakabıyla meşhur ve 31 Mart hadisesinde Maraş ’ta ilk bayrak açanlardan ve' idama mahkum olanlardan Ali Efendi (Gemicioğlu) denilen kişi de vardı. İnşallah - Maşallah Ali Efendi ’nin elebaşılarından biri olduğu tesbit edilmişti »»

Cumhuriyet muhabirinin Maraş olayını anlatırken, dile getirdiği hususlar ve halka karşı girişilen operasyonlar, şapka uygulamaları ve düzeltimlerinin hangi raddeye kadar vardığım göstermektedir.” Cami damına tırmanmış süngülü askerler ve Cami - i Kebirin kapısını kırarak camiye giren ve silah sıkan jandarmalar..." uygulamaların nasıllığını ve niceliğini gösteren en iyi kesitlerdir.

 

Hasan Hüseyin Ceylan,Din-Devlet İlişkileri cilt:2
Devamını Oku »

Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)


Kânun Yoluyla İnkılâp (4.Yazı ve Son)

Şevket Süreyya inkılâpların bittiğini söyleyen İstiklâl Mahkemesi Başkam Ali Çetinkaya'nın bu değerlendirmesi için şunları söylüyor:

“Halbuki o târihlerde Türkiye hiç şüphe yok kı hır inkılâp yaşıyordu* Bu inkılab bitmemişti. Fakat görünüyordu ki bazı insanlar bu inkılâbın Önünde değil, ardında koşuyorlardı. Çankaya'da yerleşen insan, bu inkılâpların listesini, bu insanların ne çare ki evvelden bildirmemişti. öyle görünüyordu kı. Çankaya'da yeni bir inkılâp hamlesinin saati çalınca, bu hamle Meclıste hemen bu kânun haline gelıyodu. O zaman her şey kolaylaşıyordu. O zaman, başına kânundan önce şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince ünlü bir müderrisi (Atıf Hocayı) şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu

“Almanya'da inkılâp olmaz çünkü kanunen memnudur ! diyen Heine'nin sözünü biraz değiştirerek bizim içinde söylemek kabildir;

Türkiye'de her inkılab olur.Fakat ancak kan yoluyla..''

 

İnkılâp Tüccarları

İşte Âtıf Hocayı muhakeme eunış olanlar hu şekilde inkılâbın ticaretini yapan kişilerdi. İlk başta karşı çıktıkları inkılâba, daha sonra inkılâp kânunlaşınca dört elle sarılıyor. Daha doğrusu öyle görünerek “gemilerini yürütüyorlardı.” Bu şekilde yaparak hem mevki ve makamlarını muhafaza ediyor. Hem de yeni dünyalıklar kazanıyorlardı.

Atıf Hoca ve Anadolu'nun dört bir yanından toplanan binlerce insan işte bu “inkılâp tüccarları’nın insafına terkedilmişlerdi. Bu “inkılâp tüccarlarından” Kılıç Ali gibi olanlar muhâkemeyi bile lüzumsuz görüyor ve “kurbanlık koyun gibi” önlerine getirilen maznunların işini hemen oracıkta bitirmek istiyordu. Hattâ idam cezâsı vermekle de hıncını alamıyor, darağacına götürülen mazlumlara habire hakâretler yağdırıyordu.

Yakın tarihimizde apayrı bir yer tutan istiklâl Mahkemelerinin iç yapısını tanımak için Şevket Süreyya’nın verdiği bu misaller bile kâfiydi. Şayet bu yetmezse, Atıf Hocanın muhâkemesine bakmak bile bu mahkemelerin ne durumda olduğunu anlamaya kafi.

Şapka Kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle muhakeme eden İstiklâl Mahkemesi sık sık kendi koydukları usulleri ve çıkarılan kânunları kendileri çiğniyor vehiçbir suç delili bulamadıklan kişilere, “Niçin şapka giymedin?” diye soruyordu. Sanki şapka giymek kânunen mecburiymiş gibi...

Kânuna göre şapkayı parlamenter ve devlet hizmetinde bulunanlar giyecekti. Bütün vatandaşların şapka giyeceğine dair kayıt yoktu.

İşte bu şekilde muhakemelerle yüzlerce kişi hakkında idam cezâsı ve yüzlerce vatandaş hakkında da ağır hapis cezâsı veren istiklâl mahkemesi, bütün bunlarla kanmamış gibiydi. Şapka ile ilgili dâvâlara bakma rekoru kıran Ankara İstiklâl Mahkemesi gözünü bir büyük “ava” dikmişti. Bütün hınçlarını ve öfkelerini Atıf Hocadan çıkarmak istiyorlardı. Ancak gelgörelim ki, Âtıf Hocayı “suçlu” gösterebilecek en ufak delilleri yoktu. Ne bir belge, ne bir kitap, ne de şahitlerin ifadesi... Tek delil kânunun neşrinden hayli önce piyasaya çıkmış “Frenk Mukallitliği” eseriydi.

Sıra Âtıf Hoca’da

Şâhitler dinlendikten sonra sıra Âtıf Hocaya gelmişti. Âtıf Hoca ifadesinin baş kısmında Mahkeme Reisinin sorduğu somlara cevap verirken siyasetle meşgul ol-madığını belirtmişti. Daha sonra Reisle Âtıf Hoca arasında geçen diyalogu Necip Fazıl şu şekilde naklediyor:

Reis, karanlık gözleriyle Atıf Hocanın saffet dolu yüzüne tükürdü:— Boyuna siyasetle uğraşmadığınızı söylüyorsunuz ama, sizin ondan başka işiniz olmadığını iddia edenlervar..Atıf Hoca mırıldandı:— Olabilir! Bir şeyin söylenmesi başka, yapılıp yapılmadığı başka... Benim hayatım meydanda... İşimin gücümün siyaset olduğunu söyleyenler, nerede, ne zaman, nasıl ve ne şekilde siyaset yaptığımı göstersinler!..— Bu hususta en büyük delil «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinizdir. Bu eseri ne zaman ve hangi gayeye hizmetetmek için yazdınız?

 

Taklitçiliğin Her Türlüsü Kötü

“Senelerce evvel ve mücerret bir gâye uğrunda yazdım... Şahsiyet sahibi olma gâyesi... Yoksa şu veya bu hükümet teşebbüsüne karşı durma fikriyle değil... Taklitçiliğin her türlüsü kötüdür. İşte karşınızda Japonya misali!... Garbın bütün terakkilerini elde ettikten sonra şahsiyete ve milli ananeye sadık kalmanın örneği... Japonlar, Asyalı bir topluluk adına, Avrupa-nın bütün ilmini, fennini, usûlünü, sistemini devşirdikten ve benimsedikten sonra kendi öz ruhuna sımsıkı bağlı kalmanın daimâ ibret dersini verecektir. Benim de o eserde güttüğüm gâye, Hikmet, müminin kaybolmuş malıdır, nerde bulsa alır’ meâlindeki hadis gereğince, Avrupa’yı, iyi ve faydalı taraflarından ve bünyemizde eriterek hazmederek benimsemek... Fakat ruh cevherimizi asla fesada uğratmadan bütün bunları kendi şahsiyet ve vâhidimiz üzerine ekleyerek yapmak ve âdi mukallit seviyesine düşmemek... İşte bu gâyeyi güden, mücerret fikirlerden ibaret olan ve asla müşahhas ve siyasi bir meseleyi hedef tutamayan eserimi, daha evvel kaleme aldığım halde, ancak 1340 (1924) yılında başarabildim...

Devlet ve Resmî Makamlar İzin Veriyor (6)

“Eseri bastırmadan evvel kimseye gösterdiniz mi?

“Bu suale bilhassa ‘evet! * demek isterim. Hem de şuna buna bağlı değil, resmî makamlara gösterdim. Eserden 8 nüsha kopya ettim ve bunlardan ikişer nüshasını İstanbul Maarif Müdürlüğüyle Matbuat Umum Müdürlüğüne gönderdim. Okudular, tedkik ettiler ve sonunda beni tebrike kadar vardılar. ‘Hoca efendi, çok nazik ve mühim bir mevzua el atmışsın, emeklerin kutlu olsun, seni takdir ve tebrik ederiz! dediler. Usûl icabı olarak da eserin resmî neşir müsaadesini verdiler.

Reis şaşkın:

* Demek böyle oldu?

“Aynen böyle oldu! Alâkalı makamlardan sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi sorulabilir. Resmî ruhsat tezkeresi dosyamda mevcuttur. Takdim etmiştim.**

Önce Alkış, Sonra Muhakeme

İhtilâl ve devrim geçirmiş her ülkede olanlar, o târihlerde ülkemizde de ol-maktaydı. önce alkışlanan kişiler, kısa bir müddet sonra öldürülebiliyordu. önce takdirlerini bildirenler, bir müddet sonra “devrime ayak uydurmak için* şiddetle tekdir edebiliyorlardı.

Âtıf Hoca hâdisesinde de öyle olmamış mıydı? Resmî vazifeliler 1924 yılında Atıf Hocayı takdir ediyor, ancak 1926’da o takdir ettikleri eserden dolayı yaka paça mahkemeye çıkartılıp hesap soruyorlardı.

 Mahkemede olup bitenleri takip etmeye devim edelim:

Şapka Kanunundan sonra bu kitaptan sattınız mı?— Asla!.. Kararname ve kanun çıktıktan sonra kitaptan tek nüsha bile satılmamıştır. Ama ondan evvel alıp okumuşolan birçok insan bulunabilir.— Bu kitabın Şapka İnkılâbına karşı bir cereyan doğurduğu, inkılâba aykırı duygu ve düşünceler aşıladığıI62iskilipli Atıf hocave kötü tesirler bıraktığı iddiasına ne dersiniz?Atıf Hoca doğruldu:— Yanlıştır derim! Şapka İnkılâbı bu eseri hoş görmeyebilir, sevimsiz, hattâ tehlikeli bulabilir; fakat kendisine karşıyazılmış bir eser olmadığı için onu suçlandıramaz!Atıf Hoca bir an daldıktan sonra dudaklarını kıpırdattı:— Bu eser intişar ettiği zaman bir gazete aleyhinde bazı yazılar yazmış, bana hakaret etmişti. Ben de bu gazeteyimahkemeye vermiştim. Aleyhimdeki yazıların hedefi, eserimin zararlı ve zehirleyici olduğuydu. Mahkeme heyetikitabın zararlı olmadığını, hakaretin ise vâki olduğunu kabul ederek gazeteyi nakdî cezaya çarptırdı. Bu karar dadosyamdadır. Lüzum görülürse mahkemeden sorulabilir.Reis :— «Son Telgraf» gazetesi, değil mi?Atıf Hoca :— Evet efendim

 

Müslüman Olmak« Suç mu?

Atıf Hoca bu ifadeleriyle, “avı" yakalamak için türlü türlü tuzak kuran ve her türlü yola başvuran avcıların hevesini kursağımla bırakmış gibiydi. Mutlaka mahkum etmeyi kafalarına koydukları Atıf Hocayı nasıl mahkum edeceklerdi? işte herşey meydandaydı... Hangi hukuk, hangi kanun şu masum insana ceza verebildi?

Mahkeme heyeti bu müdâfaa karşısında insafa gelip, hak ve hakikata teslim olcağı yerde, daha beter öfkeli ve tedirgin vaziyette, başka şâhitler bulup dinliyordu. Tabii hedef hep aynıydı: Atıf Hoca’nın “Frenk Mukallitliği" isimli eseri Şapka Kanunu çıktıktan sonra satılmış nuydı? Atıf Hoca bu eserinin propagandasını yapmış mıydı? Şapka aleyhinde konuşmuş muydu?

Atıf Hoca: Kel Ali. Kılıç ali ve Necip Ali üçlüsünün bu “işgüzarlığını“ görünce dayanamayıp şöyle dedi:

Reis Beyefendi. Müsaade buyurursanız Mahkemenin işini kolaylaştıran ve bir itiraf halinde cürmümü tes-' bit edeyim!Reis Kel Ali, bir türlü tutamadığı avın öz ayaklariyle yanına geldiğini gören bir canavar neşesiyle atıldı:— Söyleyiniz! *'

— Ben, hamdolsun, müslümamm! Biricik gayem de İslâmm hakikatlerini yaymaktır. Bu, eğer bir suçsa, sabittir.Eserim bu gayeyi güder. Bu da sabittir. Fakat Şapka Kanunundan evvel yazılmış ve ondan sonra asla ortadagörünmemiştir. Bu da sabit... Şapka isyanını körükleyenlerle en küçük alâka ve münasebetim olmadığı da sabit...Eğer bütün bu «sabit» ler arasında beni mahkûm..edebilecek bir nokta varsa Mahkemeniz hüküm vermekte serbesttir. Fakat ille suç aramaya kalkışmak, tecelli eden bedahetlere göre boşuna zahmettir..

Savcının Talepleri

2 Şubat 1926 günü “devrimler târihi’ için çok mühim bir gündür. O gün “şapka devrimıne muhalefet ettikleri* İddia edilen meşhur İlimler için hazırlanan iddianame açıklanacaktır.

İlk önce. Savcı Necip Ali söz alır. İddilnamesini okur ve kim için ne kadar cezâ talep ettiğini açıklar:

«Şapka ve bu yüzden meydana gelen hâdiselerin âmilleri olmakla maznun bulunan eşhastan (şahıslardan) Babaeski sabık müftüsü Ali Rıza Hoca'nın idamına, İskilipli Atıf, Süleyman, Fettah, Tahir, Mes'ut, saatçi Süleyman, Erzurumlulardan Osman, Mehmed, Telgraf Müdürü Halid, Yusuf Kenan Hoca ve efendilerin de üçer seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe konulmalarına, Hasan oğlu Samih, Araş Şirketi Müdürü Cafer İsmail, Sabuncuzade Mustafa ve Zühtü ile Tahir-ül Mevlevî Hocaların nefyine, Tevhid-i Efkâr muharrirlerinden Ömer Rıza'nın hudut haricine tardına, Gostu-varlı Hüseyin, Berber Mustafa, Ispartalı Hüseyin ve kardeşi ile kitapçı Mihran ile İhsan Mahfi Efendilerin de beraatlarına karar verilmesini talep ederim.»

Atıf Hocanın Kerameti

Bu iddianameyi dinleyenler şaşınp kalmışlardı. Adı geçen kişiler hakkında hiçbir suç delili bulunamamıştı. Ancak buna rağmen idam cezâsı ile ağır hapis cezâları sicim gibi yağmıştı.

Atıf Hoca için istenen cezâ “3 sene hapis” idi. Bu, savcının talebiydi. Atıf Hocanın arkadaşları; * Savcı bu kadar talep ettikten sonra mahkeme mutlaka beraat verir” diyorlardı. Atıf Hoca ise büyük bir tevekkülle, “Allah bilir” diyordu.

Mahkeme heyeti, duruşmayı 3 Şubat’a tehir etmişti. O gün maznunların son sözleri dinlenecekti.

2 Şubat gecesi maznunlar kapatıldıktan hücrelerde müdafaalarını yazmaktadır. Atıf Hoca da müdafaasını yazarken bir aralık uyuya kalır. Bundan sonra olup bitenleri Necip Fazıl’ın kaleminden takip edelim:

“...Atıf Hocanın uykusu uzun sürüyor. Tahir Hoca müdâfaasını yazmakta devam ederken Atıf Hoca birdenbire gözlerini açıyor. Yüzünde hârikulâde derin ve ince bir tebessüm..

Tahir’ül-Mevlevî’nin gözleri hayretle alabildiğine açık.. Sanki 24 saat içine sığacak büyük kerameti şimdiden sezmiştir:

Ne o, Hocam, çabucak uyanıverdin? Atıf Hoca gayet sakin:

— Uykudan murad hasıl oldu!

— Yâni?

— Yâni, beklediğim rüyayı gördüm!

Tahir-ül-Mevlevî haşyet ve dehşetle ürperiyor:

—     Ne gördün?

Atıf Hoca yatağımda doğrulmuş ve müdafaasını karaladığı kâğıtları elinde büzmüştür:

— KÂİNATIN FAHRİNİ GÖRDÜM. BANA «YANIMA GELMEK DURURKEN NE DİYE MÜDAFAA KARALAMAKLA UĞRAŞIYORSUN?» DEDİ.

Tahir-ül-Mevlevî kendinden geçmiş gibidir:

— Ne diyorsun?

— Beni idam edecekler! Allanın Sevgilisine kavuşacağım!

— Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok... Allah Resulünün göründüğü rüyaya fesad karışamaz. Şu var ki, müddei-yi umumînin 3 yıl hapis istediği bir dâvada idam kararı çıkmasına akıl erdirmek imkânsız... Kafam işlemiyor!

— Göreceksin ki, beni asacaklar! Başka bir şeye aklım ermez! Ferman en büyük kapıdan geliyor!

— Söyleyecek söz bulamıyorum!

—Doğru! Zaten söze ne lüzum var! İşte müdafaamı yırtıyorum!

— Yapmayın! Siz onu mahkemede okuyun da ne olursa olsun!

Atıf Hoca, nurlu yüzünde aynı tebessüm, müdafaasını yırtıyor ve sonra bir kâğıdın içinde toplayıp kese içine alıyor ve cebine koyuyor.

Ertesi günü mahkeme salonu her zamankinden kalabalık... Hüküm günü gazeteciler, fotoğrafçılar, halk içinde dört dönmekte... Dinleyiciler birbirinin üstünde, yalnız ka-falarıyle görünüyor.

Mahkeme Reisinde taş gibi bir hal ve hislerini gizlemek isteyen bir tavır:

— Müdafaalar başlasın!

Herkes, elinde bir kâğıt, uzun veya kısa müdafaasını değişik tonlarla okuyadursun... Reis taş gibi...

Atıf Hoca, mütevekkil ve mahzun, sırasını beklemekte...

Bilmem ne kadar zaman geçti.

Reis elini Atıf Hocaya uzattı:

— Sıra sizde...

Atıf Hoca kalktı.

Aynen:

«— HACET YOK EFENDİM; MÜDAFAAYI MUCİP BİR SUÇUM OLMADIĞI ESASEN TEBEYYÜN ETMİŞTİR. VİCDANINIZIN VERECEĞİ HÜKME İNTİZAR EDİYORUM!»

Reisin mukabelesi:

— Mahkemenin adaletinden emin olabilirsiniz! Oturunuz!

Reisin tavrında hafiflemiş gibi bir hal... Sanki Atıf Hoca müdafaasını yapacak olsa Reiste vicdanına mağlûp olma ihtimali varmış gibi...

— Muhakeme bitmiştir! Heyet kararları tesbit etmek üzere müzakereye çekiliyor!

Sabırsızlık son haddinde... Çıt yok... Sanki kalblerin çarpışı ve sükûtun rakkası işitiliyor. Bir saat geçti.

Heyet, karanlık dolu gözlerle gelip yerini aldı. Reis elindeki kâğıdı zabıt kâtibine uzattı:

— Kararı okuyunuz!

Bir sürü lâftan sonra birdenbire çınlayan cümle:

— BABAESKİ MÜFTÜSÜ ALİ RIZA İLE MÜDERRİSLERDEN İSKİLİPLİ ÂTIF'IN İDAMINA...

Bütün salon, jandarmalar, polisler, mübarişler, hattâ masalar ve sıralar bile donmuştu.

Artık kararların gerisini dinleyen yok...

Öbür maznunlardan büyük bir kısmı beşer, onar yıla mahkûm: TAHİR-ÜL-MEVLEVî İLE ÖMER RIZA hakkında ise BERAAT...

Atıf Hoca'da hiçbir şaşkınlık alameti mevcut değil... Gayet sakin ve adeta vecd içinde... Rüyada gördüğü Allah Resulünün mucizesi gerçekleşmiştir. Bu mucizenin kendisine ait keramet payı ise eşsiz bir nimet ve tükenmez bir hazine... «Velinin kerameti, bağlı olduğu nebinin mucizesidir.»

Atıf Hoca, ancak yanındaki Tahir-ül-Mevlevî'nin duyabileceği bir sesle fısıldıyor.

Aynen:

«— ZALİM VE KAATİLLERLE ELBETTE MAHŞER GÜNÜNDE HESAPLAŞACAĞIZ!»

Şehadet Makamı

Âtıf Hoca 3 Şubat’ı 4 Şubat’a bağlayan geceyi idamlıkların kapatıldığı bir hücrede sabaha kadar ibâdet ederek geçirir. Sabahleyin infaz heyeti Âtıf Hocanın hücresine gelir. Âuf Hoca büyük bir sükunetle:

“Sabah namazını kılmama izin verir misiniz?” der. Ve hücresinde namazını kılar. Rabbine el açıp tevbe istiğfar eder?

Âtıf Hoca Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile yan yana Ankara hapishane-sinde kurulan sehpaya çıkarılır. Her ikisi de “son sözleri” aynıdır. Abdesüi ağızla getirdikleri Kelime-i Şehadet... Ve o mübârek kelimeyi terennüm ederek Rablerinin huzuruna çıkarlar...

Gazeteler şapka için işlenen bu cinâyeti Uç beş satırlık bir haberle geçiştirirler. Haber şöyledir...

“irtica kitapları müellifi olup İstiklâl Mahkemesi-nce idama mahkûm olan İskilipli Âtıf Hoca ile Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca haklarındaki idam kararı bu sabah infaz edilmiştir.” (18.4 Şubat 1926 tarihi, bir haksızlığın ve bir zulmün gerçekten unutulmayacak tarihidir. Çünkü bu tarih Müslümanlar açısından araştırmacı-yazar Hüsnü Aktaş’ın da dediği gibi bir “şehadet tarihi”dir.

Atıf Hocanın şehadeti İstiklal Mahkemesinin binlerce masum kurbanından sadece birisidir. Şapka için idam edilen diğer kurbanların davasından farksızdır. Bir farkla: “Neden |apka giymedin?” diye sorulurken, bazılarına da hiçbir şey sorulmadan İskilipli Atıf Hoca Efendi de görüldüğü gibi, “gereği düşünüldü”., denilerek idama gönderilmiştir.

İşin en garib ve en tuhaf olan yanı da, şapka inkılabından bir hafta önce şapka giyenlere kızıp, onları azarlayan ve şapka giydi diye ceza vermek isteyenlerle şapka devriminden sonra bu sefer şapka giymeyenleri azarlayıp, onları ölüme götüren ki-şilerin aynı kişiler oluşudur.

Bugün artık o istiklal Mahkemesinin üyeleri hayatta yoklar. Hepsi toprağın altında artık... İskilipli Atıf Hoca gibi, Babaeskili Müftli Ali Rıza Efendi gibi.

Hepsi de “temyizsiz mahkemeler" olan Ruz-u Mahşerde Allah’ın yargılamasını bekliyorlar.

DİPNOTLAR

1-            Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, Timaş Yayınlan, 2. Banım 1970-İstanbul, Eser yıllarca okunduktan ve satıldıktan sonra 12 Eylül sonrası Türkiye'de yasak kitaplar listesine dahil edilmiştir. Yasaklamayla ilgili insanın aklına ilk gelen şey, ister istemez, “herhalde şapka haksızlığını göstermemek içindir” gibi bir neden olmaktadır.

2-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, Yeni Nesil Yayınlan, 1988-İstanbul (Sözkonusu alıntılar, 1. cild’dcn alınmıştır).

3-            Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 42, İstanbul-1970.

4-            Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 43-47.

5-            NFK, Son Devrin Din Mazlumları, s. 48-49.

6-            Yakın Tarih Ansiklopedisi, I. Cild, s. 283-284, Yeni Nesil Yayınları, Birinci Basım, 1988-İstanbul

7-            A.g. Ansiklopedi, s. 285

8-            Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, Din Mazlumlan, s. 54

9-            Hakimiyet-i Milliye, 25-27 Ocak ve 1-2 Şubat 1926, TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172

10-         Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, s. 58

11-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/1-7, Hakimiyet-i Milliye.

12-         Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam, s. 369, İstanbul-1987.

13-         Şevket Süreyya Aydemir, a.g.e., s. 370-375.

14-         TBMM Arşivi, T-3, Dosya 172/2; Necib Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Maz¬lumları, s.63-64.

15-         Hakimiyet-i Milliye, 27 Ocak 1926; NFK, a.g.e., s. 65

16-         Cumhuriyet, 28 Kanunevvel 1926.

17-         Necib Fazıl Kısakürek, a.g.e., s. 69-71, Hakimiyet-i Milliye, 3 Şubat 1926

18-         Vakit 5 Şubat 1926,

Cumhuriyet, 5 Şubat 1926

Hakimiyet-i Milliye, 4 Şubat 1926
Devamını Oku »

Suçsuzluk Suçu! (3.Yazı)

Suçsuzluk Suçu! (3.Yazı)Maraş Mebusu Hasip Efendi’nin de dediği gibi, şapka giymemek suç değildi. Ancak İstiklâl Mahkemesi başkanı ve üyeleri tıpkı Engizisyon Mahkemesini hatırlatan bir tavula kendi kendilerine suç îcad ediyor ve başı açık gezen vatandaşlara “Niçin şapka giymedin?” diye soruyor, şapka giymemeyi de suç telâkki ediyorlardı.

Şapka hakkında dâvâiarın fırtınasına kimler kapılmamıştı ki?.. Nice nice âlimler, gazeteciler ve yazarlar... Yeni Kafkasya Mecmuası sahibi Seyyid Tahir Efendi ile Tevhid-i Efkâr gazetesi yazarlarından Ömer Rıza Doğrul da derdest edilip İstiklâl Mahkemesine çıkarılanlar arasındadır. Ömer Rıza’nın, “1890 yılında Kahire’de doğdum. Mısırlıyım ve Mısır tâbiiyetindeyim. Din! ve İçtimaî makaleler yazarım** şeklinde ifadeleri Mahkeme Reisi Ali Çetinkaya*yı müthiş bir şekilde öfkelendirmişti. “Kel Ali*’ diye bilinen Mahkeme Reisi, Ömer Rıza’ya şu şekilde çıkışmıştı:

“Bu nasıl giriş? Mısırlı olduğunuzu söyleyerek kendinize bir imtiyaz mı arı-yorsunuz? Bu mamlekette ecnebi rolü oynayarak bir hak sahibi olabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Size, bu tavrı üzerinizden atmanızı ihtar eder.(10)

Birçok beldedeki şapka kânunu ile ilgili duruşmalardan sonra sıra Âtıf Hocanın duruşmasına gelmişti. Âtıf Hoca ilk defa 26 Ocak 1926 tarihinde divanının “Üç Aliler’ ’ diye bilinen Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali üçlüsü yerlerini almıştı. İlk önce dinlenen Kitapçı Abdülaziz şu ifadeyi vermişti:

‘Ben siyasetle meşgul bir insan değilim. Kitap basmak ve satmakla geçinirim. Bastığım ve sattığım kitapların güttüğü gayelerle de hiçbir iştirâkım yoktur. Âtıf Hocayı Bâbıâli’de ve irfan muhitlerinde herkesin tanıdığı gibi ben de tajıırım. Şimdiye kadar neşrettiği risale ve kitapları, arzettiğim gibi, sırf meslekî alâkam dolayısıyle sattım. Bahsedilen ‘Frenk Mukallitliği’ kitabından da sattım. Kimlere sattığımı bilemem. Bir seneden fazla zaman geçmiş bulunuyor. Yalnız şu kadarını söyliyebilirim ki, benden kitap satın alanlar münevver kişilerdir.”

Âlim ve Fazıl Bir Hoca

Şahitlerden Tahirü’l-Mevlevî Efendi ise Atıf Hocayı nasıl tanıdığı
şeklindeki soruya şu cevabı vermişti:

“Âlim ve fazıl bir hoca olarak tanırım. Vatanına bağlı birçok münevver yetiş¬tirmiş, kanaatlerinde celâdet sahibi bir insan... Âtıf hoca geçen Kurban Bayramı bana sokakta tesadüf etmiş ve Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin ‘Kuva-yı Milliye’ aleyhinde bir beyannâme hazırlattığını ve bunu bütün din âlimlerine imzalatmak üzere gezdirmekte olduğunu söylemişti. O zaman doğru Şeyhülislâmlık dairesine giderek Mustafa Sabri Efendiyi görmüştük.

Bu harekete şiddetle itiraz etmiş ve demiştiki: ‘Nasıl olur, vatan müdafaası yolundaki bir harekete din temsilciliği makamı nasıl böyle bir mukabelede bulunabilir? Hem, dinî kisvenin siyaset kılığına bürünmesi nasıl caiz olabilir? Bu işten vazgeçin ve siyasetten elinizi çekin!’ 20 bin nüsha basılıp dağıtılıp bu beyannameyi imzadan, ben ve Âtıf Hoca kaçındık ve ona şiddetle karşı koyduk. Bunun üzerine beni Ziraat Nezaretindeki vazifemden atlılar. Şu arzettiğim keyfiyet beni ve Âtıf Hocayı izah eder kanaatindeyim.Bu ifadelerden hoşlanmadığı belli olan Reis şu şekilde müdahalede bulunmuştu:

“Bu hikâyeleri geçelim! Siz Âtıf Hocanın ‘Frenk Mukallitliği* eserinden dağıttınız ve sattınız mı?”
Tahir’ül-Mevlevî’nin cevabı şudur:
“Evet, eserin intişarından 5 nüsha sattım.’
Mahkeme heyetinin aradığı cevap da işte budur. Nitekim şöyle derler:
“Bu kadar yeter! Oturunuz!” (11)

Mahkeme heyeti, “kılı kırk yarıyordu” ancak Âtıf Hoca hakkında suç sayılabilecek en ufak delil bulamıyordu. Dinlenilen bütün şâhitler Âtıf Hoca hakkında takdirkârâne ifadeler kullanıyor. Mahkeme heyetinin elinde '‘yegâne delil” olarak gözüken “Frenk Mukallitliği” isimli eseri kânun çıkmadan önce alıp sattıklarını, kânun çıktıktan sonra ne Âtıf Hocanın kendilerine bu kitabı verdiği, ne de kendilerinin sattığını söylüyorlardı.

Bu ifadeleri dinleyen mahkeme heyeti hem tedirgin oluyor, hem de öfkeleniyordu. öyle ya, “yemeyi” akıllarına koydukları şahıs hakkında bir türlü ip ucu bulamıyorlardı.

Şahitlerin ifadesinden sonra Mahkeme heyeti elleri böğürlerinde kala kalmışlardı.
Âtıf Hocanın Ankara İstiklâl Mahkemesinde muhâkeme edilmesi safhasına geçmeden önce bu değerli âlimi ve daha yüzlerce âlim ile binlerce mâsum vatandaşı muhakeme eden kişilerin ne biçim tıynette olduklarına bakmak lâzımdır.

Çok ibret vericidir ki, bu mahkeme üyeleri, bir hafta önce sövüp saydıklarını, bir hafta sonra öpüp başlarına koyabilmektedirler. Meselâ bir üye, Şapka Kânunu çıkmadan önce, şapka giyen bir şahsa hakaretler yağdırmakta, ancak bir hafta sonra şapka kanunu çıkınca, bu defa şapka giymeyen sarıklı âlimlere olmadık zulmü yapabilmektedir.

Dünyada eşi menendi olmayan bu traji-komik hâdiseyi bizzat yaşamış olanlardan Şevket Süreyya’nın kaleminden tâkip edelim. Kendisi de Ankara istiklâl Mahkemesinde muhakeme edilmiş olan Şevket Süreyya Aydemir mevzu hakkmdaki müşahedelerini şu şekilde naklediyor:

Baban da mı Şapka Giyerdi?

“İstiklâl Mahkemesi, Hacı Bayram türbesine giden yolun alt sokağında, iki katlı, harap bir binâda yerleşmişti. Bu binâya birkaç kulaç derinliğinde çamurlu bir avludan girilirdi. Bu avlunun alçak kerpiç duvarları yıkıktı. Sokak kapısının köhne tahta kanatları ardına kadar açıktı. Birinci kattan ikinci kata birkaç ayaklı dik, gıcırtılı basamaklarla çıkılıyordu. Kâtipler, memurlar, komiserler alt katta iki küçük odaya üst üste yerleştirilmişlerdi. Üst katta odanın biri, mahkeme salonu vazifesi görüyordu. Fakat sanıklar biraz kalabalık olunca, oda dar geleceği için, her iki katın dar sahanlıklarına sanıklar, yahut gelen gidenleri oturtmak için tahta sıralar konulmuştu.

“Biz mahkeme binâsına girince evvelâ alt kat sahanlığında veya odaların aralığında bir yerlerde oturtulduk. Yukarda bir takım hareketler oluyordu. İnenler, çıkanlar, getirilenler, götürülenler vardı. Fakat bir aralık yukarda kopan bir gürültü, bütün hareketleri durdurdu. İri yarı, pehlivan yapılı bir mahkeme üyesi, merdivenin başında bağınyor, tepiniyordu. Başında kocaman bir kalpağı vardı. Hasır şapkalı bir gencin yakasına yapışmış tartaklayıp duruyordu:

“Nedir bu kepazelik? Bu şapka da ne oluyor? Baban da mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?

“Sonra sözler, muameleler daha da sertleşti. Arkasından kuvvetli bir tekme yiyen genç merdivenlerden aşağı tekerlendi. Çantası bir tarafa» şapkası bir tarafa gitti. Fakat heybetli üye hâlâ hıncını alamıyordu. Basamakların başında boyuna birtakm küfürler, ağır tâbirler savuruyordu. Şapkasını, çantasını güçbelâ toparlayan genç kenidini sokağa attı. Artık bu tâbirleri işitemeyecek kadar uzaklaşmıştı. Bu genç bir gazeteci idi (Hikmet Şevki). Şapka giymenin henüz kânunlaşmadığığı fakat bazı atılganların şapka giyebildiği günlerdi. Bu genç gazeteci de başına hasır bir şapka geçirmiş ve mahkeme binasına haber derlemek için şapkayla gelmişti.”

Şevket Süreyya mahkeme üyesinin ismini vermemişti. Ama mutlaka “Üç Aliler” denilen üyelerden birisiydi. Tarife bakılacak olunursa Kılıç Ali olması kuvvetle muhtemeldi. “Şapka Kânununa muhalefet ettiği için” yüzlerce mâsum insana idâm cezâsı verecek olan bu insanlar, kânun çıkmadan az önce kendileri de şapkaya “muhalif” idiler. Ancak, kânun çıktıktan sonra muhalefetleri bir anda bitecek ve bu defa “kraldan çok kralcı” kesilerek şapka giymeyenlerin “bir numaralı düşmanı” hâline geleceklerdi.

Şevket - Süreyya mahkeme Üyesinin bu 'ikinci yüzü ”nü şu şekilde naklediyor:

Aradan bir zaman geçti. Gene mahkemeye çağrıldık...
Mahkemeye çağrıldığımız gün aynı yol nizamı tertiplendi. İstiklâl Mahke¬mesinin iki katlı kerpiç binasına girdiğimiz zaman, evvelâ gene aynı sahanlıkta, aynı tahta sıralara oturtulduk. Yukarıda gene aynı hareketler, getirilenler, götürülenler vardı. Bir aralık üst sahanlığın başında aynı iri yapılı üye göründü. Fakat şimdi başında bir hasır şapka vardı. Mahkeme salonundan çıkarılan bir hükümlü grubunun merdivenlerden indirilmesine nezaret ediyor, bir sıra emirler veriyordu. Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin (Hoca) başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu o sıralarda yayınlanan Şapka Kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç birtakım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlannı yaşıyordu.

Hocanın (Fatih müderrislerinden Atıf Hoca) yüzü sâkindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba hocayı bir tekmeyle merdivenlerden aşağı yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi, önümüzden geçerken dudakları gene kımıldıyordu...” (a.g.e.. s.374)

Âtıf Hocaya idam cezası vermekle de yüreği soğumayan bu kindar mahkeme üyesi. Hocaya idam cezası vermeden az önce şapka giyen gazeteciye."Babanda mı şapka giyerdi? Anandan mı şapkalı doğdun?” diye çıkışan kişiydi. İşte bu iki yüzlülük o devrede çok sık olarak sergilenecekti.
Şevket Süreyya bizzat şahit olduğu bir başka iki yüzlülüğü şu şekilde anlatıyor: 4.Bizim muhakememiz sırasında da önce her şey iyi gidiyordu.
Başkan (Ali Çetinkaya) sakindi, her zaman hiddetli aza sağında oturuyordu Savcı daracık mahkeme odasının bir köşesine şöylece ilişmişti. Başkan suallerini soruyordu,fakat cevapların arasında ben, bir milâdi târih kullanınca birden îş değişti Başkanın yüzü karıştı, Kaşları çatıldı. Başı kıpkırmızı oldu. Hiddetinden titriyordu.

