Hakikatli Düşünce Olmadan Haklı Düşünce Olamaz

Hakikatli Düşünce Olmadan Haklı Düşünce Olamaz.

Hakikat üzerine fikri olmayanların Hak üzerine konuşmaları olanaklı değildir. Hak, zâttır; hakikat sıfat; her zât, sıfattan -ki tecellisidir- hareketle idrak edilir. Eskiler "Hakikatli adam" derlerdi. İşte Hakikatli düşünce olmadan Hak-lı düşünce olamaz. Bu nedenle, mevcudu/doğası olmayan bir düşüncenin vucudu/makulu da masalımsıdır. Hep söylüyorum, suğraları olmayan bir düşüncenin kubraları sislidir; pusludur. Bugünkü Türkiye'de durum budur. Bugün için Türkiye'de yapılması gereken ilk şey, İslam'ı yalnızca bir din olarak değil bir dünya görüşü olarak idrak etmeye başlamaktır. Gerisi kendiliğinden gelir.

İhsan Fazlıoğlu-Sözün Eşiğinde

 
Devamını Oku »

Osmanlı Medreselerinde Bilim Yok muydu ?

 Osmanlı Medreselerinde Bilim Yoktu İddialarına Cevap


…………..


Doğrudan Osmanlı medreselerine gelmek istiyorum. Yine bir iddia mevcut ortalıkta: Osmanlı medreselerinde bilim yoktu; daha çok dinî ilimler vardı. Hatta Baron de Tott’un bir sözü var; bir Molla’ya “Bir üçgenin iç açılarının toplamı kaçtır” diye sordum. O da “üçgenine göre değişir” diye cevap verdi. Ne dersiniz?


İ.Fazlıoğlu:Öncelikle, insan kendi medeniyetine ilişkin konuşurken taraf olmak zorundadır. Evet dürüst olabiliriz; ama tarafsız olamayız. İkincisi, bir gülle bahar gelmez. Dolayısıyla bir Baron de Tott örneğinden hareketle tüm medeniyet yargılanmaz. Üçüncüsü, soru sorulan kişi bir molla değil, yeni kurulan bir askeri mektepte eğitim verilmesi düşünülen yetenekli bir gençtir. Her medrese talebesinin Bursalı Kadı-zâde’nin Şerh eşkâl el-te’sîs’ini geometride iktisâd rütbesinde ders kitabı olarak okuduğu bilindiğine göre, böyle bir cümleyi tartışmak bile abestir. Dördüncü olarak, müsaadenizle bir fıkra anlatarak giriş yapayım. Komşusu Nasreddin Hoca’dan eşeğini istemiş, hoca da “yok” diye cevap vermiş. O sırada eşek anırınca, adam “bak işte eşek burada”; hoca da “Sen bana mı inanıyorsun eşeğe mi?” diye söylenmiş. Şimdi, biz Yazma Kütüphanelerinde bulunan binlerce yazmaya mı inanacağız; yoksa Baron de Tott’un iddiasına mı?.


Bu tür espirileri çok sık yapıyor onun gibileri. Bir örnek vereyim, Kanûnî Sultan Süleyman zamanında Ferdinand I,’in sefiri olarak İstanbul’da bulunan Baron de Busbecq hatıratında “Türkler bizde icat edilen bir çok yeni şeyi aldılar, geliştirdiler. Ancak Kura’nın değeri düşer diye matbaayı, ezan’ın değeri düşer diye otomatik-mekanik saati almaktan kaçındılar”, demektedir. Şimdi Busbecq’in yaşadığı döneme bakıyorsunuz; bu satırların yazıldığı tarihten üç yıl sonra İstanbul’da İstanbul Rasadhanesi’nin kurucusu matematikçi-astronom Takiyüddin Râsıd, bir Osmanlı müderrisi olarak dünya tarihinde bu sahada ilk üçe girebilecek el-Kevâkib el-dürriye fi vaz’ el-benkâmât el-devriyye adlı eseri kaleme almıştır ve burada mekanik saatlerin çeşitlerinden ve onların geometrik çiziminden ve yapımından bahsetmiştir.


Eser, Sevim Tekeli Hanımefendi tarafından 1966 yılında Arapça metin, İngilizce ve Türkçe tercümesiyle beraber yayınlanmasına rağmen bu konuda hala Busbecq’in iddiasına atıf yapanlar var Türkiye’de…Gelelim Tott’un dediğine. Yazdıklarının siyasî bağlamı bir yana; ilmî açıdan üçgenin iç açıları tabiki üçgenine göre değişir. İç bükey bir üçgende yüzseksen dereceden küçüktür, dış bükey bir üçgende yüzseksen dereceden büyüktür. Ama Tott’un mensup olduğu Yeniçağ Avrupa bilimi bundan haberdar değildi, ta 1850’lerden sonra Öklit dışı geometriler ortaya çıkıncaya kadar. İslam medeniyetinde küresel trigonometri kurulmuştu; öyle açı çeşitleri ve buna bağlı unsurları tartışmışlardır ki, üçgenin iç açıları basit bir meseledir burada. Evet bu tartışmalar felsefî bir zeminde cereyan etti, hiç bir zaman Lobachevski ve Riemann gibi farklı Öklit dışı geometriler inşa edilmedi; ancak Müslümanlar bu bilgilerini astronomi aletlerine bile yansıttılar.


Şöyle diyebilir miyiz?. Osmanlılarda, sizin tabirinizle kendi çerçeveleri içinde, bir ilmî faaliyet vardı. Ancak bunun sosyal ve siyasî hayata aktarımı zayıftı. Bunun da niye böyle olduğu, övgü ve sövgü mantığının dışında tarihi açıdan araştırılmalıdır.


İ.F:Tabii. Osmanlılar kendi çerçeveleri içinde güçlü bir ilmî hayata sahiptiler. Ancak daha önce söylediğim gibi klasik bilgi teknik üretmek için değil eşyanın hakikatını tespit için vardır. Bu sahip olunan bilginin sosyal ve siyasi hayata yansıması yoktur anlamına gelmez. Ama nihaî hedef bu değil. Mesela, hendese nazarîdir, eşyanın hakikatine ilişkin bir araştırmadır. Misâha ise hendesinin tatbikidir. O açıdan, yeri geldiğinden dolayı söyleyeyim, Osmanlı mimarisinin matematik temelleri Osmanlı dönemi misaha kitapları dikkate alınmadan tespit edilemez. Övgü ve sövgü mantığına gelince... Malzemesi üzerinde çalışılmamış bir tarihi dönem hakkında hüküm vermek ne derece ilmîdir. Mesela, son zamanlarda Rahmetli Cevad İzgi'nin Osmanlı Medreselerinde İlim adlı iki ciltlik bir eseri çıktı. Bu eserle beraber en azından malzeme düzeyinde bazı eksiklikler belirli bir oranda kalktı. Yazmalara dayalı bu çalışmayla Osmanlılarda hangi ilmi eserlerin mütedavil olduğu, okunduğu ve bunun mekanizması ortaya kondu.


.........


İhsan Fazlıoğlu - Soruların Peşinde (Parpense Yay.)

Devamını Oku »

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz Adlı Eserinden Alıntılar

 

 

 

Felsefi Haritalar Üzerine

...Modern materyalist bilimcilik (scientism) tarafından üretilen haritalar, gerçekten ehemmiyeti olan bütün sualleri cevapsız bırakmaktadır. Daha kötüsü, mümkün bir cevaba götürecek bir yol bile göstermemektedir: suallerin geçerliliğini inkâr etmektedirler. Yarım yüzyıl önce benim gençliğimde durum yeterince vahim idi; şimdi daha da kötü, zira bilimsel yöntemin bütün konulara ve disiplinlere hep gün daha şiddetli uygulanması kadim bilginin (hikmetin) son artıklarını bile tahrip etti en azından Batı dünyasında.

Bilimsel nesnellik adına, değerlerin ve anlamların savunma mekanizmalarından ve tepki oluşumlarından başka birşey olmadığı ,insanın kodlanmış enformasyonu muhafaza için çok büyük depo kolaylıkları olan bilgisayarlara eneıji veren bir yanma sistemi ile güçlendirilmiş karmaşık bir biyokimyasal mekanizmadan başka bir şey olmadığı yüksek sesle ilan edilmektedir. Hatta Sigmund Freud bizi temin etti ki yalnızca şunu kesinlikle biliyorum ki, insanın değer yargıları mutlak olarak mutluluk arzularınca yönlendirilmektedir, dolayısıyle onların yanılsamalarını (illusions) kanıtlarla desteklemek için yapılan girişimlerdir sadece.Maurice Nicoll gibi birden bire bu iç ilhama mazhar olup, ne, denli bilgili olursa olsun bu gibi sözleri söyleyenlerin gerçekten ehemmiyetli olan şeyler hakkında hiçbir şey bilmediklerini farketmedikçe, nesnel bilim adına öne sürülen böylesi ifadelerin baskısına nasıl dayanılabilir? İnsanlar ekmek istiyorlar ve kendilerine taş ikram ediliyor.

Kurtulmak için ne yapmaları gerektiğine dair öğüt dileniyorlar, fakat kendilerine kurtuluş düşüncesinin anlaşılır bir muhtevadan yoksun ve çocukça bir nevrozdan başka bir şey olmadığı söyleniyor. Sorumlu kişiler olarak nasıl yaşayacaklarına dair kendilerine yol gösterilmesini arzu ediyorlar ve kendilerine hür iradeleri, dolayısıyle sorumlulukları olmayan bilgisayar benzeri makinalar oldukları söyleniyor. Bugünkü tehlike diyor aklı başında psikiyatrist Dr. Viktor E. Frankl, bilim adamının külliyi kaybetmiş olmasında değil, aksine bütünlük görüntü ve iddiasında yatmaktadır... Dolayısıyla üzüldüğümüz (ve taraftar olmadığımız) husus bilim-adamlarının uzmanlaşıyor olması değil, daha ziyade uzmanların genelleme yapıyor olmasıdır. Yüzyıllar süren teolojik emperyalizmden sonra, şimdi üçyüz yıllık çok daha mütecaviz bilimsel emperyalizmimiz var, ve sonuç bilhassa gençler arasında şaşkınlık ve zihin karışıklığıdır ki her an medeniyetimizin çökmesine sebep olabilir. Günümüzün gerçek nihilizmi diyor Dr. Frankl, indirgemeciliktir (reductionism)... Çağdaş nihilizm artık hiçlik kelimesini saklamıyor; bugün nihilizm sadece...lik çilik olarak kamufle edilmiştir. Beşerî olgular böylece yan olgulara dönüştürülmüştür.

........

Avrupanın yakın zamanlardaki filozofları nadiren sadık harita-yapıcıları oldular. Meselâ modern felsefenin kendisine çok şey borçlu olduğu Descartes (1595-1650) kendi kurgusu olan görevine çok farklı bir şekilde yaklaştı. Dedi ki: Hakikate doğrudan giden yolu arayanlar, aritmetik ve geometrinin kanıtlarına denk bir kesinliğe sahip olamadıkları herhangi bir nesne için canlarını sıkmamalıdırlar.Sadece zihnî kuvvetlerimizin, emin ve şüphesiz bilgisi için yeterli göründüğü nesnelere dikkatimizi yöneltmeliyiz.Modern akılcılığın babası olan Descartes, Aklımızın tanıklığı dışında, hiçbir zaman kendimizi ikna edilme yolunda koyvermemeliyiz görüşünde ısrarlıydı. Ayrıca muhayyilemizden veya duyularımızdan değil aklımızdan söz ettiğini özellikle vurguluyordu. Aklın yöntemi çapraşık ve belirsiz önermeleri adım adım daha basit olanlara indirgemek, sonra mutlak olarak basit olanların sezgisel kavranışından başlayarak, tamamen aynı adımlarla diğer bütün önermelerin bilgisine yükselmeye çalışmaktır. Bu, hem güçlü hem de ürkünç derecede dar bir aklın programıdır. Bu aklın darlığı şu Kural tarafından daha da açık olarak gösterilmektedir: İncelenecek meselelerde eğer anlayışımızın sezgisel bir kavrayışa yeterli olamadığı bir kademeye gelirsek, orada durmalıyız. Daha sonrasını incelemeye yeltenmemeliyiz; böylelikle gereksiz yere uğraşmamış oluruz.

Descartes, ilgisini herhangi bir şüphe imkânından uzak, sahih ve kesin bilgi ve düşüncelerle sınırlıyor, çünkü birinci derecedeki meselesi bizim tabiatın efendileri ve sahipleri olmamız gerektiğidir. Şu veya bu yolla miktarı ölçülmedikçe hiçbir şey kesin olamaz. Jacques Maritain ın belirttiği gibi, Descartes için tabiatın matematik bilgisi, gerçekte eşyanın (şeylerin) ilk ilkeleriyle alakalı suallere cevap vermeyen olguların belirli bir yorumu değildir. Onun için bu bilgi bizzat eşyanın özünün açığa çıkarılmasıdır. Bunlar geometrik uzatma ve mevzii (local) hareketle ayrıntılı olarak tahlil edilir. Fiziğin bütünü, yani bütün tabiat felsefesi geometriden başka birşey değildir.

Böylelikle Kartezyen kanıtlama doğruca mekanikçiliğe gider. Tabiatı makinalaştırır; onu tahrif eder; eşyanın ruhu simgelemesine, yaratıcının dehasından nasiplenmesine, bizimle konuşmasına sebep olan her şeyi imha eder. Evren, dilsizleşir.Dünyanın, bütün hakikatin şüphe taşımayan hakikatten ibaret olmasına göre yaratılmış olduğunun hiçbir teminatı yoktur. Hem kimin hakikati, kimin anlayışı olacaktır o? însanın. Herhangi bir insanın mı? Bütün insanlar hakikatin bütününü kavramak için yeterli midirler? Descartes m gösterdiği gibi, insan aklı kolaylıkla kavrayamadığı herşeyden şüphe edebilir ve bazı insanlar şüpheye diğerlerinden daha yatkındırlar. Descartes gelenekle bağlarını kopardı, herşeyi bütünüyle temizledi ve herşeyi bizzat kendisinin bulacağı şekilde yeniden başlamayı üstlendi. Bu kibir türü Avrupa felsefesinin üslubu oldu.
-------------------------

 

Varlık Düzeyleri
........
Canlı ile cansız arasındaki farkı değerlendirmenin zorluğu boşuna değildir; şuuru hayattan ayırmak daha zordur; kendinin farkında olma ile şuur arasındaki (yani y ve z arasındaki) farkı anlamak, tecrübe etmek ve değerlendirmek ise büsbütün zordur. Zorluğun sebebi pek uzakta değil: yüksek olan daha aşağıdakini içerir ve dolayısıyla bir anlamda kavrar iken, hiçbir varlık kendisinden daha yüksek olan bir şeyi anlayamaz. İnsanoğlu gerçekte daha yükseğe doğru uzayabilir ve aşk, korku, hayret, hayranlık ve taklit vasıtasıyla bir büyüme sürecine sebep olabilir; ve daha yüksek bir düzeye ulaşmakla kavrayışını genişletebilir daha sonra bizi epey meşgul edecek bir konudur bu. Fakat kendinin farkında olma gücü (z) fazla gelişmeyen insanlar, onu ayrı bir güç olarak kavrayamaz ve şuurun (y) hafif bir uzantısı zannederler. Böylece bize sayısız insan tanımı sunulur: lüzumsuzca büyük bir beyine sahip çok zeki bir hayvan veya alet-yapan bir hayvan, siyasal bir hayvan, tamamlanmamış bir hayvan veya sadece çıplak bir maymun. Kuşkusuz, bu tanımları neşe içinde kullananlar kendilerini de tanimlarına dahil ediyorlardır ve böyle yapmaları büsbütün sebepsiz değildir. Diğerleri için ahmakça bir şeydir bu, tıpkı bir köpeği havlayan bir bitki veya koşan bir lahana olarak tanımlamak gibi. Modern dünyanın vahşileşmesine hiçbir şey, bilim adına insanın çıplak maymun gibi yanlış ve alçaltıcı tanımlamalarından daha fazla yardımcı olamaz. İnsan böyle bir yaratıktan, diğer çıplak maymunlar dan, veya hatta kendisinden ne bekleyebilir? İnsanlar hayvanlardan hayvan makinalar olarak söz edince, bir süre sonra buna göre davranmaya başlarlar; insanları çıplak maymun olarak düşününce de, vahşiliğin serbestçe içeri girmesi için bütün kapılar açılmış olur.

Nasıl bir esercik şu insan! Muhakemede ne de soylu! Melekelerinde nasıl da sonsuz! Kendinin farkında olma gücü yüzünden, melekeleri gerçekten de sonsuz; bugün söylendiği gibi, onlar dar anlamda belirlenmiş, sınırlanmış veya programlanmış değillerdir. Werner Jaeger, beşerî bir potansiyel bir kez idrak edildi mi mevcuttur o, ifadesiyle derin bir hakikati dile getirmişti. İnsanı en büyük beşerî başarılar tanımlar sıradan işler, herhangi bir ortalama davranış veya başarı ve hele hele hayvanların gözlenmesinden türetilebilecek herhangi birşey değil. İnsanların hepsi mümtaz olamaz diyor Dr. Catherine Roberts, Ancak bütün insanlar, daha üstün insanlık bilgisiyle insan olmanın ne demek olduğunu ve bu hususta kendilerinin de bir katkıları olabileceğini bilebilirler. Bir insanın, elinden geldiği kadar insan olması muhteşem bir şeydir. Bunun için bilimin yardımı da gerekmez. Ayrıca, bizzat insanın kendi potansiyelini farketmesi gerçeği daha önce olmuş olana nisbetle bir ilerleme sayılabilir.

Bu açık-uçluluk, sarih olarak insana özgü olan kendinin farkında olma (z) güçlerinin şahane sonucudur, hayat ve şuur güçlerinden farklı olarak hiçbir otomatik veya mekanik hususiyetleri olmayan güçler....
------------------------------------

İlerlemeler
......
Bütünleşme derecesi, iç tutarlılık ve güçlülük derecesi, farklı düzeylerdeki varlıklar için mevcut olan dünya türüyle yakından ilgilidir. Cansız maddenin hiç bir dünyası yoktur. Tam edilgenliği dünyasının tamamen boş olmasına muadildir. Bitkinin kendine göre bir dünyası vardır bir parça toprak, su, hava, ışık ve muhtemelen diğer etkiler onun mütevazi biyolojik ihtiyaçlarıyla sınırlı bir dünya. Daha yüksek olan hayvanlardan herhangi birinin dünyası, hayvan psikolojisi incelemelerinin genişçe gösterdiği gibi, her ne kadar hâlâ esas olarak biyolojik ihtiyaçlar tarafından belirleniyorsa da, öncekilerle karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir. Fakat, hayvanın dünyasını dar biyolojik sınırların ötesine genişleten merak gibi daha fazla bir şey var aynı zamanda. insanın dünyası yine karşılaştırılamayacak kadar daha büyük ve daha zengindir; hatta geleneksel felsefede insanın capax universi olduğu, yani bütün evreni deneyiminin içine almaya muktedir olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekte neyi ne kadar kavradığı her kişinin kendi Varlık Düzeyine bağlıdır. Kişi daha yüksek oldukça, dünyası da o denli daha büyük ve daha zengin olur. Örneğin maddeci bilimcilik felsefesine tamamen saplanmış, görünmezlerin gerçekliğini inkâr edip dikkatini sadece sayılabilir, ölçülebilir ve tartılabilir olanla sınırlayan bir kişi çok yoksul bir dünyada yaşar, o kadar yoksul ki onu insanların oturmasına uygun olmayan anlamsız bir çorak-ülke olarak algılar.

Aynı şekilde, eğer dünyayı atomların tesadüfi bir yerleşiminden ibaret görüyorsa, tek akılcı tavrın katı bir umutsuzluk olduğunda Bertrand Russell ile uyuşacaktır. (Gurdjieff talebelerine) dedi ki: Varlık Düzeyiniz hayatınızı çeker (cezbeder). Bu ifadenin arkasında hiç bir gizil (occult) veya bilimsel-olmayan varsayım yoktur. Aşağı bir Varlık Düzeyinde sadece çok yoksul bir dünya vardır ve sadece çok yoksullaştırılmış bir hayat türü yaşanabilir. Evren, neyse odur; fakat, capax universi olsa da, kendisini onun en aşağı yanlarıyla biyolojik ihtiyaçlarıyla, maddi konforu veya tesadüfi karşılaşmalarıyla sınırlayan insan, kaçınılmaz olarak sefil bir hayatı cezbeder. Eğer varolmak için mücadele den veya hileyle güçlendirilmiş iktidar iradesinden başka birşeyi tanıyamıyorsa, onun dünyası Hobbes'un insan hayatını ıssız, yoksul, iğrenç, hayvanca ve kısa olarak tanımlamasına uygun bir dünya olacaktır.Varlık Düzeyi ne kadar yüksek ise, dünya o kadar daha geniş, daha zengin ve daha muhteşem olur. Tekrar insan düzeyinin ötesini tasarlarsak, Tanrının neden sadece ca/m : universi değil, fakat gerçekte evrene sahip olduğunu, herşeyin farkında ve herşeyi bilir (Alîmi küll) olduğunu anlayabiliriz Beş serçe yarım peniye satılmaz mı, onların hiç biri Tanrı katında unutulmaz.(Luke XII.6)...




İlerlemeler 1
......
Bir insanın kendi düşüncelerinin ön-kabullerinin farkında olmasından daha zor birşey yoktur. Sayesinde gördüğümüz göz dışında herşey doğrudan görülebilir. Her düşünce doğrudan incelenebilir, incelemeyi onun vasıtasıyla yaptığımız düşünce hariç. Özel bir çabaya, bir kendininfarkındaolma çabasına ihtiyaç vardır kendi üstüne geri çekilen düşüncenin hemen hemen inkânsız eylemi: hemen hemen, ama bütünüyle de imkânsız değil. Hakikatte, beşeri insan yapan ve aynı zamanda onu insanlığını aşmaya muktedir kılan güçtür bu.Incil'in tabiriyle insanın iç kısımlarında (derûnunda) bulunmaktadır o. Daha önce açıklandığı gibi, iç yükseğe, dış ise aşağıya tekabül etmektedir. Duyular, insanın en dışsal araçlarıdır; bakarlar, görmezler; duyarlar işitmezler gibi bir durum olduğunda, hata duyularda değil, iç kısımlardadır Zira bu insanların kalpleri mühürlüdür ; kalpleriyle idrak edemezler Yüksek ehemmiyet dereceleri ve Varlık Düzeyleriyle temas sadece kalb vasıtasıyla yapılabilir.

Modern çağın maddeci bilimciliğine gömülmüş olan biri için bunun ne demek olduğunu anlamak imkânsızdır, insandan daha yüksek herhangi birşeye inancı yoktur onun ve insanı da nisbeten gelişmiş bir hayvandan başka bir şey olarak görmemektedir. Hakikatin sadece kalbe değil başa yerleştirilmiş olan beyin aracılığıyla keşfedilebileceğinde ısrarlıdır. Bütün bunlar, kalb ile anlamanın onun için anlamsız bir söz yığını olduğunu göstermektedir. Kendi görüş açısından, son derece haklıdır:başa yerleştirilmiş ve bedensel duyuların sağladığı verilere sahip beyin, dört büyük Varlık Düzeyinin en aşağısı olan cansız madde ile uğraşmaya tamamen yeterlidir. Hatta, beyinin işleyişi sadece eğer şu veya bu şekilde kalb işe karışırsa başka yöne çekilir ve muhtemelen bozulur.

Maddeci bir bilim adamı olarak, hayat, şuur ve kendininfarkındaolma'nın cansız parçacıkların karmaşık düzenlemelerinin tezahüründen başka birşey olmadığına inanmaktadır o sadece ve sadece bedensel duyulara güvenmeyi, baş ta durmayı ve kalbe yerleştirilmiş güçler in müdahalesini reddetmeyi onun için tamamen akılcı kılacak bir inanç. Başka bir deyişle, onun için yüksek gerçeklik düzeyleri açıkçası mevcut değildir, çünkü onun inancı onların varolma imkânını dışlamaktadır. Bir radyo alıcısına sahip olduğu halde, aklını ondan sadece atmosferik gürültüler elde edilebileceğine taktığı için onu kullanmayı reddeden bir adama benzemektedir. inanç, akıl ile çelişki içinde değildir; aklın yerine ikame de edilemez, inanç, bilgi ve anlam arayışının yöneleceği ehemmiyet derecesini veya Varlık Düzeyini seçmektedir. Makul olan inanç olduğu gibi, makul olmayan inanç da vardı. Cansız madde düzeyinde anlam ve maksat aramak, insan dehasının şaheserlerini iktisadi çıkarların veya cinsel engellemelerin bir ürünü olarak açıklama girişimi kadar akıldışı (gayrimakul) bir inanç eylemi olacaktır.

Bilinemezci (agnostic)nin imanı belki hepsinin en akıldışı olanıdır, çünkü, bir kamuflaj olmadığı sürece, ehemmiyet meselesini ehemmiyetsiz sayma kararıdır o; şunu demeye benziyor: Bir kitabın (Mr. Tyrrell in örneğine atfen) sadece renkli bir şekil değil, kağıt üzerindeki bir dizi işaret, belirli kurallara göre düzenlenmiş bir harfler dizisi veya bir anlam ifadesi olup olmadığına karar vermeye istekli değilim! Geleneksel bilginin (hikmet) bilinemezciyi her zaman şiddetle aşağılaması şaşırtıcı değil: Amellerini biliyorum, ne soğuk ne sıcak olduğu için, yere tüküreceğim seni. İnsanların, farklı dillerde ama esas olarak bir tek sesle, bu dünya kitabının sadece renkli bir şekil değil, bir anlam ifadesi olduğunu; insanlık düzeyinin üstünde Varlık Düzeyleri bulunduğunu; imanını aklına rehber kılması şartıyla insanın bu daha yüksek düzeylere ulaşabileceğini bildiren peygamberlerin, bilge ve velilerin şahadetlerini kabul etmeleri asla akıldışı bir inanç eylemi olarak ele alınamaz....




Yeterlilik 2
.......
Batı medeniyetinde anlamak için bilim'in veya hikmet'in gün geçtikçe hızlanan tasfiyesi yönetmek için bilginin hızlı ve giderek daha hızlanan birikimini çok ciddi bir tehdide dönüştürmektedir. Başka bir bağlamda söylediğim gibi, hikmet olmadan var olabilme konusunda çok çok becerikliyiz şimdi ve becerikliliğimizin daha da artması hiçbir yarar sağlayamayacaktır. İnsanın yönetim bilimleri üzerinde birliğimizi sürekli olarak arttıran bilimsel ilgisi en azından üç çok ciddi sonuç doğurmuştur. Öncelikle, insanın varoluşunun anlam ve maksadı nedir? gibi bilimsel olmayan soruların kulak ardı edilmesiyle, bir medeniyet zorunlu ve kaçınılmaz olarak daha derin keder, umutsuzluk ve özgürlüksüzlüğe batacaktır. Hayat standartları ne kadar yüksek, sağlık hizmetleri ömürlerini uzatmada ne kadar başarılı olursa olsun, bu medeniyetin insanları giderek artan bir hızla sıhhat ve mutluluklarım yitireceklerdir.İnsan sadece ekmekle yaşayamaz meselesidir bu.

İkincisi, bilimsel çabaların insanı kâinatın en dışsal ve en maddî veçhelerine metodik olarak sınırlaması dünyayı o kadar boş ve anlamsız kılmaktadır ki, bir anlam için bilim in değer ve gerekliliğini gören insanlar bile kendilerine sunulan sözde bilimsel fotoğrafın uyuşturucu gücünden kaçamamakta ve insanlığın hikmet geleneği ne başvurup ondan faydalanma hususunda cesaret ve isteklerini kaybetmektedirler. Metodik sınırlaması ve yüksek düzeyleri sistematik olarak dikkate almaması yüzünden, bilimin bulguları hiç bir zaman böylesi yüksek düzeylerin varlığına dair kanıtlar içermemekte, süreç kendi kendini güçlendirmektedir: iman, aklı (intellect) daha yüksek düzeylerin kavranmasına götürecek bir rehber olarak alınmak yerine, akla karşı çıkan ve onu reddeden bir şey olarak görülmekte ve dolayısıyla reddedilmektedir. Böylelikle, kendine gelmeye giden tüm yollar kapatılmaktadır.

Üçüncüsü, hikmetin bilgisini ortaya çıkarmak için artık harekete geçirilmeyen, insanın daha yüksek güçleri durumuna uğramakta ve hatta tamamen görünmez olmaktadırlar. Sonuç olarak, toplumun ve bireylerin ele almaya çağrıldıkları tüm sorunlar çözümsüz olmaktadır. Çözülmemiş ve bu görüşle çözülemez sorunlar birikirken, çabalar gittikçe çılgınlaşmaktadır. Zenginlik halâ artabiliyorken, insanın niteliği düşmektedir.
.....
Modern dünya, insanın yüksek melekelerine ihtiyaç duyan herşey hakkında şüpheci olmaya eğilimlidir. Ama, herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan şüphecilik hakkında hiç şüpheci değildir.
----------------------------------------
Dört Bilgi Alanı -1.Alan
.....
Nesnellik ve kesinliğe ulaşmada kararlı bir çaba içindeki modern bilimlerin gerçekte insanın düşünme aletlerini aşırı biçimde sınırladıklarını gördük: bazı bilim yorumcularına, renk körü olanların gözlemlerine, nicel ölçüm cetvellerindeki stereoskopik olmayan görüşlere göre sınırladıklarını. Böyle bir metodoloji zorunlu olarak tecellinin en alt düzeyi olan cansız maddeyle sınırlanmış bir dünya tasviri üretecek ve insanlar da dahil olmak üzere yüksek Varlık Düzeylerinin gerçekte bir çeşit karmaşık düzenleme içindeki atomlardan başka bir şey olmadıklarını ileri sürmeye yönelecektir.
....
İmdi, dikkatimizin nerede olduğunun ve ne yaptığının farkında olmak için, kelimenin tam mânâsıyla uyanık olmak zorundayız. Programlanmış bir bilgisayar veya başka bir makine gibi mekanik olarak hareket ediyor, düşünüyor veya hissediyorsak, açıktır ki o mânâda uyanık değiliz ve kendimizin bizzat özgürce yapmayı, düşünmeyi veya hissetmeyi seçmediğimiz şeyleri yapıyor, düşünüyor veya hissediyoruzdur. Ondan sonra diyebiliriz ki: Onu yapmayı kasdetmedim veya Bana ne olduğunu bilmiyorum. Her türlü şeyi yapmaya niyetlenebilir, yapmayı üstlenebilir ve hatta ciddiyetle söz verebiliriz; ama eğer her zaman yapmayı kasdetmediğimiz hareketlere sürüklenmeye veya üstümüze gelen bir şeylerce itilip kakılmaya maruz isek, niyetlerimizin ne değeri vardır? Eğer dikkatimiz konusunda uyanık değilsek, hiç şüphesiz kendimizin farkında değiliz ve dolayısıyla kâmil insan değiliz; muhtemelen hayvanlar gibi denetimsiz iç dürtülere veya dış zorlamalara göre çaresiz döner dururuz.
.....
Kendinin farkında olmadan, yani kendi kendinin şuurunda bir şuur olmadan, insan kendisini denetlediğini, özgür iradeye sahip olduğunu ve niyetlerini yerine getirmeye muktedir olduğunu sadece hayal eder. Gerçekte, Ouspensky nin ifadesiyle, niyetler kurup onlara göre hareket etmede bir makineden daha fazla özgürlüğe sahip değildir. Sadece ara sıra meydana gelen kendininfarkındaolma anlarında böyle bir özgürlüğü vardır ve en önemli görevi de kendininfarkmdaolmayı şu veya bu yolla sürekli denetlenebilir kılmaktır.

--------------------------

Dört Bilgi Alanı -2.Alan
......
İnsanların birçoğu, bu iletişim sorununda diğer bir insanın konuşmasını dinlemek ve bedeninin dışsal hareketlerini gözlemekten daha fazla bir şeyin olmadığına inanıyor gibiler; başka bir deyişle, görünmeyen düşüncelerinin, duygularının, niyetlerinin, v.s. doğru bir resmini bize iletmek için diğer insanların görünür işaretlerine zımnen güvenebiliriz. Yazık ki, mesele bu kadar basit değil! Düşüncesini başka bir kişiye iletme hususunda kişininin sahici bir arzusu olduğunu (ve tüm itinalı aldatma ihtimallerini bir yana bıraktığımızı) varsayarak, gerekli hususları adım adım göz önüne alalım. Önce, konuşan kişi iletmek istediği düşüncenin ne olduğunu, biraz kesin olarak, bilmelidir; ikinci olarak, içsel düşüncesini onun yargısına göre dışsallaştırabilecek görünür (işitilir dahil) simgeler, jestler, bedensel hareketler, kelimeler, ses uyumu, vs. bulmalıdır; buna ilk çeviri denebilir belki; üçüncü olarak, dinleyici bu görünür (vb.) simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani sadece söylenen sözü doğru olarak işitmeli, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan (jest ve ses uyumu gibi) kelime-dışı simgeleri doğru olarak gözlemelidir; dördüncü adımda, dinleyici aldığı sayısız simgeleri bir şekilde bütünleştirmeli ve onları düşünceye dönüştürmelidir; buna da ikinci çeviri denebilir.

Bu dört aşamalı sürecin her aşamasında, özellikle de her iki çeviri hususunda ne kadar yanlışa düşülebileceğini görmek zor değil. Hatta, güvenilir ve doğru iletişimin mümkün olmadığı sonucunu çıkarabiliriz. Konuşmacı, iletmek istediği düşünce hakkında tam manasıyla vazıh (net) olsa da, onun simgeleri, jestleri, kelime kombinezonlarını, ses uyumunu seçmesi oldukça kişisel bir iştir; ve dinleyici mükemmel biçimde dinliyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları veriyor ve gözlüyorsa da, aldığı simgelere uygun mânâları verip vermediğinden nasıl emin olabilir? Bu şüphe ve sualler yerindedir.

Süreç, tavsif edildiği üzere, aşırı ölçüde zahmetli ve, tanımların, istisnaların, şartların, açıklamaların ve emniyet hükümlerinin formülasyonu için muazzam ölçüde vakit ve çaba harcandığı zaman bile güvenilmezdir. Düşünebileceğimiz gibi, iki bilgisayar arasında, salt mantığa indirgenmek zorunda olunan bir iletişim durumudur bu: ya bu, ya o. Burada Descartes'in rüyası gerçek oluyor: kesin, ayrı ve mutlak derecede emin olduğumuz fikirler dışında hiçbir şey hesaba katılmamaktadır. Gene de, mucizevi olarak, gerçek hayatta iletişim mümkündür ve bu durum seyrek rastlanır birşey değildir. Özenle hazırlanmış tanımlar, şartlar veya emniyet hükümleri olmaksızın sadır olur. Hatta insanlar şöyle diyebiliyorlar: İfade biçimini beğenmiyorum ama, kasdettiğin şeyle mutabıkım. Çok önemlidir bu.

Kelime ve jestlerin onun için bir davetten fazla bir şey olmadıkları bir akılların buluşması sözkonusu olabilir. Kelimeler, jestler, ses uyumu: iki şeyden biri ( veya her birinin bir parçası hatta) olabilir bunlar bilgisayar dili veya iki bilgisayar programcısının biraraya gelmesi için bir davet. Eğer günlük hayatımızda bize en yakın insanlarla gerçek bir akılların buluşmasını başaramıyorsak, varoluşumuz bir ıstırap ve felakete dönüşür. Onu başarmak için, sen olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalıyım; ve sen de ben olmanın nasıl bir şey olduğunun bilgisini kazanmaya muktedir olmalısın. Her ikimiz de, benim ikinci bilgi alanı dediğim alanda bilgi sahibi olmalıyız. Doğal olarak bir çoğumuza ancak çok az bilgi geldiğini ve daha iyi bilgi kazanımının çaba gerektirdiğini bildiğimizden, kendimize şu suali sormak zorundayız: Daha iyi bilgi elde etmek için, kendileriyle yaşadığım insanların içlerinde olanlar hakkında daha fazla kavrayışa sahip olmak için ne yapabilirim? îmdi, şayan-ı dikkat gerçek şudur ki, bütün geleneksel öğretiler bu suale bir ve aynı cevabı vermekteler: Diğer varlıkları, ancak kendini tanıdığın ölçüde anlayabilirsin. Tabiatıyla, iyi gözlem ve iyi dinleme de gereklidir; ama mesele şudur ki, bu şekilde elde edilen veriler doğru olarak yorumlanıp anlaşılmadıkça mükemmel gözlem ve mükemmel dinleme bile bizi hiçbir yere götürmez; ve doğru anlama kabiliyetimin önşartı kendi özbilgim, kendi öz iç deneyimimdir. Başka bir deyişle, ve önceki terminolojimizi kullanarak, kalem kalem, parça parça adaequatio (yeterlilik) mevcut olmalıdır.

Bedensel ağrıyı (acıyı) şuurlu olarak hiçbir zaman tecrübe etmemiş bir kişi diğerleri tarafından çekilen ağrı hakkında muhtemelen hiçbir şey bilemeyecektir. Ağrının dışsal işaretlerine sızlanmalar, hareketler, gözyaşları başkaları gibi o da dikkat edecektir; ama onları doğru olarak anlama görevi için tümüyle yetersiz olacaktır. Hiç şüphesiz, bir tür yorum yapmaya yeltenecektir; onları gülünç, tehlikeli veya en basitinden anlaşılmaz bulabilecektir. Başkasının görünmezleri bu vakada onun ağrı konusundaki iç deneyimi ona görünmez kalacaktır. İnsanların (erkek ve kadın) hayatlarım dolduran iç (derunî) deneyimlerin muazzam genişliğini araştırmayı okuyucuya bırakıyorum.

Daha önce vurguladığım gibi, hepsi de görünmez ve dış gözlem için ulaşılmazdırlar. Bedensel ağrı örneği, hakkında hiçbir incelik (karmaşıklık) sözkonusu olmadığından yapıcı bir örnektir. Ağrının gerçekliğinden çok az insan şüphe eder, ve hepimizin gerçek, doğru, beşerî varoluşun büyük inatçı gerçeklerinden biri olarak tanıdığımız birşeyin, gene de dış duyularımızca gözlenememesi insanı sarsabilir: Eğer sadece dış duyularımız tarafından gözlenebilen şeyler gerçek, nesnel, bilimsel olarak saygın kabul edilecekse, ağrı gerçekdışı, öznel ve gayri-ilmî olarak bir kenara atılmalıdır. Aynı şey, bizi içten harekete geçiren başka herşey için geçerlidir sevgi ve nefret, sevinç ve acı, ümit, korku, keder, v.s.. Eğer içimdeki bütün bu güç veya hareketler gerçekten gerçek değillerse, ciddiye alınmalarına gerek yok; ve onları kendimde ciddiye almazsam, başka bir varlıkta nasıl gerçek sayar ve ciddiye alabilirim? Hatta, diğer insanlar dahil olmak üzere diğer varlıkların gerçekten bizim gibi acı çekmediklerini ve bizimkisi gibi karmaşık, ince ve nazik bir iç hayata sahip olmadıklarını varsaymak daha u-gundur: çağlar boyunca, diğerlerinin acılarını metanet ve temkinle çekme hususunda insanoğlu muazzam bir kabiliyet gösterdi. Dahası, (Mr. J. G. Bennett in isabetle gözlediği gibi),2 bizler kendimizi öncelikle başkalarına gözükmeyen niyetlerimizin ışığında görmeye meylederken, başkalarını esas olarak bize görünür olan eylemlerinin ışığında görürüz, böylece yanlış anlamaların ve haksızlıkların kol gezdiği bir durumda buluruz kendimizi....




Dört Bilgi Alanı -4.Alan
.....
Matematik, herşey bir yana, hayattan çok uzaktır. Zirvelerinde muhakkak ki çok şiddetli bir tür güzellik ve aynı zamanda büyüleyici bir zerafet göstermektedir ve bu Hakikatin bir işareti sayılabilir; ama, aynı derecede muhakkak olarak, hiçbir sıcaklığı, hayatın büyüme keşmekeşlerinden hiç biri, bozulma, ümit, ümitsizlik, sevinç ve acısı yoktur. Şurası hiçbir zaman ihmal edilmemeli veya unutulmamalıdır: fizik ve diğer öğretici bilimler kendilerini gerçekliğin cansız veçhesiyle sınırlarlar, ve eğer bilimin amaç ve maksadı öngörülebilir sonuçlar hasıl etmekse bunun böyle olması zorunludur. Hayat, şuur ve kendininfarkmdaolma emredilemezdirler; diyebiliriz ki onların, bir olgunluk işareti olan, kendi öz irâdeleri vardır. Bu noktada kavramak ve bilgi haritamıza kaydetmek ihtiyacını duyduğumuz şey şudur: fizik ve diğer öğretici bilimler sadece tabiatın ölü yanına dayandıklarından, felsefeye götüremezler bizi, eğer felsefe bize hayat m ne olduğu hakkında rehberlik edecekse. Ondokuzuncu yüzyıl fizikçileri bize hayatın, mânâsız ve maksatsız, kozmik bir kaza olduğunu söylediler.

Yirminci yüzyıl fizikçilerinin en iyileri herşeyi geriye götürüyor ve bize sadece özgül, kesin olarak tecrit edilmiş sistemlerle uğraştıklarını, bu sistemlerin nasıl çalıştıklarını veya çalıştırılabileceklerini gösterdiklerini ve bu bilgiden hiçbir genel felsefî sonucun çıkarılamayacağını (ve çıkarılmaması gerektiğini) söylüyorlar. Gene de, her ne kadar hayatımızı nasıl sürdüreceğimiz konusunda bize rehberlik etmeseler de, öğretici bilimlerin, onlardan türetilen teknolojiler aracılığıyla hayatımızı biçimlendirdikleri aşikardır. Bu sonuçların hayır için mi yoksa şer için mi olduğu alanlarının tamamen dışında kalan bir sorudur. Bu anlamda, sözkonusu bilimlerin ahlaken nötr olduğunu söylemek doğrudur.

Ne var ki, bilimadamsız bilimin olmadığını ve, bilimin alanının (yetkisinin) dışında kalsa da, hayır ve şer sorularının bilimadammın alanının dışında kalamayacağını söylemek aynı ölçüde doğrudur. Bugün bir (öğretici) bilim bunalımından söz etmek abartı değildir. Eğer bilim insancıl denetimin dışında kalan bir ejderha olmaya devam ederse, ona karşı, şiddet ihtimalini dışlamayan bir tepki ve ani değişiklik olacaktır. Öğretici bilimler külli hakikatle değil, sadece hakikatin, sayelerinde sonuç elde edilebilecek parça veya veçheleriyle ilgilendiklerinden, sadece ve sadece kendi sonuçlarıyla yargılanmaları yerindedir....
.......
Evrim:

Biyolojide Evrim, diyor Julian Huxley, hayvan ve bitkilerin sistemli birimlerinin bileşiminde görülen bütün değişimleri içermek için kullanılan gevşek ve kapsayıcı bir terimdir...Geçmişte hayvan ve bitki türlerinin bileşiminde değişim olduğu, yer kabuğunda bulunan fosillerce yeterince gösterilmektedir; fosiller, radyoaktif tarih belirleme sayesinde, çok yüksek bir bilimsel kesinlik derecesiyle, tarihî silsile içine sokulmaktadır. Biyolojik değişimin tasvirî bilimi içinde bir genelleme olarak Evrim, bu ve diğer sebeplerle, herhangi bir şüphenin ötesinde yerleşmiş sayılabilir. Ancak, evrimci öğreti çok farklı bir meseledir.

Kendisini biyolojik değişimin sistemli bir tasviri ile sınırlamakla yetinmeyip, onu, kanıtlama ve açıklamanın öğretici bilimlerde sunuldukları biçimde kanıtlamaya ve açıklamaya yeltenmektedir. Bu, çok feci sonuçları olan felsefî bir hatadır. Bize Darwin in iki şey yaptığı söyleniyor: evrimin gerçekte Kutsal Kitap taki yaradılışla ilgili hikayelerle çeliştiğini, yaradılışın sebebi olan tabiî ayıklamanın otomatik olduğunu ve İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını gösterdi. Böyle bir bilimsel gözlemin hiçbir zaman bu iki şey i: yapamayacağı, felsefî düşünceye yatkın herhangi bir insana aşikâr olmalıdır. Yaradılış, İlahî rehberlik (hidayet) ve İlahî tasarım tamamiyle bilimsel gözlemin dışındadır; aynı şekilde, yoklukları da. Her hayvan veya bitki yetiştiricisi şüpheden uzak biçimde, 'tabiî ayıklama' dahil olmak üzere ayıklamanın (selecti-on) değişim getirdiğini bilir; dolayısıyla, tabiî ayıklamanın evrimci değişimin bir aracı olduğu kanıtlanmıştır demek bilimsel yönden doğrudur hatta bunu bizzat yaparak kanıtlayabiliriz. Fakat, bu mekanizmanın tabiî ayıklamanın keşfinin, evrimin sebebinin otomatik olduğunu, İlahî rehberlik veya tasarıma yer bırakmadığını kanıtladığım iddia etmek tamamen gayrimeşrudur.

İnsanların sokakta para bularak da para sahibi oldukları kanıtlanabilir; ama hiç kimse bunu bütün gelirlerin bu yolla kazanıldığı varsayımı için yeterli sebep saymaz. * Evrimcilik Öğretisi genel olarak bütün bilimsel dürüstlük ilkelerine ihanet eden, onları ihlâl eden bir tarzda sunulmaktadır. Canlı varlıklardaki değişimlerin izahı ile başlamakta, ama uyarısız ve birdenbire, sadece şuurun, kendininfarkmdaolmanın, dilin ve sosyal kuramların gelişmesini değil, bizzat hayatın kökenini açıklamaya yeltenmektedir. Tahayyül ve spekülasyon ele avuca sığmaz; herhangi bir şey her şeyi açıklar.

Deniyor ki, Evrim bütün biyologlar tarafından kabul edilmekte ve tabiî ayıklama onun sebebi sayılmaktadır... Hayatın kökeni evrimde büyük bir adım olarak tanımlanınca, cansız maddenin tabiî ayıklamanın usta bir uygulayıcısı olduğuna inanmamız istenmektedir. Evrimcilik Öğretisi için, ne kadar uzak olursa olsun, herhangi bir ihtimal o şeyin gerçekten meydana geldiğinin bilimsel kanıtı olarak tamamen kabul edilebilirdir: Hidrojen, su, buhar, amonyak ve metan atmosferinden bir nümuneye elektrik deşarjı ve mor-ötesi ışık uygulandığı zaman, büyük sayılarda organik bileşikler... otomatik sentez ile elde edildi. Bu, karmaşık bileşiklerin pre-biyolojik bir sentezinin mümkün olduğunu kanıtlamaktaydı.

Bu esasa göre, canlı varlıkların birdenbire salt rastlantısal olarak ortaya çıktıklarına ve ortaya çıktıktan sonra genel kaos içinde kendi varlıklarını, sürdürmeye muktedir olduklarına inanmamız beklenmektedir: Hayatın pre-biyolojik organik bileşiklerin sulu bir çorba sından kaynaklandığını ve canlı organizmaların daha sonra bu bileşiklerin çevrede m evcut olan miktarlarını hücrelere dönüş-türen zarlar (membrane) tarafından meydana getirildiğini varsaymak gayrimakul değildir. Bu umumiyetle organik (T)arw ind ) evrimin başlangıç noktası sayılmaktadır.Bunu kolayca görebiliriz, değil mi bir araya gelen ve kendilerini zarlarla kuşatan organik bileşikler (bu becerikli bileşikler için hiçbir şey bundan daha basit olamaz) ve bakın! işte hücre, bir kez hücre doğdu mu, biraz zaman alsa da, Şhakespeare in doğuşunu durduracak hiçbir şey yoktur. Dolayısıyla, mucizelerden söz etmeye ihtiyaç yoktur yahut herhangi bir bilgi eksikliğini kabul etmeye. Azametli bilim adamı ünvanına hak iddia eden insanların öylesine disiplinsiz ve pervasız spekülasyonları bilimsel bilgiye katkı diye sunmaya cüret etmeleri ve bu işi kapıp götürmeleri! çağımızın büyük paradokslarından biridir.

Büyük nüfuz sahibi' psikiyatrist, müteveffa Dr. Kari Stern şu yorumu yapıyordu: Eğer, tartışmanın hatırı için, evrim kuramım en bilimsel bir formiilasyon içinde sunarsak, şuna benzer bir şey söylemek zorundayız: Zam anın belirli bir uğrağında Yer in ısısı karbon atomları ve oksijen ile nitrojen-hidrojen bileşimlerinin kümelenmesi için çok uygun duruma geldi, hayatın meydana gelmesi için en uygun biçimde inşâ edilen büyük molekül kümelerinin gelişigüzel vuku bulması görüldü, ve o noktadan yoluna alabildiğınce devam etti, tâ ki tabiî ayıklama ameliyeleriyle sonuçta bir varlık ortaya çıkıncaya kadar. Aşkı nefrete, adaleti adaletsizliğe tercih eden, Dante gibi şiir yazan, Mozart gibi müzik besteleyen ve Leonardo gibi resim yapan bir varlık.şüphesiz, böyle bir cosmogenesis (âlemin-yaradılışı) görüşü çılgıncadır. Çılgınlığı argo küfür anlamında değil, ruh hastalığının (psychotic) teknik anlamında kullanıyorum. Hatta böyle bir görüşün şizofrenik düşüncenin belirli yönleriyle birçok ortak noktası vardır.Ne var ki, bu tür düşünce nesnel bilim olarak sadece biyologlara değil, Yeryüzündeki beşerî varoluşun köken, anlam ve maksadı hakkındaki hakikati bulmaya istekli herkese sunulmakta ve özellikle, dünyanın her yanında, hemen hemen bütün çocuklar tasvir edilegelen biçimde beyin yıkamaya tabi tutulmaktadır.

Gözlem yapmak ve gözlemlerini rapor etmek bilimin görevidir. Bütün doğrudan gözlem imkânlarının dışında olan Yaratıcı, akıllar yahut tasarımcılar gibi sebep olucu vasıtaların mevcudiyetini kanıtsız kabul ettirmek onun için yararlı değildir. Bakalım, gözlemlenebilir sebeplerle olguları ne kadar açıklayabiliriz ilkesi fevkalâde makul ve hatta çok verimli bir metodolojik ilkedir. Ne var ki, Evrimcilik metodolojiyi bütün yük-sek ehemmiyet dereceleri imkânını exhypothesi dışlayan bir imana dönüştürmektedir. Açık biçimde insanlığı içine alan bütün tabiat başka hiçbir şeyin değil, rastlantı ve zorunluluğun eseri sayılmaktadır; onda ne anlam, ne maksat, ne de akıl vardır hiçbir şeye delalet etmeyen, bir budalanın söylediği hikaye. Bu İmandır ve onunla çelişen bütün gözlemler ya ihmal edilmek veya îmanı yüceltecek biçimde yorumlanmak zorundadır. Bugün sunulduğu haliyle Evrimciliğin bilimde hiçbir temeli yoktur. Yüksek dereceli rahiplerinden bir çoğunun bizzat vazettikleri şeye inanmadıkları, özel olarak itibardan düşürülmüş bir din olarak tanımlanabilir o.

Yaygın inançsızlığa rağmen, bilimsel evrim bilgisinin herhangi bir yüce inanca yer bırakmadığında ısrar eden doktriner propaganda saltanatını sürdürmektedir. Yeni Britannica Ansiklopedisi ndeki (1957) Evrim maddesi Evrimin kabulü başlıklı bir bölümle sona eriyor: Evrime itirazlar, teolojik ve, bir zaman için, politik hareket noktalarından gelmektedir.Bunu okuyunca, en ciddi itirazların sayısız biyologlar ve güvenilirliklerinden şüphe edilmeyen diğer bilginlerden geldiğine kim şüphe duyabilir? Onları zikretmenin akıllıca olmadığı açıkça düşünülmekte, salt bilimsel zeminde evrimin mükemmel bir reddiyesini sunan Douglas Dewar The Transformist Illusion (Dönüşümcü Yanılsama) başlıklı eseri gibi kitaplar, konu hakkındaki bibliyografyalara dahil edilmek için uygun görülmemektedir.

Evrimcilik bilim değildir; bilim-kurgu, hatta bir çeşit muzipliktir. Çok başarılı bir hiledir ve modem insanı bilim ile din arasında uzlaşmaz bir çatışmaya benzeyen bir konuma hapsetmiştir. İnsanlığı yücelten bütün inançları yok etmiş ve onların yerine insanlığı aşağı çeken bir inanç ikame etmiştir.
Nil admirari. Rastlantı, zorunluluk ve faydacı tabiî ayıklama mekanizması tecessüslere, inanılmazlıklara ve gaddarlıklara yol açabilir, ama bir başarı olarak hayran olunacak hiçbir şeye götürmez tıpkı piyangoda kazanmanın hayranlık uyandırmaması gibi. Ortada yüksek ve aşağı hiçbir şey yoktur; bazı şeyler diğerlerinden rastlantı kabilinden daha karmaşık olsa da, herşey birbirinin aynıdır. Herşeyi sadece ve tek başına, uyarlanma ve hayatta kalma için tabiî ayıklama ile açıklama havasındaki Evrimcilik, ondokuzuncu yüzyıl materyalist faydacılığının en aşırı ürünüdür.

Yirminci yüzyıl düşüncesinin kendisini bu sahtekarlıktan kurtarmadaki iktidarsızlığı, Batı medeniyetinin çöküşüne sebep olabilecek bir başarısızlıktır. Çünkü hiçbir medeniyetin konfor ve hayatta kalma faydacılığını aşan anlam ve değerlere bir inanç yani bir dinî iman olmaksızın yaşaması mümkün değildir. Martin Lings e kulak verelim: Modern dünyada dinî inancın kaybedilişi vakalarının çoğunun en yakın sebep olarak herhangi bir başka şeyden çok evrim teorisine dayandığı hususunda çok az şüphe olabilir. Şaşırtıcı görünse de, birçok insanın hâlâ hayatlarım gayretsiz ve kararsız bir din ve evrimcilik kombinezonu içinde sürdürdükleri doğrudur. Ama daha mantıkî bir zihne sahip olanlar için, bu ikisi arasında, yani insanın düşüşü öğretisi ile insanın yükselişi öğretisi arasında bir seçme yapmak ve seçilmeyeni bütünüyle reddetmekten başka bir tercih yoktur...

Milyonlarca çağdaşımız, birçoğuna okullarda öğretildiği gibi, evrimin bilimsel olarak kanıtlanmış hakikat olduğu gerekçesiyle, evrimciliği seçmişlerdir; onlarla din arasındaki girdab, dindar insanın, kendisi bir bilim adamı olmadıkça, kendisiyle onlar arasında, bilimsel düzlemde olması gereken başlangıç argümanını doğru koyarak bir köprü kuramaması yüzünden daha da açılmaktadır.Eğer bilimsel düzlemde değilse, yuhalanacak ve her türlü bilimsel jargon kulanılarak susturulacaktır'. Ne var ki, işin hakikati başlangıç argümanının bilimsel düzlemde olmaması gerektiğidir; felsefi olmak zorundadır o. Basit olarak şu demektir : deney yoluyla ne doğrulanabilen ne de yanlışlanabilen kapsamlı açıklayıcı kuramlara daldığı zaman, tasvirî bilim gayriilmî ve gayrimeşru olmaktadır. Bu tür kuramlar bilim değil, imandır....
------------------------------------------
İki Tip Problem
......
Bugün birçok insan yeni bir manevî toplum temeline, yeni bir ahlâk temeline çağırmaktalar. Yeni dedikleri zaman, yeni icatları değil de insanın yüksek melekelerinin geliştirilmesini ve onların uygulanmasını gerektiren ıraksayan problemlerle uğraştıklarını unutmuş görünüyorlar. Bazıları günahla yükselir ve erdemle düşer bazıları, diyor Shakespeare Kısasa Kısas ta : erdemin iyi ve günahın kötü olduğuna (ki öyledirler!) karar vermek yeterli değil, der; önemli olan bir insanın yüksek güçlerine (imkânlarına) mı yükseldiği, yoksa onların uzağına mı düştüğü meselesidir. Normal olarak, insan erdemle yükselir; ama eğer erdem sadece dışsal ve iç kuvvetten yoksun ise, onları sadece kayıtsızlığa sürükler ve gelişmede başarısız olurlar; aynı biçimde, olağan ölçülere göre günah olan, eğer sarsıntısı insanın daha önce uykuda olan yüksek melekelerinin uyanmasına sebep oluyorsa, o çok önemli gelişme işlemini harekete geçirebilir.
Doğu geleneklerinden bir alıntı yaparsak, İnsan düştüğü yerden kalkar (yahut düştüğü şey ile kalkar) diyor Kular nava Tantra. Dante ve Shakespeare in de önde gelen temcilcilerinden olduğu tüm geleneksel bilgelik olağan, hesapçı mantığı aşar ve İyi yi (Güzel/Hayırlı), yüksek melekelerimizi geliştirmek suretiyle hakiki insanlar olmamıza yardımcı olan diye tanımlar kendinin farkındaolma ya bağlı ve onun bir parçası olan yüksek melekelerimizi. Onlar olmaksızın, hayvanlar âleminden farklı bir insanlık yoktur ve İyi nedir sorusu kendini Darvvinci uyarlanma ve hayatta kalma sorularıyla, mutluluğun konfor ve heyecan sınırlarını aşmadığı en büyük sayının en çok mutluluğu faydacılığına indirger.
Ne var ki, insanlar gerçekte bu indirgemeleri kabul etmezler. Hatta, iyice uyarlanıp bol miktarda konfor ve heyecanla yaşayıp giderken, bir yandan da sormaya devam ederler İyi nedir? İyilik nedir? Şer nedir? Günah nedir? Değerli bir hayat yaşamak için ne yapmalıyım? Bütün felsefede, ahlâktan daha fazla düzensizlik içinde olan başka hiçbir konu yoktur. Nasıl davranacağı konusunda irşat edilmek isteyip ahlâk profesörlerine yönelen kimse zırnık bile elde edemez; sadece bir görüşler seliyle karşılaşır. Bir iki istisna ile, yeryüzünde insan hayatının maksadına dair bir ön aydınlatma olmaksızın ahlâk alanındaki araştırmalarına koyulurlar.
Bir maksat fikri olmadan neyin iyi veya kötü, doğru veya yanlış, erdemli veya şer olduğuna karar vermenin mümkün olmadığı aşikârdır: ne için iyi? Maksada dair suali sormak natüralistik yanılgı olarak adlandırıldı erdem kendi kendisinin ödülüdür! İnsanlığın büyük öğretmenlerinden hiçbiri böyle bir baştan savma ile tatmin olmazdı. Eğer bir şeye iyi deniyor ve hiç kimse onun ne için iyi olduğunu söyleyemiyorsa,ona ilgi duymam nasıl beklenebilir? Eğer kılavuzumuz, izahlı Hayat Haritamız, İyinin nerede bulunduğunu ve ona nasıl ulaşılabileceğini bize gösteremiyorsa, beş para etmez....
E.F.Schumacher-Aklı Karışıklar için Klavuz

İZ Yayıncılık

Çeviri:Mustafa Özel

 
Devamını Oku »

Bilimsellik İddiası Hakkında

Şüphe yok ki, kilisenin dogmalarına karşı çıkan “bilimsel araştırmaların” kökeninde kilise adamalarının pek iyi sezinledikleri gibi gizli veya açık bir dinsizlik gayreti mevcuttu. Kilise adamlarının bilimsel bulgulara karşı tepkisi, bulunan “gerçek”lerin mücerret doğru olup olmadığından çok, söz konusu gerçeklerin kendi dogmalarını zedeleyip zedelemediği noktası üstünde yoğunlaşıyordu. Engisizyon, aslında sadece “bilimsel bulguları” değil, fakat bunun da ötesinde, bu bulguların ardında yatan dinsizlik gayretini cezalandırıyordu.

Bilim adamlarıysa, kiliseye karşı kendilerini savunabilmek bir bakıma da görüşlerini yaygınlaştırabilmek adına, "bilim'' denilen olguyu temellendirmeye, bilimin “kuramını'' ortaya çıkarmaya yöneliyorlardı.

Bilimsel araştırmalar, her ne kadar kilisenin dogmalarını belli bir süre için sarsıntıya uğratıyor idi ise de, bu "bulguların'' da öyle sanıldığı gibi “mutlak” gerçekler olmadığı çok geçmeden anlaşılıyordu. Yani bilimsel denilen her bulgu, ancak tersi ispatlanmadığı sürece doğru olarak yürürlükte kalıyordu, ilanihaye değil. Bir takım yeni bulgularsa eski bulguları yıkıp yerine geçmekte gecikmiyordu.

Avrupa’daki din-bilim çatışmasının kökeni gerçekte “eşyanın hakikatini'' öğrenmeye yönelmiş bir cehdin eseri olarak başlamamıştır. Toplumsal yaşayışta mağdur olanlarla mütegallibeler arasında süren ard niyetli bir çatışmanın ürünüdür. Bilimcilerin kendi çalışmalarını soyut amaçlar uğruna gerçekleştirdiklerini söyleyerek söz konusu çalışmaları yüceltmeleri, daha sonraki bir olaydır.

Batı medeniyetinin ve onun diğer yargılarının yeryüzünü istila ettiği günümüzde, Avrupa dışında kalan bilim adamları Batıya ait zihniyeti benimserken, Avrupalı bilim adamlarının bilinç altında yaşayan dinsizlik gayretlerini de tevarüs etmişlerdir. Kendi dinleri ne olursa olsun ve kendi dinlerinin "bilimsel bulgular karşısındaki tavrı ne olursa olsun, bilinç altından gelen dinsizlik saıkınin etkisinden kendilerini kolay kolay kurtaramadıklarından, ülkelerinin dinine karşı, "Batılı bilim adamlarının" kiliseye karşı aldığı tavır niteliğinde bir tavır geliştirmekten geri durmamışlardır.

Aynı vakıa İslâm ülkeleri içinde de benzer yansımalar göstermiştir. Şimdi, İslâm ülkelerinde yaşayan bir kısım “bilim adamlarının kafasında, İslâmın bilime karşı olduğu hususunda bir kanaat varsa, bu kanaatin temelinde vakıalar değil, sadece bilimcinin kafasındaki dinsizlik gayreti yatmaktadır.
Kaynak:

Rasim Özdenören-Yumurtaları Hangi Ucundan Kırmalı
Devamını Oku »

Yasin Suresi 41. Ayet Yorumu

Onlar için bir ayet de : Zürriyetlerini (Nesiller,soylar) ''fulki-l meşhun'da'' (dolu gemi) taşımamızdır.(Yasin,41.Ayet)

Burada dolu gemi, hâmile kadınların rahimlerinden mecazdır, açık bir istiaredir, (bir kelimenin mânâsını başka bir kelime hakkında kullanma) babanın sulbünden (sülale, zürriyet) bir tufan ile atılan ' nesiller, anaların rahimlerinde Hz. Nûh’un gemisi gibi bir kurtuluş gemisi bulur.

Ve bizim onların zürriyetlerini Nûh’un dolu gemisinde yüklendiğimiz de onlar için bir âyettir. Bu âyette esrâr-ı belâgatten (güzel söz söylemenin sirrı) bir sır vardır ki, o da gemide olan babalarını zikretmeyip belki sefînedekilerin (gemi) sulblerinden (döl) olan zürriyetlerini zikretmesidir. Buna binâen o vakit zürriyetlerin mevcut olmaları zarûrî olmuş olur.

Zürriyetin “Fülki’l-meşhûn”da taşınması iki önemli bilimsel gerçeğe ışık tutar:

Zürriyet, bir mânâda genetik kartlar demektir. Bu durumda gerçekten genetik kartlar, meni sıvısı içinde akıl almaz bir sefere çıkarak görevini tamamlar. Çok hücrelilerde, bir hücrenin kendi başına hareketi söz konusu olmaz. Kan hücreleri bile kanın akıntısı içinde yer değiştirmektedir. Ancak meni hücreleri böyle özel bir sıvı içinde bağımsız bir hareket kabiliyeti taşır ki, bu sefer, 20 metreye yakın bir yolculuktur. Bu sefer, meni hücresi büyüklüğünün iki milyon katıdır; yani bir insanın 20 bin kilometrelik seferi gibidir.

Dişi hücrenin mâcerâsı ise daha ilginçtir: Dişi hücre karın boşluğuna belirli belirsiz bir sıvı içinde düşer. Daha sonra rahmin uzantısı gibi iki boru (Fallop borusu) ucunda elektrik süpürgesi gibi vantuz yaparak onu yine hafif bir sıvı içinde kanala alır. İşte zürriyetimiz, genetik kartlarımız böyle sıvı içinde akıl almaz bir seyr-ü seferdir.(hareket,yolculuk).

Fullki’l-meşhun” için ikinci bir yorum tarzı da bebeğin anne karnında sıvı içinde büyüme macerasıdır.

a) Bu sistem, çocuğun 40 haftalık anne rahmindeki hayatına uygun bir biçimde beslenme sağlar. Embriyonun hangi gününde hangi besin lâzımsa bu sistemden o liste bebeğe aktarılır. Yani her an yeni bir kimyasal bu “fulki’l-meşhun”da hazırlanır. O maddeler kandan süzülerek bebeğe aktarılır. Bu akıl almaz kompüter, ne zaman içinde en ufak bir kimya, ya da biyoloji hatası yapsa ömür boyu arızalı kalmamıza neden olur. Bu sistem, annenin aldığı gıdaya göre değil, bebeğe lâzım olanına göre ayarlı olduğundan, en güzel biçimde yeni nesli geliştirir.

b) Bu sistemin ikinci önemli görevi, bebeği anneden gelecek bütün kimyasal ve biyolojik tehlikelerden korumaktır. Akıl almaz bir baraj sistemiyle anne karnındaki tüm zararlı mikrop ve kimyasal maddeleri süzer. Bu “fulki’l-meşhun’un üçüncü görevi hormon îmâl etmektir. Bebeğin 280 günlük anne rahmi hayatının her safhasında bebeğe yapım ve gelişim için tüm hormonları bu sistem hazırlar. Bu sistemin hormonları o kadar etkilidir ki, özellikle büyüme ve cinsel hormonların tümü ticarette bu sistemden; yani plasenta ve suyundan îmâl edilmektedir.

Kaynak:

1) Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dil'i, İstanbul: Feza Gazetecilik, 1992, c. 6, s. 418.

2) Kemâlüddin Abdürrezzâk Kâşânî Semerkandî, Te’vilât-ı Kâşânijye, , c. 3, Yâ-Sîn Sûresi, s. 14.

3) Halûk Nurbaki, Yâ-Sin Sûresi Yorumu, , s. 64- 66.
Devamını Oku »

Fuat Sezgin: "Batı Uygarlığı,İslam Medeniyetinin Çocuğudur''

Fuat Sezgin: "Batı Uygarlığı,İslam Medeniyetinin Çocuğudur''

"
Ben, 60 yılımı verdim. Milletler için zaman, bir insanın ömründen ibaret değildir. Bugünkü Avrupa medeniyeti, İslam medeniyetinin muayyen şartlar içerisinde, muayyen bir devirden sonra, başka iktisadi ve jeopolitik şartlar altında ortaya çıkan devamından ibarettir. Avrupa medeniyeti, İslam medeniyetinin bir çocuğudur.

"Alman Hellmut Ritter'in öğrencisi oldum. Hocamdan, Müslümanlardan da büyük matematikçiler olduğunu ve Avrupa'nın en büyük alimleri seviyesinde bilim adamı olduklarını işitip; isimlerini de duyunca çok şaşırdım. Dehşete düştüm. Çünkü ilkokulda, lisede öğrendiğimiz şeyler tamamıyla buna aykırıydı. Modern dünyanın gelişimine, İslam dünyasının katkısınınsıfır olduğunu sanıyorduk. Ritter'in sözleri, İslam ilimleri tarihini öğrenmem için bende kırbaç rolü oynadı. Bütün dünyayı terk ederek, gece gündüz bunun için çalıştım."


İSLAM MEDENİYETİ'NİN: "GÖZ KAMAŞTIRICI KEŞİFLERİ VE BATIYA ETKİLERİ"


"Müslümanlar, 8-16. yüzyılları arasında tüm ilim dallarında önemli buluşlara sahiptir. Dünya bilimler tarihi, yeniden yazılmalıdır. Çünkü yanlış yazılmıştır. İslamiyet, ortaya çıkışının 2. yüzyılında, İspanya'ya (Endülüs'e) ayak bastı. Yeni bir dinin temsilcisi olarak oraya gitti. İnsanları, ilmiyle dehşete düşürdü. Orada yaşayan Hıristiyan ve Yahudileri etkiledi.İslam, oraya, onların şuur sahalarına girmişti. Bu onları uyandırdı ve Haçlı seferlerine itti.


"Her ilim dalından onlarca örnek verebilirim. Ancak, burada önemli olan şu: "İlimlerde önemli olan bazı prensipler vardır. Bu prensipler, ne zaman ortaya çıktı, bilim adamını bunlar ilgilendirir. Örneğin Müslümanlar, nazariye(teori-kuram) ile tecrübe (deney) arasındaki ilişkiyi ifade eden bir kavram ortaya koydular. Buna "Mizan" adını verdiler. Daha sonra İslam bilginlerinden Farabi geliyor ve diyor ki, tecrübe(deney) ile nazariye(kuram) de yeterli değil, algılama(muhayyile)de önemlidir diyor. Önce algılıyacaksınız, birçok şeyi düşünüp-geliştireceksiniz. Daha sonra danazariyeyi(teoriyi) kuracaksınız. Böylece teori, sizi deneye sevkedecektir.













İslam deniz bilimcilerinin haritaları

"Bugün bilinenin aksine, çoğu modern bilimin kuruluşu, bundan yüz, iki yüzyıl öncesine değil, 8-16. yüzyıllarda yaşamış İslam bilginlerine dayanıyor. Portekizlilere mal edilen modern denizcilik bilimi ise, yüzde yüz İslam bilginlerine ait. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Modern denizcilik, İslam dünyasının bir malı. İslam dünyasının bir başarısı.


"Avrupalılar, Müslümanlardan bazı ölçümleri öğrendi. Ancak,trigonometri bilgileri yeterli olmadığı için ekvatora paralel ölçümlerin nasıl yapıldığını bir türlü anlayamadılar. Portekizliler, esasında hiçbir şeyi keşfetmediler. İslam haritaları, 15. asrın başlarında onlara ulaşmıştı. Bunu kendi tarih kitaplarından çıkarıyoruz. 'İslam İlimleri Tarihi' eserimin 11. cildinde,Portekizlilerin modern denizcilik biliminin kurucusu olduğu bilgisinin yanlışlığını ispatımı bulabilirsiniz.


"Müslümanlar, Afrika'nın güneyindeki yolu kullanarak 9. yüzyılda,Çin ile ticaret yapıyorlardı. Hint Okyanusu, 15. asırdaMüslümanların elinde bir İslam gölü gibiydi. Hindistan ve Java, Müslümanların elindeydi. Ummanlı denizciler; İbn-i Macitve Süleyman el Mehri, 15. asrın matematikten, astronomiye her ilmi bilen, filozof iki denizciydi."

"
950 yılında Ebu Cafer el Hazin adlı matematikçi ve astronom, parabol konstrüksiyonu kullanmak suretiyle üçüncü dereceden bir denklemi çözdü. 11. asrın ilk yarısında, İbnü'l Heysem, bir optik problemini dördüncü dereceden bir denklemle çözdü. Küçük bir yanlışlıkla Latinceye de çevrilen problem, Avrupalıları, 'Problema Alhazeni' adı altında 13. asırdan, 19. asra kadar uğraştırdı. Avrupalılar, İbnü'l Heysem'in çözümünü, ancak 19. yüzyılda kavrayabildi.













"İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi"nde, sergilenen; İslam bilginlerinin geliştirdiği daha karmaşık mekanik aletlerin yanında, oldukça basit kalan "Da Vinci çekiç ve örsü"

"11. asrın sonlarında Ömer Hayyam'ın, üçüncü dereceden denklemlerisisteme bağlayan kitabının benzeri, Avrupa'da, 17. asırda Rene Descartes, Frans Van Schoooten ve Edmund Halley tarafından yazılabildi. Avrupalı matematik tarihçisi Johannes Tropfke, Descartes'lerin yeni bulduklarını zannettikleri konuları, Hayyam'ın çok önceden yazdığını, aradan geçen zamanda Avrupalılar'ın, boşuna çaba gösterdiğini yazdı.


"15. asırda yaşayan, Alman Johannes Regiomontanus'un adını taşıyantrigonometri ilminin, kurucusunun, 13. asırda yaşayan Nasirüddin et Tusiolduğunu, yine Alman matematik tarihçisi Anton von Braunmühl ortaya çıkardı.


"13. yüzyılda yaşayan ve Orta Çağ Avrupa'sının en büyük matematikçisi olarak bilinen Pizalı Leonardo'nun, hayatının büyük kısmını, İslam ülkelerinde geçirmesi sebebiyle; oralardan aldığı kitapların tesirinde kalmış olması kuvvetle muhtemeldir. Ondan 200 yıl sonra yaşayan Leonardo da Vinci'nin çizdiği alet, makine ve silahlarla ilgili bilgilerin kaynağının da İslam dünyası olduğu, bugün bulunan önemli bazı Arapça kitapların, İtalyanca tercümelerinden anlaşılmıştır. Da Vinci, bu bilgileri kullanarak, devrine göre inanılmaz kabul edilen resimlerini çizebildi. Halbuki Leonardo'nun, İslam bilginlerinin buluş ve bilgilerini kullandığı kabul edilse, resimlerinin çözülemeyen sırları aydınlanmış olacaktı.


"Cabir b. Hayyam, kimyayı, bir bilim olarak kurdu. Cabir, tüm insani duyguların, matematiksel olarak ifade edilebileceğine inanıyordu.


"İşte bir ilimin oluşması için bunlar önemli. Tıp, fizik, astronomi, felsefealanında yaklaşık 200 eser kaleme alan Cabir b. Hayyam, aynı zamanda bugün bildiğimiz genetiğin babasıdır. Hayyam,şöyle diyor:


"Allah bize fiziki kanunlar vermiştir. Bunlarla bitki, hayvan hatta insanın benzerini yapabiliriz. Allah, beşere öyle kabiliyetler bahşetmiş ki, bununla beşer, kainattaki tüm sır perdelerini çözmeye muktedirdir."


"Bu sözler, 8. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan ve atomun parçalanabileceğini ilk bulan alim Cabir bin Hayyam'a aittir.













Dünya'nın dönüşü, mucizesi, 4./10. yüzyılın sonlarına doğru Ahmed bin Muhammed es-Siczi tarafından savunulmuştur. Es-Siczi'nin çağdaşı olan Cafer bin Muhammed bin Cerir'de Dünya'nın döndüğü görüşünü savunmuştur. Her iki bilginde, bu görüşlerini temel alan 'usturlaplar' imal etmişlerdir.

"9. asırda, Güneş'le Dünya'nın, yıllık en uzak mesafesinin sabit olmayıp değişken olduğunu fark eden Müslümanlar, yörüngedeki ilerlemenin, 12.09 saniye olduğunu saptadı. Günümüzde bu değer11. 46 saniye olarak biliniyor.


"Ekvatorun uzunluğu, Halife Mem'un zamanında ölçüldü. Bugün bildiğimiz gibi 40 bin kilometre. Bugünkü anlamıyla ilk uzay gözlemevi, 9. asırda Halife Me'mun zamanında, Bağdat ve Şam'da birer adet olmak üzere kuruldu. Halife Me'mun döneminde, 70 bilginden oluşan bir heyet, Batlamyos'unkinden farkı olmayan enlem ve boylamları, karaları ve denizlere doğru bir dünya haritası çizdi.


"9. yüzyılda, ileri matematik kullanılarak yapılan rasat ve ölçümlerle, Güneş ve Dünya arasındaki en uzak mesafenin, bugün bilinenden 1 saniye farkla tespit edilmiş ve zaman içinde değiştiği keşfedilmiştir. Bu durum, ancak 17. yüzyılda Kepler'in tekrar çabasıyla kanıtlanmıştır. Dünya ekseninin eğiminde, ekliptik düzlemine göre değişiklik olabileceği düşünülüp, bunu ispatlamak için Tahran'da bir rasathane kurulmuştur. Yapılan araştırmalar neticesinde, bu eğim açısının devamlı olarak azaldığı ispatlanmıştır. Bu bilgi, Batı'da ancak 19. yüzyılda tasdik edilebilmişti.Astronomi, o kadar ileri gitmişti ki, insanların çoğu, ceplerinde saat gibi usturlablar taşıyor, gezegenlerin hangi tarihte hangi burçta olacağını hesap edebiliyorlardı.


"El Biruni, 11. asırda dünyanın enlem ve boylam derecelerini, 6 ile 40 dakika arasında değişen küçük yanlışlıklarla hesapladı. Bu küçük yanlışlıklar, ancak 20. asırda düzeltilebildi. Engin denizlerde koordinat hesaplama yöntemini,Müslümanlar, 15. asırda yapabilirken Batı, bunu 20. asırda öğrenebildi.


"Avrupa'da, Jahonn Kepler, 17. yüzyılda henüz Müslümanların kitaplarında gördüğü bu sonuca nasıl ulaştıklarını anlayabilmek için, çağdaşı bilim adamlarıyla yazışıyordu. Tahran'daki rasathanede 10. asırda tespit edilen Dünya'nınekseninin sürekli azaldığı bilgisine, Avrupalılar, ancak 19. asırda, gök mekaniği bilimiyle ulaşabildi. İslam astronomibilginlerinin, kitaplarının tercümesinin Kopernik'e ulaştığını, bugünkü nesiller, bundan henüz yarım asır önce öğrenebildi."













Prof. Dr. Fuat Sezgin

İSLAM BİLİMİ: BATI'YA NASIL GEÇTİ?


"11. asırda Tunuslu bir tacir olarak İtalya'ya giden, sonradanConstantinus Africanus adını alan kişi, Monte Cassino manastırına kapandı. Bu zat, Tunus'a gidip, 3 yıl sonra İslam bilginlerine ait 25 tıp kitabıyla Salerno'ya dönmüştü. Africanus, Monte Cassino Manastırı'na kapandıktan sonra kitapları, Latince'ye tercüme ettirdi. O kitaplar, 'ya kendi adıyla veya eski Yunan otoritelerinin adıyla' yayınlandı. Çalışkan, becerikli ve kurnaz İtalyanların, 17. yüzyıla kadar bütün İslam eserlerini, Sicilya adası ve Güney İtalya üzerinden Avrupa'ya taşıdılar. Ancak, hep kendi isimleriyle yayımladılar. İtalya; İslam medeniyeti ve biliminin, Avrupa'ya aktarılmasında, bir 'istasyon' görevi yaptı.


"Avrupalılar, Sicilya ve Endülüs'te tercüme edilen 'İslambilginlerinin eserleri'ni, kaynak göstermeden aktarıyorlardı. Bu yüzden, bugün Batı uygarlık ve biliminin temeli, aradaki İslam bilimi atlanarak, ondan önceki Yunanlılara izafe ediliyor.Müslümanlar, dünya sahnesine çıktıkları ilk on yıldan itibaren; diğer medeniyetlerde görülmedik bir hızla bilimsel gelişmelere katkıda bulundular.


"Eserlerin isimlerini değiştiriyorlardı. Bir kördüğüm şeklinde olsa da, papazlar, Müslüman alimlerin kitaplarını,Latince'ye tercüme ederek, bilimsel gelişmenin ilk adımlarını atıyorlardı. Yahudiler ağırlıkta olmak üzere, tercümeyipapazlar yapıyordu. Çünkü Avrupa'da, başka okuma yazma bilen yok gibiydi. Görüldüğü gibi; Batı, bilimini, sanıldığının aksine, din adamlarına borçludur.

"Avrupalılar, medeniyetlerini ve bilimlerini, İslam bilginlerine borçlu olduklarının farkında değiller. Modern dünyanın oluşumunda, İslam alimlerinin büyük emeği vardır. İslam medeniyetinin gerilemesinin nedeni de, din değildir.


"13. yüzyılda yaşayan Raymondus Lullus adındaki papaz, az Arapça bilmesine rağmen; Avrupa'da, Arapça eğitim veren merkezler kuruyor ve Müslümanları kendi silahları ile vuralım diyordu. Kitaplar yazıyor ve büyük bir alim olarak geçiniyordu. Fakat, bundan 50 yıl önce ortaya çıktı ki, bu adamın 70'e yakın eserinin hepsinin Arapçaları vardı. Yani bunların hepsi Arapça'dan tercüme edilmişti."


İSLAM MEDENİYETİ'NİN: "ASIRLARDIR HAKKI YENİLDİ"


"Benim mensup olduğum bir ilim, kültür ve medeniyet dünyası var, bizler köksüz ve sahipsiz değiliz. Çok derinlere inen sağlam bir medeniyete beşiklik etmişiz. Fakat yüzyıllardır bu medeniyetin görmezden gelindiğini, hakkının yenildiğini, aşağılandığını, bütün yaptıklarının da elinden alındığını ve ona zulmedildiğini gördüm. İslam medeniyetinin, bu göz kamaştıran birikimini ve dünya bilimine yaptığı büyük katkıları, bunun farkında olmayan dünyaya tanıtmayı gaye edindim. Bu gayretimin bir kısmı, sadece bilim dünyasına hizmet için, ancak diğer çok mühim bir amacı da, koskoca birİslam aleminin yitirmiş olduğu kendine hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatarak, kaybettiklerini iade etmektir.


"İslam medeniyetinin gerilemesinin nedeni, din değildir. Hayır, katiyen. Eğer öyle olsaydı kabul etmek zorunda kalırdım. Ama öyle değil. Din, bilimi teşvik etti. Bugün Müslümanlara düşen görev, tarihlerini çok iyi bir şekilde ortaya koymaktır.Gerileyişin nedeni din değildir. Başka tarihi sebepler var. Müslümanları yanlış düşünce ve kompleksten kurtarmak lazım. Müslümanların kimya, fizik, tıp, sosyoloji ve tarih alanında ortaya koyduklarını, kimse bilmiyor. Biliyorum diyenlerin de bilgisi yarım yamalak. Bundan dolayı, modern bilim tarihi, yeniden yazılmalı. Herkes, İslami ilimlerin, dünyaya kazandırdıklarını bilmeli.













İstanbul Gülhane Parkı'ndaki "İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi"nden bir görünüş.

"Maalesef Türk insanı, İslam tarihi ve medeniyeti içerisinde ne kadar büyük bir yeri olduğunu bilmiyor. Türkiye'de İslam uygarlığı hakkında büyük bir bilgisizlik var. Hayretler içerisinde kalıyorum. İslam'ın, doğa bilimleri alanında, matematikte, astronomide, fizikte, kimyada, coğrafyada, jeolojide yaptıklarını, neredeyse kimse bilmiyor.


"Topkapı Sarayı'nda açılan ve yoğun ilgi sebebiyle defalarca uzatılan'İslam'da İlim ve Teknoloji' sergisi, adeta sihirli bir tesir yapıyor ve görenlerin dünya görüşleri allak bullak oluyor. Bu eserler, İslam dünyasının bilimdeki seviyesini görmek açısından çok önemli. Bizzat ben, bin kişiden duydum. İnsanlar gelip; 'Biz İslam medeniyetinin bu kadar ileri olduğunu bilmezdik. Madem bu medeniyet bu kadar ileriydi neden bize yanlış tanıtıldı' diyorlar.


"16. yüzyılın sonlarında, İslam bilim ve medeniyeti duraklama içine girmeseydi; insanlık, 20. asırda yakaladığı bilimsel seviyeye, 200 yıl önce ulaşırdı. İnsanlık, nükleer enerjiyle de, 200 yıl önce tanışırdı."


Kaynaklar:06/2008


1) Prof. Dr.Fuat Sezgin, "İslam'da Bilim ve Teknik", çev. Abdurrahman Aliy, TÜBA Yy. Ankara, 2007.
2) Deşifre, 03/06/2008
3) Aksiyon, Sayı: 489; Sayı: 515,
4) Sızıntı, Sayı: 319
5) sabah, 31/05/2008
6) star, 26/05/2008
7) radikal, 17/02/2006, 27/3/2005
8) yenisafak, 26/09/2005, 25/09/2005


Derleyen: Hülya Aras
yaklasansaat.com

Devamını Oku »

Bilimin Ardındaki Niyet ve Bilim ve Nesnel Eleştiri

Bilimin Ardındaki Niyet

Günümüzde, bilim diye anılan gerçeklik aslında Hıristiyan Batı dünyasında, kilise ile mücadele etmek üzere sahneye çıkartılan, kökeninde dini dışlama niyetini taşıyan bir dizi düşünceler zinciridir. Ne var ki, günümüz insanı çoğunlukla andığımız nitelikteki bilimin temel amacını unutmuş olduğundan, "bilim" tarafından ileri sürülen iddiaların tümüne hakikatmiş gibi bakabilmekte; dahası, dogmatizmle mücadele ettiğini sandığı bilimin şahsında yeni bir dogmatizmle karşı karşıya bulunduğunu sezinleyememektedir.

Edebiyat, insanın süflîliğini ortaya döküp saçmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır, insan, kendi zayıflığını, süflîliğini, işe yaramazlığını görmekten, hastalıklı bir tat alır olmuştur.

Gerçekte, bilim ve sanat adına söylenen şeylerin ne ölçüde bilim ve sanat olduğu tartışılabilecek bir keyfiyetken, bu gün, bu yaftalar altında sunulan her şey insana kolaylıkla kabul ettirilebilmektedir. Bir kez taraf-sız, nesnel, evrensel bir olgu diye alınınca, bunun her yerde, her zaman genel geçer olduğu, herkes tarafından kabul edilmesinde zorunluluk bulunduğu fikri, bu fikri imal edenin "niyeti" araştırılmaya bile lüzum görülmeden kabul edilmektedir.

Aslında, belirtilen tanıma uygun olması gereken fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimleri bile 17. yüzyıldan başlayarak, özellikle 19. yüzyılda yoğunluğunu artırarak belirli "niyetlerin" gerçekleştirilmesi amacına alet edilerek kullanılmıştır. Felsefede olduğu gibi, bilim alanında da, birbiri ardından gelen düşünceler, görüşler birbirinin yalanını çıkartırken, insanın, gene de bilimi putlaştırabilmesi tuhaf bir olaydır.

Şimdi bazıları,belki de bilimin de yanılabileceği esasen kabul edilmektedir, diye itiraz edebilir. Fakat bilimin yanılabilirliğinin kabul edilmesiyle, bilimin gerçekleştirmek istediği niyeti birbirine karıştırmamak gerek. Bugün Batı dünyasında bilim denen olgu'nun gerçekleştirmek istediği niyet, bu niyetin taşıdığı zihniyet büyük ölçüde değişmeden devam etmektedir.

Bu niyetin mahiyetini birkaç kelimeyle özetlemek mümkündür. Ölümsüzlük iksirini araştırmaya kalkışan, bazılarınca bugünkü bilimin atası diye tanımlanan ilk simyacılardan başlayarak yeni ve yakın çağlardan günümüze kadar devam eden bu sürecin taşıdığı temel niyet, Allah'ın hükmünü yalana çıkarma çabasına dönüktür. Simyacılar ölüm iksirini bularak, bütün nefslerin ölümü tadacağına ilişkin hükmü geçersiz kılmak isterken, başka biri türeyişle ilgili bir görüş ileri sürerek insanın yaradılışı ile ilgili hükmü yalanlayabilme gayretine düşmüştür. Bazıları belki bugünkü bilimin artık bu tür fantezilerle uğraşmaktan vazgeçtiğini, hatta bu tür fantezilerin insanoğlunun işine yarayabilecek bazı buluşlar kazandırdığını ileri sürerek savunmaya geçebilir. Fakat bu niyet, birçok karayı bulandırmıştır. Ve de bugünkü bilimin, büyük olçüde aynı niyetle kullanıldığında kuşku yoktur.Bu arada, söylenen bazı doğrular varsa onlar temeldeki sapıklığı gidermeye yetmiyor, bilakis onun pekiştirilmesi amacına matuf bulunuyor .

 

Bilim ve Nesmel Eleştiri

Nesnel eleştiriden bir eserin,bir olgunun tarafsız bir gözle ele alınıp irdelenmesi anlaşılmaktadır.Fakat tarafsızlık (yan tutmama) dediğimiz şey pratikte gerçekleştirilebilir mi? Tarafsız bir eleştiri mümkün mü? Yoksa nesnellik denilen kavramla tarafsızlık kavramı birbirinden farklı mıdır?

Diyoruz ki bir eleştirinin nesnel olabilmesi için eleştirmecinin,tanımları önceden belirlenmiş bazı ölçütlerden yola çıkması lazımdır.Bu ölçütlerse gene eleştirici tarafından belirlenmekte ya da eleştirici önceden belirlenmiş ölçütlerden bir seçme yaparak yola çıkmaktadır.Demek ki tarafsızlık daha baştan kaybedilmiş olmaktadır.Çünkü eleştirmeci ben bu ölçütlerden yola çıkıyorum dediği an aynı zamanda hangi yanı tuttuğunu,hangi konumdan yana olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.Bu durumda tarafsızlık denilen kavramın pratikte geçerliliği olmadığı anlaşılmaktadır.Tarafsızlık bu durumda ancak eldeki ölçütlerin kullanmasıyla ilgili sınırlı bir alana inhisar etmektedir.Nesnel denilen eleştirinin de böylece mutlak bir anlamı olmadığı,izafi ve nisbi bir anlam taşıdığı görülmektedir.

Nesnel eleştirinin sınırlarının belirlenmesi şu bakımdan önemlidir: Günümüzde bazı olgular, durumlar, durum alışlar ortaya konulurken var olan bazı bilimsel yargılardan hareket edildiği, dolayısıyla kullanılan bu ölçütlere göre ulaşılan yargıların bilimsel sonuçlar olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülmektedir. Ben elimdeki şu bilimsel ölçütlere göre hareket ediyorum, öyleyse vardığım sonuç da doğrudur denilmek isteni-yor Oysa bizzat bilim denilen olgunun kökeni irdelendiğinde bunun ne ölçüde genel geçer olduğu tartışma konusudur Bu bir. İkincisi bilim denilen olgu hep sanıldığı ve kabul edildiği gibi aslında mutlak hakikatin dışavurumu değildir. Günümüz bilimi Batı Avrupa uygarlığının anlayış tarzını yansıtarak biçim almıştır. Bunun değişmez olduğu sanılıyor, dolayısıyla başka uygarlıkların değişik kafa yapısına göre değişik "bilimlerin" olabileceği fikri ıskalanmış oluyor. Nitekim geçmişte değişik uygarlıkların şimdiki bilim anlayışına uygun düşmeyen değişik bilim anlayışları ve dolayısıyla değişik "bilimsel sonuçlar" ortaya koydukları bilinmektedir.

Biz halihazırda bilim olarak sadece Batı Avrupa kafa yapısını, onun zihniyetini esas aldığımız için bundan başka bilim olmaz yanılgısına düşmekteyiz. Bu durumun pratik sonucu şu olmaktadır: Madem ki deniyor, bilim yanılmaz ve mutlak doğruyu ortaya koyar, öyleyse ben kendi durumumu ancak bilimi kullanarak anlayabilirim. Avrupa'da kilisenin yaptığı bu olmuştur. Kilise, dinin doğrularını savunabilmek için bilimsel yargıları kabul etmiş ve adım adım bilimin boyunduruğuna girmiştir. Bu da ilericilik ve aydın görüşlülük sanılmıştır. Geçen yüzyıldan bu yana kilisenin tutumu bir yöntem olarak Islâm aleminde de benimsenmiştir. Müslüman düşünürler de dinin doğrulan ile bilimin doğrularının çatışmadığını, bunların birbirini teyit ettiği fikrini ileri sürmüştür. Burada şu tehlike göz ardı edilmeye çalışılmıştır: Bir kez dinin doğruları bilimin doğrularına tasdik ettirilmeye başlanınca aynı bilimin dinin doğrularını nakzettiği yerde ona boyun eğmeyi peşin olarak kabul etmek gerekecektir.

Çıkış noktası, varsayımları dininkinden farklı olan bilimin sonuçlarının dine uyarlanmaya kalkışılması yanlıştır.Tarafsız sanılan bilimin sonuçlarının dine yöneltilerek onun eleştirilmeye çalışılmasıyla nesnel bir eleştiri yapılıyormuş sanılması da yanlıştır.Elmalarla armutlar bir toplama işleminde yan yana gelmezler çünkü.Bu işlemin yapılabilmesi için ortak birimin(vahid-i kıyasi) bulunması gerekir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Egemenlerin Yazdığı Çarpık Kavramlar

Egemenlerin Yazdığı Çarpık KavramlarEgemenlerin yazdığı tarihin bize empoze ettiği kavram-örgülerinin çok zararsız gözüken ifadelerde bile 'hakikat'i [gerçeklik'i ve doğruluk'u] nasıl çarpıttığı açıktır. 'Bilim', Kopernik ve ardılları için Kilise'ye yani Sistem'e karşı bir duruş, hatta sahih bir itikad arayışı idi. Newtoncu kiliseler ve bu kilislerde görev yapan Newtoncu din adamları derinden derine Sistemle savaştılar. Sonuç, bin yıllık Sistem'in bu devrimi dönüştürmesiyle sonuçlandı. Direnenler sahih itikadlarını korumak için ya ateist ya da teist olmak zorunda kaldılar. Gerçekten de bu Sistem'in cenderesi içerisinde yaşayan bir kişi için sahih itikad arayışının başlangıç noktası reddediş, en azından kritiktir.

Bu tespit bugün için de geçerlidir: İnancı bilginin önüne koyan ve herşeye yayan bir zihniyet en nihayetinde reddedilme eylemine muhatab kalacaktır. Bu sonuç 'bilimsel bilgi' için de geçerlidir: İnsanı yalnız başına safi 'inanç' ya da safi 'bilgi' veya safi 'aşk' kabul etmek insanı tek-boyuta indirgemek demektir. Halbuki insan abid, natık ve aşıktır; sahih itikad budur çünkü.

Şimdiye kadar bir noktayı açıklamayı hep erteledik: Kopernik ve hatta Galileo'nun doğa'nın bilgisi sözkonusu olduğunda Sistem'e karşı dururken, dayandıkları 'bilme tarzı', yani sahih itikad arayışındaki yöntem'leri ne idi: "Gözlemle uyumlu hesap". Bu ilke nereden geliyordu: Evreni idrak için yeni bir bilme tarzını geliştirmeye çalışan Merağa Okulu ve takipçilerinin çalışmalarından. Öyleki Ali Kuşçu, İbn Nakib ve Şemseddin Hafrî, evreni ilmî idrak için 'yeni-bir-metafizik" ve "yeni-bir-fizik" kurmaktan bile bahsediyorlardı. Çünkü Biz'de Kilise yoktu; Sistem yoktu. Şimdi mi? Şimdi ise "Biz" yok.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Alet Derin Evreni Resmeden Metafizik Yoldaştır

Alet Derin Evreni Resmeden Metafizik Yoldaştır
İnsan niçin cetvel, pergel gibi aletleri icat etmiştir? Aklettiğimiz ‘doğru çizgilik’ kavramını tahayyül edip, onu aklî mükemmelliğine yakın bir şekilde, dış-dünyadaki maddî bir zemin üzerinde çizmek için cetvele ihtiyacımız var; benzer biçimde ‘dairelik’ kavramını aklî mükemmelliğine yakın çizebilmek için de pergele.

Öte yandan maddî dünyadaki şeyleri ve olayları aklî olarak tasvir ve temsil etmek için olduğu kadar, duyu organlarımızı güçlendirmek, daha derin hissetmelerini sağlamak için de aletlere ihtiyaç duyarız. Bu ihtiyaç ister uzaydaki şeylere ve aralarındaki ilişkilere ait olsun, ister cismin içine nüfuz etmek ve daha derine inmek için olsun. Kısaca duyu organlarına konu olan cisimlerin ve aralarındaki ilişkilerin [cism-i mahsus], akıl içerisindeki tasviri ve temsili için [cism-i aklî], başka bir deyişle Gerçeklik’i.

Doğru idrak için alet icat etmek ve kullanmak zorundadır insan. Bu nedenle aletler hikmet arayışındaki insanın kendisinin icat ettiği, ama kendisini aşan metafizik yardımcılarıdır.

Bu duygu ve düşüncelerle ünlü ilim tarihçisi Fuat Sezgin Hoca’nın Topkapı Sarayı Müzesi’nde İslam’da İlim ve Teknoloji adıyla açılan ilmî aletler sergisini bir grup genç arkadaşla gezdik. Gerçekte, bu serginin bir parçası olduğu, 800 aletten kurulu müzeyi, Almanya’da, Frankfurt’taki Goethe Üniversitesi’ne bağlı Arap-İslam İlimler Tarihi Enstitüsü’nde [Institut für Geschichte der Arabisch-Islamischen Wissenchaften] bizzat Fuat Sezgin’in rehberliğinde dolaşmıştım. Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki sergi bu müzeden alınma küçük, ama temsili yüksek bir kesitti.

Matematik, astronomi, fizik, kimya, mekanik, ölçü-tartı, tıp, mimarî, haritacılık, harp sanatı gibi disiplinlere ait olan aletler; Musaoğulları, Ebu Sehl Kuhî, İbn Heysem, Zehravî, Birunî, Cezerî, İdrisî, İbn Macid, Cemaleddin Mardinî, Pîrî Reis, Takiyüddin Rasıd gibi onlarca âlim tarafından yapılmış; Bağdad, Kahire, Endülüs, Merağa, Semerkand, İstanbul gibi İslam medeniyetinin önemli ilmî merkezlerinde kullanılmıştı. Aletler arasında şimdiye kadar şu ya da bu şekilde bilinenleri olduğu gibi ilk defa yazma eserlerdeki tasvirlerinden hareketle tespit edilenleri de vardı: İbn Heysem’in meridyen doğrultusunu en doğru bir şekilde ölçmek için icat ettiği gözlem aleti, Cezerî’nin eserinden hareketle küre üzerine açı çizme aleti, Ebu Sehl Kuhî’nin elips, parabol ve hiperbol çizmek için icat ettiği pergel, İbn Macid’in icat ettiği en gelişmiş pusula, Kemaleddin Farisî’nin gökkuşağının güneş ışığının su damlası içerisinde iki kez kırılması, bir veya iki defa yansımasından oluştuğunu gösteren deney modeli, Takiyüddin Rasıd’ın mekanik-otomatik saatleri...

Bunlar ve diğer aletler, İbn Heysem’den itibaren İslam medeniyetinde vazgeçilmez hale gelen “var-olan’ı bilmek için aletlerin şart olduğu”na ilişkin ilkenin, sonradan gelen âlimler tarafından ne tür bir seviyeye ulaştırıldığını göstermesi açısından dikkate değer örnekler olarak görülebilirler. Mirim Çelebî’nin ifade ettiği gibi, “âlet yapımı” evrene ilişkin burhanî bilginin vazgeçilmez şartıdır.

Bu medeniyetin varisleri olan bizlere gelince, bırakınız aklî mükemmelliği resmeden ya da dış dünyayı derinlemesine bilmeyi mümkün kılan aletleri yapmayı, kanımca, kendi medeniyetimizi sağlıklı bir biçimde idrak için bile gerekli olan ‘aletlere!’ sahip olduğumuz tartışmaya açıktır.

İhsan Fazlıoğlu,Kendini Aramak
Devamını Oku »

Bütün Nehirler Denize Akar

Bütün Nehirler Denize AkarBilim, yaygın inancın aksine, Avrupa’nın icadı değildir. Hemen hemen bütün medeniyetler ve kültürler -ki bunlar İslam, Çin ve Hint medeniyetleri gibi “büyük”; Afrika, Kolombiya Amerikası öncesi ve Pasifik Adasındakiler gibi “karmaşık” ya da “basit” de olabilirler- kendi bilimini üretmiştir. Modern Batı bilimi, Avrupalı olmayan medeniyetlerin oluşturduğu bu bilimlerinin mirasçısıdır. Fakat Batı diğer tüm Öteki bilimleri, seküler bir çatı altında çerçeveleyerek ve tanımlayarak kendine mal etmiştir. Farklı çatılar altında işleyen bilimlerin, bilim olmadığını ifade edip, onları tarihin dışına itmiştir. Evrim tarihi ve modern bilimin gelişimi gibi Avrupa’nın kökenleri de, hem modern bilimin hem de Avrupa’nın, öteki kültürlerden ayrı ve özerk bir yeri olduğunu göstermek için yeniden yazılmıştır.

Paul Davies, bilimsel ilerlemenin Avrupa merkezli resmini çizer. İlkel kültürlerde, dünyanın anlaşılması günlük meselelerle sınırlandırılmıştır. Bunlar mevsimlerin gelip geçmesi ya da, yaydan çıkan bir okun hareketi gibi şeylerdir. Tamamen pragmatik ve büyülü terimlerin dışında hiçbir teorik temeli olmayan şeylerdir. Bugün, bilim çağında, kavrayışımız bir hayli artmış olup, bilgiyi, astronomi, fizik, kimya, jeoloji, psikoloji vb. gibi konulara ayırmak zorunda kalmışızdır. Bu dramatik ilerleme tamamen “bilimsel yöntemin” sonucunda olmuştur: Deney, gözlem, tümden gelim, hipotez, yanlışlama…. Bilim akıldışı inanca karşı aklı öne çıkaran katı prosedür ve tartışma ölçütleri talep eder.

Biz biliyoruz ki, Avrupa tarafından “ilkel” olarak tanımlanan bu kültürlerin bile son derece karmaşık bilimler geliştirdiğine tarih tanıklık etmektedir. Kolombiya öncesi kültürler ince elenip sık dokunmuş bir bilimle, deneysel tarımı geliştirmişler ve en az 3.000’e yakın patates çeşidi yetiştirmişlerdir. Pasifik Adaları halkı bugün bile bilinmeyen son derece parlak gemi inşa tekniklerini geliştirmiş, bunun sonucunda da uzun deniz yolculuklarını başarmışlardır. Karbon çeliği ilk defa bundan 1500 sene önce bugün Tanzanya denilen yerde üretilmiştir. Avrupa onları on dokuzuncu asrın sonuna kadar başaramamıştır. Açıkçası bu tip anıtsal ustalıklar,“akıldışı İnançlar" ya da “ölçütsüz bir prosedürle" kazanılmış olamaz. Batı “akıl dişiliği" ve geleneksel hikmeti Batılı olamayan kültürlere atfeder ve onların kazanımlarını kafalardan çıkarır. Bununla birlikte sözde “ilkel” kültürlerin biçim ve teknoloji tarihleri araştırıldığında, böylesi küstahlıkların gerekçelendirilmesi gittikçe zorlaşır.

Son yirmi yılda, İslam, Çin ve Hint medeniyetlerinin bilimsel bilgileri hakkındaki bilgimiz uzun mesafeler kat etmiştir. Joseph Needham ve diğerlerinin anıtsal çalışmaları Çin biliminin empirik tabanını ve karmaşıklığını göstermektedir. Bunlar, “insanın doğal bilgisinin, insanın pratik ihtiyaçlarına uygulanmasında Batı’ya ait olanlardan çok daha verimlidir." Çin’in magnetik iğneyi, pusulayı ve barutu keşfi olmasaydı Avrupa kendi coğrafi sınırlan içinde kalacaktı. İslam bilimi üzerinde akademisyenler -Fuat Sezgin, A.I. Sabra, E.S. Kennedy ve Donald Hill- tarafından yapılan geniş araştırmalarda, İslam bilimin nitelik ve nicelik açısından ulaştığı seviyenin hiçbir şüpheye yer bırakmayacak düzeyde olduğu gösterilmiştir. Bu araştırmalar aynı zamanda Avrupalı bilim adamlarının, Müslüman bilim adamlarından ne kadar “borç" aldığını da göstermektedir. Tusi, îbn-i Şatir, el-Heysem ya da îbn- i Nefis gibiler olmadan Copernicus, Kepler, Newton ya da Harvey de olmayacaktır. Doğrusu, on dördüncü asrın Müslüman bilim adamı İbn Şatir’in matematik modellemeleri olmasaydı “bilimsel devrim” diye birşey de olmayacaktı.

Onüçüncü asırda Azerbaycan’ın Maraghe’sında yapılmış meşhur rasathanede Nasireddin Tusi gibi astronomların çalışmalan olmasaydı “bilim devrimi” de olmazdı. Maragha astronomları Tusi çiftini ve eksentik modelleri, episiklik modellere dönüş
türecek bir teorem geliştirdiler. Müslüman bilim adamları Batlamyus’un gezegenlerin hareketleri hakkındaki tezlerinin, el-Heysem’in deyişiyle “yanlış” olduğunu biliyorlardı. Böylece Müslümanlar büyük bir kırılmanın eşiğine geldiler. Copernicus sadece Tusi çiftini ve ibn-i Şatir’in teoremlerini kullanmakla kalmayıp, onları modeldeki aynı noktalar üzeninde de kullanmıştır. Copernicus ve Maragha Okulunun aya ait modelleri tamamen benzeşmektedir. Copernicus’in yaptığı tek iş, dünyayı modelin merkezinden alıp, güneşle yer değiştirmektir. “Bilimsel devrim” bundan sonra patlamıştır. Eğer bilim evrensel bir binaysa, onun temelleri Avrupa’da değil, Batılı olmayan bilimsel geleneklerde yatmaktadır.

Fakat Batılı olmayan kültürler de derin kökleri bulunan sadece modern bilimin temelleri değildir. Batılı bilimin büyümesi bir istismar, sömürme işlevidir ve Batılı olmayan toplumların gelişmesini engeller. Sömürgecilik ve endüstri devriminin elele gitmesinde olduğu gibi Batılı bilimin gelişimi de doğrudan Avrupa imparatorluklarına bağlıdır.

Ziyauddin Serdar,Postmodernizm ve Öteki
Devamını Oku »

Çağdaş İnsanın Bunalımı

Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir.Kendilerine"geleneksel bilimler"den veya saf metafizikten söz edildiği zaman, sadece "lâdinî bilim"in ve "felsefe"nin söz konusu olduğunu düşünen bu kadar çok insanın bu­lunması kuşkusuz bu nedenledir. Kişisel kanılar alanında her zaman tartışma olabilir, çünkü insan aklı düzeyi aşa­maz ve çünkü insan hiçbir üstün ilkeye başvurmayınca,bir konuyu "leyh'de ve "aleyh"de savunmak için az ya da çok geçerli kanıtları kolayca bulabilir. Çoğu durumlarda,hiçbir çözüme ulaşmaksızın sürekli olarak tartışmayı sürdürebilir insan.

İşte bu yüzden hemen hemen bütün modern felsefe, iki anlama gelebilen ifadelerden ve çok kötü bir şekilde ortaya konulan meselelerden oluşmuştur.Genellikle sanıldığı gibi, tartışma sorunlara açıklık getirmesi bir yana, çoğu kez sorunları değiştirip başka yöne kaydırmakta ve onları daha da anlaşılmaz kılmak­tadır.

Bunun da en olağan sonucu, herkesin hasmını ikna etmeye çalışarak, kendi kanaatına eskisinden daha çok bağlanması ve eskisinden daha fazla tekelci bir tarzda onda ısrar etmesidir.

Aslında bütün bunlarda, hakikat bilgisine ulaşmak söz konusu değildir. Fakat her şeye rağmen, haklı olmak ya da başkalarını buna inandırmasa  en azından kendisini haklı olduğuna inandırmak söz konusudur. Nitekim bu üzücü bir durumdur, çünkü Batı düşüncesinin en belirgin öğelerinden biri olan "kendi dinini yayma" ihtiyacı işe karışıyor daima. Bazen keli­menin en bayağı ve kötü anlamıyla bireycilik daha be­lirgin bir şekilde ortaya çıkmaktadır:

Böylece bir insanın eserini, o insanın özel yaşamı hakkında bildikleriyle yargılamak isteyen insanları her an görmüyor muyuz? Sanki bu iki şey arasında herhangi bir bağıntı kurula­bilirmiş gibi. Bu arada belirtelim ki, ayrıntı merakına bağlı olarak, "büyük insanların yaşamlarındaki en küçük özel durumlara verilen önem, gösterilen ilgi ve onların yaptıkları her şeyi bir çeşit "psiko-fizyolojik" tahlille açık­lama kuruntusuna kapılma aynı eğilimden doğmaktadır;bütün bunlar, çağdaş zihniyetin gerçekten ne olduğunu anlamak isteyen için oldukça anlamlıdır.

Kaynak:

Rene Guenon-Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Teknoloji ile Gelen Modern Hayat ve Öncesi

Bilim ve teknoloji 20. yüzyılın ortalarına kadar bir fatih edasıyla toplum hayatında yer etti. Modern bilimin  doğduğu 17. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına kadar  dünya ölçüsünde eskiye galebe çalan bir yeniden sözedilebiliyordu. Fakat modern hayat katettiği her merhalede insan hayatını öylesine değişikliğe uğrattı ki bilim ve teknolojinin güdümüne girmeden yaşanılan zamanlar hatırlanamıyacak kadar geride kaldı ve bir yaşama biçi­mi olarak modem öncesi hayat tümüyle ortadan kalktı.

İşte bu safhasında bilim ve teknoloji artık yenileştirici, yeni ve parlak ufuklar açıcı vasfını kaybetti, muhafaza­kâr ve kendi iktidarını korumak için baskı yapmaya muhtaç bir kuvvet niteliği kazandı.

Günümüzde bilim ve teknoloji alanındaki yenilikler sona ermiş değildir, tersine bu yenileşmenin hızı öylesi­ne artmıştır ki insanlar günden güne yenileşmenin boşu­na bir çaba olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Bilimsel-teknolojik devrimden önce sanayi, geleneksel yaşama biçimlerinin yerine endüstri toplumunun şartlarını getir­mek gibi sade sayılabilecek bir hedef sahibiydi. Fakat bugün herhangi bir teknolojik araç veya bir fabrika 5-6 yılda modası geçmiş hale gelebilmektedir. Bu değişme de bilimsel-teknolojik alanda insan bilgisinin sürekli ve hızlı biçimde artmasıyla sağlanmaktadır. Bu bakımdan araştırma, laboratuvar çalışması, teorik hazırlıklar top­lum düzenlemesinde birinci sırada bir önem sahibi ol­muştur. Ne var ki araştırmacılık düzeyindeki teorik ça­lışmalar bilimsel-teknolojik bilgi piramidinin en üst katı­nı oluşturur. Uygulamanın yerine getirilmesi, uygulama­ya konmuş aygıtlar kompleksinin çalıştırılması ve ko­runması da ayrı ayrı bilimsel-teknolojik bilgiyi gerektirir.

İşte, bu vasfıyla bilimsel-teknolojik toplum, eğitimi kendi sağlığı için kaçınılmaz unsur kabul eder. Bir bakı­ma modern toplumun yumuşak kamı "bilgi," bilimsel- teknolojik bilgidir. Modern toplum bu bilgi olmaksızın hem maddî varlığını idame ettiremez, hem de bilimsel- teknolojik bilgiye sırt çevirmek bu toplumu çökertebile­cek bir tavır olarak anlaşılır. Eğer insanlar bilimsel ve teknolojik teçhizatlanmanın boşunalığı konu­sunda bilinç ve karar sahibi olursa çarkların dönmeme tehlikesi vardır.Yalnız bu kadar değil, bilim ve teknoloji dini, tapınaklarını ayakta tutacak müminlerden, sadaka ve kurbanlardan mahrum kalır. Bu ise, modern toplu­mun boşluğa yuvarlanması demektir.

Bu yönüyle düşünüldüğünde modern endüstri ötesi toplumun iplerini ellerinde tutan çevrelerin, elektronik çağın hakim unsurlarının geniş halk yığınlarını bilgisiz, "cahil" bırakmaktan son derece korkacaklarını söyleyebi­liriz. Daha çok insan bilimin ve teknolojinin önemine inandırılmak, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletilmesi ve geliştirilmesi eylemine inandınlmalı, daha çok insan aygıtların korunmasına, onların işletil­mesi geliştirilmesi eylemine katılmalı ki düzen işleyebil­sin.

Gelişmiş denilen, bilimsel-teknolojik iktidar sahibi toplum güçlerini korkutan halk yığınlarının günden gü­ne bilgilenmeleri değil; birgün "bu gelişme niçin" diye sormaları ve hayatın anlamını gelişme, refah, zenginlik dışı bir alanda arama ihtimalleridir.

İsmet Özel, Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »