''Doğru Söz Söylemek'' Hakkında

Dikkat ediniz, doğru sözler her zaman değerli sözler değildir. Hatta bir adım daha giderek söyleyebiliriz ki doğru sözler gerçek anlamlarıyla doğru sözler olmayabilir.Sözleri doğru kılan, onların doğruluğuna dayanaklık eden şey bu sözlerin mantık bakımından tutarlı olmaları mıdır? Hiç de değil. Mantıkî tutarlılığın doğruluğa, gerçekliğe karine teşkil etmediği artık günlük hayatımızın sıradan bilgilerinden biri oldu. Peki o halde, sözler, o sözlerin doğru olduğunu birçok insanın onaylamasıyla doğruluk kazanıyor mu? Elbette hayır. Çoğunluğun yanlışları doğru olarak bildiği zamanlar, belki doğrulan doğru bildiği zamanlardan daha çoktur. Neyin doğru olduğu meselesini bir mantık problemi, bir felsefi problem olarak ele almanın bir taydaşı yok. Çünkü bitmeyen bir tartışmadır bu. Kısa ve sarih bir yol gösterilmiş Müslümanlara doğruyu anlamak için: Müslümanların doğru bildikleri kendi inançlarının kaynaklarından yanı Kur’ân ve Sünnet’ten öğrendikleridir.

Meseleyi çözümledik, bitti mi? Hayır, çözümlemedik, meseleve yaklaştık henüz. Önemli soru daha geride geliyor: Bir sözün Kur’ân ve Sünnet’e uygunluğu bizim gözümüzde nasıl değer kazanıyor? Yani bir sözün Islâm kaynaklarına uygun olarak söylendiğine nasıl karar veriyoruz? Sözün ve davranışın kaynaklara uygun olduğunu teminat altına alan teminat nedir? Örneklerin yardımıyla açalım: Cebinde banka hisse senetleri olduğu halde “Faiiz haramdır!" diye haykıran adamın doğru söylediğine inanalım mı? Yahut bir adam “Allah'ın indinde din Islâm dır. " dedikten sonra kendini teknolojik medeniyet dininin piyasa mezhebine bağlı sayarak kullukta bulunuyorsa sözlerini nasıl doğru kabul edelim?

Diyeceksiniz ki bu adamların telâffuz ettikleri doğru fakat fiilen içinde bulundukları davranışlar hatalıdır. Kendileri yanlış içindedirler, fakat ağızları Kur’ân ve Sünnet’e uygun sözler etmektedir. Ben bu tür akıl yürütmeyi kabul etmiyorum. Diyorum ki bu adamların madem yaptıkları bozuktur, öyleyse söyledikleri de bozuktur. Yani, eğer bir doğruyu ifade ediyorlarsa, bunu doğrunun hükümrân olması için değil, kendi durumlarının pekişmesi yapıyorlar, Söyledikleri ve yaptıkları  arasında bir uyumsuzluk    ortaya çıkarmakla bir ahlaksızlık gosterıyorlar; böyle bir ahlâk düşkünü kişinin sözlerinin ve düşüncelerinin sağlıklı ve sağlam olması mümkün olamaz. Hem banka hissedarı olup> hemde faiz haramdır!” diyen kişinin bu sözünde bizim bilmediğimiz çıkar hesapları yatıyor olmalı. Yani adam faizin haram olduğunu söylemekle Kur anı bir doğruyu ifade etmiş olmaz, ama içinde bulunduğu münasebetler silsilesi içinde sozü yeni bir şekil ve mana alır. Bu tıpkı bîr müşrikin ‘La ilahe illallah” dediği zaman söylediğinin İslami özünden boşaltılmış başka bir söz oluşu gibidir.

Öyleyse, bir söz, bir yargı lâfzen hiçbir değişikliğe uğramadığı halde bir kimsenin ağzında doğru, ötekinin arzında yanlış mı olmaktadır? Kesinlikle evet. Demek ki bir sözün doğru olması, bir yargının değerli olması doğrudan doğruya o sözü söyleyenin değerli ve doğru olmasıyla bağlantılıdır. Bir kimse söylediği sözün bekçiliğini yapamıyor, yahut kasten yapmıyorsa, bu sözün değerlendirilmesi "mücerret” esaslar doğrultusunda yapılamaz. Sözün doğruluğu, yanlışlığı sözün kendisinde değil, o sözün hangi ağızdan çıktığındadır. Doğru söylemek diye bir meselemiz varsa, söylediğimiz bu sözlerin eri olmak diye bir meselemiz de vardır. Peygamber ve Peygamberin Sünnet’ini hesaba katmadan onu anlamadan Kur’an-ı Kerîmi anlamaya kalkışmak bu yönüyle nafile bir çabadır. Sahtelikle malûldur.

İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Aklın İnsan Hayatındaki Yeri

Aklın İnsan Hayatındaki YeriAklın insan hayatındaki yeri olaylar ve nesneler arasındaki ilişkiyi kavrama alanıyla sınırlıdır. Bu ilişki kavrandıktan sonra doğru ve yanlışı seçmek her dayanak noktasına göre değişecektir. Aldığımız dayanak noktası hangisi ise bize göre doğru öylece temayüz edecektir. Bu yüzden aynı olay birine doğru gelirken diğerine yanlış görünebilir. Akim yolu birdir diyerek bütün insanları kendi görüşümüze sığdırmaya çalışmak aklı ortadan kal­dırma çabasınd
an başka birşey olmaz.

Eğer bizim güzel bulduğumuz şeyi bütün insanlar güzel bulacak olsalardı güzellik denilen şey ortadan kal­kacaktı. Eğer birşeyin iyi olduğunda herkes birleşirse ona artık iyi dememiz mümkün olamaz. Çünkü iyi ve kötü, güzel ve çirkin ayrımı yapabilmemiz için hem iyinin hem de kötünün, hem güzelin hem de çirkinin yaşaması gere­kir. Bunlardan birini ortadan kaldırsak zıddını da orta­dan kaldırmış oluruz. Aydınlık ancak karanlık olunca anlaşılır, uzun ancak kısaya göre uzundur. Eğer dünya­dan küfür kalkacak olsaydı imanı nasıl tanıyacaktık? Yeryüzünde, ahlâklı insanların bulunduğunu namussuz- ların mevcudiyeti yüzünden anlayabiliyoruz.

Akıl bize zıtlıkların mevcudiyetini, kâinatta olan bi­tenin çeşitliliğim gösteriyor. Akim yolunun bîr olduğu iddiası ancak olaylar ve nesneler arasında ilişkilerin bulunduğunu teyidetme noktasında geçerlidir- Âma ilişkilerin mahiyeti sözkonusu olduğunda artık akıl hüküm  yürütmez. Bundan böyle hükümran olacak şey müşahhas durumlardır. Yani insan eğitimi, duyguları, ahlâki değer yargıları, hedefleri açısından kendi için doğru olanı seçer. Bu noktada aklın yolu birden fazladır.

Kötü olandan bahis açtığınız zaman iyi olana atıf yapmış olursunuz. Önceyi bilen sonrayı da bilmiş olur.Bir şeyi yapmak, başka bir şeyi yıkmak demektir. Bir şeyi yıkmaya başladınız mı başka bir şeyi de yapmaya başla­mış olursunuz. Ölümü bilen hayatı da bilmiş olur. Hayatı bilmeyenlerin ölümden de birşey anlamadıklarını söyleyebiliriz» Aklın yolu birdir diyen insanlar mümkün  olan iki ihtimalden, içiçe bulunan iki gerçekten ancak birini hesaba katanlardır.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

İnsan'da ''Ben Bilirim'' Tavrı

Biliyorum Tavrıİnsanlar arasında sağlıklı bildirişin ancak bildiriyi alanın karşı karşıya kaldığı bildiri önünde "boş" bulun­masıyla mümkün olur. Daha doğru bir ifadeyle, bir hitap veya bir metin bize ancak o metnin veya hitabın "altın­da* kaldığımız taktirde Öğretici olabilir. Eğer benimseme iradesini önceden gösterirsek bir düşünceyi, bir sanat eserini anlayabiliriz. Yani hiçbir bildiriye peşin "biliyorum"la yanaşamayız. Yanaşırsak bu bilgiden (eğer bilgi konusu bir malzeme varsa tabi) uzak bir alanda çakılıp kalacağızdır. Esasen, öğrenmek bir açılma, kendini açma halidir .Talebe isteyen demek olduğuna göre, bir bakıma onun avuç açtığını, kendini boş kabul ettiğini hesaba katmalıyız. Bir şey bildiği iddiasıyla öğrencilik yapmak, öğreneceğine kendini önceden kapamak anlamına gelir.

Söyleyen gerçekten söylediği kimsenin yararına bir bilgiyi sunacaksa, yani onda yaşayan gerçeği tecessüm ettirme çabası içine girmişse, onun bu haliyle kıdemli olduğu önceden kabul edilmelidir. Bir filozofun yanlışını çıkarmak üzere okumaya başlarsak hem kendimizi onun üstüne koymuş oluruz, hem de onda yaşayan muhtemel gerçeği yakalama imkânını kendimize kaparız. Yalnız bir filozofu değil, bir arkadaşımızı anlamak için bile onun söyledikleri önünde eğilmek, onu doğru anlayabilmek için söyleyeceklerini peşin hükümlerden arınmış bir ruh hali ile dinlemek zorundayız. Ama ne yazık ki günlük hayat içinde insanlar başkasının söyleyeceklerini, söyle­mekte olduklarını hep bildiklerini kabul ederler. O kadar ki çoğu kimse karşısındaki konuşurken onun gerçekten ne dediğini anlama çabası göstereceğine, o susar susmaz ne giyeceğini düşünerek dinler. Yani söyleneni hep "bilir". Bildiği için de söyleneni hiçbir zaman anlayamaz, imkânını kendine tıkamıştır.

Bu meselenin dikkate değer bir yönü daha var. Bir kimse yalnızca dostunu iyi anlamaz, aynı zamanda ger­çek düşmanını da iyi anlar. Çünkü insan düşmanına karşı "uyanıktır" düşmanına karşı "biliyorum" tavrıyla yanaştığında zararlı çıkacağını, tedbir alamıyacağını akletmek zorundadır. Bu yüzden düşmanı konuşurken, dikkat kesilir, kendinin bütün kavrama gücünü harekete geçirir, anlamayı temin etmek için peşin hükümlerini bir yana bırakır, düşmanını anlamak için eğilir, zihnini boş kılmaya çabalar. Yoksa, onu anlayamıyacak, onunla ba- şetmek için tedarikte bulunamıyacaktır. İnsanın düşma­nım anlama zorunluğu, sonunda onunla gerçek etkileşim içine girmesini de gerektirir. İnsan en çok hasmmdan etkilenir.

Karşıt görüşlü iki bilge, birgün kıyasıya bir tartışma­ya tutuşurlar. Her biri karşısındakinin ne ölçüde yanlış, kendinin ne çok doğru olduğunu kanıtlamaya, bütün zihnî kuvvetini göstermeye girişir. İki muhâsım düşünür sabahtan akşama kadar tartıştıktan sonra ayrılırlar. Ertesi gün bilgelerden biri ötekinin yanma gider: "Kitablarını bana ver" diye başlar sözüne "senin haklı olduğunu an­ladım, bundan böyle senin görüşlerini öğrenip, onları  savunacağım." Diğeri: "kitaplarımı sana veremem" diye karşılık verir, çünkü dünkü tartışmadan sonra senin haklı olduğunu anlayıp onları yaktım." Anlıyoruz ki bu iki bilge birbirlerini  ‘’ biliyorum" edasıyla dinlememişler.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Doğru Sözler...

Doğru Sözler...Doğru sözler, diyor Lao Tse, her zaman aykırı görünürler ama başka hiçbir öğretme biçimi onun yerini tutamaz.
Aykırı (paradoxical) olmak yani toplumda genel kabul gören yargıların dışında bazı düşünceler ileri sürmek, doğruyu araştıranların neredeyse kaçınılmaz akıbeti.
Doğru peşinde olmak,çoğu zaman mevcut durumdan yararlanmakla ters, birbirine zıt noktalarda yer aldıkları için genel geçer yargılardan kolayca kuşku duyulsa yeridir.

Doğru peşinde olan adam mevcut durumdan yararlanmayı düşünmez.
Mevcut durumdan yararlanmayı düşünen de doğruyu araştırıp bulmak diye bir kaygıya sahip değildir.
Herkesin "he" dediği bir düşünme yapısı mevcut durumu veri kabul ediyor demektir. Aykırı düşünme biçimi ise genel kabulün dışında bir ifade sunarak gerçeği ve hakikati yakalamaya çalışır.
Bunun fiyatı yüksektir.



Çağlar boyunca gerçeği ifade eden insanların zulme, işkenceye, haksızlıklara uğraması da bu yüzdendir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

Devamını Oku »

Kelimelerin Ötesindeki Anlama Varmak

Kelimelerin Ötesindeki Anlama VarmakKelimelerin mev­cudiyetlerinin amacı anlamı iletmek düşünceleri aktar­maktır. Bir kez anlam kavranıldıktan, düşünceler anlaşıl­dıktan sonra kelimelerden vazgeçebiliriz. Ama güzel konuşma sanatıyla uğraşan insan için belki kelimeler anlamlardan önce gelir. İşte onlar da araçlarla amaçları karıştırmışlar, başka amaçlar için aynı araçları kullanır olmuşlardır. Eğer düşünceleri aktarmak istiyorsak keli­meler bizi tutmamalı, sadece geçirgenlik yapmalıdırlar.

Kelimelerin ötesindeki anlama varmak, gerçekte bü­tün çağlarda elde edilmeye değer tek şey o.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Hayata ''Nasıl'' Sorusuna Sormak

Hayata ''Nasıl'' Sorusuna SormakNasıl sorusunu zincirleme olarak her cevabın peşi-sıra sormak bizi daha çok bilgiye, bilimin ilerlemesine götürür. Bir hekim hastasını nasıl tedavi edeceğini düşü­nür. Bulduğu çareleri nasıl daha uygun hale getirebilece­ğini araştırır. Bu süreç eksilmeksizin devam eder. Daha etkin, daha çabuk, daha ucuz tedavi yollan bulmak tıp bilgisinin sona ermeyecek meselelerini oluşturur. Ama bir hekim bir insanı niçin tedavi edeceğini düşünme durumuyla karşı karşıya kaldığı zaman tıp bilgisi ona artık yardımcı olamaz. Niçin bir insanı iyileştirmek? Niçin belli bir insanı (bir kralı veya bir oduncuyu) hastalıktan kurtarmaya çalışmak? Bu soruların cevabı bilimde değil, ahlâkta, bilgelikte ve inançlar manzumesi içindedir.

Bir ülkenin nasıl kalkınacağı, nasıl savaşacağı, nasıl sosyal barışı temin edeceği bilginin ve bilimin yetki ala­nındadır. Ama bu çareler ancak o ülkenin niçin kalkınacağı, niçin savaşacağı ve niçin sosyal barışı temin edeceği sorularının yerinde cevaplara kavuşması halinde fayda getiren çareler olabilirler.

Kısaca söylemek gerekir ki,bilgece cevaplandırılamıyan soruların bilgince cevap bulmaları sağlamlıktan mahrum kalacaktır. Niçin kalkı­nacağını bilmeyen bir toplumun nasıl kalkınacağını bilmesi hem mümkün değildir, (muhal farz mümkün olsa bile) hem de vardığı hedefin anlamına varması mümkün değildir. Aynı şekilde, niçin savaşacağını bü­tün açıklığıyla bilenlerin nasıl savaşacaklarını da yerli yerinde ve isabetli bir biçimde bildiklerini anlayabiliriz. Bir ülkede önce niçin sosyal barış sağlanması gerektiğini bütün açıklığıyla bilirsek, o ülkede sosyal barışın gerçek ve sahici temeller üzerinde tesis edilebileceğini kavraya­biliriz. Ama eğer niçinini bilmediğimiz veya sosyal barı­şa katkıda bulunacak olanların rızası hilâfına tedbirlerle sağlanmış bir sosyal barışla karşı karşıya kalınmışsa artık bu sosyal barışın "nasıl" ı büyük bir önem taşımaz. Çünkü "niçin" de mutlak demlemese bile, ağırlıklı bir uzlaşma, uyum sağlanamıyan bir durumda "nasıl" istik­rarsız bir dengenin uzantısından başka birşey değildir.

Hayatını nasıl sorusuna bağlamış insanlar çoğu kere rüzgâr önünde sürüklenen yapraklar gibidir. Her yeni duruma nasıl uyacağını düşünür onlar. Durumları tartış­maz. Nasıl para kazanacak? Nasıl şöhret sağlayacak? Nasıl paçayı kurtaracak? Nasıl şu günleri atlatacak? gibi soruları öne almış olan kişi kendini şartların oyuncağı,  saymış kişilerdendir. İnsan olmak bir bakıma niçin sorusuyla başlar. Geçimini niçin şu yoldan değil de şu Iyoldan sağlayacak? Başka insanların gözünde niçin önemli ve değerli olacak? Köprüyü geçinceye kadar niçın ayıya dayı diyecek? gibi sorulara cevap bulmadan  hayatını düzenlemeyen insan kendini kuşatan şartlarla,insan kişiliği arasında anlamlı ve sağlıklı bir bağı temin etmiş olandır.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi

Susmaktır Aşkınlığın Önemli Bir Belirtisi
Susmaktır aşkınlığın önemli bir belirtisi. Gösteriş olsun, derin düşünceli sayılsın diye değil, çok boyutlu bir konuşmayı içine sığdırabilmek için susmak. Konuş­mak isteyen, konuşmakla varlığını kanıtlama yolunda bulunan konuşmalıdır, samimiyeti bunu gerektirir. Bağ­lantıyı konuşmakla kurma aşamasındaki insanın susma­sı kendine zarar getirir. Aşkınlık kendini çetin bilmeceler içine salmakla değil, safiyeti ele geçirmeye çabalamakla değil; bilmecenin bir birimi olmanın heyecanını duymak­la, safiyetin kendinde mündemiç olduğunun sevgisiyle elde edilir.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 

 
Devamını Oku »

İnsanın Kendisini Hedef Tutması

İnsanın Kendisini Hedef Tutmasıİnsanın davranışları kendi başlarına bir sonuç ola­mıyorsa hiçbir zaman doyurucu bir hedefe ulaşmıyacaktır. Yani bir iş kendisi yapılırken, o işi yapmak için bir çaba harcanırken sonucunu da üretmiyorsa o işten iyi bir sonuç beklememiz boşunadır.

Bir insanı sevmek tek ba­şına bir amaç, bir sonuç olduğu zaman tamamlanmış, hedefine varmış bir edim olur. Ve lâkin bir insanı sev­mek başka bir amacın bir parçası, bir adımı olarak düşü­nülüyorsa ortada ne sevgi, ne de hayr vardır. Tam tersi­ne bir hedef uğruna gösterilen sevgi hem riya, hem çürü­me hem de sevgi gösterilen kişiye yöneltilmiş bir tahrip faaliyetidir. Aynı şey sadaka vermek için, cihad etmek için ve birçok başka edimler için de söylenebilir. Sadaka verirken, cihad ederken insanoğlu henüz hedefine var­madığını düşünüyorsa bu verdiği sadakanın da, yaptığı cihadın da kendine bir yararı dokunmayacaktır. Kimbilir belki sadakayı alana da bulaşan, savaşın her iki cephesi­ne de zarar veren bir çarpıldığın başlangıcıdır bu.

Kendisi hedef olma vasfı göstermeyen hiçbir vasıta, hedefe götürülebilecek bir vasıta olma gücünde değildir.

İsmet ÖZEL,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Şuur Sahibi İnsan Olmak

Tabiatı Koruma İdeolojisiŞuur sahibi bir insan her şeyden önce " niçin yaşıyorum" sorusuna tatminkar bir cevap bulmak , bu konuda açık bir fikre sahip olmak zorundadır. Ancak ondan sonra, maddi temas kurduğu her şeyle, düşüncesi aracılığıyla ilintide veya alışverişte bulunduğu unsurlarla münasebetini hayata verdiği anlam açısından ayarlayacak,ne için yaşadığını bilmekle de hayatına mana veren ne ise onun dışında kalanlarla bağlarını koparacaktır. Bu çerçeve dahilinde , Müslümanın küfr ile içli dışlı olması imkansız olduğu gibi küfrün özünü öğrenme faaliyetinin dışında bulunması da tabiidir. Müslüman için küfrün küfr olduğunu bilmek yeterlidir. Ayrıca onu özünden kavrama çabası göstermeye yeltenmesi boşunadır. Çünkü küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur ve hiçliktir. Müslüman hiçten hiç bir şey anlamaz.

İtikad ettiği hususları iman bölgesine alabilmiş, daha doğrusu iman lutfuna erişmiş bir müslüman, bu seviyeye varmakla her şeyden önce insan olarak kendinin kainattaki, alemlerdeki yerini tesbit etmiş, hayatına hangi mananın hakim olduğunu kavramış yaşamasının sebebleri üzerindeki tereddütleri ortadan kaldırmıştır.

Müslümanın anladığı, benimsediği , kendinin saydığı şeyler varsa onun anlamadığı,reddettiği, kendinin gayrısı sandığı şeyler de var demektir. Şehadet kelimesi bir kazanç külliyesi olduğu kadar nelerin feda edilmiş olduğunun , nelerden vazgeçildiğinin de belgesidir. Bir şey alınırsa karşılıpğında bir şey verilir.

Demek ki içinde yaşadığımız medeniyetin bize sunduğu yaşama tarzından da , bu medeniyetin düşünme kalıplarından da hiçbir şey anlamamak mümkün ve belki de gereklidir. Müslüman olaya şöyle yaklaşabilir: Yaşadığım bu hayat, sahibi olduğum bu bilgiler, beni Müslüman kılan "mana" bakımından nasıl bir yere sahiptir ? Hayatım kul olarak mevcudiyetimin bir gereği , kulluk vazifelerimi yerine getirmekte kullanabildiğim bir vasıtamıdır? Bu sorulara cevabım" evet" ise, yapacağım şey hayatımı daha etkin bir tarzda devam ettirmek, bilgilerimi paylaşabileceğim ortam veya ortamlar bulmaya çalışmaktan ibarettir.

Ama eğer, hayatım ve yaşama tarzım kulluğumun gereği değil de bana isteklerim hilafına kabul ettirilmiş bir yapıda ise kendi hayatımdan hiçbir şey anlamamak benim hakkımdır. Bilgilerim helal ve haram arasındaki çizgiyi çekmeme yardımcı oluyorsa , bu bilgilere sıkıca sarılırım, yok eğer bu bilgiler benim kul olarak mevcudiyetime bir katkıda bulunmuyor, hayatımın seyrinde zikzaklar çizmeme sebeb oluyor, kul olduğumu kavramada önüme engeller koyuyorsa, bu bilginin "hiç" olduğunu düşünme hakkına sahibim.

Herşeyin başında varla yok arasında bir ayrım bulunduğunu, insan hayatının bu ikisinden birini şuurla seçmek suretiyle anlam sahibi olabileceğini kavramak gerek. Eğer insanin gerçekten sarahatle anladığı, manalandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri manasız bulmakta hak sahibi olabilir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Tabiatı Koruma İdeolojisi

Tabiatı Koruma İdeolojisiYaşadığımız günlere varan sanayi devrimi insanın kas gücünü en az ölçüde kullanmaya yönelmişti. Makinaların hayatta belirleyici rol oynamalarıyla birlikte "ya­kıt” en önemli enerji kaynağı oldu. Yakıt elde etmek bir yandan tabiattan birşey koparırken, yakıtı kullanmak da tabiatın çehresini bozuyor, kirletiyordu. Yüzyıllar bo­yunca tabiata hakim olmak. Batılı insanın temel felsefesi, sürükleyici kuvveti oldu. İnsan kendine yalnız bir "çev­re" yaratmakla kalmıyor, bütün önüne çıkan yaratıkları kendi emrine almak, kendi keyfince onlar üzerinde ta­sarrufta bulunmak istiyordu. İnsan kendi şerefini insan­dan gayri ne varsa onu yenmek, zincirlemek ve kullan­makta aradı ve bunu başardığı oranda güçlü saydı ken­dini, 20. yüzyılın sonuna geldiğimizde vahşi tabiatın da sonu gelmişti. İnsanoğlu kendi için yarattığı yapay çevrenin bir nimet değil bir belâ olduğunu anlamakta gecik­medi. Gerçi insan eli değmemiş tabiat bölgesi kalmamış­tı, ama bir yanıyla ehlileşmiş gibi görünen tabiat ehlileş­tiği İçin tehlikeli olmaya, insanı hem bazı şeylerden mahrum kılmaya, hem de insandaki bazı hayatiyet un­surlarını yıkmaya, çürütmeye yönelmişti. Tabiat, vahşetini görünür sahalardan görünmez bölgelere "gizlilik ve sinsilik’’ alanlarına taşıdı.

Bugün dünya ölçüsünde bir "tabiatı koruma" ideo­lojisi yürürlüğe girdi. Batılı düşünce içinde yakınmalar, pişmanlıklar, ahlar vahlar pek moda. Medeniyet çok kö­tüymüş de, niye insanoğlu tabiatı bunca tahrip etmiş de, Batı'yı dünyaya egemen kılan temel fikriyat çok yanlış, çok hastalıklı imiş de... Artık ilerlemeyelim diye ter ter tepinen batılı düşünür sayısı günden güne artıyor. Her­kes, Brigitte Bardot'dân, katolik papazlarına kadar her­kes vahşi tabiatın korunması işiyle yükümlü sayıyor kendini. Nesli tükenmekte olan hayvanlar korunmaya almıyor, tarıma açılan topraklarda sınırlamaya gidilmesi isteniyor, ağaçlar için, denizi temiz tutmak için kampan­yalar açılıyor, daha bilmem neler...

Tabiatı korumak için yapılan bunca iş, gösterilen (sınırlı da olsa) bunca çaba gereksiz ve kötü mü? İnşaallah gereklidir diye cevap verebiliriz bu soruya.

Benim dikkat çekmek istediğim, tabiatı koruma ide­olojisinin tabiatı yıkma ideolojisiyle tıpatıp aynı felsefe­den kaynaklandığıdır. Tabiatı yıkmaya, onu gemlemeye, tutsak edip zincirlemeye çalışan zihniyet kendi doğrul­tusunda ilerleyerek tabiatı koruma fikrine varmıştır. As­lında tabiata "hakim” olma fikrinde bir değişiklik yoktur. Tabiata hakim olmanın biçiminde bir değişiklik yapma teklifi vardır. Sanayi olsun, ama denizi kirletmesin, elektronik aygıtlar hayatımızı yönetsin ama aklımızı kaçırmıyalım, vahşi hayvanlar yaşasınlar ama, bizim kont­rolümüzde yaşasınlar, sular aksın ama biz istediğimiz için, bizim istediğimiz tarafa aksın, İyi bir göz, bu yakla­şımda tabiatla budalaca bir savaşa girmiş geçen yüzyıllar insanının sahip olduğundan çok daha tehlikeli bir niyeti görebilir. Şerri olduğu kadar, hayrı da insan kay­naklı esaslara oturtmak istiyor bunlar.

Bir önemli noktayı da vurgulamak gerek: Tabiatı koruma ideolojisi korunacak tabiatın kalmadığı bir za­manda yaygınlaştırılmıştır. Bugün batılı insan medeni­yetinin vardığı nokta "yapay çevre" olmaksızın bir gün bile yaşanamıyacak bir noktadır. Bu yüzden tabiatı ko­ruma ideolojisi batı medeniyetini yıkmaya yönelmiş sa­yılamaz.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak

 
Devamını Oku »

Teknolojik Medeniyet

Teknolojik medeniyetTeknolojik medeniyet sokaklarımızı, iş yerlerimizi olduğu kadar evlerimizi de hırdavat deposu durumuna sokuyor. Bugün orta halli bir Türk ailesinin evinde bir - buzdolabı, çamaşır makinası, bütangazlı fırın, radyo, te­levizyon vardır. Bunlara bir de diğer elektrikli ev âletleri, süpürgeler, ızgaralar, tost makinaları, hatta sobalar veya kalorifer radyatörleri eklenecek olursa hayatımızın hır­davatla ne kadar sıkı bir ilişki içinde olduğunu anlayabi­liriz. Belki okuyucularım "hırdavat" sözünü çok kaba buldular veya işleyen âletlere, o pırıl pırıl aygıtlara "hur­da" denilmesine rıza göstermediler. Hemen hatırlatmalı­yım ki teknolojik gelişmelerdeki hız, pazara çıkmış en yeni malzemeyi bile hurda kılacak ölçüde yüksektir. Üretimin devamı demek üretilmiş bulunan âlet ve ede­vatın kısa süre içinde hurdaya çıkması demektir. Yok­sa üretimin durdurulması gerekirdi.

İçinde yaşadığımız teknolojik medeniyetin bir hır­davat medeniyeti olduğunun diğer bir göstergesi de, âlet, cihaz ve eşyanın o âlet, o cihaz ve o eşyaya sahip oluşumuzun sebebinden önce gelmesidir. Yine ev âletle­ri seviyesinde meseleyi ele alırsak: Bir Amerikan şarkı­sında söylendiği gibi çamaşır makinanız vardır, ama içinde yıkayacak bir elbiseniz yoktur, olmayabilir. Evin içinde tam takır bir buzdolabı çalışabilir. Koskocaman bir fırın içinde pişirilecek bir şey çıkması için nasibini bekleyecektir. Aygıtlar, cihazlar bunların kullanımının ko­laylaştırması beklenen malzemeler elde bulunmasa bile hayatı denetlemekte, yönetimi elde bulundurmakta de­vam edeceklerdir. Biraz düşünülünce belki keşfedilebilir ki bazı insanların açlığı gazlı fırınlar ve buzdolapları yü­zünden, bazı insanların çıplaklığı dikiş makinaları ve ça­maşır makinaları yüzündendir. Hırdavat öndedir. İnsan­lar bu âlet ve edevatın rahatça yer kaplamaları, şerefleri­nin korunması ve incinmemeleri için kendilerini memur hissetmektedirler. Zaten bu hırdavat yüzünden insanlığa da gerek kalmamış gibidir. Kimbilir kaç tüccar eli altında bir elektronik hesap makinası var diye aritmetikteki dört işlemi artık kullanmaz olmuş, bazıları bunları unutmuş­tur bile. Modern medeniyetin bize getirdiği en büyük  kötülük unutmak değil mi zaten? Çoklukla oyalanıp «aslımızda bulunan tek şeyi unutmuyor muyuz hep?

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Modern yaşama biçimi içinde ''Yoksulluk''

Modern yaşama biçimi içinde ''Yoksulluk''Modern yaşama biçimi yoksulluğu antik anlayıştan çok farklı bir platforma oturtmuştur. Bir yanda Bangladeş'in Orta Afrika'nın reel yoksulluğu var. İnsanlar fizikî anlamda aç ve çıplak. Öte yanda çok zengin ülkelerin tereyağı değil de margarin yiyen, teneke evlerde, hatta çöplüklerde barınan yoksulları. Bir yerde insanın yoksulluğunun otomobilinin markasıyla ölçüldüğü ülkeler, öte yanda bir kap bakla ezmesiyle iki gün geçirmek zorunda olan, bir salgın hastalıkla insanların kitleler halinde öldüğü ülkeler var. Ama gariplik böyle bir zıtlığın yaşanmasında değil.

Asıl garip, tuhaf olan fizikî açlık çeken insanların karınları doyar doymaz meselelerini büyük ölçüde çözüyor olmalarına rağmen, otomobilin markası yüzünden yoksul sayılanların iflâh olmaz bir tatminsizlik duygusuyla acı çektikleridir.

Modern yaşama biçimi içinde yoksulluk, maddî tatmin vasıtalarından mahrumiyet özelliğiyle değil, utanılacak, onur kına duruma düşülecek bir statü olmasıyla belirginleşir. İnsanların değeri toplum piramidindeki yerleriyle ölçülmeye başlanır. "Kaç paralık adam?" sorusunun sorulduğu bir kültür "modern" kültürdür. Modern kültürde insanlara "paran kadar konuş" denilir. Bu yüzden insanlar yoksulluğu bir belâ, insanlık haysiyetinin kaybedilmesi olarak anlarlar. Bunun tersi de doğrudur, maddî refah seviyesinin yükselmesiyle insanlar sosyal statülerini de yükseltmiş, insanlıklarını, başkalarının gözündeki yerlerini değerli kılmış olurlar. Kısacası, gelişmiş bir yoksulluk, ilkel bir yoksulluktan çok daha tahammül edilmez bir durumdur. Bu sebeple gelişmiş ülkelerde sosyal rahatsızlıklar ölümcül boyutlara ulaşır.

Yoksulluğun gelişmesiyle birlikte "mentai" rahat-sızlıklar toplumun akışını etkilemeye başlar. İki insanın birbirini değerlendirmesinde dolayımlar artar. Bugün moda tabiriyle "iletişimsizlik" dedikleri şey gerçekte modern ve gelişmiş yoksulluğun korku veren tezahüründen başka bir şey değildir.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı var

Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı varHer insan, her toplum, her medeniyet bulunduğu yerde, kapladığı zamanda taşıdığı anlamla önemlidir.

Belki bizi bugüne getiren etkenler bakımından geç­miş çalışması bilinmeye değer görülecektir. Ama bu du­rumda bize gerekli olan şu anda yaşadığımızın geriye doğru uzanan ucudur. Geçmişte o unsurun yeri ve anla­mı farklı olabilir. Geçmişte herşey çok değişik boyutlar­da algılanmış olabilir. Hiçbir şey bize geçmişten aynen veya tekâmül ederek aktarılmaz. Her unsurun her çağda ve yerde özel önemi ve anlamı var.

 

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »

Müslümanların Asli Görevi

Müslümanların Asli GöreviYaşamaya yani hayata sahip çıkmak müslümanların aslî görevi olsa ge­rek. Çünkü onlara Allah’ın ipine sıkıca sarılmaları emre­dilmiştir, yani hayy olanla hayat bulacak insanlar müslümanlardır. Bu anlayış içinde hayat ve ölüm birbirine ya­bancı iki bölge olmaktan çıkar. Ne var ki çoğu kimse için hayat saadet, ölüm felâket anlamına gelir ama yine de her iki kavram anlamdan mahrumdur. Oysa biz insanlar için hayat ve ölüm biri diğerini anlamlandıran şartların ifadesi olmalı idi.

Önce kötü yaşadığımıza inandırdılar bizi. Yoksul, işsiz, okulsuz, hastanesiz, yolsuz, elektriksiz yaşıyorsun ey zavallı insan! diye seslendiler. (Bu nida medeniyetin taşrasında oturanlar için. Metropol ahalisine seslenirken (oltanın ucuna takılan yem farklıdır). İnandık biz de berbat bir durumda olduğumuza. Ve sorduk münadiye:

Ne yapalım?

Cevap verdi: Daha iyi yaşamaya çalış!. Biz  elimizden gelen hızla zengin, işli güçlü, okullu, hastane­li, yollu, elektrikli bir hayatı elde edebilmek için çalışma­ya koyulduk.

Hiç sormadık: Daha iyi bir hayatı ele geçi­rince ne olacak? diye.

Sorsaydık, şöyle diyecekti: Çok  daha iyi bir hayatı kazanmaya çalış. Sonra? Daha fazla çok iyi hayata geç! Zincir böyle sürüp gidecekti, gidiyor.

Dünya hayatı bir oyundan, bir oyalanmadan başka birşey değildir.” (En’am, 32) Ahiret yurdunu gozönüne almaksızın benimsenen hayat anlayışı bir lunaparktan farksızdır: Dönme dolaptan inip atlı karıncaya binersin, çarpışan otomobillerden uçan sandalyelere geçersin. Korkudan hoşlananlar için dehlizler, tuhaflıklara gül­mek isteyenler için insanı eğri büğrü gösteren aynalar vardır. Severiz çocuksu tarafımızla lunaparkı.

Epir kralı Pyrrhus: "Önce Sicilya'yı alacağım" de­miş. Cineas sormuş: Sonra? Bütün Yunanistan'ı fethede­ceğim! Sonra! Anadolu'yu, sonra? Hindistan'ı alacağım. Peki daha sonra? Sonra mı demiş kral, ondan sonra din­leneceğim.

Cineas: Şimdiden dinlensen olmaz mı? demiş.

Din­lenebilmek için yorulur insanoğlu...

Bunun büsbütün an­lamsız olduğunu ileri sürecek değilim. Yaşamak saçma ve anlamsız değildir, çünkü yaşamanın her adımı, her milimetresi ahirette karşılığı olan ve hayranlık verici za­man/mekân harikasıdır. Bu harikanın farkına varmak için daha zengin, daha otoriter, daha kas gücü yerinde olmak gerekmez. Diri olmak yeter yaşamak dediğimiz muammadan heyecan verici bir tad almak için.

Yeniden başlamak için kafamızda açıklığa kavuştur­mamız gereken husus her durumda kötüyü kendimiz­den uzak tutabileceğimizdir. Biri bize kötü durumda ol­duğumuzu söylediğinde önce onun ne durumda oldu­ğunu anlamak iyi olur. İnsan her zaman belli şartlar al­tındadır ve bu şartların "iyi" olarak vasıflandırıldığı dö­nemler pek nadirdir.

Kötü şartlardan kötü şartlara atlama çabasını yani bir tür deliliği bir yana bırakıp hayat içindeki durumumuzun âhiretteki karşılığını bulup ona göre davranmaya çalışmalıyız. Dünya hayatının yine dünya hayatına kıyasla iyi ya da kötü olması hiçbir anlam taşımaz. Hayatta eğer bir anlam varsa bu anlam hayatta değildir. Kaçınılmaz olarak içinde bulunduğumuz şartlarda atacağımız adımdır hesaba esas alınacak olan.

İsmet Özel,Zor Zamanda Konuşmak
Devamını Oku »