Birinci Meclis ve Mustafa Kemal Paşa

birinci-meclis

İstilacı Batı devletlerinin askerlerine karşı milli direnişi kumanda eden birkaç Osmanlı paşası vardı. İstilâcılara karşı direnişi organize etmek ve yönlendirmek normal şartlarda bunların yapacağı bir işti. Ancak gelişmeler bir başka mecrada gerçekleşir. Devreye Mustafa Kemal Paşa girer. Mustafa Kemal Paşa, örgütleme yeteneğinin üstünlüğünden, Padişah» kişisel güvenini kazanarak padişahlık makamının desteğini almış olmasından ve biraz da yeraltmdaki İttihat ve Terakki kalıntılarının gizlice verdiği destek nedeniyle mevcut direniş ağı üzerinde hakimiyet kurmayı başarır. O, üyesi olduğu İttihat ve Terakki’nin liderlerine son derece yakın birisi olmasına rağmen, hakim hizbin dışında kalır.»

Enver Paşa ile olan örtülü çekişmeleri onu böylesi bir duruma iter ve bu nedenle de savaşın büyük bir bölümünü cephelerde geçirir. Cephe­lerde olduğu zamanlarda bazı siyasî ve ideolojik gayelere sahip olduğu ve bunları gerçekleştirmenin arzusunu yoğun olarak yaşadığı bilinmek­tedir. Fakat komutanlar arasındaki anlayış larkları ve kişisel rekabet Milli Mücadelenin sona ermesine kadar dondurulur. Büyük Millet Meclisi’ne açıkça yansıdığı üzere “tam bağımsızlık" bütün milletvekillerinin ve ulusal direnişi Örgütleyen paşaların yegâne gayesi olur. İlk zamanlar değilse bile, yine bu dönemde yoğun şekilde gündeme gelen ‘ Halk ege­menliği” düşüncesi, Millet Meclisi’ndeki İkinci Grup mensuplarının ko­nuşmalarında dile getirildiği üzere, savaş sonrası için vazgeçilmez bir esas olarak ön plana çıkar.

Ayrıca, yine bu dönemde, Mustafa Kemal Pa­şa, gizli görüşmelerde ve yakın arkadaşlarıyla konuşmalarında halk ege­menliğine dayanan bir yönetim tarzından bahsetmesine karşılık, açıktan konuşmalarında tam tersi bir tutum sergileyip, padişahı ve padişahı kur­tarmayı birinci düzeyde öneme sahip bir gaye olarak dile getirir. Örne­ğin; 24 Nisan 1920 tarihli önergesinde saltanat ve hilafetin geleceğiyle ilgili düşüncelerini şöyle açıklar:Düşmanlarımız saltanat ve hilafeti birbirinden ayırmak istiyorlar. Bizim amacımız bu iki makamı ayırmanın milli iradeye uygun olmadı­ğını göstermek ve mukaddes makamı esaretten kurtarmaktır... Hilafet ve Saltanat makamını kurtarmayı başardıktan sonra meclisimizin dü­zenleyeceği yasalar çerçevesinde padişahımız da yerini alacaktır’?.

Hatta öyle ki, Padişahın, milletvekillerini “âsiler” diye suçlamasına rağmen, padişaha bağlılık ve saygıyı terk etmez. “Esaret altında bulun­masa, Padişah vatanın istiklâli için çalışanlara âsi demez. Zatı şahaneleri­nin ağzından işitsem mutlaka bunun icbar ve tazyik altında bulunduğuna hükmederim” diyerek Padişahın durumunu mazur görür. TBMM’nin 20 Temmuz 1923 tarihli oturumundaki konuşmasında ise şunları söy­ler; “Meclis-i âlinizin ilk içtimâ günlerinde kabul ettiği bir esâs vardır ki o esas ananât-ı milliye ve mukaddesat-ı diniyemizi tamamen mahfuz bulun­durur. Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o olmasa tevfiki harekât ederek netice-i mesudeye emniyetle vasıl olacağımıza şüphe yoktur.

Fakat, Mustafa Kemal Paşa, savaşın galibiyetle sonuçlanması üzerine saltanat taraftarı sözlerine son verir ve tamamıyla saltanat karşıtı bir tutu­ma sahip olur. Sıklıkla “halkçılık”ı gündeme getirir. Bu konuda örnek olması açısından saltanatın kaldırılmasına dair görüşmelerin yapıldığı oturumdaki konuşması önemlidir. Meclis kürsüsünden şunları söyler:

Hakimiyet ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye, ilim icabı­dır diye, müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hakimiyet, saltanat, kuv­vetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk Milletinin ha­kimiyet ve saltanatına el koymuşlardı; bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek, hakimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil al­mış bulunuyor. Bu bir emri vakidir. Mevzu’i bahis olan; millete saltana­tını, hakimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? meselesi değil­dir. Mesele zaten emr’i vaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, be- hemahal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi ta­bii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü da­iresinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir”.