“1923 ne demek?* diye bağırdı. *1923 de ne oluyormuş? Babalarımız da bu tarihi mi kullanırdı? Bizim târihimize ne olmuş ki? Bunları nereden çıkarıyorsunuz ?

“Sonra daha birçok şeyler söyledi. Başkanın gazaba geldiğini görünce, sağındaki aza hemen vaziyetini değiştirdi. Kürsiye abandı. Hatta dirsekleri üzerine kalkar gibi oldu. Kendine hemen oracıkta bir iş düşüp düşmediğini sorar gibi başkam* yüzüne bakıyordu. Fakat o sağanak böyle geçti. Bir zaman sonra da Türkiye 'de zaten milâdi târih kabul edildi. Ve eski târihi kullanmak yasak oldu. Fakat asıl görülü celsenin sonunda alevlendi:

İnkılap Bitti!

Başkanın suallerine cevap veriyordum. Bu cevaplarım arasında bir de ‘inkılâp kelimesi geçti. Bu sefer başkan hakikaten kızdı. Kan yüzüne öylesine hücum etti ki, ağzından kelimeler zorlukla ve insicâmsız çıkıyordu:
“İnkılâp mı? Bu ne mugalâta? inkılâp bitti! Bu memleket inkılâbım bilini! Artık yapacak inkılâp yok! Ne demek inkılâp? Hepsi hayal» hepsi saçma *

“Başkanın kızdığım gören aza yerinde duramıyordu. Yapılacak işlerin hemen oracıkta niçin yapılmadığına bu lâfların neye uzatıldığına şaşıyor gibi bir hali vardı, (a.g.e. s.375)
Devamını Oku »

İskipli Atıf Hoca:Kurt ile Kuzu Hikayesi (2.Yazı)

İskipli Atıf Hoca:Kurt ile Kuzu Hikayesi (2.Yazı)

Şimdi hukuken, vicdânen Âtıf Hoca’ınn derhal serbest bırakılması lâzımdır, değil?... Ancak öyle yapılmamıştır. Âtıf Hoca Giresun’dan tekrar İstanbul’a getirilmiş ve evine gönderilmeyip Emniyet Müdürlüğünde nezaret altında tutulmuştur.

Âtıf Hoca buradan da “gizli güçlerin şevkiyle” Ankara’ya götürülmüş ve Ankara İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmıştır.

Bu muâmeleler insana “kurtla kuzu hikâyesi”ni hatırlatıyor. Hani meşhur hikâyedir. Kurdun biri bir dereden su içmekte olan kuzuya, “Ben seni yiyeceğim!” der. Kuzu sebebini sorar. “Sen benim suyumu bulandırıyorsun!” der,kurt, Kuzu ise gâyet mâsumâne şu cevabı verir:

“İyi ama derenin üst başında duran sensin. Ben senin suyunu bulandıramam

ki...”

Bu cevap üzerine kurt biraz daha küstahlaşır:

“Sen geçen sene benim suyumu bulandırmamış miydin?’’

Kuzu yine saf saf cevap verir:

“Ben geçen sene daha dünyada yoktum.”

Kurt öfkeli öfkeli:

‘Öyleyse o senin babandı!'' der ve bir pençe darbesiyle kuzucuğu parçalayıp, yer.”

Şimdi aynen o hesap, Âtıf Hoca hakkında hiçbir delil bulamayanlar, ileri sürdükleri sudan bahanelerin havada kaldığım görenler tıpkı kurt gibi daha beter öfkelenmekte ve Âtıf Hocayı yemek için ne yapacaklarını bilememektedirler.(6)

Âtıf Hoca Ankara’ya gittiğinde meselenin ne kadar dallanıp budaklandırılmış olduğu görür. Yurdun dört bir tarafındaki meşhur din âlimleri toplanmıştır. Hepsi hakkındaki itham aynıdır: “Şapka İktisa’ı Kânununa muhalefet etmek.”

Bu âlimlerden bazıları şunlardır: Uşaklı Hoca Süleyman, Uşak İmam* Hatip Mektebi Müdürü Antepli Salih Efendi, Bozkırlı Ahmed, Sultaniyeli Durmuş hoca, Dağıstanlı Şeyh Şerefüddin ve arkadaşları.

Erzurum, Rize, Giresun, Sivas ve yurdun diğer bölgelerinden toplanmış yüzlerce insan, “şipşak idam karan” vermekle meşhur Ankara İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmıştır. Bu mahkemenin en meşhur simaları da “Üç Ali’ler” diye- bilinen Kel Ali (Ali Çetinkaya), Kılış Ali ve Necip Ali’dir.

Bu isimlerin her birisinin Yakın Tarihimizde ayrı bir yeri vardır. Meselâ “Kılıç Ali’ 1938’e kadar adı ‘her taşın altından çıkan’ ’ birisidir. Bu şahıs İstiklâl Mahkemesinde iken verdiği yüzlerce idam kararı ile tanınmıştır. Bununla birlikte bilhassa Antepliler bu şahsı başka işleriyle de hatırlarlar.

Antep Müdafaası sırasında vazife yapmış olan Kılıç Ali, Gaziantepliler tarafından hiç sevilmez. Bunun sebebi de şu şekilde anlatılır: Bu şahis harbin en kızgın anında "silah alacağız” diye halktan para toplamıştır ve daha sonra topladığı bu paralarla şehirden ayrılmıştır. Antepliler arasında bu hâdise nesilden nesile, “Kılıç Ali Antep’ten eşek yükü altınla ayrıldı” şeklinde anlatılır.

Atatürk’ün yakın arkadaşlarından olan Kılıç Ali’nin yıldızı İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı zamanında birdenbire sönecektir. İnönü, Atatürk'ün diğer adamlarının yanı sıra Kılıç Ali ’ye de bir daha Ankara’ya ayak basmamasını ihtar edecektir. Bilâhere Atatürk’ün resimlerini paraların üzerinden ve devlet dairelerden kaldırarak Atatürk’ün izini yok etmek isteyen ve yerine kendisini koyan İnönü bu şekilde Atatürk’ün arkadaşlarım da defterden silmiştir.

İstiklâl Mahkemesinde şapka ile ilgili olarak binlerce insan sorguya çekilmiş ve muhakeme edilmiştir. Bu kadar insan arasında Âtıf Hocanın yeri ise bambaşkadır. O âdetâ bir sembol olmuştur. Zirâ İstiklâl Mahkemesi, dâvâların çoğunu Âtıf Hoca üzerine kurmuştur. Karşılarına getirilen maznunlara hep Âtıf Hoca sorulmakta, Âtıf Hocanın aleyhine olabilecek bir ip ucu aranmaktadır..

İskipli Atıf Hoca'yı tanıyor musunuz? Kendisiyle herhangi bir münasebetiniz oldu mu?

Salih Hoca cevap veriyor:

— İskipli Atıf Hoca'yı öteden beri tanırım. Kendisine bâzı ticarî eşya da göndermiştim. İstanbul'a her gidişimde kendisini ziyaret etmek mutadımdı.

Mahkeme Reisi, şu gayet manalı nokta üzerinde duruyor:

— Eserlerini okudunuz ve yayılmalarına çalıştınız mı?

Salih Hoca, gayet safdil ve samimî, mukabele ediyor:

— Evet, geçen yılın Şubat ayında, bana, «FRENK MUKALLİTLİĞİ» isimli eserinden 60 nüsha göndermişti. Bunları satamadım. Ramazanda İstanbul'a geldiğim zaman da, kendisini Hakkâklerdeki kitapçı dükkânında gördüm.

Başkan, bu ifade karşısında her suçu «FRENK MUKALLİTLİĞİ» eserinde görürcesine Salih Hoca'yı sıkıştırıyor ve bu kitaptan kendisine hangi tarihte gönderilmiş olduğunu soruyor. Salih Hoca, günü gününe hatırlayamayacağı cevabını verince de dayatıyor:

— Ayını olsun, hatırlayınız!

Kitabın gönderildiği yıl ve ay malûm olunca, Başkan iç niyetini ağzından kaçıyor:

— Tamam! İşte o sırada bahriyelilerin serpuşlarında, şapkaya doğru bir hareket olarak küçük bir «siper-i şems» (Güneş siperi) kabul edilmişti.

Yemeği Kafasına Koymuş..

İstiklâl Mahkemesinin vaziyeti başta da belirttiğimiz gibi “Kurtla kuzu hikâyesi”ne benzemekteydi Bir defa Âuf Hocayı yemeyi akıllarına koymuşlardı. Bu bakımdan, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas, M araş ve diğer bölgelerde şapka ile ilgili olarak görülen dâvâlarda hep Âuf Hoca soruşturuluyordu. İstiklâl Mahkemesi şapka dâvâsı maznunları hakkında şu karan vermişti:

Harekâtınızın, Erzurum, Giresun, Rize, Sivas isyanlarında âmil olan İstanbul'daki Atıf Hoca ve hempalarının meselesiyle alâkadarlığına vâkıf olan heyet, dâvanızın onlarla birlikte bir kül olarak rûyetine karar verdi.»

Atıf Hoca'nın «hempaları» dedikleri şahıslar arasında sırf, dinî hüviyetlerinden sanık olarak meşhur ilim adamı «Tahir-ül-Mevlevî» ve daha birkaç kişi bulunuyordu.

Bu muhakemeler arasında Maraş isyanı da ayrı bir yer tutuyordu. Maraşlı maznunlardan eski Maraş Mebusu Nasib Efendi, Reisin:

— Niçin şapka giymedin ve giymiyorsun? Sualine şu cevabı vermişti:

— Maraş malûm, baştanbaşa MÜSLÜMAN diyarıdır. Lâzım olduğu kadar şapka getirilmemiş olduğundan ben de başıma giyecek şapka bulamamıştım. Bundan dolayı da buraya gelinceye kadar başım açık gezdim. Bunun suç olduğunu bilmiyordum. Hiçbir kanunda da esasen «Başı açık gezmek yasaktır ve cürümdür» diye bir kayıt ve madde yoktur!

Maraş şapka isyanı muhakemesinin Öbür sanıkları da aynı şeyi söylemişler, kanunun neşri zamanında Maraş'ta ve hiçbir dükkânda şapka bulunmadığını ve bu yüzden başaçık gezdiklerini bildirmişler ve bunun suç sayılmayacağını ileriye sürmüşlerdir.

Bu arada Süleyman oğlu Mehmet isimli birinin, Maraş isyan kafilesinin başına geçip, elinde bayrak:

— Şapka giymiyeceğiz!

Diye bağırdığı tespit ediliyor ve reis maznunlara soruyor:

— Ya buna ne dersiniz? Bu kafilede bulunanlar aynı suça iştirak etmiş demek değil midir?

Cevap:

— Olabilir efendim; takdirinize kalmış bir iş...

' Epey uzun süren Maraş isyanı duruşması sonunda 7 idam, 7 kişiye onbeşer, 9 kişiye onar, 1 kişiye de 3 yıl hapis kararı....

 

Hasan Hüseyin Ceylan - Din-Devlet İlişkileri 2.cilt
Devamını Oku »

İskipli Atıf Hoca Tevkif Edilişi (1.Yazı)

İskipli Atıf Hoca Tevkif Edilişi


Sene 1926... Sonbahar... İskilipli Atıf Hoca'nın, Aksaray'da, Lâleli'de, Fethibey caddesinde 1 numaralı evi...


Hoca, ikinci kattaki odasında sedire oturmuş, akşam namazının ezanını bekliyor. Birden yakındaki caminin minaresinden yanık bir ses... Hoca ezanı, içinden, kelimesi kelimesine tekrar ettikten sonra kıbleye dönüyor ve tekbir getirerek namaza giriyor.


Tam o anda zil sesi... Kapı çalınmakta... Atıf Hoca'nın haremi Zahide Hanım kapıda... Dışarıya sesleniyor:


— Kim o?


— Atıf Hoca'yı görmek istiyoruz?


— Hoca namazda...


— Siz kapıyı açın da bekleriz...


Kadın kapıyı açıyor. Kılık ve edaları şüphe verici üç adam... Sivil oldukları halde aynı meslekten olduklarını ihtar eden, üniformaya benzer bir üslûp birliği içindeler... Başlarında, yeni kabul edilmiş bulunan Şapka Kanunumuzun tatbikatına ait (fötr) biçimindeki müstekreh örnekler... Şu, Anadoluluların (foter) dediği nesne...


Meçhul insanlar içeriye girip taşlıkta beklemeye başlıyorlar.


Zahide Hanım yukarıya çıkıp selâm vaziyetinde bulduğu kocasına vaziyeti haber veriyor:


— Aşağıda meymenetsiz suratlı birkaç adam sizi görmek istiyor. Hallerini beğenmedim.


Atıf Hoca, gayet vakarlı, aşağıya inerken, en büyük telâşa, Melâhat isimli biricik kızında şahit oluyor.


Gelenleri gören genç kız fevkalâde ürkmüş, babasına koşmaktadır:


— Baba, kim bunlar? Ne istiyorlar?


— Sakin olun! Heyecana kapılmanın mânası yok... Ben de bilmiyorum gelenleri... Şimdi göreceğim... Ama kaç gündür etrafımda dolanan hafiye kılıklı insanlara bakılırsa herhalde polis...


Atıf Hoca, gayet metin aşağıya inip gelenlerle karşılaşıyor:


— Selâmünaleyküm...


— Aleykümüs-selâm...


— Ne istiyorsunuz?


— Evi arayacağız!


— Siz polis misiniz?


— Evet, Birinci Şube memurlarından.


— Bu hususta resmî bir vesikaya, mahkeme kararına mâlik misiniz?


— Hayır; fakat aldığımız emir böyle!


— Emir kâfi değil... Kanunî selâhiyetinizi tesbit edici bir vesika lâzım... Ama buyurun, hakkımı aramıyorum, her tarafı arayabilirsiniz!..


Memurlar üst kata çıkarak Atıf Hoca'nın kütüphanesine giriyorlar. Hoca, kendilerini, rahat iş görmeleri için yalnız bırakıyor ve yatak odasına çekiliyor. Memurlar, girdikleri kütüphane odasında tavana kadar yükselen kitap raflarına atılıyor ve tek tek kitapları elden geçirmeye başlıyorlar. Yazı masasının da üstü ve gözleri en küçük kâğıt parçasına kadar eleniyor ve zavallı din adamının yıllardır en titiz emekle nizamladığı oda, yangın yerine döndürülüyor.


Manzarayı kapı aralığından takip eden kızı Melâhat, birdenbire yere düşüp bayılıyor. Atıf Hoca bir taraftan kızını ayıltmağa çalışırken, öbür taraftan da haremine, misafirlere kahve pişirmesini tembihlemeyi ihmal etmiyor.


Zahide Hanım nefretle haykırıyor:


— Aman efendi, evimizi basanlara bir de kahve mi ikram edeceğiz?


Atıf Hoca'nın cevabı:


— Ziyanı yok hanım, onlar da insan ve müslüman. Ne yapsınlar, emir kulu onlar...


Kahveler pişirilip getiriliyor. Atıf Hoca onları memurlara eliyle ikram ediyor.


Evin aranması gecenin geç vaktine kadar sürdü. İş bittikten sonra polis ekibinin şefi Hoca'ya şöyle hitap etti:


— İşimiz bitti Hoca Efendi, alacaklarımızı aldık. Şimdi iş sizi Müdüriyete götürmeye kaldı!


Haremi ve kızı birer çığlık sesi çıkarırken Hoca'da çarpıcı bir vekâr ve tevekkül:


— Buraya kadar mı emir aldınız?


— Evet, Hocam!


— Elinizde, tabiî bir tevkif müzekkeresi de yok!..


— Dedik ya, emir böyle... Hem biz sizi tevkif etmiyoruz ki... Beş dakika için Müdüriyete kadar gelip birkaç tesbitten sonra evinize döneceksiniz!


— Öyle olsun, diyor Hoca; kapınıza kadar da gidelim. Buyurun!..


Hoca, başına sarıklı fesini ve sırtına latasını geçirirken, kadınlar hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Melâhat, babasına sarılmış, haykırmakta:


— Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun)?


— Seni Allah'a emanet ediyorum... Allah'ın kaderine baş eğmeyi biliniz!


Atıf Hoca'nın darağacında şehid oluşundan bir müddet sonra bütün bu tevkif tablosunu çizen Melâhat Hanım:


— Babamı, diyor, işte bu son görüşümdü.


Atıf Hoca'yı Müdüriyette bir hücreye tıkıyorlar. Penceresi tepeden avlu tarafına açılan boş ve pis bir oda... İçinde (banko) dedikleri tahta bir sıradan başka eşya yok...


Memurlar:


— Şimdi çağırılırsınız! İşin biter, evine dönersin! Diyerek Atıf Hoca'yı diri diri mezara gömmüşlerdir.


Ne soran, ne arayan, ne de hesaba çeken... Fakat Atıf Hoca'yı en çok üzen şey, bütün bunlar değil de, namazlarını kaybetmek kaygısı... O gece yatsıyı kaçırmamak için abdest almak üzere kapısını vurup izin almak istediği halde kendisine ses veren olmuyor. Sabah namazı için de aynı şey... Bu Çin işkencesine benzer vaziyet karşısında Hoca'nın çektiği acıyı hayal edebilmek lâzım... Ne evinde suç belirtici bir şey bulunabilmiş, ne de suçunun ne olduğuna dair bir itham karşısında kalmıştır.


Sabahleyin Zahide Hanım Müdüriyette:.


— Kocamı görmek istiyorum!


— Hayır, diyorlar; göremezsin!.. Hiç kimseyle temas edemez! Yasak!..


Bu manzara karşısında içi burkulan bir polis memuru dayanamıyor ve Zahide Hanım'a:


— Bir dakika, hanım, diyor; ben gidip Hocayla görüşeyim, bir isteği veya diyeceği olup olmadığını size haber vereyim!


Memur gidip geliyor:


— Cevabı şu: İyiyim merak etmesinler, Allah'a bağlansınlar! Bana yalnız bir yatak göndersinler! Başka bir ihtiyacım yok!..


Kadıncağız koşa koşa evine gidiyor; iman renkli ve İslâm kokulu, bembeyaz ve misk gibi çarşaflarla kalın bir şilte çekip, Müdüriyete getiriyor ve polis âmirine yalvarıyor:


— Yanınızda bir dakika, bir dakikacık, görmeme izin vermez misiniz bizim efendiyi?


— Hayır, diyorlar; göremezsiniz!


Zahide Hanım melûl melûl Lâleli'deki evine dönüyor.


Kızıyla ağlaşırken, dertleşirken hiç beklenmedik bir anda çalınan kapı... Kapıda, aynı kaşıktan çıkmış un helvaları gibi öbürlerini andıran, sivil kılıklı biri:


— Ben Birinci Şubedenim! Hoca Efendi'ye büyük saygı ve sevgim var... Bütün eserlerini okudum ve bazı derslerinde bulundum. Telâş ve ıstırabınızı tahmin ettiğim için sizi teselliye geldim. Hiç merak etmeyiniz! Müdüriyete getirilen evrak ve kitaplar arasında sorumluluğu gerektirir bir şey bulunamadı. Pek yakında serbest bırakılması lâzım...


Fakat Hoca, Müdüriyetteki loş hücresinde, yere serilmiş dantelâlı ve işlemeli yatağına oturmuş, doğup battığını göremediği güneşleri sayıklamakta ve günler geçtiği halde bir türlü hesaba çekilmemekte, müdafaasını yapabileceği bir itham ile karşılaşmamakta... Sadece eşkıya elinde bir rehine gibi, bekletilmekte...


Günün birinde Zahide Hanım'ın kulaklarına, erimiş kurşun gibi dolan bir haber:


— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlar!


Zahide Hanım basma örtüsünü çekip Müdüriyete koşuyor ve Birinci Şube Müdürünün karşısına dikiliyor:


— Hoca'yı Trabzon'a gönderiyorlarmış... Öyle mi? Müdür kaşları çatık bağırıyor:


— Kimden aldın bu haberi? Hemen söylemezsen evine dönemezsin!


Zahide Hanım, daha sert haykırıyor:


— Kimden aldımsa aldım! Bana bu haberi filân memur verdi mi diyeyim? Böyle bir şey olmuş olsa bile isim verebilir miyim?.. Hâlbuki yok böyle bir memur! Ben kocam hakkında bilgi istiyorum sizden... Hakkımı istiyorum! Bildirmeye mecbursunuz! Siz müslüman değil misiniz? Nedir, şu Moskof gâvuruna yapılamayacak şeyleri, müslüman bir din adamına reva görmeniz?


Kadın öylesine çıkışıyor ve tepiniyor ki, müdür şaşırıyor ve hiçbir mukabelede bulunamıyor, sadece öfkesi başına vuran bu kadını başından savmayı düşünüyor:


— Çekil, hanım, karşımdan ve evine git! Neticeyi tevekkülle bekle! Biz de emir kullarından başkası değiliz!


Aynı gün Zahide Hanım'ın kapısında, içi tam bir iman ve merhamet ateşiyle kaynayan memur:


— Hanım, hemen başını ört ve fırla! Hoca'yı Galata'dan kalkacak olan vapura götürüyorlar... Belki yolda yakalarsın!


Deli gibi fırlayan Zahide Hanım, köprü üstünde kocasını yakalıyor. İki polis arasında, ancak katillere mahsus bir emniyet tertibatı içinde Galata rıhtımına doğru götürülmektedir.


Zahide Hanım kocasının üzerine atılıyor:


— Efendi, efendi!


Polisler Zahide Hanım'ı şiddetle iterek kocasıyla konuşmasına engel oluyorlar. Arkadan gelen üçüncü bir memur, kadıncağızı yaka - paça sürüklemeye başlıyor. Kadın, kaplan gibi atılıp kocasına mendil içinde bir şey uzatıyor:


— Para!


Ve ancak bunu söyleyebiliyor.


Kadını, manzaraya dehşetle gözünü diken bir halk yığını içinden sürükleyip uzaklaştırıyorlar.Bu şekilde azılı bir gangster muamelesi gören zât, ecnebilerin bile hayranlıkla bahsettiği büyük bir âlimdi. Ve bu âlimin yegane suçu ise, aylar yıllar sonra “devrim” yapılacağını hesaba katmadan İlmî eser yazmaktı...


Atıf Hocayı bu şekilde apar topar alıp götürenlerin elinde en ufak bir delil yoktu. Yegâne bahaneleri Giresun'da bir meczubun veya “tutulmuş kişinin” söylediği sözlerdi. Bu şahıs, kendisine niçin şapka giymediği sorulduğunda şöyle bir yalan uydurmuştu:
“İstanbul’da yüksek din âlimlerinden Âtıf Hocayla mektuplaştım. Kendisi bana cevap olarak şeriatın şapka giyilmesine müsaade etmediğini ve bu fiilin din gözüyle küfür olduğu cevabını verdi. Ben de bunun üzerine şapka giymemeye karar verdim!”
Oysa ne bu şahıs böyle bir mektup yazmış, ne de Âtıf Hoca kendisine cevap vermişti.


İşte bir yalancının yahut ajanprovakatörün sözleri üzerine bir bardak suda fırtına kopartılıyor ve Âtıf Hoca İstanbul’dan İstiklâl Mahkemesinin huzuruna çıkarılmak üzere Trabzon’a diye yola çıkarılıyor, daha sonra mahkemenin Giresun’da bulunduğu anlaşılınca oraya götürülüyordu.


İstiklâl Mahkemesindeki muhakemede herşey ayan beyan ortaya çıkacaktı. Atıf Hocanın ifadeleri karşısında yalancı şahit de bocalamış ve foyası meydana çıkmıştı. Bunun üzerine mahkeme heyeti, 'Ortada itham sebebi olabilecek hiçbir şey yok!..” kararını vermişti.
Böylelikle bir tertip daha başlangıçta fiyaskoyla neticelenmişti.


Atıf Hoca için hazırlanan bu komplonun benzerleri bilâhare sık sık sahnelene-cekti. Menemen’de meczup bir esrarkeşin hareketleri bütün Menemenlilere ve yurdun dört bir köşesindeki dindarlara teşmil edilecekti.


devamı:http://ilimcephesi.com/iskipli-atif-hocakurt-ile-kuzu-hikayesi-2-yazi/

Kaynak:H.HÜSEYİN CEYLAN DİN-DEVLET İLİŞKİLERİ CİLT:2

Devamını Oku »

Lozan Antlaşması ve Hilafet,Saltanatın Kaldırılması

Lozan Antlaşması ve Hilafet,Saltanatın Kaldırılması

Lozan süreci Saltanatın ilgasından önce başlar Hilafetin ilgasından sonra Lozan'ın Ingiltere tarafından onaylanmasıyla tamamlanır. Bu süreç içinde çok önemli gelişmeler, kırılmalar ve sapmalar olmuştur. Bu süreçte Osmanlı'dan Cumhuriyete geçiş tamamlanmıştır. Bu süreçte Saltanatın ilgası, Meclisin yenilenmesi, Cumhuriyetin ilanı ve Hilafetin ilgası gibi çok önemli gelişmeler yaşanmıştır.

Lozan Antlaşması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu belgelerinden biridir; hatta en önemlisidir diyebiliriz. Lozan, Türkiye'nin dış politikasına yön veren önemli bir belge olduğu gibi iç politikasına, hukuki ve siyasi kurumlaşmasında da etkisi olmuş bir belgedir.

Lozan'da, alta asır hüküm sürmüş bir Devlet-i Aliyye 'tasfiye edilmeye çalışılmış ve onun mirası üzerine bina edilmek is-tenen yeni bir devletin temelleri atılmıştır. O yüzden mü-zakereler çok çetin geçmiş ve bir kere de müzakereler kesilmiştir. Lozan öncesinde ve sonrasında Türkiye'nin iç ve dış politikasında çok önemli kırılmalar olmuştu. Hilafet in ilgası gibi bazı önemli ilga hareketleri Lozan'dan sonra gerçekleştirilmiştir.

Buradan yola çıkan bazı araştırmacılar Lozan'da gizli bir antlaşmanın daha imzalandığını, Hilafetin ılgası da dâhil, önemli kırılmaların ve yön değiştirmelerin Lozan sonrasına denk geldiğine dikkat çekmektedirler. Lozan'ın İngiltere ta-rafından onayının Hilafetin ilgasından sonra olması da bu iddiayı desteklemektedir...

 

Lozan'a Niçin Karabekir Değil de ismet Paşa Gönderildi?

M. Kemal Paşa, çok önem verdiği Lozan Konferansı için başmurahhas olarak kendisine sadık olarak gördüğü İsmet Paşa'yı seçmiştir. Diplomasi konusunda İsmet Paşa'ya göre daha tecrübeli olan Rauf Bey ve Karabekir Paşayı seçmedi; çünkü onlar gerekli gördüklerinde, muhalif olmak pahasına kendi görüşlerini söylüyorlardı... Murahhas seçimiyle ilgili olarak Karabekir anılarında şunları anlatmaktadır:

"M. Kemal Paşa, hakkımdaki düşüncesini şöylece ifade etti: 'Sulh heyetimize seni başmurahhas olarak gönderemem. Çünkü kafanla hareket edersin. İsmet Paşa'yı göndereceğim, çünkü sözümden çıkmaz.'...(1) Karabekir'in damadı Özerengin'in naklettiğine göre M. Kemal Paşa şunu da soylemiştir:

"Ben, İsmet'e emir eri gibi emir veririm, yaptırırım."(2)

Lozan heyetinin iki numaralı ismi olan Rıza Nur, önce başmurahhas olarak Rauf Bey'in seçildiğini, sonra kendisinin M. Kemal'e tavsiyesi üzerine İsmet Paşa'da karar kılındığım anlatmaktadır.(3)

Aslında İsmet Paşa, Lozan'a baş murahhas olarak gitmek için can atmış değildi. Bir emrivaki sonucunda bu görevi kabul etmek zorunda kaldı. Kendisi bu görevi ağır ve yıpratıcı olarak görüyordu; meslek olarak da askerlikten geliyordu. M. Kemal'e gönderdiği 23.1.1923 tarihli bir telgrafında şöyle diyordu: "Bilesiniz ki, çok yorgunum... Çok yoruldum. Benim güzel Gazi Şefim beni bu kadar imtihana niçin feda ettin?"(4) Zaten M. Kemal Nutuk'ta İsmet Paşa'yı bir emr-i vaki ile gönderdiğini açıkça ifade etmektedir:

"...İsmet Paşa'ya, emr-i vaki halinde Hariciye Vekili olacağını ve ondan sonra da sulh konferansına Heyet-i Murahhasa Reisi olarak gideceğini söyledim. Paşa birdenbire mü- tehayyir kaldı. Asker olduğundan bahsederek, beyan-ı itizar etti. En nihayet, teklifimi bir emir telakki ederek mutavaat gösterdi."(5) -

 

Kaynaklar;

(1)-Karabekir Anlatıyor,Uğur Mumcu,syf;52

(2)-Muhammet Erat,’’Faruk Özerengin ile Kazım Karabekir Üzerine’’,23.1.1996,s.2

(3)-Rıza Nur,Lozan Hatıraları,syf;4-5

(4)-Bilal Şimşir,Atatürk İle Yazışmalar,1920-1923,syf;464

(5)-Nutuk,syf;454
Devamını Oku »

Vahdeddin'in Tercihi: M. Kemal Paşa ve Arkadaşları

Vahdeddin'in Tercihi: M. Kemal Paşa ve Arkadaşları

Vahdeddin mütarekeden sonra bir arayış içine girmişti, Anadolu'da bir hareket başlatmak istiyordu ve bu harekete  bir lider arıyordu. Fevzi Paşa'dan Milli Mücadeleye liderlik edebilecek paşaların isimlerini içeren bir liste hazırlamasını istedi. Ancak listede M. Kemal Paşa'nın ismi yoktu. Listede M. Kemal isminin neden yer almadığını soran Vahdeddin'e Fevzi Paşa;

"M. Kemal'in yenilik, bilhassa öteden beri Cumhuriyet taraftarı olduğu" mazeretini ileri sürer.

Vahdeddin ise;

"memleket kurtulsun da isterse Cumhuriyet olsun" diyerek M. Kemal'le görüşmeye karar verir...

M. Sabri Efendi gibi bazı din âlimlerinin de M. Kemal ismi hakkında Vahdeddin'e çekincelerini söyledikleri bilinmektedir...

Ancak Vahdeddin, etraftan gelen çekincelere itibar etme¬yerek Anadolu hareketini yönetmesi için M. Kemal Paşa'yı uygun buldu. M. Kemal'i Anadolu'ya, bilerek ve isteyerek göndermiş, kendi özel servetiyle de desteklemiştir.  (Sultan Vahdeddin milli mücadele sırasında da Ankara'yı, silah ve cephane göndererek desteklemiştir. Bu durumu İngiliz kaynakları da-Horace Rumbold'un yazdığı rapor- doğrulamaktadır.(3)

Padişah, Mütarekeden sonra İstanbul'a dönen M. KEMAL Paşa ile sık sık görüşüyordu. F. Rıfkı Atay, M. Kemal'in Padişahla bir Cuma selamlığında yaptığı görüşmesinde Padisah'ın O'na; kendisinin artık memleket için bir şeyler yapmak iktidarında olamadığını söyleyerek vatanı kurtarmasını Candan istediğini anlatmaktadır.(4)

M. Kemal Paşa Anadolu'ya hareketinden bir gün önce (15 Mayıs 1919) Kur'anın üstüne el basarak, Halifeye sadık kalacağına ve verilen görevleri layıkıyla yapacağına dair yemin etmiştir. Resmi bir usul dairesinde yapılan yemin merasimi Padişahın genel sekreteri Avni Paşa tarafından yazıya geçi¬rilmiştir. Merasimi anlatan orijinal ifadeler şöyledir:

Zat-ı şâhâne elbise-i askeriyelerini lâbis olduğu halde ayakta bulunuyorlar. Önlerinde masanın üzerinde dahi Kelâm-ı Kadîm duruyordu. Sadrazam Paşa, Yaver Paşa Padişah'm iki tarafında birer adım gerisinde idiler. Mustafa Kemal Paşa tavr-ı askerîsine dinî bir edâ dahi vererek ilerledi. Ve sağ elini Kelâm-ı Kadîm'in üzerine koyarak şu yemini eyledi:

"Hey'et-i Vükelâca tanzim olunup irâde-i seniyye-i hazret-i Padişahı'ye iktiran eden yirmi bir maddelik ta'limât-ı mahsûsada musarrah salâhiyet-i vâsi'a mucibince Anadolu vilâyât-ı şâhâneleri bil'umum me'murîn-i mülkiye ve askeriyesi üzerinde icrâsına me'mur buyurulduğum teftişât ve tedkikâtı nzâ-yı âli-i cenâb-ı Hilâfet-penâhî dâire-i necât-ı bâhiresinde medâr-ı fahr ve mübâhât-ı memlûkânem olan sadâkat-ı kâmile ile bezl-i makderet eyleyeceğime vallâhi billâhi."(5)

Neden Vahdeddin'in bizzat Anadolu'ya gitmediği konusunda da çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bardakçının belirttiğine göre, Vahdeddin Anadolu'ya gitseydi İstanbul Rumlara verilecekti. Aslmda Yunanlılar, başta Patrik olmak üzere İtilaf Devletlerinden Sultan'ın İstanbul'dan çıkarılmasını istemişlerse de İtilaf Devletleri buna olumlu yanıt vermemiştir.(6) Vahdeddin'in yeğeni Sami Efendi de bir mülakatında, İngilizlerin Anadolu'ya geçmek isteyen Padişahı, İstanbul u Yunanlılara terk etmekle tehdit ederek engellediklerini anlatmıştır.(7) Daha sonraları Hariciye Vekili Yusuf Kamil Bey'le yaptığı bir konuşmasında Vahdeddin, kendisinin Anadolu’ya geçmesi durumunda bütün tazyikin merkeze yöneleceğinden endişe ettiğini belirtmişti.(8)

Hanedandan şehzade Ömer Faruk'un Anadolu'ya geçme isteğine ise çeşitli gerekçeler öne sürerek M. Kemal olumlu cevap vermemişti.(9) M. Kemal O'nun bir emrivaki ile Padişah olmak istediğinden endişeleniyordu.(10)

M. Kemal Paşa'mn siyaseti, Milli Mücadeleye kimseyi ortak etmemek yönündeydi. Bu nedenle hem İttihatçıların lideri Enver Paşa'mn hem de Hanedandan Ömer Faruk Efendi'nin Anadolu'ya girmelerine sıcak bakmamıştır. Çünkü her iki isim de M. Kemal Paşa ile liderlik yanşma girebilecek ye¬tenek ve karizmaya sahipti...

M. Kemal'in Anadolu'ya çıkmasından sonra Erzurum ve Sivas'ta kongreler yapılmıştır. Erzurum Kongresi sürecinde Karabekir'in desteğiyle M. Kemal Paşa'nın liderliği pekişmiştir. Erzurum Kongresi özetle, milli kuvvetlere dayanarak vatan ve milli bütünlüğün ve bu arada Saltanat İle Hilafetin korunacağını belirtmiş ve dağıtılan Mebusan Meclisi'nin toplanması gerektiğini karar altına almıştır. Erzurum Kongresi beyannamesi çok az değişikliklerle Sivas Kongresi tarafından kabul edildikten bir süre sonra İstanbul Mebusan Meclisi'nde de Misak-ı Milli olarak onaylanmıştır...(11)

Söz konusu iki kongrenin beyannamelerinde "irade-i mil- liye"nin yam sıra "Saltanat ve Hilafete bağlılık" da vurgulanmaktadır. Saltanat ve Hilafetin kurtarılması için "kuvva-yı milliye'nin amil ve irade-i milliye'nin hâkim olmasının gerektiği" ifade edilmiştir. Misak-ı Milli'de açıkça irade-i milliye'den bahsedilmemekle birlikte milletlerin söz hakkı (ârâ- yı amme) vurgulanmaktadır... Bir çeşit dengeleme politikası güdülmektedir; çünkü halk ve ordu Hilafetin kurtanlmasma büyük önem veriyordu. M. Kemal'in de belirttiği gibi millet ve ordu, "kendinden evvel makam-ı mualla-yı Hilafet ve Saltanatın halas ve masuniyetini düşünüyor...".(12)

İrade-i Milliye'nin hâkimiyeti ile Saltanat ve Hilafete bağ¬lılık sloganlarının yan yana kullanıldığı bu söylem Milli Mü¬cadele boyunca kullanılmış, Hilafet'in ilgasından sonra sadece İrade-i Milliye'den söz edilir olmuştur...

Kaynaklar;

(1)-Mareşal Fevzi Çakmak’ın Anıları,Tercüman Gazetesi,10 Nisan 1976’dan nakleden:H.H.Ceylan,age,syf;25-26

(2)-Bu konuda çok kaynak vardır ve bu konu artık iyice açığa çıkmıştır.Dolayısıyla bedahet olan yerde delalete gerek yoktur.Ancak yine de şu kaynaklara bakılabilir;H.Hüsryin Ceylan,Büyük Oyun,1.cilt,syf;17-45 – Kadir Mısıroğlu,Sarıklı Mücahidler,syf;56-59 – Abdurrahman Dilipak,Cumhuriyete Giden Yol,syf;141-166 –

(3)- Ali Satan,İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye:1921

(4)-Hamza Eroğlu,Türk İnkılap Tarihi,syf;11-112;Refik Turan,Mustafa Safran,Muhammed Şahin,Semih Yalçın – Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi,syf;110

(5)-Vahdettin Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor;(Hzırlayan,Osman Öndeş) syf;212

(6)-İlhan Bardakçı,Vahdettinden M.Kemal’e Bitmeyen Tartışma ve Gizli Gerçekler,syf;59-75

(7)-Hakan Albayrak,Vahdettin Hain Olmazsa,Cumhuriyet Payidar Olamaz!,Yeni Şafak,1196

(8)-Atatürkün Milli Dış Politikası,syf;406-411

(9)-Tanin,7.11.1923

(10)-TBMM,GCZ,1.2,D.2,C.2,SYF;526

(11)-Zekai Güner,Orhan Kabataş,MilliMücadele Dönemi Beyannemeleri ve Basını,syf;81-85-201

(12)-Atatürk,a.g.e,syf;7

Cemal Fedayi
Devamını Oku »

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Otoritenin Kullanımı ve İstiklâl Mahkemeleri

Gruplar arasında gerçekleşen önemli görüş farklılıklarından bir diğeri de İstiklâl Mahkemeleri konusunda açığa çıkar. İstiklâl Mahkemeleri, 11 Eylül 1920’de, “Firariler Hakkında Kanun"la, gittikçe büyüyen asker kaçakları sorununu çözmek amacıyla kurulur. Asker kaçakları o günlerin en önemli sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında her sekiz firariden birisi idam edilerek cephelerin çökmesi önlenmiştir. Buna rağmen firarilerin sayısı gittikçe artar ve 300.000’i bulur. Meclis bu sorunu çözmek için ilk planda 8 ayrı İstiklâl Mahkemesinin kurulmasına karar verir. Bu mahkemeler sadece asker firarilerini yargılamakla ilgilenmeyecek, aynı zamanda hırsızlık, şekavet, gasp gibi can ve mal güvenliği ve kamu düzenini ilgilendiren suçlara da bakacaklardır. İstiklâl Mahkemeleri son derece geniş yetkilerle donatılırlar. Bunun önemli bir göstergesi olarak hâlen TBMM arşivinde saklanmakta olan “İstiklâl Mahkemesi mücadelesinde sadece Allah'tan korkar” levhası oldukça önemlidi» Bu levha Ankara İstiklâl Mahkemesi yargı heyetinin arkasında yıllarca asılı durmuştur.

11 Eylül 1920’de kurulan İstiklâl Mahkemeleri görevlerine 17 Şubat 1921 Ve kadar devam ederler. Fakat, İnönü Savaşları sırasında İstiklâl Mahkemelerine tekrar ihtiyaç hissedilir. 24 Temmuz 1921’de Konya, Kastamonu, Samsun ve Yozgat’ta yeni İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Bu mahkemelerin zamanla görev alanını genişletmek istenir. Ancak, İkinci Grup, meclis üstünlüğü ve yetkilerin kullanış biçimi konusundaki hassasiyeti dahilinde, İstiklal Mahkemeleri’nin görev alanının genişletilmesi ve yeni istiklal Mahkemeleri kurulması konusunda oldukça gönülsüz davranır.

Konuyla ilgili olarak Birinci Gruba sert eleştiriler yöneltir 5 Ağustos 1921’de Mustafa Kemal Paşa’nın Başkumandanlığa getirilmesi üzerine, istiklâl Mahkemeleri doğrudan Başkumandan olan Mustafa Kemal Paşa’ya bağlanır, ikinci Grup bunu “Hakimiyet-i Milliye” açısından büyük bir problem olarak görür. 14 Ocak 1922 tarihli gizli oturumda Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, geniş yetkilerle donatılan bu mahkemelere karşı çıkarak, hukukun üstünlüğünü ön plana taşıyan bir konuşma yapar.

Konuşmasında şunları söyler: “Olağanüstü önlem almak için İstiklâl Mahkemeleri kuruldu. Fakat, bir zaman oldu ki, hükümet bütün icraatı İstiklâl Mahkemelerine verir bir şekilde, bize bir kanun kabul ettirdi. Artık İstiklâl Mahkemelerinin el uzatmadığı, el koymadığı şey kalmadı ve bütün hükümetin icraatını eline aldı ve Meclis adına hükümler verdi. Efendiler, siz memleketi kurtarmak istiyorsanız, siz mahkemeleri yaşatmak istiyorsanız, işte burada 350 mahkememiz var. Onun kudretini artırın, onun kudreti olmazsa dört mahkeme, beş mahkeme, devletin bütün teşkilatını yürütemez. İhtilâlin de hukuku var. Fakat böyle kendi oyuyla hüküm sürecek maddî ve manevî suç, zarar takdiriyle hüküm sürecek bir kuruluş dünyada mevcut değildir. Bu, dünyanın adaletine sığacak şeylerden değildir. Asker kaçakları için gerekli ise, yalnız onunla sınırlayalım. Böyle maddî, manevî zarar takdirine yetkili; genel cümlelerle, sınırsız yorum ve ters düz etmeye müsait cümlelerle verilen yetkiyle ve kendi oyuyla her şeyi hüküm altına almak, her şeye hüküm vermek yetkisini artık ortadan kaldırmak, üzerimize farzdır”.

İkinci Grup üyelerinden Sinop mebusu Hakkı Hami (Ulukan) Bey de konuyla ilgili olarak görüşlerini dile getirir:

“Memlekette vâzıı kanun (kanun koyucu) çoğaldıkça memleket felakete, izmihlale gider. Bugün Meclis-i Âlîniz kanun vazeder ve haddi zatında vazıı kanun selahiyyetine haizdir. Kendisini Meclisi Âlînin fevkinde görenler Meclisin vücudunu inkâr etmiş olurlar. Bunlar hain-i vatandır. Hareketleri Meclise taarruzdur... Bunların önüne geçmek lâzımdır.

Yoksa Efendiler! Emin olunuz İstiklal Mahkemeleriyle, Hıyanet Kanunuyla, adam asmakla biz gayemize vasıl olacaksak emin olunuz ki bu, hayaldir... Efendiler, bendeniz eminim ve katiyen kaniim ki bugün pek masum olarak asılan vardır.,, Efendileri Meclisi Aliniz her şeye kadirdir. Düşmanla harp eder, memleketle para bulur, asker bulur Fakat Meclisi Âlîniz bir tek nefere hayat vermez. Yaptığımız nedir? Arzu ettiğimiz şey nedir? Onun için Efendiler; hayat çok yüksektir... Köyleri baykuş yuvası yapmak için mi yoksa mesut ve müreffeh bir devre açmak için mi çalışıyoruz? istiklâl Mahkemelerine de ve hiçbir kimseye de adam asmak selahiyyetini vermeyiniz. İdam cezası tavuk öldürmek değildir. Bunlar tavuk değildir, hayat çok yüksektir”

Hakkı Hami Bey’in de konuşmasında değindiği üzere, İkinci Grubun temsilcisi sıfatıyla bilhassa Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri’ne başından beri karşı olduğunu, Meclise bile verilmeyen “kişisel görüşe dayanarak adam asma yetkisini”, Meclisin bu mahkemelere vermesinin kendisini hayrete düşürdüğünü söyler.

Hüseyin Avni Bey, İstiklâl Mahkemeleri hakkındaki eleştirilerini şöyle sürdürür: “Efendim, birinci günden beri İstiklâl Mahkemelerinin aleyhindeyim. Bir kere TBMM’ne Allah'ın vermediği salahiyeti kendisi başkasına verdiğine hayretteyim... Memleketimiz üç İstiklâl Mahkemesiyle mi idare ediliyor? Efendiler, her kazada bidayet mahkemeleriniz vardır. Cinayet mahkemeleriniz vardır. Memleketin bir tarafında kanaati vicdaniyesiyle üç adamı idam eder, diğer tarafında hayatını idame eder. Ne güzel müsavat, ne güzel adalet (!)...

Şimdi Efendiler; bendeniz kanaatime göre bu suretle kendi hukuku adlimizin olmadığını iddia etmektir. Bu millet umüri adliyesi için iki buçuk milyon lira sarf ediyor. Mekteplere para veriyor. Mektepte okutuyor ve yetiştiriyor. Mebus olmakla her türlü evsafı aliyesi, her türlü ilmi iktisap mı eder, rica ederim. Lâlettayin üç kişiye “kanaati zatiyenizle siz hükmü verin” deyip salâhiyyet vermek, ilmi inkâr etmek milletin hukukunu tepelemek demektir. İhtilâlin de bir hukuku vardır. Her milletin her zaman bir hukuku vardır. Hüner isyan ettirmemektir... Kanun hakim olmalı. Şahısların hakimiyeti payidar olamaz... Samsun ve havalisinde 30-40 mahkememiz vardır. Bu mahkemeler ilimle mücehhezdir. Bu mahkemeler hakim hakkına bihakkın haizdir ve bu meslekte çalışan adamlardır. Bu vazifeyi meslek edinmişlerdir. Herhangi bir şahıs sanat yapamazsa, mahkemeyi de yapamaz. Bu daha incedir, daha dakiktir, daha mantıkîdir... Elinizde bir kanun vardır. Bunu seyyanen tatbikle mükellefsiniz. İçinizde hususi emel taşıyan, hükümetimizi yıkmak isteyen bu gibi kimselere kanunu cezamız gayet vasi cezalar tayin etmiştir. Bunları ehline tevdi ile mütehassisini adaletle muvafık bir şekilde tatbikata muvaffak olursanız, hükümet manası çıkar.- Yoksa onlara karşı muamele yaparsak hükümet sisteminden ayrılmış oluruz ki, millet onu bizden istemez . Millet hükümetten adalet ister. O zaman meşru vekil olduğumuzu ispat ederiz…«

Artık memlekette İstiklal Mahkemelerinin vazifelerine hitam verilmelidir, Memlekette kanunu hakim kılmalıyız.

İstiklal Mahkemeleri savcılarına, mahkemelerin kararlarına itiraz hakkını sınırlayan ve sadece cezalandırılan suçun mahkemelerin görev alanına girip girmediği konusunda itiraz hakkı veren kanun maddesi de önemli tartışmalara yol açar. Kararlara sadece bu açıdan itiraz edilebileceğinin açıklanması üzerine Hüseyin Avni Bey karşı çıkarak şunları der: *Efendiler, İstiklâl Mahkemesi deyince onu memleketin içinde bir cellat mı yapmak istiyoruz. Bir mahkeme kuruyoruz ve biz bir devletiz. Biz adalet dağıtmak için mahkeme kuruyoruz, yoksa engizisyon zulmü yapmak için heyetler göndermeyeceğiz. Onlar yanılmaz insan değildir. Onun içindir ki, savcıların şikayet hakları, hiçbir zaman dünyanın hiçbir yerinde iptal edilemez, savcıların gördükleri her türlü haksızlıklar için itiraz kapıları açıktır.

Onlar için itiraz kapılarının kapanması imkânı yoktur, istiklâl Mahkemeleri şiddet gösterecek engizisyon mahkemeleri değildir. Biz bu mahkemeleri işlerinin hızlı ve daha güvenle sonuçlandırılabilmesi için kuruyoruz. Dolayısıyla, savcılar itiraz mercii olan Büyük Millet Meclisine karşı; yani o güç ve yetkiye sahip olan makama karşı “mahkeme şu noktadan adaleti uygulayamamıştır. Şu kanunun ruhunu uygun şekilde hüküm vermediler ve benim iddiam şu oldu” diye bize bildirilmesin mi? Yoksa İstiklâl Mahkemelerimin yanılmaz olduğunu mu kabul ediyorsunuz. Savcılar kanun dairesinde milletin hürriyet hakkını, yaşama hakkını koruyacaktı. Kendilerine güvenebilmek için kanun gücümüzün korunmasına memur olan savcılarımıza şikayet hakkı verilmelidir. Onlar gördüklerini söylemelidirler. Sonra bunun manasına hükümet denmez, iyi düşünüyor musunuz, efendiler! ''

Tüm bunların sonucunda İstiklâl Mahkemeleri’ni Meclis’in denetimi altına alan “İstiklâl Mehakimi Kanunu”nun kabul edildiği 31 Temmuz 1922’den sonra, Heyet-i Vekile’nin çeşitli girişimlerine rağmen, muhalefetin başarılı engellemeleri sayesinde sadece Elcezir’de, o da görevi sadece asker kaçaklarını cezalandırmakla sınırlandırılan, bir istiklâl Mahkemesi kurulabilir.
Devamını Oku »

Birinci Meclis ve Mustafa Kemal Paşa

birinci-meclis

İstilacı Batı devletlerinin askerlerine karşı milli direnişi kumanda eden birkaç Osmanlı paşası vardı. İstilâcılara karşı direnişi organize etmek ve yönlendirmek normal şartlarda bunların yapacağı bir işti. Ancak gelişmeler bir başka mecrada gerçekleşir. Devreye Mustafa Kemal Paşa girer. Mustafa Kemal Paşa, örgütleme yeteneğinin üstünlüğünden, Padişah» kişisel güvenini kazanarak padişahlık makamının desteğini almış olmasından ve biraz da yeraltmdaki İttihat ve Terakki kalıntılarının gizlice verdiği destek nedeniyle mevcut direniş ağı üzerinde hakimiyet kurmayı başarır. O, üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin liderlerine son derece yakın birisi olmasına rağmen, hakim hizbin dışında kalır.»

Enver Paşa ile olan örtülü çekişmeleri onu böylesi bir duruma iter ve bu nedenle de savaşın büyük bir bölümünü cephelerde geçirir. Cephe­lerde olduğu zamanlarda bazı siyasî ve ideolojik gayelere sahip olduğu ve bunları gerçekleştirmenin arzusunu yoğun olarak yaşadığı bilinmek­tedir. Fakat komutanlar arasındaki anlayış larkları ve kişisel rekabet Milli Mücadelenin sona ermesine kadar dondurulur. Büyük Millet Meclisi’ne açıkça yansıdığı üzere “tam bağımsızlık" bütün milletvekillerinin ve ulusal direnişi Örgütleyen paşaların yegâne gayesi olur. İlk zamanlar değilse bile, yine bu dönemde yoğun şekilde gündeme gelen ‘ Halk ege­menliği” düşüncesi, Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup mensuplarının ko­nuşmalarında dile getirildiği üzere, savaş sonrası için vazgeçilmez bir esas olarak ön plana çıkar.

Ayrıca, yine bu dönemde, Mustafa Kemal Pa­şa, gizli görüşmelerde ve yakın arkadaşlarıyla konuşmalarında halk ege­menliğine dayanan bir yönetim tarzından bahsetmesine karşılık, açıktan konuşmalarında tam tersi bir tutum sergileyip, padişahı ve padişahı kur­tarmayı birinci düzeyde öneme sahip bir gaye olarak dile getirir. Örne­ğin; 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde saltanat ve hilafetin geleceğiyle ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadı­ğını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır... Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra meclisimizin dü­zenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır’?.

Hatta öyle ki, Padişahın, milletvekillerini “âsiler” diye suçlamasına rağmen, padişaha bağlılık ve saygıyı terk etmez. “Esaret altında bulun­masa, Padişah vatanın istiklâli için çalışanlara âsi demez. Zatı şahaneleri­nin ağzından işitsem mutlaka bunun icbar ve tazyik altında bulunduğuna hükmederim” diyerek Padişahın durumunu mazur görür. TBMM’nin 20 Temmuz 1923 tarihli oturumundaki konuşmasında ise şunları söy­ler; “Meclis-i âlinizin ilk içtimâ günlerinde kabul ettiği bir esâs vardır ki o esas ananât-ı milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulun­durur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o olmasa tevfiki harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vasıl olacağımıza şüphe yoktur.

Fakat, Mustafa Kemal Paşa, savaşın galibiyetle sonuçlanması üzerine saltanat taraftarı sözlerine son verir ve tamamıyla saltanat karşıtı bir tutu­ma sahip olur. Sıklıkla “halkçılık”ı gündeme getirir. Bu konuda örnek olması açısından saltanatın kaldırılmasına dair görüşmelerin yapıldığı oturumdaki konuşması önemlidir. Meclis kürsüsünden şunları söyler:

Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabı­dır diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuv­vetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin ha­kimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil al­mış bulunuyor. Bu bir emri vakidir. Mevzu’i bahis olan; millete saltana­tını, hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? meselesi değil­dir. Mesele zaten emr’i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, be- hemahal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi ta­bii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü da­iresinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir”.

Kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal’in bu  tutumu oldukça dikkat çekicidir. Bu tutumu nedeniyle çevresindeki bazı kimselerin eleş­tirilerine uğrar ve gündeme gelen eleştiriler üzerine tutumunun nede­nini bizzat kendisi şöyle açıklar: “İkinci Büyük Millet Meclisi’nin intihabı sırasında neşir ve ilân ettiğimiz program, fırkamızın teşekkülüne esas ol­muştur. Programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Mese­lâ Cumhuriyetin ilânı, Hilâfetin kaldırılması, Şer’iye Vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi... Fakat bu me­seleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün mil­leti zehirlemelerini uygun bulmadım”. Saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malûmu olduğu veçhile, bir intikal dev­resi yaşadık. Bu devrede, iki fikir ve içtihat, bir biriyle mütemadiyen müca­dele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftar­ları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitam vererek idare-i cumhuri­yet tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, sarih söylemekte mahzur görüyorduk... İdare-i devleti cumhuriyetten bahsetmeksizin, haki-miyeti milliye esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekil- de temerküz ettirmeye çalışıyorduk”.

Konuyla ilgili olarak, Birinci Meclis’in milletvekillerinden ve Birinci Grubun önde gelen üyelerinden Yunus Nadi’nin ilginç sayılabilecek açıklaması şöyledir: “Bir nokta üzerinde biraz tevakkuf etmek ihtiyacını duyuyorum. O da o zaman İstanbul’da Padişah ve Halife olan zâtın  aleyhine İngilizlerle birleştiği ve onlar ne derlerse yaptığı halde, Ankaranın bunları bilmezden gelerek hep padişah ve halifeyi düşmanın elinde esir say' mak yolundaki hattı harekettir... Ankara “Padişah ve halife dahi esirdi*

Makamı hilafet ve saltanatın tahlisi lazımdır, nakaratını tutturmuş gidiyordu. Hakikatte Ankara böyle yaparken İşleri en doğru safhalarında görmûyor değildi. Ankara'nın bu hattı hareketi, Türkiyeyi Mahvetmeği istihdaf eden bir İngiliz planını akim bırakmak için ihtiyar edilmiş gayet etki âkilane bir siyaset idi ”.

Yunus Nadi'nin “İngiliz planı' dediği şey, İstanbul ile Ankarayı bir­birine düşürmek suretiyle iç savaş çıkarma planıydı. Dolayısıyla, Yunus Nadi'nin açıklamasına göre, Mustafa Kemal, İstanbul'daki Padişahı des­tekleyerek böylesi bir iç savaşın oluşmasına imkân sağlamamış olur" Ancak ne var ki. Yunus Nadi'nin bu yorumu büyıık oranda sadece ken­disine ait kalmış ve başta Mustafa Kemal olmak üzere hiç kimse böyle­si bir yorumu destekleyecek açıklamada bulunmamıştır. Toktamış Ateş ise söz konusu “ikili” tutumun Mustafa Kemal’in bütün hayatı boyunca sıklıkla görülen örneklerine dikkatleri çekerek şöylesi bir yorum yapma ihtiyacı hisseder: “Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik zamanlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuş-tur6. Diğer bazı araştırmacı ve yazarların ise konuyu “milli sır” anla­yışı içerisinde değerlendirdikleri görülüyor88. Konu hakkında Suna Kili’nin kanaati şudur; “Atatürk Devriminin ulusal bağımsızlık savaşımı yıl­larında özelikle cumhuriyetin ilan edilişine kadar “kurtuluş”, “bağımsız­lık”, “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” kavramları yanında “Yüce Padi­şahlık” ve “Yüce Halifeliksin kurtarılması da özellikle ve özen gösterilerek sürekli yinelenmiştir. Bu, hem henüz tartışmasız bir yeni otorite kuramamanın, hem de ilk başta çok yönlü bir savaşıma girmenin devrim için ya­rarlı olmayacağı düşüncesinin doğal sonucudur. Çünkü o aşamada ülkenin düşmandan, işgalcilerden kurtarılması ve bağımsızlık toplumun her kesimi­nin paylaştığı bir eyleme geçme nedeni, aynı zamanda birlik sağlama öğe­sidir. Fakat “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” birer amaç olmalarına kar­şın henüz toplumun büyük çoğunluğunca bilinen, özlenen, gerçekleştirilme­si için savaşım verilmesi gereken kavramlar değildir. “Yüce Padişahlık”, “Yüce Halifelik”, birlik sağlamada çok daha etkin öğelerdir. Fakat bu öğe­ler bir amaç olarak değil, birlik ve devrim için bir araç olarak kullanılmış­tır. Ancak bütün bu açıklamalara ve yorumlara karşın, Mustafa Ke­mal’in “lslamcı-monarşik devlet anlayışından0 yana görünerek asıl dü­şüncelerini “milli sır” olarak saklamasına karşılık, onun tarafından mil­li sır” olarak saklanan düşüncelerin İkinci Grup mensuplarınca olanca açıklığıyla tekrar tekrar dile getirilmesini ve daha da önemlisi Birinci Grubun bu düşüncelere karşı ‘zorlu bir siyasi mücadele’ verilmesini izah etmek oldukça zor görünüyor.

 
Devamını Oku »

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

tiyatro


Esasen Türk Tiyatrosu diye birşey yok. Bizde tiyatro yok. Yapılanlar ve yazılanlar Batı'nın birer taklidi. Roman olmadığı gibi, tiyatro da yok bizde.

Batı'da tiyatro kiliseden çıkmıştır. Kiliseden, yani hıristiyanlıktan. Papazlar câhil halka İsa'yı, doğumunu anlatabilmek için bazı vâsıtalara, gösteri vâsıtalarına baş vurmuşlar. Oradan çıkmış. Yerini, zamanla, bütün diğer sahalarda olduğu gibi drama bırakmış. Yani tezatlara.

Bizde tiyatronun ne dinde yeri var ne örfte, âdette. Orta oyunu ise bir eğlence vâsıtasıdır. Makbul görülmemiş oyuncular, hâlâ da öyle. Kızımı bir tiyatrocu istese vermem şahsen. Hakîr görmek değil bu benimki. İnsan olarak ancak nazarımda bir değeri vardır; ama o kadar.

Tiyatro ve tiyatroculuk, Avrupalılaşmış zümrenin tutkusu. Kendi rezaletlerini, fuhşiyâtını ve zinalarını görüyorlar, seyrediyorlar. Halk pek îtibar etmemiştir.

Tiyatro bir mekteb-i edeb değildir, mekteb-i fuhşiyattır Batı'da.

 

Cemil Meriç ile Sohbetler - Halil Açıkgöz
Devamını Oku »