Kur'an'da Tesbih Manası

Tesbih

'venahnu' deki vav, vav-ı haliyedir. Nitekim senin "Ben iyiliğe daha layık iken sen falancaya mı iyilik yapıyorsun" demen gibi. "Tesbih", Allah'ı kötü ve çirkin vasıflardan uzak tutmadır. "Takdis" de böyledir. Bu ifadeler, suda yüzüp uzaklaştığı zaman Suda yüzüp uzaklaştı yerde uzaklaştı "denmesinden alınmiştır.

Bil ki eğer uzaklaştırma ile kötü vasıflardan uzaklaştırma murad edilirse bu tesbihdir,hayırlardan uzaklaştırma murad edilirse bu lanettir.

Biz deriz ki kötü vasıflardan uzaklaştırma, ifadesine, Cenab-ı Hakk'ı zâtı, sıfatları ve fiilleri bakımından kötülüklerden uzaklaştırma dahildir. Zatı bakımından, kötülükten tenzih etmeye gelince bu, Zat-ı İlahi'nin imkana mahal olmamasıdır. Çünkü O'nun zatını kötülükten ve imkandan yani ademden menetmek ve "mümkün olma" vasfını O'ndan nefyetmek "kesretin" yokluğunu gerektirir. Kesretin yokluğu da cisimlik ve arazlık sıfatlarının yokluğunu; O'nun eşi benzeri olmadığını, mutlak vahdetini ve zatı itibarı ile vacib oluşunu ifade eder.

Sıfatları bakımından Allah'ı kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu O'nun cehaletten münezzeh olması, her türlü malûmatı çepeçevre kuşatması, güç yetirilecek herşeye kadir oluşu, sıfatlarının her türlü değişikliklerden uzak olması demektir. O'nu fiilleri bakımından kötülükten uzaklaştırmaya gelince bu, O'nun fiillerinin menfaat elde etmek ve zararları gidermek için olması, fiillerinin kamil olmak için başka birşeye muhtaç olmaması, fiillerinin tam olması, her türlü mevcudat ve ma'dumattan müstağni olması ve hertürlü mevcudatı ve ma'dumatı (yoklukları) yok etme ve var etme hususunda hükümran olması demektir.

Ehl-i Tezkir (irşad erbabı) şöyle demişler:

Tesbih, Kur'an'da bazan tenzih, bazan taaccüb manasına gelmektedir.

Tenzih manasına çeşitli şekillerde gelmiştir:

a) "Ben, benzeri ve şeriki olmaktan münezzehim. "O, bir ve kahhâr Allah dır. (Zümer, 4)

b) Gökleri ve yeri idare eden benim. "Göklerin ve yerin Rabbi yücedir; münezzehtir." (Zuhruf, 82).

c) Bütün alemleri düzenleyen benim. "Alemlerin Rabbi olan Allah noksan sıfatlardan da münezzehtir"(Neml, 8).

d) Ben, zalimlerin söylediklerinden berîyim. "Galebe sahibi Rabbin onların İsnad ettikleri vasıflardan münezzehtir"(Saftat, 180).

e) Ben, herşeyden müstağniyim: "O Allah ganidir"(Yunus, 68)

f) Ben, benim dışımdaki herşeyi, emr ve hâkimiyeti altına alan bir hükümdarım. "Herşeyin melekûtü (mülkiyeti) kudret elinde olan Allah'ı tenzih ederiz "(Yasin, 83).

g) Ben, herşeyi bilenim. "Allah'ı onları isnad ettikleri! vasıflardan tenzih ederim. O, Allah,gaybı bilendir"(Saffat, 159). Ben, hanımı ve çocuğu olmaktan münezzehim. "O Allah'ı tenzih ederim. Onun nerden çocuğu olacak"(Nisa, 18).

ı) Ben, onların isnad ettikleri vasıflardan ve sözlerden münezzehim. "O, Allah'ı müşriklerin dedikleri sözlerden, şirk koştukları ortaklardan ve O'na isnad ettikleri vasıflardan tenzih ederim "(Enam. 100).

Tesbihin taaccüb manasına gelişi de aynı şekildedir:

a) Ben, güçlü hayvanları güçsüz insanların emrine verenim "Bunu bizim emrimize veren Allah ne yücedir "(Zuhruf, 13).

b) Ben, yorgunluktan ve bitkinlikten uzak olduğum halde alemi yaratanım. "O bir işe hükmettiğinde ne yücedir "(Meryem, 35);

c) Ben, en iyi bilenim. Ama öğretmenlerin öğretmesi, irşad edenlerin irşadı ile değil. "Ya Rabbi sen ne yücesin! Senin bize öğrettiğinden başka hiçbir şey bilmiyoruz "{Bakara, 32).

d) Ben, bir saatlik tevbe ile yetmiş senelik günahı giderenim. "O halde güneş doğmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et" (Taha, 130).Sonra Allah şöyle der: "Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbihatta bulun. O'nu sabah akşam tesbih edin!" (Ahzab, 42). Belalardan kurtulmayı istiyorsan, tesbih et, çünkü "İlah olarak ancak sen varsın, sen münezzehsin, muhakkak ki ben, zulmedenlerdenen "(Enbiya. 87).

Eğer Allah'ın rızasını istiyorsan, tesbih et! "Gecenin bir kısmında ve gündüzün iki tarafında Rabbini tesbih et! Umulur ki, razı olursun "(Taha, 130). Eğer ateşten kurtulmayı İstersen, tesbih et! "Seni' noksan sıfatlardan tenzih ederiz, bizi ateşten koru!, "(al-i imran, 191).

Ey kul, devamlı beni tesbih et. Allah'ın şanı ne yücedir. Öyleyse sen tesbih et, sizler tesbih ediniz. Çünkü sen, beni tesbih etmezsen, bunun sana zararı olur. Çünkü beni tesbih edenler var: Arşı taşıyan melekler bunlardandır. "Eğer onlar büyüklenirlerse, bilsinler ki Rabbinin katında olanlar O'nu tesbih etmektedirler" {Fusilet, 38).

Mukarreb melekler de bunlardandır. "Onlar, Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz. Sen bizim velimizsin"(Sebe, 41). Diğer melekler de bunlardandır: "Onlar, Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz. Bize., yakışmaz"(Furkan, 18).

Peygamberler de bu tesbih edenlerdendir. Nitekim Hz.Yunus (Zü'n-nûn (a.s.):"Senden başka ilah yoktur. Sen ne yücesin"(Enbiya, 87) demiştir. Hz.Musa (a.s.) da "Seni tesbih ederim. Ben sana tevbe ettim "(Araf, 143) demiştir. Sahabe de Allah'ı tesbih edenlerdendir. Nitekim onlar "Ey Rabbimiz seni tesbih ederiz, Öyle ise bizi cehennem azabından koru "(aı-i imran, 191) demişlerdir.

Her şey, haşerat, hayvanlar ve zerreler Allah'ı tesbih eder. "Allah'ı hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur"(İsra, 44) Hatta taş, çamur, kum, dağ, gece, gündüz, karanlık, aydınlık, cennet-cehennem, zaman, mekan, bütün elementler, rükunlar, ruhlar ve cisimler, Cenab-ı Hakk'ın: "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'ı tesbih eder"(Haşr, 1) ayetinde belirttiği gibi, O'nu tesbih ederler.

Sonra O şöyle buyurur: "Ey kulum, benim bu eşyaların tesbihine ihtiyacım yok. Bunlar canlı değiller. Dolayısı ile bunların, tesbihin mükâfaatına ihtiyaçları yoktur. Onların tesbihatının mükâfaatı zayi olur. Bu ise bana yakışmaz. "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında olanları boşuboşuna yaratmadık"(Sad, 27). Fakat ben, bana hizmet için çalışan kimseye bütün alemi hizmetçi kıldığımı herkes bilsin diye bu varlıkların mükafaatını sana veriyorum."

Diğer bir incelik şudur: "Beni kulluğumu göstererek yâdet. Çünkü bundan ben değil, sen istifade edeceksin. "Galebe sahibi Rabbinin şanı ne yücedir"(Saffat, 184). Sen beni, tesbih ederek anarsan, ben de seni günahlarından temizlerim. "Öyleyse O (Allah'ı) sabah akşam tesbih ediniz"(Ahzab, 42). Bana borç verin (Benim rızam için borç verin). "Allah'a güzel bir borç verirler"(Hadid. 18).

Eğer ben, sana bire karşılık on misli sevab verecek bir gani (zengin) de olsam bana borç verin. "Kim Allah (rızası için) güzel bir borç verirse, işte O (Allah) bunu kat kat artıracaktır"(Hadid, 11) Her nekadar senin yardımına ihtiyacım yok ise de, sen benim yardımcım ol. "Göklerin ve yerin orduları Allah'a aittir"(Feth, 7).

Keza benim orduya da ihtiyacım yok. "Cenab-ı Allah dilese, onlardan intikam alır"(Muhammed, 4). Fakat sen bana yardım edersen, ben de sana yardım ederim. "Eğer Allah(ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder "(Muhammed,7). Beni zikretmeye devam et. "Allah'ı belli günlerde anınız "(Bakara. 203). Benim, senin zikrine ihtiyacım yok. Çünkü herkes beni zikreder. "Sen onlara "Gökleri ve yeri kim yarattı" diye sorarsan, "Allah" diyecekler"(Lokman, 25).

Ancak eğer sen beni zikredersen (anarsan), ben de seni anarım. "Beni zikrediniz ki ben de sizi zikredeyim "(Bakara, 152), Bana (benim dinime) hizmet et. "Ey insanlar Rabbinize ibadet ediniz "(Bakara, 21). Ben senin hizmetine (ibadetine) muhtaç olduğum için değil... Çünkü ben melikim. "Göklerin ve yerin mülkü Allah'a aittir"(Casiye,27). "Göktekiler ve yerdekiler sadece, Allah'a secde ederler"(Ra'd, 15). Fakat, çok rahat elde etmen için şu sayılı günlerinde benim hizmetime yönel. "Allah" de ve onları bırak "(En'am, 91).

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/255-258
Devamını Oku »

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark



Bizi affet, bizi bağışla ve bize merhamet et. Sen Mevlâmızsın bizim. Kafir toplumlara karşı da bize yardım et" (Bakara, 286).

......

Af, Mağfiret ve Rahmet Arasındaki Fark

İkinci soru: "Afv", "mağfiret" ve "rahmet" kelimeleri arasında ne fark vardır?

Cevap: Afv, kuldan cezanın düşmesidir; mağfiret, kulu utandırmak ve rezil-rüsvay etmek azabından koruyarak, onun suçunu örtmektir.

Buna göre kul sanki şöyle demektedir: "Senden afv diliyorum. Beni affettiğin zaman, günahımı ört! Çünkü, kabir azabından halâs olmak, ancak onun peşinden utanç azabından da halâs olunduğunda, kurtulunduğunda hoş olur.."

Birincisi cismanî, ikincisi ise ruhanî bir azâbtır. Kul her ikisinden de kurtulunca, mükâfaat istemeye yönelir.

Bu da iki kısımdır: Cismânî mükâfaat ki bu cennet nimetleri, onun lezzetleri ve oradaki hoş ve güzel şeylerdir. Diğeri ise, ruhanî bir mükâafattır ki bunun da zirvesi, Allah'ın celâl nurlarının o kimseye tecelli etmesi ve, takati nisbetinde Allah'ın kibriyâsının, yüceliğinin o kimseye inkişâf etmesi, zuhur etmesidir. Bu da, o kimsenin Allah'ın dışında bulunan herşeyden sıyrılarak, tamamiyle Allah'ın celâlinin nuruna boğulmasıyla, istiğrakıyla mükmün olur.

Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın "Bize merhamet et!" buyruğu cismanî mükâfaatı; O'nun bundan sonra demesi de, "ruhanî mükâfaatı" ve kulun bütün benliğiyle Allah'a yönelmek istediğini gösterir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğu, o anda bulunan kimselerin (hâzirûn) yaptığı bir hitâbtır. Belki de kelâmcılardan pek çoğu, bu açıklamaları tuhaf görür ve bunların tâat kabilinden söylenilmiş şeyler olduğunu söylerler.

Yemin ederim ki, onlar söyledikleri şeylerde doğru söylemektedirler, zira onların ilimdeki dereceleri budur. "Şüphesiz ki Rabb'in, yolundan sapan kimseleri çok iyi bilenin ta kendisidir. O, hidâyete ulaşmış olan kimseleri de pek İyi bilendir" (Necm, 30).

Cenâb-ı Hakk'ın"Sen Mevlâmızsın bizim" buyruğunda bir başka anlam daha vardır. O da şudur: Bu kelime, kulun son derece huşu ve inkiyâd içinde bulunduğunu; kendisine ulaşan her nimetin sahibinin Allah olduğunu ve elde ettiği her türlü ikramı ve ihsanı O'nun lütfettiğini itiraf ettiğini gösterir. Hiç şüphesiz işte bu sebeple, kullar duâ ederken, Allah'ın lütfü ve ihsanına dair söz ederlerken kendilerinin, ancak Cenâb-ı Hakk'ın tedbiriyle işlerinin tamamlanacağı bir çocuk ve, ancak Mevtasının ıslâhıyla işlerinin yoluna gireceği bir kul durumunda olduklarını; Allahu Teâlâ'nın, gökler ve yerin Kayyûm'u olduğunu, bütün işleri yoluna koyan olduğunu, "Ne güzel Mevlâ, ne güzel yardımcı" (Enam. 40) âyetinde de belirttiği gibi, hakikatte her şeyin müdebbiri (yöneticisi) O olduğunu izhar etmişlerdir.

Bu âyetin bir benzeri de, "Allah, imân edenlerin dostudur" (Bakara, 257); yani, "yardım edenidir", "Muhakkak ki Allah, onun dostudur" (Tahrim, 4) ve "Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah muhakkak ki imân edenlerin dostudur. Kâfirlerinse dostu yoktur" (Muhammed, 11) âyetleridir.

Daha sonra Cenâb-t Hak Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" buyurmuştur. Yani, "Onlarla savaşırken, onlarla hüccetleşirken ve, Hak Teâlâ'nın, "Onu diğer bütün dinlerden üstün kılmak için" (Saf,9)âyetinde de buyurduğu gibi, İslâm devletinin onların devletlerinin üzerine çıkması hususunda, onlara karşı bize yardım et." demektir.

Muhakkik ulemâdan, "Kâfir toplumlara karşı da bize yardım et" duasından maksadın, "Ruhanî- melekî kuvvetlerle, mâsivâullah'tan başkasına çağıran cismanî güçleri kahretme konusunda Allah'tan yardım istemek olduğunu" söyleyenler de bulunmaktadır. Bakara sûresi bu ifâdelerle sona ermektedir.

Vahidî (r.h), Mukâtil İbn Süleyman'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber Miraca çıktığında, ona Bakara sûresinin son âyetleri verilmiştir. Bunun üzerine melekler, "Hiç şüphesiz Allahu Teâlâ"Peygamber "imân etti" diyerek, sana güzel bir övgüyle ikramda bulundu. Binâenaleyh, sen O'ndan iste, ve O'na yalvar yakar.." dediler. Bunun üzerine Cebrail (a.s), Hz. Peygamber'e nasıl duâ edeceğini öğretir.. Hz. Peygamber (s.a.s) de "Ey Rabb'imiz, bağışlamanı dileriz.. Dönüş ancak sanadır" deyince de, Allahu Teâlâ, "Şüphesiz ben sizi bağışladım!" der.

Hz. Peygamber, "Bizi muâhaze etme!., "deyince, Allah(c.c), "Ben sizi muâhaze etmeyeceğim!" buyurur. Hz. Peygamber "Üstümüze ağır bir yük yükleme" deyince Cenâb-ı Hak, "Ben size katı davran m ayacağım" buyurur. Hz. Peygamber (s.a.s), "Takat getiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme" deyince, Cenâb-ı Hak, "Bunu size yüklemiyeceğim" buyurur. Hz. Muhammed: "Bizi atfet bizi bağışla ve bize merhamet et" deyince, Allahu Teâlâ da, "Muhakkak ki sizi affettim, sizi bağışladım, size merhamet ettim ve, kâfir toplumlara karşı da size yardım ettim" buyurur.

Bazı rivayetlerde Hz. Muhammed (s.a.s) bu şekilde duâ ederken, meleklerin "Amîn" (= kabul buyur) dedikleri de yer almıştır.

Bu kelimelerin yazarı şu yoksul, fakir, muhtaç kimse de şöyle der: "Ey Allah'ım, ey efendim! Araştırdığım ve yazdığım her şey ile, sadece senin rızanı ve yüce cemâlini gözettim. Eğer isabet ettiysem, senin muvaffak kılmanla isabet etmişimdir. Sen bunları, lütfün ve ihsanınla, bu yoksul ve muhtaç kimseden kabul et!.. Eğer hata ettiysem, ey ısrar edenlerin ısrarının canını asla sıkmadığı ve isteyenlerin isteklerinin de kendisini meşgul etmediği Allahım! Sen lütfü kereminle, benim günahlarımı bağışla..." Bunlar, bu sûrenin tefsiri hakkında söylediğim son sözlerdir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'adır. Salât ü selâm ise, efendimiz, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s) ile O'nun âline ve ashabına olsun..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 6/114-116.
Devamını Oku »

Fatiha Niçin Allah'ın Beş İsmini İhtiva Eder?



"Bu fasıl, Fatiha Sûresi'nin bu beş ismi İhtiva etmesinin sebebi hakkındadır."

Bunun sebebi şudur: İnsanın durumlarının beş mertebesi vardır.

Birincisi, yaratılma.

İkincisi, dünya menfaatları hususunda eğitilme.

Üçüncüsü, mebde'i tanıtma hususunda yetiştirilme.

Dördüncüsü, me'âdı tanıtma hususunda yetiştirilme.

Beşincisi, ruhların bedenler âleminden ahiret âlemine nakledilmesidir.

İmdi "Allah" İsmi, yaratmanın, yoktan var etmenin, tekvinin ve ibda'ın (bir örneği olmaksızın yaratmanın) kaynağıdır. "Rabb" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, çeşitli lütuf ve ihsanları ile kullarını terbiye ettiğine delâlet eder. "Rahman" ismi, mebde'i (dünyayı) tanımadaki terbiye-i ilâhiyeye delâlet eder. "Rahim" ismi, kulların neyi yapacaklarını ve neden sakınacaklarını göstermek için, me'âdi (ahireti) tanıma hususundaki ilâhî terbiyeyi gösterir. "Melik" ismi, Cenâb-ı Hakk'ın, insanları dünya yurdundan ceza (ahiret) yurduna nakledeceğine delâlet eder. Sonra kul, bu makamlara erişince sözünü, gayb (sîgasın)dan muhâtab (sığasına) çevirerek "Sadece Sana ibadet ederiz " der.

Bu ifadesi ile, sanki Cenâb-ı Allah, kuluna şöyle demiştir: Bu beş mertebede, bu beş isimden istifade edip âdeta Ceza Yurduna geçmiş gibi olunca, sanki Allah'ı görecek bir duruma geldin. İşte bu sebeble, O'nunla karşı karşıya imiş gibi konuş, gıyabında imiş gibi konuşmayı bırak da " de.

Böylece kul: "Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen, yaratan Allah'sın Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen rızık veren Rabbi-sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Sen Rahmân'sın. Ancak Senden yardım dileriz, çünkü Sen Rahîm'sin. Ancak Sana ibadet ederiz; çünkü Meliksin. Ancak Senden yardım isteriz; çünkü Sen Mâliksin" demiş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın sözü, kulunun dünya yurdundan ahiret yurduna; kötülükler yurduna, sürûrlar yurduna geçeceğine delâlet eder.

İşte bunun için O, "Bugün için bir azık ve hazırlık gerek. Bu da ibadettir" der. Bu sebeble kul: der Sonra kul: "Kendi gücüm ve kudretimle kazandığım şey azdır. Bu uzun günde (yolculukta), bana yetmez" der de, Rabb'inden yardım talebinde bulunarak: "Yanımda bulunan azdır. O halde rahmet hazinelerinden, bu uzun günde bana yetecek kadar ver" manasında der.

Ahiret günü için azığı elde edince, "Bu uzun ve zor bir yolculuktur. Yollar çok ve çeşitlidir. İnsanlar bu çölde şaşırmıştır. Sâlikleri (yola gidenleri) irşada lâyık olan zattan isteyeceğim yoldan başka çıkar yol yoktur" diyerek "Beni doğru yola hidayet et (ilet) talebinde bulunur. Sonra, bu yola sülük edenlere (girenlere) bir arkadaş, bir muhafız ve bir rehber gerektiği için "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna (ilet)" der. Cenâb-ı hakkın kendilerine nimet verdiği kimseler de peygamberler, sıddîklar, şehitler ve sâlih kimselerdir.

Buna göre, peygamberler delil; sıddîkler muhafız; şehitler ve sâlihler ise arkadaştırlar Sonra kul; "Kendilerine gazab olunanların ve sapıtanların yoluna değil." der.

Bu böyledir. Çünkü Cenab-ı Hakk'a varmaya engel olan perdeler iki kısımdır. Biri ateşten olan perdelerdir ki bu, dünya âlemidir Diğeri ise nurdan olan perdelerdir ki bu da ruhlar âlemidir. Her iki engelden de Allah Teâlâ'ya sığın ki gönlün, ne ateşten perdelerle ne nurdan perdelerle meşgul olmasın.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/403-404.
Devamını Oku »

Gök Kubbesinin Bina Olması Meselesi



O (Rabb) ki yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı...(Bakara 22)

Gökyüzünün bir bina oluşunun izahı hususundadır. Câhız şöyle demiştir: "Bu âlem hakkında tefekkür ettiğinde, onu, içinde, ihtiyaç duyulan herşeyin bulunduğu bir ev gibi bulursun."

Buna göre gökyüzü adeta bir tavan gibi yükseltilmiş, yeryüzü bir halı gibi yayılmış, yıldızlar birer kandil gibi ışıklandırılmış ve insan da bu evde İstediği gibi tasarruf eden ev sahibi kılınmıştır. Buradaki çeşitli bitkiler insanın faydası için hazırlanmış, çeşitli hayvanlar onun yararına yöneltilmiştir.

İşte bu, alemin kâmil bir nizam, şümullü bir takdir, yüce bir hikmet ve sınırsız bir kudret ile yaratılmış olduğunu gösteren açık bir cümledir. Allah en iyi bilendir.

Allah'ın: "(O Allah), Gökten yağmur indirdi ve onunla sizin için rızık olarak meyveler çıkardı "(Bakara, 22) ayetine gelince, bil ki Cenâb-ı Hak, yeryüzünü yaratıp, yeryüzü, üzerine Hz.Âdem ile zürriyetinin bırakıldığı bir inci, bir sedef gibi olunca O, ademoğlunun çeşitli ihtiyaçlarını bildiği için, sanki Hz.Âdem (a.s.)'a şöyle demiştir: "Ey Âdem! Seni, annen mesabesinde olan şu yeryüzünden başka hicbirşeye muhtaç kılmayacağım."

İşte bu sebeble, Hak Teala: "Hakikat biz, o yağmuru (yeryüzüne) bol bol dökdük, sonra toprağı yardıkça yardık "(Abese, 25.26) buyurmuştur.

Buna göre O şöyle buyurmaktadır: "Ey kulum! Bir bak, sence en kıymetli şey altın ve gümüştür. Şayet yeryüzünü altın ve gümüşten yaratmış olsaydım, ondan bu faydalar elde edilir miydi? Dünya bir hapishane (gibi) olmasına rağmen, bu dünyadaki şeyleri bu şekilde yarattım. Cennetteki durum ya nasıl olur?"

Netice olarak diyebiliriz ki:Yer senin annendir, belki annenden de daha şefkatlidir. Çünkü annen sana bir tek çeşit süt verirken, yeryüzü sana çeşit çeşit yiyecekler tattırır. Sonra Cenâb-ı Allah: "Sizi o (topraktan) yarattık ve yine oraya döndüreceğiz "(Tâhâ, 55) buyurmuştur ki bunun manası "Sizi yine şu anneniz olan (toprağa) döndüreceğiz " demektir. Bu bir tehdid değildir. Çünkü kişi, annesi ile tehdid olunamaz.

Bu böyledir, çünkü seni doğuran annenin karnındaki yerin, yeryüzündeki yerinden daha dardır. Sonra sen annenin karnında dokuz ay kaldın da sana hiçbir açlık ve susuzluk dokunmadı. Sen büyük annen olan yeryüzünün karnına girdiğinde durum nasıl olur? Fakat bu büyük annenin karnına girme şartın, küçük annenin karnındaki şartlar gibidir. Çünkü sen küçük annenin karnında bulunduğun zaman, büyük günah şöyle dursun, senden bir küçük günah bile çıkmadı. Tam aksine, Allah tek bir defa seni dünyaya çıkmaya çağırdığında O'na itaat ederek, Rabbine bir itaatin olmak üzere, dünyaya kendi kendine çıktın. Halbuki bugün Cenab-ı Hak, seni namaza defalarca çağırıyor da, ona yürüyerek gitmiyorsun.

Cenâb-ı Hak yerden ve gökten bahsedince, bundan sonra, insanlar üzerlerindeki ve altlarındaki varlıkların durumlarını iyice tefekkür etsinler de, böylece bunları ancak zat ve sıfatta onlardan başka olan bir zatın meydana getirebileceğini, bunun da Hakim olan Yüce Yaratıcı Allah olduğunu bilsinler diye, gökten yere su indirdiğini; o su ile de yerden, insan oğluna rızık olarak çeşitli meyveler ve canlıların üremesinden meydana gelenlere benzer şeyler çıkarınca, adeta yer ile gök arasında bir nikah akdi bulunduğunu beyan etmiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 2/128-129.
Devamını Oku »

Allah'ın, İbadetten Hemen Sonra Ebeveyne İyilik Emretmesinin Hikmeti

Hani bir vakitler İsrailoğulları'ndan şöylece mîsak (kesin bir söz) almıştık: Allah'dan başkasına tapmayacaksınız, ana- babaya iyilik, yakınlığı olanlara, öksüzlere, çaresizlere de iyilik yapacaksınız...(Bakara,83

Allah'ın ibâdet emrinin peşinden, ana-babaya iyi davranma emri getirilmiştir.

Bunun birçok sebebi vardır:

1) Kulun üzerinde en çok nimeti olan, şüphesiz Allah Teâlâ'dır. Bu sebeple Allah'ın nimetine karşı yapılacak şükrün, başkalarının iyiliklerine karşılık yapılacak teşekkürden önce gelmesi gerekir. Allah'ın nimetinden sonra ana-babanın çocuklarına olar iyilikleri başka iyiliklerden daha şümullüdür.

Bunun sebebi şudur: Çünkü anne ve baba çocuğun olmasında, meydana gelmesinde temel ve sebeptirler. Aynı şekilde onlar çocuklarına onu terbiye ederek in'âmda bulunmuş olurlar Ebeveynin dışındaki insanlara gelince, onlardan varoluşun aslı ile ilgili bir in'-âm (iyilik) söz konusu olmaz, sadece terbiye hususunda bir iyilik yapmaları (in'âmları) söz konusu olabilir. Böylece ana-babanın çocuğuna olan iyiliklerinin, Allah'ın nimetlerinden sonra, diğer iyiliklerin (nimet şekillerinin) en büyüğü olduğu ortaya çıkar.

2) Allah Teâlâ, insanın meydana gelmesinin hakîkî müessiridir. Anne ve baba ise zahirî örf itibariyle, onun meydana gelmesinde müessirdirler. Cenab-ı Allah hakîkî müessiri zikredince, peşinden zahfrî ve örfî müessiri zikretmiştir.

3) Alluhu Teâlâ, kuluna verdiği nimetlere mukabil bir karşılık talebetmez. Allah'ın maksadı,sadece in'âm etmektir. Anne baba da böyledir, onlar da çocuklarına yapmış olduğu iyiliklerden malî bir karşılık ve mükâfaat beklemezler. Çünkü ahireti inkâr eden bile çocuğuna iyilik yapıp onu terbiye eder, yetiştirir. İşte bu yönden, anne-babanın evlâdına olan iyilikleri, Allah'ın nimetler vermesine çok benzemektedir.

4) Allahu Teâlâ kuluna nimet vermekten bıkıp usanmaz. Kulu, en büyük suçu bile işlemiş olsa, O kulundan nimetlerini ve lûtfunun eserlerini esirgemez. Anne baba da böyledir; onlar da çocuklarına in'âmda bulunmaktan usanmaz ve her ne kadar çocuk anne babasına asî olsa bile lütuf ve ihsanlarını esirgemezler.

5) Şefkatli bir babanın , çocuğunun malında, daha çok kâr elde etmek, onun fazlalaşmasını istemek ve onu noksanlaşmadan ve kalitesinin düşmesinden korumak için tasarrufta bulunması gibi, Hak Teâlâ da kulunun taatın-da tasarruf eder. Onu zayi olmaktan korur. Sonra Allah'u Teâlâ, kulunun daim olmayan amellerini, ebedî olarak devam eden bir şey yapar, fanî mallarını bakî hale getirir. Nitekim Hak Teâlâ, 'Mallarını Allah yolunda harcayanlar, her bir başağında yüz "tane" bulunan yedi başaklı bir "tane" gibidir" (Bakara, 261) buyurmuştur.

6) Allah'ın nimeti, her ne kadar anne babanın nimetinden daha büyük olsa bile, O'nun nimetleri, istidlal ile; ebeveynin nimetleri de zarurî (açıkça ve bedihî) olarak bilinir. Ne var ki, Allah'ın nimetlerine nisbetle ebeveynin nimetleri azdır. Bu sebeple, bu yönden her ikisi de dengelenmiş olur. Ancak üstünlük ve rüçhaniyyet, Allah'ın nimetlerine aittir. Bu sebeple biz, ebeveynin nimetlerini, Allah'ın nimetlerine nisbetle ikinci derecede kata I ettik..

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 3/180-181.
Devamını Oku »

Fatiha Sûresi'nin Toplu Bir Tefsiri



Sûreden Çıkarılan Aklî İncelikler

Dünya âlemi, bulanıklık âlemidir. Ahiret âlemi ise, sefa âlemidir.Buna göre dünyaya nısbetle âhiret, fere nisbetle asıl ve gölgeye nisbetle cisim gibidir. Bu se-beble dünyada bulunan her şeyin ahirette bir aslının bulunması gerekir. Aksi halde dünyadaki şeylerin, aslı olmayan bir serap ve boş bir hayalden başka bir şey olmaması gerekirdi.

Ahirette bulunan herşeyin de dünyada bir benzerinin bulunması gerekir. Aksi halde ahiretteki o şeyler, meyvesiz bir ağaç ve delilsiz bir medlul gibi olurdu.

Buna göre ruhanî âlem, ışık, nur, güzellik, sevinç, lezzet ve nimetler âlemidir. Ruhanî varlıkların da kemâl ve noksanlık bakımından farklı olduklarında şüphe yoktur. Bunlardan birinin onların en şereflisi, en yücesi, en mükemmeli ve en değerlisi olması; onun dışındakilerin ise O'nun itaatinde, emrinde ve yasakları altında olması gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, '(Bir elçi ki) çetin bir kudrete mâliktir.Arşın sahibi (olan Allah) katında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunandır, bir emindir" (Tekvir, 20-21) buyurur.

Ve yine dünyada da bu âlemin en şerefli, en yüce, en mükemmel ve en değerlisi olan bir şahsın bulunması, onun dışındakilerin ise onun emri altında ve ona itaat eder olması gerekir. Buna göre ilk itaat olunan, ruhanî âlemde itaat olunandır.

İkinci itaat olunan ise, cısmanîler âleminde itaat olunandır. Birincisi, ulvî âlemin itaat mercii, ikincisi de süflî âlemin itaat merciidir. Cismanîler âleminin, ruhanîler âleminin bir gölgesi ve bir izi gibi olduğunu zikrettiğimizde, bu iki itaat mercii arasında bir mülakatın, bir yaklaşmanın ve bir yakınlığın olması gerekir.

Buna göre ruhlar âleminin itaat mercii ışığın kaynağı, cisimler dünyasının itaat mercii ise bir ayna, bir mazhardır. Kaynak olan, melek elçidir; tecellıgâh olansa, beşer elçidir. Bu her ikisiyle de, hem dünya hem ahirette, mutluluklar tamamlanır. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, beşer resulün durumunun kemâli, Allah'a davet etmesinde görülür.

Bu davet ise, ancak Cenâb-ı Hakk'ın Bakara Sûresi'nin sonunda ifâde buyurduğu yedi şeyle tamam olur. Bu da; "Müminlerden her biri Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman etti." O'nun peygamberlerinden hiç birini diğerlerinden ayırmayız. Dinledik ve itaat ettik. Ey Rabbimiz bizi bağışlamam dileriz, dönüş sanadır" dediler" (Bakara. 285).

Peygamberlerin hükümleri arasında; "O'nun peygamberlerinden hiç birisini diğerlerinden ayırmayız" sözü de bulunur.

İşte bu dört husus, rubûbiyyet bilgisi olan, 'mebde" (başlangıç) bilgisine taalluk etmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hakk, ubûdiyyet, kulluk bilgisine taalluk eden şeyi zikretmiştir ki, bu da iki şeye dayanır.

Bunlardan birisi "mebde", ikincisi ise "kemâl"dir. Mebde, Cenâb-ı Hakk'ın; "Duyduk ve itaat ettik, dediler" sözüdür. Çünkü bu söz, Allah'a doğru yol almak isteyen herkes için gereklidir. Kemâl ise, Allah'a güvenme ve tamamıyla O'na sığınmadır. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz" sözüdür. Bu da, beşerî işlere ve insana yönelik itaatlere iltifat etmeyerek, tamamıyla Allah'a sığınmak, O'nun bağışlamasını ve affetmesini istemektir.

Sonra, zikredilen bu dört aslın bilgisi ile,Rubûbyyet bilgisi; yine yukarda zikredilen kula ait şu "mebde" ile "kemâl" bilgisi ile kulluk bilgisi tamam olunca geriye çok bağışlayan melikin huzuruna çıkmaktan, ahirete gitmek için hazırlanmaktan başka bir şey kalmaz.

Bu da, Cenabı Hakk'ın "Dönüş Sanadır" sözünden murâd edilendir. Bu söylediklerimizden, derecelerin "mebde", "vasat" (orta) ve "meâd" (varış yeri) olmak üzere, üç olduğu ortaya çıkar. Mebde'in bilgisi, dört şeyi tanımakla mükemmel olur.Bu dört şey, Allah'ı, melekleri, kitapları ve peygamberleri tanımadır. "Vasat" olanın bilgisi ise, iki şeyi bilmekle, yani bedenler âleminin payı olan "Duyduk ve itaat ettik" ve, ruhlar âleminin payı olan "Ey Rabbimiz, bizi bağışlamanı diliyoruz"u anlamakla mükemmel olur. "Meâd"ın bilgisi ise, tek bir şeyle tamam olur. Bu da, Allah'ın "Dönüş Sanadır!" sözüdür. Buna göre, işin başlangıcı dört, ortası iki ve sonu da bir olmuş olur. Bilgi hususunda bu yedi mertebe sabit olunca, Cenâb-ı Hakk'a yalvarma, yakarma ve dua etme hususunda da, bundan yedi mertebe çıkar.

Birinci mertebe: Hakk Teâlâ'nın "Ey Rabbimiz, unutursak veya yamlırsak, bizi muaheze etme" (Bakara, 286) sözüdür. Unutmanın zıddı, hatırlamaktır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, Ey iman edenler, Allah'ı çokça anınız." (Ahzâb,41) "Unuttuğun zaman, Rabbini an." (Kehf,24) "İyice düşünürler, bir de bakarsın ki onlar, hakikati görüp bilmişlerdir." (Araf, 201) ve "Ve, Rabbinin ismini an" {insan. 25) buyurmuştur.

Bütün bu zikir ve anmalar, ancak sözü ile elde edilir.

İkinci mertebe: "Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi üstümüze ağır bir yük yükleme" (Bakara. 286) ayetidir.

Ağır yükü savuşturmak, Cenâb-ı Hakk'a hamdetmeyi gerektirir; bu da O'nun " el hamdu lillahirrabbil alemin"sözüyle elde edilir.

Üçüncü mertebe: "Rabbimiz, bize takat getiremıyeceğimiz şeyi yükleme" (Bakara. 286) ayetidir. Bu da,Cenâbı Hakk'ın rahmetinin tanrılığına işarettir. "Er rahmanirrahim""sözü de, bunu ifade eder.

Dördüncü mertebe: Cenâb-ı Hakkın "bizi affet"sözüdür. "Çünkü sen, din gününde hükmetmeye ve hüküm vermeye mâliksin." Bu da O'nun, "maliki yevmiddin"sözüdür.

Beşinci mertebe: Allah'ın "Bizi bağışla" sözüdür. "Çünkü dünyada biz sana ibadet ettik ve her işimizde senden yardım istedik." Bu da"İyyake na'budu"sözüdür.

Altıncı mertebe: O'nun Bize merhamet et!" sözüdür. 'Çünkü, bizi dosdoğru olan yola ilet diyerek, Senden hidâyetimizi istemiştik."

Yedinci mertebe: "Sen bizim Mevlâmızsm, binaenaleyh kâfir kavimlere karşı bize yardım et!" (Bakara 286) sözüdür. Bu da"Gayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn"sözünden kastedilendir.

İşte Bakara Sûresi'nın sonunda zikredilen şu yedi mertebeyi, Hz. Muhammed (s.a.s.) Miraca çıkarken, ruhanîler âleminde söylemiştir. Miracdan inince, kaynağın eseri mazhar üzerinde coştu da, bu Fatiha Sûresi'yle açıklanmış oldu.

Buna göre, kim namazında Fatiha Sûresi'ni okursa, Hz. Muhammed (s.a.s.) zamanında bu nurlar nasıl masdardan mazhara yani ışık kaynağından âyineye inmişse kıraat esnasında bu nurlar mazhardan masdara doğru yükselirler.

İşte bu sebebten ötürü Hz. Peygamber (s.a.s.) "Namaz, müminin miracıdır" buyurmuştur.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/369-371.
Devamını Oku »

"Elhamdulillah” Cümlesindeki İncelikler



Bu fasıl" elhamdulillah"sözünün incelikleri ve Fatiha Sûresi'nde yer alan beş ismin faydaları hakkındadır. "Elhamdulillah"sözünün inceliklerine gelince bu dört nüktedir.

Birinci nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.)'den rivayet edildiğine göre, Hz. İbrahim (a.s.), Cenâbı Hakk'a, şunu sormuştur: "Ya Rabbî sana deyip hamdedenin mükâfaatı nedir?" Cenâb-ı Allah:"elhamdulillah" şükrün hem başı hem sonudur" diye cevab vermiştir.Hakikat ehli şöyle demişlerdir:"elhamdulillah" ifadesi şükrün başı olduğu için, Cenâb-ı Allah onu Kur'ân'ın başlangıcı yapmış, yine bu şükrün sonu olduğu için, Cenâb-ı Hakk onu cennetliklerin de son sözü kılmış ve "Onların dualarının sonu, "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" (demeleridir)" (Yûnus. 10) buyurmuştur.

Hz. Ali (r.a.)'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Allah, aklı, ezelî ilminde saklı ve gizli bir nurdan yaratmış; ilmi onun canı; anlayışı onun ruhu; zühdü onun başı; hayayı onun gözü; hikmeti onun dili; hayrı onun kulağı; acımayı onun kalbi; merhameti onun düşüncesi ve sabrı da onun karnı kılmıştır. Sonra akla, "konuş" denildi. Bunun üzerine o da: "Eşi; zıddı, misli ve dengi olmayan; izzetinden ötürü her şeyin zelil olduğu Allah'a hamdolsun" dedi.

Bunun peşi sıra da Cenâb-ı Allah: "İzzetim ve celâlime yemin ederim ki Benim katımda senden daha değerli olan bir mahlûk yaratmadım" demiştir." Yine nakledildiğine göre, Hz. Adem (as.) aksmnca, dedi. Böylece onun ilk sözü de bu oldu. Bunu iyice kavradıysan deriz ki, mahlûkatın en üst derecesi akıl, en alt derecesi ise Adem (a.s.)'dır. Aklın ilk sözünün " Âdem (a.s.)'ın da ilk sözünün yine olduğunu nakletmiştik.

Böylece, sonradan yaratılmışların ilki olan varlıkların ilk sözünün ve sonradan yaratılmışların sonuncusunun ilk sözünün bu kelime olduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk bu kelimeyi kitabının başlangıcı kılmış, buyurmuştur.

Yine, Allah'ın kelimelerinin ilkinin sözü, peygamberlerinin sonuncusu Hz. Muham-med (s.a.s.) olduğu ve bu ikisi {ilk ile son) arasında bir münasebet bulunduğu sabit olunca, şüphesiz Cenâb-ı Hakk, sözünü, Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e gönderdiği kitabın ilk ayeti kılmıştır.Durum böyle olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e "hamd" kelimesinden iştikak etmiş (türetilmiş) iki isim vermiştir. Biri, "Ahmed" diğeri ise "Muhammed'dir. işte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ben gökte Ahmed. yerde ise Muhammed'im (Bu isimlerle bilinirim.)" buyurmuştur. Çünkü gök ehli Allah'ı övmekle meşguldür.

Allah'ın Resulü ise onların Allah'ı en çok hamdedenı (Ahmed)dir. Allahu Teâlâ da, "İşte bunların çalışmaları meşkûr (ve makbul) olur" (isrâ. 19) buyurduğu gibi, yeryüzü ehlini övmektedir Resûiullah (s.a.s.) ise insanlar içinde, Allah'ın en çok övdüğü {Muhammed)dir.

İkinci nükte: Hamd, ancak nimet ve rahmete ulaşıldığı zaman olur. Hamd, kelimelerin ilki olunca, nimet ve rahmetin de fiil ve hükümlerin ilki olması gerekir. İşte bu sebebten ötürü; Cenâb-ı Allah, hadîs-i kudsîde. "Rahmetim gazabımı geçti.(Müslim)demiştir.

Üçüncü nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bir ismi de "Ahmed"dır. Bunun manası ise,hamdedenlerin en çok hamd-u sena edenidir. Bu sebeble. Allah'ın Hz. Mu-hammed (s.a.s.)'e verdiği nimetlerin daha çok olması gerekir. Çünkü hamdın çok olmasının nimet ve rahmetinin çok olmasından dolayı olduğunu açıklamıştık.

Durum böyle olunca, Allah'ın rahmetinin Hz. Ahmed (s.a.s.) hakkında, bütün âlemlere verilenden daha çok olması gerekir, İşte bu sebeble, "Biz seni, ancak âlemlere rahmet olasın diye gönderdik." (Enbiyâ. 107) buyurulmustur.

Dördüncü nükte: Hz. Muhamrned (s.a.s.)'i peygamber olarak gönderen Allah'ın da, "rahmet" kökünden iştikak etmiş iki ismi vardır. Bunlar: "rahman" ve "rahîmdır. Bu iki isim mübalâğa ifade ederler. Resûlullah'ın da "rahmet" manasından türemiş iki ismi vardır: Bunlar. "Muhammed" ve "Ahmed"tir. Çünkü, hamdin meydana gelmesinin, rahmetin meydana gelmesine bağlı olduğunu açıklamıştık.

Buna göre,Muhammed ve Ahmed isimleri, "rahmet edilen" ve "merhametli" yerine geçer.

Bir kısım rivayetlerde. 'Hamd". "Hâmıd" ve "Mahmûd" kelimelerinin de Hz. Peygamber'in isimlerinden olduğu bildırılmıştır.Öyleyse Hz. Peygamber (s.a.s.)e ait bu beş isim "rahmet'e delâlet eder.

Bunun böyle olduğu sabit olunca, biz deriz ki Cenâb-ı Hakk, "Kullarıma haber ver ki: Hakikaten Ben, (evet) Ben çok bağışlayıcı ve merhametliyim " (Hicr 49) buyurmuştur. Ayetteki "haber ver" kelimesi. Hz. Muhammed (a.s.)'a işarettir. Burada Hz. Peygamber (a.s), diğer kullardan önce zikredilmiştir."ıbâdî (Kullarım) kelimesindeki "ye" zamiri, Allah'a aittir."عِبَادِي"deki "ye" zamiri de O'na aittir.

Yine"أنا"(Ben) zamiri de Cenâb-ı Allah'ı gösterir. Ayetteki "gafur" ve "rahîm" vasıfları da Allah'ın iki sıfatıdır, Böylece, bu beş lâfız, kerîm ve rahîm olan Allah'a delâlet eder. Kıyamet günü kullar, öncüleri de rahmete delâlet eden beş ismi ile Hz. Muhammed (s.a.s.) olduğu halde, arkalarında da, Allah'ın rahmete delâlet eden beş ismi olduğu halde yürürler. Peygamber (s.a.s.)'in rahmeti çoktur. Çünkü Cenâb-ı Allah buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın rahmeti ise sınırsızdır Nitekim O, Rahmetim, her şeyi kaplar"(A'râf, 156) buyurur. Günahkârın, rahmetle dopdolu bu on denizin yanında, kaybedeceği nasıl düşünülebilir?

Bu sûrede geçen beş ismin faydaları birçoktur. Bunlardan:

Birinci nükte: Fatihada on şey vardır Beşi, rubûbiyyet sıfatlarındandır. Bunlar, Allah, Rab, Rahman, Rahîm ve Mâlik isimleridir.Beşi de ubûdiyyet (kulluk) sıfatlarındandır Bunlar, ubûdiyyet, istiâne (yardım talebetme), hidayet isteme, istikamet isteme ve nimet istemedir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet" buyurmuştur.

İşte bu beş isim, o beş hale mukabil olur Sanki şöyle deniliyor. "Ya Rabbî! Sadece Sana ibadet ediyoruz. Çünkü sen Allansın. Sadece Senden yardım taleb ediyoruz. Çünkü Sen Rabb'sın. Bizi dosdoğru yola hidayet et, çünkü Sen Rahmân'sın. Bize istikâmeti rızık olarak ver, çünkü Sen Rahîm'sin. Bize nimet ve kerem yağmurlarını indir, çünkü Sen din gününün mâlikisin."

İkinci nükte: İnsan, beş şeyden meydana gelmiştir. Bedenî, şeytanî nefsî, şehvanî nefsi, gadabî nefsi ve melekî,aklî özü.. Cenâb-ı Hakk, buna göre, bu beş ismiyle şu beş mertebeye tecellî etmiştir. Allah ismi, melekî, aklî, felekî ve kudsî ruha tecellî etti de, böylece ruh Allah'a boyun eğip, itaatta bulundu. Nitekim O, "Dikkat ediniz, kalbler Allah'ın zikriyle sükûnete erer" (Ra'd. 28) buyurmuştur. Şeytanî nefse de, Rabb isminin göstermiş olduğu, iyilik (birr) ve ihsanla tecellî etmiştir.

Böylece nefs. Allah'a isyan etmeyi bırakmış, Deyyân olan Allah'ın taatine boyun eğmiştir Gadabî nefse de, kahr ve lütuftan meydana gelmiş Rahman ismiyle tecellî etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: " "Gerçek mülk, o vakit Rahman olan Allah'ındır" (Furkân 26) buyurmuştur. Böylece nefis, düşmanlığı terket-mıştir. Şehvanî ve behîmî (hayvanî) nefse de, Rahîm ismiyle tecellî etmiş de, nefse mubah ve güzel olan şeyleri helâl kılmıştır. Nitekim, "Temiz şeyler size helâl kılındı'' (Mâıde 4) buyurmuştur Böylece, o nefis yumuşamış ve Allah'a isyan etmeyi terketmıştir.

Cesed ve bedenlere, "maliki yevmiddin"sözünün kahrı ile tecellî etmiştir. Çünkü beden katı ve yoğundur. Dolayısıyla çok güçlü bir kahr gerekir. Bu da kıyamet gününün korkusundan meydana gelen kahrdır. Hakk Subhânehû, bu mertebelere beş ismiyle tecellî edince, cehennem kapıları kapanır, cennet kapılan açılır. Sonra bu mertebeler, geri dönmeye başlarlar da, böylece bedenler itaat eder ve"İyyake na'budu" derler.

Şehvanî nefisler, itaat eder ve lezzetleri terketme ve şehvetlerden yüz çevirmek hususunda "ve iyyake nastain"derler.

Gadabî nefisler itaat eder, "bize hidayet et" , bize doğru olan yolu göster ve dininde bizi sebatkâr kıl, der.

Şeytanî nefis, itaat eder, Allah'tan doğruluk ve hak yoldan sapmadan onu korumasını ister de, "ihdinessırâtel müstakîm"der.

Kudsî melekî ruhlar baş eğer ve Cenâb-ı Allah'tan kendilerini kudsî, yüce, tertemiz ve muazzam ruhlara ulaştırılmalarını talep ederler." O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba uğramışların ve o sapmışların yoluna değil."derler.

Üçüncü nükte: Hz. Peygamber (s.a.s.): İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmek; namazı dosdoğru kılmak; zekât vermek; Ramazan orucunu tutmak ve Kabe'yi haccetmek(Buhari) buyurmuştur.

Buna göre, Allah'dan başka ilâh olmadığına şehadet etmek, Allah isminin nurunun tecellîsinden; namaz kılmak Rabb isminin tecellîsinden meydana gelmiştir. Çünkü Rabb "terbiye" kökünden türemiştir. Kul da, imanını namazın yardımıyla terbiye eder. geliştirir. Zekât vermek Rahman isminin tecellîsinden meydana gelir. Çünkü Rahman merhamet etmede mübalâğayı ifade eder. Zekât verme işi de, fakirlere acımaktan ötürü tahakkuk eder.

Ramazan orucunun farz olması. Ra-hîm isminin tecellîsindendir. Çünkü oruçlu kimse acıktığı zaman, fakirlerin açlıklarını hatırlar da, onlara muhtaç oldukları şeyi verir. Yine oruç tutan kimse, acıktığı zaman hissî bazı lezzetlerden kesilir. Ölürken de, bu kimseye, lezzetlerden ayrılmak kolaylaşır. Haccın farz olması isminin tecellîsindendir. Çünkü kişi hac yaptığında, vatanından ayrılması ve çoluk çocuğunu terketmesi gerekir. Bu da, kıyamet gününün yolculuğuna benzer.

Yine hac yapan kimse, yalınayak, başı açık ve çıplak olur. Bu da, kıyametteki insanların haline benzer.

Hülâsa, diyebiliriz ki, hac ile kıyametin durumları arasında gerçekten pek çok benzerlikler vardır.

Dördüncü nükte; Beş çeşit kıble vardır; Beyt-i Makdis, Kabe, Beyt-i Ma'mûr, Arş ve Allah'ın celâlinin dergâhı. Allah'ın Fâtiha'daki beş ismi, bu beş kıbleye bölüştürülmüştür.

Beşinci nükte: Duyular beştir:

1-) Görme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah "Ey basiret sa-hibleri siz bundan ibret alın " {Haşr, 2} buyurmuştur

2-) İşitme duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar söze kulak verir ve onun en güzeline uyarlar" (Zûmer, 18) buyurur.

3-) Tatma duyusu. Cenab-ı Hakk, "Eypeygamberler, temiz ve helâl olan şeylerden yeyin, sâlih ameller işleyin " (Mü’minûn, 51) buyurur.

4-) Koklama duyusu. Cenâb-ı Allah " Bana bunak demezseniz, inanın ki (şimdi) Yûsufun kokusunu duyuyorum " {Yûsuf, 94) buyurur.

5-) Dokunma duyusu. Nitekim Cenâb-ı Allah: "Onlar ırzlarını koruyanlardır" (Mü'minûn.5) buyurur. O halde ey insan, Allah'ın bu beş isminin nuru ile, şu beş düşmanın zararlarını defetme hususunda yardım talep et.

Altıncı nükte: Fatiha Sûresi'nin birinci yarısı beş ismi ihtiva etmekte olup, buradan sırlara nurlar saçılır. İkinci yarısı ise kulun beş sıfatını ihtiva etmektedir ki, buradan da bu nurların basamaklarına sırlar yükselir. Bu iki durum sebebiyle kulun namazdaki miracı gerçekleşir.

Birinci durum iniş, ikinci durum ise bir yükseliştir. Bu Fâtiha'nın iki kısmı arasındaki ortak çizgi ile arasını ayıran çizgidir.

Bunu şöyle izah edebiliriz:

Kulun ihtiyacı ya dünyayı isteme hususundadır, ki bu da zararı defetmek ve menfaati elde etmek diye iki kısma ayrılır, yahut da ahireti istemek hususundadır, ki bu da cehennemden kaçmak olan zararı defetmek ve cenneti istemekten ibaret olan hayrı talebetmek diye iki kısma ayrılır. Böylece bunların toplamı dört eder. En şereflisi olan beşinci kısım ise, bir şey istemek için veya bir şeyden korktuğundan dolayı değil de, sadece Allah, Allah olduğu için, O'na hizmet etmeyi, itaati ve ibadeti istemektir. Eğer "Allah" isminin nurunu müşahede edersen, Allah'tan. Allah'tan başka bir şey istemezsin. Eğer "Rabb" isminin nurunu müşahade edersen, O'ndan cennetin hayırlarını talebedersin.

Eğer Allah'ın "Rahman" isminin nurunu müşahede edersen, O'ndan bu dünyanın hayırlarını istersin. Eğer, O'nun "Rahîm" isminin nurunu müşahede edersen, Allahtan, ahiret zararlarından seni korumasını istersin.

Ve eğer "Mâliki-i yevmid-dîn" isminin nurunu müşahede edersen, Ondan ahiret azabına uğramaman için seni bu dünyanın afetlerinden ve çirkin fiillerinden muhafaza etmesini istersin.

Yedinci nükte: Bu beş ismi, şu meşhur zikirde adı geçen beş mertebeye yerleştirmek de mümkündür:

Allah'ı tenzih ve teşbih ederiz, Hamd Allah'a mahsustur, Allah'tan başka ilâh yoktur, Allah en büyüktür. Güç ve Kuvvet, ancak Yüce ve büyük olan Allah'tandır." Bu zikirdeki, sözümüz, İsrâ Sûresi'nin ilk ayeti olan "Kulu (Muhammed'i) geceleyin yürüten (Allah) ne münezzehtir" (isra. 1) ayetidir.

"Elhamdulillah"sözümüz ise beş ayrı surenin başlangıcıdır (Fatiha, En'âm, Kehf, Sebe, Fâtır sûreleri). sözümüz bir sûrenin (Âl-i İmrân Sûresi'nin) başlangıcıdır. Bu da "Elif, lâm, mim, Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır" (Âli imrân. 1) ayetidir.

"Allah-hu Ekber"sözümüz, Kur'ân-ı Kerîm'de, açıkça olmaksızın, bir yerde kelimesine, bir yerde de kelimesine muzâf olmak üzere, iki yerde: Muhakkak ki Allah'ı zikrederek namaz kılmak) en büyüktür" {Ankebût. 45). "Allah'tan olan bir rızâ ise en büyüktür" (Tevbe. 72)La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim"sözümüze gelince, bu Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça zikredilmemektedir. Çünkü bu, cennet hazinelerindendir. Hazine ise saklı olur, açıkta olmaz.

Fatiha Sûresi'nde zikredilen beş isme gelince, bunlar şu beş zikrin başlangıçlarıdır: "Allah"sözümüz, "Subhanallah"sözümüzün; ''Rabbi"sözümüz,"elhamdulillah"sözümüzün;"errahman"sözümüz,"lailaheillallah" sözümüzün karşılığıdır.

Çünkü bizim, sözümüz, ancak, kendisinin kâmil bir kudreti ve mükemmel bir rahmeti olan zata yakışır. Böyle olan da Rahman olan Allah'tır. Yine bizim "errahman"sözümüz. " Allahu ekber""sözümüze tekabül eder.

Bunun manası ise, zayıf kullarına merhamet etmemekten yüce olduğudur. "Malikiyevmiddin" sözümüz ise, " la havle vela kuvvete illa billah"sözümüze karşılık olmaktadır.Çünkü melik ve mâlik olan bir kimse, iradesi hilâfına kullarının hiçbir şey yapamayacakları zattır. Allah en iyi bilir.

Fahruddin Er-Râzi,Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/398-403.
Devamını Oku »

İstiaze Hakkında Nükteler



İstiaze Sözünün İhtiva Ettiği Nükteler(İncelikler)

Birinci nükte:"eüzübillah" sözünde yaratılmıştan Yaratana ve mümkin varlıktan Vâcibu'l-vucûd'a (Allah'a) yükselme vardır. İşin başında tutulması gerekli olan yol budur. Çünkü herşeyden önce Yaratanı bilmenin yolu, kulun, kadir ve herşeyden müstağni olan Hakk'ın varlığına muhtaç olduğunu istidlal etmesiyledir. O zaman "euzu" sözü, bu mutlak ihtiyaca işaret etmektedir.

Çünkü böyle bir varlığa ihtiyaç söz konusu olmasaydı, istiazede bir fayda olmazdı. "Billahi"sözü de, Hakk olan Allah'ın mutlak müstağnî olduğuna işaret etmektedir. Buna göre kulun,"euzu" demesi, kendisinin yoksulluğunu ve ihtiyaç içinde olduğunu;"billahi" demesi de, şu iki durumu ikrar etmesidir:

Birincisi, Allah Teâlâ'nın bütün hayırları yaratmaya ve bütün şerleri de savuşturmaya kadir olmasıdır.

İkincisi ise Allah'dan başkasının bu sıfatla nitelenemeyeceği, dolayısıyla, bütün ihtiyaçlara ancak O'nun cevap verebileceği ve bütün hayırları da ancak O'nun verebileceği inancıdır. Kul bu durumu müşahede ettiği zaman, kendisinden ve Allah'dan başka herşeyden kaçar, bu kaçışında da Allah Teâlâ nm "Hepiniz Allah'a kaçın" (Zâriyat, 50) sözünün sırrını temaşa eder: Kul dediğinde bu durum meydana gelir.

Sonra O, böylece Hakk'da kaybolma aerecesine ulaşıp, Hakk'ın celâlinin nurunda garkolunca, Allah Teâlâ'nın: "Sen, 'Allah" de (geç) de sonra onları bırak." (Enam. 91) sözünü müşahede eder. İşte bu esnada da "euzubillahi" der.

İkinci nükte: "euzu billahi"demek, insanın nefsinin acizliğini, Rabbin kudretini itiraf etmektir. Bu ise, Allah'a yaklaşmanın yolunun, ancak acz ve inkisar (kırık gönüllü olmak) olduğuna delâlet eder. Sonra Peygamberimiz (a.s.)'ın "Kendini bilen Rabbini bilir.(Keşful Hafa) sözü peygamberlik kelimelerindendır.

Bunun manası: kim nefsinin güçsüz, aciz olduğunu bilirse, (o nisbette) Rabbisinin her-şeye kadir olduğunu; kim nefsinin hiçbirşey bilmediğini bilirse, (o nisbette) Rabbisinin fazlını ve adaletini; kim nefsinin halinin bozuk olduğunu bilirse o nisbette Rabbisinin kemâl ve celâlini anlamış olur.

Üçüncü nükte: Hayr işleri yapmak, ancak şeytandan kaçmakla kolaylaşır: Bu kaçış da Allah'a sığınmayla olur. Ne var ki Allah'a sığınma (istiâze) da taat tu derindendir. Eğer taata yönelmek, istiâzenin o taatten önce yapılmasını gerek-tirseydi, bu istiâze de daha önce yapılacak olan diğer bir istiâzeye muhtaç olurdu. Böylece teselsül gerekirdi. Eğer taate yönelmek, ondan önce istiâze etmeye muhtaç olsaydı, bu durumda da istiazeden bir fayda elde edilemezdi.

Buna göre sanki o kula şöyle denilir: "Taata yönelmek, ancak ondan önce istiâze yapılmasıyla tamamlanır. Bu da, nihayeti olmayan bir işi yapmayı gerektirir. Bu ise senin kudretin dahilinde değildir. Ancak sen Ey kulum! Bu durumları bilir, aczini müşahede kusurunu itiraf edersen, taatlerin yerine getirilmesi hususunda sana yardım eder ve bu taatlara nastl dalınacağını sana öğretirim. Öyleyse sen"euzu billshi mineşeytanirracim"de.

Dördüncü nükte: İstiâzenin sırrı, senden afetleri savuşturan kadir bir varlığa sığınmaktır.Şeytanın vesvese verdiği işlerin en başta geleni Kur'ân okumaktır. Çünkü Her kim Kur'ân okur, onunla Rahman olan Allah'a ibadete niyet eder, O'nun vadini, vaîdini, apaçık ayetlerini ve açıklamalarını düşünürse itaat olan işleri daha çok arzular, haramlardan daha fazla çekinir. Kur'ân okumak taatların en büyüğü olduğu içindir ki şeytan, Kur'ân'dan insanları uzaklaştırmaya daha çok çaba sarfe-der. Kulun, kendisini şeytanın şerrinden koruyacak olan bir varlığa ihtiyacı da o nisbetle artar.

İşte bu hikmete binaen istiâze bilhassa Kur'ân-ı Kerim'in okunmasına tahsis edilmiştir.

Besinci nükte: Şeytan insanın düşmanıdır; Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Şeytan sizin bir düşmanımzdır. Onun için siz de onu bir düşman tutun." (Fâtır, 6). Rahman olan Allah ise insanın efendisi, yaratıcısı, bütün işlerinin düzenleyenidir. İnsan, taata ve ibadetlere başladığı zaman, düşmanından korkar da kendisini bu düşmanının sıkıntısından kurtarması için efendisinin rızasını araştırıp elde etmeye çalışır.

İnsan, huzur-u ilâhiye varır da ilâhî güzellik ve ikramın her ceşidini müşahede ederse, düşmanı unutur ve bütün varlığı ile sevdiğinin hizmetine koşar. Öyleyse birinci makam sözünün göstermiş olduğu, kaçış makamıdır, ikinci makam sözünün göstermiş olduğu, Cebbar ve mutlak hükümran olan Allah'ın huzur-u ilâhîsine yerleşme makamıdır

Altıncı nükte: Cenâb-ı Hak "Ona tam bir surette temizlenmiş olanlardan başkası el süremez." (Vakıa. 79) buyurmuştur. Kalp, Allah'dan başkasıyla ilgilenince, lisan da Allah'dan başka şeyleri söyleyip durunca o kalp ve lisanda bir nevi kir meydana gelir, binaenaleyh temizlik yapmak gerekir. Kul deyince, bu temizlik meydana gelmiş olur. Bu durumda da, Allah'ın zikri olan gerçek namaza hazır hale gelir de, der.

Yedinci nükte: Ehl-i tasavvuf şöyle demiştir: Birisi zahir, birisi de bâtın olmak üzere, senin iki düşmanın vardır. Sen bunların her ikisiyle de savaşmakla emro-lundun. Cenâb-ı Hak zahir (görünen) düşman hakkında "Allah'a inanmayanlarla savaşın" (Tevbe, 29): batın (görünmeyen) düşman hakkında da, "Şeytan sizin bir düşmanmızdır. Onun İçin siz de onu bir düşman tutun" (Fâtır, 6) buyurmuştur. Sanki Cenâb-ı Hak, bu ayetlerle şöyle demek istemiştir: Zahirî düşmanınızla savaştığında, senin yardımcın mutlak hükümran olan Allah olur. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Rabbiniz size nişanlı beşbin melekle imdat edecektir." (Ali İmran, 125) buyurur.

Batınî düşmanınla savaştığında da senin yardıncın, yine mutlak hükümran olan Allahtır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Benim gerçek kullarım (var ya) Senin onlar üzerinde hiçbir hâkimiyetin yoktur." (isrâ, 65) buyurur. Keza, gizli düşmanla savaşmak açık düşmanla savaşmaktan daha önemlidir. Çünkü açık (zahirî) düşman eğer bir fırsatını bulursa, seninle dünya malı hususunda savaşır. Gizli (bâtınî) düşman ise, fırsatını bulursa din ve kesin hakikat bilgisi hususunda savaşır. Aynı şekilde, açık düşman bize galip gelse de yine ecrimizi alırız. Ama gizli düşman bize galip gelirse, o zaman fitneye düşeriz. Bunun gibi, açık düşmanın öldürdüğü kimse şehit olur, gizli düşmanın öldürdüğü kimse ise Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılır. Bundan dolayı gizli düşmanın şerrinden kaçınmak daha evlâdır. Bu da ancak kişinin kalbi ve diliyle demesiyle olur.

Sekizinci nükte: Müminin kalbi, en şerefli yerdir; Yeryüzünde müminin kalbinden daha şerefli olan güzel bir belde, hayranlık uyandıran daha bakımlı bir bostan ve göz alıcı bir bahçe yoktur. Daha doğrusu müminin kalbi, temizlik bakımından bir ayna gibi hatta ondan da üstündür. Çünkü aynanın önüne bir perde gelirse onda hiçbirşey gözükmez. Ama müminin kalbini yedi kat gökler, Kursî ve Arş bile perdeleyemez.

Nitekim Cenâb-ı Allah şöyle buyurur: "Güzel kelimeler ancak O (AHah)a yükselir. Onu da iyi amel (ve hareket) yükseltir." (Fâtır 10). Hatta hatta bütün bu perdelerle birlikte yine de kalp, Rubûbiyyetin celâlini müşahede eder ve O'nun semadanî sıfatlarını ilmen kuşatır. Kalbin en şerefli yer olduğuna birçok şey delâlet eder.

Birincisi: Hz. Peygamber (a.s.) şöyle buyurmuştur: "Kabir (ya) cennet bahçelerinden bir bahçedir.'(Tirmizi) Kabir ancak, ölmüş salih bir kulun yattığı yer ise böyle olur. Kalbin, marifetullâhın (Allah'ı tanımanın) yatağı ve O'nun ulûhiyyetinin tahtı olduğu zaman, en şerefli yer olması gerekir.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, sanki şöyle diyor: "Ey kutum! Senin kalbin, Benim bahçem; Benim cennetim de senin bahçendir. Ne zaman ki sen, Bana karşı bahçende cimrilik göstermeyip bilakis Benim marifetimi oraya kondurursan; Ben sana karşı bahçemde nasıl cimrilik yapar ve seni oradan men ederim?

Üçüncüsü: Cenâb-ı Allah, kulun cennet bahçesinde konaklama keyfiyetini anlattı da şöyle buyurdu: "Hak meclisinde (ve) kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah)'ın yanındadırlar." (Kamer. 55) Allah Teâlâ bu ayette, sadece (Mülkü çok yüce Allah'ın yanında) dememiştir.

Sanki, "Ben bu gün kudret sahibi bir melikim. Kullarım da birer padişah (gibi)dirler; ancak ne var ki onlara benim kudretim altındadırlar." demiştir. Bu mukaddimeyi anladıysan deriz ki Cenâb-ı Allah, adetâ şöyle diyor: "Ey kulum! Ben cennetimi sana has kıldım. Sen de cennetini (kalb bahçeni) bana has kılmıştın. Fakat sen Bana insaflı davranmadın (ilâhlık hakkımı gözetmedin). Cennetimi şu anda gördün mü, girdin mi oraya?" Kul, "Hayır, Rabbim" diye cevap verir.

Cenâb-ı Allah da der ki: "Ben senin bahçene girdim mi?" Kul şöyle demek zorunda kalır: "Evet, Ya Rabbi!" Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Henüz cennetime girmemiştin, Ama girmen yaklaştığı zaman, sen oraya konaklayasın diye şeytanı cennetimden çıkarmış ve ona; "(Her yönden) zem ve tahkire uğramış ve (rahmetimden) koğulmuş olarak çık o (cennetkien." (Araf. 18) demiştir.

Böylece senin düşmanını, sen cennete inmeden önce çıkarmıştım. Sana gelince, yetmiş sene senin (kalp) bahçende konakladıktan sonra, Benim düşmanımı oradan çıkarıp kovmaman hiç yakışık alır mı?" der. O zaman kul cevap verir ve der ki: "Ey Allahım! Sen o şeytanı cennetinden çıkarmaya kadirsin, bense aciz ve zayıfım; onu oradan çıkaramam."

Cenâb-ı Allah bunun üzerine şöyle buyurur: "Âciz bir kul, tam bir hâkimiyeti olan Hükümdarın himayesine girdiği zaman güçlü olur Binâenaleyh sen de Benim himayeme gır ki, düşmanını kalbinin bahçesinden çıkarabilesin.

Eğer, "Madem ki kalp. Allah'ın bahçesidir. O halde şeytan oradan niçin çıkmıyor?" denilirse,

deriz ki: Tasavvuf ehli şunu söylemiştir: Sanki Cenâb-ı Hakk, kula, "Marifet sultanı (Allah'ı) kalbinin odasında konaklatan sensin. Kim, can odasında bir sultanı ağırlamak isterse, bu odayı süpürüp temizlemek ona düşer, sultana düşmez. Öyleyse sen, kalbinin odasını vesvese kirinden temizle

Dokuzuncu nükte: Allah Teâlâ âdeta şöyle buyurur: "Ey kulum! Bana karşı insaflı davranmadın. Benimle şeytanın arasının neden bozulduğunu biliyor musun? O, bana meleklerin ibadet ettiği gibi ibadet ediyordu. Zahirde ilâhlığımı Nabul ediyordu. Onunla benim aramı, ona baban Âdem'e secde etmesini buyurmam, onun da bu emri yerine getirmemesi bozdu. O büyüklendiğinde ben de onu hizmetimden kovdum. O, gerçekte senin atana düşmanlık yapmadı, ama aslında bana hizmetten kaçındı. Sonra o, yetmiş senedir sana düşmanlık ediyor, sense onu seviyorsun. O, bütün hayırlarda sana engel oluyor, sense onun bütün isteklerine boyun eğiyorsun. Artık bu kötü yolu terket, ona karşı düşmanlığını göster ve de.

Onuncu nükte: Baban Âdem (a.s.)'in kıssasına baktığın zaman, o şeytanın Adem (a.s.)'in iyiliğini isteyenlerden olduğuna yemin ettiğini görürsün. Sonra, bu işin sonu, şeytanın Hz. Adem (a.s.)'i cennetten çıkartmaya gayret etmesi olmuştur. (Ey insanoğlu!) Senin hakkında ise, o seni saptırıp azdıracağına yemin edip, "Senin izzetine (mutlak kudretine, kahrına) anttederim ki, bende artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlasa ermiş (mümin) kulların müstesna." (Sâd, 82-83) demiştir. İyiliğim istediğine dair yemin ettiği kimseye davranışı bu olursa, saptıracağı ve azdıracağına yemin ettiği kimseye karşı muamelesi nasıl olur?

Onbirinci nükte: Cenâb-ı Allah sadece "euzubillah"dedi de, Allah isminden başka isim zikretmedi. Çünkü Allah ismi, Cenâb-ı Allah'ın diğer isim ve sıfatlarına nazaran günahlardan nehyetme hususunda en etkili olanıdır. Zira, ilâh ibadete müstehak olandır. O, ancak Kadîr ve Hakîm olduğu zaman ibadete müstehak olur. "Euzubillah" sözü, "Kadîr Hakîm olana sığınırım" demek yerindedir. Bu üç sıfat, kulu günahtan son derece alıkoyucudur. Çünkü, sultanın kudretini bilen hırsız, bazan onun malını çalabilir. Zira hırsız, şunu bilmektedir ki, bu sultan her ne kadar kudretli ise de, değildir.

Kudret tek başına mani olmaya kafi değildir, doğrusu onunla birlikte ilminin de bulunması gerekir. Aynı şekilde kudret ve ilimde manı olmaya yeterli değildir. Çünkü sultan, bir kötülük görse, fakat onu nehyet-mese, onun orada bulunması kötülüğe mani değildir. Ama kudret, ilim ve çirkinliklere mani olan hikmet bir arada bulunsa, işte o zaman orada tam bir men etme meydana gelir. Kul "euzubillah"dediği zaman, sanki "Kadîr ve Hakîm, hiçbir kötülüğe razı olmayan Allah'a sığınırım." demiş olur.

Böylece de eksiksiz bir yasaklama gerçekleşir, Onikinci nükte: Kul, dediğinde bu, onun şeytana komşuluk yapmaya razı olmadığına delâlet eder. Buna razı olmamıştır; çünkü, şeytan asîdir ve onun asîliği de gerçekte bu müslümana zarar veremez. Kul, isyan edenin komşuluğuna bile razı olmayınca, isyânınkine haydi haydi razı olmaz.

Onüçüncü nükte: "Şeytan" bir isimdir; "Racîm" ise sıfattır. Allah Teâlâ, sadece isimle yetinmemiş onun sıfatını da zikretmiştir Böylece Allah {c.c.) sanki şöyle demekte: "Bu şeytan binlerce yıl bizim hizmetimizde bulundu. Sen, hiç onun bize zarar verdiğini ya da bize kötülüğü dokunacak bir iş yaptığını duydun mu? Bununla birlikte biz onu lanetledik, hatta huzurumuzdan tard ettik. Sana gelince, bu şeytan seninle bir an otursa, seni ebedî ateşe atar. Öyleyse niçin onu kovmak ve lânetlemekle meşgul olmuyorsun. O halde haydi de".

Ondördüncü nükte: Bir kimse şöyle diyebilir; "Derecesi en küçük melek, şeytanı defetmeye kâfi iken niçin (Meleklere sığınırım) dememiştir? Bu köpeği, Cenâb-ı Allah'ın, isminin karşılığında anmasının sebebi nedir?

Bunun cevabı şudur: Cenâb-ı Allah sanki şöyle diyor: "Ey kulum! Sen o şeytanı görmesen de o seni görüyor" Zira Cenâb-ı Hakk "Çünkü O da, kabilesinden (olanlar) da siz insanları, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yer(ler)den muhakkak görür(ler)." (Araf, 27) buyurmuştur Onun tuzağı içinize nüfuz etmiştir. Çünkü siz onu göremediğiniz halde, o sizi görmektedir. O hâlde siz de şeytant gören, ama şeytanın kendisini göremediği varlığa sımsıkı sarılın. Bu varlık Cenâb-ı Allah'tır. O hâlde deyiniz."

Onbeşinci nükte:"şeytan" kelimesinin başında cins ifade etsin diye elif-lam (harf-ı tarif) getirildi. Çünkü görünen ve görünmeyen şeytanlar çoktur. Daha doğrusu görünen ve görünmeyen şeytanlar çoktur. Daha doğrusu görünenler çoğu kez daha şiddetlidir.

Bir vaizin sohbetinde şöyle dediği nakledilir: Bir adam ta-saddukta bulunmak istediği zaman ona yetmiş şeytan gelir ve ellerine, ayaklarına, kalbine yapışır da onu sadaka vermekten meneder. Orada bulunanlardan birisi bunu işitince: "Ben bu yetmiş şeytanla savaşacağım." dedi ve mescidden çıkıp evine gelerek eteklerini buğdayla doldurdu. Evden çıkıp onu tasadduk etmek istedi. Fakat birden hanımı ilen atılarak onunla tartışıp cedelleşmeye başladı. Derken eteğindeki buğdayı döktürdü.

Bunun üzerine adam morali bozuk olarak mescide gen döndü. O va'z-u nasihat veren kişi ona "Ne yaptın?" diye sordu. Adam cevaben dedi ki: "O yetmiş şeytanı hezimete uğratmıştım. Derken onların anaları geldi ve o da beni hezimete uğrattı." şeytan" kelimesindeki elif ve lamın (lam-ı tarifin) ahd (muayyen bir şeytanı) ifade ettiğini söylemek de mümkündür. Çünkü bütün günahlar bilinen bu şeytanın (iblisin) rızası ile olur. Birşeye razı olansa o şeyi yapan gibidir.

Bunu eğer uzak bir ihtimal görüyorsan şu şer'î meseleyle mukayese ederek öğren: Ebû Hanife'ye göre, imamın kıraati, ona razı olması ve arkasında susması cihetinden, o imama uyanın tla kıraati sayılır.

Onaltıncı nükte: Şeytan kelimesi, uzaklaşmak anlamına gelen kelimesinden türetilmiş ve Allah'ın rahmetinden uzak olduğu için iblise kötü bir isim olarak verilmiştir. İtaat eden kişi ise, Allah'a yakındır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: "Secde et yaklaş" (Aiak. 19). Allah da sana yakındır. Bu hususta şöyle buyurmuştur: "Kullarım (Habîbim) sana Beni sorunca (haber ver ki) işte Ben muhakkak yakınımdır." (Bakara, 186) "Racîm" kelimesine gelince, lanet ve bahtsızlık okuyla vurulmuş olması manasında, mercûm (lanetlenmiş, taşlanmış) demektir.

Sana gelince, ey mü'min, sen mutluluk ipine tutunmuşsun. Nitekim Cenâb-ı Hakk şöyle der: onları "takva" sözü üzerinde durdurdu." (Feth. 26), Bu, Cenâb-ı Hakkın, şeytanı kendisinden uzaklaştırdığı ve kovduğuna; seni de kendisine yakın kıldığına delalet etmektedir. Sonra Cenab-ı Hakk uzaklaştırdığı şeytanı, kendisine yaklaştırmayacağını haber vermiştir.

Zira O, şöyle buyurmuştur: "(Hayır) sen Allah'ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın" (Fatır. 43). Böylece Cenâb-ı Hakk seni kendisine yakın kılınca, seni kovmayacağına ve seni rahmetinden uzaklaştırmayacağını bildirmiş olmaktadır.

Onyedinci nükte: Cafer es-Sadık şöyle buyurmuştur: "Kıraatten önce mutlaka "euzu"çekmek lâzımdır. Ama taat olan diğer ibadetlere gelince, onlarda çekilme-yebilir.

Bunun hikmeti şudur: Kul lisanını bazen yalanla, gıybetle ve koğuculuk-yapmakla kirletmiş olabilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, lisanı temiz olsun diye kuluna istiâzeyi emretmiştir. Bu durumda o, temiz, güzel olan Rabbi tarafından indirilen kelâmı temiz bir lisanla okumuş olur.

Onsekizinci nükte: Cenâb-ı Allah sanki şöyle diyor: O, kovulmuş, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış bir şeytandır. Ben ise, Rahman ve Rahîm'im. O halde Rahman ve Rahîm'e ulaşabilmen için, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmış şeytandan uzak ol.

Ondokuzuncu nükte: Şeytan senin düşmanındır. Sen ise ondan habersizsin ve onu görmüyorsun. Zira Cenâb-ı Allah: "Çünkü o da, kabilesinden olan(lar) da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğinizi yer(ler)den muhakkak görür(ler)." (A'râf, 27) buyurmuştur. Buna göre senin görünmeyen bir düşmanın ve herşeye galip bir sevenin var. Çünkü Allah Teâlâ, Allah emrinde (hâkim ve galib-dir." (Yûsuf, 21) buyurmuştur. O halde'bu görünmeyen düşmanın sana saldırdığında, herşeye hükümran olan sevenin (Allaha) sığın, iltica et. Noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ettiğimiz yüce Allah kendi muradını en iyi bilendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/122-128.
Devamını Oku »

Besmeleden Çıkartılacak Bazı İncelikler



Birinci nükte: Mûsâ (a.s.) hastalandı ve karnının ağrısı iyice şiddetlendi de hâlini, Cenâb-ı Allah'a arzetti. Allah da ona, sahradaki bir otu gösterdi. O da, ondan yedi de, Allah'ın izniyle şifa buldu. Sonra, bir başka zaman bu hastalık ona tekrar musallat oldu. Bunun üzerine, aynı otu yedi. Fakat hastalığı arttı. Hastalığı, artınca şöyle dedi: "Ya Rabbî, ilk önce bu otu yedim ve ondan faydalandım. İkinci defa onu yediğimde ise, hastalığım arttı."

Bunun üzerine Cenâbı Hakk şöyle buyurdu: "Çünkü sen, birincide seni ota sevkeden Ben idim, böylece onda şifa meydana geldi. İkincisinde ise, sen kendin ota gittin de, bunu müteakip hastalığın arttı. Bilmiyor musun ki, bütün dünya öldürücü zehir, onun panzehiri de benim ismimdir."

İkinci nükte: Rabiatü'l-Adeviyye, bütün geceyi teheccüd ve namaz ile geçirdi. Tan yeri ağarınca, uyudu. Derken, evine hırsız girdi. Elbiselerini aldıktan sonra, kapıya doğru yöneldi. Fakat kapıyı bulamadı. Bunun üzerine elbiseleri bıraktı, kapıyı da buldu. Bu işi üç defa tekrarladı. Bunun üzerine, evin köşe-bucağından, "Kumaşı bırak ve çık. Şayet seven uyuduysa. onun Sultanı uyanıktır" diye nida edildi.

Üçüncü nükte: Ariflerden birisi koyun otlatıyordu. Sürüsünün içinde, koyunlara zarar vermeyen kurtlar da bulunuyordu. Derken kendisine birisi uğrayarak, ona şöyle seslendi: "Ne zaman koyunlarla kurtlar anlaşma yaptılar?" Çoban şöyle dedi: 'Bunları otlatan, Allah'la sulh yaptığından beri!".

Dördüncü nükte: "Bismillah" sözünün manası, "Allah'ın adıyla başlıyorum'dur. Kolaylık meydana gelsin diye, başlıyorum) kelimesi düşürülmüştür. Bu nedenle, "Bismillah" dediğinde, sanki sen demiş olursun. Bundan maksat, işe başlamadan önce, işinin kolaylığa, hafifliğe ve müsamahaya dayanmakta olduğuna kulun dikkatini çekmektir.

Böylece, sanki Cenâb-ı Hakk, senin için zikrettiği kelimenin daha başında, onu, seni affedeceğine, sana lütufta bulunacağına delil kılmıştır.

Beşinci nükte: Anlatıldığına göre Firavun, Tanrılık iddiasında bulunmazdan önce, bir saray yaptırttı. Ve, sarayın dış kapısına da, besmelenin yazılmasını emretti. Ulûhıyyet iddiasına kalkışıp da, Hz. Mûsâ peygamber olarak ona gelip, O'nu hak dine davet edince, onda doğruya ulaşma istidadı görmedi. Bunun üzerine Hz. Mûsâ şöyle dedi: "Ya Rabbî, onu ne kadar dine davet ettimse de, onda her hangi bir hayır görmedim."

Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şöyle buyurdu: "Ey Mûsâ, belki de sen, onun küfrüne bakarak, onu helak etmemi istiyorsun. Halbuki Ben, onun sarayının dış kapısının üzerine yazmış olduğu besmeleye bakıyorum."

Buradaki incelik şudur: Kâfir de olsa, kim bu kelimeyi dış kapısının üzerine yazarsa, helak olmaktan emin olur. Kim bu kelimeyi, ömrünün başından nihayetine kadar, kalbine yazarsa, onun durumu nasıl olur, var sen düşün!

Altıncı nükte: Cenâb-ı Hakk kendisini Rahman ve Rahîm diye adlandırdı. O halde, nasıl merhamet etmesin? Anlatıldığına göre, bir dilenci zengin bir kimsenin kapısında durarak, bir şeyler istemişti. Bunun üzerine kendisine çok cüz'î bir şey verildi. İkinci gün, elinde bir baltayla geldi ve kapıyı kırmaya başladı. Ona, "Ne yapıyorsun?" denilince, şöyle cevap verdi: "Ya kapı, bahşedilene uygun veyahut da yapılan bağışın kapıya uygun olması gerekir." Ey Rabbımiz! Merhamet denizleri, senin rahmetine nisbetle, zerrenin senin Arşına olan nisbetinden daha küçüktür. Kitabının başında rahmetinin sıfatını, kullarına bildirdin. Binâenaleyh, bizi rahmetinden ve lütfundan mahrum bırakma.

Yedinci nükte: Allah lâfzı, hükümranlığa, kudrete ve yüceliğe işarettir. Cenâb-ı Hakk, Allah lâfzının peşinden lâfızlarını zikretmiştir ki, bu da O'nun rahmetinin, kahrından daha çok ve daha mükemmel olduğuna işarettir.

Sekizinci nükte: Çoğu kez, hükümdarın kölelerinin, at, katır ve eşek gibi hayvanları satın aldıklarında, hükümdarın düşmanlarının bu matlarda gözü olmasın diye, hükümdarın damgasını bunun üzerine vurdukları görülür. Tıpkı bunun gibi, tan diye bir düşmanın vardır.

Öyle ise bir işe başladığında, düşmanın onda gözü olmasın diye. "Bismiİlahirrahmanirrahîm" diyerek, ona damgamı vur.

Dokuzuncu nükte: Nefsini, Allah'ın zikrine arkadaş kıl ki, her iki dünyada O'n-dan uzak olmayasın. Hz. Peygamber (s.a.s.)'den, şu rivayet edilmiştir. O, Hz. Ebû Bekr'e yüzüğünü vermiş ve ona şöyle demişti: "Bu yüzüğe, "Lâ ilahe illallah" yazdır." Bunun üzerıne.Hz. Ebû Bekr yüzüğü, nakışçıya vererek ona, "Lâ ilahe illallah Muhammedun Resulullah" yaz dedi. Nakkaş, yüzüğe bu cümleyi yazdı. Daha sonra Hz. Ebû Bekr yüzüğü Hz. Peygamber (s.a.s.)'e getirdi de, Hz. Peygamber yüzükte, "Lâ ilahe illallah Muhammedun Resululiah Ebû Bekr es-Sıddîku" diye yazıldığını gördü. Bunun üzerine, "Ya Ebâ Bekr, bu ilâveler ne?" dedi. Ebû Bekr de, cevaben, "Ya Resûlellah, senin ismini, Allah'ın isminden ayrı düşürmeye gönlüm razı olmadı.

"Ebû Bekr es Siddîku" (Ebû Bekr de siddîk, yani çok sâdıktır.) cümlesine gelince, bunu ben söylemedim, dedi ve utandı. Bunun üzerine Cebrail çıkagelerek şöyle dedi: Yâ Resûlellah "Ebû Bekr esSıddîku" cümlesini ben yazdım. Çünkü Ebû Bekr, senin isminin Allah'ın isminden ayrı olmasına razı olmadı. Allah da, onun isminin senin isminden ayrılmasına razı olmadi."

Buradaki incelik şudur: Hz. Ebû Bekr (r.a,), Hz. Muhammed'in isminin Allah'ın isminden ayrılmasına razı olmadığı için bu ikrama nail olmuştur. Kişi, Allah'ı yâdetmeyi hiç terketmediği zamansa durum nasıl olur? Var sen düşün.

Onuncu nükte: Hz. Nûh (a.s.) gemiye bindiği zaman "Geminin akıp gitmesi ve demir alması Allah'ın ismiyledir." (Hûd. 41) deyince, Besmelenin yarısıyla umulan kurtuluşu elde etmiştir. Ömrü boyu bu kelimeye devam eden kimse, kurtuluştan nasıl mahrum kalır? Bunun gibi, Hz. Süleyman (a.s.) "Bu mektup Süleyman'dan gelmektedir. O, "Bismillahirrahmanirrahîm" diye başlamaktadır." (Neml. 30) sözüyle dünya ve ahi-ret mülkünü elde etti. Kulun, bu kelimeyi söylediğinde, dünya ve ahiret mülküne ulaşacağı umulur.

Onbirinci nükte: Birisi, Hz. Süleyman'ın, diyerek, kendi ismini, Allah'ın ismine niye takdim etmiştir? diyebilir. Buna birçok bakımdan cevap verilebilir.

Birincisi: Belkıs, odasına hiç kimsenin girmesi mümkün olmadığı halde, mektubu yastığının üzerine konulmuş olarak buldu. Duvarın üzerinde, Hüdhüd'ü gördü. Onu görünce, bu mektubun Hz. Süleyman'dan olduğunu anladı. Mektubu eline aldı ve "Mektub, Süleyman'dandır" dedi. Mektubu açınca, "Bismillahirrahmanirrahîm" ifadesini gördü ve dedi. Buna göre, anlaşılıyor ki, ifadesi, Süleyman (a.s.)'ın sözü olmayıp, Bel-kıs'ın sözüdür.

İkincisi: Belki de Hz. Süleyman (a.s.) mektubun zarfına diye; mektuba da, bütün mektublarda olduğu gibi, diye başlamıştır. Belkıs mektubu alınca, zarfın üstünü okudu da, " "Bu, Süleymandan" dedi. Zarfı açınca da, " cümlesini okudu da bunun üzerine, "Bu mektub, " " ile başlıyor" dedi.

Üçüncüsü: Belkıs, kâfir idi. Süleyman (a.s.), Belkıs mektuba baktığı zaman, Allah'a dil uzatmasından korktuğu için, bu dil uzatma kendisine olsun, Allah'a olmasın diye, kendi ismini Allah'ın isminden önce zikretti.

Onikinci nükte: kelimesindeki "bâ" harfi, kelimesinden müştaktır.

Berr" kelimesi de, dünya ve ahiretteki çok çeşitli ikramları ile, müminlere iyilik yapan manasınadır. Cenâb-ı Allah'ın iyilik ve ikramının en yücesi, kıyamet günü müminlere kendi Cemâlini göstermesidir.

Birisinin, Yahudî olan komşusu hastalandı. Bu zat şöyle anlatıyor: Ziyaret için, hastanın yanına girdim ve ona. Müslüman olsana, dedim. O da bana, niçin Müslüman olayım, dedi. Cehennem korkusundan emin olman için, dedim. O da, cehenneme aldırış etmiyorum, dedi. Ben de, öyleyse cennete kavuşman için, Müslüman ol. dedim. O, cenneti istemiyorum, dedi. Ben de. öyleyse ne istiyorsun, dedim. Yahudî, Cenâb-ı Allah'ın, kerim yüzünü bana göstermesini istiyorum, dedi. Ben de, bu arzuna nail olmak için Müslüman ol, dedim. O, bunu yazı ile yaz, dedi. Ben de. bunu onun için yazdım. Bunun üzerine o. Müslüman oldu ve hemen öldü. Cenazesini kıldık ve defnettik. Onu rüyamda, sanki gururlanır bir durumda gördüm ve ona: "Şemon! Rabbin sana nasıl muamele etti" diye sordum. O da cevaben: "Allah beni bağışladı ve bana, Bana olan şevkinden dolayı Müslüman oldun, dedi." "Bismi"kelimesindeki "sîn" harfi, Cenâb-ı Allah'ın "Semî" (hakkıyla duyan, işiten) isminden gelmektedir. AHahu Teâlâ, Arş'tan toprağın altına kadar, bütün mahlûkatın duasını duyar.

....

Onüçüncü nükte: "Besmelede" bu üç ismin zikredilmesinin hikmeti, Kur'ân-ı Kerim'de, muhatap alınanların üç kısım olmasındandır. Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Onlardan, nefsine zulmeden vardır. Onlardan orta yolu tutan vardır. Ve onlardan, hayırlarda, en önde olan vardır" (Fatır, 32) Bu ayette Cenâb-i Hakk, sanki şöyle: buyurmaktadır: "Ben, hayırlarda en önde olanların Allah'ıyım. Orta yolu tutanların Rahmânı'yını. Zulmedenlerin de Rahîm'iyim." Aynı şekilde "Allah" lütuflarda bulunan; Rahman, seçkin kullarının (evliya) zel-lelerini (küçük hatalarını) bağışlayan; Rahîm de, kabalığı (cefa) bağışlayandır. Rahmetinin kemâlinden dolayı, Cenâb-ı Allah âdeta şöyle diyor: "Ey kulum! Ben senin öyle durumlarına muttaliyım ki, eğer anne ve baban onları bilmiş olsaydı, seni terkederlerdi. Eğer hanımın onları bilseydi, sana cefa ederdi. İnsanlar bilseydi, hemen senden kaçarlardı. Komşun bilseydi, evini yerle bir etmeye çalışırdı. Ben bütün bunları biliyorum ve fakat, benim Kerîm bir Rabb olduğumu bilesin diye, lütfumla onları örtüyorum."

Ondördüncü nükte: "Allah" ismi, Allah'ın dostluğunu gerektirir. "Allah, iman edenlerin dostu (yardımcısı)dur."(Bakara, 257). "Rahman" ismi, Allah1 m muhabbetini gerektirir "Hakikaten, iman edip de, salih ameller işleyenler yok mu? Rahman, onların gönüllerinde (kendi) sevgisini yaratacaktır." (Meryem, 96) "Rahîm" ismi ise, Allah'ın rahmetini iktiza eder."Allah, müminlere merhametlidir." (Ahzab,43)

Onbeşinci nükte: Hz. Peygamber (ş.a.s.) şöyle buyurmuştur "Kim, üzerinde besmele yazılı bir kâğıdı Allah'a saygısından dolayı yerden kaldırırsa, Allah katında sıddîklerden yazılır, ana babasının, müşrik de olsalar azabla-n hafifletilir."

Bu konuda Bişru'l-Hâfi'nin hikayesi meşhurdur. Ebu Hureyre (ra)'den, Peygamberimiz (s.a.s.)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ya Ebâ Hureyre, abdest aldığında "Bismillah" de. Zira, abdestini tamamlayıncaya kadar senin Hafaza Meleklerin sana sevab yazmayı bırakmazlar. Hanımınla münasebette bulunduğunda "Bismillah" de. Zira, sen gusledinceye kadar, Hafaza Meleklerin sana sevab yazarlar. Eğer bu münasebetten bir çocuk olur ve o çocuğun da nesli devam ederse, hiç bir istisna olmaksızın, soyundan gelenlerin nefesleri sayısınca sana sevap yazılır.

Ey Ebû Hureyre, bir hayvana bindiğinde, "Bismillah, elhamdülillah" de. O zaman, hayvanın adımları sayısınca sevap yazılır. Bir gemiye bindiğinde de "Bismillah, elhamdülillah" de. O zaman, ondan ininceye kadar sana sevab yazılır.

Enes b. Mâlik (r.a.)'dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (as.) şöyle buyurmuştur: "İnsanların elbiselerini çıkardıkları zaman "Besmele" çekmeleri, insanların mahrem yerleri İle cinlerin gözleri arasında perde olur."(Suyuti,Camiussağır,2/32)

Bu hadiste şuna işaret edilmiştir: Besmele, bu dünyada senin ile cinlerden olan düşmanların a-rasında perde olursa, ahırette de senin ile zebaniler arasında perde olmaz mı?

Onaltıncı nükte: Bizans İmparatoru, Hz. Ömer (r.a.)'a, devamlı bir baş ağrısı olduğunu, bunun için kendisine bir ilaç göndermesini yazmıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.) bir fes gönderdi. İmparator bu fesi başına koyduğunda, baş ağrı-sı duruyor, çıkarınca başı yeniden ağrımaya başlıyordu. Bunun üzerine İmparator hayret ederek, fesi kontrol etmeye başladı. Fesin içinde "Besmele"nin yazılı olduğu bir kâğıt buldu.

Onyedinci nükte: Hz. Peygamber (s.a,s.) şöyle buyurmuştur: "Kim abdest alır da besmele çekmezse, sadece yıkadığı azaları temizlenmiş olur. Kim de abdest alır ve besmele çekerse bütün vücûdunu temizlemiş olur." Abdestte besmele çekmek, bütün bedeni temizlediğine göre, o besmeleyi samimî kalb ile çekmenin, kalbi küfür ve bidatlardan temizlemesi evlâ olur.

Onsekizinci nükte: Birisi. Halid b. Velîd.(r.a.)'dan bir delil istemiş ve "Sen müs-lüman olduğunu iddia ediyorsun. O halde m üslü m an olmamız için bizfe bir delil göster" demiştir. Bunun üzerine Hâlid b. Velid {r.a.): "Bana öldürücü bir zehir getirin" dedi. Ona bir tas zehir getirildi. Tası eline aldı ve "Bismillahirrahmânirrahîm" diyerek hepsini içti. Allah'ın izni ile sapasağlam kalktı. Bunun üzerine Mecusîler: "İşte bu gerçek dindir' dediler.

Ondokuzuncu nükte: Hz İsâ (a.s.), bir kabrin yanından geçerken azap meleklerinin bir ölüye azab ettiklerini gördü. İşini görüp tekrar döndüğünde, aynı kabre uğradı. Bu sefer de, yanlarında nurdan tabaklar bulunan rahmet meleklerini gördü ve bu hale taaccüb etti. Bunun üzerine Hz. İsâ (a.s.) namaz kılıp Allah'a dua etti de, Cenâb-ı Allah ona şunu vahiy ile bildirdi: Ey İsâ, o, âsî ve günahkâr bir kul idi. Öldüğünden beri azabımda idi. Geride hanımını hâmile olarak bırakmıştı. Hanımı bir çocuk doğurdu ve büyüyünceye kadar onu terbiye etti. Daha sonra onu mektebe verdi. Hocası ona besmeleyi öğretti. İşte bu nedenle, oğlu yer yüzünde Benim adımı söylerken. Ben, yerin altında kuluma ateşimle azab etmekten haya duydum."

Yirminci nükte: Kadın sûfîlerın büyüklerinden olan 'Umretü'l-Ferğâniyye'den, "cünüp ve hayızlı kimsenin besmeleden değil de, Kur'an okumaktan menedil-mesindeki hikmet nedir?" diye soruldu da, O şu cevabı verdi: "Besmele çekmek, dostun ismini anmaktır Dost ise, dostunu anmaktan menedilmez."

Yirmibirinci nükte: "Rahîm" ismi hakkında şöyle denmiştir: Allah Teâlâ, insanlara altı yerde rahmet eder: Kabir ve kabirden çıkıp toplanmada, kıyamet ve kıyametin karanlıklarında, mîzan (terazi) ve derecelerinde, amel defterlerinin okunması esnasında ve onun korkusunda, sırat ve korkusunda, cehennem ve tabakaları hususunda.

Yirmikinci nükte: Ariflerden birisi besmeleyi yazdı ve bunun kefenine konulmasını vasiyet etti. Bunun üzerine ona, "Bundan ne umuyorsun?" denildi. O da: "Kıyamette şöyle derim: Allahım! Sen bir kitab gönderdin ve başına besmeleyi koydun. O halde bana. kitabının bu başlığına göre muamele et."

Yirmi üçüncü nükte: Besmelenin harflerinin ondokuz tane olduğu söylendi. Bunda iki fayda vardır.

Birincisi: Zebanîler de ondokuz tanedir. Böylece Cenâb-ı Allah, bu ondokuz harfe karşılık, zebanilerin azabını savuşturur.

İkincisi: Cenâb-ı Hakk, gece ve gündüzü yirmidört saat olarak yarattı. Sonra beş ayrı saatte beş vakit namazı farz kıldı.

Binâenaleyh besmelenin bu ondokuz harfi, yirmi dört saatten geriye kalan ondokuz saatte meydana gelen günahlar için kefaret olmuş olur.

Yirmidördüncü nükte: Tevbe Sûresi, savaş emrini ihtiva ettiği için, başına besmele yazılmadı. Yine bir hayvanı keserken uyulması gereken sünnet de böyledir, "bismillahi vallahu ekber"denilirde,"bismillahirrahmanirrahim" denilmez. Zira savaş ve öldürme zamanında, Rahman ve Rahîm kelimelerini söylemek uygun olmaz. Her gün besmeleyi, farz namazlarda onyedi defâ(Şafiide) söylemeye muvaffak kıldığına göre, bu, Allah'ın seni, öldürmen ve azab etmen için değil, merhamet, iyilik ve lütufta bulunman için yaratmış olduğunu gösterir. Allah Teâlâ doğru olana götürendir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 1/235-241.
Devamını Oku »

Livata'daki Çirkinliğin Sebepleri



Üçüncü, mesele, bu işin çirkinliğini gerektiren sebeplerin izahı hakkındadır: Bil ki bu işin çirkinliği, insanların tabiatına adeta yerleşmiş bir şeydir. Binaenaleyh bunun sebeplerini genişçe saymamıza gerek yok. Fakat biz yine de diyoruz ki: Bunun çirkinliğini gerektiren sebepler pek çoktur:

Birinci sebep: Pek çok insan çocuğunun olmasını istemez. Çünkü çocuğun doğması, insanı mal kazanmaya ve kazanç için kendisini yormaya sevkeder. Ancak Cenâb-ı Hak, cinsî münasebeti o büyük lezzetin gerçekleşmesinin sebebi kılmıştır. Öyle ki insan bu (şehevî) lezzeti elde etmek için, cinsî münasebette bulunur. Bu durumda da o kimse istese de, istemese de çocuk olur. İşte bu yolla da insan nesli devam eder ve insan türü sona ermez. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, cinsî münasebete bir lezzet vermiştir. Bu tıpkı, bazı hayvanları avlamak için tuzak kuran insana benzer. Çünkü o insan mutlaka bu tuzağa, o hayvanın arzuladığı bir şeyi kor.

Böylece bu, o hayvanın tuzağa düşmesine sebep olur. Bu sebeple Cenabı Hak da o hayvanın arzuladığı bir şeyin tuzağa konulmasına benzer bir şekilde, cinsî münasebete bir lezzet koymuştur. Allah Teâlâ'nın bundan maksadı, en şerefli tür olan insan türünün devamını sağlamaktır. Bu sabit olunca, biz diyoruz ki: İnsan o lezzeti, neticede çocuk yapmaya götürmeyecek bir yoldan elde etme gayretine girerse, istenen hikmet gerçekleşmez ve bu, insan neslinin sona ermesi neticesine götürür. Bu ise Allah'ın hikmetinin hilafına bir davranış olmuş olur.

Binaenaleyh bunun kesin olarak haram kılınması gerekir. Tâ ki bu lezzet, neticede çocuk doğurmaya götüren bir yol ile gerçekleşsin.

İkinci sebep: Cinsi münasebette erkeklikten beklenen vasıf fail olma, kadınlıktan beklenen ise, meful olma (bu faaliyyeti kabul etme) durumudur. Halbuki erkek meful, kadın da fail durumuna geçecek olursa, bu hem insan tabiatının, hem de ilahî hikmetin aksine ve hilafına bir şey olmuş olur.

Üçüncü sebep: Sırf şehevi duyguyu tatmin için uğraşmak, hayvanların yaptığına benzer. Şehvetle meşgul olunduğu zaman, bu, şehveti tatminin ötesinde başka bir manayı da ifade eder. O halde şehveti kadın ile gidermek de, sırf şehevî duyguyu tatmin etmenin ötesinde bir başka manaya gelir ki, bu mana da, bir çocuğun olması ve en şerefli tür olan insan neslinin devam etmesidir. Ama erkeğin şehvetini yine bir erkekle gidermesi, sadece şehveti gidermekten başka bir şey ifade etmez. Binaenaleyh bu, hayvanlara benzeme ve insanın fıtratına uygun olanın dışına çıkma olur ki, son derece çirkin bir iştir.

Dördüncü sebep: Diyelim ki münasebette fail durumunda olan erkek lezzet alır. Fakat özellikle meful durumundaki erkek, ebediyyen zail olmayacak bir utandırıcı leke ile kirlenmiş olur. Halbuki aklı olan bir kimse bir anda sona erecek değersiz bir lezzetten ötürü, başkası sebebi ile, üzerinden hiç silinmeyecek bir ayıba düşmeye razı olmaz.

Beşinci sebep: Bu, fail ile meful arasında köklü bir düşmanlığın doğmasına sebep olan bir iştir. Çoğu kez bu iş, meful durumunda olan erkeğin failden nefretine sebep olduğundan, fail olanı öldürmeye yahut da onu, elinden gelen her yol ile imha etmeye sevkeder. Ama bu işin kadın ile kocası arasında yapılması ise, onlar arasındaki ülfet ve sevginin kökleşmesini, büyük faydaların meydana gelmesini sağlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size, nefislerinizden, kendilerine ısınmanız için zevceler yaratmış olması, aranızda bir sevgi ue merhamet yaratması da Allah'ın varlığına işaret eden ayetterindendir" (Rûm, 21) buyurmuştur.

Altıncı sebep: Allah Teâlâ, kadının rahmine, meniyi alabildiğine kendisine çekme kuvveti vermiştir. Dolayısiyle erkek, hanımı ile cinsî manasebette bulunduğunda bu çekme kuvveti güç kazanır, böylece erkeğin meni yolunda ne var, ne yoksa hepsi çıkar. Ama erkek yine bir erkekle münasebette bulunduğunda, meful olan erkeğin dübüründe meniyi çeken bir kuvvet yoktur.

Bu durumda da meninin çekilmesi tam olmaz ve meni yollarında, meni parçacıkları kalır, iyice temizlenmez, bundan dolayı da oralarda kokar, kokuşur ve bu sebeple şiddetli iltihaplar ve önemli hastalıklar meydana gelir. Bu, ancak tıbbî incelemelerle anlaşılan birtakım fayda ve hikmetlerdir. İşte bu (livata-homoseksüellik) işinin çirkinliğini gösteren sebepler bunlardır. Bazı dini zayıf kimselerin şöyle dediklerine şahid oluyorum: "Allah Teâlâ, "Onlar, (Öyle mü 'mirilerdir ki) ırzlarını korurlar. Şu var ki zevcelerine, yahut elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna" {Mü'minûn, 5-6) buyurmuştur. Bu, ister erkek (köle) otsun, ister kadın (cariye) olsun, insanın sahibi olduğu kölesi ile cinsî manasebette bulunmasının helal olmasını gerektirir.

Buna karşı "Biz bu umumi ifadeyi, Hak Teâlâ'nın, "Siz, Rabbinizin sizin için yarattığı zevcelerinizi bırakıp da, insanlann içinden erkeklere mi gidiyorsunuz?" (Şuarâ, 165-166) ve "Siz, sizden evvel âlemlerden hiç bir kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?" (A'râf, 80) âyetleriyle tahsis ediyoruz" da denilemez. Çünkü bu iki ayetten herbiri diğerine nazaran, bir yönden daha umumi, bir yünden daha hususîdir. Çünkü "memlûk" (köle), bazan erkek, bazan dişi olur. Erkek de bazan memlûk (köle) olur, bazan olmaz. Durum böyle olunca da, bu iki ayetten birini diğeri ile tahsis etmek, aksini yapmaktan daha evla olmaz. İşte bu bakımdan tercih (üstünlük) bizim görüşümüzden yanadır. Zira Hak Teâlâ'nın, "Şu var ki zevcelerine, yahut elleri altında bulunanlara (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna" (Mü'munûn, 6) ayeti, Hz. Muhammed'in şeriatıdır.

Lût (a.s)'un kıssasındaki ise, diğer bir peygamberin şeriatıdır. Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatı ise, kendinden öncekilerin şeriatlarından daha evladır. Hem menfaatlı, faydalı ve lezzetli olan şeylerde asıl olan, onların helal olmasıdır. Yine mülkiyyet (bir şeye sahip oluş), onun üzerinde mutlak tasarruf hakkı sağlar." Sen bu dini kıt kimselere de ki: "İstidlal, ancak ihtimal bulunan yerlerde yapılabilir.

Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinine göre bu işin haram oluşu, (ihtimale yer bırakmtyan) açık bir tevatürle sabittir ve bundan mü'minler alabildiğine nehyedilmişlerdir. İstidlal, mütevatir bir nakle (hadîse) karşı yapıldığında ise, bâtıl olur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. Lût (a.s)'un, kavmine şöyle dediğini nakletmiştir: "Muhakkak ki siz haddi aşan bir kavimsiniz." Bunun manası şudur: Hz. Lût (a.s) onlara sanki, "Siz bütün her işinizde haddi aşıyorsunuz. Binaenaleyh sizden, böyle bir israfa (bu kötü fiile) yönelmeniz, beklenilmeyen bir şey değil" demek istemiştir.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 10/497-499
Devamını Oku »

Fayda (İstislah) Prensibi Üzerine Tartışma

 






İslam hukukunda delil olduğu konusunda ittifak edilen kaynaklar Kur’ân, sünnet, icma ve kıyastır. İttifak edilmeyen delillerse şöyledir:

Şer’î delilerden bir kısmının da delil olmasıyla tarifleri arasında da çeşitli ihtilaflar bulunmaktadır. Burada bir kısmının sâdece genel geçer kabul edilen kısa tanımlarına yer verilecektir.

Mesâlih-i Mürsele: Fıkıh usulünde, “hükmün kendisine bağlanması ve üzerine hüküm bina edilmesi, insanlara bir fayda sağlayan veya zararı gideren, fakat muteber veya geçersiz olduğuna dâir delil bulunmayan manalar” diye tanımlanmaktadır.

İstihsân: Müçtehidin bir meselede, o meselenin benzerlerine verilmiş hükümden vazgeçmesini sağlayan nass, icma, zaruret, gizli kıyas, örf gibi delile dayanarak o hükmü bırakıp başka hüküm vermesine denir.

Örf: İnsanların çoğunun benimseyip alışkanlık haline getirdiği özel anlamda kullandıkları, şer’î delillere aykırı olmayan sürekli, mevcut davranış veya lâfızlardır.

İstishab: Usul âlimlerince, geçmişte sabit olan bir durumun değiştiğine dair delil bulunmadıkça halihazırda varlığını koruduğuna hükmedilir.

Sedd-i Zerâyi: Haram veya mekruh çerçevesinde şer’ân yasaklanmış durumlara götüren vasıtaların da yasaklanmasına denir.




Mesâlih-i Mürsele Hakkında: Fahreddin er-Râzî


“Maslahat” teriminin çoğulu olan “mesâlih” fayda demektir; “mesâlih-i mürsele” ise herhangi bir şarta bağlanmamış fayda demektir; İslam hukuk metodolojisinde istislah ise hakkında Kur’ân, hadis veya icma delili bulunmayan ve İslam hukukunun özüne uygun olan faydaları ifade eden mesâlih-i mürsele ile hüküm çıkarmaya verilen addır.

Fahreddin Muhammed b. Ömer er-Râzî (ö. 606/1209) felsefe, kelam, mantık, fıkıh usûlü (İslam hukuk metodolojisi) ve tefsir alanlarında verdiği eserlerle meşhur olmuş Şâfiî mezhebine mensup bilginlerden biridir. Fıkıh usûlüne (İslam hukuk metodolojisine) dair el-Mahsûl adlı eseri çok meşhur olmuş ve üzerine muhtasar (özet) ve şerh (açıklama) tarzında birçok çalışma yapılmıştır.

Şeriatın tanıklığı bakımından faydalar üç kısımdır:

1. Şeriatın gözetilmesini istediği fayda. Bu tür faydalar kıyas yoluyla tespit edilebilir...

2. Şeriatın geçersiz kıldığı fayda...

3. Ne gözetilmesi ne de geçersiz kılınması yönünde belirli bir nas (ayet veya hadis) bulunmayan fayda. Biz kıyas bölümünde münasebenin (bir şeyin hükmün gerekçesi olabilmesi için aranan uygunluğun) zorunluluk, ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyelerde bulunabileceğini ifade etmiştik.

Gazzâlî –Allah ona rahmet eylesin– şöyle demiştir: “İhtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde görülen uygunluk durumunda sadece bu seviyede olan faydaya dayanılarak hüküm verilemez; çünkü bu sadece akla dayanarak şer’î (dini-hukuki) hüküm koymak anlamına gelir; zaruret seviyesinde olan bir uygunluk durumunda ise bir müctehidin buna uygun ictihad etmesi uzak bir ihtimal değildir. Bunun örneği şudur: Kâfirlerin bir grup Müslüman esiri kendilerine kalkan yapmaları durumunda, onlara saldırmadığımız takdirde bize saldırarak İslam ülkesini işgal edip bütün Müslümanları öldürecek olmaları, kalkan yapılan Müslümanlara doğru atış yaptığımız takdirde ise günahsız bir Müslümanı öldürecek olmamız dışında bir ihtimal bulunmaması. Böyle bir mesele hakkında şeriatın (İslam hukukunun) bildirdiği bir hüküm yoktur.

Bu durumda biz kâfirlere saldırmasak onların bütün Müslümanlara saldırmasına izin vermiş oluruz ve onlar Müslümanları öldürdükten sonra o esirleri de öldürürler. Bu sebeple: ’Bu esir her halükarda öldürülecek, öyleyse tek bir Müslümanı korumayı bırakıp bütün Müslümanları korumaya çalışmak şeriatın amacına daha yakındır’ denilebilir. Bizim bu faydayı gözetmemizin sebebi onun üç niteliğe sahip olmasıdır. Bu nitelikler onun zorunlu, kesin ve genel oluşudur. ’Zorunlu’ kelimesiyle ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyedeki uygunluk dışarıda bırakılmıştır. ’Kesin’ kelimesiyle kalkan durumundaki Müslümanlara doğru atış yapmadığımız zaman kafirlerin bize galip geleceklerinden emin olmama durumu dışarıda bırakılmıştır; çünkü bu durumda kalkan yapılan Müslümanlara doğru atış yapmak caiz olmaz.

Bunun gibi, zor durumda kalan bir insanın kendi uyluğundan bir parça kesip yemesi caiz değildir; çünkü bunun onun kurtuluşuna sebep olacağını kesin bir şekilde bilemeyiz. ’Genel’ kelimesiyle ise kâfirlerin bir kalede bir Müslümanı kalkan yapmaları durumu dışarıda bırakılmıştır; bu durumda kalkan yapılan Müslümana doğru atış yapmak helal değildir; çünkü o kaleyi ele geçirmememiz durumunda bütün Müslümanları kapsayan bir kötülük meydana gelmez. Bunun gibi, bir gemide bulunan bir grup insan içlerinden birini attıkları takdirde hepsi kurtulacak, atmadıkları takdirde hepsi boğulacaksa onu atmaları caiz olmaz; çünkü bu genel bir şey değildir.” Gazzalî’nin sözlerinin özeti budur; Allah ona rahmet eylesin.

İmam Mâlik’in -Allah ona rahmet eylesin- mezhebine göre mesâlih-i mürsele deliline dayanmak caizdir. Onun bu konuda gerekçesi şudur: Konulan hükümlerde şu ihtimaller vardır: Ya zarardan tamamen uzak olup sırf faydayı gerektirmek, ya faydadan tamamen uzak olup sırf zararı gerektirmek, ya hem fayda hem zarardan tamamen uzak olmak, ya da ikisini bir arada içermek. Bu sonuncusu da üç kısımdır; çünkü ya fayda ve zarar eşit durumdadır, ya fayda zarardan daha fazladır, ya da zarar faydadan daha fazladır. Buna göre altı ihtimal vardır:

1. Hükmün zarardan tamamen uzak olup sırf fayda gerektirmesi. Bu tür hüküm kesinlikle meşru olmalıdır; çünkü şeriatların (dini hukuk sistemlerinin) amacı faydaları gözetmektir.

2. Hükmün zarardan çok faydayı gerektirmesi. Bu tür hüküm de kesinlikle meşru olmalıdır; çünkü az bir kötülük için çok olan iyiliği bırakmak çok kötüdür.

3. Fayda ve zararın eşit olması. Abes/yersiz olacağı için böyle bir hükmün konulmaması gerekir.

4. Ne fayda ne zarar içermesi. Abes/yersiz olacağı için böyle bir hükmün de konulmaması gerekir.

5. Sırf zarar olması. Bu tür bir hükmün meşru olmaması gerektiğinde şüphe yoktur.

6. Taşıdığı zararın faydadan daha çok olması. Bu tür hüküm de meşru değildir; çünkü faydadan fazla olan zararın kesinlikle ortadan kaldırılması gerekir.

Bu altı kısımla ilgili zikrettiğimiz hükümlerin peygamberlerin dininden olduğu neredeyse kesindir ve dini-hukukî hükümlerin konulmasının amacı bunlardır. Kur’ân ve sünnet kimi zaman açıkça belirterek, kimi zaman da zikrettiğimiz esaslara uygun şekilde koyduğu hükümler aracılığıyla bu hususu göstermektedir.

Konumuzla ilgili söylenecek son şey şudur: Biz kimi zaman yukarıdaki altı kısımdan birine ait olan bir meseleyle karşılaşıyoruz ve bu meseleye yakın türden bir mesele hakkında İslam hukukunun tanıklık ettiğini göremiyoruz; ancak mutlaka İslam hukukunun bu meseleyi uzaktan da olsa kapsamına almış olması ve bu meselenin sırf fayda, sırf zarar, faydası zararından fazla veya zararı faydasından fazla kısımlarından birisine dahil olduğu hususunda tanıklığının bulunması gerekir. Böylece her uygunluk (münasebe) hakkında İslam hukukunun ya yakın ya da uzak türden bir tanıklığının bulunduğu açıkça ortaya çıkmış olmaktadır.

Bu bilinirse mesalih-i mürselenin kesinlikle bir hüküm kaynağı olduğu akli ve dini delillere dayanılarak ortaya konulabilir:

Akli delil şudur: Biz, faydanın zarardan üstün olduğu durumlarda İslam hukukunun bu tür faydaya itibar ettiğini kesin olarak tespit ettikten sonra belirli bir hükmün faydasının zararından üstün olduğu konusunda kuvvetli bir kanaate sahip olursak, bu iki öncülden hareketle, bu faydanın İslam hukuku tarafından muteber olduğu konusunda kuvvetli bir kanaate sahip olduğumuz sonucu ortaya çıkar. Bu tür kanaate uymak gerekir; çünkü Hz. Peygamber: ’Ben zahire (görünene, güçlü ihtimale) göre hükmederim’ demiştir ve daha önce ifade ettiğimiz gibi zayıf ihtimale karşı güçlü ihtimalin tercih edilmesi aklın gereklerindendir. Bu da mesalih-i mürselenin bir hüküm kaynağı olmasını kesinlikle gerektirir.

Dini deliller ise nas ve icmadır:

Nas “(Düşünüp) ibret alın” (Kur’ân 59: 2) ayetidir. Bu ayette bir şey üzerinde düşünüp, ondan başka bir şeyin hükmünü çıkarmak emredilmektedir. Bir şeyin faydalı oluşunun onun meşru olduğuna delil kılınması da bu tür bir hüküm çıkarmaktır. Dolayısıyla bu delil nassın kapsamına girmektedir.

İcma ise şudur: Sahabenin tartışmalarındaki durumlarını tek tek inceleyen kişi kesinlikle bilir ki; zamanımızdaki fıkıhçıların (hukukçuların) doğru kıyas yapabilmek için ileri sürdükleri şartlarla, illet, asıl ve fer’de aranan şartlar sahabe tarafından dikkate alınmamıştır; bunun aksine onlar faydalara bakıyorlardı; çünkü onlar İslam hukukunun hükümlerinde amacın faydaların gözetilmesi olduğunu biliyorlardı. Bu ifade ettiklerimizin tamamı bir hüküm kaynağı olarak mesalih-i mürseleye dayanılabileceğini gösterir”.

er-Râzî, Fahreddin 1401/1981. el-Mahsûl (nşr. Taha Cabir el-Alvânî), Riyat, Camiatü’l-İmam Muhammed b. Suud el-İslâmiyye, II/3, 218–225.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fayda İlkesi: el-Karâfî


Şihâbeddin el-Karâfî’nin (ö. 684/1285) el-Mahsûl üzerine yazdığı Nefâisü’l-usûl adlı şerhidir. İslam hukuku alanında birçok yenilik içeren önemli eserler veren Karâfî’nin, el-Mahsûl’ü özetlediği Tenkîhu’l-fusûl adlı metni Mâlikî mezhebinde en meşhur metinlerden biridir. Aşağıda Mâlikî mezhebine mensup Karâfî’nin mesalih/ fayda ilkesi hakkındaki değerlendirmeleri görülmektedir:

... Bu fetva örneği üzerinde düşünüldüğünde onun şeriatın tamamen geçersiz kıldığı bir faydayı temin etmek amacıyla verilmediği söylenebilir. Çünkü hükümdarlarla diğer insanlar arasında fark vardır. Kefaret günaha engel olmak için meşru kılınmıştır. Hükümdarlara köle azad ettirmekle engel olunamaz. Bu yüzden onlara ne engel oluyorsa onun tek kefaret olarak belirlenmesi gerekir. Bu tür bir faydacı bakış açısı kurallara ters düşmez.

Bundan daha açığı, şarap üretiminin durmasına sebep olacağı bilinse de asma ziraatini yasaklama yoluna gidilmemesi ve evlerin yakınlığı sebebiyle meydana gelebilecek zinanın ortadan kalkmasına sebep olacağı bilinse de evlerde bir arada kalmayı yasaklama yoluna gidilmemesidir. Şarap ve zinaya giden yolu tıkamak faydalı olmasına rağmen bu tür bir fayda düşüncesi icma ile (görüş birliğiyle) geçersiz kılınmıştır.

’İhtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde görülen uygunluk durumunda sadece bu seviyede olan faydaya dayanılarak hüküm verilemez; çünkü bu sadece akla dayanarak şer’î hüküm koymak anlamına gelir’ görüşü iki yönden eleştirilebilir:

1. Denildiği gibi değildir; tam tersine bu tür hükümler sahih bir ictihad yoluyla belirlenebilir. Tümevarım şeriatın hükümlerinin faydalardan ibaret olduğunu ve peygamberlerin faydaları temin ve zararları yok etmek için gönderildiğini göstermiştir. Kim zaruret, ihtiyaç veya tamamlayıcı seviyesinde bir hükmü mesalih (fayda) prensibine dayanarak ortaya koyarsa şer’î hükümlerin temeline dayanmış olur ve bu nefsî arzularla şer’î hüküm koyma anlamına gelmez.

2. Eğer bu, nefsî arzulara uyarak hüküm koyma anlamına geliyorsa, bunun zaruret derecesindeki hükümlerde yasaklanması daha önemlidir; çünkü zaruri olan hükümler dini hükümlerin en önemlileridir ve biz daha hafif olan konularda nefsî arzulara uymayı yasaklıyorsak daha büyük konularda aynı yasağı sürdürmemiz daha önemli görülmelidir... ’Sahabenin tartışmalarındaki durumlarını tek tek inceleyen kişi kesinlikle bilir ki; zamanımızın fakihlerinin doğru kıyas yapabilmek için ileri sürdükleri şartlarla, illet, asıl ve fer’de aranan şartlar sahabe tarafından dikkate alınmamıştır’ ifadesi şöyle açıklanabilir: Sahabe –Allah onlardan razı olsun– mesalih-i mürseleye dayanarak bir takım hükümler ortaya koymuş ve bu konuda icma etmişlerdir:

1. Hz. Ömer’in (ö. 23/644) Hz. Ebû Bekir (ö. 13/634) tarafından kendisinden sonra halife olması için veliaht olarak belirlenmesi.

2. Kur’ân ’ın (bir kitap şeklinde) bir araya getirilmesi...

3. Hz. Osman (ö. 35/656) zamanında Cuma namazı için iki ezan okunmaya başlanması.

4. Hz. Peygamber’in mescidinin genişletilmesi, etrafındaki vakıfların alınıp mescide katılması ve vakıf olmaktan çıkarılması. Bu Hz. Osman tarafından yapılmıştır.

5. Hz. Ömer’in Ramazan’da insanlara cemaatle teravih namazı kıldırması için Übey b. Kâ’b’ı (ö. 33/654) imam tayin etmesi.

6. Halife seçiminde şura meclisinin kurulması. Hz. Ömer vefat etmeden önce altı kişilik bir şura meclisi kurmuş ve onlardan aralarından birini halife seçmelerini istemişti...

7. Hz. Ömer Medine’ye yağ ve yiyecek getiren Medineli ticaret erbabına kolaylık gösterilmesini emretmiştir; başka maddelerin ticaretini yapanlara aynı kolaylık gösterilmemiştir. Hz. Ömer bunu Medine halkının gıda maddelerini kolayca elde etmesini sağlamak için yapmıştır...

8. Cizyenin dört dinar, bazı gıda maddeleri ve yolcuları misafir etme gibi hususlarla takdir edilmesi. Bu takdiri Hz. Ömer yapmıştır...

Bunlar dışında Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında olmayan sayılamayacak kadar çok örnek vardır. Bunların tümünde sahabe, önceden bilinen bir benzer hüküm olsun veya olmasın, sadece faydalara (mesalihe) bakarak hareket etmişlerdir. Bu, zaruret, ihtiyaç ya da tamamlayıcı seviyesinde olan herhangi bir konuda mesalih-i mürsele prensibine göre hareket edildiğini kesinlikle ortaya koyar...

“Siyaseti bilen kişiye müftüler (ortadaki konuyla ilgili) bir asıl (ayet, hadis veya icma) bulunmadığını söylerse bu kişi kendi görüşüyle hareket eder” diyene karşı şöyle deriz: Böyle olması gerekmez. İmam Mâlik (ö. 179/795) fayda prensibine göre hüküm veren kişide ictihad yetkisinin bulunmasını şart koşar. Bu şekilde, meseleye bakan kişi şeriatın ahlakıyla ahlâklanmış olacağından onun aklı ve yapısı şeriata ters düşen şeylerden uzak durur. Siyaseti bilen kişi ise eğer asılları (ayet, hadis ve icmayla sabit hükümleri) bilmiyorsa onun yapısı şeriat ahlakından uzak olur ve farkında olmadan şeriat ahlakına ters düşen işleri hiç düşünmeden yapabilir.

İmam Mâlik bu konuda sahabeden nakledilen bazı hükümlere dayanmıştır. Aslında o bu konuda son derece bilgili olsa da bu rivayetleri yorumlaması gerekirdi. Mesela ona ulaşan bir rivayette bir kişinin Hz. Ömer’in sakalından bir çöpü almak için elini uzattığı, bunu yapanın halifeyi küçük düşürmeyi kasdettiğini düşünen Hz. Ömer’in: “Ne aldığını göster, yoksa elini keserim” dediği yer almıştır. İmam Mâlik bu rivayeti faydacı bir bakışla kan dökmenin caiz olduğunu gösteren bir delil saymıştır. Yine İmam Mâlik’e ulaşan bir rivayette Hz. Ömer’in valilerinin mallarının yarısına el koyduğu yer almış ve o bunu faydacı bir bakışla mallara el koymanın caiz olduğunu gösteren bir delil saymıştır. Halbuki onun birinci rivayeti yorumlayarak Hz. Ömer’in amacının sözlü uyarı olduğunu ve bunu fiilen gerçekleştirmeyeceğinin bilindiğini söylemesi gerekirdi. İkinci rivayeti ise Hz. Ömer’in valilerinin beytülmâlden (devletin hazinesinden) haketmedikleri bir miktar aldıklarını tespit ettiği şeklinde yorumlamalıydı. Hz. Ömer böyle bir şeyin gözünden kaçmasına müsaade etmeyecek kadar büyüktü. Valiler ise hatasız insanlar değillerdi.’ şeklinde yapılan eleştirilere karşı şöyle deriz:

Mâlikîler İmam Mâlik’ten yapılan bu naklin doğru olmadığını söylemektedir. El-Burhan adlı eserinde Cüveynî’nin (ö. 478/1085), İmam Mâlik’ten, ümmetin üçte ikisinin iyiliği için üçte birin öldürülmesine cevaz verdiğini nakletmesi,19 Mâlikîler tarafından kesinlikle yalanlanmış ve bu nakil onların kaynaklarında bulunamamıştır. Bu, sadece muhaliflerin kitaplarında belli bir kaynak vermeden naklettikleri bir şeyden ibarettir.

İnsanların mallarının ellerinden alınması ve valilerin mallarının müsadere edilmesi meselesi hakkında Siracü’l-mulûk adlı eserinde Ebü’l-Velîd etTurtûşî (ö. 520/1126) şöyle demiştir: ’Hz. Ömer valilerinin mallarının yarısına el koymuştur; çünkü onlar valilik itibarını kullanarak ticaret yapıyorlardı ve bu itibar Müslümanlara ait bir şeydi.’ Bu durumda malın aslı sahibine ait olmakla birlikte, Müslümanların itibarı mudarebe (emek-sermaye) ortaklığında emek sahibi olan kişiye benzetildi. Onların ticareti mudarebe ortaklığına benzetilerek bu ortaklığın hükmüne göre yarısı Müslümanlara yarısı da mal sahibine verildi. Bu güzel bir algılama biçimidir. Bunda sahabe –Allah onlardan razı olsun– hakkında beytülmâlden haketmedikleri şeyleri aldıkları yönünde bir suçlama da yoktur ve onlar emanete hıyanet etmemişlerdir. İmam Mâlik bu esasın dışına çıkmamıştır. Ayrıca sadece şüpheye dayanarak bir insanın malını müsadere etme yönünde İmam Mâlik’in verdiği bir fetva yoktur...

“İmam Mâlik’in görüşü doğru olsaydı insanların (İslâm’dan önce yaşayan ve adaletiyle meşhur) Kisra Enûşirvân’ın (579) zamanında geçerli olan kanunlara uyarlardı” sözlerine karşı verilecek cevap yukarıda geçtiği gibi, siyaseti iyi bilen yöneticiyle ilgili verilen cevabın aynısıdır. Perslerin siyasetçileri adil, zeki, işini bilen ve güzel ahlaklı insanlar olsalar da onlar sırları, gizli olan her şeyi ve aklın yolunu bulamadığı her konuyu bilen Şâri’in kurallarıyla uyum içinde hareket etmemiş, sadece akıllarına uymuş ve şeriatın hükümlerine uyup uymamayı önemsememişlerdir. İmam Mâlik ise şeriatın kurallarıyla uyum içinde olan insanın düşüncesine itibar etmektedir; çünkü bu tür insanın düşüncesi şeriata ters düşmekten uzak durur ve ona uymaya meyleder. Bu çok büyük bir farktır ve bu cevaba karşı söylenecek bir şey yoktur; hatta bu cevap eleştirilerin hepsini ortadan kaldırır...

Mesâlih-i mürsele prensibine uymanın İmam Mâlik’in mezhebine has olduğu söylenir. Ama bu doğru değildir. Aksine, bütün mezhepler bu prensibe uyar... Şâfiîler bu prensipten en uzak ve naslara uymaya en yakın insanlar olduklarını iddia etmekle birlikte, mesâlih-i mürsele prensibine uymada en ileri giden onlar olmuştur. Şâfiî mezhebinin büyük âlimi, ’Nihâyetü’l-matlab’ın müellifi ve el-Gıyâsî adlı kitabın yazarı İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî bu eserinde kendisiyle, hatta türüyle ilgili şeriatın açık bir delilinin tanıklık etmediği mesalih-i mürsele cinsinden hükümlere yer vermiştir. Meselâ Cüveynî şöyle demiştir:

“Beytülmal sıkıntıya düşerse ekin ve ürünlerden sürekli alınacak (zekât dışında) bir vergi belirlenebilir ve halife buradan gelen malları saray yapmak, süs ve nefsî arzuları için kullanmayıp onları İslâm ülkesini korumak için sarf eder.”

Şeriatta bu görüşü destekleyen bir nas yoktur; hatta bunu reddeden naslar bulunmaktadır. Meselâ Hz. Peygamber: ’Kendisi razı olmadan Müslüman kişinin malı helal olmaz’, ’Zarar vermek ve zararla mukabelede bulunmak yoktur’ ve ’Malda zekât dışında hak yoktur’ buyurmuştur. Cüveynî bütün bu delilleri bırakmış ve kendisinden önce dikkate alınmayan bu ’uygunluk’ (münasebe) durumunu dikkate almıştır... Cüveynî: “Kureyş kabilesinden bir halife bulmak imkânsızlaşırsa başka bir kişinin de halife olması caizdir” demiştir. Bu konuda bir nas olmadığı gibi bu görüş Hz. Peygamber’in “Yöneticiler Kureyş’tendir” hadisine aykırıdır.

Cüveynî şöyle demiştir:

“Kureyş kabilesinden olmayan birisini halife yaptıktan sonra Kureyşli birisini bulursak veya uygun bir Kureyşli yetişirse, birinci kişiyi azletmemiz mümkünse onu azlederiz ve işi ehline veririz; eğer bu mümkün olmazsa onu halife olarak bırakır, Kureyşli için uğraşmayız ve baştaki halifenin hükümleri Kureyşli gibi geçerli olur.”

“Müctehid bir insan bulunamazsa müctehid olmayan halife başa geçer ve onun verdiği hükümler müctehidin vereceği hükümler gibi geçerli olur.”

“Fasık, nefsî arzularına, çeşitli günah ve zevklere meyleden bir kişi dışında bir halife adayı bulamazsak, eğer İslâm ülkesine hıyanet etmeyeceğinden emin olursak onu halife yapabiliriz; yoksa yapamayız. Eğer bu kişiyi halife yaparsak onun nefsî arzularına uymasına engel olmayız; çünkü Müslümanların yöneticisiz kalmasının zararı onun nefsine uymasının zararından daha büyüktür.”

“Yetersiz bir Kureyşli aday ile Kureyşli olmayan yeterli bir aday karşı karşıya gelirse yeterli olan kişiye öncelik tanınır.”

Sonra el-Gıyasî adlı eserinde Cüveynî bu konuyla ilgili birçok mesele türetmiştir. Bu meseleler Mâlikîlere ait değildir ve Mâlikîlere sorulsa bu görüşlerin birçoğunu dile getirmekten çekinirler.

Aynı şekilde Mâverdî (ö. 450/1058) el-Ahkâmü’s-sultâniyye adlı eserinde mezalim yetkisini yargı, hilafet, vezirlik ve hisbe yetkisinden ayırmış, vezirliği tefviz ve tenfiz vezirliği olmak üzere ikiye ayırmış, her biri için ayrı şartlar ileri sürmüş, mezalim yöneticisine kadı ve halifeye vermediği yetkiler tanımış, onun kesin delil olmadan ceza vermesini ve karinelere bakarak tazir cezalarını uygulamasını caiz görmüştür. Bu konuda çok geniş davranmış ve detaylı görüşler ortaya koymuştur. Mâlikîlerin buna benzer çok az görüşü vardır. Bütün bu türetilmiş görüşler “fayda” olmaları dışında şeriat tarafından sadece genel anlamda muteber görülebilirler. Bizim de mesâlih-i mürsele ile kastettiğimiz bundan başkası değildir. Bu sebeple, başkalarının değil, esas Şâfiîler’in mesâlih-i mürsele prensibine uydukları söylense bu daha doğru ve adil bir söz olur.

Karâfî 1416/1995. Nefâisü’l-usûl fi şerhi’l-Mahsûl (nşr. Âdil Abdülmevcud-Ali Muavvaz), Mekke, Mektebetü Nizar el-Baz, IX, 4079–4098.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.2

Derleyen:Alev Alatlı



Devamını Oku »