Kabul etmek gerekir ki, Mustafa Kemal’in bu  tutumu oldukça dikkat çekicidir. Bu tutumu nedeniyle çevresindeki bazı kimselerin eleş­tirilerine uğrar ve gündeme gelen eleştiriler üzerine tutumunun nede­nini bizzat kendisi şöyle açıklar: “İkinci Büyük Millet Meclisi’nin intihabı sırasında neşir ve ilân ettiğimiz program, fırkamızın teşekkülüne esas ol­muştur. Programa sokulmamış bazı mühim ve esaslı meseleler vardı. Mese­lâ Cumhuriyetin ilânı, Hilâfetin kaldırılması, Şer’iye Vekaletinin lağvı, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giydirilmesi gibi... Fakat bu me­seleleri programa sokarak, vaktinden evvel cahil ve mürtecilerin bütün mil­leti zehirlemelerini uygun bulmadım”. Saltanat devrinden, cumhuriyet devrine geçebilmek için, cümlenin malûmu olduğu veçhile, bir intikal dev­resi yaşadık. Bu devrede, iki fikir ve içtihat, bir biriyle mütemadiyen müca­dele etti. O fikirlerden biri, saltanat devrinin idamesiydi. Bu fikrin taraftar­ları sarih idi. Diğer fikir, saltanat idaresine hitam vererek idare-i cumhuri­yet tesis eylemekti. Bu bizim fikrimizdi. Biz fikrimizi, sarih söylemekte mahzur görüyorduk... İdare-i devleti cumhuriyetten bahsetmeksizin, haki-miyeti milliye esasatı dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen şekil- de temerküz ettirmeye çalışıyorduk”.

Konuyla ilgili olarak, Birinci Meclis’in milletvekillerinden ve Birinci Grubun önde gelen üyelerinden Yunus Nadi’nin ilginç sayılabilecek açıklaması şöyledir: “Bir nokta üzerinde biraz tevakkuf etmek ihtiyacını duyuyorum. O da o zaman İstanbul’da Padişah ve Halife olan zâtın  aleyhine İngilizlerle birleştiği ve onlar ne derlerse yaptığı halde, Ankaranın bunları bilmezden gelerek hep padişah ve halifeyi düşmanın elinde esir say' mak yolundaki hattı harekettir... Ankara “Padişah ve halife dahi esirdi*

Makamı hilafet ve saltanatın tahlisi lazımdır, nakaratını tutturmuş gidiyordu. Hakikatte Ankara böyle yaparken İşleri en doğru safhalarında görmûyor değildi. Ankara'nın bu hattı hareketi, Türkiyeyi Mahvetmeği istihdaf eden bir İngiliz planını akim bırakmak için ihtiyar edilmiş gayet etki âkilane bir siyaset idi ”.

Yunus Nadi'nin “İngiliz planı' dediği şey, İstanbul ile Ankarayı bir­birine düşürmek suretiyle iç savaş çıkarma planıydı. Dolayısıyla, Yunus Nadi'nin açıklamasına göre, Mustafa Kemal, İstanbul'daki Padişahı des­tekleyerek böylesi bir iç savaşın oluşmasına imkân sağlamamış olur" Ancak ne var ki. Yunus Nadi'nin bu yorumu büyıık oranda sadece ken­disine ait kalmış ve başta Mustafa Kemal olmak üzere hiç kimse böyle­si bir yorumu destekleyecek açıklamada bulunmamıştır. Toktamış Ateş ise söz konusu “ikili” tutumun Mustafa Kemal’in bütün hayatı boyunca sıklıkla görülen örneklerine dikkatleri çekerek şöylesi bir yorum yapma ihtiyacı hisseder: “Mustafa Kemal pragmatik bir lider olduğu için, değişik zamanlarda ve değişik konularda farklı yaklaşımlar içinde bulunmuş-tur6. Diğer bazı araştırmacı ve yazarların ise konuyu “milli sır” anla­yışı içerisinde değerlendirdikleri görülüyor88. Konu hakkında Suna Kili’nin kanaati şudur; “Atatürk Devriminin ulusal bağımsızlık savaşımı yıl­larında özelikle cumhuriyetin ilan edilişine kadar “kurtuluş”, “bağımsız­lık”, “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” kavramları yanında “Yüce Padi­şahlık” ve “Yüce Halifeliksin kurtarılması da özellikle ve özen gösterilerek sürekli yinelenmiştir. Bu, hem henüz tartışmasız bir yeni otorite kuramamanın, hem de ilk başta çok yönlü bir savaşıma girmenin devrim için ya­rarlı olmayacağı düşüncesinin doğal sonucudur. Çünkü o aşamada ülkenin düşmandan, işgalcilerden kurtarılması ve bağımsızlık toplumun her kesimi­nin paylaştığı bir eyleme geçme nedeni, aynı zamanda birlik sağlama öğe­sidir. Fakat “ulusal buyrum”, “ulus egemenliği” birer amaç olmalarına kar­şın henüz toplumun büyük çoğunluğunca bilinen, özlenen, gerçekleştirilme­si için savaşım verilmesi gereken kavramlar değildir. “Yüce Padişahlık”, “Yüce Halifelik”, birlik sağlamada çok daha etkin öğelerdir. Fakat bu öğe­ler bir amaç olarak değil, birlik ve devrim için bir araç olarak kullanılmış­tır. Ancak bütün bu açıklamalara ve yorumlara karşın, Mustafa Ke­mal’in “lslamcı-monarşik devlet anlayışından0 yana görünerek asıl dü­şüncelerini “milli sır” olarak saklamasına karşılık, onun tarafından mil­li sır” olarak saklanan düşüncelerin İkinci Grup mensuplarınca olanca açıklığıyla tekrar tekrar dile getirilmesini ve daha da önemlisi Birinci Grubun bu düşüncelere karşı ‘zorlu bir siyasi mücadele’ verilmesini izah etmek oldukça zor görünüyor.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder