Gurbetin de Gurbeti (Kısa Bir Felsefe Tarihi)


Gurbetin de Gurbeti (Kısa Bir Felsefe Tarihi)

Dinle bilimi uzlaştırmaya çalışan sentezciler her zaman (Aydınlanma’dan/Galile’den beri) olmuştur, ama, bu çabalar, kabul etmek gerekir ki,kalıcı ve inandırıcı olamamıştır. Bunun nedeninin, bağdaşmaz iki dünyanın her ikisinde yaşamaya çalışanların sorunlu/çelişik halleri olduğu söylenebilir. Bağdaşma bulunmayan, birinin reddi temeli üzerinde kurulmuş bir tartışmayı/yanlış anlamayı/kasti eğretilemeyi yok saymanın sonucunda inanç sisteminin her zaman aleyhine çalışacak bir durumdur bu.
Dindarlar cennetten kovularak zaten gurbete çıkmışlardı. Ama Aydınlanma ile bu gurbetten de kovuldular ve bir nebze sükûnet bulabilmek üzere onlara çarpan şeyin ne olduğunu anlamak yerine, gurbetin gurbetiyle bağdaşma yollarını aramaya başladılar. Kendilerini, geliştirdikleri isbatlarla ne kadar iyi hissederlerse hissetsinler, bu his geçici oluyordu ve aşırı laikleşmiş dünyada bu çabalar şöyle tercüme oluyordu:
“Biz o kadar da tekinsiz, irrasyonel vahşiler değiliz. Bakın hastalandığımızda artık önce doktora gidiyor, sonra dua ediyoruz. (En fazla ikisini aynı anda yapıyoruz.) Bizi artık ne olur aranıza alın ve birazcık da saygı gösterin; en azından saygı gösteriyormuş gibi yapın.”
Geçen hafta biraz bahsettik ama aşırı laiklerin çelişkisi bağlamında ele aldık Descartes’ı...
(A)kılcılar kadar dindarlara çarpan kazanın müsebbibi de odur. Ah Descartes ah!
10. yüzyılın başında bizzat Hıristiyan azizler yasak meyveyi bir kez daha tadarak bilimde tanrısal ve doğal ayrımı yapmışlardı. Göreceliğin de sahneye çıktığı (tamam, Yunan’ı ihmal ediyoruz, ama, arada uzun bir unutkanlık süreci vardır) zamanlardır bunlar.
Tabii Aziz Anselm ve Aziz Abelard vd. bu açılımları yaparken, bir Descartes’ın ortaya çıkıp da yırtığı ters yönde bu kadar açacağını, Kilise’nin de bu yırtıkta kaybolacağını tahmin etmemiş olmalılar. Ama üzülmesinler, bu er veya geç olacak/olması gereken bir durumdu. Seçenekler oluşmadan tercihlerin değerinden bahsedilemez. (Hürriyet/Günah.)
Ne dedi Descartes: Madde özün uzantısıdır... Böylelikle varoluş birkaç kaideye indirgenmiş oldu ve Allah da bu düzenin sponsoru seviyesine düşerek aslında tasfiye edildi.
Bununla da kalmayacaktı tabii... Bu sefer de sahneye Nietzsche çıkacak, sorulmaması gereken tüm soruları sorup, cevap vermeye de tenezzül etmeden sahneden çekilecekti. “Dünya, gördüğümüz kadarı ne ise odur, sondur, ardında bir sır, uzam yoktur. Dünya/birey kendinde başlar kendinde biter ve şeyler de ne iyidir ne de kötü...”
Çıldırmasına şaşmamalı...
Çünkü dünyayı böyle kurup, anlamsızlık bataklığında ruhsuz bir nihilizme saplanınca, amaçsız terakkiciliğin, “yeni toplum” düzeninin adaleti aleladeleştiren (egalitarianizm) sahteliğinin verdiği tiksinti duygusunu birkaç zayıf formülle geçiştiremedi. Eskiyi kendince yıkmıştı ama yeninin temelsizliği, temel diye yutturulan bürokrasinin kötücüllüğünü fark etmişti. Şimdi, Anselm, Abelard, Descartes ve o, konuyu uzun uzun tetkik ediyor olmalılar.
Hegel’e göre, hiçbir çağ kendisini o anda kavramsal olarak kavrayacak yeteneğe sahip değildi. İnsan da kendisini düşünürken, sanki son halini kavramış gibi davranır ama bence hep bir süre önceki kişiyi (o da muhtemelen epey yanlış) anlamıştır. O nedenle, bugünü aslında bugünle aynı olmayan, gerçekte asla tekerrür etmeyen geçmiş üzerinden anlamaya çalışırız hep. Oysa tarihin anlamı, bize kim olduğumuzu anlatmasıdır.
Bize çarpan şeyin çarpmaması beklenemezdi. Aklın aşırı laikleşmesi, yeni bir kavram gibi durur ama, bu bildiğiniz Kutsal kitaplardaki gurbete neden olan önce kendi yoluna gitme, sonra serbest iradenin işlevini/kaynağını yitirecek ölçüde aşkınlaşmasını (köleleşmeyi) ima eden bildik hikayedir.
Hasılı, (A)klın aşkın muhtariyeti çok eski bir hikâyedir, Aydınlanma ile daha ileri bir noktaya taşınmıştır. Olması gereken olmuştur. Dindarların böyle bir muhtariyetle bağdaşma şansı yoktur (olmamalıdır); çünkü bilimi dünyayı ruhsuzlaştırarak geliştiren aşırı laik (A)kıl henüz tövbe etmemiştir. Evrensel bir sentez, ancak bu seküler tövbeden, yol açtığı felaketler, işgüzarlıklar, terakki kamuflajı ardında yaratılan cehennemlerden ötürü bir yüzleşme yaptıktan sonra mümkün olabilecektir.
Bir bilim, kültür tövbesi yaşanmadan, hem dindar olmak, hem de o dünyanın ölçütlerinde saygınlık aramak doğru bir tanıklık olmadığı gibi, özün erozyonu anlamına gelir. Bu çabanın sonucu bazen koloni aydını, bazen de IŞİD şeklinde tezahür eder. Ama formu ne olursa olsun, sürekli olarak savaştığı şeyi güçlendirir.
Sorun bilim, akıl vs. değil, bunların yanlış işlevselleşmiş olmasında. Sorun, aklın ve ruhun birbirine rakip olduğuna, düşman veya en azından aralarında bir ast/üst ilişkisi bulunduğuna dair yanlış çıkarımdır.
Anlamın içi boşalmıştır. Onu doldurmak için hem (a)kla hem de ruha ihtiyaç var.
Bunca laf kalabalığının özü budur.

Markar Eseyan
Devamını Oku »

Modern Düşünme Tarzı

Modern Düşünme Tarzı
Modern düşünme tarzının temel ırasından birinin,belki de birincisinin dine karşı (din karşıtı) bir argümanlar zemininin oluşturulma çabasında yoğunlaştığını ileri sürebiliriz. Olaya Batı Avrupa'nın özel koşulları içinde baktığımızda ve oranın kurumlan açısından bir açıklama getirmeye teşebbüs ettiğimizde, şimdi kullandığımız "din" kelimesini "kilise" ile ikame etmemiz mümkün ve yerindedir. Aslında, bu bağlamda (Avrupa bağlamında) din kelimesi ile kilise kelimesinin müteradif kullanıldığını, özellikle bizim gibi Avrupa'nın ve Avrupa-Hıristiyan kültürünün dışında yaşayan insanların hiç akıldan çıkartmaması gerekiyor. Çünkü burada vuku bulacak bir karışıklık, bizler için,bütün bir düşünce dizgesini ve aynı zamanda Batı'dan bir takım sosyal-siyasal kurumlar aktarma sürecini yaşayan ülkelerde, o kurumların niteliğinin asla anlaşılmamasını sonuçlayacak ve hem düşünme tarzı, hem de kurumlar alt üst olacaktır. Örnekse hem düşünsel planda, hem kurumsal olarak laikliğin, Batı dışı ülkelerde ve meselâ Türkiye'de belli bir tanımının yapılamayışını gösterebiliriz.

Avrupa'da laiklik kilise ile (din ile değil) devlet otoritesinin ayrışmasını ifade eden bir siyasal yapılanma anlamını taşırken, kurum olarak kilisesi bulunmayan bir yerde aynı kavram (laiklik) din ile devletin ayrışmasını ifade eden bir anlamda kullanılmaktadır. Bu iki yaklaşım farklılığının uzlaştırılamazlığına dikkat isterim.

İmdi, Batı Avrupa'da modern düşünme tarzının doğma­ya başlaması, temelde, kilisenin otoritesini sarsmakla bağlan­tılıydı. Kilisenin otoritesi niçin sarsılacaktı? Çünkü kilise yal­nızca serbest düşünme tarzını önlemekle kalmıyor, bundan daha önemlisi hıristiyan insanların dünyasını da karartıyor­du: kilisenin soygunundan, vurgunundan, talanından kur­tulmak isteyen insan kitleleri, böyle bir otoritenin bir biçim­de izale edilmesi gerektiğine inanıyordu. Nitekim "hümanizma" telâkkisi (14. yy. ve sonrası), hıristiyan insanın Kilise karşısına bir "birey" ve bir "kişi" olarak çıkmak isteyen bir teşebbüsünden ibarettir.

İnsanın yüceltilmek istenmesi, ona saygın bir yer bulma çabası, Kilise karşısında ve ona karşıt bir konumda yer alan bir anlam taşıyor. Eğer insanın değeri yüceltilebilirse, onun kendi kendini yönetebilmesinin, dola­yısıyla Kilise'ye muhtaç olmadan kendisi için kendi tarafın­dan yasa koymasının yolu da açılabilirdi. İnsanların bunu başarabilmesi için dinsiz olması gerekmiyordu, Kilise'nin otoritesinin bertaraf edilmesi yeterliydi. Din alanında Re­form (yeniden biçimlenme, ki bu, yeniden, yeni baştan teşki­lâtlanma ve bu yeni teşkilâtlanmada Kilise'yi devre dışı bı­rakma teşebbüsü), temelde, Merkezî Kilise'nin otoritesini yaymak (yerel kiliseler kurmak) suretiyle zayıflatmak ve gi­derek yok etmek amacına yönelik bir hareketti.

Reform hare­ketinin Avrupa'nın dünyaya yayılma, yeni ticaret yollarının ve bu arada Amerika kıtasının keşfi süreciyle aynı konjonk­türde yer alması anlamlı sayılmalıdır. Bu süreç, aynı zaman­da Avrupa sömürgeciliğinin (emperyalizm) de başlangıç yıl­larıdır. Yoğun ve zengin bir ticaret hayatının başlaması, sö­mürgeci ülkelere Avrupa dışından yeni zenginliklerin akta­rılması geleneksel (katolik) ahlâkın muhafazasıyla uzlaştırıl­ması güç bir sorunsal çıkartıyordu ortaya. Nitekim Protestan hareketi (Reformasyon), aynı zamanda iş bu geleneksel ahlâ­kın değiştirilmesini de tazammun etmekteydi. Feodal aristokrasinin din ye ahlâk telâkkisiyle, yeni gelişmekte olan burjuvanın ticari ilişkilerinde öngördüğü din ve ahlâk telâkkisi farklı bulunuyordu. Katolikliğin sıkı kuralları, bu ticaret ve macera erbabı için genişletilmek gerekiyordu. Çok sonra­ları Max Weber'in kapitalizm (bu kelimeyi emperyalizm ola­rak da okumak mümkün) ile "protestan ahlâkı" arasında kurduğu bağlantının isabetine değinmemiz gerekiyor.

Ne var ki, bir dönemden yeni bir döneme geçilişi hiç de peynirin bıçakla dilimlenmesi gibi oluşmuyor. Bir yandan geçmişin alışkanlıkları yeni dönem içinde sürdürülürken, bir yandan da yeni döneme özgü yeni alışkanlıkların uç vermesi başlıyor. Nitekim feodal aristokrasinin tümüyle tarihe gömül­mesini görmek için 1789 Fransız devrimini beklemek gereki­yordu. Ancak bu devrimin vukuuna gelinceye kadar da zihin­sel hayatta büyük dönüşümler gerçekleşmiştir. Kopernik'in evrenin merkezine dünya yerine güneşi koyması, böylece Batlamyus'un söylemini tepe taklak etmesi, aslında eski çağlar­dan beri bilinen bir olgunun tekraren gün yüzüne çıkartılma­sı gibi olsa da, durum, Kilise'nin itikadım sarsıcı nitelikte gö­rüldüğü için eseri, ancak ölümünden sonra yayınlanabilmiş ve yayıncısı, Kilise'nin gazabma uğramamak için Kopemik'in, kitabında sadece matematiksel bir fantezi geliştirmek istediği­ni ileri sürmek zorunda kalmıştır. Daha sonra Galileo'nun dünyanın döndüğüne ilişkin görüşü, onun engizisyon tarafın­dan cezalandırılmasını sonuçlamıştır. Descartes'ın da korku­sundan ülkesini yıllarca terkettiği bilinmektedir.

Evet, Descartes., modern çağın bu anahtar adı, kendisinin de Galileo gibi takibata uğrayacağından korkuyordu. Onun şahsen dindar biri olduğunda kimse kuşku duymuyor. O, dindar biriydi, ama geliştirdiği düşünsel dizge (rasyona­lizm), bir bakıma Kilise'nin tam da beline vuruyordu. Rasyo­nalizm, bilginin kaynağını dinin dogmalarında değil, fakat akılda arıyordu, insan bilgisi a priori olarak akılda var bulunuyordu. Öte yandan, tabiat bilimlerinin matematik dille ifa­desi gerekiyordu. Böylece dinin dogmalan ve sabiteleri ka­dar kesin ve katı bir bilimsel (düşünsel) ortamın açılmasına vermek gerekiyordu. Ancak bu yoldan Kilise'nin katı tu­tumuna karşı çıkmanın çaresi bulunabilirdi.

Descartes'ın, durumu, şimdi bizim söylediğimiz bir bağlam içinde düşün­mesi ve vaz etmiş olup olmaması pek de önemli sayılmama­lı. Önemli olan nokta, onun düşüncesinin yol açtığı düşünsel duruşun niteliğidir. O duruş, Kilise dogmasının karşısına bi­limi bir dogma olarak çıkartmayı öngörüyor. Newton'ın, Descartes'ın görüşünü fizik alanında uygulaması, bilim tari­hinin en görkemli devrimlerinden biri sayılır. Bilime olan inanç böylece gerçek bir dogmatizme dönüşüm evresine gi­rer. Rasyonalizm, 19. yüzyılın ortalarında, Fransa'da, kade­rin âdeta bir ironisi olarak "pozitivizm" adıyla şekil bulur. Kaderin ironisi diyoruz, çünkü pozitivizm, aslında rasyona­lizme reddiye olarak çıkmıştı. Rasyonalizmi reddediyordu, çünkü onun metafiziğe açık olduğunu düşünüyordu. Oysa metafizik çağ aşılmış ve şimdi pozitivist çağa ulaşılmıştı. Bu çağın Özelliği, gerçeği akılda değil, fakat olguda aramak ol­malıydı.

Auguste Comte'a göre akıl, insanlar arası ilişkiyi kurmada yeterli değildi ve olamazdı; insanlar arası ilişki an­cak "yüreğin ateşi" ile kurulabilirdi. Sevgi, özgecilik ve onla­rın üstünde yükselen insanlık yüreğin ateşi üzerinde yükse­lebilirdi! Metafizikten kaçmak isteyen Comte'un, farkına varmadan içine düştüğü farklı bir metafizikle karşılaşıyoruz. Pozitivizm, bilginin kaynağını olgularda aramaya yönelmiş­ken, üzerine ayağını bastığı olgunun bilgisini elinden kaçır­mıştı. Her şeyi matematik bir kesinlikle bileyim ve bu bilgim­le ilerde olabilecekleri şimdiden kesin bir bilgiyle tahmin edeyim derken, pusulasını yitirmiş bir şaşkın yolcu durumu­na düşmüştü.

Ancak düşünsel çizginin yalnızca şimdi değindiğimiz doğrultuda seyretmediğini de biliyoruz. Descartes'in ve Nevvton'm dayandığı matematik Eukleides geometrisi idi. Bu geometri durağan ve dogmatik telâkki tarzının ihtiyacına cevap verebiliyordu, lkibin yıldan beri de vermişti. Ancak Fransız devrimiyle (1789) ortaya çıkan son kerte çalkantılı ve med-cezirli siyasal ortamın gerektirdiği açıklamayı getirebi­lecek nitelikte değildi. Üstelik 19. yy/da vuku bulan sına-i değişiklikler (devrim) de hem sosyal/siyasal hayatı son ker­te etkilemiş, hem teknik değişikliklerde hızlanmaya yol aç­mıştı. İnsanlar, artık "buhar ve demiryolu çağında" yaşadık­larını söyleyerek durumlarını belirliyorlar ve açıklamaların bu doğrultuda geliştirilmesini bekliyorlardı. Descartes, son tahlilde Platon'un metafiziğine ve Aristo'nun mantığına da­yanıyordu. Ama 19. yy/ın başlarından itibaren Eukleides'in geometrisinin yeni evren telâkkisine yetmediği gözleniyor­du. Eukleides evreninin dışındaki bir evrene ancak Eukleides dışı bir geometrinin uygulanması zorunluluğu duyuluyor­du. Gauss'un ardından Lobatchevski, Bolyai, Riemann, Euk­leides'çi olmayan geometrilerini kuruyorlardı.

Evrenin deği­şik telâkki tarzlarına göre, değişik geometriler, böylece kuru­luyordu. Aristo'ya izafe edilen bir görüşe göre, kölelik ancak gemilerin kendi kendine yürüdüğü bir zamanda ortadan kal­kardı. Bu söylem, aslında, köleliğin hiç kalkmayacağı anla­mında söyleniyordu. Ama her şeye rağmen, Aristo'ya atfedi­len bir "kehanet" gerçekleşiyordu: gemilerin buharla yürü­düğü bir çağda, kölelik de, sözde kalmış olsa bile, 1815 Viya­na anlaşmasıyla ortadan kaldırılıyordu. '89 Fransız devrimini hayranlıkla idrak etmiş olan Hegel, tam da bu değişimle­rin, dönüşümlerin orta yerinde duruyordu. O, aslında, Pla­ton'un 18. yy.'da parlak bir yeniden ortaya çıkışı sayılabile­cek olan Kant'ın ardılı olmasma rağmen, kendini Herakli- tos'un ardılı olarak görüyordu. Öyle ya, her şey değişir, hiç bir şey sabit kalmaz ve bir suya iki kere girilmez, diyen o de­ğil miydi? Hegel de, kendini böylesine değişen bir ortamın içinde buluyordu. Bilim, teknik, siyasa, toplum, her şey, her şey, durmadan değişiyordu.

Bu değişen şeylerin açıklaması­nı Aristo'nun özdeşlik ilkesine dayanan A=A mantığından beklemek mümkün değildi. Çünkü A=A önermesi, değişme­nin durdurulduğu, sabitelerin mevcut olduğu ve her şeyin bu sabitelere dayanılarak açıklanmak istendiği bir telâkki tarzını yansıtabilirdi. Oysa şimdi A'nın A olmadığını söyle­yecek bir mantığa ihtiyaç vardı. Ve Hegel telâkki tarzını böy­le bir mantığa, diyalektik mantığa dayandırıyordu. Diyalek­tik düşünme, oluşmakta olanı izlemede kullanılıyordu.

Bi­linç ve özgürlükten ibaret olan insan, mademki bilinç ve öz­gürlükten ibarettir, öyleyse her ân yeni bir oluşuma da açık bulunur demektir. Öyleyse insanın İnsanî oluşumunu onun tarihsel diyalektiğinde izleyebiliriz. Hegel de, son tahlilde idealist (spiritüalist değil) bir düşünürdür. Hegel'in idealist diyalektiği Marx'ın teşebbüsü ile maddeci bir düzleme yer­leştirilir. Diyalektik maddeciliğin, hem idealizmi, hem ma­teryalizmi aştığı söyleniyordu; diyalektik maddecilik, mekanist (kaba) maddecilikten farklı bir telâkki tarzını öngörüyor­du. Bu düşünme tarzına göre düşünceler, ülküler, olaylar kendi tarihsel koşulları içinde ortaya çıkarlar ve tarihsel ko­şulların değişimi içinde incelenirler. Bu düşünme tarzının, nesnelliği ve dogmatizm karşıtlığını öngördüğü farzedilerek işe koyulmuş olsa da, bu telâkki tarzı da ardılları (sonraki marksçılar) tarafından dogma haline getirilmiştir. Marxçılığın giderek futurist bir veçheye bürünmesi tepkilerin iyice yoğunlaşmasına yol açmıştır. Nitekim Popper da, marksçılığı tam da bu yüzden, onun dogmatik bir gelecek tarihçiliği yapmaya yeltenmesi yüzünden yerden yere çalmıştır.

Modern düşünme tarzını özetin özeti olarak ele almak bi­le insanın başını döndürmeye yetebilir. Başka bir açıdan "Aydınlanma" diye de anılan veya en azından bir kesiti iti­bariyle "Aydınlanma" diye nitelenen modern düşünme çağı, böyle adlandırılmasıyla da, temelde din karşıtı bir düşünme­yi ve düşünceyi öngörüyordu. Ama Aydınlanman anlamda din karşıtlığı "dogmatik din"e karşı bir zihinsel örgütlenme­yi öngörmekteydi. Yoksa farklı bir düzlemde Aydınlanmanlık kendi dinini icat etmekten geri durmamıştı. "Teizm" an­layışı öyle bir tanrı tahayyül ediyordu ki, bu tanrı evreni ve insanı bir kez yarattıktan sonra, işini bitirmiş, eleğini duvara asmıştı. O, artık insanların yapıp etmelerine karışmıyordu. Onun işi yaratmadan ibaretti ve bu iş bitirilmişti!

Bu düşün­me tarzının diyalektik düşünmeye ne denli aykırı olduğu he­men farkedilecektir. Ama bizim bağlamımız açısından mese­le şurda düğümleniyor: 18. yy/dan başlayıp 19. yy.'ı -aşarak günümüze kadar gelen modern düşünme tarzının içinde öy­lesine keskin dönüşümler, öylesine baş döndürücü gelişme­ler ve değişimler, öylesine şaşırtıcı düşünme biçimleri birbiri arkasından ortaya çıkıp batmıştır ki, bu zaman zarfında ya­şayan insanlar neyi, neresinden, nasıl tutacaklarını, kimlikle­rini anlayamamışlar, şok üstüne şok geçirmişlerdir. Bu döne­min edebiyatı, gene aynı dönemin insanını anlamamıza anahtar işlevi görebilir.

19.yy. insanının sınai devrimle birlikte yaşadığı sefalet Dickens'in romanlarında bir yanıyla realist, bir yanıyla da romantik veçheden dile getirilmiştir. İyiler ve kötüler, aşağıda­kiler ve yukardakiler, bu romanlarda sergilenen insan man­zaralarıdır. Shakespeare'in aristokratları, sarayları ortadan kalkmış, onun yerine bir yandan sokağın sefaleti, bir yandan da köşklerin sefahati geçmiştir. Shakespeare' in yüce ve yü­celtici söylemi de artık mazidedir. Her ne kadar o da, söyle­minin yüceliğine ve yücelticiliğine rağmen, humanizmanın gereği olarak insanın ruh sefaletini ve ruh yüceliğini aynı za­manda ortaya koymak üzere yola çıkmışsa da, o, hiçbir za­man, sekiz yaşındaki bir çocuğun 16 saat süreyle bir işlikte çalıştırıldığına tanık olmamıştı. Ama 19. yy. yazarları çocuk­larla birlikte kadınların da, işgücü olarak sokaklara, fabrika­lara, batakanelere sürüldüğüne ve sürüklendiğine tanık ol­muştur. Baudelaire'in yaşadığı sıkıntı, kent sıkıntısı, Paris sı­kıntısı, sınai yaşantının onun ruhuna ve şiirine olan bir izdü­şümüdür. Yukarıdaki paragraflarda, belki ana hatlarıyla bile özetleyemediğimizi düşündüğümüz telâkki tarzları, birbirini

Öylesine ivedilikle kesmiş, birbiri ardından öylesine ivedi bi­çimde bitivermiştir ki, insanın, ayağını değil sağlam bir ze­mine, düpedüz bir zemine basıp basmadığı bile meşkûk kal­mıştır. VVhitehead (sanıyorum oydu) bütün felsefe tarihinin Platon'a düşülmüş dipnotlarından ibaret olduğunu söylü­yordu. Hegel'den sonraysa günümüze kadar olan felsefe ta­rihi, Marx'ı da hesap dışı tutmadan konuşursak, bu ikisine düşülmüş dip notlarından ibarettir diyebiliriz. Nietzsche, bu insan sefaleti ortamında, hıristiyanlığa bulaşmamış, hıristiyanlığa bulaşıp bir yüzüne vurulduğunda öteki yüzünü de çevirmeye hazır sözde mütevekkil, aslında mıymıntı insanı yerine dağlarda özgürlüğü arayan bir has insanın, bir üst in­sanın ardına düşmüştü. Yine kaderin bir ironisidir ki, kendi­si yaşadığı çağın sillesini yemiş bedenen ve ruhen hasta bi­riydi.

Onun az sayıdaki beğendikleri arasında Dostoyevski de bulunuyordu. Ama o da hasta biriydi, saralıydı. Roman­ları, 19. yy. insanının eksiksiz olmasa da çarpılmış insanının tasvirini veriyordu. Bu romanlarda katiller, paranoyaklar, şi­zofrenler, âşıklar, zenginler, düşkünler, sefihler, sarhoşlar, iradesizler, kumarbazlar, müntehirler, düşünce dolandırıcı­ları, elhasıl her kesimden her çeşit insan kol gezer. İnsanlar orada çelişkileriyle, zaaflarıyla ve zaman zaman yücelmiş halleriyle ve fakat her defasında acımamıza mazhar olan hal­leriyle yaşarlar. Bir fikirden ötekine atlamaktan doğan sıkın­tı ve kuşku çağının insanları, sıkıntının ve kuşkunun müces­sem halleriyle karşımıza çıkartılırlar. Dostoyevski belki Shakespeare kadar farklı karakterler resmetmemiştir, ama önü­müze getirdiği karakterlerin çelişkileri ve açmazları üstünde derinlemesine çalışmıştır. Bu durumuyla da 20. yy. edebiya­tını etkileyen adların en önünde yer alır.

Evet, 2x2=4 denkleminden kesinlikle emin olunduğu bir çağdan (Ortaçağ'dan), artık iki kere ikinin dört mü, yoksa üç veya beş mi ettiğinden emin olunmadığı bir çağa (modern ve sonrası çağa) gelindiğinde, ne insanların, ne tahtların, ne orduların, ne halkın, dahası ne de ülkelerin (çünkü onların sı­nırları da durmadan oynuyor) sabit bir yerde durmadığı, sü­rekli bir halden bir hale geçtiği, zeminin ayaklarımızın altın­dan kaydığının duyumsandığı (Sartre'ı hatırlayın) bir ortama girilmiştir. Faulkner, 1949'da, günün insanını "ne zaman ba­şıma bir bomba düşecek korkusuyla yaşadığını" söyleyerek betimliyordu. Aslında Faulkner'ın betimlemesinde gene de beklenen bir şey (bir bomba) vardı. Kafka'nın betimlediği in­sanlarsa suçlanırlar ama neyle suçlandıklarını bilmezlerdi. Suçlayanların sanığı araması gerekirken neyle itham edildi­ğini bilmeyen "sanık" savcısını ya da yargıcını arama mace­rasına girerdi. Öte yandan bir şato beyine ulaşmak isteyen bi­rinin şatoyu, klavuza ihtiyaç duyurmayacak denli (görünen köyün klavuz gerektirmemesi) yakından görmesine rağmen, bir türlü oraya ulaşamaması, her defasında bir engelle karşı­laşması türünden bir abesin ortasına düşmesi, tam da, o çal­kantılı dönemin insanına özgü bir durumun betimlenmesi gibidir.

Proust ise sessizliğin ve hareketsizliğin psikolojisini dile getirmekle, bir bakıma, çağma, karşıt yüzünden tanıklık etmek istiyor gibidir. Onun insanları, bir bakıma yürüyen ruhlar (belki hayaletler) halinde ortaya çıkarlar. Gene hasta bir insan olan Proust da durgunluğu, uyuşukluğu, mayışmışlığı dile getirir; ama bu durgunluğun huzuru telmih etti­ğini kimse ileri süremez. Kafka saçmasının Fransız izdüşü­mü Camus'nün Yabancı'sında tecessüm eder. Öte yandan hem çağın, hem de insanın trajik açmazı Veba'da dillendiri­lir. Dos Passos'un Manhattan Transfer'de anlattığı 1920'lerin New York'u nerdeyse bir savaş romanı görünümündedir. Bu "ulu kent"in günümüze ulaşırkenki insan manzarası, tam da, çağının hızına denk bir oynaklık içinde, bir film şeridinin ka­releri halinde mozaik olarak sergilenir. Bu romanın kurgusu, hızı, çabucak geçen kareleri sinema yöneticilerine ilham kay­nağı olmuştur. Metropol ortamında rızık avına çıkmış insan görüntüleri önceki çağların bilmediği türden tavırlar kazan­mıştır. Faulkner'in, anlattığı kısır döngüye düşmüş insanıyla bir kez daha anmalıyız.

Amerika Birleşik Devletleri, her ne kadar, sınai devrimin acısını bir Britanya ölçüsünde yaşama­mış olsa bile, orada da farklı bir düzlemde farklı trajediler ya­sanıyordu. Kıızey-Güney savaşını geçirmiş, köleliğin, köleleştirmenin, köle yönetmenin ne demeye geldiğini öğrenmiş; o toprakların yerli ahalisini kılıçtan geçirmek gibi bir tecrübe atlatmış, ancak bu tecrübenin vicdan azabından da kendini kurtarmakta zorlanmış; öte yandan yeni kentlerde, yeni bir insan türünün çıkmaya başladığını görmüş ve o insanlardan birinin belki de kendisi olduğunu duyumsamış bir ülkenin tarihî ve bilinç altı görüntüleri yansıyordu onun romanların­da ve öykülerinde. Britanya'da Virginia Woolf, 19. yy .'in çal­kantılarından kaçmayı, 20. yy.'ın savaş ve arbede ortamın­dan kurtulmayı, insanın derununa sığınmakta ararmışçası­na, bilincin derinliklerine gömülmeyi, bilincin derinliklerin­den bilincin alt bölgelerine sızarak sükûnete erişmeyi umar gibidir.

Joyce'a gelince., artık insan ıralarını anlatma yerine, insanın iç macerasını anlatmanın yeğlendiğini bir kez de onun romanlarında teyid ediyoruz. O uzun baş döndürücü maceranın anlatıldığı Ulysess, önünde sonunda Dublin ken­tinde yaşanan bir 24 saatten ibarettir. Sıkıntının elle tutulur hale gelişi de belki bu sıkışmışlıktan ileri gelmektedir.

Kuşkusuz, edebiyatta daha başka örneklere başvurmak mümkün. Ama onların çoğunun bizi götürebileceği bir nok­ta var: çağdaş (modern) romanda anlatılan insan, artık, bir fotoğrafhane stüdyosunda, fotoğrafçı tarafından elleri iki yandan sarkıtılmış olarak veya bir yumruğun çenede tutul­mak suretiyle poz verdirilen insanların cansız görüntülerin­den ibaret değildir. Bu romanda yer alan insan bilinciyle ya da gövdesiyle sürekli hareket halinde olan insandır: onun gövdesini seçmekte ya da bilincinin akışını izlemekte acze düşüşümüzün sebebi de, onun bu hareket halindeki duru­mudur. Romanlardaki bu insanın bir yere oturtulamayışı, ona belli bir kuramla yaklaşmada zorlukla karşılaşılması, bir bakıma, "modern sonrası" dönemin karakteristik niteliğinin sanatçılar tarafından çok daha öncelerden haber verilmesiy­le bağlantılanabilir.

Söylemeye gerek yok ki, modern sonrası (postmodern) dönem son on yılın (1990 'dan veya Körfez Savaşı'ndan son­raki) yılların ürünü değil. Postmodern söylemin köklerini en az elli yıl öncesine ve bazı veçheleri bakımından daha da ön­celere dayandırmak mümkün. Ancak 1990'lardan başlayarak marksizmin, hiç olmazsa uygulama alanında ve özel olarak Sovyet uygulamasında çökmesiyle birlikte, kapitalizmin yeni bir durağa (veya aşamaya veya evreye) girdiğini söyleyebili­riz. Marksizmin çöküşünün hemen ardından Körfez Savaşı'nın başlatılması, Orta Doğu haritasından başlayarak dünya haritasında radikal değişikliklerin gerçekleştirilmesine ilişkin bir kararın işareti olarak algılanabilirdi. Nitekim daha savaşın sürdüğü sıralarda bile, artık dünyanın bu savaştan önceki dünya olmayacağına ilişkin görüşler yaygın biçimde benim­seme alanı bulmuştu.

Küreselleşme (globalleşme) söylemi de, bu dönemin ürünü olarak dünya siyasasının ve dünya toplumunun karşısına tamı tamına o sıralarda çıktı.
Küreselleşmenin önde gelen karakteristiklerini birkaç ana başlık altında toplayabiliriz sanıyorum:

1. Kapitalizmin ev­renselleşmesi,

2. Ulusallığın aşılması,

3. Toplumsal hayatın her alanının metalaşması (nesneleşmesi),

4. Kuramsal ve ahlâksal konularda sınırlamalara (kayıtlamalara) itibar edilme­mesi.

Burada belirlemeye çalıştığımız hususlar, bir bakıma küreselleşmenin karakteristiğini temsil ederken, bir bakıma da bunlar küreselleşmenin önüne koyduğu hedefler olarak da ele alınabilir. Bu hususlara, yani kapitalizmin evrenselleş­mesi, ulusallığın aşılması, her şeyin metalaştırılması ve eski kuramlara ve ahlâkî tutumlara itibar edilmemeye başlanıl­ması amaçlarına ulaşabilmek, insan kafasının tümüyle yeni­lenmesini gerektiren bir sürecin yürürlüğe konulmasını isti­yor. Ama bu isteğin o kadar da kolay gerçekleşmeyeceği bel­li bir şey. Postmodern anlayış, kendini bir bakıma modern anlayıştan tümüyle yalıtmak isterken, aslında zaman zaman modern zamanların enstrümanlarına başvurmaktan geri ka­lamıyor. Nitekim, insanın özgürleştirilmesine ilişkin talep modern çağın (liberal/kapitalist dönemin) önde gelen tale­biydi.

Ne var ki, modern dönemde özgürlüğün gerçekleşip gerçekleşmediği, şimdi sorgulanabilirdi. Modern dönemde, bütün özgürlük iddialarına ve istemine rağmen, ne kapitalistik âlemde, ne de marksizmin uygulandığı yerlerde onun gerçekleştiğini görmek mümkün olmamıştı. Marx'ın kendisi kapitalist ülkelerdeki özgürlük iddialarının içi boş bir kav­ram olduğunu daha başından beri söylüyordu. İktisatta satın alma gücüyle desteklenmemiş talebin nasıl bir talep değeri yoksa; kullanma gücüyle desteklenmemiş bir özgürlük iddi­asının da öylesine bir değeri yoktur: o, kâğıt üzerinde kalma­ya yargılıdır. Öte yandan marksist uygulama, özgürlüğün gerçekleşmesini sınıfsız toplum ülküsünün gerçekleşmesine bağlı görüyordu. Ancak uygulamada bu ülküye ulaşmak gerçekleştirilemediği gibi, yöneticilerden (bürokrasiden) olu­şan yeni bir sınıfın zuhuruna tanık olunmuştu. Postmodern telâkki, marksizmin ve kapitalizmin karşılaştığı bu zorlukla­rı görüyor ve buna rağmen özgürlük söyleminden de vaz­geçmiyor, ama somut olarak önerebildiği bir şeye de görü­nürde rastlanmıyor.

Küreselleşme, önüne ulusallığın aşılması gibi bir hedef de koyuyor. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ise toplumsal kimli­ğin yeniden belirlenmesini gerektiriyor. Bir yandan, kapita­list dönemin vazgeçilmez sabitelerinden biri sayılan ulusal­lık ve ulusal devlet telâkkisinden vazgeçilmek istenirken, öte yandan günümüze kadar bir devlet çatısı altında bir araya gelememiş olan insan topluluklarının ulusal kimlik arayışla­rı ortaya çıkıyor. Aynı şekilde, modern zamanların tipik özelliklerinden sayılan ve modern zamana aslî niteliğini ka­zandıran din karşıtı (ve özelde hıristiyan ülkeler bağlamında kilise karşıtı) tutum, bazı toplum kesimlerinde radikal din taraftarlığına dönüşebiliyor ve bu kesimde yer alan insanlar kimliklerini bir dine nisbet ederek açıklama ihtiyacım ortaya kovuyor. Bir başka düzlemde, ulusallığın aşılması, aynı za­manda merke/si/liği (ademi merkeziyeti) öngörürken, bazı küçük toplum birimleri, veya alt kültür unsurları, örneğin fe­ministler, çevreciler, farklı cinsel tercihler içinde bulunduğu­nu söyleyenler, hayvan severler gibi akla hayale gelmedik minik minik topluluklar kendilerine yeni kimlikler yakıştır­manın çabasına girişmişlerdir.

Postmodern dönemde bir husus daha açıklıkla belirlene­bilmiştir: temsilî demokrasinin şimdiye kadarki uygulama­sıyla yetersiz kaldığı! Durum, öteden beri demokrasiye yö­neltilen eleştirilerden farklı bir anlamda ele alınıyor. Temsilî demokrasinin, yönetilenleri ancak parlamento çatısında tem­sil edebildiği ve fakat bu çatının dışında temsil edilmesi ge­reken toplulukların ve çıkarların temsilsiz bırakıldığı husu­su. Daha da önemlisi söz konusu temsil siyasal sınırlarla mahdut tutulmuş ve siyasal olmayan çıkarların temsili sa­vunmasız bırakılmıştır. Böylece bir yandan belirli devlet me­murlarının (valilerin, emniyet müdürlerinin vb) seçimle iş başına getirilmesi öngörülürken; bir yandan okulda, iş yerin­de, ailede demokrasinin işleyişine imkân sağlanmak isten­mektedir. Postmodern söylem burada da, bir kez daha çeliş­kisini dışa vuruyor: hem merkezsizlik öngörülüyor, hem kü­çük toplum birimlerinin küçük öbekler halinde temerküz et­mesinin önü açılmak isteniyor!

Aslında küreselleşmenin, emperyalizmin yeni bir adla ve dünyanın yeni koşullarına göre yenilenerek yeni bir sunuma kavuşturulmuş olduğunu görmek zor değildir. Nasıl ki, em­peryalizm de, antik evrensel devlet ülküsünün modernleşti­rilmesi olarak değerlendirilebilirse. Ancak sunumun yenili­ğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Şöyle ki, emperyalizm­de, emperyalist ülkenin kim olduğu belli olduğu gibi, emperyal baskı altında tutulan ülkenin kimliği de bellidir. Sömü­renler Avrupa'nın İngiltere, Fransa, Belçika.. gibi ülkeleriy­ken, sömürülenler de Afrika'nın şimdiki tüm ülkeleri ve di­ğerleri olarak adlandırılabilir. Oysa küreselleşme deyimi, öz­neyi kamufle ettiğinden, küreselleşme, kimsenin manipülasyonu olmadan, dünyanın gelip dayandığı bir zorunluğun kendiliğinden ortaya çıkardığı bir durum gibi algılanıyor. Ama acaba durum gerçekten böyle midir? Küreselleşmeyi manipüle eden birileri yok mudur? Ve Amerika'nın, İngilte­re'nin, Fransanın küreselleşmesi ile Türkiye'nin ve benzeri ülkelerin küreselleşmesi aynı şey midir? Bu değini, üzerinde ayrıca durulmayı gerektiren farklı bir konu. Biz, duruma, modernliğin halihazırda ulaşmış olduğu bir evreyi işaret et­mesi bakımından göz atmış olduk.

İmdi, yukardan beri betimlemeye çalıştığımız modernli­ğin çalkantılı, karışık, karmaşık, hatta içinden çıkılamaz gibi düğümlenmiş noktalarına bakarak bazılarının ileri sürdüğü gibi Batı dünyasının, dahası dünyanın sonuna gelinmiştir di­yebilecek miyiz? Dünyanın sonuna gelmekle, dünyada artık bir daha değişiklik olmayacak ve kapitalistik aşama onun son evresi olarak görünecektir denmek isteniyorsa -ki söyle­nen odur: "tarihin sonu gelmiştir!"- görünen manzaranın böyle bir "öngörüyü" teyid etmediği ortadadır. Böylesine bir zihinsel ve maddesel enerjinin ortada durduğu bir zeminde ve zamanda, onun sonunun geldiğine hükmetmek ancak saf­dillik olur. Arkasında muazzam bir entellektüel ve sermaye birikimi tutan bir kültürün ve medeniyetin, fantezi kabilin­den ortaya çıkan, daha doğrusu o kültürün ve o medeniyetin doğal sonucu olarak ortada duran bir kriz sonunda yıkılaca­ğını ve ortadan çekileceğini beklemek, bizce bir vehimden başka bir şey değildir.

1940'lı yıllarda Camus: "Avrupa ya yeni bir medeniyete girecek ya da yitip gidecektir" derken, ona belki de onun şimdi içinde bulunduğu durumu öneri- yordu, yoksa Batı medeniyetinin gerçekten ortadan kalkacağına ihtimal verdiğini düşünmek abes kaçar. Ortada belki bir varta bulunmaktadır, ama Batı medeniyetinin karşılaşmış ol­duğu en büyük varta şimdi karşı karşıya bulunduğu değil­dir: o, daha büyüklerini daha önceki zamanlarında atlatabil­di. Bir sıkıntı ve kuşku sürecinden geçiliyor, doğru, ama bu süreç ebediyen böyle kalacak diye beklemek, insana da gü­vensizlik olur. Batı medeniyeti antik çağdan, Roma Imparatorluğu'ndan günümüze doğru çeşitli evrelerden geçmiştir, onun yeni bir evreye daha gireceğine inanmak mümkün, ama şimdiki durumuyla sonunun gelmiş olduğuna hükmet­mek yanlış olur. Batı medeniyetinin kendine dışardan bakamamak ve kendine özeleştiride bulunamamak gibi bir zaafı var; ama bu zaafına rağmen bu medeniyet her defasında ken­di küllerinden yeniden doğmasını başarabilmiştir.

Rasim Özdenören - Düşünsel Duruş,syf:42-57
Devamını Oku »

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

 

 

 

Felsefi Haritalar Üzerine

...Modern materyalist bilimcilik (scientism) tarafından üretilen haritalar, gerçekten ehemmiyeti olan bütün sualleri cevapsız bırakmaktadır. Daha kötüsü, mümkün bir cevaba götürecek bir yol bile göstermemektedir: suallerin geçerliliğini inkâr etmektedirler. Yarım yüzyıl önce benim gençliğimde durum yeterince vahim idi; şimdi daha da kötü, zira bilimsel yöntemin bütün konulara ve disiplinlere hep gün daha şiddetli uygulanması kadim bilginin (hikmetin) son artıklarını bile tahrip etti en azından Batı dünyasında.

Bilimsel nesnellik adına, değerlerin ve anlamların savunma mekanizmalarından ve tepki oluşumlarından başka birşey olmadığı ,insanın kodlanmış enformasyonu muhafaza için çok büyük depo kolaylıkları olan bilgisayarlara eneıji veren bir yanma sistemi ile güçlendirilmiş karmaşık bir biyokimyasal mekanizmadan başka bir şey olmadığı yüksek sesle ilan edilmektedir. Hatta Sigmund Freud bizi temin etti ki yalnızca şunu kesinlikle biliyorum ki, insanın değer yargıları mutlak olarak mutluluk arzularınca yönlendirilmektedir, dolayısıyle onların yanılsamalarını (illusions) kanıtlarla desteklemek için yapılan girişimlerdir sadece.Maurice Nicoll gibi birden bire bu iç ilhama mazhar olup, ne, denli bilgili olursa olsun bu gibi sözleri söyleyenlerin gerçekten ehemmiyetli olan şeyler hakkında hiçbir şey bilmediklerini farketmedikçe, nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor.

Kurtulmak için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyle sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor. Bugünkü tehlike diyor aklı başında psikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, bilim adamının külliyi kaybetmiş olmasında değil, aksine bütünlük görüntü ve iddiasında yatmaktadır... Dolayısıyla üzüldüğümüz (ve taraftar olmadığımız) husus bilim-adamlarının uzmanlaşıyor olması değil, daha ziyade uzmanların genelleme yapıyor olmasıdır. Yüzyıllar süren teolojik emperyalizmden sonra, şimdi üçyüz yıllık çok daha mütecaviz bilimsel emperyalizmimiz var, ve sonuç bilhassa gençler arasında şaşkınlık ve zihin karışıklığıdır ki her an medeniyetimizin çökmesine sebep olabilir. Günümüzün gerçek nihilizmi diyor Dr. Frankl, indirgemeciliktir (reductionism)... Çağdaş nihilizm artık hiçlik kelimesini saklamıyor; bugün nihilizm sadece...lik çilik olarak kamufle edilmiştir. Beşerî olgular böylece yan olgulara dönüştürülmüştür.

........

Avrupanın yakın zamanlardaki filozofları nadiren sadık harita-yapıcıları oldular. Meselâ modern felsefenin kendisine çok şey borçlu olduğu Descartes (1595-1650) kendi kurgusu olan görevine çok farklı bir şekilde yaklaştı. Dedi ki: Hakikate doğrudan giden yolu arayanlar, aritmetik ve geometrinin kanıtlarına denk bir kesinliğe sahip olamadıkları herhangi bir nesne için canlarını sıkmamalıdırlar.Sadece zihnî kuvvetlerimizin, emin ve şüphesiz bilgisi için yeterli göründüğü nesnelere dikkatimizi yöneltmeliyiz.Modern akılcılığın babası olan Descartes, Aklımızın tanıklığı dışında, hiçbir zaman kendimizi ikna edilme yolunda koyvermemeliyiz görüşünde ısrarlıydı. Ayrıca muhayyilemizden veya duyularımızdan değil aklımızdan söz ettiğini özellikle vurguluyordu. Aklın yöntemi çapraşık ve belirsiz önermeleri adım adım daha basit olanlara indirgemek, sonra mutlak olarak basit olanların sezgisel kavranışından başlayarak, tamamen aynı adımlarla diğer bütün önermelerin bilgisine yükselmeye çalışmaktır. Bu, hem güçlü hem de ürkünç derecede dar bir aklın programıdır. Bu aklın darlığı şu Kural tarafından daha da açık olarak gösterilmektedir: İncelenecek meselelerde eğer anlayışımızın sezgisel bir kavrayışa yeterli olamadığı bir kademeye gelirsek, orada durmalıyız. Daha sonrasını incelemeye yeltenmemeliyiz; böylelikle gereksiz yere uğraşmamış oluruz.

Descartes, ilgisini herhangi bir şüphe imkânından uzak, sahih ve kesin bilgi ve düşüncelerle sınırlıyor, çünkü birinci derecedeki meselesi bizim tabiatın efendileri ve sahipleri olmamız gerektiğidir. Şu veya bu yolla miktarı ölçülmedikçe hiçbir şey kesin olamaz. Jacques Maritain ın belirttiği gibi, Descartes için tabiatın matematik bilgisi, gerçekte eşyanın (şeylerin) ilk ilkeleriyle alakalı suallere cevap vermeyen olguların belirli bir yorumu değildir. Onun için bu bilgi bizzat eşyanın özünün açığa çıkarılmasıdır. Bunlar geometrik uzatma ve mevzii (local) hareketle ayrıntılı olarak tahlil edilir. Fiziğin bütünü, yani bütün tabiat felsefesi geometriden başka birşey değildir.

Böylelikle Kartezyen kanıtlama doğruca mekanikçiliğe gider. Tabiatı makinalaştırır; onu tahrif eder; eşyanın ruhu simgelemesine, yaratıcının dehasından nasiplenmesine, bizimle konuşmasına sebep olan her şeyi imha eder. Evren, dilsizleşir.Dünyanın, bütün hakikatin şüphe taşımayan hakikatten ibaret olmasına göre yaratılmış olduğunun hiçbir teminatı yoktur. Hem kimin hakikati, kimin anlayışı olacaktır o? însanın. Herhangi bir insanın mı? Bütün insanlar hakikatin bütününü kavramak için yeterli midirler? Descartes m gösterdiği gibi, insan aklı kolaylıkla kavrayamadığı herşeyden şüphe edebilir ve bazı insanlar şüpheye diğerlerinden daha yatkındırlar. Descartes gelenekle bağlarını kopardı, herşeyi bütünüyle temizledi ve herşeyi bizzat kendisinin bulacağı şekilde yeniden başlamayı üstlendi. Bu kibir türü Avrupa felsefesinin üslubu oldu.
-------------------------

 

Varlık Düzeyleri
........
Canlı ile cansız arasındaki farkı değerlendirmenin zorluğu boşuna değildir; şuuru hayattan ayırmak daha zordur; kendinin farkında olma ile şuur arasındaki (yani y ve z arasındaki) farkı anlamak, tecrübe etmek ve değerlendirmek ise büsbütün zordur. Zorluğun sebebi pek uzakta değil: yüksek olan daha aşağıdakini içerir ve dolayısıyla bir anlamda kavrar iken, hiçbir varlık kendisinden daha yüksek olan bir şeyi anlayamaz. İnsanoğlu gerçekte daha yükseğe doğru uzayabilir ve aşk, korku, hayret, hayranlık ve taklit vasıtasıyla bir büyüme sürecine sebep olabilir; ve daha yüksek bir düzeye ulaşmakla kavrayışını genişletebilir daha sonra bizi epey meşgul edecek bir konudur bu. Fakat kendinin farkında olma gücü (z) fazla gelişmeyen insanlar, onu ayrı bir güç olarak kavrayamaz ve şuurun (y) hafif bir uzantısı zannederler. Böylece bize sayısız insan tanımı sunulur: lüzumsuzca büyük bir beyine sahip çok zeki bir hayvan veya alet-yapan bir hayvan, siyasal bir hayvan, tamamlanmamış bir hayvan veya sadece çıplak bir maymun. Kuşkusuz, bu tanımları neşe içinde kullananlar kendilerini de tanimlarına dahil ediyorlardır ve böyle yapmaları büsbütün sebepsiz değildir. Diğerleri için ahmakça bir şeydir bu, tıpkı bir köpeği havlayan bir bitki veya koşan bir lahana olarak tanımlamak gibi. Modern dünyanın vahşileşmesine hiçbir şey, bilim adına insanın çıplak maymun gibi yanlış ve alçaltıcı tanımlamalarından daha fazla yardımcı olamaz. İnsan böyle bir yaratıktan, diğer çıplak maymunlar dan, veya hatta kendisinden ne bekleyebilir? İnsanlar hayvanlardan hayvan makinalar olarak söz edince, bir süre sonra buna göre davranmaya başlarlar; insanları çıplak maymun olarak düşününce de, vahşiliğin serbestçe içeri girmesi için bütün kapılar açılmış olur.

Nasıl bir esercik şu insan! Muhakemede ne de soylu! Melekelerinde nasıl da sonsuz! Kendinin farkında olma gücü yüzünden, melekeleri gerçekten de sonsuz; bugün söylendiği gibi, onlar dar anlamda belirlenmiş, sınırlanmış veya programlanmış değillerdir. Werner Jaeger, beşerî bir potansiyel bir kez idrak edildi mi mevcuttur o, ifadesiyle derin bir hakikati dile getirmişti. İnsanı en büyük beşerî başarılar tanımlar sıradan işler, herhangi bir ortalama davranış veya başarı ve hele hele hayvanların gözlenmesinden türetilebilecek herhangi birşey değil. İnsanların hepsi mümtaz olamaz diyor Dr. Catherine Roberts, Ancak bütün insanlar, daha üstün insanlık bilgisiyle insan olmanın ne demek olduğunu ve bu hususta kendilerinin de bir katkıları olabileceğini bilebilirler. Bir insanın, elinden geldiği kadar insan olması muhteşem bir şeydir. Bunun için bilimin yardımı da gerekmez. Ayrıca, bizzat insanın kendi potansiyelini farketmesi gerçeği daha önce olmuş olana nisbetle bir ilerleme sayılabilir.

Bu açık-uçluluk, sarih olarak insana özgü olan kendinin farkında olma (z) güçlerinin şahane sonucudur, hayat ve şuur güçlerinden farklı olarak hiçbir otomatik veya mekanik hususiyetleri olmayan güçler....
------------------------------------

İlerlemeler
......
Bütünleşme derecesi, iç tutarlılık ve güçlülük derecesi, farklı düzeylerdeki varlıklar için mevcut olan dünya türüyle yakından ilgilidir. Cansız maddenin hiç bir dünyası yoktur. Tam edilgenliği dünyasının tamamen boş olmasına muadildir. Bitkinin kendine göre bir dünyası vardır bir parça toprak, su, hava, ışık ve muhtemelen diğer etkiler onun mütevazi biyolojik ihtiyaçlarıyla sınırlı bir dünya. Daha yüksek olan hayvanlardan herhangi birinin dünyası, hayvan psikolojisi incelemelerinin genişçe gösterdiği gibi, her ne kadar hâlâ esas olarak biyolojik ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa da, öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir. Fakat, hayvanın dünyasını dar biyolojik sınırların ötesine genişleten merak gibi daha fazla bir şey var aynı zamanda. insanın dünyası yine karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir; hatta geleneksel felsefede insanın capax universi olduğu, yani bütün evreni deneyiminin içine almaya muktedir olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekte neyi ne kadar kavradığı her kişinin kendi Varlık Düzeyine bağlıdır. Kişi daha yüksek oldukça, dünyası da o denli daha büyük ve daha zengin olur. Örneğin maddeci bilimcilik felsefesine tamamen saplanmış, görünmezlerin gerçekliğini inkâr edip dikkatini sadece sayılabilir, ölçülebilir ve tartılabilir olanla sınırlayan bir kişi çok yoksul bir dünyada yaşar, o kadar yoksul ki onu insanların oturmasına uygun olmayan anlamsız bir çorak-ülke olarak algılar.

Aynı şekilde, eğer dünyayı atomların tesadüfi bir yerleşiminden ibaret görüyorsa, tek akılcı tavrın katı bir umutsuzluk olduğunda Bertrand Russell ile uyuşacaktır. (Gurdjieff talebelerine) dedi ki: Varlık Düzeyiniz hayatınızı çeker (cezbeder). Bu ifadenin arkasında hiç bir gizil (occult) veya bilimsel-olmayan varsayım yoktur. Aşağı bir Varlık Düzeyinde sadece çok yoksul bir dünya vardır ve sadece çok yoksullaştırılmış bir hayat türü yaşanabilir. Evren, neyse odur; fakat, capax universi olsa da, kendisini onun en aşağı yanlarıyla biyolojik ihtiyaçlarıyla, maddi konforu veya tesadüfi karşılaşmalarıyla sınırlayan insan, kaçınılmaz olarak sefil bir hayatı cezbeder. Eğer varolmak için mücadele den veya hileyle güçlendirilmiş iktidar iradesinden başka birşeyi tanıyamıyorsa, onun dünyası Hobbes'un insan hayatını ıssız, yoksul, iğrenç, hayvanca ve kısa olarak tanımlamasına uygun bir dünya olacaktır.Varlık Düzeyi ne kadar yüksek ise, dünya o kadar daha geniş, daha zengin ve daha muhteşem olur. Tekrar insan düzeyinin ötesini tasarlarsak, Tanrının neden sadece ca/m : universi değil, fakat gerçekte evrene sahip olduğunu, herşeyin farkında ve herşeyi bilir (Alîmi küll) olduğunu anlayabiliriz Beş serçe yarım peniye satılmaz mı, onların hiç biri Tanrı katında unutulmaz.(Luke XII.6)...




İlerlemeler 1
......
Bir insanın kendi düşüncelerinin ön-kabullerinin farkında olmasından daha zor birşey yoktur. Sayesinde gördüğümüz göz dışında herşey doğrudan görülebilir. Her düşünce doğrudan incelenebilir, incelemeyi onun vasıtasıyla yaptığımız düşünce hariç. Özel bir çabaya, bir kendininfarkındaolma çabasına ihtiyaç vardır kendi üstüne geri çekilen düşüncenin hemen hemen inkânsız eylemi: hemen hemen, ama bütünüyle de imkânsız değil. Hakikatte, beşeri insan yapan ve aynı zamanda onu insanlığını aşmaya muktedir kılan güçtür bu.Incil'in tabiriyle insanın iç kısımlarında (derûnunda) bulunmaktadır o. Daha önce açıklandığı gibi, iç yükseğe, dış ise aşağıya tekabül etmektedir. Duyular, insanın en dışsal araçlarıdır; bakarlar, görmezler; duyarlar işitmezler gibi bir durum olduğunda, hata duyularda değil, iç kısımlardadır Zira bu insanların kalpleri mühürlüdür ; kalpleriyle idrak edemezler Yüksek ehemmiyet dereceleri ve Varlık Düzeyleriyle temas sadece kalb vasıtasıyla yapılabilir.

Modern çağın maddeci bilimciliğine gömülmüş olan biri için bunun ne demek olduğunu anlamak imkânsızdır, insandan daha yüksek herhangi birşeye inancı yoktur onun ve insanı da nisbeten gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olarak görmemektedir. Hakikatin sadece kalbe değil başa yerleştirilmiş olan beyin aracılığıyla keşfedilebileceğinde ısrarlıdır. Bütün bunlar, kalb ile anlamanın onun için anlamsız bir söz yığını olduğunu göstermektedir. Kendi görüş açısından, son derece haklıdır:başa yerleştirilmiş ve bedensel duyuların sağladığı verilere sahip beyin, dört büyük Varlık Düzeyinin en aşağısı olan cansız madde ile uğraşmaya tamamen yeterlidir. Hatta, beyinin işleyişi sadece eğer şu veya bu şekilde kalb işe karışırsa başka yöne çekilir ve muhtemelen bozulur.

Maddeci bir bilim adamı olarak, hayat, şuur ve kendininfarkındaolma'nın cansız parçacıkların karmaşık düzenlemelerinin tezahüründen başka birşey olmadığına inanmaktadır o sadece ve sadece bedensel duyulara güvenmeyi, baş ta durmayı ve kalbe yerleştirilmiş güçler in müdahalesini reddetmeyi onun için tamamen akılcı kılacak bir inanç. Başka bir deyişle, onun için yüksek gerçeklik düzeyleri açıkçası mevcut değildir, çünkü onun inancı onların varolma imkânını dışlamaktadır. Bir radyo alıcısına sahip olduğu halde, aklını ondan sadece atmosferik gürültüler elde edilebileceğine taktığı için onu kullanmayı reddeden bir adama benzemektedir. inanç, akıl ile çelişki içinde değildir; aklın yerine ikame de edilemez, inanç, bilgi ve anlam arayışının yöneleceği ehemmiyet derecesini veya Varlık Düzeyini seçmektedir. Makul olan inanç olduğu gibi, makul olmayan inanç da vardı. Cansız madde düzeyinde anlam ve maksat aramak, insan dehasının şaheserlerini iktisadi çıkarların veya cinsel engellemelerin bir ürünü olarak açıklama girişimi kadar akıldışı (gayrimakul) bir inanç eylemi olacaktır.

Bilinemezci (agnostic)nin imanı belki hepsinin en akıldışı olanıdır, çünkü, bir kamuflaj olmadığı sürece, ehemmiyet meselesini ehemmiyetsiz sayma kararıdır o; şunu demeye benziyor: Bir kitabın (Mr. Tyrrell in örneğine atfen) sadece renkli bir şekil değil, kağıt üzerindeki bir dizi işaret, belirli kurallara göre düzenlenmiş bir harfler dizisi veya bir anlam ifadesi olup olmadığına karar vermeye istekli değilim! Geleneksel bilginin (hikmet) bilinemezciyi her zaman şiddetle aşağılaması şaşırtıcı değil: Amellerini biliyorum, ne soğuk ne sıcak olduğu için, yere tüküreceğim seni. İnsanların, farklı dillerde ama esas olarak bir tek sesle, bu dünya kitabının sadece renkli bir şekil değil, bir anlam ifadesi olduğunu; insanlık düzeyinin üstünde Varlık Düzeyleri bulunduğunu; imanını aklına rehber kılması şartıyla insanın bu daha yüksek düzeylere ulaşabileceğini bildiren peygamberlerin, bilge ve velilerin şahadetlerini kabul etmeleri asla akıldışı bir inanç eylemi olarak ele alınamaz....




Yeterlilik 2
.......
Batı medeniyetinde anlamak için bilim'in veya hikmet'in gün geçtikçe hızlanan tasfiyesi yönetmek için bilginin hızlı ve giderek daha hızlanan birikimini çok ciddi bir tehdide dönüştürmektedir. Başka bir bağlamda söylediğim gibi, hikmet olmadan var olabilme konusunda çok çok becerikliyiz şimdi ve becerikliliğimizin daha da artması hiçbir yarar sağlayamayacaktır. İnsanın yönetim bilimleri üzerinde birliğimizi sürekli olarak arttıran bilimsel ilgisi en azından üç çok ciddi sonuç doğurmuştur. Öncelikle, insanın varoluşunun anlam ve maksadı nedir? gibi bilimsel olmayan soruların kulak ardı edilmesiyle, bir medeniyet zorunlu ve kaçınılmaz olarak daha derin keder, umutsuzluk ve özgürlüksüzlüğe batacaktır. Hayat standartları ne kadar yüksek, sağlık hizmetleri ömürlerini uzatmada ne kadar başarılı olursa olsun, bu medeniyetin insanları giderek artan bir hızla sıhhat ve mutluluklarım yitireceklerdir.İnsan sadece ekmekle yaşayamaz meselesidir bu.

İkincisi, bilimsel çabaların insanı kâinatın en dışsal ve en maddî veçhelerine metodik olarak sınırlaması dünyayı o kadar boş ve anlamsız kılmaktadır ki, bir anlam için bilim in değer ve gerekliliğini gören insanlar bile kendilerine sunulan sözde bilimsel fotoğrafın uyuşturucu gücünden kaçamamakta ve insanlığın hikmet geleneği ne başvurup ondan faydalanma hususunda cesaret ve isteklerini kaybetmektedirler. Metodik sınırlaması ve yüksek düzeyleri sistematik olarak dikkate almaması yüzünden, bilimin bulguları hiç bir zaman böylesi yüksek düzeylerin varlığına dair kanıtlar içermemekte, süreç kendi kendini güçlendirmektedir: iman, aklı (intellect) daha yüksek düzeylerin kavranmasına götürecek bir rehber olarak alınmak yerine, akla karşı çıkan ve onu reddeden bir şey olarak görülmekte ve dolayısıyla reddedilmektedir. Böylelikle, kendine gelmeye giden tüm yollar kapatılmaktadır.

Üçüncüsü, hikmetin bilgisini ortaya çıkarmak için artık harekete geçirilmeyen, insanın daha yüksek güçleri durumuna uğramakta ve hatta tamamen görünmez olmaktadırlar. Sonuç olarak, toplumun ve bireylerin ele almaya çağrıldıkları tüm sorunlar çözümsüz olmaktadır. Çözülmemiş ve bu görüşle çözülemez sorunlar birikirken, çabalar gittikçe çılgınlaşmaktadır. Zenginlik halâ artabiliyorken, insanın niteliği düşmektedir.
.....
Modern dünya, insanın yüksek melekelerine ihtiyaç duyan herşey hakkında şüpheci olmaya eğilimlidir. Ama, herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan şüphecilik hakkında hiç şüpheci değildir.
----------------------------------------
Dört Bilgi Alanı -1.Alan
.....
Nesnellik ve kesinliğe ulaşmada kararlı bir çaba içindeki modern bilimlerin gerçekte insanın düşünme aletlerini aşırı biçimde sınırladıklarını gördük: bazı bilim yorumcularına, renk körü olanların gözlemlerine, nicel ölçüm cetvellerindeki stereoskopik olmayan görüşlere göre sınırladıklarını. Böyle bir metodoloji zorunlu olarak tecellinin en alt düzeyi olan cansız maddeyle sınırlanmış bir dünya tasviri üretecek ve insanlar da dahil olmak üzere yüksek Varlık Düzeylerinin gerçekte bir çeşit karmaşık düzenleme içindeki atomlardan başka bir şey olmadıklarını ileri sürmeye yönelecektir.
....
İmdi, dikkatimizin nerede olduğunun ve ne yaptığının farkında olmak için, kelimenin tam mânâsıyla uyanık olmak zorundayız. Programlanmış bir bilgisayar veya başka bir makine gibi mekanik olarak hareket ediyor, düşünüyor veya hissediyorsak, açıktır ki o mânâda uyanık değiliz ve kendimizin bizzat özgürce yapmayı, düşünmeyi veya hissetmeyi seçmediğimiz şeyleri yapıyor, düşünüyor veya hissediyoruzdur. Ondan sonra diyebiliriz ki: Onu yapmayı kasdetmedim veya Bana ne olduğunu bilmiyorum. Her türlü şeyi yapmaya niyetlenebilir, yapmayı üstlenebilir ve hatta ciddiyetle söz verebiliriz; ama eğer her zaman yapmayı kasdetmediğimiz hareketlere sürüklenmeye veya üstümüze gelen bir şeylerce itilip kakılmaya maruz isek, niyetlerimizin ne değeri vardır? Eğer dikkatimiz konusunda uyanık değilsek, hiç şüphesiz kendimizin farkında değiliz ve dolayısıyla kâmil insan değiliz; muhtemelen hayvanlar gibi denetimsiz iç dürtülere veya dış zorlamalara göre çaresiz döner dururuz.
.....
Kendinin farkında olmadan, yani kendi kendinin şuurunda bir şuur olmadan, insan kendisini denetlediğini, özgür iradeye sahip olduğunu ve niyetlerini yerine getirmeye muktedir olduğunu sadece hayal eder. Gerçekte, Ouspensky nin ifadesiyle, niyetler kurup onlara göre hareket etmede bir makineden daha fazla özgürlüğe sahip değildir. Sadece ara sıra meydana gelen kendininfarkındaolma anlarında böyle bir özgürlüğü vardır ve en önemli görevi de kendininfarkmdaolmayı şu veya bu yolla sürekli denetlenebilir kılmaktır.

--------------------------

Dört Bilgi Alanı -2.Alan
......
İnsanların birçoğu, bu iletişim sorununda diğer bir insanın konuşmasını dinlemek ve bedeninin dışsal hareketlerini gözlemekten daha fazla bir şeyin olmadığına inanıyor gibiler; başka bir deyişle, görünmeyen düşüncelerinin, duygularının, niyetlerinin, v.s. doğru bir resmini bize iletmek için diğer insanların görünür işaretlerine zımnen güvenebiliriz. Yazık ki, mesele bu kadar basit değil! Düşüncesini başka bir kişiye iletme hususunda kişininin sahici bir arzusu olduğunu (ve tüm itinalı aldatma ihtimallerini bir yana bıraktığımızı) varsayarak, gerekli hususları adım adım göz önüne alalım. Önce, konuşan kişi iletmek istediği düşüncenin ne olduğunu, biraz kesin olarak, bilmelidir; ikinci olarak, içsel düşüncesini onun yargısına göre dışsallaştırabilecek görünür (işitilir dahil) simgeler, jestler, bedensel hareketler, kelimeler, ses uyumu, vs. bulmalıdır; buna ilk çeviri denebilir belki; üçüncü olarak, dinleyici bu görünür (vb.) simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani sadece söylenen sözü doğru olarak işitmeli, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan (jest ve ses uyumu gibi) kelime-dışı simgeleri doğru olarak gözlemelidir; dördüncü adımda, dinleyici aldığı sayısız simgeleri bir şekilde bütünleştirmeli ve onları düşünceye dönüştürmelidir; buna da ikinci çeviri denebilir.

Bu dört aşamalı sürecin her aşamasında, özellikle de her iki çeviri hususunda ne kadar yanlışa düşülebileceğini görmek zor değil. Hatta, güvenilir ve doğru iletişimin mümkün olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Konuşmacı, iletmek istediği düşünce hakkında tam manasıyla vazıh (net) olsa da, onun simgeleri, jestleri, kelime kombinezonlarını, ses uyumunu seçmesi oldukça kişisel bir iştir; ve dinleyici mükemmel biçimde dinliyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları veriyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları verip vermediğinden nasıl emin olabilir? Bu şüphe ve sualler yerindedir.

Süreç, tavsif edildiği üzere, aşırı ölçüde zahmetli ve, tanımların, istisnaların, şartların, açıklamaların ve emniyet hükümlerinin formülasyonu için muazzam ölçüde vakit ve çaba harcandığı zaman bile güvenilmezdir. Düşünebileceğimiz gibi, iki bilgisayar arasında, salt mantığa indirgenmek zorunda olunan bir iletişim durumudur bu: ya bu, ya o. Burada Descartes'in rüyası gerçek oluyor: kesin, ayrı ve mutlak derecede emin olduğumuz fikirler dışında hiçbir şey hesaba katılmamaktadır. Gene de, mucizevi olarak, gerçek hayatta iletişim mümkündür ve bu durum seyrek rastlanır birşey değildir. Özenle hazırlanmış tanımlar, şartlar veya emniyet hükümleri olmaksızın sadır olur. Hatta insanlar şöyle diyebiliyorlar: İfade biçimini beğenmiyorum ama, kasdettiğin şeyle mutabıkım. Çok önemlidir bu.

Kelime ve jestlerin onun için bir davetten fazla bir şey olmadıkları bir akılların buluşması sözkonusu olabilir. Kelimeler, jestler, ses uyumu: iki şeyden biri ( veya her birinin bir parçası hatta) olabilir bunlar bilgisayar dili veya iki bilgisayar programcısının biraraya gelmesi için bir davet. Eğer günlük hayatımızda bize en yakın insanlarla gerçek bir akılların buluşmasını başaramıyorsak, varoluşumuz bir ıstırap ve felakete dönüşür. Onu başarmak için, sen olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalıyım; ve sen de ben olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalısın. Her ikimiz de, benim ikinci bilgi alanı dediğim alanda bilgi sahibi olmalıyız. Doğal olarak bir çoğumuza ancak çok az bilgi geldiğini ve daha iyi bilgi kazanımının çaba gerektirdiğini bildiğimizden, kendimize şu suali sormak zorundayız: Daha iyi bilgi elde etmek için, kendileriyle yaşadığım insanların içlerinde olanlar hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak için ne yapabilirim? îmdi, şayan-ı dikkat gerçek şudur ki, bütün geleneksel öğretiler bu suale bir ve aynı cevabı vermekteler: Diğer varlıkları, ancak kendini tanıdığın ölçüde anlayabilirsin. Tabiatıyla, iyi gözlem ve iyi dinleme de gereklidir; ama mesele şudur ki, bu şekilde elde edilen veriler doğru olarak yorumlanıp anlaşılmadıkça mükemmel gözlem ve mükemmel dinleme bile bizi hiçbir yere götürmez; ve doğru anlama kabiliyetimin önşartı kendi özbilgim, kendi öz iç deneyimimdir. Başka bir deyişle, ve önceki terminolojimizi kullanarak, kalem kalem, parça parça adaequatio (yeterlilik) mevcut olmalıdır.

Bedensel ağrıyı (acıyı) şuurlu olarak hiçbir zaman tecrübe etmemiş bir kişi diğerleri tarafından çekilen ağrı hakkında muhtemelen hiçbir şey bilemeyecektir. Ağrının dışsal işaretlerine sızlanmalar, hareketler, gözyaşları başkaları gibi o da dikkat edecektir; ama onları doğru olarak anlama görevi için tümüyle yetersiz olacaktır. Hiç şüphesiz, bir tür yorum yapmaya yeltenecektir; onları gülünç, tehlikeli veya en basitinden anlaşılmaz bulabilecektir. Başkasının görünmezleri bu vakada onun ağrı konusundaki iç deneyimi ona görünmez kalacaktır. İnsanların (erkek ve kadın) hayatlarım dolduran iç (derunî) deneyimlerin muazzam genişliğini araştırmayı okuyucuya bırakıyorum.

Daha önce vurguladığım gibi, hepsi de görünmez ve dış gözlem için ulaşılmazdırlar. Bedensel ağrı örneği, hakkında hiçbir incelik (karmaşıklık) sözkonusu olmadığından yapıcı bir örnektir. Ağrının gerçekliğinden çok az insan şüphe eder, ve hepimizin gerçek, doğru, beşerî varoluşun büyük inatçı gerçeklerinden biri olarak tanıdığımız birşeyin, gene de dış duyularımızca gözlenememesi insanı sarsabilir: Eğer sadece dış duyularımız tarafından gözlenebilen şeyler gerçek, nesnel, bilimsel olarak saygın kabul edilecekse, ağrı gerçekdışı, öznel ve gayri-ilmî olarak bir kenara atılmalıdır. Aynı şey, bizi içten harekete geçiren başka herşey için geçerlidir sevgi ve nefret, sevinç ve acı, ümit, korku, keder, v.s.. Eğer içimdeki bütün bu güç veya hareketler gerçekten gerçek değillerse, ciddiye alınmalarına gerek yok; ve onları kendimde ciddiye almazsam, başka bir varlıkta nasıl gerçek sayar ve ciddiye alabilirim? Hatta, diğer insanlar dahil olmak üzere diğer varlıkların gerçekten bizim gibi acı çekmediklerini ve bizimkisi gibi karmaşık, ince ve nazik bir iç hayata sahip olmadıklarını varsaymak daha u-gundur: çağlar boyunca, diğerlerinin acılarını metanet ve temkinle çekme hususunda insanoğlu muazzam bir kabiliyet gösterdi. Dahası, (Mr. J. G. Bennett in isabetle gözlediği gibi),2 bizler kendimizi öncelikle başkalarına gözükmeyen niyetlerimizin ışığında görmeye meylederken, başkalarını esas olarak bize görünür olan eylemlerinin ışığında görürüz, böylece yanlış anlamaların ve haksızlıkların kol gezdiği bir durumda buluruz kendimizi....




Dört Bilgi Alanı -4.Alan
.....
Matematik, herşey bir yana, hayattan çok uzaktır. Zirvelerinde muhakkak ki çok şiddetli bir tür güzellik ve aynı zamanda büyüleyici bir zerafet göstermektedir ve bu Hakikatin bir işareti sayılabilir; ama, aynı derecede muhakkak olarak, hiçbir sıcaklığı, hayatın büyüme keşmekeşlerinden hiç biri, bozulma, ümit, ümitsizlik, sevinç ve acısı yoktur. Şurası hiçbir zaman ihmal edilmemeli veya unutulmamalıdır: fizik ve diğer öğretici bilimler kendilerini gerçekliğin cansız veçhesiyle sınırlarlar, ve eğer bilimin amaç ve maksadı öngörülebilir sonuçlar hasıl etmekse bunun böyle olması zorunludur. Hayat, şuur ve kendininfarkmdaolma emredilemezdirler; diyebiliriz ki onların, bir olgunluk işareti olan, kendi öz irâdeleri vardır. Bu noktada kavramak ve bilgi haritamıza kaydetmek ihtiyacını duyduğumuz şey şudur: fizik ve diğer öğretici bilimler sadece tabiatın ölü yanına dayandıklarından, felsefeye götüremezler bizi, eğer felsefe bize hayat m ne olduğu hakkında rehberlik edecekse. Ondokuzuncu yüzyıl fizikçileri bize hayatın, mânâsız ve maksatsız, kozmik bir kaza olduğunu söylediler.

Yirminci yüzyıl fizikçilerinin en iyileri herşeyi geriye götürüyor ve bize sadece özgül, kesin olarak tecrit edilmiş sistemlerle uğraştıklarını, bu sistemlerin nasıl çalıştıklarını veya çalıştırılabileceklerini gösterdiklerini ve bu bilgiden hiçbir genel felsefî sonucun çıkarılamayacağını (ve çıkarılmaması gerektiğini) söylüyorlar. Gene de, her ne kadar hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bize rehberlik etmeseler de, öğretici bilimlerin, onlardan türetilen teknolojiler aracılığıyla hayatımızı biçimlendirdikleri aşikardır. Bu sonuçların hayır için mi yoksa şer için mi olduğu alanlarının tamamen dışında kalan bir sorudur. Bu anlamda, sözkonusu bilimlerin ahlaken nötr olduğunu söylemek doğrudur.

Ne var ki, bilimadamsız bilimin olmadığını ve, bilimin alanının (yetkisinin) dışında kalsa da, hayır ve şer sorularının bilimadammın alanının dışında kalamayacağını söylemek aynı ölçüde doğrudur. Bugün bir (öğretici) bilim bunalımından söz etmek abartı değildir. Eğer bilim insancıl denetimin dışında kalan bir ejderha olmaya devam ederse, ona karşı, şiddet ihtimalini dışlamayan bir tepki ve ani değişiklik olacaktır. Öğretici bilimler külli hakikatle değil, sadece hakikatin, sayelerinde sonuç elde edilebilecek parça veya veçheleriyle ilgilendiklerinden, sadece ve sadece kendi sonuçlarıyla yargılanmaları yerindedir....
.......
Evrim:

Biyolojide Evrim, diyor Julian Huxley, hayvan ve bitkilerin sistemli birimlerinin bileşiminde görülen bütün değişimleri içermek için kullanılan gevşek ve kapsayıcı bir terimdir...Geçmişte hayvan ve bitki türlerinin bileşiminde değişim olduğu, yer kabuğunda bulunan fosillerce yeterince gösterilmektedir; fosiller, radyoaktif tarih belirleme sayesinde, çok yüksek bir bilimsel kesinlik derecesiyle, tarihî silsile içine sokulmaktadır. Biyolojik değişimin tasvirî bilimi içinde bir genelleme olarak Evrim, bu ve diğer sebeplerle, herhangi bir şüphenin ötesinde yerleşmiş sayılabilir. Ancak, evrimci öğreti çok farklı bir meseledir.

Kendisini biyolojik değişimin sistemli bir tasviri ile sınırlamakla yetinmeyip, onu, kanıtlama ve açıklamanın öğretici bilimlerde sunuldukları biçimde kanıtlamaya ve açıklamaya yeltenmektedir. Bu, çok feci sonuçları olan felsefî bir hatadır. Bize Darwin in iki şey yaptığı söyleniyor: evrimin gerçekte Kutsal Kitap taki yaradılışla ilgili hikayelerle çeliştiğini, yaradılışın sebebi olan tabiî ayıklamanın otomatik olduğunu ve İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını gösterdi. Böyle bir bilimsel gözlemin hiçbir zaman bu iki şey i: yapamayacağı, felsefî düşünceye yatkın herhangi bir insana aşikâr olmalıdır. Yaradılış, İlahî rehberlik (hidayet) ve İlahî tasarım tamamiyle bilimsel gözlemin dışındadır; aynı şekilde, yoklukları da. Her hayvan veya bitki yetiştiricisi şüpheden uzak biçimde, 'tabiî ayıklama' dahil olmak üzere ayıklamanın (selecti-on) değişim getirdiğini bilir; dolayısıyla, tabiî ayıklamanın evrimci değişimin bir aracı olduğu kanıtlanmıştır demek bilimsel yönden doğrudur hatta bunu bizzat yaparak kanıtlayabiliriz. Fakat, bu mekanizmanın tabiî ayıklamanın keşfinin, evrimin sebebinin otomatik olduğunu, İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını kanıtladığım iddia etmek tamamen gayrimeşrudur.

İnsanların sokakta para bularak da para sahibi oldukları kanıtlanabilir; ama hiç kimse bunu bütün gelirlerin bu yolla kazanıldığı varsayımı için yeterli sebep saymaz. * Evrimcilik Öğretisi genel olarak bütün bilimsel dürüstlük ilkelerine ihanet eden, onları ihlâl eden bir tarzda sunulmaktadır. Canlı varlıklardaki değişimlerin izahı ile başlamakta, ama uyarısız ve birdenbire, sadece şuurun, kendininfarkmdaolmanın, dilin ve sosyal kuramların gelişmesini değil, bizzat hayatın kökenini açıklamaya yeltenmektedir. Tahayyül ve spekülasyon ele avuca sığmaz; herhangi bir şey her şeyi açıklar.

Deniyor ki, Evrim bütün biyologlar tarafından kabul edilmekte ve tabiî ayıklama onun sebebi sayılmaktadır... Hayatın kökeni evrimde büyük bir adım olarak tanımlanınca, cansız maddenin tabiî ayıklamanın usta bir uygulayıcısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Evrimcilik Öğretisi için, ne kadar uzak olursa olsun, herhangi bir ihtimal o şeyin gerçekten meydana geldiğinin bilimsel kanıtı olarak tamamen kabul edilebilirdir: Hidrojen, su, buhar, amonyak ve metan atmosferinden bir nümuneye elektrik deşarjı ve mor-ötesi ışık uygulandığı zaman, büyük sayılarda organik bileşikler... otomatik sentez ile elde edildi. Bu, karmaşık bileşiklerin pre-biyolojik bir sentezinin mümkün olduğunu kanıtlamaktaydı.

Bu esasa göre, canlı varlıkların birdenbire salt rastlantısal olarak ortaya çıktıklarına ve ortaya çıktıktan sonra genel kaos içinde kendi varlıklarını, sürdürmeye muktedir olduklarına inanmamız beklenmektedir: Hayatın pre-biyolojik organik bileşiklerin sulu bir çorba sından kaynaklandığını ve canlı organizmaların daha sonra bu bileşiklerin çevrede m evcut olan miktarlarını hücrelere dönüş-türen zarlar (membrane) tarafından meydana getirildiğini varsaymak gayrimakul değildir. Bu umumiyetle organik (T)arw ind ) evrimin başlangıç noktası sayılmaktadır.Bunu kolayca görebiliriz, değil mi bir araya gelen ve kendilerini zarlarla kuşatan organik bileşikler (bu becerikli bileşikler için hiçbir şey bundan daha basit olamaz) ve bakın! işte hücre, bir kez hücre doğdu mu, biraz zaman alsa da, Şhakespeare in doğuşunu durduracak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, mucizelerden söz etmeye ihtiyaç yoktur yahut herhangi bir bilgi eksikliğini kabul etmeye. Azametli bilim adamı ünvanına hak iddia eden insanların öylesine disiplinsiz ve pervasız spekülasyonları bilimsel bilgiye katkı diye sunmaya cüret etmeleri ve bu işi kapıp götürmeleri! çağımızın büyük paradokslarından biridir.

Büyük nüfuz sahibi' psikiyatrist, müteveffa Dr. Kari Stern şu yorumu yapıyordu: Eğer, tartışmanın hatırı için, evrim kuramım en bilimsel bir formiilasyon içinde sunarsak, şuna benzer bir şey söylemek zorundayız: Zam anın belirli bir uğrağında Yer in ısısı karbon atomları ve oksijen ile nitrojen-hidrojen bileşimlerinin kümelenmesi için çok uygun duruma geldi, hayatın meydana gelmesi için en uygun biçimde inşâ edilen büyük molekül kümelerinin gelişigüzel vuku bulması görüldü, ve o noktadan yoluna alabildiğınce devam etti, tâ ki tabiî ayıklama ameliyeleriyle sonuçta bir varlık ortaya çıkıncaya kadar. Aşkı nefrete, adaleti adaletsizliğe tercih eden, Dante gibi şiir yazan, Mozart gibi müzik besteleyen ve Leonardo gibi resim yapan bir varlık.şüphesiz, böyle bir cosmogenesis (âlemin-yaradılışı) görüşü çılgıncadır. Çılgınlığı argo küfür anlamında değil, ruh hastalığının (psychotic) teknik anlamında kullanıyorum. Hatta böyle bir görüşün şizofrenik düşüncenin belirli yönleriyle birçok ortak noktası vardır.Ne var ki, bu tür düşünce nesnel bilim olarak sadece biyologlara değil, Yeryüzündeki beşerî varoluşun köken, anlam ve maksadı hakkındaki hakikati bulmaya istekli herkese sunulmakta ve özellikle, dünyanın her yanında, hemen hemen bütün çocuklar tasvir edilegelen biçimde beyin yıkamaya tabi tutulmaktadır.

Gözlem yapmak ve gözlemlerini rapor etmek bilimin görevidir. Bütün doğrudan gözlem imkânlarının dışında olan Yaratıcı, akıllar yahut tasarımcılar gibi sebep olucu vasıtaların mevcudiyetini kanıtsız kabul ettirmek onun için yararlı değildir. Bakalım, gözlemlenebilir sebeplerle olguları ne kadar açıklayabiliriz ilkesi fevkalâde makul ve hatta çok verimli bir metodolojik ilkedir. Ne var ki, Evrimcilik metodolojiyi bütün yük-sek ehemmiyet dereceleri imkânını exhypothesi dışlayan bir imana dönüştürmektedir. Açık biçimde insanlığı içine alan bütün tabiat başka hiçbir şeyin değil, rastlantı ve zorunluluğun eseri sayılmaktadır; onda ne anlam, ne maksat, ne de akıl vardır hiçbir şeye delalet etmeyen, bir budalanın söylediği hikaye. Bu İmandır ve onunla çelişen bütün gözlemler ya ihmal edilmek veya îmanı yüceltecek biçimde yorumlanmak zorundadır. Bugün sunulduğu haliyle Evrimciliğin bilimde hiçbir temeli yoktur. Yüksek dereceli rahiplerinden bir çoğunun bizzat vazettikleri şeye inanmadıkları, özel olarak itibardan düşürülmüş bir din olarak tanımlanabilir o.

Yaygın inançsızlığa rağmen, bilimsel evrim bilgisinin herhangi bir yüce inanca yer bırakmadığında ısrar eden doktriner propaganda saltanatını sürdürmektedir. Yeni Britannica Ansiklopedisi ndeki (1957) Evrim maddesi Evrimin kabulü başlıklı bir bölümle sona eriyor: Evrime itirazlar, teolojik ve, bir zaman için, politik hareket noktalarından gelmektedir.Bunu okuyunca, en ciddi itirazların sayısız biyologlar ve güvenilirliklerinden şüphe edilmeyen diğer bilginlerden geldiğine kim şüphe duyabilir? Onları zikretmenin akıllıca olmadığı açıkça düşünülmekte, salt bilimsel zeminde evrimin mükemmel bir reddiyesini sunan Douglas Dewar The Transformist Illusion (Dönüşümcü Yanılsama) başlıklı eseri gibi kitaplar, konu hakkındaki bibliyografyalara dahil edilmek için uygun görülmemektedir.

Evrimcilik bilim değildir; bilim-kurgu, hatta bir çeşit muzipliktir. Çok başarılı bir hiledir ve modem insanı bilim ile din arasında uzlaşmaz bir çatışmaya benzeyen bir konuma hapsetmiştir. İnsanlığı yücelten bütün inançları yok etmiş ve onların yerine insanlığı aşağı çeken bir inanç ikame etmiştir.
Nil admirari. Rastlantı, zorunluluk ve faydacı tabiî ayıklama mekanizması tecessüslere, inanılmazlıklara ve gaddarlıklara yol açabilir, ama bir başarı olarak hayran olunacak hiçbir şeye götürmez tıpkı piyangoda kazanmanın hayranlık uyandırmaması gibi. Ortada yüksek ve aşağı hiçbir şey yoktur; bazı şeyler diğerlerinden rastlantı kabilinden daha karmaşık olsa da, herşey birbirinin aynıdır. Herşeyi sadece ve tek başına, uyarlanma ve hayatta kalma için tabiî ayıklama ile açıklama havasındaki Evrimcilik, ondokuzuncu yüzyıl materyalist faydacılığının en aşırı ürünüdür.

Yirminci yüzyıl düşüncesinin kendisini bu sahtekarlıktan kurtarmadaki iktidarsızlığı, Batı medeniyetinin çöküşüne sebep olabilecek bir başarısızlıktır. Çünkü hiçbir medeniyetin konfor ve hayatta kalma faydacılığını aşan anlam ve değerlere bir inanç yani bir dinî iman olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Martin Lings e kulak verelim: Modern dünyada dinî inancın kaybedilişi vakalarının çoğunun en yakın sebep olarak herhangi bir başka şeyden çok evrim teorisine dayandığı hususunda çok az şüphe olabilir. Şaşırtıcı görünse de, birçok insanın hâlâ hayatlarım gayretsiz ve kararsız bir din ve evrimcilik kombinezonu içinde sürdürdükleri doğrudur. Ama daha mantıkî bir zihne sahip olanlar için, bu ikisi arasında, yani insanın düşüşü öğretisi ile insanın yükselişi öğretisi arasında bir seçme yapmak ve seçilmeyeni bütünüyle reddetmekten başka bir tercih yoktur...

Milyonlarca çağdaşımız, birçoğuna okullarda öğretildiği gibi, evrimin bilimsel olarak kanıtlanmış hakikat olduğu gerekçesiyle, evrimciliği seçmişlerdir; onlarla din arasındaki girdab, dindar insanın, kendisi bir bilim adamı olmadıkça, kendisiyle onlar arasında, bilimsel düzlemde olması gereken başlangıç argümanını doğru koyarak bir köprü kuramaması yüzünden daha da açılmaktadır.Eğer bilimsel düzlemde değilse, yuhalanacak ve her türlü bilimsel jargon kulanılarak susturulacaktır'. Ne var ki, işin hakikati başlangıç argümanının bilimsel düzlemde olmaması gerektiğidir; felsefi olmak zorundadır o. Basit olarak şu demektir : deney yoluyla ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen kapsamlı açıklayıcı kuramlara daldığı zaman, tasvirî bilim gayriilmî ve gayrimeşru olmaktadır. Bu tür kuramlar bilim değil, imandır....
------------------------------------------
İki Tip Problem
......
Bugün birçok insan yeni bir manevî toplum temeline, yeni bir ahlâk temeline çağırmaktalar. Yeni dedikleri zaman, yeni icatları değil de insanın yüksek melekelerinin geliştirilmesini ve onların uygulanmasını gerektiren ıraksayan problemlerle uğraştıklarını unutmuş görünüyorlar. Bazıları günahla yükselir ve erdemle düşer bazıları, diyor Shakespeare Kısasa Kısas ta : erdemin iyi ve günahın kötü olduğuna (ki öyledirler!) karar vermek yeterli değil, der; önemli olan bir insanın yüksek güçlerine (imkânlarına) mı yükseldiği, yoksa onların uzağına mı düştüğü meselesidir. Normal olarak, insan erdemle yükselir; ama eğer erdem sadece dışsal ve iç kuvvetten yoksun ise, onları sadece kayıtsızlığa sürükler ve gelişmede başarısız olurlar; aynı biçimde, olağan ölçülere göre günah olan, eğer sarsıntısı insanın daha önce uykuda olan yüksek melekelerinin uyanmasına sebep oluyorsa, o çok önemli gelişme işlemini harekete geçirebilir.
Doğu geleneklerinden bir alıntı yaparsak, İnsan düştüğü yerden kalkar (yahut düştüğü şey ile kalkar) diyor Kular nava Tantra. Dante ve Shakespeare in de önde gelen temcilcilerinden olduğu tüm geleneksel bilgelik olağan, hesapçı mantığı aşar ve İyi yi (Güzel/Hayırlı), yüksek melekelerimizi geliştirmek suretiyle hakiki insanlar olmamıza yardımcı olan diye tanımlar kendinin farkındaolma ya bağlı ve onun bir parçası olan yüksek melekelerimizi. Onlar olmaksızın, hayvanlar âleminden farklı bir insanlık yoktur ve İyi nedir sorusu kendini Darvvinci uyarlanma ve hayatta kalma sorularıyla, mutluluğun konfor ve heyecan sınırlarını aşmadığı en büyük sayının en çok mutluluğu faydacılığına indirger.
Ne var ki, insanlar gerçekte bu indirgemeleri kabul etmezler. Hatta, iyice uyarlanıp bol miktarda konfor ve heyecanla yaşayıp giderken, bir yandan da sormaya devam ederler İyi nedir? İyilik nedir? Şer nedir? Günah nedir? Değerli bir hayat yaşamak için ne yapmalıyım? Bütün felsefede, ahlâktan daha fazla düzensizlik içinde olan başka hiçbir konu yoktur. Nasıl davranacağı konusunda irşat edilmek isteyip ahlâk profesörlerine yönelen kimse zırnık bile elde edemez; sadece bir görüşler seliyle karşılaşır. Bir iki istisna ile, yeryüzünde insan hayatının maksadına dair bir ön aydınlatma olmaksızın ahlâk alanındaki araştırmalarına koyulurlar.
Bir maksat fikri olmadan neyin iyi veya kötü, doğru veya yanlış, erdemli veya şer olduğuna karar vermenin mümkün olmadığı aşikârdır: ne için iyi? Maksada dair suali sormak natüralistik yanılgı olarak adlandırıldı erdem kendi kendisinin ödülüdür! İnsanlığın büyük öğretmenlerinden hiçbiri böyle bir baştan savma ile tatmin olmazdı. Eğer bir şeye iyi deniyor ve hiç kimse onun ne için iyi olduğunu söyleyemiyorsa,ona ilgi duymam nasıl beklenebilir? Eğer kılavuzumuz, izahlı Hayat Haritamız, İyinin nerede bulunduğunu ve ona nasıl ulaşılabileceğini bize gösteremiyorsa, beş para etmez....
E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz

İZ Yayıncılık

Çeviri:Mustafa Özel

 
Devamını Oku »

İnsan ve Kainat

İnsan ve Kainatİnsan boş bir uzayda değil, remizlendirilmış, donatılmış, hazır ve anlaşılır kılınmış bir uzayda yaşamaktadır. Bu uzay birçok değerler sistemi içer­mektedir. Her bin ortak ve farklı dilleri (temel dönüşüm ve çevrim elemanlarına) sahip olan bu değerler sistemleri, insan zihni ile de dö­nüşümsel bir anlaşılırlık çevrimbirimlerine haizdir. Yani insan zih­ni, kâinatı birtakım işaretler ve simgeler yoluyla tanımakta ve anlamaktadır. Ayrıca doğal sistematikleri dışında kâinatta bulunan herşey insan için ve insana göre, yani İnsanî değerler sistemi açısında da apayrı anlam ve ibaretlere haizdir. Kimi şeyler iyi,kimileri kötüdür,kimileri yararlı,kimileri ise zararlıdır.

Sözgelimi yıldızlar insanlar açısından salt basit birer gök cismi olmanın ötesinde gecelerini süsleyen,ışıtan,yön ve zaman belirten,bir derinlik ve estetik duygusu veren işaret ve simgeleride içermektedirler. Çiçekler salt basit birer bitki değil, gü­zellik, koku, renk, uyum gibi nice değerlerin de çağrışım kaynağıdırlar. Kuşlar hem bir uçma özlemi, hem estetik birer simge, özgürlük ve ka­yıtsızlığın işarederidir. Altın özde sıradan bir madendir. Onun az bulunurluğu yanında fizikî olarak da soy nitelikleri, onu benzerleri içe­risinde seçili kılmakta ve farklı bir kategoriye yerleştirilmesine neden olmaktadır. Oysa insanoğlu için anlam ve değeri çok farklıdır. Bu ör­nekler hemen her nesne ve varlığa teşmil edilebilir.

Kâinatı oluşturan değerler sistemi, onu anlaşılır ve güvenilir kı­lan değişmez bir sürekliliğe dayanmaktadır. Aksi halde bu sistemin insan açısından anlaşılması mümkün olmayacağı gibi, insanoğluna geçmiş ve gelecek hakkında da bir yön ve hedef arzusu verilemeye­cek; toplumsal ve tarihsel bir süreklilik sağlanamayacaktı. Yani Ga­zali ve Hume’un farklı ve birbirine zıt amaçlarla da olsa vurguladıkları gibi olmayıp, pamuk ateş tarafından yakılmakta ve güneş her gün do­ğudan doğmaktadır. Bu ise ne Allah’ın iradesine bir halel getirmekte, ne de bizi bilimsel arayışlarımıza temel olan merak ve kuşkudan yoksunlaştırmaktadır. Tam aksine bunlar, Descartes ve Leibniz’in de vur­guladıkları üzere bize bir güvenlik ve değişmezlik duygusu kazan­dırarak, kâinatı bize karşı emin kılmaktadır. İnsan temel hayatî ihtıyaçlarını, dışındaki bu kendi bilinci ve emeğinin mahsulü olmayan sistemden sağlamakta olduğu gibi, bu sistemi yorumlayarak yeniden üretimlere dönüştürülebilecek yeteneklere dc sahiptir. İnsanî değerler sistemi kâinatla bir tür mutabakat sağlasa bile, yine de onu aşkın bir hedefe yöneliktir; belli bir seviyeden sonra kâinat insanın ayaklarının dibinde kalacak ve insan, kâinatı aşkın bir karşılık arayacaktır kendisine. Bilindiği gibi bir çok nebi, resul, peygamber, rehber, öncü, dev­rimci ve yeterince ifade edemedikleri yüce bir yaratıcıya doğru yola koyulan her mertebedeki kişinin yüreğini tutuşturan ışık, zihinlerini dolduran sesleniş, temeldeki beşeri niteliklerini sürdürmelerine rağmen, toplumu ve kâinatı hiçe sayan ve ilahi gerçekliğe doğrudan ulaşmak isteyen doyumsuz azimlerinden başka bir şey değildir.

 

Ümit Aktaş,İnsan ve İslam
Devamını Oku »

İnsan İle Tabiat

Söze "insanla tabiat arasındaki ilişki..." diye başlamak, bu sözü söyleyenin tümüyle batılı bir kafa yapısı sahibi olduğunu göstermeye yeter. İnsan ve tabiat ayrı­mı yapıldıktan sonra ister bu iki unsuru birbiriyle düşman isterse ahenkli bir bütünlük içinde kavrayınız Kar­tezyen düalizmin içine düşmüş olursunuz. Yani artık ka­fanız bu günkü batı bilimini bu yüksek noktaya getirmiş olan tarzda çalışmaya başlamıştır. Böyle düşünmekle yıl­dızlar arası seyahati mümkün kılacak bir gelişmeye, mikro organizmalar arası ilişkilere karışabilen bir güce erişebilirsiniz. Ama, "ben" ve "dünya" ayrımı yapmış ol­makla kaybettiğimiz huzurunuzu bir daha hiç bulamıya-caksınız.

17.yüzyılda, yani kapitalizmin şafağı dediğimiz çağda yaşamış olan René Descartes, batı biliminin hızla gelişmesini mümkün kılan düşünme metodunu getirdi: Ruh ve madde ayrımının uzantısı olarak, birbirinden ay­rı ve bağımsız iki alan kabul ediyordu Descartes. Bunlar­dan biri bilen, bilme işini yapan zihin (res cogitans) öteki de bilinen, bilmeye konu olan madde alemi (res extensa) idi. Kartezyen düalizm bilim adamlarına kendileri dışın­daki her şeyi ölü sayma, üzerinde deney yapabilme ruh­satı verdi. Bir tarafta insan vardı, bir tarafta ise tabiat.

Böyle bir ayrım yapınca tabiat nesnel, yani objektif ola­rak tasvir edilebilir, ölçülebilir, üzerinde değişiklik yapı­labilir bir kavram olarak insanların kafasına yerleşti. Yalnız bilim adamları değil, biraz mürekkep yalamış herkes tabiat diye bir soyutluk olduğuna, bu soyut varlı­ğın objektif bir tasvirinin yapılabileceğine inandı. Sanki bu tasviri "insan" gibi noksan bir varlık yapmıyormuş, Ölçüleri koyan kendisi de ölçüme tabi değilmiş gibi bir anlayış egemen oldu. Nitekim ateist hümanizm "ölçü koyan" insanı ölü tabiat karşısında en üstün pozisyona "tanrılık katına” yerleştirmekte tereddüt etmedi. Aynı şekilde, ateist hümanizmin anlayışı içinde kartezyen ka­fanın türettiği tabiat kavramı tanrısal yüklemi de üzeri­ne almış oluyor, "tabiat kanunu" sözü "âdetullah" kavra­mı yerine ikame ediliyordu.

Bugün modern batı bilimi kartezyen öncüllerle di­namizmini muhafaza edemiyor. İzafiyet nazariyesi, nük­leer fizik ve modern mantık alanındaki gelişmeler ben ve dünya İkilisiyle düşünmenin yanlışlığı, bırakılması, yeni düşünme biçimi alanlarına girilmesi gibi mesafeler katettirdi insanlara. Ama kartezyen mantığın yanlışlığı­na yine o mantığın sınırlarına ulaşmak suretiyle, evrenin mekanik açıklamasının yetersizliğine yine bu açıklama­ların kazanımları üzerinde hareket etmek suretiyle vardı insanlar.

Madem batı düşüncesi, teorisi, pratiği, şusu busuyla bizzat batılılar tarafından anlaşılmıştır da niçin batı batılı olmaktan vazgeçmiyor diye düşünülebilir. Nitekim, bu yolda yürünmüyor da değil. Bugün İslâm da dahil olmak üzre metropol ahalisi üzerinde doğu düşüncesinin gerek mistik gerekse rasyonel yollarla etkisi hesaba katılır ölçüde. Ama bir zıtlık, bir çatışkı yaşıyoruz bu alan­da. Batı düşüncesini terketmenin gerekliliğini görecek kadar kafası gelişen insanlar artık doğu düşüncesini be­nimseyebilecek saflığı, hayranlığı kaybetmiş oluyorlar. Doğu düşüncesini saflıkla ve gerekli hayranlığı elde tu­tarak kendi bünyesinde yaşatmaya hazır kafalar da müs­tevli batı zihniyetinin bütün zokalarını yutacak kadar te­dariksiz. Çünkü bütün boyutlarıyla yaşayan bir gelenek­sel çevre, külliyen tanıyabileceğimiz doğu atmosferi yok. Öyleyse kendimizi aldatmacaya kaptırmadan "bu belli şartlarda" ne yapılacaksa yapmaya girişmek, çağı­mızı göze almak zorundayız.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »