İnsanın Hakikatini Bilmekte 6 Fayda Vardır




Bütün akıllıların ittifakıyla Allah'ın varlığını ve birliğini bilmek farzdır. Bazı hukemâ ve ehli tasavvuf: "İnsana Hâlık'ını bilmek için en evvela kendi nefsini bilmesi farzdır." dediler. Ehli kelam ve diğer bazı hukemâya göre, en evvela vacib, Hâlık'ın varlığını bilmektir, ihtilafları lafzî bir nizâ'dan ibarettir. Çünkü Ma'rifetullah en şerefli bir ilimdir. İttifakla Allah'ı bilmek farzdır. Ha müessiri bilmiş sonra esere inmiş, ha eseri bilmiş son­ra müessire yükselmiş. İki yoldan hangisiyle insan tefekküre başlarsa başlasın, maksad müessiri bilmektir. Biz bu eserde hukemâ ve ehli ta­savvufun yolunu takib etmekteyiz. Çünkü ilm-i ahlakın konusuna en uygun yol, eserden müessire yükseliş yoludur. Binaenaleyh insan keli­mesinin mana cihetiyle altı tarafına bakarsak, altı cihetle Allah'ın varlığını bildirir. Her bir cihet a'zamî bir faydadır. En azında insanın tüm vücudunu idare edecek beyin içindeki zar korkunç bir zekaya sahibdir. Bu üstün zekayı Yaratan'ın, daha üstün ilme sahib olması lazımdır, insanın bu sırrına vâkıf olan aslâ Hâlık'ı inkar edemez.

1 -İnsan iç organlarına dikkatle bakarsa, mesela kalb, ciğerler, böb­rekler gibi, evvelden tarif etmiş olduğumuz göz ve kulak cihazlarının asabî damarları gibi, her biri bir fabrikadır. Bunların kendiliğinden var ol­masına ve halihazırda muntazam çalışmasına aslâ imkan yoktur. Bun­ların hakîkatine vâkıf olan bir şahıs, kendisinin başı boş olmadığını se­zer, bilmecburiye Hâlık'ına inanır. Bu inanç ona İki hakîkati emreder. Bi­rinci emrle Hâlık'ına yönelir, O'na ibadet eder, ikinci emrle nefsine dö­ner, ebnâ-i cinsine yine Hâlık'ın emriyle muamele eder. Demek insanın kendi hakîkatini bilmesindeki birinci fayda budur.

*“...Bilin ki Allah kalblerinizdekini muhakkak bilir. Artık 0'n(un aza­bımdan sakının...” [El-Bakara 235] mealindeki ayet-i kerîmede bu iki emr anlaşılmaktadır. Kul kendi nefsinin acizliğini bilmekle ebnâ-i cinsine gü­zel muamele ettiği gibi Rabb'ine de inanır, azametini düşünür ve yüceli­ğini bilmekle de fenalıklardan arınır. Bundan daha güzel bir fayda ne olabilir?..

2-İnsan ruh cihetiyle en ulvî, beden cihetiyle süflî olduğundan tıpkı bütün kainatı içinde taşıyor demektir. Kendi varlığını ve ruhânî cevherliğinin ebedîliğini bilen ve kendini tanıyan elbette Hâlık'ını bilir. Bu bilgi ona kulluk vazifesini yaptırır. Bunun içindir ki bilgiye sahib olup bilgisiyle amel etmeyen, şu ayet-i kerîmede şiddetle tenkid olunmuştur.

*“Nefsleri hakkında iyiden iyiye düşünmediler mi? Allah o gökleri, o yeri ve aralarında bulunan şeyleri hak ve muayyen bir ecele (va'de-ye) sebeb olmaktan başka yaratmamıştır. Hakîkaten insanlardan çoğu Rabb'lerine kavuşmayı cidden inkar edicidirler.” [Er-Rûm 8] buyrulmuştur. Gafil insanlar kendi beden ve rûhânî cihetlerini, yaratılışını ve her bir nefsteki hususiyetleri, hatta her bir nefsin de muhtelif hallerini cidden bilmedikleri için Allah Teâlâ'yı ve ahiret gününü -ruhları gibi- inkar ederler. Demek cidden düşünselerdi inkar yoluna gitmezlerdi. Bil­ginin alâmeti şübhesiz amelî tatbîkattır demektir. Bu itibarla ehli tasav­vuf: "Kendini bilen Rabb'ini bilir." dediler.

*“Elbette onlara ufuklarda ve kendi nefslerlnde ayetlerimizi göste-receğiz. Tâ ki (Kur'an ve Tevhid yollarından ibaret) hak beyan olunsun.” [Fussilet 53] mealindeki ayet-i kerîmeye binaen insan âfâkî mahlukatta ve kendi varlığındaki hikmetli organlarına bakar, yer yüzünde cârî olagelen hâdiselere dikkat edip düşünürse, Kur'ân'ın ve peygamberlerin yüceli­ğine inanacaktır. Bu inanç, İslamın emretmiş olduğu hükümleri icra etti­recektir. Çünkü ilim ameli gerektirir. Bu ayette de birçok mucizeler vardır; bir kısmı asrımızda tezahür etmiş, bir kısmı da ileride tezahür edecektir.

3-Ma'rifetin semeresi olan nûr-u İlâhî kalbe geldikten sonra âfâkî ve enfüsî deliller müşahede olunur. Müşahede haline yükseldi mi insan, nefsindeki küfür yok olur. Doğrusu kalbdeki olan iman, amelî tatbikle kemiyetleşir, güneş gibi güzel ahlakla görünür. İşte faydanın kemâli bura­da tahakkuk eder. Demek buhar tebahhur edip bulut içinde yağmura kalbolduğu gibi, insanın imanı da amelî tatbikle maddeleşir ve güzel ah­lakın nuruyla da güneş gibi tezahür eder. İmanın bu zuhur eden nurunu müşahede edemeyen ehli küfür şu ayet-i kerîmede de tenkid olunmuş­tur;

*“Ben ne göklerin ve yerin yaratılışında, ne de kendi (nefs ve inlile­rinin yaratılışında onları şahid etmedim. (Hak ve hakîkat yolundan) Saptıranları da yardımcı etmiş değilim.” [El-Kehf 51] buyrulmuştur. Kü­fürden ayrılmayan insan, kendi yaratılışını ararken ya Ulûhiyeti kendi nefsine isnad eder ya da nefsini ona ortak eder. Sapkınlık da budur. Böylelerin bilgileri sadece vehim ve hayalden ibarettir. Onun için ibretle­ri almaktan aciz kalırlar. Amma kalbinde iman nuru tecellî etmiş mü'minlerse tefekküre daldı mı, yer küresinin üzerindeki maden, nebat, hayvan ve saireleri, hatta kendi varlığındaki Allah Teâlâ'nın kudretinin yaratmak sikkesini okur, müşahede eder ve bu sayede bilgisi ona yakîn derecede amel işlettirir; her bir zerrede binlerce ibretleri görür ve binaenaleyh ebedîliğine ister istemez inanır. Nitekim:

*“Yer(küresin)de kâmil iman ve yakîn sahihleri için ayetler vardır. Kendi nefslerinde de (nice ayetler var). Görmez misiniz?” [Ez-Zâriyât 20- 21] buyrulmuştur. Demek ehli küfür kainat içindeki bunca hayret verici alâmetleri görmezler. Kaptan Coustou gibi bir ehli ilim, Kudretin bir tek mucizesini görünce müslüman olur. Demek bir insanın iman etmesine birçok sikkeleri değil, bir tek ibret kâfi gelir.İşte fayda budur.Her bir in­san kendi nefsindeki bir hikmeti müşahede ederse, ilmi onu İslam deni­zinin içerisine sevk eder.

4-Rûhânî, nefsî ve aklî cihetleriyle beraber kendi varlığını düşünen, şübhesiz âlemin maddi cihetini ve fânîliğini sezer. Kendisinde ruhu ve istiklâli ve ruhunun ebedîliğini müşahede eder. Bu müşahededen dolayı ahirete göre faydasız olan dünyanın her şeyini terk eder, ahiret yurduna döner, orada şerefi kazanmaya çalışır. Binaenaleyh hakîkî insan olur.

5-Bir insan hayvânî kalbini, bedenini ve ruhun hakîkatini müşahede ederse, kendisinde gizlenmiş en büyük düşmanını da müşahede eder, yani nefsini görür, onu Rabb'ine şikayet eder, şerrinden Rabb'ine sığınır. İşte ilim, yani insanın kendini bilmesine işaret şu hadîs-i şerîf ne güzel ırşad etmiş: *“Senin en büyük düşma­nın iki kürek kemiği arasındaki nefsindir.” buyrulmuştur. Artık bu yetmiş başlı ahtapotun şerrinden sakındırmak için irşad babından Rasûl u Muhterem şöyle dua ederdi: *Allah'ım! Bana (akıl ve ruhuma) rüşdümü ilham et ve beni nefsimin şerrinden uzaklaştır = koru.” Demek İnsanın güneş gibi olan ruhuyla yer küresi gibi olan kalbi arasına, ay küresi gibi nefs girdi mi, kalb ruhtan feyz-i llâhiyye'yi kesbedemez olur; çekilirse de ruh kalbe akseder. Artık bütün kemâlatları kalbde bittirir yani ihya eder. Buna rüşd denilir. Artık nefsin iki küre arasından çekilmesiyle akıl, nefsini, kainatı güzelce anlar. Anlayışlı olur, şuurlanır insan. Bu şübhesiz ki en büyük faydadır. Bunun için insan kendini bilmelidir.

6-Nefsin desîselerini öğrenen ve onu idare eden bir insan, bir mem­leketi rahatlıkla idare eder. Bu bilgi sayesinde İktisadî, siyasî bilgilerini de tekmil ettirir. Çünkü kendi nefsinin ayıblarını idrak eden, ayıblardan arınır; gayrının ayıblarını gizleyerek onu irşad eder, arındırır. Tabiî ki bu en büyük siyasettir. Nefsini terbiye ettiği gibi gayrını da kemâlâta erdirir, işte bu adalet ve iktisaddır. Bu iki dişli anahtar, Allah'ın rahmet kapılarını açar. Nitekim,*“Allah Teâlâ başka-sının ayıbından yüz çevirip kendi ayıblarıyla meşgul olan kişiye merhamet etsin.” mealindeki hadîs-i şerîf, bu anahtara ve kapıların açıl­masına işaret etmektedir. Demektir ki kendi nefsinin desîselerini Öğre­nen, yer yüzündeki hâkimiyet makamına ve halîfeliğe layık olur.

Nitekim buraya işaret de,*''Umu­lur ki Rabb'lniz düşmanlarınızı helak ettikten sonra sizi yer yüzü­nün halîfesi yapacaktır...” [El-A'râf 129] buyrulan ayettir. Gerçek şu ki insanın içindeki şehvet kuvveti menfaati celbetmek hususunda devletin ziraat, ticaret, yerden kanal açmak ve madenleri çıkarmak, sanayiden mahsulü almak müesseselerine benzer. Aralarındaki fark, bu müesse­seler bedenin takviyesi için gıdayı toplamaya çalışırlar; şehvet kuvveti ise toplanan o gıdalardan faydalanır. Hem mesela gazab kuvveti, topla­nan veyahud istihsal olunan malları korumak bakımından görevli askeri­ye ve mülkiye müesseselerine benzer.

Bunlar ferdlerin zulmünü kaldırıp mazlumu zulümden kurtardıkları gibi, insanın gazabî kuvveti de aynı va­zifeyi görür. Hem mesela beden içindeki akıl ve tâbi'leri, büyük millet meclisi müessesesine benzer. Bir cumhurbaşkanı bakanlarıyla birlikte bir memleketi idare etmeye kabiliyetli olduğu gibi, müdrike kuvveti de bir insanın bütün beden şehrine hâkimdir. Eğer cumhurbaşkanında bu hâ­kimiyet yıkılırsa kendisinde nefs hâkim olmuş olur. Binaenaleyh tüm memlekete nefs hâkim olmuş oluyor. Roma imparatorluğunu yıkan işte bu hâkimiyettir. Demek istiyorum ki nefsin desîselerini bilen, ondan sakı­nan, aklın emriyle hareket eden bir insan, bir memlekete de hâkim olabi­lir. Bu yıkılmaz bir hâkimiyettir. “Sizi yer yüzünün halifesi yapacaktır.” mealindeki ayetin hükmüne binaen Allah Teâlâ bir kavmi yer yüzünde hâkim kılarsa artık o yıkılamaz demektir.

Bedenin içindeki şehvet, gazab ve müdrikesinin varlığından haber­dar olan, şehvet ve gazab kuvvetini de müdrikesinin emri altında çalış­tıran bir şahsiyet, devletin herhangi bir dairesine tayin olunursa, rahat­lıkla vazifesini bilir ve yapar. Şu halde nefsini ve nefsinin kuvvetlerini bi­len bir zat her hususta üstünlüğü kazanmıştır. İşte bu fayda için insan kendini bilmelidir. Rahatlıkla şunu derim: Ashâb-ı kiram, nefs ve nefsin kuvvetlerini öğrendiler, Kur'an ve hadisten aldıkları ilhamla akıllarını ça­lıştırdılar ve nefslerini mahkum kıldılar. Çok az bir toplum olmalarına rağ­men çok az bir müddette Roma ve Pers devletlerini yıktılar ve hâkimi­yetlerini asırlarca sürdürdüler. Ne yazık ki son asırlarda müstahlefler asıllarıınn izlerini bıraktılar, nefsin desîselerini bilmekten sakındılar, nefs kendilerine hâkim oluverdi. Desîselerini bilmedikleri için kendileri tüm dünyaya mahkum oldular. Mûsâ aleyhisselâm'ın kavmi de öyle oldu. Bunun İçin küçük ve büyük müslümanlara düşecek en büyük vazife ken­dilerini bilmek, nefslerinin istek ve arzularını öğrenmek, desiselerinden sakınmaktır.

*“...Ve sizi yer yüzünün hâkimi kıldık...” [El-Maide 20] mealindeki ayette Mûsâ Peygamberin ümmetinin hali bildirilmiştir. Netice-i meram, eğer bu ümmet ecdadlarının yoluna döner, nefsin desîselerini bilip ondan sakınır ve aklı selîmin emriyle hareket ederlerse, cedleri Fatih İstanbul'u fethettiği gibi onlar da Paris'i fethedeceklerdir. Andolsun Allah'a İslam tüm dünyaya hâkimdir. Ne mutlu hâkimiyetten evvel ve fetih anında Islama asker olan müslümana...

RUH VE BEDENDEN İBARET İNSAN ŞEREFLİ BİR HAKÎKATTİR

İmam Fahreddîn Râzî: “İnsanın hakîkatinde olan ihtilaf, insanın ru­hundaki ihtilafın aynısıdır. Kelamcıların cumhurunun, insan "ben" keli­mesiyle ona işaret edilen hissi, bedeni ve görülen şu heykel-i cismânîden ibarettir şeklindeki tarifleri on yedi hüccetle merdud olunmaktadır.” demiştir.

Bunlardan bir kısmını burada yazmayı münasib gördüm. Çünkü kelamcıların tarifleri bugünkü maddecilerin tarifine son derece yakındır.

1-Bedenin heykel-i cismâniyyesi durmadan değişir; bir taraf çoğal­makla diğer taraftan yok olmakla devam etmektedir. Bu ise insanın ebe­dî olmasını gerektirmiyor. Halbuki insanın hakîkati ve ruhu değişmez ve ebedîdir. Bedenin değişmesi ise onun değişmesini gerektirmemektedir.

2-İnsan kendisi, madde ve halk âlemine aid olan bedenin bazı cüz'- ünden gafil olur. Halbuki böyle bir insan kendi nefsinden ve hakikatin­den bir an olsa bile gafil kalmamaktadır. Şu halde insan bedeninin cüz­lerinden ibaret değildir. Bilakis bedenin cüzleri, mesela dimağ hücreleri gibiler, bütün cüzler ve cihazlar ruhun aletleridir. Binaenaleyh ruhun ke­mâliyle çalışması, aletlerinin kemâliyle sağlam olmasına bağlanmakta­dır.

3-Cebrail aleyhisselam, Dinye adlı sahabînin şeklinde görülürken cem'iyeti ve hakîkati değişmemiştir. Şeytan da Necidli ihtiyar şeyhin sûretinde görünürdü, amma hakîkati değişmemiştir. Demektir ki cismin de­ğişmesi halinde insanın hakîkati bâkîdir. Hem mesela gazaba uğrayıp maymun ve domuzlaşan kavmin insanlıklarının hakîkatleri değişmemiş­tir; heykel-i cismânî olan sûretleri değişmiştir. Çünkü değişmesi halinde ölümden sonra dirilmeye hiçbir mana kalmaz. Halbuki bütün dinlerin itti­fakı ve bütün akıllıların hükmünce ruh ebedîdir. Binaenaleyh insanın hakîkati değişmeyi kabul etmez, seçkin ve ebedî bir varlıktır. Bugün dahi televizyonlarda görünen bir insan veya cisim değişir, fakat onun değiş­mesi için hakîkatinin değişmesi icab etmemektedir. Televizyonda görü­nen, sahibinin bedeninin bir temsili ve sûretlenmesi olduğu gibi, insanın da heykel-i cismâniyyesi, değişmesi halinde ruhunun hakîkatinin değiş-meşini gerektirmemektedir. Bundan da anlaşılır ki insan cismânî heykel değil; bilakis beden onun hakikatinin sûretlenmesinden ibarettir.

4-Sahih hadislerde rivayet olduğu üzere ölümden sonra “Muhak­kak ölenin cesedi teneşire konulduğu zaman naaşının fevkinde ru­hu çırpınır ve etrafında dönüp dolaşır. Şöyle der: Ey ehlim, evla­dım! Dünya benimle oynadığı gibi sizinle de oynamasın. Ben helal ve haram demeden kazandım, sonra sizlere bırakıp gidiyorum. Mal, mülk gayrıma, vebali de banadır. Başıma gelen bu felaketten sakının.” mealindeki hadîs-i şerîfte Rasûl-u Muhterem "Bedenden baş­ka bir şey vardır, cesedden ayrılmıştır; nedamet ve pişmanlıkla ehline feryad eder. İşte bu ayrılıp feryad eden insanın hakikatidir." diye beyan etmiştir.

Özeti şudur ki, sûretlenen bedenin yok olmasıyla sûret sahibi olan ruh bâkî kalmaktadır. Demek insan ve hakîkati, hayvânî yürek, hayvânî ruh yahud dimağ hücreleri yahud atom cüzleri yahud garizî hararet ve kan değildir. Bunlar hepsi nefs-i nâtıkanın diğer tabirle rûh-u hayvânînin aletleridir. Ruh-i hayvânî, kendisi de rûh-i İnsanîye denk ve benzeridir. Eğer ruh galebe çalarsa, nefs de onun memuru olur. Ne kadar bunca alet ve edevatlar sağlam nizam ve intizamlı olursa, o kadar insan ruhu onlara kuvvetçe irtibat kurar ve tasarruf eder. Aletlerin bozulması halin­de ruh alâkasını keser. Onun alâkasının kesilmesinin adı ölüm, irtibat kurmasının adı da hayatla tabir olunur.

Bu gerçek, selim akıllıların naza­rında açık ve bariz bir hakikattir. Ancak bu hakikatin bilgisinden çok az bir bilgi insanlara verilmiştir. Nitekim ayet-i kerîmede de bu hüküm anlaşılmaktadır:*“(Habîbim) Sana ruhu sorarlar. De ki: Ruh Rabb'imin emri(nin eseri)ndendir. (Zaten onun hakkında) Size az bir bilgiden başkası verilme­miştir.” [El-isrâ185] buyrulmaktadır. İnsanın hakîkati ve bedenin hayat sebebi olan ruh hakkında herkes bir bilgiyi elde etmek ister. Lâkin bu bilgiden çok az bir mikdar insana verilmiştir. Bu ise ruhun hakikatinin inkar edilmesine bir delil teşkil etmemektedir. Ruh maddeden başkadır. Allah Teâlâ'nın buyruğundan ibarettir ki: "Kün" yani ol emriyle ebediyet için var olmuştur. Demek ruh da mahluktur, ezelî değil lâkin ebedîdir. Aslında bizi bizden gizleyen yine biziz. Yani nefsin istek ve arzuları ve beşeriyet, ruhumuzu gözümüzden gizlemiştir. Nitekim madde âleminde de bulut veya herhangi bir küre, araya girmesiyle güneşi gözümüzden gizler. Güneşi görmememiz güneşin yokluğuna aslâ delil teşkil etmez.

Lâkin insan nefsini zikir, fikir, Tevhid ve ibadetin suyu ile temizlerse, gü­neşten daha bariz ruhunu görür... Bir tekâmüle İhtiyaç var, amma insa­nın kendisine mahsus tekâmül, başkası değil... Mevlâna Rûmî diyor ki:

*''Can bedenden ve beden de candan gizli değil

Ancak can ve ruhun görülmesine izin verilmemektedir.''

Demek tekâmülden sonra insan kendi hakîkatini görür. Mademki ruh vardır, öyleyse görülmesi de mümkündür.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak

Devamı için bkn:http://ilimcephesi.com/insanin-hakikatinin-tarifi/





Devamını Oku »

Akıl Vazifeyi,Vicdan Mesuliyeti Tayin Eder



İmam Mâverdî'nin buyurduğu gibi her faziletin bir esası var, her edebin bir menbaı var, her güzelliğin bir kaynağı vardır. Öyle ise faziletin de esası ve edebin temeli de akıldır. Allah Teâlâ din ve dünya işlerinde aklı insana bahşetmiş, ona tahsis etmiş ve onu esas olarak tayin etmiş­tir. Tekliflerin yönelmesine sebeb de akıldır. Öyleyse Allah'ın bildirmiş ol­duğu vazifeleri akıl idrak eder. Vazifeleri tatbik etmekte tedbirci yine akıl­dır. Mesela mahlukun niyet, maksad ve zamanlan muhtelif olmalarına rağmen onların bağdaşmalarına, buluşma ve görüşmelerine Allah Teâlâ aklı bir bağ yapmıştır.

İbadet, ahlak ve muamelelerde güzellikleri, fazilet­leri bildiren şeriat, teyid eden akıldır. Demek aklın uygun gördüğü ve vic­danın güzel bulduğu vazifeyi de İslam hukuku tesbit eder, akıl onu tatbik eder. Şeriati de anlamak için akıl miyardır. Hülâsa akıl bütün ilimlere menşe'dir. Şeriatin bütün teklifleri akla yönelir. Şu kadar ki, aklın elini tu­tacak İlâhî vahiydir. O müstesna akıl her şeyin başıdır. Demek, aslî akıl, İslam hukukundan aydınlanmış ve Peygamber'e uymuş akıldır. Hâdis-i şerîfte, İslam dininden kazanılmış akla şöylece işaret olunmuştur:

“Hiçbir kimse sahibini hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıko­yacak aklın benzeri bir şeyi kazanmamıştır. Elbet kişinin aklı dos­doğru olunca, dînlsahlakı da dosdoğru olur/' buyrulmuştur. Her bir şeyin dayanağı veya yardımcısı vardır. Kişinin amelinin dayanağı ve sı­ğınağı da onun aklıdır. Herkesin ibadeti aklının mikdarıncadır. Demek in-sanın en büyük dostu akıldır. Bu hikmete binaendir ki Hazreti Ömer radı- yallahu anh: “Kişinin aslı aklı, nesebi dîni, şeref ve haysiyeti de onun ah­lakıdır.” buyurmuştur. Şeyh Haşan Basrî de: “Allah Teâlâ kime akıl nimetini bağışlamış ise şübhesiz bir gün onu aklıyla kurtaracaktır.” buyurmuş.

İnsanda akıl ve irade olduğu için her azimli niyet, hareket ve amelin­den sorumludur. Bu sorumluluğu yine akıl şer-i şerîften ilham alarak ta­yin ve tesbit eder. Demek insanın sorumluluğuna yegâne sebeb akıl ve cüz'î iradedir. Mesela bir doktor ameliyat esnasında -kasdı hatta fiili ha­yatı kurtarmak olduğundan- hataen hastayı öldürürse mesul değildir. Doktor olmayan bir kimse, -kasdı hayatı kurtarmak olsa bile- bir adamı öldürürse kâtil ve mesuldür; hata ettim diyemez, çünkü aklı ve iradesi vardır. Doktor ikinci birisini öldürürse kâtildir, yine cani değildir, çünkü aklı ve iradesi vardır. Amma doktordan başkası kâtil ve canidir.

Vicdanı da meydana getiren akıldır. Zira vicdan, imanlı bir aklın özü­nün muhakemesinden sonraki ortaya koyduğu hükmüdür. Şu halde ak­lın hissî ve dahilî hükmü vicdan, haricî ve müsbet hükmü de şuurdur. Kâmil aklın hükmü vicdan, şuurun temelidir. Zira gerçek şuur, kalbe hak ilhamın gelişinden sonraki sezgi ve o sezginin de tayin ettiği hüküm ve vicdandır. Demek vicdan kâmil bir aklın buluşu ve hükmüdür. Ancak ve ancak tastam kâmil imana sahib zevatta bu buluş bulunur. Nitekim cehennemlilerin ruhları ateşle azabdan sonra saflaşırken ahirette şöyle diyeceklerdir:*“Eğer bizler Allah'ın hükmünü kabulle Işitseydik ve aklımızı kullansaydık cehennem yâranlarından olmazdık, diyeceklerdir.” [El-Mülk 10] diye ayet-i kerîmeyle ifade edilmektedir.

Demek hakîkî akıl, ahiret gününe inanıp Allah Teâlâ'nın emrlerini kabul kasdıyla dinleyendir; buna şuur da denilir. Bu itibarla ahiret âleminin idrakinden aciz kimseleri hukemâ, dirilerin içinde dolaşan ölü diye ifade ederler. Nitekim birçok müfessirlerde,* “Tâ ki diri olan kimselere haber versin...” [Yâsîn 70] mealindeki ayet-i kerîmenin  'hayyen' kelimesini -kafir kelimesine tekâbül ettiği için- akıl ve şuurlu olarak tefsir ettiler. Demek basîret sezgi­sinden aciz bir akıl, suda hareketli görülen tahta parçası gibi kupkuru bir heykelden ibarettir. Ne fayda ki hareketlidir.

Aklın birçok tarifleri vardır. Artık aklı da tarif etmek için bir akıl gerek. En uygun tarifleri şöyledir:

1 -Akıl, sezgi veyahud zâhirî duygularla nefs-i nâtıkada resimlenen malumatı bilmektir diye imam Mâverdî tarif ettiyse de İmam Râğıb şöyle der:

2-Akıl, herhangi bir bilgiyi kabullenmeye istidadlı kuvvettir. Aynı kuv­vetle insanın istifade edebileceği ilimdir. Birinci tarif şu hadîs-i şerîfe uygundur:* “Allah, Nezdi'nde akıldan daha şerefli bir mahluk yaratmamıştır.”

İkinci tarif ise evvelden nakletmiş olduğumuz “Hiçbir kimse sahibi­ni hidayet yoluna iletecek, fenalıklardan alıkoyacak aklın benzeri gibi bir şeyi kazanmamıştır.” mealindeki hadîs-i şerîfe uygundur. Demek aslî akıl odur ki, sahibini Allah'ın yasaklarından uzaklaştırır. Bu hikmete binaendir ki, sahibini küfür ve isyandan menetmeyen kafirlerin aklı birçok ayetlerde tenkid edilmiştir. Binaenaleyh akılsızlıklarını bildi­ren ayet ve hadisler bu manaya hamlolunur.

3-Seyyid Şerîf de Târifâtı'nda şöyle der: "Akıl, onunla eşya bilinen melekedir." Bundan başka da birçok tarifler vardır.

Aklın mahalli dimağ mı, kalb mi diye ihtilaf ettiler. En doğrusu, hisle bilinen sezgi ve idrake göre aklın mahalli dimağdır; firâset, keşif, gerçek ilhamla bilinen melekeye nazaran aklın mahalli kalbdir denilmektedir.

Fıtrî ve iktisâbî meleke, akl-ı bilfiil ve akl-ı müstefad olmak üzere dört kısım akıl vardır. Tariflerin değişikliği bu taksimden olsa gerektir.

4- Akıl, sûretlerden hâlî melekedir. Eski felsefecilerce bu tarif meş­hurdur. Bu akla, akl-ı heyûlânî dediler.

5- Melekî ve iktisâbî vasıtasıyla ve hisle ilmi kesbetmeye istidadlı kuvvet, akıldır. Doğrusu, bilgisini tatbik etmeye kabiliyetli, akıllıdır.

6- Bilfiil müşahede olunmayıp mücerred düşünceyle yahud tekrar tekrar kazançla -mesela tecrübeyle- meydana gelen bilmek melekesidir.

7- Akl-ı müstefad, nazarî ve amelî meseleleri -müdrike kuvvetinden kaybolmaksızın- tatbikte müşahede olunan akl-ı melekedir.

İmam Mâverdî de: "Fıtraten insanda bir akıl mevcuddur." der. Hadîs-i şerîfte de: “Akıl kalbde bir nur­dur; hak ve bâtılı birbirinden ayırır.” buyrulmuştur. Bu takdirde akıl kalbde bir İlâhî nurdur. Bu kalbdeki nûrânî akıl şu ayet-i kerîmede tasrih olunmuştur:*“Yerde yürü­mediler mi? Tâ ki onlarda düşünüp bilir bir kalb olsaydı...” [El-Hacc 46] Demek hakîkî aklın mahalli kalbdir. Aslında fıtrî akıldan murad, hem mücerred bilmek, hem de bildiklerinden ibret almaktır. Nitekim Kibrit-i Ahmer'de Şeyh-ul-Ekber de şöyle demiştir: Akılla bilinen malumat iki kısımdır:

a-Zâtı idrakle eşyayı bilmesidir. Göz, kulak, kendi zatlarıyla eşyayı hissettiği gibi, akıl da bizzat kendisine mahsus kuvvetle müdriktir. Bu akıl yanılmaz bir akıldır; hatadan ârîdir.

b-His, mefkeret, hayal, mutasarrıfa ve sair aletlerle eşyayı sezen akıldır. Bu akıl hayalden üstündür; düşünülebilen meseleyi sûretlendirir, lâkin bir kısmını unutur. Burada akıl, müdrike ve hâfize aletleri gibi vasıtalarla hayalin unuttuğunu da hatırlar. Bundan dolayı ehli hakîkat bu akla önem vermediler. Ancak ehli hakîkat, firâset duygusundan doğan akla önem verdiler.

AKLIN DEVRELERİ VE TEKLİFLER

Akla göre sezilmesi mümkün olan nefsin iki kuvveti vardır: Birincisi, zâtında kâmil, eşyayı bizzat veyahud bilvasıta içinde sûretlendirdiği ve idrak edebilme gücüne sahib nazarî akıldır. Bu akıl her ne kadar zâtında güçlü ise de, kendisinden daha üstün akla muhtaç ve hayalî kuvvetle de müteessir olduğu için mahal-i teklif olmamıştır. Her doğan insanın yedi yaşından on dört yaşına kadar olan devrinin aklıdır. Bu devrin idraki ha­yalîdir. İllet ile ma'lûlde delil araştırmaktan acizdir akıl. Zira mütehayyile kuvveti bu devrede çok faaldir. Hâfize kuvveti ise henüz daha yeni yeni canlanmaya başlıyor. Zira mefkeret kuvvetinin çalışması on dört yaşın­dan itibarendir.

Binaenaleyh bu akıl, mahal-i teklif olamamıştır. İkinci akıl, amelî ve mahal-i teklif olan akıldır. On dört - on beş yaştan itibaren eşyanın özelliklerini sezen, hayalin tesirinden kurtulan, illet ve ma'lûlde güçlü olan akıldır. Zira on dört - on beş yaşından itibaren hâfize, zâkire, mefkeret kuvvetleri kemiyetleşirler. Artık bu devrede akıl ufak tefek işler­de heyecanlanmaz. Takrîben bu idrak yirmi bir yaşta tekâmül eder. Bu devrede akıl, yapabilmek kuvvetinden geçer, bizzat ve billfiil yapma gü­cüne sahib olur. Doğrusu fıtrî akılla insanın hürriyeti olmadığı için mükel­lef değildir. Çünkü bir yaştan on dört yaşına kadarki devrede dimağ tıpkı bir ayna gibidir; taklidden başka çaresi yoktur. Dimağın karşısına ne ge­lirse o müessir olur. Bu akıl bu devrede karşısına gelen her sûreti hıfze­der.

On dört yaştan sonra ancak resimlenen sûretleri akıl kabul veya reddettiği gibi, fikir, düşünce, delil aramak, kâr ve zararı nazar-ı itibara almakta güç kazanır ki buna irade denilir. Akıl iradeli olduğu için mükel­lef oluyor. Buna akl-ı bilmeleke denildi. Demek hürriyet ve sorumluluk bu devreden itibaren başlar. Bu devrede bir çocuk tek başına namaz kı­lar, tek başına çirkinliği terk eder, yazar, mükafat alır, cezayı hak eder. Terbiye vasıtasıyla dördüncü devre başlıyor ki, bu devredeki akla akl-ı müstefad denilir. Doğrusu, akl-ı bilfiil, akl-ı müstefada dönüşür, işte terbiye yedi yaşta başlar, on dört yaşında biter. Burada iki devre var; her iki itibarla ana baba mükelleftir. Ancak on dört yaş veya on beş yaştan iti­baren, şahsî iradeyle, indî aklıyla insan hareket eder. Eğer ana baba kusur etmişse bile on dört yaştan sonra her zat kendisinden sorumlu olur.

Üçüncü yani on dört yaş, dördüncü yirmi birden sonraki yaş devirle­rinden itibaren bir insan ne mikdar küfür, nifak, fısk ve isyanı terk ederse, o nisbette kalbdeki âkile kuvvet güç alır, çoğalır. Buna akl-ı iktisâbî denil­miştir. Eğer iktisâbî bilgilerde akıl, şehvet ve münkeret tarafına kayarsa, nefs galebe çalar hayvanlaşır. Aksi takdirde, şehvet ve gazab kuvvetleri akta itaatkâr olursa, gittikçe vücud dinçleşir, dimağ gençleşir, şehvet de irâdî olduğundan ihtiyarlık geç başlar. Denilebilir ki isyan olmazsa, cinsî arzularda on sekiz yaşla seksen yaş arasında fark görülmez. Tuhaf ve utanç olmasaydı bunu iyice açıklardım. Lâkin şu ayet-i kerîmeden ilham alınsın.*“Ölü (cahil) iken kendisini Biz dirilttiğimiz, ona insanların arasında yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, içinden çıkamadığı halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç? Kafirlerin yapmakta olduğu şeyler, ken­dilerine öylece süslü göründü.” [El-En'âm 122] buyrulmuştur.

Bu ayet-i kerîmedeki "ölü" kelimesi cehil, "diri" kelimesi ise iman ve ilimle tefsir olunmuştur. Nitekim Ibnu Abbas da böylece mana etmiştir. Kurtubî Tefsîri'nde birçok vecihler varsa da Kibrît-i Ahmer ve Fütûhat'ta Şeyh-ul-Ekber İbnu Abbas'ın sözlerini tercih ederek şöyle demektedir: İlim nuruyla şereflenen bir mü'min, dimağ ve akla sahibdir, diridir. Böyle bir zat ca­hile benzer mi? Elbette benzemez; akıl ve nurundan mahrum, tıpkı hare­ketli bir ölü gibidir. Binaenaleyh nurdan maksad ilim ile iman ve o iman­dan sonra da hikmettir. Şehvet ve gazab gibi hikmeti öldüren hiçbir zehir yoktur.

Dikkat ettiniz mi; biz müslümanlar küffârın icadlarına hayran oluyo­ruz, halbuki ayeti kerîmede bunca fen ve sanat gibi “Kafirlerin yap­makta olduğu şeyler, kendilerine öylece süslü göründü.” buyrulmaktadır.

Hikmetle dolu bir iktisâbî akıl ve hürriyetten dolayı akıllıların sorum­luluğunu şu hadîs-i şerîflerden anlamak mümkündür. Yani fıtrî akıl sarsıl­madan kazanılan iktisâbî ve amelî aklı kasdediyorum.*“Ey Uveymir, aklını çoğalt ki Rabb'ine yakınlığın ziyadelerisin.” Uveymir'in: “Anam babam Sana feda olsun; aklımı nasıl çoğaltabilirim?" demesi üzerine Rasûl-u Muhterem şöyle buyurdu: *“Allah Teâlâ'nın yasaklarından sakın, farzları öde, akıllı olursun. Sonra nafile olarak salih amel İşle, dünya aklını çoğaltırsın, hem de Rabb'ine yakın olursun. Ve azizlik bununladır.”

Akl-ı bilfiil derecesindeki idrak, herhangi bir semâvî afatla mutazarrır olmadığı müddetçe teklif ve sorum­luluğu kalkmaz. Asıl olarak da dört nimetten sorulur ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmaktadır: “Âdem oğulları beş şeyden sorulmadıkça Rabb'lerinin huzurundan bir adım atamazlar: Ömrünü ne ile yok ettiğinden; gençliğini ne ile çürüttüğünden; malını nereden KAZANIP ne gibi yerlerde HARCADIĞINDAN, bildiğiyle ne amel ettiğinden.’buy- rulmuştur. Her ferd bundan sorulur. Artık aklı buna göre kullanmalıyız. Mal hususunda iki soru sorulacağına ikkat ettiniz mi?

NEFSÎ ARZULAR AKLI AZALTIR

Allah Teâlâ her şeyi zıddıyla beraber yarattığı gibi aklın da zıddı ola­rak hevâ-i nefsi yaratmıştır. Her zaman tekrarladığımız nefs-i nâtıkanın hevâsı: lezzet, sevgi ve meyli itibarıyla şehvettir; itelemek cihetiyle de gazabdır ki hayvânî kuvvetle tarif edilir. Hayvânî kuvvet akla galebe çaldı mı, insanı hayvandan daha beter mertebeye düşürür. Bu hikmete binaendir ki hadîs-i şerîfte:*“Şehvete itaat illet, İsyanı da Hacdır.” buyrulmuştur. Artık nefs-i nâtıkanın mertebesi süflî olduğundan aklı hayvânî arzularına celbeder. Akıl aslında hürriyeti, kainat ve ağyârın hepsinden alâkayı kesmek ister. Avâma göre bu aklın mertebesi, şehvetten alâkayı kesmektir. Yani a'zamî tedbir almakla Allah'a tevekkül etmek makamında akl-ı müdebbire itaat etmek, nefsî arzularından arınmak demektir. Eğer akıl, ağyardan, yani Allah’tan uzak­laştırıcı her şeyden alâkayı kesmezse nefsin hevâstna mağlub olur ve tedbirden aciz kalır. Birçok avâmın aklının mertebesi budur. Havâsa gö­re ise kendi cüz'î iradesini Cenâb-ı Hakk'ın küllî iradesinde ifnâ etmek­tir.

Burada aklın mertebesi teslimdir. Eğer akıl dînin emrlerine teslim ol­duktan sonra nefsin hevâsına itaat ederse, sükûnetten ayrıldığı için İşine riya ve hile karışır. Binaenaleyh orta akıl odur ki Allah'ın emrlerini nefsin arzularından daha fazla tercih eder. Eğer akıl burada da muvaffak olur­sa, hâs-ul-havâsın mertebesine yükselir. Burada akıl hürriyetine kavu­şur. Zâtî tecellîleri müşahede etmekten dolayı umum resim ve eserler­den yüz çevirir. Bu makama tefvîz makamı denilir. Kul ikinci mertebeye ulaşmadığı müddetçe buradaki hürriyetten mahrumdur. Demek aslî hür­riyet, gaflete sebeb olabilecek her şeyden kurtulmaktır. Binaenaleyh hürriyet için akıl ve cüz'î iradenin tastam selametli olması şarttır. Eğer tasavvuf kelimesini burada tahlil edersek şöyle deriz:''*te,sad,vav,fe''kelimesinin

*T harfi teslim, takva, tevekkülden ibarettir.

*S harfi sabır, sıdk ve sefâdan ibarettir.

*V harfi vird, vüdd (Allah'ı sevmek ve Allah için kulunu sevmek), vefadan ibarettir.

*F harfi ferd (yani Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyden yüz çevirmek), fakr ve fenâdan ibarettir. Şu kadar ki fakr demek, fakirliği kabul etmek demek değil; fakr'dan murad: kalbi zikirle doldururken cebi de helal kazançla doldurmaktır. Bu on iki haslet bilfiil insanda bulunursa kendisi hürdür. İki tane eksik olursa, o nisbette esir ve akılsızdır. Binaenaleyh nefsin hevâsına esir olabilir demektir.

Akl-ı selîm Tevhid ister. Çünkü Tevhid asildir. İnsan yaratıldığı gün Tevhid de tebliğ edilmiştir. Hevâ-i nefs ise şirk ister. Aklın dengesini bozan da şirktir. İbnu Abbas tefsirinde: "Hevâ-i nefsten daha ziyade bâtıl bir ma'bûd yaratılmamıştır." demektedir. Şu ayet-i kerîmede dikkatle dü­şünülsün:*“(Habîbim) Hevâ ve hevesini tapı­nak tutanı görüp bildin mi?..” [El-Câsiye 23] buyrulmuştur. İşte bu ayet-i kerîme hevâ-i nefsin akla ne kadar zararlı olduğunu göstermektedir. Hatta hukemâ da: "Hevâ-i nefsine itaat eden, aklının dizginini düşmanı­nın eline vermiştir. Aslında akıl sultandır, hevâ-i nefs bir neferdir; şehvet ve gazab aklı esir ederler. Sultanı bir gedâya esir etmek revâ mıdır?" demektedirler.

Bazı haberlerde de şu vârid olunmuştur: Melekler mücer- red akıldan şehvetsiz olarak yaratılmışlardır. Hayvanlar akılsız mücerred şehvetten tertiblenmişlerdir. İnsan da hem akıl hem de şehvetten tertiblenmiştir. Aklı şehvetine galebe çalan, melekten üstün; şehveti aklına galebe çalan da hayvandan aşağıdır. Hevâ-i nefs, Hakk'ın emrine muhalif her şeydir; ondan sakınmayan sağlam kalmaz.

Akıl edeb ister, ihlas ister, takva ile çoğalır. Çoğaldıkça Hâlık'ın var­lığını idrak eder. İnsan bir an aklına arkadaş olursa, nefsin hevâsından uzaklaşırsa şu sorular derhal aklına gelir:

Ne için yaratıldım? Yaratılışımda gaye nedir?

Umum felsefecileri tefekküre sevk eden bu sorulardır. Fakat onların hevâ-i nefsleri fikirlerini bir ittifak haline getirmemiştir. Hatta meşhur Alman feylesofu Kant "inkâd-u Akl-il-Mahz" adlı eserinde durmadan şu soruları soruyor:

Gücümle ne yapabiliyorum?

Ne gibi amel işlerim?

Ümid ederek emelimi nereye bağlarım?

Durmadan kendi kendinden sorar. Fakat maalesef o da kesin bir kanaate varamamıştır. İslam hukemâsı ise*“Ben ancak insan ve cinleri Ben'i tanıyıp Ban'a ibadet etsinler diye yarattım.” [Ez-Zâriyât56]; *“İnsana çalıştığından başkası yoktur.” [En-Necm 39] mealindeki ayet-i kerîmelerden ilham aldılar. O halde ben Rabb'ime iman eder ve O’na ibadet ederim. Bütün emel ve maksadlarımı O'nun Peygamberi'nin sözlerine bağlarım. Ölüm­den endişe etmeksizin imanın gerektirdiği nefsânî temâyülâtımı O'nun emriyle tahrik ederim. Doğrusu, O'nun için kendimi terk ederim. İşte akıl bu akıldır. Özellikle şu hadisle amel ederim, ümid bağlarım:

*“Siz kendiniz Bana attı şey tekeffül edin,Ben de size cennete gir­menize tekeffül edeyim: Konuştuğunuz zaman doğru söyleyin. Söz verdiğiniz zamanlarda da yerine getirin. Size bir emanet teslim olundu mu (hıyanetsiz olarak onu) ödeyin. (Mutlak sûrette) Irz ve namus mahallini koruyun. Harama bakmaktan gözlerinizi kapatın. (Zulüm yapmlak ve haram işlemekten) Elinizi de menedin.” Diğer rivayette: “Mi­rasınız taksim olunduğu zaman birbirinize zulmetmeyin, başkaları­nın size yapmasını sevdiğiniz bir şeyin aynısını siz yapın (insaf edin). Düşmanlarınızla kital anında korkmayın. Ganimet aldığınızda hıyanet etmeyin. Zalimlerinizi mazlumlarınızdan vazgeçirin.'* buyrulmuştur. Gücümüzle bunları yaparız. Allah'ın afuvuna amelimizi bağ­lar, rahmetini umar ve Rasûlullah'ın buyurmuş olduğu ameli işleriz. Bu­nu idrak etmeyen akıl, sahibinin kelepçesidir.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.106-113
Devamını Oku »

Nefsani ve Şeytani Hislerden Allah'a Sığınmak



İnsanın içinde iyi veyahud kötü ilham alan ve faaliyete geçen asabî damarlar mevcuddur. Dînî olarak da itikad ve ibadet olmak üzere iki va­zife vardır, itikadî ilhamlar kalbe, güzel ahlak ve ibadetlerde çalışmak da bedenin veya dimağın asabî damarlarına bağlanmaktadır. Şeytan kalbe kötü hisleri, bedene de harama karşı istek ve arzu, ibadetlerden tembel­lik ve gevşeklik verir; o, Allah'ın rahmetinden mahrum ve gazaba uğra­dığı için insanları da kendisi gibi yapmak ister. Hatta dimağ, beden ve kalbin kan damarları İçerisinde bile dolaşır. Bundan dolayıdır ki Kur'ân-ı Hakîm'de:*“Hadi Kur'an okuduğunda okuttuğunda, o kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.” [En -Nahl 98] diye emr buyrulmuştur. Eğer insan bu rûhî vazifeyi yerine getir­mezse, şeytan dimağına kötü fikirleri, kalbine vesveseyi, bedenine gev­şeklik ve tembellik hastalıklarını ilkâ' eder. Şu halde ayetin manası şöyledir: Ey hâlis ve muhlis kullar! Kitâb-ı Mübîn olan Kur'ân'ı okuyup manasını anlamak ve o manayla amel etmek istediğin zaman sa’yin başlangıcında o Kahr-ı Rabbânfye uğramış şeytandan ve onun verece­ği hased, kibirlilik, bâtıl inanç gibi şerlerinden Allah'a sığın, onu Allah'a şikayet et.

Aksi takdirde kul Allah'a sığınmazsa, şeytan sa'yini bozar, gayretini elinden alır. Ya gazabını tahrik etmekle içindeki metanetini bozar ya da şehveti tahrik etmekle teennîsini bozar, ki bu onun vazifesidir. Öyleyse her sa'yin başlangıcında*“Allahumme innî eûzu birıdâke min suhtike ve bi muâfâtike min ukûbetike ve eûzu Bike Minke.” “Ey Rabb'im! Gazabından rahmet ve rızana, azabından afuv ve mağfiretlerine ve kahrından rahmeti­ne ve Sen'den San'a sığınırım.” demelidir. Eğer sa'yin başında, özel­likle dînî meselelerde bu istiâze yapılmazsa şeytan insanın fikrini de­ğiştirmekle sa'yini bozar. Kemâl-i inanç ve edeble kul işinin başlangıcın­da -ister alış veriş olsun, ister ibadet olsun ve ister iki eşin muamelesi olsun- istiâze ederse, şeytan bedeninden uzaklaşır, melek hislerine yaklaşmış olur ve iman derecesine göre melek hayrlı ilhamları kalbe ilkâ' eder.

Bu manayı beyan etmek maksadıyla Allah'ın Rasûlü şöyle buyurmuştur:*“Hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak herkesin biri şey­tan, biri melek arkadaşı vardır.” Bunun üzerine ashab: “Sen de dahil misin ya Rasûlallah?" diye sordular. Buna cevaben: “Evet Ben de dahi­lim. Lakın Allah Bana yardım etti de, o da müslüman oldu. Binaen aleyh Bana hayrdan başkasını emretmez.” buyurdular. Sarı Abdullah diyor ki: “Kalbe hayrlı ilhamlar geldiği zaman şeytan onu çalmak ister. Tıbkı bir hırsız gibidir. Ruh ve kalb irâdî tecelliye ile şereflenirken şeytan ellerini o nur kıvılcımlarının önüne koyar. Böylece insan zikrinin nurlarını görmez olur. Aksi takdirde insan "Euzu" çektiği zaman ağzından çıkıp şeytanın üzerine yağan şimşek ışıklarını görecekti. Nitekim Mevlâna Rû­mî de bunu şöyle ifade eder:

*''Lakın bir hırsız gizlide parmaklarını o kıvılcımların üzerine koyar. Hane sahibi uyanık olsaydı hırsız içeriye giremezdi. (Hırsızdan maksad şeytan, binadan maksad beden ve kalbdir.)

O gizli hırsız kalbden tane tane kıvılcımları söndürür. Tâ ki akıl ve kalbin semâsı zikrin nurundan faydalanmasın.''

İşte bu hırsızın elinden kalb ve dimağımızı kurtarmak için rûhânî va­zife olarak istiâzeye çok önem vermek lazımdır. Onun için şeytanın nasıl insanın hislerine müdahale edeceğini beyan etmekle bu hususta istiâzenin keyfiyetini açıklayalım.

1 -Şeytan işitilen kelimeleri değişik manalarla kulağa aksettirir. İcab-ı halde söz söyleyenin veya kitabdaki yazının muradının dışında bir bilgiyi insanın hiss-i müşterekine aksettirir. Böylece müdahale ettiği zaman, kul

Allah’ın 'Es-Semî','El-Alîm' sıfatlarına sığınmakla kendini şeytanın ilkaatından kurtarmaya çalışır. Diliyle de:

“Eûzu Billâh-is-Semîi-l-Alîmi min-eş-şeytân-ir-racîm.” “Dalâlete girip gazaba uğrayan şeytandan her şeyi İşitici ve Bilici olan Allah'a sığınırım.” demekle, kulak ve hiss-i müşterekini şeytanın elin­den kurtarmaya çalışır.

Bazan da iyi söyleyenlerin sözlerinin tesirini söndürür; kötü söyle­yenlerin sözlerini tatlı gösterir. Nitekim Hâman firavunun veziri ve dostu idi. Mûsâ aleyhisselâm'ın sözleri birkaç sefer firavunda tesir etmiş; Hâ­man ona: “Sen nasıl, dili peltek ve önceden senin hizmetinde bulunan Mûsâ’ya teslim oluyorsun? Eğer sen ona teslim olsan şimdiye kadar yapmış olduğun davada yalancı tanınırsın." demekle firavunu Mûsâ aleyhisselâm'ın bereketinden mahrum bırakmıştır.

2-Şeytan kalbin sağından, solundan, ön ve arkadan itikadı bozmak için ilkaatta bulunur. Bu çok mühim. O kadar mühimdir ki ayet-i kerîmede Allah Teâlâ onun bu keyfiyetle müdahalesini beyan etmiş: “İblis dedi: 'Bana halkın dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver." (Allah da) Dedi ki: 'Sen mühlet verilmişlerdensin. (İblis:) "Öyleyse (mademki) Sen beni azgınlığa mahkum ettin, ben de bu sebeble -andolsun ki-­onlar (ı saptırmak) için Sen'in doğru yolunda pusu kurup oturacağım. Sonra andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (ve musallat olacağım). Sen de on­ların çoğunu şükredici kimseler bulamayacaksın." dedi.” Yani onla­rın dimağlarındaki ve kalblerindeki dört kuvvetlerine müdahale etmek suretiyle irtibat kurup kalblerini şaşırttıracağım demek istiyor. Şeytan in­sanın şu dört kuvvetine irtibat kurmak sûretiyle kalbin içindeki âkile kuv­vetini değiştirir; hak olanı bâtıl, bâtıl olanı hak gösterir. Mesela:

a-Dimağın ön tarafında hayal kuvveti vardır. Evvelden beyan etmiş olduğumuz üzere bu kuvvet hissolunan eşyayı canlı sûretinin fotoğrafı gibi şekillendirir. Bu takdirde şeytan ona müdahale eder. Sonra Allah'ı ona hatırlatır ve akabinde soru sorar: "Nasıldır O?" Sonra ona bir cevab verir. Allah Teâlâ'yı mücessem veya nûrânî bir şeye benzeterek hayalî kuvvetinden sümme hâşâ Allah'ı sûretlendirir. Böyle bir müdahalesi anında İhlas sûresini okumak tedavidir. Şeytanın "önden" gelmesi budur. Binaenaleyh şeytan hayali işgal ettiği zaman "Eûzu Besmeie" ile İh­las sûresi okunduktan sonra sonuna şu cümle eklenir:*“...Benzeri şöyle dursun da benzerinin benzeri de yoktur...” [Eş-Şûrâ 11] Bu takdirde şeytan önden kaçar.

b-Şeytan vehmî kuvvete de müdahale eder. Bu kuvvet hissedilme­yenlerin hakîkatlerini, doğrusu aklî ve manevi olan eşyayı, maddi sûret- lere kıyas ederek hüküm çıkarır. Bu kuvvet, dimağın iç arka kısmındadır. Şeytanın "arkalarından" gelmesi buna işarettir. Vehmî kuvvet daima önünde maddeyi görür. Manayı da ona kıyas edince sümme hâşâ Allah'ı maddeye benzetir. Bu takdirde O'na noksan sıfatları isnad etmek­le yolunu şaşırır. Özellikle bu hal namaz ve zikir esnasında gelir. Bu tak­dirde "Eûzu Besmele"den sonra kalb ve dili birleştirerek şu ayet-i kerîme okunur:*'Yer yüzünde Celal ve Azamet Sahibi olan Rabb'inin Zâtı'ndan başkası fânîdir (yok olmaktadır). Ancak O'nun Zât-ı Şerifi Bâkî'dir.” [Er-Rahman 26-27] Bu ayetin okunmasından sonra birkaç kere,“Ya Zel-Celâli vel'İkrâm!” ilave edilir.

c-Akciğerin sağ tarafında yahud dimağın içindeki beyinciğin sağın­da şehvet hissi bulunmaktadır. Yukarıdaki ayet-i kerîmede "sağlarından" gelmesi buna işarettir. Şeytan bu hisse müdahale etmekle gevşekliği bedene yayar, uykuyu getirtir ve binnetice günahlara sevk ettirir. Eğer mü'min ibadete azim bağlarsa derhal aklî kıyasları ortaya koyar ve aklı yanıltır. Bununla da peygamberlere olan inancı değiştirir ve şöyle sorar: "Peygamberler de bizim gibi insanlar, bizden ne farkları var? Biz de on­lar gibiyiz." Nitekim Asrı Saadetteki kafirler bu kıyasla Peygamberle mü­cadele ederek *“...Dediler kİ: Sizler de bizim gibi beşer olmaktan başkası değilsiniz...” [İbrahim 10] Ve dediler ki:

“...Ne oluyor bu elçiye? Yemek yer ve sokaklarda dolaşır...” [El-Furkan 7] Onların zannında peygamber olan kimse yemeyecek, içmeyecek ve sokaklarda dolaşmayacak, işte böylece şeytan onlara vermiş olduğu fısıltıyla nübüvvet inançlarını bozuyordu. Bu tabiî şeytanın yapacağı bir iştir, ki şu ayet-i kerîmede beyan olunmuştur:

*“...Şeytan onları fitillemiş, onlara uzun zaman göstermiştir ve aldatmıştır.” [Muhammed 25] buyrulmuştur. Nübüvvet inancını ihlal edecek vesveselere karşı "Eûzu"dan sonra "Lâ ilâhe İllallah Muhammedun Rasûlullah." denilir. Ayrıca El-Fetih sûresinin son ayetini okumanın da şeytanın bu vesvesesine karşı kuvvetli bir silah olacağını Şeyh-ul-Ekber tavsiye etmiştir. Muşârun ileyh diyor ki: “El-Fetih sûresinin son ayetini okumayı âdet edene, cinnî ve insî şeytanların ilkaatı tesir etmez.” Şakîk-i Belhî de şunları söylemiştir: «Dört etrafımdan şeytanın bana gelmediği birgün yoktur. Bazan önümden gelir, bana der ki: "Günah işlemekten korkma, çünkü Allah kulunu yakmaz. O esirgeyici ve bağışlayıcıdır. Ben ona şu ayeti okurum:

''Şüphesiz ki Ben tevbe ve iman edenleri, iyi amel ve harekette bulu­nanları, sonra da doğru yolda ölünceye kadar sebat edenleri el­bette çok yarlıgayıcıyım.” [Tâhâ 82] Derhal kaçar. Sonra arkamdan gelir ve şöyle der: "Sen ibadete dalıyorsun, sana dünya da gerek. Evladların aç kalacak, sonra sen kendine kâtil olursun. Çok oruç tutma, uykusuz kalma." der ve rızk endişesini bana verir. Ben de ona şu ayet-i kerîmeyi okurum:

*“Yerde yürüyen hiçbir canlı müstesna olmamak üzere rızkları Allah'a aiddir. Onların duracak yerlerini ve İkâmet edilen mesken­leri de O bilir...” [Hûd 6] Sonra sağıma kaçar; bazı iyi amel ve hareketle­rimi gözümün önüne getirir ve: "Sen iyi bir insansın. Artık senin gibiler enderdir." diyerek beni över. Ben de ona:*“...lyi sonuç takva sahiblerinedir.” [El-A’râf 128, El-Kasas 83] mealindeki ayeti okurum. Sonra İblis soluma koşar; dünya lezzetlerine şehvetimi tahrik eder. Lez­zetleri şahsıma tahsis etmek üzere şehvetimi tahrik eder. Ben de ona şu ayeti okurum:

“Artık kendileriyle arzu edecekleri şeylerin (o gün imanın faydasını görmek ve o sayede ateşten kurtulmak, cennete kavuşmak yahud dünyaya gönderilip de iyi amel ve harekette bulunmak gibi boş temennilerin) arasına bir sed çekilmiştir. Bundan evvel benzerlerine de yapıldığı gibi. Çünkü hepsi de (insanları) kötü zanna düşüren bir şübhe içinde idi­ler.” [Sebe* 54] Böylece solumdan kaçar ve benden uzaklaşır.»

İlim ve zikirde zayıf olanların dimağına şeytan soru sormak arzusu­nu verir. Bu tuzağa giren başkasını bulup ondan soru sormaz ise bu se­fer kendi kendinden sormaya başlar, ki şu hadîs-i şerîfte beyan olunmuştur:

“Muhakkak birinize şeytan gelir, size "Kim göğü yarattı?" diye so­rar. (Mü'min:) "Allah." der. O da: 'Kim yeri yarattı." der. (Mü'min:) "Allah." der. Bu sefer: "Kim Allah'ı yarattı?" diye sorar. Biriniz bunu buldu mu, Allah'a ve O'nun Rasûlü'ne iman ettim desin.” buyruimuştur. Demek şeytan böyle soruları akla getirdiği zaman "Âmentu Billâhi"yi okumak çaredir. Şeyh-ul-Ekber diyor ki: “Bu vesvesenin müdafaasına en uygun yol, soruyu sarf-ı nazar etmek ve İhlas sûresini okumaktır.” İmam Askâlânî de şöyle demiş: “Her şeyi yaratan yaratılmamış, dersin. Sonra eğer bu vesvese ise, çaresi zikir ve başka bir şeyle meşgul ol­maktır. Eğer insî şeytan bunu sorarsa çaresi kolaydır. Dersin ki: "Allah her şeyi yaratmış" sözün, Kendisi yaratılmamış demektir.” İmam Rabbânî diyor ki: Vesvesenin müdafaasına kalkışmak da ayrı bir vesvesedir. Bu gibi sorulara çare iç ve dış telkinleri sarf-ı nazar etmektir.

3-Şeytan muharrike kuvvetine müdahale ederek, müdahale ettiği kimsenin veyahud başkasının gazab kuvvetini fiile geçirmek İster. Kin ve intikam arzusunu verir.

“Biriniz diğer birinizin ayıbını söylemesin. Zira Ben size selametti ve rahat bir kalb ile gelmeyi severim.” mealindeki hadîse binaen şey­tanın bu müdahalesine karşı çare, ayıblardan arınmakla gayrının ayıb- larından göz kapatmaktır. Eğer şeytan böyle bir vesveseyi ilkâ' edersel ayıbları araştırmak arzusunu defetmek için şu dua okunur:

“Radîtu Billâhi Rabben ve bil'İslâmi dînen ve bi Muhammedin sal­lallâhu aleyhi ve sellem Rasûlen. Ve neûzu Billâhi min-el-fiten.’ “Allah'ı Rabb olarak kabul edip İslamı din olarak kabul ettim. Haz­reti Muhammed aleyhissalâtu vesselâm'ı da Allah'ın elçisi olarak inandım. Ve fitnelerden Allah'a sığınırız.” Bu son cümleyi yani "Fitnelerden Allah'a sığınırız." demek anında, mü'min kardeşinin de fitnelerden korunması kasdedilir. Netice-i meram, hissî ve manevi bütün tel kinleri sarf-ı nazar etmek şartıyla mü'min zorluğa katlanarak yukarıdak istiâzenin bir sûretiyle tedbir alır. Başlayacağı işe sa'y ve gayretle başlar, teennî ve metanetle işine devam eder ve muvaffakiyeti için Allah'ı yalvarır. İstiâze ve yalvarışların ruha tedavi olduğunda tereddüd edilmez. Yalvarış ve istiâze..

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.325-331
Devamını Oku »

Hürriyetle Esaretten Kaçınmak



«'Hürriyet, Allah Teâlâ'nın ve kulunun hukukunu korumakta serbest olmaktır; zıddı esarettir. Hürriyet ve esaret birbirlerine zıd olmak itibarıyla maddi ve manevi olmak üzere iki kısımdır:

a-Bedenin hareket ve fiilinde serbestiyet, maddi hürriyetle, b-Söz söylemek ve maksadların izahında serbestiyet de manevi hürriyetle ifade edilir. Her iki itibarla maddi hürriyet vücuda, manevi hür­riyet nefs ve ruha müteveccih olur. Çünkü mutlak hürriyet söz konusu değildir. Şu halde Hakk'a itaat etmekten ibaret hürriyet, ahirette ebedî serbestiyeti gerektiren bir vesile olduğu için hürriyet halihazırdaki mev­cudiyete değil binnetice ahirete nazarandır. Çünkü Hakk'ın veya halkın hakkına tecavüz etmek, ebedî veya muvakkat ahiretteki cezayı gerektir­diği için esarettir. Şu halde hürriyet ve esaret netice itibarıyla birbirinden farklı olur. Demek insan bir taraftan hür, diğer taraftan esirdir. Mesela kanun ve nizamlarla serbest bırakılan yerde insan hür, onun dışında esirdir. Zaten dünya kendisi bir kafestir. Ruh bu kafese girmekle esirdir. O halde mutlak hürriyet davası da yoktur. Şu halde hürriyet şöyle tarif edilir: Tam adalete riayetle hak ve hakîkate boyun eğmektir. Nitekim*“Hürriyet Allah'tan başkasıyla bağlı olmamaktır.” diye Şeyh-ul-Ekber tarif etmiştir. Binaenaleyh hürriyetin zıddı olan esaret, Allah'tan başka bir şeyle şartlanmak ve şartlandırılmaktır. Eğer şu altı şey varsa hürriyet vardır, aksi takdirde esaret vardır:

1-Hıfz-ı beden. Her insan bedenini darbe ve cerhten muhafaza etmeyi hak etmiştir.

2-Her insanın katiden korunması varsa hürriyet vardır. Doğrusu can güvenliği.

3-Nefsin güzelliklerinin korunmasıdır. Buna hıfz-ı namus, hıfz-ı vakar ve hıfz-ı şeref denilir.

4-İtikad olarak nefsin taarruzundan korunmaktır. Eğer bir insanın iti­kadına taarruz olunuyorsa hakkına müdahale olduğundan esaretle ifa­de edilir.

5-Maddi ve manevi ferd ve ümmetin mülkünün, meşru hakkının korunmasıdır. Eğer bir ferdin kazancına meşru hakkın dışında müdahale edilirse hürriyet yok demektir.

6-Din ve mezhebin korunmasından ibaret hürriyettir.

Bu altı haktan birine el koymak esaret ve zulümdür. Her müslüman kendi nefsini, hayatını, namusunu, itikad ve meşru mülkünü, dînin ah­kamına göre koruyabiliyorsa hürdür. Şu halde bir insanın, kendi hürriye­tini dava etmekle başkasının hakkında bunların birini ihlal etmeye hakkı yoktur. Bu itibarla hürriyeti tarif edenler şöyle demişlerdir: "Hürriyet, gay­ra her fedakârlığı yapmak ve meşru hakkını korumakta gayrına zarar vermemektir." Bu tarif ittifakîdir. Binaenaleyh insanın hürriyetinin dînin ahlakî ahkâmının elmas zincirleriyle bağlanması mutlak hürriyettir. Bi­naenaleyh din olmaksızın hürriyet söz konusu değildir. Çünkü dîne bağlı kalmak, şartlandırılmak değil, huzurdur. Zira insanın ruhunun en çok nefret ettiği şey dinsizlik, diğer ifadeyle ahlaksızlıktır. Eski felsefeciler bu manaya binaen "Hürriyet, ruhun meâlîden başka bir kaydı kabul ve hayrdan başka hiçbir kanuna itaat etmemesidir." diye tarif ettiler. Bu tarifi tahrif edenler "Hürriyet istibdaddan kurtuluştur." dediler. Halbuki hürri­yeti böylece tarif etmek, bir nev'î esareti tarif etmektir. Çünkü din hüküm­lerinin icra edilmesinde isdibdad söz konusu değildir. Çünkü dînî hü­kümleri icra etmek mutlak kurtuluştur. Bu manaya nazar hürriyetin en güzel tarifi şöyledir: "Hürriyet, Allah'ın hükmünden başkasına bağlanmamaktır."

*“Bir Arabın bir acemin üzerinde -takvâdan başkasıyla- üstünlüğü yoktur.”;

*“Hâlık ın isyanında hiçbir mahluka boyun eğmek yoktur.” mealinde­ki hadîs-i şeriflerle bu tarif teyid olunmaktadır. Büyük küçük, amir ve memur, efendi ve hizmetçi mü'minler, ferd ferd ve toptan hürdür ve birbi­rine kardeştirler.*“Mü'minler ancak birbirine kardeştirler...” [El-Hucurât 10] buyrulmuştur. Hiçbirisi diğerine esir değildir. Hepsi toptan Allah'a esirdir, O'na hizmetçidir, ahkâmına bağlıdır. Kendi nefsini koruduğu gibi mü'min kardeşini de korur. İşte hürriyet... Demek Hakk'a esir olduktan sonra insan ahiretteki kurtuluşa nazaran hürdür.

*“Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez ve (onu düşmanın eline) teslim etmez.” buyrulan hadîs-i şerîfe binaen mü'min, kardeşini yalnız bırakmaz. Efendi kölesini, o da onu, patron işçisini, o da onu, amir me­murunu terk edemez. Hülâsa her biri diğerinin dînine, hayatına, namus ve haysiyetine, itikad ve mülküne, mezheb ve fikrine bekçidir. Her biri diğerinden sorumludur. Her birisi kardeşinin hakkını kendi hakkından daha evvel tercih etmekle kardeşini serbest hayata kavuşturmaya çalı­şır. En takva insan bile son nefesinden haberdar olmadığı için takva sa­hibi olmayanı nefsinden daha üstün tutar. Bu tutumla gayrını hürriyete kavuşturur. Dolayısıyla kendisi mutlak serbestiyette bulunur. En güzel ifadeyle “Müslim müslimin kardeşidir. Ona zulmetmez, onu yalnız bırakmaz.” Vicdan hürriyeti de bununla meydana gelir. Aksi takdirde vicdan olmaz ki hürriyet söz konusu olabilsin. Demek kendi namusunu koruduğu gibi mü'min kardeşinin canını, namus ve malını korumayan vicdansızdır, zalimdir, fâsık ve âsidir ve bu nisbette esirdir.

Netice-i meram şu ki din olmaksızın insan hürriyet ve esaretin ara­larındaki inceliği kavrayamaz. Çünkü herkes kendi hissine göre bir hürriyeti ortaya koyar. Bu takdirde hürriyetsizlik meydana gelir. Öyleyse bir milletin hürriyeti din, silah ve ilme bağlıdır. Bunlardan birisinin yok­luğunda derhal esaret hâkim olur. Din birliği, ilim birliği, fikir birliği, güç ve ittifak birliği milleti hâkim kılar. Unutmuyoruz ki İslam dîni başka din mensublarını müslüman olmaya icbar etmez. Ancak onların İslam dînine karşı gelmelerini engeller. Cihad da buradan meydana gelir. Yani mü- cahid, müslüman, tecavüz eden gayrı müslime tebliğ eder. Tebliği kabul etmez ve İslam dînine saldırırsa bilmecburiyye el kaldırır. Bu şeref ve meziyet İslama mahsus bir şiardır. Bir milletin hürriyete kavuşabilmesi için beş şart var:

1-İ'tisamdır.“...Allah'a (fiilen İtikaden hükmüne) sarılın. O sizin Mevlâ'nızdır..” [El-Hacc 78] mealindeki ve benzeri  ayetlerden iktibas edilmiştir.

2-Fürû'da ihtilaf olsa bile usulde ittifak etmek ve tefrikadan korun­maktır. Demek fürû'daki ihtilaf değil, iftirak yasaklanmıştır. Bu hüküm şu ayetten anlaşılır.*"Hepiniz, toptan,sımsıkı Allah'ın ipine (hükmüne)sarılın parçalanmayın...” [Âl-i imran 103)

3-Özü, sözü ve fiili birleşmiş takva sahihleriyle beraber olmaktır. Yani onları vesile edinmektir. Bu hüküm de

*“Ey İman edenler, Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” [Et -Tevbe 119) mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

4- Büyük günahları terk etmek, farz ve vacibleri yerine getirmekten ibaret takva üzerinde bulunmaktır. Nitekim bu hüküm de*“...Binaenaleyh müslüman olmaktan başka hiçbir sûretle can ver­meyin.” [El- Bakara 132] mealindeki ayet-i kerîmeden anlaşılır.

5-Emr-i ma'rûfu bildirmek ve Allah'ın yasaklarından sakınmakla sakındırmaya çalışmaktır.

*“Kim şeriate muhalif hareketleri görürse eliyle onu değiştirsin.Eğer buna gücü yetmezse diliyle nasihat etsin. Eğer buna da gücü yetmezse (fiilen fısk ve isyanı ve âsi ve fâsıkları terk etmekle) kalbiyle nef­ret etsin. Bu da imanın en zayıf derecesidir.” ve *“Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur ki, o peygamberin, ümmetinden havârîteri ve sünnetine tu­tunan ve emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapan birtakım kötü nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücahede ederse o mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücahede ederse o da mü'mindir. Kim onlara karşı kalbiyle mücahe­de ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde imandan bir har­dal tanesi de yoktur.” buyrulan hadîs-l şeriflerde iyiliği emr ve yasak­lardan sakındırmaya çalışmak vazifesi beyan olunmuştur.

Hürriyet an­cak ve ancak bu beş esası tatbik etmekle meydana gelir. Çünkü bu beş vazifeyi görmekle ruh saflaşa saflaşa tamamen esaretten kurtulup ebedî hürriyete kavuşur. Binaenaleyh şeriate muhalif şeylerin işlenilmesini müşahede edip susan kimsenin dînî gayreti çokça zayıftır. Allah Teâlâ bizlere intibahlar versin.»

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.358-362
Devamını Oku »

Büyük ve Küçük Olmak Üzere Şirk İki Kısımdır



En büyük günah şirktir. Çünkü şirk, Tevhid gibi bir güneş nurunu söndürmeye kalkışır; aklı nefse mağlub ettirmek ister. Şirk zulümdür, amma korkunç zulüm... Allah da,* “...Muhakkak ki şirk en büyük zulümdür.” [Lokman 13] buyurmuştur. Günah beter felakettir, fakat afuvu mümkündür. Amma zulüm, Allah'ın hakkına tecavüz etmektir yahud kulun hakkına tecavüz etmektir. Şirk, her iki hakka tecavüz etmektir. Çünkü şirk hem Allah'ın Tevhidini bozmak, hem de O'nun elçi­lerini ve elçilerinin arkasından gidenleri ve bunca ehli ilmi yalanlamak­tan ibarettir. Onun için büyük zulümdür. Korkunç şirki.. Şirk iki kısımdır; biri büyük biri küçüktür:

1-Açık, büyük şirk, Allah'tan başkasını, ağacı, taşı, güneşi, ayı, pey­gamberi, şeyhi, hükümdarı, kendi nefsini eş tutmaktan ibarettir. İlahlaştırmak maksadıyla Allah'tan gayrını çağırmak, tesirci bilip de ona sığın­mak, emrlerine girmek, istekle onları tesirci inanmak şirktir. Allah Teâlâ:

“Allah'ı bırakıp taptığınız (put ve şahıslar) da sizin gibi yaratılmış kul­lardır. Eğer (Allah'ı bırakıp puta tapmak iddiasında) doğrucu iseniz hadi onları çağırın da size icabet etsinler.” [El-A'râf 194] buyurmuştur. "Dua­larınızı kabul etsinler, size rızk versinler. Halbuki eş koşmuş olduğunuz zavallılar bir sinek kendilerine konsa, onu kovmaktan bile güçlü değiller­dir. Kendileri de çağıranlar gibi zayıflardır, hatta daha zayıflardır." de­mektir.*“...Gerçek şudur ki her kim Allah'a eş tutarsa muhakkak Allah da ona cenne­tini haram kılar ve onun son varacağı yer ateştir...” [El-Mâide 72] mea­lindeki ayet-i kerime, akıbetlerini beyan etmektedir. Hadîs-i şeritte de: “Dikkat! Ben size en büyük günahtan haber vereyim.” Üç kere tek­rardan sonra ashab: "Evet ya Rasûlallah." dediler. Bunun üzerine: “Allah Teâla'ya eş koşmak ve ana babaya isyan etmektir.” buyur­muştur.

Cahil kimseler Allah'ın varlığına ve birliğine inandıkları halde tesiri O'ndan başkasında inanırlar; hayr ve şerrin tesirine sebeb olabilecek şeyleri de hakîkî tesirci zannederler, ki bu cahil sofîlerin itikadıdır. Eğer bunlar Allah Teâlâ'nın gayrına tesiri isna^ ettikleri gibi ona taparlarsa kafir ve müşrik de olurlar.*“...Biz bunlara ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz...” [Ez-Zümer 3] mealindeki ayet-i kerîmede beyan olunan müşrikler, vesile aramaktan dolayı değil, hakîkî tesiri sebeblere ve vesilelere isnad ettik­lerinden ve üstelik de taptıklarından dolayı şirk koşmuş olurlar. Eğer te­siri Allah'tan inanır ve Allah'a tapar, vesileyi tutması da yine Allah Teâ- lâ'ya ibadet etmek için ise mü'min ve ehli Tevhiddir. Bu inceliği bilme­yen kimseler ya cahil sofîlerin yoluna ya da Vahâbilik mezhebine sapı­yorlar. Demek istiyoruz ki Hakk perestiikle putperestlik arasında bir ince fark var; ehli Tevhıd bu farkı bilir. Mesela Kur'an ve hadislerin hüküm­lerini tatbik ederek namazda imamına, ahlak ve muamelede inanmış ol­duğu üstadına uyar, bir tek olan Allah'a tapar. Şübhesiz imamı veya li­deri de aynı şeriati tatbik ederek onunla birlikte Allah'a tapar.

“Ey iman edenleri Allah'tan korkun. O'na yaklaşmaya da vesile taleb edin...” [El-Mâide 35] mealindeki ayet-i kerîme, ittibâ' etmek için ve­sile aramayı emrederek beyan etmektedir. Ancak bu vesile çok umum manadadır. Her mü'min kendisini ve nefsine tayin etmiş olduğu lideri veya üstadı da, hatta ve hatta tüm müslümanları bir tek halka olarak göz önüne tutarak husûsen namaz içinde*“Yalnız San'a ibadet ederiz ve yalnız Sen'den yardım dileriz. Öy­leyse bizi dosdoğru olan yola ilet. O yol ki ondan sülük edenlerin üzerine nimet verdin.” [El-Fâtiha 6-7] demekle itiraf eder. Demek gerçek bir sofu Allah'tan gayrine tapmıyor, namaz içinde de “İbadetimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ediyoruz.” diyor; inancını, Tevhidle şirki yıktığını ilan ediyor. Aslında üç "nun"da tüm müslümanlar birleşmektedir:

a-Zâtı'nda, Sıfatı'nda ve Fiili'nde bir tek Allah'a iman etmeyi taahhüd etmekle'nehbudu'nun "nun"unda birleşiyorlar. Şirkten pak ve münezzeh olarak samimi bir bîatle Allah'a söz vererek O'na ibadet etmelerini ilan etmekle “İbadetlerimizi yalnız ve yalnız San'a tahsis ederiz.” derler.

b-Bütün ibadetleri O'na tahsis ettikten sonra bütün tesirleri O'ndan inanarak, bütün yardımları O'ndan umarak “Yalnız ve yalnız Sen'den yardım dileriz.” demekle ''nestain'in "nun"unda birleşirler; ve bu birleşme­yi de ilan ederler. Buna i'tisam da denilir. Sımsıkı O'nun hükmüne, tecellîlerine ve dînine bağlılığı ifade eden, l'tisamdır.

c-''ihdina' 'nın "nun''unda birleşirler. Bu birleşmeyi de şöyle ifade eder­ler: Ey Rabb'imiz! “Bizi topyekün dosdoğru olan yola ilet.” derler. Sanki bu arada soruldu: “O dosdoğru yol nedir?" "Bir tek Allah'a taparak ittibâ' ve vesile edinmek yoludur." denilir. O yol ki “Bizi doğru yola, ken­dilerine nimet verdiklerinin yoluna İlet.” diye ifade ederler. O nimetlenenler de şübhesiz peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihlerdir. Onların yoluna, onlara ittibâ' etmek yoluna, onların yaşadıkları gibi yaşa­mak yoluna... Çünkü onların yolu dosdoğru yoldur. Gazaba uğramış, ilimleriyle amel etmeyen yahudilerin yoluna değil; ve ilimsiz amel edip dalâlete uğramış cahil hristiyanların yoluna da değil. İşte her mü'min her namazında kendisi de, vesile edindiği lider ve üstadı da hep birlikte bir tek halka halinde, bir tek ağızdan namazlarında ibadetlerini, Tevhidlerini böylece ilan etmektedirler. Mü'minde üç dava yoktur: Kendi nefsine Ulûhiyet, nübüvvet ve velâyeti isnad.

2-İkinci şirk, gizli ve hafif şirktir. Buna riya denilir. İmandaki riyâyı kasdetmiyoruz. Çünkü o da birinci şıkla dokuz yerde birleşir. Amelde gösteriş kasdediyoruz. Bu ise Tevhîdi ve farz ibadetin aslını ibtal etmez, sevabını eksiltir. Fakat birinci şirke sûret olarak benzediği için buna şirk-i hafî denilmiştir. Zevâcir adlı eserin müellifi Ibnu Hacer şöyle diyor: Riya ve gösteriş için ibadet edenlerin misali, kesesini taş doldurup cevherin bâyiinden cevher almak isteyen adamlara benzer. Yolda giderken onu gören insanlar, elindeki kesesine bakarlar, onu överler, "Bu adamın ne kadar çok parası vardır." derler. O da halkın övmesine binaen aldanır, kesesine güvenir bâyi'ye varır; kesesini açarken mahcub ve pişman olur; hiçbir şey alamaz, amma kese elinde kalır. Böylece gösteriş yapan­lar dünyada halkın övgüsünü kazandıkları için ahirette bir şey elde ede­mezler. İmam Şemseddîn Zehebî bu temsili hadis olarak rivayet etmiştir; ve gösterişin sevab yerinde bilakis azaba sebeb olacağını beyan etmiş­tir. ’

Mü'min imanıyla emin kimsedir; ihlâsıyla doğru kimsedir; Allah'a ve halka karşı dosdoğru hareket eden, muamelesinde hile, ahlak ve ibade­tinde de riya şaibesi olmayandır. Buna ihlas denilir, iman da ibadet de şart-ı ihlastır. Mü'min ihlasla bu şirki yıkar. Hayrete şâyan ki felsefeciler riyânın adını sempatizm koymuşlardır. Halbuki sempatizm, nifak veya riya ile birleşir. Bazı zavallı mü'minler de, sempatizmi İslam kelimesine kuyruk yaparak "İslam sempatizmi" diyorlar. Dehşet! Ne bu hal?..

Kulundan ibadeti kabul eden Allah Teâlâ şöyle buyurur:

*“...Kim Rabb'ine kavuşmayı ümid (ve arzu) ediyorsa güzel bir amel etsin ve Rabb'ine ibadet etmede (hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi) ortak

etmesin.” [El-Kehf 110] Bu ayet-i kerîmede hâlis ibadet etmek, ahlak ve muamelede dosdoğru olmak emr buyrulmuştur. Her nerede olursa olsun mü'min, dimağında kurulmuş şöhret, servet, riyâset putlarını yıkmadığı müddetçe, kurtlar ağacı içinden yedikleri gibi, riyâsı da ame­lini yer. Allah riyâdan korusun. Bir hadîs-i Kudsî:

“Her kim ibadet işlerken Ben'den başkasını Ban'a ortak ederse, yapmış olduğu amel ve ibadeti Ban'a eş tanıdığı kimseye­dir. Ben ondan berîyim.” buyrulmuştur.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,dilara yay.,syf.239-242
Devamını Oku »

4-Şekil ve Ahlak Benzeyişinden Erkek ve Kadın Lanetlenmişlerdir



Bazı insanlar doğuşta, bazan da sonradan, erkek olduğu halde ka­dınların ahlakında bulunurlar, tıbkı kadınlar gibi konuşurlar. Bu tip erkek­lere dînen muhnis veya muhannes denilir. Hatta Asrı Saadette bile böy- leler bulunmuştur. Nitekim Peygamber zamanında Hit adlı biri vardı. Ka­dınlar ondan sakınmazlardı. Zannedilirdi ki kadınlara ihtiyacı yoktur. Bir- gün Peygamber'in evinde iken, Peygamber aleyhisselam içeriye girmiş, ne baksın ki Hit oturmuş, bir kadını tavsîf ediyor. Diyor ki: "O geldiği zaman dörtle gelir, gittiği zaman da sekizle gidiyor." Bunun üzerine

Rasûl-u Muhterem:“Dikkat edin! görüyorum ki bu adam orada ne var olduğunu biliyor. Sakın bir daha sizin yanınıza girmesin bu.” buyurmuştur. Binaenaleyh kadın nev'inin kendini hünsa müşkülden ve kadın ahlaklı erkekten muhafaza etmesi gerekmektedir. Çünkü Peygamber aleyhisselam bu ahlaktan dolayı Hit adlı kimseyi sürgün etmiştir. Ulemâ bu hususta ittifak etmektedirler. Binaenaleyh ahlakta, giyim ve kuşamda, konuşmakta, erkekten kendini kadına yahud da kadından kendini erkeğe benzeten lanetlenmiştir;

*“Kadınlardan kendini erkeklere benzetene, erkeklerden de kendini kadınlara benzetene Allah lanet etmiştir ve rahmetinden uzaklaş­tırmıştı.” buyrulmuştur. Kadınlara ihtiyacı olsun olmasın, bir adam hiç­bir sûretle kendini onlara benzetemez. Nitekim ibnu Kelbî şöyle diyor: Hit ileriye giderek: "O kızın ağzı papatya çiçeği gibidir, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar, bacaklarının arasındaki başağı, çevrilmiş bir kap gibidir." diye o kadını tavsif etti. Rasûl-u Muhterem bu sözleri ondan işitti ve ona şöyle buyurdu: “Hey gidi seni, sen ona inceden inceye bakmışsın, ey Allah'ın düşmanı!” Ve sonra onu sürgün etmiştir. Ulemâ buna binaen dediler ki: Kadın meclisinde erkeği, erkek meclisinde kadını öven ve tavsîf eden, şübhesiz lanetlenir. Çünkü diğer bir hadîs-i şerîfte: *“Kadın ahlakıyla ahlaklanan veyahud (Hit gibi giyim kuşamda kendini kadınlara yahud) kadın olup kendini erkeklere benzeten = erkekleşen kadına Allah lanet etmiştir.” buyrulmuştur. Binaenaleyh iki taraftan da benzet­mek haramdır. İbnuTeymiyye de şunları söylemiştir: Eğer bir adam fıtraten kadın ahlaklı olup huyunu değiştirmeye çalışmazsa, o da bu lanet içine girer. Çünkü böylelerinin maksadları kadınlarla mübâşeret ve mua­şerettir. Bazan da maksadları kadın ve erkekleri buluşturmaktır. Onun için la'netlenirler. Binaenaleyh en azda olsa erkek kendini kadına, kadın da kendini erkeğe her türlü benzetmekten menolunmuşlardır.

Esed oğullarına mensub Ümmü Ya'kûb, Abdullah ibni Mes'ûd'un:

*“Allah dövme yapan ve yaptıran kadınlara, yüz yolan ve yolduranlara, güzellik için diş törpülettirenlere, Allah'ın yarattığı şekli de­ğiştirenlere lanet etmiştir.” diye rivayet ettiğini işitince şöyle demiştir:

"Görüyorum, sen bunları lanetlendiriyorsun." İbnu Mesud da Ümmü Ya'kub'a: "Ben değil, Allah kitabında onları lanetlemiştir. Çünkü

*“...Habîbim size neyi emrederse onu yapın. Neyi yasak ettiyse ondan da sakının...” [El-Haşir 7] mealindeki ayet-i kerîmede Allah Pey­gamberin emr ve yasaklarına dikkat etmenizi emretmiştir." Bununla beraber Ümmü Ya'kûb: "Öyle ise şimdi senin hanımın da bunu yapar." demiştir. Bunun üzerine İbnu Mes'ûd: "Öyle ise git bak." karşılığını ve­rince, Ümmü Ya'kûb gitmiş araştırmış, sonra ona gelerek: "Vallahi senin iyâlinde böyle bir şey görmedim." demiştir. Hazreti Abdullah ona: "Ey Ümmü Ya'kûb, bana bak! Eğer karımda böyle bir şey görsem, mutlaka onu boşarım." demiştir. İmam Aynî bu olayı naklettikten sonra diyor ki: Birçok ulemâ dediler ki, eğer bir kadın süslü püslü elbiselerle yüzüne boya sürerek dışarıda dolaşırsa boşamayı haketmiştir.

Yaratılışı, nesli değiştirmek, şehvânî kuvveti tahrik etmek isteyenler, şübhesiz cemiyeti bozmakla, şehvet ve gazab kuvvetlerini tahrik etmiş olurlar. Bunun için onları edeblendirmek lazımdır. Birçok erkekler kadın­ların bu gibi hallere girmelerinden göz kapatmaktadırlar. Hatta kendileri namazda, niyazda ve camilerin içindeki ilk saflarda bulundukları halde, hanımlarının, gelinlerinin ve kızlarının nahoş ahlaklarına teğâfül etmek­tedirler, doğrusu gaflete girmektedirler. Bunlar da lanetlenen kimseler­dir. Nitekim Rasûl-u Muhterem şöyle buyurmuştur.

*“Görmediğim cehennemlilerden iki sınıf vardır: (a)Yanlarına sığır kuyrukları gibi kamçılar alıp onlarla (haksız olarak) İnsanları döven bir kavim, (b)giyinmiş olarak çıplak, sallanarak yürümeyi öğreten, kırıtkan, başları horasan develerinin eğilmiş hörgüçleri gibi bir sü­rü kadınlardır. Bunlar cennete girmeyecekler ve kokusunu bile duymayacaklardır. Halbuki onun kokusu, şu kadar ve şu kadar uzaktan duyulur.” Bu hadîs-i şerîf, halihazırdaki lanete müstehak insan­ların hallerini bildirmektedir. Çünkü bu hadîs-i şerîf, gaybdan bahseden mucizeli bir hadistir. Ve bildirdiği gibi de olmaktadır. Birçok kadınlar “Giydikleri halde çıplaktırlar.” Erkekler de bunu görüp dururken sükut etmektedirler. Binaenaleyh kadınlar aslî hilkatini değiştirmekten, onların başını bekleyen erkekler ise sükut ve münkeri menetmemekten lanetlenmektedirler. Nitekim diğer bir rivayette de şöyle buyrulmuştur.

*“Ümmetimin sonlarında eyerlere binen (sûreten) adamlar olacaklar­dır. (Beden olarak) Onlar adamlara benzerler (amma kendileri kadın ah­laklı olduklarından tıynetleri erkek değildir), camilerin kapılarında inerler (cuma cemaate giderler). Kadınları ise giyinmiş oldukları halde çıplak­tırlar. Saçları Arab ve acem develerinden türemiş zayıf deve yavru­sunun hörgücü gibidir. Onları lanetleyin. Çünkü muhakkak onlar, Allah'ın gazabına uğramışlardır. Eğer sizden sonra bir millet olsay­dı, muhakkak o millete hizmet edeceklerdi; (şimdi) sizden evvelki milletlerin kadınları size hizmet ettikleri gibi.” Halihazırda birçok müslüman erkekler ahlak olarak kadınlar gibi, kadınlar da erkekler gibi hareket etmektedirler. Ve birçokları gayrı müslim olanlara hizmet etmek­tedirler.

Kadınlar özellikle dar endamlı kısa elbise ile dolaşır, evinin dı­şında süslü püslü, kırıla döküle yürür. Allah'ın bunca verdiği nimete yerli yerinde şükretmez, daima gayrı müslim tarafından icad edilmiş moda­ların hastasıdırlar. Erkekler de bundan göz kapatmaktadırlar. Demek su­retleri erkektir ki bunu hoş görüyorlar. İşte bu çılgın!.. Giyim ve kuşam bolluğu içerisinde nimetin şükründen, faziletinden ve şükrün sevabın­dan her iki nevi de mahrum kalmaktadırlar, işte büyük felaket bu!.. Hülâ­sa evin dışında kadınlar, yaptıkları böyle hareketlerden dolay» erkeklerin de şekâvetlerine sebeb olmaktadırlar. Bu çılgınlıktan kurtulmanın tek çaresi haysiyet ve vakarı korumaktır. Allah mü'minelere şu emri vermekte­dir:

*“Vakarla evlerinizde oturun. (Mahrem olmayanlara yüz ve elden başkası­nı gösterip) Evvelki cahiliyet kadınlarının yürüyüşü gibi yürümeyin. Namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı verin, (ve her hususta) Allah ve O'nun Rasûlü'ne itaat edin...” [El-Ahzâb 33] buyrulmaktadır. Hadîs-i şerîf-tede: “Size evlerinizde oturmak gerek.Çünkü o sizin hakkınızda cihaddır.” buyrulmuştur. Allah ve O'nun Rasûlü, kadınların zarûrî bir ihtiyaç olmaksızın dışarıda dolaşmamalarını, dolaşırken de vakar, hayâ ile dolaşmalarını emreder. Bu emri kırmak imanı zedelemektedir. Denilmesin ki ayet-i kerîmedeki hitab sadece Peygamber’in zevcelerine mahsustur. Çünkü emr umûmîdir.

Mü'minle- rin heva ve hevesi terk etmeleri gerekir. Aksi takdirde memleketin harab olmasına sirayet edecek ve hüsn-ü muaşereti sû-i mübâşerete çevire­cektir. Halihazırdaki moda, süs ve fena ahlak, Allah'ın ve O'nun Rasûlü' nün, hatta Türklüğün örf ve âdetine aykırıdır. İslamın emri dışında tüm örf ve âdetler cahiliyye devrinden kalan birer örneklerdir. En güzel ifade ile, giyinmiş olarak çıplaklığı terk etmek gerekir. Ve Allah'ın vermiş olduğu İslam nimetine, mal nimetine şükretmek gerekir. Bugün insanlar birçok nimetlerle bürünmüş oldukları halde şükrü îfâ etmemekle Allah'ın rah­metinden çıplak olmaları revâ mıdır? Yoksa erkeklerde mi gayret kal­madı? Artık bu gibi felaketlere son vermek gerekir. Allah Teâlâ milleti­mize intibahlar versin. * “...Ve onlar ki, Allah'ın yarat­tığını değiştirirler...” [En-Nisâ’119] mealindeki ayet-i kerîmenin tefsirinde müfessir Hamdi Yazır'a müracaatı tavsiye ederim.

KADIN VE ERKEKLERİN GAYRI MEŞRU NAZAR VE İHTİLATLARI İNSANLIĞA ZARARDIR

Psikoloji ve ruh ilminde müsbet olduğu gibi, insanın bir manzarayı görmesinde mutlaka nefsinde buluş sezgisi hareket eder. Bu hareketten sonra insan kendini alıkoyamaz. Mesela, insan güzel bir çiftliğe rastlar; içinde güzel kokulu ve renk renk bir gül görür. Görmek esnasında güzel ve renkli gülün güzelliğini sezer, ona yaklaşmak ister. Gülün şekli de aklında sûretlenlr. İşte o anda ondan faydalanmak arzusu, kalb ve nefse akseder. Buna idrak ve sezgi denilir. Uzaktan gülü sevmiş olur, sonra yaklaşmak ister. Buna da buluş denilir. Yaklaştıktan sonra aklına gülü koparmak gelir. Bu da hareket diye tabir olunur. İşte bu üçünü bir­leştiren, amel-i nüzu'dur. Beşer kanunları hepsi, şuurun sezgi ve buluş hallerine karışmaz. Gülü görürsün, faydasını idrak edersin, onu sever­sin, iştihalanırsın. Bunların hepsinde serbestsin. Amma koparma, çünkü koparmakta serbest değilsin denilir. Gayrı müslimlerin hepsi, örf ve âdet­lerine binaen ahlak bahsinde ilk iki noktaya karışmazlar. Ancak üçüncüyü yani koparmayı yasaklarlar. Serbest bırakır, bırakır, bırakır, fakat koparmasını yasaklar. Derler ki: Bu gül senin mülkün değildir.

Bu dünya bir manzaradır, bir çiftliktir. Kadın ve erkek nevi'lerinde güzellik, gülden üstün güldür. Gayrı müslim: "Birbirinizi görebilirsiniz, birbirinize bakabilirsiniz, amma tarafeynin rızası olmaksızın temasta bu­lunamazsınız." derler. Onların nazarında ahlaksızlık gülü koparmakmış. Amma İslam dîni böyle değil. İlk iki noktadan işe karışır. Birinci emr: Güzel bir manzarada bir gül görsen, bakma; İkincisi: Yaklaşma; üçün- cüsü: Dolayısıyla gülü de koparma, der. Beşerin ıslahı için hangisi gü­zeldir? İnsan görmekten vazgeçebilir, buluşmadan vazgeçebilir, amma sezgiyle beraber buluş da olursa, dönebilir mi acaba?! Şübhesiz aslâ dönemez! Sonra İslam kanununda, tarafeynin rızası değil, ondan evvel Allah'ın ve Rasûlü'nün rızaları söz konusudur. Şimdi, çiftlik veya çimen yerine insan, gül yerine gençlik, koku yerine sevgiyi ve şehveti koyup düşünelim, insanın üçüncü dereceden dönüşüne imkan var mıdır? El­bette yoktur denilecektir.

İslam dîninin ahlakçıları, görmenin dimağa aksedeceği ilk derece­deki sezgiden itibaren vazgeçirmek için üç büyük düsturu ortaya koy­muştur. işte beşer nizamıyla İlâhî nizam arasındaki fark bu düsturlarla bi­linmektedir. Toplumun ıslahı da bu düsturlara bağlıdır. Şöyleki:

1- İnsan cinsinden erkek ve kadının, bilhusus gençlerin sezgi kabili­yetlerini, sonradan meydana gelecek fitneden menetmek için nazarı ha­ram kılmış ve örtünmeyi emretmiştir.

2- Nazarı haram kılmak nisbetiyle, ihtilatı ve örtünmeyi emretmeye nazaran da buluşma ve tanışmayı ortadan kaldırmıştır.

3- Bu emr ve yasağa riayet etmeyene cezaları tayin etmiştir. Şöyleki, bu üç düstur da icmâlî olarak şu ayet-i kerîmelerde beyan buyrulmak- tadır:

*“Mü'min erkeklere söyle; (harama bakmaktan) gözlerini sakınsınlar ve (namus, haysiyetten ibaret) ırzlarını korusunlar. Bu kendileri için daha çok temizliktir. Şübhesiz ki Allah (kulunun gizli ve aşikârede) ne yapa­caklarından haberdardır. Mü'min kadınlara da söyle; gözlerini sa­kınsınlar, ırzlarını korusunlar ve ziynet mahallerini açmasınlar. (Yüzler ve ellerden) Görünen kısmı müstesnadır. Başörtülerini yaka paçanın (tamamını kaplayacak surette göğüsleri) üstüne koysunlar...” [En -Nur 30-31]mealindeki ayet-i kerîmelerin emrini amelî tatbik insanın ıslahı için kâfidir. Çünkü nazar ve ihtilat olmazsa nefste sezmek, buluşmak ve sonu olmaz. Binaenaleyh hakka tecavüz olmaz. Bu hikmete binaendir ki Rasûl-u Muhterem Hazreti Ali'ye hitaben:*“Birincisi lehinde, İkincisi aleyhindedir.” buyurmuştur.

İnsan nev'inden biri diğerini gördüğü andan itibaren sevgi ve ondan faydalanmak arzusu nefse gelir ve nefs şöyle der: "Bu güzeldir, benim ihtiyacım da vardır." Ve devamını da düşünür. İşte bu sezgi derecesidir. Bunun gelmemesi için harama bakmak yasaklanmıştır. Çünkü sezgiden sonra müdrikenin kav­ramış olduğu manayı yani faydayı nefs kendisine celbetmek ister. Bu is­tek dimağda bir karikatür çizer, bir plân yapar, şekillendirir. Akabinde irade hissi uyanır. O iş hangi azayla temin edilebiliyorsa, o azayı, sezip sûretlendirdiği arzuya doğru harekete geçirir, buna da irade denilir. Arzunun şiddetine vicdan (buluş), hareketine de fiil denilir. Eğer bu üç olaydan sonra irade kuvveti maksadına ulaşırsa şehvet kuvveti, ulaş­mazsa gazab kuvveti fiile geçer. Bu takdirde gazab kuvveti de arzusuna ulaşamazsa bunalım meydana gelir. İşte bakmamak ve ihtilafta bulun­mamak insanı gazabın, şehvetin ve bunalımın zararlarından temizler. Bu hikmete binaendir ki, “Bu kendileri için daha çok temizliktir.” buyrul­du. Cidden temizlik budur. Bu temizliğe muvaffak olan haliyle ıslah olmuş olur. Allah'ın Rasûlü, bir erkeğin kadına baktığını görünce: * “Gözünü çevir.” buyurmuştur. Yani göz çevrilmezse, yanaşmak arzusu ve faydalanmak arzusu iradeyi tahrik eder. Bu takdirde insan sezgi ve buluştan sonra kötülük yapmaktan kendini alıkoyamaz.

Buluş ve iradeye hâkim olabilmek için de İslam dîni gayrı meşru ihti­lafı yasaklamıştır. Dinden başka hiçbir şey ihtilafın zararını nazar-ı itibara almamıştır. Çünkü örf de âdet ve kanunlar gibi ihtilatı meşru görür. Hal­buki bütün kötülüklerin tohumu, nazardan sonra en zararlı ihtilaftır, yani genç kadın ve erkeklerin bir arada bulunmalarıdır. Ancak seksen yaşın­dan sonra ihtilat az zarar verir, yani kemiyetten keyfiyete geçmez. İhti­lafın zararını ortadan kaldırmak için ayet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

*“Kendi kocalarından yahud kendi babalarından yahud kendi koca­larının babalarından yahud kendi oğullarından yahud kocalarının oğullarından yahud kendi biraderlerinden yahud kendi biraderleri­nin oğullarından yahud kızkardeşlerinin oğullarından yahud kendi kadınlarından ve ellerindeki memlûkelerinden yahud erkeklikten yana ihtiyacı olmayan (yani erkeklikten kalmış bulunan) hizmetçilerden yahud henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklar­dan başkasına ziynet mahallerini göstermesinler. Gizli ziynetleri bilinsin diye ayaklarıyla yere vurmasınlar. Hepiniz Allah'a tevbe edin ey mü'minler. Tâ ki korktuklarınızdan emin ve umduklarınıza da nail olasınız.” [En-Nûr 31]

Onlarla mecburi ihtilat daimi olanlardan başka erkek ve kadının bir araya gelip buluşmaları bu ayetle yasak­lanmıştır. Şu halde halvet olmasa bile kadın ve erkeklerin ihtilaflarının yeri yoktur. Çünkü gözler ve konuşmalar sevgi anında şehveti, nefret anında da gazab kuvvetini tahrik eder. Bu iki kuvvetten biri bedeni istila ettikten sonra yap veya yapma emri boşadır. Çünkü utançtan veya örften başkası zinaya girmeyi engelleyemez. Çünkü gizli yerlerde hayâ tek başına imanı koruyamaz. Zira sezgi ve buluş hissi bedeni istila ettikten sonra, nüzu' yani fenalıklardan çekinmek imkanı zorlaşır. Nitekim bazı psikologlar: "Nüzu'-u ameli yani bilfiil fenalıklardan çekinmek insanın iradesinin dışındadır. Eğer sezgi ve buluş üçüncü derecesine varmaz­dan evvel insan niyetini hayra çevirir ve harama bakmazsa, fenalıkları düşünmesi bile ortadan kalkıyor. Fakat bu zor bir iştir." demişlerdir.

Burada bir zorluk yoktur, çünkü insan düşünmediği bir işi yapamaz da. Çünkü hareketler niyetlerin mahsulüdür. Binaenaleyh mü'min bak­mazsa ve ihtilat da olmazsa gayet rahatlıkla hayr işlemeye muvaffak olur ve aynı zamanda fenalıklardan da kolaylıkla sakınmış olur. Bu hikmete binaendir ki önceki ayette zinadan evvel bakmak yasaklanmıştır.

İsmail Çetin - Mufassal Medeni Ahlak,syf:420-458
Devamını Oku »

3-Kızlara Nazik Ruh ve Zayıf Bünyelerine Uygun Bilgiler Öğretilmelidir



Tehzîb-i ahlakta genç kızların zayıf bünyelerine ve nazik ruhlarına uygun dînî ve dünyevi ilimler, ev işleri öğretilmelidir. Şu kadar ki, riyâzî ilimlere ihtiyaçları yoktur. Canım, bir kadının mühendis, kimyager, yahud inşaatçı olması şart mı?

Hayvanların ömürleri kısa, hayatları gayrı medenî olduğu için anne­ye pek ihtiyaçları yoktur. Bu kadarı herkese malumdur. Onlara nisbeten insanın ömrü uzun ve kendisi bidayette kendini idare etmekten acizdir. İleride göreceği bunca vazifelerle mükellef olacağı için de terbiyeye son derece muhtacdır. Halbuki çocuk terbiyesi hakkında bilgi kendi başına bir ilimdir. Kızlara bu öğretilmeli. Şübhesiz baba iâşe ve nafakayı temin etmek için dışarıda çalışmak mecburiyetindedir. Terbiye vazifesi ise kadınlara yüklenir. İşte bunu öğrenmelidirler. Zaten yaratılışta erkek bu vazifeyi görmekten acizdir. Evvelden dediğimiz gibi, kadının bedeni zayıf, mukavemet gücü kısır olmasına rağmen bu terbiyeyi göstermek hususunda kadın erkekten çok üstün bir kabiliyete sahibdir.

Zaten onla­rın meziyeti bu husustadır. Nitekim insan çocukluğu zamanında, altı yaşına varıncaya kadar iradesi yok ve idraki zayıftır. Çocuk bu devrede bir taraftan sûretlerden müteessir olur, diğer taraftan vehmî ve haya­lî korkular içerisindedir. Bir ateş parçasını görünce aklıyla elini ona uzatır. Eli yanarken de atmayı bilmez, ağzına koyar. Hele süt devrinde daha fazla terbiyeye muhtacdır. İşte çocuğu bu zaafiyetten kurtaracak, şimdiki hayatı için ona kabiliyet kazandıracak ilk muallim annedir. De­mek bu vazifeyi görmek için genç bir kızın anne olabilmeye yararlı ol­ması lazımdır. Çünkü vazifesi çocuk yetiştirmektir. Yemek pişirmek, kap- kacak temizlemek, ev temizliği, nakış ve dikiş gibi sanatları öğrenmelidir. Bir insanın kabiliyeti ancak buna müsaiddir, kaldı ki bir kadının bunları öğrenmesi üstün bir meziyettir. Kızlara bu meziyeti kazandırmak İçin top­luma ve ferde büyük vazifeler düşmektedir. Şiir, edebiyat, Kur'an ve kendilerine uygun ilim öğrenmeleri lazımdır. Fakat fitneden de korunma­ları şarttır.

Bir erkeğin şekâveti kendi nefsine mahsustur, amma bir kadının şekâveti cemiyete bulaşır, bir bela olur. Kadın erkek nev’inin sükun bul­ması için yaratılmıştır. Bünyesi zayıf ve ruhu nazik olduğu için de kadın tek başına cinnî ve Insî şeytanların tuzağından kendini kurtaramaz. Allah korusun fitne tuzağına girerse, onun girdiği şekâvet, uğradığı zulüm, yi­ne netice İtibarıyla erkek nev'ine tesir eder. Yani kadının şekâveti, erke­ğin toplumun ve devletin şekâvetidir. İşte“Biz de: Ey Âdem, demiştik, hiç şübhesiz ki bu (şeytan) senin de zevcenin de düşmanıdır. Bu sebebie sakın o sizi cennetten çıkar­masın. Aksi takdirde (çıkarırsa din ve dünya maişetini temin etmek husu­sunda) zahmete düşüp şakî olursun.” [Tâhât 17] buyrulan ayet-i kerîme, kadının günahı yüzünden erkeğinin şakî olmasını tasrih buyurmuştur.

Bakınız ki “O senin de zevcenin de düşmanıdır. Sizi cennetten çıkarmasın." mealindeki cümle-i tayyibelerde olan hitab her ikisinedir, amma zahmete düşmek ve şekâvete uğramak erkeğe yüklenmektedir. İşte buna işareten “Zahmete düşersin ve şakî olursun.” buyruluyor. Eğer kadın nev'inin şekâveti erkeklere aid olmamış olsaydı, “Zahmete düşersiniz ve şakî olursunuz.” buyrulurdu. Demek zahmete düşmek ve şekâvete uğramak yalnız kadına aid olmayıp, bilakis kocasına, ba­basına, soy sopuna ve toplumuna bulaşır. Örf de böyle hüküm etmekte­dir. Karısı fuhuş yapana k....d denilir. Bu kasdettiğimiz manaya kâfi delil­dir. Şu halde "zahmete düşmek ve şekâvete girmek" cezası Âdem'e daha fazla yüklenmektedir. Bundan şunları anlıyoruz:

1 -Erkek cihad yapmak, din ve dünyevi maişetini temin etmek, evin haricinde iş görmek için yaratılmıştır, kabiliyeti buna müsaiddir.

2-Kadın evin dahilî işlerinde, özellikle nesli çoğaltmak ve çocukları terbiye etmek için yaratılmıştır. Fıtraten buna kabiliyetlidir.

3-Kadın sabah erkeğini işe sevk eder, akşam işten, sokaktan, yara­mazlıklardan eve çeker. Bunun için memuredir.

4-Evde hazinedarlık yapar. Cinnî ve insî şeytanlardan beyinin mal, mülk ve namusunu, ayrıca ırzını hıfzeder. Bunda vazifelidir.

5-Kadın evden uzaklaşırsa, uzaklaşması fıtratına yakışmayan bir hal olur. Şübhesiz uzaklaşması takdirinde bunca vazifeleri görme kabiliyeti­ni kaybediverir. Eğer bir de zulme uğratılırsa, mazlumluğu sahibinin ga­zab kuvvetini tahrik eder. Böylece zahmete ve birçok cinayetlere girme­ye mecbur kalacaktır. İşte kadının şekâvetinin erkeğin şekâvetine sebeb olması budur.

Kadının evde çocuk terbiyesinden başka kocasına yapacağı bütün yardımlar kendisine farz olmadığı için hakkında cihad sayılmaktadır. Ni­tekim Peygamberin baldızı Esmâ diyor ki:

"Zübeyr'in ev hizmetini görüyordum. Bir atı vardı ona bakıyordum.Amma bana at bakıcılığından daha güç bir hizmet yoktu. Ona ot veriyor, tımarını yapıyor ve bakıyordum." Sonra Esmâ'ya bir hizmetçi verildi. Esmâ diyor ki:

"Artık bu hizmetçi beni at bakıcılığından kurtardı. Zübeyr'in nafaka işini de üzerimden attı."

Derken bir adam geldi ve:

"Ey Abdallah annesi, ben fakir bir adamım, senin evinin gölgesinde ma! satmak istiyorum" dedi. Esma ona: "Ben sana müsade edersem Zübeyr buna razı olmaz. Öyleyse sen gel de bunu benden Zübeyr'in gözünün önünde iste." dedi. Arkacığından adam gelerek: "Ey Abdallah annesi, ben fakir bir adamım, senin evinin gölgesinde mal satmak istiyo­rum." dedi. Esma: "Medine'de benim evimden başka bir yer bulamadın mı?" dedi. Bunun üzerine Zübeyr ona: "Sana ne oluyor ki fakir bir ada­ma (malını) satmaya mani oluyorsun." dedi. Artık (adamcağız) kazanma­ya başlayıncaya kadar (orada mal) sattı.

Esmâ diyor ki: Ben bu cariyeyi ona sattım, parası kucağımda iken Zübeyr yanıma girdi ve: "Onu bana hibe et." dedi. Ben: "Onu tasadduk ettim." dedim.

Bu hadîs'in şerhinde Nevevî şunları söylemiştir: Bütün bunlar, iyilik­ten ve insanların alışageldiği mürüvvetlerden sayılırlar. Kadın bu sayılan hususatta kocasına hizmet eder. Ekmek yapar, yiyecek pişirir, çamaşır yıkar ve diğer işleri görür. Bunların hepsi kadın tarafından bir teberru ve kocasına bir iyiliktir. Amma bunlardan hiçbiri kadına vacib değildir. Hatta hiçbirini yapmasa günahkâr olmaz. Bu işlerin hepsini kocasının görmesi lazım gelir. Hiçbiri hakkında kadını ilzam ve mecbur etmesi helal olmaz. Kadın bunları ancak ve ancak bir teberru olarak yapar ki güzel bir âdet­tir. İslamın ilk zamanlarından bugüne kadar kadınlar bu âdet üzerinden devam edegelmişlerdir. Kadına ancak iki şey vacib olur: Kendini ko­casına temkin ve teslimi, bir de onun evinden ayrılmaması.

Ibnu Kayyim diyor ki: Kocasının izni olmaksızın evin dış tarafında bi­le bir kadın misafir kabul edemez. Yani duvarların ve şaibeli yerlerin ko­ruyuculuğunu da yapar. Meğer ki töhmet altına girmez ise evin etrafını korumaya mecbur değildir. Şübhesiz onun koruması demek, kavgaya girmesi demek değildir. Gelen gidenden sahibini haberdar eder.

Binaenaleyh kadın nev'inin reisi ziraatçi ise çift sürmekten geldiğin­de hayvanların yemlerini verir ve istirahatini temin etmeye çalışır, ki bu onun en büyük yardımıdır. Sanatçı ise kadın bedenî temizliğinde ona yardım eder, alet ve edevatlarını hazırlar. Beyi tüccar ise fikir olarak ona yardım eder. Ayrıca hepsinde, evdeki temizlik ve sair işlerinde yardım et­mesi, -İmam Nevevî'nin buyurduğu gibi- farz veya vacib değildir, ancak sevab ve cihaddır. Çünkü hayvanlarının yemlerini vermesi, ağır aletleri kaldırıp taşıması fıtratına uygun vazife değildir. Binaenaleyh, kadının tar­lada çalıştırılması, fabrikada çalıştırılması fıtratına ters düşen ağır teklif­lerdir ve hakkına tecavüzdür. Demek kadının vazifesi, nesli çoğaltmak, beyine moral vermek ve çocuklarını terbiye etmektir. Tâkati dışında hiçbir zaman ona iş yüklenilmez. Bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:

*“Muhakkak bir adam eşine bakar, o da ona bakarsa Allah Teâlâ da rahmetle onlara bakar. Tokalaştıkları zaman (küçük) birçok günah­ları parmakları arasında dökülür.” Bu hadîs-i şerîfe binaen ulemâ şöyle demektedirler. Erkek şefkat ve merhametle, kadın itaat ve bağlılık­la birbirlerine bakarlarsa, yardım için birbirinin şehvetini tahrik ederlerse ve tarafeyn zinadan korunmayı niyet ederlerse, onların bu halleri günah­larını döktürür. Şu halde evlilik ve hayat şirketi lezzetten başka da birçok hikmetleri taşımaktadır. Özellikle erkeklerin onlara şefkat etmeleri ve fıt­ratlarına uygun olmayan işlerde çalıştırmamaları tavsiye olunmaktadır. Nitekim,*“Şübhesiz Allah kadınlar hakkında size hayr yapmanızı emreder. Çünkü onlar annelerinizdir, kızlarınızdır, teyzelerinizdir (ve hala- larınızdır). Görüyorsunuz, ehli kitabdan birisi eli ipliği tutmaz (küçük yahud hasta veya yaşlı olmaktan dolayı çalışmaya güç bulamadıkları için) eş edindiği arkadaşından yüz çevirmez.” buyrulan hadîs-i şerîfte kadın­lara özellikle şefkat etmek emr buyrulmaktadır.

Demek her iki nevi de birbirine libastırlar. Ona göre hüsn-ü muaşeret lazımdır, iş böyle olunca, genç kızların altı ilmi tahsil etmekten başkasına, zayıf bünyeleri ve nazik ruhları müsaid değildir:

1 -Dinden ihtiyaç kadar ilkönce öğrenmelidirler.

2-Evin işini görecek kadar bilgiyi elde etmeleri gerekir.

3-Çocuk büyütmek, terbiye etmek bilgilerini öğrenmeleri gerekir. Kadın hakkında bunlar en büyük ve en mühim vazifelerdir.

4-Hayat şirketinden ibaret evliliğe devam etmek için iki eş hukuk­larını öğrenmek gerekir. Ahlaktan bir parça, ilmihalden bir parça öğrenmek kâfidir.

5-Nakış ve dikiş ilimlerini bilmek güzeldir.

6-Namus ve haysiyet dairesini korumak ve cemiyete yararlı olmak için ebelik, doktorluk yani tıb ilmini öğrenmek de kadın hakkında fazilet­tir. Ancak bunları da öğrenmek esnasında namus ve iffetinin korunması farzdır. Dikkat edilsin ki vacib-l ale-l-kifâye yahud faziletleri kazanmak için namaz terk edilmez, örtünme terk edilmez. Çünkü namazı terk et­mek dîni, örtünmeyi terketmek de ahlakı ihlal eder. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:*“Onları balkonlara (yani dışarıya) salmayın. Ve yazı yazmayı da onla­ra öğretmeyin.” buyrulmuştur. Yani, onların hakkında dışarıya çıkmaları mekruh ve saymış olduğumuz ilimlerin dışında ilmi tahsil etmeleri de mekruhtur.

Kurtubî diyor ki: "Kadın hakkında yazı yazmak mekruhtur." Zevâcir ve Fetevâ-i Hadîsiyye adlı eserlerinde İbni Hacer de aynısını söylemektedir. Nizam-i Hükûmet-in-Nebeviyye adlı eserin müellifi bu hadîsin üzerinde özellikle durmuştur. Diyor ki: Kadınların yazı öğrenme­leri tenzîhen mekruhtur. Yukarıdaki hadîs-i şerîf sahihtir. Şu halde yazı öğrenmekten sakındırmak, ilmi öğrenmekten sakındırmayı gerektirme­mektedir. Yazı yazmaksızın da kendileri lüzumlu olan bilgileri öğrenebi­lirler. Hayrete şayan ki, bazı âlimler, devletin korkusundan bu hadîsi in­kar etmektedirler. Demek istiyorlar ki kadın mühendis de olsun ve saire. Halbuki birçok ulemâ hadîsi nakletmiştir ve üzerinde durmuşlardır. Bu hususta ileride izah gelecektir.

Bu hadîsi her ne kadar Hafız Zehebî Hazreti Ayşe'den gelen rivaye­tin senedinde Abdulvahhab bulunduğu sebebiyle mevdû' gördüyse de, Hâkim'in dediği gibi yine de Hazreti Ayşe'den gelen başka senedlere göre bu hadis sahihtir. İbnu Hacer Heytemî hadîsin hasen olmasını takrîr etmiştir. Beyhakî, üç senedden birinde hadîsin mürsel olduğunu açık­lamıştır, bu itibarla hadis mürsel ise de hasendir. Mürsel hadis ise, Hanefîye göre de hüccettir.

KADINLARA FAZLA İLİM ÖĞRETMENİN ZARARINI BÜYÜK FEYLESOFLAR DA İTİRAF ETMEKTEDİRLER

Meşhur Jul Simon şöyle der: 1848 tarihleri civarında kadınların tah- silsizliğinden ve yetiştirilmemesinden bütün AvrupalIlar şikayet etmekte bulunurlardı. Çalıştılar, kadınları cehaletin kuyusundan çıkarttılar. Ceha­letten kurtulunca da feryad ettiler. Çünkü onlara talim, tefrit derecesinden ifrat derecesine vardı. Şöyleki halihazırda insanlar kadınların ev işlerinde beceriksizliğinden ve talimin vermiş olduğu kötü semereden şikayet etmektedirler. Halihazırda kadınlara mutlak ilmin talimi, onları erkekleştirmiştir. Ey Fransızlar, kadının kadın olarak kalması gerekir. Aksi takdirde erkekler de kadınlaşırsa, bu insanı başka bir insan mı idare edecek? Şu halde hayat şirketinin dengeleştirilmesi lazımdır. Bir kadın ev işini bilmelidir. Halihazırda birçok insanlar evlilik hayatını kerih görmektedirler. Derim ki, bunlar evlilik hayatının ne olduğunu kavraya- mamaktadırlar. Erkek ve kadının haricî ve dahilî vazifeleri taksim olu­nursa bu bunalım ortadan kalkacaktır.

Allah Teâlâ erkek ve kadını iki nevi' olarak yaratmıştır, sahalarını belirtmiştir, her birisine kendi sahasında çalışmak kabiliyetini vermiştir; ayrıca vazifelerini tayin etmiştir. Erkek ve kadın kendi vazifelerini bil­mekle kendi sahalarında çalışırlarsa bundan üstün bir hayat olamaz.

Jiem Feriro da şöyle der: Bugün tarih 1895. Avrupa'da fabrikalarda sanayi müesseselerinde çalışan birçok kadınlar evlilik hayatından yüz çeviriyorlar. Bunlar kendilerine üçüncü cins diye ad takmışlardır. Sebeb şudur: Bunlar erkeklerle beraber kala kala hisleri kadınlıktan erkeklik hissine dönüşmüştür. Kendi hilkatlerine uygun çalışmadıkları için halleri malîhûlya'ya benzer. Bunlardan kimisi kendini ihtiyacsız zanneder, kimisi de çalışacak yer bulamadığı için cemiyete yük olmaktadır. Böylece cemiyet şaşkınlık ve hayrete düşmektedir. Zannımca kadın ve erkeğin musâvâtını iddia edenler, galiba tabiî kanunları değiştirmek isterler.

Ogüst Comt da aynı şeyleri söyledikten sonra şunları ilave eder: Şu vehmî eşitlik iddiası kadınları kendi sıfatlarından çıkarmıştır. Halbuki ka­dın evinde, erkek dışarıda çalışmalıdır. Tabiî kanunun namusu bundan başkasını reddetmektedir. Binaenaleyh kadının dışarıda çalışması cemi­yet hakkında büyük bir felakettir. Üstelik de kadının ziynetle evinden çıkması, genç erkekleri de terakkîden geri bırakmaktadır.

Samuel Semailis: "Cemiyete en yararlı, kadının kendi evinde ei işle­riyle uğraşmasıdır. Şu halde zamanımızdaki kadınlar, en çok bir çömle­ğin veya tencerenin kaynama derecesini bilmeleri için kimyayı ve evinde odalarının yönlerini bilecek kadar coğrafya ilmini öğrenmelidir­ler. Buna da amel ve tecrübe kâfi gelmektedir." demektedir.

Kadınlar aleyhinde en çok çalışan Bayron bile şunları söylemiştir: Kadının evinde yemek kitabı ve Tevrat'tan başkası bulunmamalıdır. Çünkü bundan başkasına ihtiyaçları yok.

Bayron'un bu sözü bir cihetten makul değildir. Çünkü böyle hüküm etmek, kadınlar hakkında bir tahakkümdür. Amma diğer cihetten, kadın da erkek gibidir fikrine karşı, sözü gayet normaldir. Çünkü kadın da erkek gibidir fikri, hayat sahasını bir harb meydanına benzetir. Kadının hukuken, siyaseten ve özellikle dışarıda çalışma usûlüyle erkekle musâvâtı, bir türlü cinsî arzulara bir serbestiyet vermek ve bir vahşetten ibarettir.

Amerikalı Mister Los, uzun bir izahtan sonra şunları söylemektedir: Kadınların işlerine mahsus açılan mekteblerde kendisine lazım olan ev işleri öğretilirken verilen bilgiler ifrat haline varmaktadır. Mesela kimya, fizik ilimlerinde doktora vermek için çalışıyorlar. Bu yüzden kendilerine lazım olan ilimleri bilmecburiye ihmal etmektedirler. Evlilik hayatına dö­nerlerken de hem tabiat, riyâzet, kimya gibi ilimlerden tam başarıya ulaşamıyorlar, hem de kendi hayatlarına mahsus ev işlerinde cahil ka­lıyorlar. İnancımızca bu hayatı felce uğratır. Kadın kısmı ev işlerini bilme­lidir. Bundan başka bilgilerle uğraşmaları abes bir şeydir.

Fransa, Almanya, Belçika ve Amerika'da ictimâî hayat üzerinde çalışan feylesofların sözlerini özet olarak buraya naklettik. Şu üç mak­sadımızı beyan etmek için:

a-Genç kızlarımızı Avrupa âlemindeki erkekleşmiş kadınlar gibi yetiştirmemek gerekir. Çünkü talimi tefritten ifrata çıkaran Avrupa bilgin­leri, yaptıklarından şikayetçidirler. Tarih ansiklopedisi ve daha başka birçok kitablar şunu yazmaktadırlar: On dokuzuncu asırda aşırı talim kadınları kendi hilkatinden ve ev işlerinden uzaklaştırmıştır. Bu ise top­lum hayatına büyük zarardır.

b-Kadın ve erkek eşittirler denilip müslüman kadınlar onlara benze- tilirse, İslam ülkelerinin de ahlaksızlık cihetinden onlar gibi olacakları şübhesizdir. Halbuki bugün gayrı müslimin bilginlerinin üçte ikisi bun­dan müştekîdir. Kaldı ki kadınların hakkındaki talim ifrat derecesine yük­selirse, dînin temel ahlakı bozulacaktır.

c-Aşırı derecede riyâzî ve tabiî ilimler öğretilirse, kadınlar onda üstün başarıya varamadıkları gibi, evlilik hayatları da ihlal olunacaktır. Bu takdirde hem o ilimlerde başarısızlık, hem de ev işlerinde cehalet ifrat derecesine varmakla ictimâî hayat yıkılmış olur. Netice-i meram ka­dının ünvanı kadınlıktır, bundan çıkmaması lazımdır. Binaenaleyh kadın­ların din bilgisini, ev işlerini ve el işlerini öğrenmeleri kâfi görülür. Eğer bu nizam ihlal edilirse, kadın haliyle tembel genç oğlan gibi şeytan yahud zalim bir erkek gibi cani olur. Onun İçin ne kadın kendini erkeğe, ne erkek kendini kadına benzetmelidir.

Devamı için bkn:

4-

http://ilimcephesi.com/4-sekil-ve-ahlak-benzeyisinden-erkek-ve-kadin-lanetlenmislerdir/
Devamını Oku »