Mahku’t-Tekavvul fî Meseleti’t-Tevessül


Tevessül Mes'elesinde Söylenen Asılsız Sözlerin İptâli]

Muhammed Zahid el-Kevserî (r.h)

MÜTERCİM:Hüseyin Avni Hoca

Bütün hamdler Allah’a mahsûstur. Allah’ın salâtları ve selâmı da Efendimiz Allah’ın Resûlü Muhammed’in, âlinin ve arkadaşlarının tamamı üzerine olsun.

Bundan sonra…

Şübhesiz biz görmekteyiz ki, Haşeviyye(1) tâifesi zaman zaman Ümmet’in tamamını, kabirleri ziyâretleri ve hayırlı kimselerle Allah’a tevessül etmeleri sebebiyle küfürle suçlamaya yeltenmektedir. Sanki Ümmet bununla (kabir ziyâreti ve tevessül ile) -hâşâ- putperestler olmaktadır. Bu yüzden Usûluddîn (akâid) imâmlarının tevessül hakkındaki görüşlerini zikretmek istedim. Çünki, tevhid ile putlara ibadet ederek şirke girmek arasını ayıracak salâhiyyet sahibi kimseler sadece onlardır. Bununla beraber, hakkı yerine geri çevirmek ve câhilleri engellemek içün, ilim ehline göre Kitâb ve Sünnet’teki değişik delâletleri serdetmeyi diledim.

Kullarını muvaffak kılacak olan sadece Allah Sübhânehû ve teâlâdır.

Allah celle celâlühû’dan yardım isteyerek şöyle diyorum: Şübhesiz ki ben burada, (Haşeviyye’nin) da’vetçilerini Ümmet-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm’ı şirke girmekle ithâm etmeye vesîle olan tevessül mes’elesi hakkında konuşmayı münâsib görüyorum. Ben bu bahsin kapısını çalmak istemezdim. Çünki hüccet ve delîl apaçık ortadayken bunun etrafında sonu gelmeyecek bir munâkaşa çıkardılar. Bu fitneyi ilk çıkaranın maksadı, Müslümanların malları hakkında verdiği hükmü, ‘müşriklerdir’ yaftasıyla onların kanları(nı akıtmak) temeline oturtması içün, mallarını(n alınmasını) mübâh kılmaktan başka bir şey değildir. Haşevîlerin tevhîde da’vetleri nasıl doğru olabilir?!.. Hâlbuki onlar, tevessül’ü inkâr etmelerinde Kitâb, Sünnet, Ümmet’in kuşaktan kuşağa intikâl eden ameli ve aklın hücceti/delîli karşısında mağlûb olan kimselerdir.

Kitâb’a gelince…

Onlardan (Kitâb’da geçen âyetlerden) birisi Allah teâlâ’nın ‘O’na varmaya vesîle arayınız’ âyetidir. Vesîle, ma’nâsının umûmuyla, şahıslarla ve amellerle tevessül etmeyi de içine almaktadır. Hatta Şeriat’ta, tevessülden ilk akla gelen -iftirâcıların gevezeliğine rağmen- her ikisidir Bu husûsta diri ile ölü arasındaki fark, ancak, öldükten sonra dirilmeyi inkâra götüren “rûhların (ölmekle) yok olması” i’tikâdı ve bu husûstaki Şer’î delîlleri inkâr etmeyi lâzım getiren “nefisten (rûhdân), bedenlerden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâklerin yok olduğu” iddiâsı üzerinde tabîatlaşan kimseden sâdır olabilir. Sözü edilen âyetteki vesîlenin şahıslarla tevessülü de içine almasına gelince…

Bu, ne mücerred bir re’y iledir, ne de sadece lügat umûmundan alınma bir şeydir. Aksine o, Ömerü’l-Faruk radıyellâhu anhu’dan rivâyet edilmiştir ki, O, Abbâs radıyellâhu anhu ile yağmur duâsında tevessül ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Bu -vallâhi- Allah azze ve celle’ye bir vesîledir…’” Nitekim İbnu Abdi’l-Berr’in el- İstîâb’ında böyle gelmiştir.

Sünnet’e gelince…

Sünnet delîllerinden birisi, Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’nun hadîsidir. O hadîste şöyle geçmektedir: “Ey Muhammed!.. Şübhesiz ki ben seninle Rabbime yöneldim.” Resûl sallellâhu aleyhi ve sellem a’mâya duâyı işte böyle öğretmiştir. Onda şahıs ile tevessül vardır. Onu zâhirinden çevirmek, sözleri nefsânî arzular ile yerlerinden tahrîf etmektir. A’mânın duâsının, Resûl salavâtullâhi aleyhi efendimizin duâsı ile kabûl edilmesi yahud da a’mânın (kendi) duâsıyla kabûl edilmesi ise rivâyette zikredilmemiştir. O yüzden bizim bununla işimiz yoktur. Aksine hüccet, Resûl aleyhisselâm’dan rivâyet edilen duânın ibâresidir. Bu hadîsin sahîh olduğuna dâir hadîs hâfızlarından bir topluluk açıkça ifâdeler kullanmışlardır. Nitekim ileride gelecektir.

Yine, Fâtımâ bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsinde şöyle gelmiştir: “Nebîn ve benden evvelki peygamberlerin hakkıyla (senden istiyorum).”

Bu hadîsin Ravh İbnu Salâh’ın dışındaki râvîleri sağlam kimselerdir. Onun hakkında da Hâkim sağlam ve emniyet edilen bir kimsedir demiş, İbnu Hibbân O’nu es-Sikât isimli eserinde zikretmiştir. Bu hadîs de, dirilerle tevessül bâbında, dirilerle ölüler arasında hiçbir farkın bulunmadığına dâir bir nasstır. Bu, peygamberlerin rütbesiyle açık bir tevessüldür.

Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu hadîsinde; “Ey Allah’ım!.. Şübhesiz ki ben senden, senden isteyenlerin hakkı içün istiyorum” ifâdesi geçmektedir.

Bu da ölü ve diri Müslümanların tamamıyla bir tevessüldür. Senedindeki İbnu’l-Muvaffak, (şeyhi) İbnu Merzûk’tan yaptığı rivâyette tek kalmamıştır. İbnu Merzûk ise Müslim’in râvîlerindendir. Tirmizî, senedinde Atıyye’nin bulunduğu birçok hadîsin hasen olduğuna hükmetmiştir. Nitekim ileride gelecektir. Ümmet’in, -diri olsun, ölü olsun- nebîler ve sâlihlerle tevessül etmek hususundaki âdeti, kuşaklar boyu devam edegelmiştir.

Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’nun yağmur duâsında “şübhe yoktur ki biz, Sana Nebîmizin amcasıyla tevessül etmekteyiz” sözü, Sahâbe’nin Sahâbe’yle tevessül etmesine dâir (açık) bir nasstır. Bunda Abbâs radıyellâhu anhu’nun şahsıyla tevessül inşâsı(2) vardır. Bu cümlede haberin fâidesi (3) yoktur. Çünki Allah sübhânehû ve teâlâ tevessül edenlerin tevessülünü bilir. (Bu cümlede) -yine- haberin fâidesinin lâzımı (4) da yoktur. Zîrâ Allah teâlâ, tevessül edenlerin, tevessül etmelerini, kendilerinin bildiklerini de bilir. Böylece cümle, sadece şahıs ile tevessül inşâsı (5) içün olmaktadır.

“Biz tevessül ederdik’” sözünde yine birinci cümlede olan vardır.(6) Üstelik Sahâbî’nin “biz şöyle yapardık” sözü, o ifâdeden evvelki vakit içün kabûl edilir.

Böylece ma’nâ şu olmaktadır: Sahâbe radıyellâhu anhum Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’le hayatında ve refîk-i a’lâya kavuşmasından sonra, kıtlık senesine kadar tevessül ederlerdi. Bunu, aleyhissalâtü vesselâm efendimizin ölümünden evveliyle sınırlandırmak, nefsin arzusundan kaynaklanan bir sınırlandırmaktır ve delîlsiz bir şekilde hadîsin nassını tahrîb ve te’vîl etmektir.

Kim ki, peygamberlerle ölümlerinden sonra tevessül etmenin câiz olduğunu, Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’nun yağmur duâsında Abbâs radıyellâhu anhu ile tevessül etmeye dönmesi sebebiyle inkâr etmeye kalkışırsa, muhâl olan bir şeye yeltenmiş, Ömer radıyellâhu anhu’ya, -söylemesi şöyle dursun- aklına bile gelmeyen bir şeyi nisbet etmiştir.

Bu yüzden şu yapılan, sahîh ve açık bir sünneti re’y ile iptal etmeye teşebbüs etmekten başka bir şey değildir. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu işi, başka bir şeyi değil, sadece ve sadece şunu göstermektedir: Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek câiz olduğu gibi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in diri olan akrabalarıyla da tevessül etmek câizdir.. Hatta İbnu Abdi’l-Berr’in el-İstîâb’ında Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs radıyellâhu anhu ile tevessülünün sebebi vardır.

Orada şöyle denilmektedir: “Şübhe yoktur ki yeryüzü, Ömer zamanında kıtlık senesinde şiddetli bir şekilde kurak olmuştu. Bu on beşinci sene idi. Ka’b dedi ki; ey mü’minlerin emîri! İsrâîloğullarına böyle bir şey isâbet ettiği zaman Nebîlerin yakınlarıyla yağmur duâsı yaparlardı. Bunun üzerine Ömer radıyellâhu anhu işte bu (Abbâs), Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in amcası ve babasının kardeşi ve Hâşimoğullarının efendisidir, dedi ve ona doğru yürüdü ve hâli ona şikâyet etti…”

Şimdi Ömer radıyellâhu anhu’nun Abbâs radıyellâhu anhu ile yağmur istemesinin Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in ölü olup, söylenileni duymamasından ve Allah teâlâ katında onun bir rütbesinin bulunmamasından olmadığı açığa çıkmış oldu mu?! Hâşâ… Bu sadece atılan bir iftirâdır.

Sahâbî Bilâl İbnu Hâris radıyellâhu anhu’nun Hazreti Ömer radıyellâhu anhu zamanında kıtlık günlerinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine gelmesi hakkındaki Mâlikü’d-Dâr hadîsi (ve ondaki) ‘Ya Resûlellâh!.. Ümmetin içün yağmur iste, zîrâ şübhesiz ki onlar helâk oldular’ demesi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in rü’yâda ona gelip de, ‘Ömer’e git ve O’na selâm söyle ve haber ver ki, onlara yağmur yağdırılacak’ sözü, hiçbir inkâr bulunmaksızın Sahâbe radıyellâhu anhum’un Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm ile ölümünden sonra tevessül ettiği hakkında açık bir nasstır. Hadîs, -Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi- İbnu Ebî Şeybe’nin sahîh bir senedle rivâyet ettiği hadîslerdendir.(7)

Bu, refîk-i a’lâya kavuştuktan (ölüp cennete gittikten) sonra Nebi sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmeyi câiz görmeyenlerin belini kıran bir rivâyettir.

Aynı şekilde, Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’nun zikri geçen hâcet duâsını Osman İbnu Affân radıyellâhu anhu’nun yanındaki ihtiyâc sâhibi birisine öğretmek hakkındaki hadîsi de böyledir. Onda, -hiçbir kimsenin inkârı olmaksızın- Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le, vefâtından sonra tevessül etmek vardır. Hadîsi Taberânî sahîh bulmuş ve O’nu (Taberânî’yi) Ebû’l-Hasen el-Heysemî Mecmâu’z-Zevâid’de ikrâr etmiştir (doğrulamıştır). Nitekim ileride gelecektir.

Büyük muhaddis Muhammed Âbid es-Sindî, husûsî (olarak tevessül mes’elesi hakkında yazdığı) bir cüzde, bu mevzû’da gelen hadîsleri ve eserleri (Sahâbî söz ve fiillerini) toplamış, (hasta gönüllere) şifâ vermiş ve yeterli olmuştur.

Ümmet’in bu husûstaki kuşaklar boyu birbirine intikal eden ameline gelince…

Onu sayıp dökmek (çok olmaları yüzünden) zor olan şeylerdendir. Bu mes’elede husûsî kitâblar vardır.

Ahmed İbnu Hanbel’in Ebû Bekir el-Mervezî’nin rivâyeti olan el-Menâsik’inde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le tevessül etme(si) vardır.

Hanbelî âlimlerinin büyüklerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire’sinde yer alan aleyhissalâtü vesselâm ile tevessül etmek hakkındaki ifâdeleri anlatmak uzun sürer. Bu ibâreyi, es-Seyfü’s-Sakîl’e yazdığımız Tekmîle’mizde zikrettik.

İmâm Şafiî’nin Ebû Hanîfe ile tevessül etmesi, Hatîb’in Târîh’inin başlarında sahîh bir senedle zikredilmiştir.(8 )

Hâfız Abdülğanî el-Makdisî el-Hanbelî’nin doktorları âciz bırakan bir hastalık içün şifâ bulmak maksadıyla Ahmed İbnu Hanbel’in kabrine dokunması, Hâfız Ziyâ el-Makdisî el-Hanbelî’nin mezkûr şeyhinden işiterek yazdığı el-Hikâyâtü’lMensûre’sinde anlatılmaktadır.(9 )Kitâb, Zâhiriyyetü’dDımeşk’de müellifin hattıyla korunmaktadır. Bunlar (-Hâşâ-) kabre ibâdet eden kimseler midirler?!..

(Tevessül’ün câiz olduğunun) akıl cihetine/ tarafına gelince

İmâm Fahrüddîn er-Râzî, Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî ve başkaları gibi akâid âlimlerinin büyüklerinden olan kimseler -ki akâid mes’elelerindeki müşkilâtların hâllinde onlara müracaat edilmektedir- diri olsun, ölü olsun, peygamberler ve sâlihlerle tevessül etmenin câiz olduğunu açıkça ifâde etmişlerdir. Ümmet’in, îmân, küfür, tevhîd, şirk ve hâlis ibâdet husûslarında onlara koşuşturmasına rağmen, onlara, kabirlere ibâdet etmek ve Allah’a şirk koşmaya da’vet etmek iftirâsı atmaya hangi utanmazın gücü yeter?!.. Herkese göre, mededin (yardım eli uzatmanın) tamamı, sebeblerin sâhibi ve yaratanı olan Allah celle celâlühû’dandır.

İşte sana imâmların bu mes’eledeki sözlerinden bir takım ifâdeler: (Fahruddîn) er-Râzî, Tefsîr’inde şöyle diyor:

“Cismânî alâkalardan (bedenlerle ilgili olan bağlantılardan) kurtulan ve ulvî (yksek) âleme kavuş- mağa şiddetli arzulu olan beşerî rûhlar, cesedlerin karanlıklarından çıkmalarından (öldükten) sonra, melekler âlemine ve mukaddes yerlere giderler ve onlardan (rûhlardan) bu âlemin hâllerinde eserler ortaya çıkar. O yüzden, işte onlardır ‘iş(ler)i tedbîr edenler.’ (10) İnsân bazen üstâdını rü’yâda görür de, ona, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar ve üstâdı kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; değil mi?” (11)

Fahruddîn er-Râzî yine el-Metâlibu’l-Âliye’de -ki o Kelâm İlmi hakkındaki kitâblarının en kıymetlilerindendir- 7. kitâb’ın 3. makâlesinin 10. faslında şöyle der: “İnsan, bazen babasını ve anasını rü’yâda görür ve onlara bir takım şeyleri sorar, onlar da doğru cevâblar verirler. Bazen de onu hiç kimsenin bilmediği bir yerdeki defîneye yönlendirirler.”

Râzî sonra şöyle dedi: Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum ve ‘Başlangıcı Bulunmayan Hâdisler/ Sonradan Olma Şeyler’ bahsini okuyordum. Rü’yâmda babamı gördüm. Babam bana şöyle dedi: (Bu mes’elede), delîllerin en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir hâle intikâl etmektir. O da mâhiyyeti îcâbı başka şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel/kıdem ise başka şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin imkânsız olması gerekir.”

Fahruddîn el-Râzî sonra şöyle dedi: “Açık olan odur ki, bu tarz bir cevâb, bu mes’elede söylenen her şeyden daha güzeldir.(12) Yine işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultân Mahmûd İbnü Sübüktekin nâmına te’lîf ettiği Şâhnâme isimli kitâbı yazdığı, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği ve bu kitâba yakışır şekilde O’nu gözetmediği zaman canı sıkıldı ve rü’yâsında Rüstem’i gördü. Rüstem, O’na, ‘bu kitâbta beni çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım; hakkını ödemeye gücüm yetmez; ancak sen falanca yere git ve orayı kaz; zîrâ şübhen olmasın ki, orada bir defîne bulacaksın; onu al,’ dedi. Bu yüzden Firdevsî, ölümünden sonraki Rüstem, yaşayan Mahmûd’dan daha cömerttir, derdi.”(13)

(Râzî) yine bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi: “İşte bunlardan dolayı nefsin (rûhun) bedenden ayrıldıktan sonra, cüz’îleri (14) bilebileceğine kesin inanmak lâzımdır. Bu, âhiret mes’elelerinde faydalanılacak kıymetli bir temel kâidedir.”(15)

(Râzî), yine bu makâlenin on sekizinci faslında şöyle dedi: “Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik Muhammed İbnu Sâm İbnu’l-Huseyn el-Ğavrî olup gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli çok, dindâr ve akıllıların meclîslerine rağbeti kuvvetli olan bir zât idi- bu mes’ele hakkında bana suâl sordu. Ben de bu husûsta bir risâle yazdım. Şimdi de burada o risâlenin hulâsasını anlatıyorum ve şöyle diyorum: Bu meselede konuşmak içün bir takım mukaddimeler/ önceden anlatılması gereken husûslar vardır:

Birinci Mukaddime:

Biz, insan nefislerinin, bedenlerin ölümünden sonra bâkî olduğunu ve bedenlerinden ayrılan o nefislerin (rûhlar’ın), bedenlerine bağlı olan nefislerden bazı yanları ile daha güçlü olduğunu göstermiştik. O nefisler bedenlerinden ayrılınca, perde yok olup ğayb âlemi ve âhiret konaklarının sırları onlara açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra, zarûrî (delîle muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ bedenlerdeki nefisler, meşakkat ve örtü altında idiler. Bedenler yok olunca ve kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa çıktı ve parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler için bir çeşit üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki nefislerin de başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün oluşları ise şundandır: Çünkü kesb/kazanmak ve taleb etmek âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirini ta’kîb eden görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar. Bu nefisler de (henüz) bâkıdirler ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler.Bu hâl ise bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.

İkinci Mukaddime:

Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu dünyada elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu bedene ulaştırmak için isterler. O halde -Nefs-i Nâtıkaların(16) olup biten teferruâtı bilebileceklerine ve ölümlerinden sonra da bu idrâk ile sıfatlanmış olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâfaa ettiğimize göre- insan ölüp nefis bedenden ayrılınca (onun) bu meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler, o bedenlere büyük bir meyil ve büyük bir incizâb/ çekilmek ve kapılmak hâlinde kalırlar.

Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni) anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli, cevheri kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden te’sîrlenirse -ki sen, ölünün nefsinin (rûhunun) o türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o zaman, diri ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için o türbe üzerinde bir araya gelmek sebebiyle bir karşılaşmak meydana gelir.

Böylece o iki nefis, her birisinin ışığı diğerine aksedecek şekilde yerleştirilen, net gösteren iki aynaya benzer hâle gelirler. Dolayısıyla, o diri ziyâretçinin elde ettiği delîllerle kazanılan ma’rifetlerden, kazanmakla elde edilen ilimlerden ve Allah celle celâlühû’nun önünde eğilmek ve Allah celle celâlühû’nun hükmüne razı olmak türünden olan üstün ahlâktan o ölünün rûhuna akseder/yansır. O ölen kimsenin nefsine hâsıl olan, kâmil ve parlak ilimlerin tamâmından bir nûr da, diri ziyâretçinin rûhuna akseder. Bu yolla da, şu ziyâret, ziyâret eden ile ziyâret edilene en büyük bir menfaatin ve en yüce bir parlaklığın hâsıl olmasının sebebi olur. Kabir ziyâretinin meşrû’ olmasındaki aslî sebeb(lerden birisi) işte budur. Bu ziyârette, bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir. Eşyânın hakîkatlerini tamamen bilmek sadece Allah katındadır.”(17) (Râzî’den Nakil Bitti.)

İşte, Fahrüddîn er-Râzî’nin, ziyâret esnâsında ziyâret edenle ziyâret edilenin rütbelerine göre, almak, vermek, istifâde etmek ve faydalandırmak husûslarındaki fikir ve kanaatini gördün.

Allâme et-Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da -ki bu kitâb temel Usûlüddîn (kelâm) kitâblarındandır ikinci cüz, otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb verirken şöyle dedi:

“Felsefecilere göre, cüz’îlerin(18) idrâk edilmesi (kavranması), sûret(lerin)in âletlerde (göz ve kulak gibi uzuvlarda) hâsıl olmasına bağlı bir şart olunca, nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması anında, şartın yok olması ile meşrûtun (şarta bağlı olarak var olanın) da yok olması zarûreti/ kaçınılmazlığı sebebiyle, cüz’îleri idrâk ede(bile)cek hiçbir şey de kalmaz.

Bize göre ise, cüz’îlerin (tek tek varlıkların ve olayların) idrâkinde -ya bu (idrâkin) ne nefiste ne de histe sûretin meydana gelmesi ile olmadığından veya cüz’înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız olmaması sebebiyle- uzuvların bulunması şart değildir. Hattâ İslâm’ın kâidelerinden açık olan budur. O yüzden, nefis (rûh) bedenden ayrıldıktan sonra cüz’î idrâkleri, diri olanların -bilhassa (onlardan) dünyada kendileri ile ölü arasında tanışıklık olanlarınınhâllerinin cüz’îlerinden bazısını bilir.

Kabir ziyâreti ve hayırların inmesi, musîbetlerin de savulması isteklerinde, hayırlı ölülerin nefisleriyle olan istiâne (yardım istemek) ile işte bundan dolayı faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından sonra beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile bir tür alâkası, bağlantısı vardır. O yüzden diri olan o kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşmalar ve feyz alıp vermeler olur...”(19)

Şu büyük imâmın mes’ele hakkındaki tahkîki işte budur. Bu da tevhîd ile şirkin arasını ayıramayacak olan kimselerden sâdır olan bir söz müdür?! Yazıklar olsun böyle düşünenlere!..”

Teftâzânî sözü edilen cüz’ün 150. sayfasında şöyle dedi:

“Kısacası, velilerin kerametleri, neredeyse nebilerin mucizelerine katılmışdır.(20) Kerâmetlerin inkâr edilmesi bid’atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf etmelerine ve kötülükler(in bazısın)dan kaçmalarına rağmen, kendilerinde aslâ görmediler; bir şey üzere olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler. Bu yüzden, kerâmet sâhibi Allah dostlarının derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler) (21) meşhûr atasözünün altında oturarak, Onları ancak câhil mutasavvıflar olarak isimlendirmekte ve sadece bid’atçilerin arasında saymaktadırlar. Hâlbuki bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır pâklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”(22) (Teftâzânî’nin Sözü Bitti.)

Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi Ehlüllâh hakkındaki sözü işte budur. Bununla beraber O’nun (Teftâzânî’nin) tasavvufla herhangi bir bağı ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet’in seçkin kişilerinin kanını içmeyi âdet edinenler için bir ibret vardır...

Allâme Seyyid Şerîf el-Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Hâşiye’sinin başlarında, bu kitâbı şerhedenin(23) kitâbının(24) başlarında,(25) Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde etmekde onlarla tevessül etmeye olan ihtiyâcın şeklini açıklarken şöyle dedi:

“Eğer, ‘Bu tevessül, ancak rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında ise düşünülemez; zîrâ (öldükten sonra) artık münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur’ dense, (şöyle) deriz: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âli’nin rûhları dünyadayken) yüksek bir himmetle, gayretle yönlerini, nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye çeviren kimseler olarak bedenlere bağlıydılar. Şübhe yoktur ki, bunun eseri onlarda durmaktadır. İşte bu yüzden, kabirlerini ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir. Nitekim gönül gözü görenler bunu müşâhede etmektedirler.”(26) (Cürcânî’nin Sözü Bitti.)

Böylece bu mes’elede Kitâb, Sünnet, kuşaktan kuşağa intikâl ede gelen amel ve akâid imâmlarının sözleri birbirine uymuş oldu. Bundan sonra kim inâd ederse artık o, yoldan kaymış bir kimsedir.

Şimdi Allah’ın izni ile kısaca getirdiğimiz delîlleri etrâflıca ortaya koymak içün -bu husûstaki âyetlere işâret ettikten sonra- mevzû’ hakkında rivâyet edilen hâdîsler ve eserlerden bahsedeceğim.

Diyorum ki; Önceden, Allah teâlâ’nın ‘Ey îmân edenler, O’na (Allah’a ulaşmaya) vesîleyi arayın”(27) sözünü, onunla, zâtlarla ve amellerle tevessül etmenin Şer’an istenen bir şey olduğuna delîl getirmek içün okuduk. Çünki, tevessül etmek onu da bunu da (amellerle ve şahıslarla tevessül etmenin her ikisini de) içine alır. Bu âyetin, şahıslarla da tevessül etmeyi içine aldığını söylemek, ne sırf rey iledir, ne de lügatın umûmu/genelliği iledir.(28)

Aksine bu, İbnu Abdi’lBerr’in el-İstîâb’ındaki Hazreti Ömer radıyellâhu anhu’dan yaptığı bir rivâyette vardır: Hz. Ömer radıyellâhu anhu, Hz. Abbas radıyellâhu anhu ile istiska ettikten ve kendilerine yağmur yağdırıldıktan sonra şöyle demişti: ‘Vallâhi bu Allah azze ve celle’ye (varmak içün aranan ve tutulan) bir vesîledir ve O’nun katından bir rütbedir.’(29)

Fethu’l-Bârî’de(30) bulunduğuna göre, Zübeyr İbnu Bekkâr’ın el-Ensâb’ında geçen, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘O’nu -yani Abbâs’ı- Allah(celle celâluhû’y)a vesîle edininiz’ sözünü de buna ekleyebilirsiniz.

Bu sözden, ondan duâ isteyiniz ma’nâsı düşünülemez. Zîrâ Hz. Ömer radıyellâhu anhu ondan duâ istemiş, O da duâ etmek içün öne geçmişti. Mü’minlerin Emîri’nin O’ndan duâ istemesi, O’nun da Ömer’in isteğini yerine getirerek duâ içün öne geçmesinden sonra, Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun bu sözü ancak, O’nunla Allah celle celâluhû’ya tevessül ediniz(31) ma’nâsında olur. Nitekim Hz. Ömer radıyellâhu anhu’nun kendisi de öyle yaptı. Lâkin nefsin arzusu (kişiyi) kör ve sağır yapar.

Fethu’l-Bârî’de şöyle denilmektedir: “Ömer radıyellâhu anhu’nun ‘Abbâs’la tevessül ettikleri’ne dâir olan sözünde, onların, Ömer radı- yellâhu anhu’dan, kendileri için Abbâs radıyellâhu anhu’dan yağmur duâsı yapmasını istemeleri ma’nâsının bulunduğunu göstermez. Zîrâ iki hâlde de (bu sözde) Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den şefâat dileyenler olarak, Allah celle celâlühû’dan yağmur istemeleri ihtimâli vardır.

İbnu Rüşeyd şöyle demiştir: (İmâm Buhârî), insanların ‘imâmdan yağmur duâsı yapmasını istemeleri bâbı’ başlığıyla, evlâ yolla delîl getirmeyi murâd etmiştir. Çünki onlar, O’nunla Allah celle celâluhû’dan istiyorlar, Allah celle celâluhû da onlara yağmur yağdırıyorsa, (Allah celle celâluhû’dan) istemek içün O’nu öne geçirmeleri daha münâsibdir.” (Fethu’l-Bârî’den Nakil Bitti.)

İki hadîs Hâfızı İbnu Hacer ve İbnu Rüşeyd’in şu sözleri, ‘Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek demek, O’ndan duâ istemektir’ diyerek vehimlere dalanların vehimleri(nin asılsız oldukları) hakkında hükmünü vermektedir. Tevessül ile duânın ne alâkası vardır?!.. Evet, bazen vesîle edinilen kimse, tevessül eden için duâ da eder. Ancak bu, tevessülün ne lügat olarak, ne de Şer’an gösterdiği bir ma’nâ değildir.(32)

Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül etmek içün ‘Hâlbuki onlar (Yehûdîler), kâfirlere karşı, (O’nunla Allah’dan yardım ve) fetih istiyorlardı’ (33) âyeti ile de istînâs edilebilir/yalnızlık giderilebilir.(34)

Rivâyet tefsîrcilerinden Beğâvî ve diğerleri (İbnu Ebî Hâtim, İbnu Cerîr, Kurtubî ve Âlûsî) bu âyet-i celîlenin tefsîrinde, şu rivâyeti getiriyorlar: “Yehûdîler’e bir musîbet geldiği, bir düşman ansızın saldırdığı zaman, ‘Ey Allah’ım! Onlara karşı âhir zamanda gönderilecek olan, sıfatını Tevrât’ta bulmakta olduğumuz Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem ile (O’nun hâtırına) bize yardım et’ diye duâ ederler ve yardım görürlerdi.”(35)

Bu husûstaki rivâyetler derli toplu olarak (Hafız) Süyûtî’nin ed-Dürrü’l-Mensûr’unda zikredilmektedir.(36) “Şâyet onlar kendilerine zulmettiklerinde, sana gelseler ve Allah celle celâlühû’dan mağfiret isteseler ve Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem de onlar için mağfiret dilese, elbette Allah celle celâlühû’yu tevbeleri çok fazla kabûl edici ve çok ziyâde merhâmet edici olarak bulurlardı”(37)âyetini ölümden öncesi ile sınırlandırmak, hevâ îcâbı olan, hiçbir delîl bulunmaksızın yapılan bir sınırlandırmadır.

Mutlak’ı mutlaklığı üzere bırakmak(38) (kâidesi) Ehl-i Hakk(olan Ehl-i Sünnet)’in ittifak ettiği husûslardandır. Sınırlandırmak da ancak bir delîl ile olur. Hâlbuki burada âyeti sınırlandırıcı hiçbir delîl yoktur. Aksine, mezheblerin fakîhleri -Hanbelîlere varıncaya kadar- bu âyetin ölümden sonrasını da içine aldığı görüşündedirler. ُّ

َون{ ُ َصل ْ ي ُ ِورِهم ٌ ِ ف ُى قب َاء َ ْحي ُ أ َاء بيِنْلْ َاأ’/ }َNebîler kabirlerinde diridirler; namaz kılarlar.’(39)

Hanbelîlere göre Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret vaktindeki tevessül kalıbını, İbnu’l-Kayyim’in Nûniyye’sine (Takıyyuddîn esSübkî tarafından) yapılan (es-Seyfu’s-sakîl isimli) reddiyenin Tekmîle’sinde(40) Hanbelî âlimlerinin öncekilerinden Ebu’l-Vefâ İbnu Ukayl’in et-Tezkire isimli kitâbından naklederek anlatmıştık. Onda tevessül ve bu (yukarıda zikretmiş olduğumuz Nisâ:64.) âyet geçmektedir.

Utbî’nin haberi(41) bir kalem çekmekle reddedilecek rivâyetlerden değildir.

[Hadîsler ve Eserler]

Şimdi de önceden kısaca zikrettiğimiz tevessül hakkındaki hadîs ve eserler üzerinde konuşmaya dönelim…

(Birinci Hadîs): Onlardan birisi İmâm Buhârî’nin el-İstiskâ(Bâbı’n)’da rivâyet etmiş olduğu hadîstir. Öyle ki, Sahîh’inde şöyle demiştir:

‘Bana Hasan İbnu Muhammed rivâyet etti (dedi). (O), bize Muhammed el-Ensârî rivâyet etti, dedi. (O), bana babam Abdullah İbnu Müsennâ, Sümâme İbnu Abdillâh İbni Enes’den, (O), Enes’den şöyle rivâyet etti (dedi): Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu kıtlığa ma’rûz kaldıkları zaman Abbâs İbnu Abdilmuttalib ile istiskâ etti ve şöyle dedi: “Ey Allah’ım!... Şübhe yoktur ki, biz Sana Nebîmiz sallellâhu aleyhi ve sellem ile tevessül eder ve sen bize yağmur yağdırırdın. Ve şübhe yoktur ki, (şimdi) biz sana Nebîmizin amcasıyla tevessül ediyoruz. Bize yağmur yağdır. (Râvî Enes) onlara derhal yağmur yağdırıldı, dedi.”(42)

Bu rivâyette zât ile tevessül vardır.

Burada hazf edilen bir muzâf’ın bulunduğunu, yani sözün ‘Nebîmizin amcası(nın duâsı) ile…’ demek olduğunu iddiâ etmek, herhangi bir delîl bulunmaksızın söylenen katıksız bir asılsız sözdür. Nitekim Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in öldü diye Abbâs radıyellâhu anhu’ya dönüldüğünü var saymak, Ömer radıyellâhu anhu’nun hiçbir şekilde aklına gelmeyen bir şeyi O’na söyletmektir (yakıştırmaktır.) Aksine onda, ‘daha üstün bir kimse bulunmasına rağmen daha aşağıdaki bir kimseyle tevessül etmenin câiz olduğu’ vardır. Hatta ‘Nebîmizin amcasıyla’ lafzıyla tevessül etmek, Abbâs’ın Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in yanındaki yakınlığı ve onun katındaki rütbesiyle tevessül etmektir. Böylece bu tevessül Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le de olmuş olur.

“(Tevessül eder) idik” sözü de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem zamanına hâs değildir. Aksine, o zamanı ve kıtlık senesine kadar olan ondan sonraki vakti içine almaktadır. (Burada tevessülü Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimizin yaşadığı zamanla) sınırlandırmak, herhangi bir sınırlandırıcı bulunmadan yapılan bir sınırlandırmaktır.

Buhârî’de de yer aldığı gibi, İbnu Ömer radıyellâhu anhumâ, Ebû Tâlib’in, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem’i öven şu şiirini okur ve şöyle derdi: “Ve (hiçbir kavim), yüzüyle (veya zâtıyla) bulutlardan (insanlar tarafından Allah’ın) yağmur (yağdırması) istenen hiçbir beyaz(zât)ı (geriye bırakmadı(43)”(44)

Hatta Fethu’l-Bârî’de de geçtiği gibi, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in bu şiiri okuttuğu da rivâyet edilmiştir. (45) Hassân radıyellâhu anhu’nun şiirinde şöyle gelmiştir:“Bulutlar Abbâs’ın yüz akı ile yağmur yağdırdı.” Nitekim el-İstîâb’da böyle geçmektedir.(46)

Bütün bunlarda Allah’dan, Abbâs’ın zâtı ve Allah katındaki rütbesi ile yağmur istemek vardır.

(İkinci Hadîs): Onlardan biri de İmâm Beyhakî’nin,47 O’nun yoluyla da Takıyy es-Sübkî’nin(48) Şifâu’s-Sikâm’da ve başkalarının (başka eserlerde) rivâyet etmiş oldukları Mâlikü’d-Dâr hadîsidir.

Bu hadîs, Ömer radıyellâhu anhu zamanında Bilâl İbnu Hâris el-Müzenî radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’le yağmur istemesi hakkındadır. Mâlikü’d-Dâr, Hazreti Ömer’in âzâdlı kölesi olan Mâlik İbnu İyâz’dır. O’nun hazîne bekçisiydi. O’nu Ömer, çoluk çocuğuna vekâlet vazîfesiyle vazîfelendirmişti. O’nu sonradan Osman radıyellâhu anhu (halka dağıtılacak malların) taksîmiyle vazîfelendirdi.Bu yüzden ona Mâlikü’dDâr ismi verilmişti. Nitekim İbnu Sa’d’ın Tabakât’ında ve (İbnu Hacer’in) el-İsâbe(sin)’de böyle denilmiştir.

İbnu Kuteybe’nin Maarif’inde şöyle yazılıdır: Ömer İbnu’l-Hattâb’ın âzâdlı kölelerinden birisi de Mâlikü’d-Dâr’dır. Ömer, O’nu içinde insanlara bir şey dağıtacağı evde vazîfelendirmişti. (İbnu Kuteybe’nin Sözü Bitti.)

Hadîsin ibâresi(nin tercümesi) şöyledir: “Ömer İbnu’l-Hattâb radıyellâhu anhu’nun halîfeliği zamanında insanlara kıtlık isâbet etti de, bir adam Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine geldi ve ‘Yâ Resûlellâh!.. Ümmet’in için (Allah celle celâlühû’dan) yağmur iste, zîrâ onlar helâk oldular’ dedi. Sonra hemen Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem o adama rü’yâsında geldi ve ‘Ömer’e git selâm söyle ve onlara yağmur yağdırılacağını haber ver...’ buyurdu.”

(Hadîsden) delîl getirilecek yer, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem kabirdeyken ondan yağmur duâsı yapması istenilmesi, O’nun Rabbine duâ etmesi, kendisinden bir şey isteyenin suâlini bilmesi, bu yaptığına Sahâbe’den hiçbir kimsenin inkârda bulunmamasıdır.

Bu hadîsi, İmâm Buhârî Târîh’inde,(49) Ebû Sâlih Zekvân yoluyla kısa olarak rivâyet etmiştir. Onu İbnu Ebî Hayseme bu şekilden uzunca olarak rivâyet etmiştir. Nitekim el-İsâbe’de böyle denilmektedir.(50) Onu, yine İbnu Ebî Şeybe, (51) Ebû Sâlih es-Semmân’dan, O da Mâlikü’d-Dâr’dan olmak üzere sahîh bir isnâdla rivâyet etmiştir. Nitekim bunu İbnu Hacer Fethu’lBârî’de(52) açıkça ifâde etmiştir.

(Fethu’l-Bârî’de) }ى’/}yâ’ ile (}ارى ِالد’} َّ ed-Dârî’ şeklindeki) yazılışı matbaa hatâsıdır.

İbnu Hacer, “rü’yâyı gören, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’den biri olan Bilâl İbnu Hâris elMüzenî’dir; nitekim Seyf, el-Fütûh’da böyle rivâyet etti,” dedi.

Bu rivâyet, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim’in, Resûlüllâh sallâhu aleyhi ve sellem ile ölümünden sonra istiskâ etmekteki amelleri husûsunda bir nassdır. Öyle ki, içlerinden hiçbirisi bu haber kendilerine ulaşmasına rağmen onu inkâr etmemiştir. Mü’minlerin Emîrine götürülen haber yayılır.

İşte bu yüzden, bu rivâyet birilerine yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır.

(Üçüncü Hadîs): Onlardan birisi de Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu’ya öğrettiği bir duâ hakkındaki hadîstir ki, onda (şu ifâdeler) vardır:

“(Bir a’mâ adam Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve ‘bana (gözümün açılması husûsunda) âfiyet vermesi içün Allah celle celâluhu’ya duâ et’ dedi. Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem de, ‘İstersen duâ edeyim, dilersen sabret; bu senin içün en hayırlısı olur’ buyurdu. Adam, duâ et, dedi. (Râvî), Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem, güzelce abdest almasını ve şu duâyı yapmasını emretti, dedi): ‘Ey Allah’ım! Ben rahmet Nebîsi, Nebîn sallellâhu aleyhi ve sellem ile senden istiyorum ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed!.. sallellâhu aleyhi ve sellem. Şübhesiz ki ben seninle, hâcetim yerine gelsin diye, hâcetim husûsunda Rabbime yöneldim. Ey Allah’ım!.. O’nu hakkımda şefâatçi yap…’ ”

Bu hadîste, Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zâtı ve rütbesiyle tevessül ve de ğıyâbında ona seslenmek vardır. Bu da yine (imâmlara) yalan söz isnâd edenlerin dilini koparır; (sesini soluğunu keser).

Bu hadîsi, Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr’inde,(53) Tirmizî Câmi’inin ed-Deavât bâbı sonlarında,(54) İbnu Mâce, Sünen’inin, Salâtül-Hâce’sinde (55) -ki onda sahîh olduğuna dâir da açık bir ibâre(si) vardır- Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de,(56) Ebû Nuaym, Ma’rifetü’sSahâbe’de, Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve’de(57) ve başkaları (başka yerlerde), şâhid getirildiği yerlerin dışında, aralarındaki bir takım küçük farklılıklarla berâber rivâyet etmişlerdir.

Sayıları on beşe yaklaşan hadîs hâfızı, bu rivâyetin sahîh olduğuna hükmetmiştir. Sonrakilerin birçoğu hâric, Tirmizî, (58)İbnu Hibbân, Hâkim, Taberânî, Ebû Nuaym, Beyhakî(59) ve Münzirî onlardandır.

Tirmizî’nin senedi şöyledir: Bize Mahmûd İbnu Ğaylan rivâyet etti: (O), bize Osman İbnu Ömer haber verdi (dedi). (O), bize Şu’be, Ebû Ca’fer’den, (O), Umâre İbnu Huzeyme İbni Sâbit’den, (O), Osman İbnu Huneyf’den haber verdi, dedi.

Sonra Tirmizî hadîsi getirdi ve şöyle söyledi: ‘Bu hadîs, hasen, sahîh ve ğarîbdir. Bunu ancak Ebû Ca’fer yoluyla bilmekteyiz -ki O el-Hatmîdir-.’

Bazı matbû’ nüshâlarda ‘O Hatmî’den başka birisidir’, bazılarında da ‘O, Hatmî değildir’ şeklinde ifâdeler yer almaktadır. Her ikisi de nüshâ sâhiblerinin tasarruflarından kaynaklanmıştır. Tirmizî’nin ‘O, falancı değildir’ deyip de açıklama yapmaması âdeti yoktur. Üstelik Umâre’den rivâyet eden Ebû Ca’fer, Şu’be’nin şeyhleri arasındadır. O, sadece Medîne asıllı, sonra da Basra’lı Umeyr İbnu Yezîd el-Hatmî’dir. Nitekim bilinen basılı ve yazma ricâl kitâblarından bu ortaya çıkmaktadır. 160 senesinde ölen Ebû Ca’fer er Râzî, Şu’be’nin şeyhlerinden olup, 105’te vefât eden Umâre’ye aslâ yetişmemiştir. Çünki onun Hicaz’a gitmesi Umâre’nin ölümünden dokuz sene kadar sonradır. Şu’be de -yapmakta olduğu rivâyetlerde sağlam olmakta- Şu’be’dir. Üstelik hadîsin Taberânî ve başkalarının yanında başka tarîkleri de vardır ki, şu tarîkler senedin başındaki râvînin ittifakla sika olan hatmî olduğunu açıkça ifâde etmektedir. Taberânî’nin bu hadîsteki senedi Takıyy elSübkî’nin Şifâu’s-Sikâm’ında geçmektedir.

Tirmizî’nin senedinin râvîlerinin tamamı sağlam kimselerdir. Rivâyeti ğarîb diye isimlendirmesi, sadece Osman İbnu Ömer’in Şu’be’den rivâyet etmekte tek kalması, Ebû Ca’fer’in de Umâre’den rivâyet etmekte yalnız kalmasıdır ki, bu iki râvî ittifakla sağlam kimselerdir. Ameller sadece niyetlerledir’ (60) hadîsinde olduğu gibi, nice sahîh hadîsler vardır ki, râvîlerden birisi onda tek kalır. Bunu hasen diye isimlendirmesinin sebebi de, Ebû Ca’fer ve Osman İbnu Ömer’den sonraki tarîklerinin birden fazla oluşudur. Onu sahîh diye isimlendirmesinin sebebi ise, râvîlerindeki sıhhat vasıflarının tekâmülüdür.

(Dördüncü Hadîs): Onlardan birisi de yine Osman İbnu Huneyf hadîsidir.

Bu hadîs zikri geçen hâcet namazı duâsının Osman İbnu Affân radıyellâhu anhu yanında bir hâceti olan kimseye öğretilmesi ve o kişinin duâyı yapıp hâcetinin yerine gelmesi hakkındadır.

“[Bir adam, Osman radıyellâhu anhu’ya, -halîfeliği zamanında- bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Osman radıyellâhu anhu O’na iltifât etmiyor, hâcetine bakmıyordu. Adam bunu Osman İbnu Huneyf’e şikâyet etti. Osman İbnu Huneyf radıyellâhu anhu da şöyle dedi: Abdest yerine git, abdest al ve namaz kıl; sonra da ‘Ey Allah’ım!.. Ben rahmet Nebîsi olan Nebîn Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem ile sana yöneliyorum ve senden istiyorum. Ey Muhammed!.. Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum’ şeklinde duâ et ve hâcetini söyle.

Adam gitti ve bunu yaptı. Sonra da Hz. Osman radıyellâhu anhu’ya geldi. Kapıcı O’na gitti, elinden tuttu; O’nu Hz. Osman radıyellâhu anhu’nun yanına soktu. Onunla oturttu ve O’na hâcetini söyle dedi. O da, hacetini söyledi. Hz. Osman radıyellâhu anhu da hâcetini yerine getirdi. Sonra da (O’na), ‘şu vakıt oluncaya kadar hâcetini hatırlamadım’ dedi (ve devâmla) ‘hâcetin olursa bize gel’ diye söyledi. Sonra adam, O’nun yanından çıktı ve Osmân İbnu Huneyf’le karşılaştı. O’na, ‘Allah hayırlı mükâfaatını versin, hâcetime bakmıyordu ve bana iltifât etmiyordu.

Nihâyet sen O’na benim hakkımda konuştun (ve böylece işimi gördü)’ dedi. Bunun üzerine Osmân İbnu Huneyf şöyle dedi: ‘Vallâhi O’nunla konuşmadım. Lâkin Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’i gördüm. O’na bir ama adam gelmiş ve gözlerinin görmediğinden şikâyet etmiş (ve gözlerinin açılması içün düâ etmesini istemişti.) Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’na, yâhud sabredersin buyurdu. (Adam), yâ Resûlellah!.. Beni çekip götürecek kimse yok; (görmemek) bana doğrusu ağır geldi. Bunun üzerine Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem O’na, Abdesthâneye git, abdest al. Sonra iki rek’at namaz kıl; sonra da bu düâyı yap buyurdu. Osmân İbnu Huneyf, vallâhi ayrılmadık,sözümüz uzadı ve nihâyet, adam onda hiçbir (görmeme) kederi olmaksızın yanımıza girdi (gözleri artık görüyordu.), dedi.]”(61)

Bu hadîsteki (tevessülün câizliğine) şâhid getirilen yer, sözü edilen Sahâbî’nin hâcet duâsı hadîsinden,onun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in zamanına mahsûs olmadığını anlamasıdır. Bu da, O’nunla salavâtüllâhi aleyhi vefâtından sonra tevessül etmek ve O’na seslenmek ve Sahâbe rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain arasında tevârüs eden bir ameldir.

Bu hadîsi Taberânî, el-Kebîr’de (ve es-Sağîr’de) (62) rivâyet etmiş ve onu birçok tarîklerle getirdikten sonra
sahîh olduğunu söylemiştir. Nitekim bunu Ebu’lHasen el-Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid’de zikretmiş ve O’nu sahîh bulmakta takrîr (tasdîk) etmiştir.(63)Nitekim O’ndan evvel Münzirî et-Terğib’de,(64) ondan da evvel Ebu’l-Hasen el-Makdisî takrîr etmişlerdir.Bu hadîsi aynı zamanda Ebû Nuaym el-Ma’rife’de ve Beyhakî (Delâil’de) birisi sahîh olan iki isnâdla(65) rivâyet etmişlerdir.(66)

(Beşinci Hadîs): Onlardan birisi de Fatıme Bintü Esed radıyellâhu anhâ hadîsidir ki, bu hadîste Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in “Nebîn ve benden evvelki peygamberlerin hakkıyla/ hürmetine (anam Esed kızı Fâtıme’yi bağışla, O’na hüccetini telkîn eyle ve gireceği yeri kabrini O’na geniş eyle) (67)’” ifâdeleri vardır.

Bu hadîsi İbnu Hibbân ve Hâkim sahîh bulmuşlar, Taberânî de el-Kebîr’de ve el-Evsat’da İbnu Hibbân’ın ve Hâkim’in sika kabûl ettiği Ravh İbnu Salâh’ın bulunduğu bir senedle rivâyet etmişdir. Diğer râvîleri de el-Heysemî’nin el-Mecmâ’da ifâde ettiği gibi, Sahîh’in râvîleridir. (68)

Bu hadîste âhirete intikâl eden Nebîler(imiz) aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât efendilerimizin zâtlarıyla tevessül bulunmaktadır.

(Altıncı Hadîs): Onlardan birisi de yine Ömer radıyellâhu anhu’nun Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet etmiş olduğu hadîstir:

Âdem aleyhisselâm hatâyı işlediği zaman ‘Muhammed’in hakkıyla senden beni bağışlamanı istiyorum’ dedi.

Bu hadîsi, Hâkim el-Müstedrek’te rivâyet etmiş ve ‘bu, isnâdı sahîh bir hadîstir ve o, Abdurrahman İbnu Zeyd’e âid zikrettiğim ilk hadîstir’ demiştir. (Hâkim’in Sözü Bitti.)

Bunun senedini, Takıyy es-Sübkî, Şifâu’sSikâm’da getirmiştir. Bu hadîsi Taberânî, el-Evsat’ta ve es-Sağîr’de rivâyet etmiş olup, senedlerinde elHeysemî’nin tanımadığı kimseler vardır.

Abdurrahmân İbnu Zeyd’e gelince; Mâlik O’nu zayıf kabûl etmiş ve bu hükümde diğer bir takım kimseler O’na tâbi’ olmuşlardır. Ancak O (İbnu Zeyd), yalan ile ithâm edilmemiş, aksine, yanılmakla ithâm edilmiştir. O’nun gibi birinin rivâyetleri elenir, bazıları seçilir. Bu rivâyetin Mâlik’in kabûl ettiği rivâyetlerden olduğunu gördüğünde, Hâkim’in yaptığı da budur.

İmam Mâlik, İbnu -Humeyd’in O’ndan rivâyet ettiğine göre- (Halîfe) Ebû Ca’fer el-Mensûr’a şöyle demiştir: ‘O, senin ve baban Âdem aleyhisselâm’ın vesîlesidir.’

İmâm Mâlik radıyellâhu anhu, (Abdurrahman’dan gelen) haberin doğruluğunu kabûl ettikten ve onu delîl olarak ileri sürdükten sonra, Abdurrahman’dan (şu rivâyette) ‘yanılma’ ve ‘zabt azlığı’ töhmeti kalkar. Ki, bu töhmetlerleO’nu ithâm edenler, sadece Mâlik’e uyuyorlardı, O’na dayanıyorlardı. Abdurrahman İbnu Zeyd, her bir haberi reddedilecek kimselerden değildir.

İşte size, İmâm Şâfiî… El-Ümm’de ve Müsned’inde Allah’ın dîni(nin mes’eleler)inde O’nun bazı hadîslerini delîl getirmektedir.(69) Bu sebeble, bu hadîsi sahîh kabûl etmesinde, Hâkim kınanamaz. Aksine, doğru olan, bu(isnâdı sahîhtir hükmü) dür. Ancak, Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem’in fazîletlerini işittiğinde göğsü daralanlara göre doğru olmayabilir.

Mâlik’in Ebû Ca’fer’e söylediği mezkûr söze gelince; onu Kadı İyâz eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukuki’lMustafâ’da ceyyid/güzel bir senedle rivâyet etmiştir. Seneddeki İbnu Humeyd et-Takıyy es-Sübkî’nin zannettiğinin hilâfına tercîh edilecek görüşe göre Muhammed İbnu Humeyd er-Râzî’dir.

Lâkin bu Râzî’nin hâli, eş-Şems İbnu Abdi’lHâdî’nin tasvîr etmek istediği gibi değildir. Öyle ki, hakkında (kınama yoluyla) konuşanların tamamının sözlerini toplamış, onu övenlerin sözlerini ihmâl etmiştir. O (İbnu Abdi’l-Hâdî) gençliğinde İbnu Teymiyye ile buluşup ona kanan ve doğru yoldan çıkan üç kişiden birisidir. Şeyhinin yalnız kaldığı yanlışlarının zıddına getirilen delîllerde cerhi zikreder, ta’dil’i ise görmezden gelir.

Bu Muhammed İbnu Humeyd’den, Ebû Dâvûd, Tirmizî, İbnu Mâce, Ahmed İbnu Hanbel ve Yahyâ İbnu Maîn rivâyet etmiştir. İbnu Ebî Hayseme ‘İbnu Maîn’e o sorulmuş, İbnu Maîn’de sağlamdır, onda bir beis yoktur, Râzî zekîdir, demiştir’ dedi. Ahmed İbnu Hanbel, ‘Muhammed İbnu Humeyd durdukça Rey şehrinde ilim devam edecektir’ demiştir. Sâğânî ve Zuhelî Onu övenlerdendir. Halîlî, el-İrşâd’da ‘hâfızdı ve bu işi (hadîs ilmini) bilenlerden birisiydi, Ahmed ve Yahyâ ondan râzı olmuştur’ dedi. Buhârî’de ‘hakkında nazar vardır’ demiştir.

Böylesi bir kimse, böyle bir haberde ithâm edilemez. Hicrî 248’de yüksek bir yaşta vefât etmiştir. İmâm Mâlik öldüğünde (Râzî’nin) yaşı 15’ten aşağı değildi. Hâlbuki onlar (Hanbelî mezhebine mensûb olduğunu söyleyen ve tevessülü inkâr edenler), imâmları(olduğunu iddiâ ettikleri Ahmed İbnu Hanbel)in Müsned’inde 5 yaşında olan kimsenin rivâyetini kabûl etmektedirler.

Ya’kûb İbnu İshâk’ta hiçbir beis yoktur. Nitekim Hatîb, Târîh’inde böyle dedi.

Ebu’l-Hasen Abdullah İbnu Muhammed İbnu’l-Müntâb, Kadı İsmail’in en büyük talebelerindendir. Muktedir, bu İbnu’l-Müntâb’ı, üç yüz senesi civarlarında Medine-i Münevvere kadılığına getirmişti. O zamanda ilim sâhiblerinden ileri gelen sağlam kişilerden başkası Medine-i Münevvere kadılığına getirilmezdi. İbnu’l-Müntâb’ın isminde birçokları yanlışa düşmüştür. Talebesi Muhammed İbnu Ahmed İbni’l-Ferec’i, Sem’ânî, el-Ensâb(isimli kitâbın)da Cezâirî’yi anlatırken güvenilir bulmuş ve İbnu’l-Esîr, el-Lübâb’da O’nu tasdîk etmiştir. Ebû’l-Hasen (İbnu Alî) el-Fihrî(70) güvenilir ve sağlam kimselerden olup, Zehebî’nin el-’İber’inde tanıtılmıştır. İbnu Dilhâs, İbnu Abdi’l-Berr’in şeyhlerinin sağlamlarındandır ve İbnu Büşküvâl’ın es-Sıle(isimli eserin)’de tanıtılmıştır. Bu kitâb Madrid’de basılmıştır…(71) Sübkî onların hâllerini Şifâu’s-Sikâm isimli eserinde bizim zikrettiğimizin dışına çıkmayacak bir şekilde anlatmıştır.

İbnu Abdi’l-Hâdî bu haberi kabûl etmekten kaçınmaktadır. Çünki O, çâresiz, şeyhi (İbnu Teymiyye)’nin yanlışlıklarına dokunmaktadır. İbnu’l-Müntâb bu haberi rivâyet etmekle, şeyhi  Kadı İsmâîl’in, el-Mebsût’undaki, İbnu Vehb’in Mâlik’den yaptığı rivâyete zıd olarak yaptığı rivâyeti reddetmesini murâd etti. İsmâîl Irak’lı âlimlerdendir. Mısır’lı ve Medîne’li âlimler Mâlik’in me’selelerini (söz ve ictihâdlarını) onlardan (Irak’lı âlimlerden) daha iyi bilirler. Üstelik İsmâîl, (Mâlik’den) zikrettiğini Mâlik’e isnâd etmedi, irsâl etti.(72)

Lâkin bu, İbnu Abdi’lHâdî’nin nefsinin arzusuna uyduğundan, bunu, İbnu Müntâb’ın rivâyetinin aksine, senedini araştırıp sormadan kabûl etmektedir. Fikrince senedini anmaya ihtiyâc bırakmayacak ölçüde (İsmâîl’i) aşırı bir şekilde medhetmektedir. Dâvûd el-Isfehânî’nin Onun hakkında söylediğini sanki görmedi. Allah teâlâ’nın, yarattıklarında birçok şeyler (hikmetler) vardır.

Üstelik Âdem aleyhisselâm’ın tevessülü hakkında birbirini kuvvetlendiren başka rivâyetler de gelmiştir ki, yazdıklarımızla yetinerek onları zikretmeye hâcet duymadık. Çünki geçen hadîsler, -ne olursa olsunhasmını alt etmek istemekte zorâkiliklere girmeyen her bir kimseye yeter.

(Yedinci Hadîs): Onlardan birisi de İbnu Mâce’deki ‘namaza yürüme(nin âdâbı) bâbı’ndaki Ebû Saîd elHudrî radıyellâhu anhu’nun hadîsidir: َُل َك ِ ب َح ِّق َّ الس ِائِل َني َ ْسأ َّ ُله َّم ِ إِّنى أ َ َج ِ إَل َّ ى الصلاَِة َال َ ْن َ ق َال ِ إ َذ َ ا خر } م ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار { َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ ْ َك َ وِب َح ِّق مَْ م َش َاى َ هَذا أ َعَلي “Kim evinden namaza çıktığında, ‘Senden, Senden isteyenlerin sendeki hakkı ve bu yürüyüşüm hakkı ile (hakkı için) istiyorum…. Senden, beni ateşten kurtarmanı istiyorum, (73) derse...’(74)

Şihâb el-Bûsîrî, Misbâhu’z-Zücâce fi Zevâidi İbni Mâce’de(75) şöyle dedi:

İbnu Mâce’nin bu isnâdında peşpeşe zayıf râvîler vardır: Atıyye -ki Avfîdir-, Fudayl İbnu Merzûk ve Fadl İbnu’l-Muvaffak’ın hepsi zayıf râvîlerdir.

[Lâkin Fadl İbnu Muvaffak, İbnu Uyeyne’nin dayıoğludur. Hakkında Ebû Hâtim, sâlih bir kimse olup, hadîsi zayıftır, demiştir. O’nun dışında bu râvînin zayıf olduğunu söyleyen de yoktur. Zayıflıkla suçlanmasının sebebi de açıklanmamıştır.76 Belli de değildir. Hattâ Büstî (İbnu Hibbân), bunun sağlam olduğunu söylemiştir.](77) Ancak, İbnu Huzeyme, bu hadîsi, Sahîh’inde Fudayl İbnu Merzûk yoluyla rivâyet etmiştir ki, bu rivâyet O’na göre sahîhtir.(78)

Onu Rezîn de zikretmiştir.

Onu Ahmed İbnu Menî’ de, Müsned’inde, rivâyet etmiştir ve (şöyle demiştir): Bize Yezîd rivâyet etti, (O), bize Fudayl İbnu Merzûk rivâyet etti (dedi). Böylece onu isnâdı ve metni ile zikretmiştir. (El-Bûsîrî’nin Sözü Bitti.)

Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni Mâce’de şöyle dedi: Bu hadîsi Ebû Nuaym el-Fadl -ki o İbnu Dükeyn’dir- Kitâbu’s-Salât’da Fudayl İbnu Merzûk’tan, (O) Atiyye’den, (O) Ebû Saîd-i Hudrî radıyellâhu anhu’dan mevkûf olarak rivâyet etti.(79) (Muğlatay’ın Sözü Bitti.)

Atıyye, (hadîsi) Ebû Saîd el-Hudrî radıyellâhu anhu’dan rivâyet etmekte yalnız değildir. Aksine, Abdulhakem İbnu Zekvân’ın rivâyetinde, Ebu’sSıddîk, (onu) Ebû Saîd’den rivâyette, Atıyye’ye mutâbeat etmiştir.(80)

Bu zât da, her ne kadar Ebu’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, hadîsi, el-’İlel(ü’l-Mutenâhiyye)’de onunla illetli kabûl ettiyse de, İbnu Hibbân’a göre sağlam bir râvîdir...

İbnu’s-Sünnî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle’de Vâzi’in bulunduğu bir senedle Bilâl’den rivâyet etmiştir ki, onda (senedde) ne Atıyye, ne İbnu Merzûk ve ne de İbnu’l-Muvaffak bulunmamaktadır. (Rivâyette geçen duâ şudur):

“Ey Allah’ım!.. (Ben senden, senden) isteyenlerin sendeki hakkıyla istiyorum.”

Böylece ortaya çıkmıştır ki, ne Atıyye, ne İbnu Merzûk, ne de İbnu’l-Muvaffak bu tarîklere nazarla -üç tanesinin zayıflığı farz edilse bile- yalnız kalmamışlardır. Bununla beraber Ahmed İbnu Menî’in şeyhi Yezîd İbnu Hârûn, İbnu Merzûk’tan rivâyet etmekte İbnu’l-Muvaffak’a ortak olmuştur. Kezâ, el-Fadl İbnu Dükeyn, İbnu Fudayl, Süleymân İbnu Hayyân ve diğerleri de böyledir.

Atıyye şiileşmekle kınanmıştır; lâkin Tirmizî birçok hadîste O’nun rivâyetini hasen kabûl etmiştir. İbnu Maîn’den O’nun sâlih bir kimse olduğu rivâyet edilmiştir. İbnu Sa’d’ın ‘inşâallâh O sikadır, sağlamdır’ dediği anlatılmıştır. İbnu Adiyy, ‘O’nun sâlih (işe yarar) hadîsleri vardır’ demiştir. Hudrî’yi açıkça ifâde ettikten sonra bilhassa mutâbeatlerle beraber tedlîs ihtimâli kalmamıştır. İbnu Merzûk’un sika kabûl edilmesi Müslim’e göre ağırlık kazanmış ve O’ndan Sahîh’inde rivâyet etmiştir.

Üstelik hadîs, Bilâl radıyellâhu anhu’nun tarîkiyle de rivâyet edilmiş olup,(81) sağlamlık derecesi ne kadar düşse, delîl olmak mertebesinden aşağı düşmez. (82) Hattâ mütâbi’ ve şâhidlerinin(83) çokluğu sebebi ile, sahîhlik ile hasenlik arasındadır. (84)Nitekim biz onlara (mütâbi’ ve şâhidlerine) işâret ettik.

‘Cerh, ta’dilden önce gelir’ diyenlerin sözü -zayıf (bir kanaat ve ictihâd) olmasına rağmen- (cerh ve tâ’dîl’in) terâzideki denklikleriyle (aynı ağırlıkta olup) teâruz ettikleri (çeliştikleri) zamandadır. Bunun isbâtının önünde ise birçok uçurumlar vardır. (İsbâtı zor, hattâ neredeyse imkânsız bir şeydir.) İşte bu yüzden bid’atçilerin, ehl-i hadîs’in, sağlamlığın kendi katlarında ağırlık kazanmasıyla sağlam bulduğu râvîlerin rivâyetiyle sâbit olan hadîsleri reddetmek içün bu (‘cerh,ta’dilden önce gelir’) sözü(nü) mesned edinmelerinin imkânı yoktur.

Bu hadîsi, iki hadîs hafızı, Irâkî, İhyâ Tahrîci’nde,(85) İbnu Hacer de Emâli’l-Ezkar’da(86) hasen bulmuşlardır.(87)

Hadîste, Müslümanların umûmu/geneli ve ileri gelenleriyle tevessül vardır.

Suâlin iki mef’ûlünden birisine }ب/}bâ harfini dâhil etmek, sadece isti’lâmî (bilgi edinmek içün olan) suâllerdedir. َ ْل ِ ب ِه َ خِب ً يرا{ ,ın’Allah Nitekim haberi, onuَ{/ ‘ف ْاسأ olana sor’ (88) ve }عٍ س ِآئ ٌل ِ ب َعَذ ٍ اب َ و ِاق َ َل َ سأ’/} َbir soran vuku bulacak olan azâbı sordu’ (89) âyeti celîlelerinde böyledir. İsti’tâî (‘birinin vermesini istemek’ manasındaki) suâle gelince… Onda }ب/}bâ harfi ancak kendisiyle tevessül edilen (aracı kılınan) kimseye girer. İşte sana hadîs rivâyetleriyle gelen duâlar…(90)

O hâlde burada ikinci mef’ûle }ب/}bâ’nın girmesini tasavvur etmek, sözü hevâ ile çığırından çıkarmaktır ve kulakların duymak istemediği bâtıl bir na’radır.

‘Hak’ kelimesinin ma’nâsı (mecbûrî) icâbet değil, aksine yalvararak isteyen kimselerin Allah sübhânehû ve teâlâ’nın fazlından hakettikleri şey demektir. Bu yüzden, ‘isteyenlerin hakkıyla’ sözünü bu duâ eden içün bir suâl/“sorup öğrenmek” saymak -bilhassa hadîste ona atfedilen şeyler düşünülürse- katıksız bir hezeyandır…

Hadîsin siyâkında bundan başka suâl olmaya elverişli bir şey bulunmadığını iddiâ etmekse, fevkalade gülünçtür. Bu iddiâ sahibinden, “beni cehennemden korumanı’”(91) sözü nereye gitti?.. Te’kid içün fiilin nice kez tekrâr edildiği olur...

Öyleyse ْ ْقَذِن ِى م َن َّ الن ِار{ ,fiildeki son َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ أ ‘}daki istenen ْ ِقَذِن ِ ى م َ �ن ِّ النارِ{ َ ْن ُ تن أ’)/}beni ateşten kurtarman’, bundan), önce geçen iki }ك َلَُ َ ْسأ أ }fiilindeki suâlin/ istenenin tâ kendisidir. Hatta bu fiiller, te’kid bâbından olmasaydılar, o zaman tenazu’ bâbına gireceklerdi.(92) ْ ِقَذِن ِى م َن ِّ الن ِار{] kayıd bu takdîrde her Dolayısıyla َ ْن ُ تن }أ َُل َك{ birinci nin’ َ ْسأ أ }ile de alâkalı olduğu kaydı] mu'teber olmaktadır.

‘Falancı ile’ veya ‘falancının hakkı içün’ veya ‘falancanın hürmetine’ gibi ifâdelerle, ‘Allah’tan başkasına yemîn edilmiş olur’ düşüncesi ile tevessül’ü reddetmeye yeltenenler, sadece Mustafa sallellâhu aleyhi ve sellem’e redde kalkışmaktadırlar. Zîrâ tevessül siğalarını/kalıplarını, öğreten odur. O ifâde biçimleri içerisinde şahıslarla tevessül de vardır. Tevessül nerede, yemîn nerede?

(Tevessülle beraber) burada ‘istiğâse’/(birinden ğavs yani yardıma koşmasını istemek), ve ‘istiâne’/ (birinden yardım istemek)’ kelimelerini ilâve etmemizde hiçbir beis yoktur. Hepsi aynı vâdidendir:

Buhârî’deki şefaat hadîsinde; “(İnsanlar) Âdem aleyhisselâm’dan, sonra Mûsâ aleyhisselâm’dan, sonra da Muhammed sallellâhu aleyhi ve sellem’den ğavs (medet ve yardım) isteyecekler” (ifâdesi vardır.)

Bu (rivâyet), tevessül ederken ‘istiğâse’ lafzının (da) kullanılmasının câiz olduğunu göstermektedir.

Taberânî’deki “bana istiğâse edilmez (benden meded etmem istenmez)” (93) hadîsine gelince…

Onun senedinde, (Abdullâh) İbnu Lehîa (isimli bir râvî) bulunmaktadır ki, O’nun hâlini biz el-İşfâk isimli kitâbımızda açıklamıştık. Dolayısıyla (bu rivâyet sâlihlerle tevessül yapılabileceğine dâir olan) sahîh hadîs(ler)le boy ölçüşemez.

“Yardım istediğinde Allah’dan iste” hadîsine gelince… O, “Her hangi bir yardım istenilecek kimseden yardım istediğin zaman, Allah’dan yardım iste’” ma’nâsındadır. Üstelik tarîklerinin tamamında bir yumuşaklık/hafiflik vardır.

Hadîs, bu şekilde anlaşılmakla, hakîkat ma’nâsına yorulmuştur. Dolayısıyla Müslüman, sebeblerden herhangi bir sebeble yardım istediği zaman sebeblerin sâhibi olan Allah’ı aslâ unutmayacaktır.

İşte size Ömer radıyellâhu anhu. Abbâs ile istiskâ ettiği zaman, istiskâsında, ‘ey Allah’ım, bize yağmur yağdır’ demeyi unutmamıştır. İslâmi edeb işte budur. Eğer hadîsi bu ma’nâya yormazsak, o zaman mecâz zorâkiliklerine gireceğiz ve elbette birçok âyetler ve hadîsler ona muârız olacaktır ki, onları sayıp dökmekte sözü uzatmak vardır.

Üstelik hadîsteki }ذا َا/}ِizâ kelimesi }ماَّ َ küllemâُ {/كل (her ne zaman ki) ma’nâsını ifâde etmekten çok uzaktır. Aksine o, mantıkçılara göre ihmâl sigalarındandır.(94)O yüzden hasmın buna tutunmaya aslâ gücü olmaz. Sen buna, zamîrin müfred getirilmesini (95) de ilâve et.

İleri gelen zâtların -ki İbnu Abbâs radıyellâhu anhumâ da onlardan birisidir- istiânelerinin (sebeblerle değil) müsebbibu’l-esbâb (sebebleri sebeb yapan Allah) ile olması, onlar içün güzel bir şeydir.

‘(Allah teâlâ’nın) Sadece senden yardım isteriz’ sözüne gelince; bu sibâk ve siyâk (başı ve sonu) karînesi (alâmet ve ipucu) ile hidâyet husûsundadır. Nitekim bu, münacaat (Allah’a yalvarıp yakarmak) hâline en lâyık olandır. O yüzden onda sıradan olan dünyevî sebebleri iptal etmek yoktur.

Birçok kıymetli eserlerin sâhibi arkadaşımız, muhakkık, allâme, büyük üstâd şeyh Muhammed Haseneyn el-Adevî el-Mâlikî rahimehullâh, Teymiyye’cilerin tevessül etrâfında uydurdukları birçok şübheleri savmak içün nice kitâblar te’lîf etmiş ve tatlı açıklamaları, kıymetdâr tahkîkleriyle (incelemeleriyle) onların karanlıklarını gidermiş olmakla çok güzel yapmıştır. Onun ilimdeki makamı, şunların şeyhlerinin şeyhlerinin rütbesinden ehl-i ilmin arasındaki ittifakla derecelerce üstündür.

Kabirdeki kimselerin işitmeleri ve idrâk etmeleri mes’elesine gelince… Bu husûstaki delîlleri en geniş bir şekilde sayıp dökenlerden birisi muhaddis Abdülhayy el-Leknevî olup, Tezkiretü’r-Râşid’de bunu yapmıştır.(96)

“Sen kabirdekilere işittiremezsin”(97) âyeti celîlesine gelince… O muhakkıklara göre müşrikler hakkındadır. Orada (Tezkiretü’r-Râşid’de) bunun da tahkîki vardır. O hâlde muğâlatacıların muğâlatalarına (demagogların demagojilerine) iltifât etme!.

Bu hadîslerle (Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in söz ve işlerine dâir rivâyetlerle) ve eserlerle (Sahâbe’nin söz ve işlerine dâir rivâyetlerle) ortaya çıkmaktadır ki, Nebîler, velîler ve sâlihlerle, diriler olsun, ölüler olsun tevessül etmeyi inkâr edenlerin yanında en küçük bir hüccet yoktur. Ve Müslümanlara, tevessül sebebiyle şirke girmek iftirâsını atmak, zararı bu iftirâyı atana dönecek olan sonu düşünülmeden bir işe saldırmaktan başka bir şey değildir.

Allah teâlâ’dan (bu ve benzeri musîbetlerden) selâmet (kurtulmayı) isteriz.

Sıradan insanlar arasında ziyâret ve tevessül âdâbına riâyette hatâ eden kimseler varsa; o zaman ilim sâhiblerine mutlak gerekli olan, onları rıfk ve mülâyemetle (yumuşak bir şekilde) doğruya irşâd etmektir. Tevessül ve ziyârete dâir olan Ümmet’in amelî, şu Harran’lının (İbni Teymiye’nin, onu) inkâr etmek bid’atine gelinceye kadar devâm etmiştir. Ehl-i ilim onun hîle ve tuzağını göğsüne çevirmiş ve onun fitnesi, belâlarını bilmeyen kimseler yanında devâm etmiştir. Âlûsî ve onun tefsîrinde tasarrufta bulunan oğlu, birtakım hatâlar yapmışlardır ki, bu delîller onlara cevâb vermektedir. Bu ikisi birtakım mes’elelerde, komşuları (Sıddîk Hasan Han elKannûcî) ve bazı şeyhlerinden onlara sirâyet eden şeyden (hastalıklardan) dolayı muzdarib (fikirleri oturmamış) kimselerdi. Burası, bunun genişçe anlatılmasının yeri değildir.

Ümmet’in, yaratılanların en hayırlısı ile tevessül hakkındaki amelini öğrenmek isteyenler imâm ve önder Ebû Abdillâh el-Numan Muhammed İbnu Mûsâ et-Tilimsânî el-Mâlikî’nin Mısbâhu’z-Zalâm fi’l-Müstağîsîne bi Hayri’l-En’am(98) isimli kitâbına müracaat etsinler. Bu zât hicri 683’de vefât etmiştir ki, kitâbı Dâru Kütübi’l-Mısriyye mahfûzâtındandır. Bu yazılanlarda, sırf ötekinin berikinin hatasını bulmaya ve hasmını -ne olursa olsun- yenmeye çalışmayan herkes içün yetecek bilgi ve delil vardır.

Yazıyı Aldığım yer:

https://www.academia.edu/7929563/Mahku_t-Tekavvul_f%C3%AE_Meseleti_t-Tevess%C3%BCl._%C4%B0mam_Zahid_el-Kevseri

Dipnotlar:

1 Haşeviyye: Nassların zâhirlerini, Hâricî bedevîliği, câhilliği ve ahmaklığı ile teşbîhe ve tecsîme, yani Allah’a şekil ve cisim yakıştırmaya basamak yapan sapıklar sürüsü. Bu ‘Haşevîlik’ sıfatını, Allah’ın sıfatlarını inkâr edenlerin de şunlar içün kullanması, onları ma’sûm kılmaz. Çoğu zaman bu iki kullanmayı -aralarındaki büyük farka rağmen- kasden karıştırırlar ve câhilleri kandırmakta basamak yaparlar. Oysa bu ve bu gibi husûslarda, Ehl-i Sünnet, bazı nassların zâhirini, başka bazı nasslar yüzünden, göründüğü gibi değil de -hakîkatine îmân etmekle beraber- nasslar çerçevesinde te’vîl ederek Şâri’in kasdettiği ma’nâyı yakalarlar; Sıfatları inkâr edenler ise, mücerred aklî ve mantıkî mülâhazalarla ölçüsüz ve asılsız te’vîllere saparlar ve asıl ma’nâyı ortadan kaldırırlar veya ondan uzaklaşırlar.

َ2 ِح َمُه اهلل}  ر’/{rahimehullâh’ cümlesindeki { َ َ ِحم ر’/{rahime’ kelimesi aslında mâzî bir fiil ve ‘rahmet etti’ ma’nâsında ‘haber’ olmakla beraber, ‘rahmet etsin’ ma’nâsında ‘inşâ’/‘kurmak’/ ‘yapmak’ talebidir. Dolayısıyla ma’nâsı ‘Allah ona rahmet etti’ haberi değil, ‘Allah ona rahmet etsin’ inşâsıdır. Burada da ‘Sana Nebîmizin amcasıyla tevessül etmekteyiz’ ifâdesi Allah’a bir ‘haber vermek’ değil, ‘tevessülümüzü kabûl et’ inşâsıdır, düâsıdır.

3 Haberin fâidesi (faydası), ‘muhâtaba bir hüküm kazandırmak, yani haber verenin, verdiği haberi, onu bilmeyene bildirmesi’dir. (Muhtasaru’l-Meânî: 37-38)

4 Haberin fâidesinin lâzımı (haberin faydasından hiç ayrılmayan şey), ‘haber verenin, verdiği haberi kendisinin bildiğini, haber verdiği kimseye bildirmesi’dir. (Muhtasaru’lMeânî:37-38 )

5 Allah celle celâlühû’ya düâ edip O’ndan bir şey istemek.

6 Yani bu bir haber vermek değil, tevessül inşâsıdır, düâsıdır.

7 Tahrîci ileride gelecektir.

8 Hatîb, Târîhu Bağdat (1/123)

9 İmam Zehebî’nin Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ’sında Selef’ın tevessül amelini hiçbir zaman elden bırakmadığına dâir, birçok misâl var. Mağribli bir mü’mine bacımız üşenmemiş ondan bu husûstaki misâlleri derlemiş koca bir eser meydana getirmiş. İnşâellah ondan bir takımlarını ayrı bir yazıda aktaracağız.

10 Burada asıl mühim olan nokta böyle bir zâtın böyle bir inanışı şirk kabûl etmediği gibi bizzat ona sâhib olmasıdır; tercîh edilen görüşün “işleri tedbîr edenler”in ölmüş sâlih kişilerin olup-olmaması ise ayrı bir husûstur.

11 Fahruddîn el-Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Nâziât sûresi, 5. âyetin tefsîri (11/31) Râzî aynı yerde şunları da söylemektedir: “Câlinos (isimli eski bir hekîm/doktor), ‘ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten âciz kaldım da, rü’yâda tedâvînin nasıl olacağını bana öğreten birini gördüm’, dememiş miydi”?!...

12 Bazı felsefeciler ile onları bazı noktalarda taklîd eden İbnu Teymiyye, İbnu’l-Kayyım ve diğer gölgeleri, “bazı hâdislerin/“sonradan yaratılan varlıklar”ın aynı zamanda kadîm/ezelî olduğunu”, yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş’ın aynı zamanda hem yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddiâ edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Hâlbuki böyle bir iddiâ saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem ‘hâdis’/‘sonradan olma’ olması hem de ‘Kadîm’/‘evveli olmayan’ olması imkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî’nin ‘es-Seyfu’s-Sakîl’ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi ‘Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim’e bakılsın.

13 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/228)

14 Cüzîler: Bu âlemde bulunan varlıklardan ve hâdiselerden/ olan şeylerden, teker teker her biri.

15 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/261-262)

16 Nefs-i Nâtıka: Zâtında maddeden mücerred olan/soyulan ama yaptıklarında onunla beraber olan cevher (Seyyid Şerîf Cürcânî, et-Ta’rîfât, 157)

17 İmam Fahruddîn er-Râzî, el-Metâlibu’l-Âliyye (7/275-277)

18 Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her biri.

19 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (3/338)Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise, bu işin Allah teâlâ tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken Allah’dan korkmamanın yanında kullardan da utanmıyor. Öyle ya, ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin kitâbını tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna çıkarıyor.

20 Hattâ “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve birçoklarına göre “velîlerin kerâmetleri bağlı oldukları nebîlerin mu’cizeleridir.” [İmam Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl (4/1312), Dâru’l-Edâ, Cin Sûresinin 26. âyetinin tefsîri.]

ً21 َ ا و َ ا ْوَدْو ِ ا ب اْ ِ ال ِ بل}  ّ سب َ ْ هم ُتُعْس َو ْا”/{َEvsa’tühüm sebben ve evdev bî’libili”/“ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab atasözü olup hikâyesi kısaca şöyledir: Arablardan bir adamın develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını, develerini bulup bulmadığını sormuşlar; o da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)

22 Allâme Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd (5/75) Âlemü’l-Kütüb

23 Kudbuddîn er-Râzî

24 Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr

25 Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında (5), başka bir baskısında (6-7) Kudbuddîn er-Râzî, bu eserinde hem tevessül’ü hem de isti’âne’yi zikredip müdâfaa ediyor.

26 Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında (17), başka bir baskısında (19) Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, İmâm Kevserî’nin Makâlât’ından (382) hareketle asıl me’hazlara/kaynaklara varılmıştır. Onun verdiği me’hazların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik. Burada ayrıca istedik ki, şu büyük imâmlara i’tirâz edebilecek ‘tevhîdçiler’e (!) -onlara göre- ‘tevhîd imâmlarından’(!) biri, hattâ ikincisi olan İbnu’l-Kayyim’den de bir hediyye takdîm edelim: İbnu’l-Kayyim, şöyle diyor: “Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf, güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmek ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü’yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden ayrılınca başka bir hâli, başka bir işi vardır. Rûhların, bedenlerindeyken benzerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü’yâlar tevatür edegelmiştir. Bir, iki, az bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi... Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radıyellahu anhumâ, nice kez rü’yâda görülmüştür ki, rûhları küfür ve zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının çokluğuna ve mü’minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlub olmuşlar ve kırılmışlardır.” (İbnu’lKayyim, er-Rûh:237)

27 Mâide: 35

28 Ma’lûmdur ki, vesîle kendisiyle başka bir şeye yaklaşılacak her bir (gayr-ı meşrû’ olmayan) şey, vâsıta; tevessül de bu vâsıtayı elde etmek ve ona tutunmak idi. Bu, sâdece lügatın umûmu/geneli ile olsaydı, yine de istidlâle/delîl getirmeye yeterdi; ma’nâyı, delâletiyle gösteren bir delîl olurdu ki bu delîl getirmede üçüncü mertebede bir kuvvete sâhibdir..

29 [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/519)], Kevserî, Makâlât (379)

30 [İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (2/398-399)], Kevserî, Makâlât (Aynı sahîfe)

31 Yani, Allah celle celâluhû’ya; ‘bu zâtın hâtırı için, bu ihtiyâcımızı yerine getir,’ diye yalvarınız, demek olur.

32 Yani, duâ etmek ne lügatın ne de Şerîat’ın tevessüle yüklediği ma’nâ değildir.

33 Bakara: 89

34 Tek başına delîl olarak kebûl edilmese bile, diğer delîllerin yanında onları takviyeye yarayabilir.

35 İbnu Ebî Hâtim (1/171), İbnu Cerîr (2/333-336), Beğâvî (1/93), Kurtubî (2/21), Rûhu’l-Meânî (1/320)

36 Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr (1/215-217) Dâru’l-Fikir,1414

37 Nisâ: 64

38 Bir sınırlandırma getirmeden genel ve her bir şeyi içine alabilecek bir ifâde ile söylenilen söz.

39 Ebû Ya’lâ (6/147), Temmâm (1/33,H:58), İbnu Asâkir (13/326), Deylemî (1/119), İbnu Adiyy (2/327, Tercüme:460, el-Hasen İbnu Kuteybe el-Medâinî), İbnu Adiyy, ‘onda bir beis olmadığını umuyorum’ dedi. İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî’de, ‘Bunu Beyhakî, Hayâtü’lEnbiyâ fî Kubûrihim isimli kitabında rivâyet etmiş ve sahîh bulmuştur’ dedi. (7/160-161), Dâru’l-Fikir,1411 İbnu Hacer aynı yerde bunun Bezzâr tarafından da rivâyet edildiğini, ayrıca Beyhakî tarafından başka bir lafızla da rivâyet edildiğini ama senedinde hıfzı kötü olan bir râvî bulunduğunu, Müslim rivâyetinde Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in Mûsâ alehisselâmı kabrinde namaz kılarken gördüğünün, yine Müslim rivâyetinde ‘Îsâ ve İbrâhîm aleyhimesselâm efendilerimizi de namaz kılarken gördüğünün bulunduğunu söylemektedir. Münâvî, ‘bunu Ebû Ya’lâ, Enes İbnu Mâlik’den rivâyet etmiştir ki sahîh bir hadîsdir’ dedi.

40 Kevserî tarafından yazılan Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim nâmındaki eserde.

41 İmâm Hâfız Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nü’mân el-Mezâlî el Merrâküşî (607- 683) şöyle diyor: Bize rivâyet edildiğine göre Hâfız Ebû Sa’d es-Sem’ânî Ali radıyellâhu anhu ve kerremellâhu vechehû’nun şöyle dediğini anlattı: Resûlüllah sallâhu aleyhi ve sellem’i defnettikten üç gün sonra yanımıza bir bedevî geldi, kendini Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabri üstüne attı, toprağından başına saçtı ve şöyle dedi: Söyledin ve sözünü işittik. Senden anladığımızı sen Allah’tan anladın. Sana indirilen âyetler arasında, şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler, hemen Allahtan af isteseler ve onlar için Resûl de af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı âyeti de vardı. Nefsime zulmettim ve benim için af dilemen maksadıyla geldim. Bunun üzerine kabirden hemen,bağışlandın diye ses geldi. [Mısbâhu’z-Zalâm (21) Ayrıca benzeri bir lâfızlarla: İmâm Beyhakî, Şuabu’l-Îmân [3/495, (4187), İmâm İbnu Kesîr, Tefsîr (2/306), İmâm Kurtubî, Tefsîr (5/265), İmâm Nesefî, Tefsîr (1/234), İmâm İbnu Kudâme, el-Muğnî (3/557), İmâm İzz İbnu Cemâa, Hidâyetü’s-Sâlik (3/1383), İmâm İbnu’l-Cevzî, Müsîrul-Ğarâmi’s-Sâkin (2/301), İmâm Sâlihî Sübülü’l-Hüdâ ve’r-Reşâd (12/380), İmâm Semhûdî, Vefâu’l-Vefâ (4/1361), İmâm Ebu’l-Yümn İbnu Asâkir, İthâfu’z-Zâir (68-69), İmâm İbnu’n-Neccâr, ed-Dürretü’s-Semîne (224), İmâm İbnu Hacer el-Heytemî, Tühfetü’z-Züvvâr (55)], Mısbâhu’z-Zalâm’ı tahkık edip neşreden kişi. (Aynı sahîfe)] İmâm Ebû Abdillâh Muhammed İbnu Mûsâ İbni Nu’mân el- Mezâlî el Merrâküşî, yine kendi isnâdıyla, Muhammed İbnu Nu’mân İbni Şibl el-Bâhilî’den şöyle dediğini rivâyet etti: Medîneye girdim ve Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrine vardım. Bir de gördüm ki, bir bedevî devesini hızlıca sürüyor. Hemen devesini çöktürdü ve bağladı. Sonra kabr-i şerîfe girdi ve güzelce bir selâm verip hoş bir duâ yaptı.

Sonra da şöyle dedi: Anam babam hakkı içün yâ Resûlelleh sallellâhu naleyhi ve sellem! Kesinlikle Allah celle celâlühû seni vahyine hâs kıldı ve sana içinde evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini topladığı bir kitâb indirdi ve kitâbında, ‘şâyet onlar kendilerine zulmettikler vakit sana gelseler ve hemen Allah’dan af isteselerdi, Resûl de onlar için af isteseydi, elbette Allah celle celâlühû’yu tevvâb ve rahîm olarak bulacaklardı’ buyurdu. Dediği de haktır. Ben sana günahları i’tirâf ederek, seni Rabbine şefaatçı yapmaya geldim. O da (Allah’ın, şu âyetinde) va’dettiğidir. Sonra kabre döndü ve şöyle dedi: -Ey en hayırlısı, düzlükte kemikleri gömülenlerin!.. / Ve güzel koktuğu onların güzel kokusundan düzlüğün ve yüksek tepelerin. -Sensin o Nebî ki, umulur şefâati/Sıratta, kaydığı zamanda ayaklar. -Canımdır fedâ o kabre ki, sensin sâkini/ Ondadır afâf, ondadır cömertlik, ondadır kerem. Sonra da bineğine binip gitti. Ancak mağfiretle gittiğinde hiç şübhe etmiyorum İnşâellah. Muhammed İbnu Abdillâh el-Utbî de bu haberi anlattı ve sonuna şu ilâveyi yaptı: “Derken uyuya kaldım ve hemen Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’i rüyâda gördüm, bana şöyle dedi: ‘Ey Utbî!.. Bedevî’ye yetiş ve ona Allah celle celâlühû’nün onu bağışladığını müjdele.’ ” Merhûm Seyyîd Muhammed Alevî Mâlikî bu haberin kaynaklarını veriyor: İmâm Nevevî, (El-Îzâh: 498, el-Mecmû’: 8/276) Ebû’l-Vefâ İbnu Ukayl, İbnu Kesîr, Tefsîru’l-Kurani’lAzîm (1/520-521), Ebû Muhammed İbnu Kudâme, (ElMuğnî, 3:556), Ebû’l-Ferec İbnu Kudâme, (Şerh-i Kebîr, 3: 495),Mensûr İbnu Yûnus, (Keşşafu’l-Kınâ, 5:30), İmâm Kurtubî (El-Câmi’, 5:265). İmâm Nevevi, (El-Mecmû’, 8:274) İmâm Nevevi, Utbî’nin bedeviden naklettiği bu beytleri, Resûlullah sallellâhu aleyhi ve sellem’in kabrini ziyâret esnasında söylemenin müstehab olduğunu söylemiştir

42 Buhârî (1010,3710), İbnu Hibbân (2561)

43 Bu i’râb ve ona dayanarak verilen ma’nâ, İbnu Hacer’in َ ْسَق ْى ال َغَم ُام } ,O. tercîhidir ُ ْست َ َض ي ْي اب َ و)/{َve ebyada yüsteskâ…) ibâresini önceki beyitte geçen {داِّ ً سي َ َك َ ق ْوٌم َ َ َ ا تر م’ /{mâ tereke kavmun seyyiden’deki {داِّ ً ْبَي َض} atfederek e’seyyidenَ } /‘سي َ {ا /'ebyeda’da mef’ûliyyet üzere nasbı râcih buluyor. [Fethu'lBârî (Dârü’l-Fikir baskısı):3/184-185] {ه ِه ِج ْو َب ِ ام ُمَغ َال ى ْ قَسَ ْ ُ ْست / {ي ‘Yüsteskâ›l-ğamâmu bi vechîhî’deki {جهْو)/{َvech)/yüz, Arab dilinde, (zât)’tan kinâye olarak da kullanılır. Buna göre, “zâtıyla bulutlardan yağmur istenen her bakımdan ak ve pâk bir insan”dan söz ediliyor.… İsteyen, te’vîle gitmeyip, “ ‘zâtı’ ile değil, ‘yüzü’ iledir” de diyebilir(!)

44 Ahmed İbnu Hanbel: (2/93), Buhârî (Muallak olarak) (1009), İbnu Mâce: (1272) Rivâyet sahîhtir.

45 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183), Dâru’l-Fikir,1414

46 İbnu Abdi’l-Berr, el-İstîâb, el-İsâbe kenarı (3/98-99), Dâru’lFikir, 1398

47 İbnu Kesîr, el-Bidâye (8/93-94), İbnu Kesîr bu rivâyetin isnâdının sahîh olduğunu söyledi.

48 İmâm Sübkî, Şifâu’s-Sikâm (144-145)

49 İmâm Buhârî, et-Târîhu’l-Kebîr (7/304, Md:1295) Dârü’l-Fikir.

50 Bu ihâle, el-İsâbe’de bulunamamıştır.

51 İbnu Ebî Şeybe, el-Musannef (6/356-357, H: 32002)

52 İbnu Hacer, Fethu’l-Bârî (3/183-185), Dâru’l-Fikir

53 İmâm Buharî, Et-Tarîhu’l-Kebîr (6/209-210), Dârü’l-Fikir.

54 Tirmizî, Sünen (H:3578) 55 İbnu Mâce, Sünen (1/157), (H:1385), Dârü’l-Ma’rife.

56 Nesâî, Amelü’l-Yevm ve’l-Leyle (204, H:663), Müessesetü’lKütübi’s-Sekafiyye,1406

57 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/166, 167,168), İlmiyye, 1405

58 Tirmizî, es-Sünen (5/569)

59 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve (6/167), İlmiyye,1405

60 Ebû Dâvud et-Tayâlisî (9, H:37), Humeydî (1/16, H:28), Buhârî (6553), Müslim (1907), Ebû Dâvûd (2201), Tirmizî (1647), Nesâî (7/13, H:3794), İbnu Mâce (4227)

61 İmam Kevserî sözü uzatmamak içün rivâyeti bütünüyle getirmediyse de biz meselenin anlaşılmasını kolaylaştırmak içün onu hemen hemen tamamıyle almayı münâsib gördük.

62 Taberânî, el-Kebîr (9/30-31), es-Sağîr, (er-Ravdu’dDânî:1/306-307)

63 El-Heysemi, Mecmauz-Zevâid (2/279) 64 El-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb (129 H:1008) 65 Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvveh, biri sahîh olan iki isnâd ile (6/167-168)

66 İbnu Teymiyye de bu rivâyetin sahîh olduğunu (Kâidetün Celîle:98)’de i’tirâf etmektedir.

67 Bu ibâre, rivâyetin aslındandır. İmâm Kevserî sözü uzatmamış olmak içün onu hazfetmiştir. Biz daha anlaşılır olması içün ilâve ettik.

68 Taberâni, el-Kebîr (24/351-352) ve [Taberânî, el-Evsat, (356- 357- Mecma’u’l-bahreyn), Ebû Nüaym, Hilye:3/121], el-Kebîr Tâ’lîk’ı: 24/351, [Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvve…]

69 İmam Şafiî, el-Müsned (2/173, H:607)

70 İmâm Kevserî, bu râvîyi ‘el-Fihrî’ şeklinde zabt etmiş, Tabakât ve Ricâl kitâblarında da görebildiğimiz kadarıyla böyledir. Ancak Şifâ ve şerhlerinde, ‘el-Fihr’ şeklindedir. Allahu a’lem.

71 İmâm Kevserî, İyâd’ın haberi kendilerinden aldığı şeyhlerinin sağlam olup olmadıkları hakkında bir şey dememiştir. Ancak aşağıda da geleceği üzere, Hâfız Muhaddis Hafâcî onların güvenilir ve sağlam kimseler olduğunu söylemiştir.

72 Kesintisiz senedle Mâlik’e dayandırmayıp, Ondan rivâyet edeni atlayarak kesik bir senedle O’ndan rivâyet etti.

73 ‘O’nun senin yanındaki hâtırı ve rütbesi hürmetine senden istiyorum’, derse…

74 Ahmed İbnu Hanbel (3/21), İbnu Ebî Şeybe (15/106-107, H:29812, Muhammed Avvâme tahkîkı. Metindeki lafız, İbnu Ebî Şeybe’nindir.), İbnu Mâce (778), İbnu’s-Sunnî (84-85) ve [İbnu Huzeyme, (Sahîh’inin bir cüzü olan) et-Tevhîd (1/41- 42, M. Avvâme, Musannef hâmişi:15/106-107) Taberânî, ed-Düâ (2032, M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/106-107), İbnu Menî’, Ebû Nuaym Fazl İbnu Dükeyn, Kitâbu’s-Salât (İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr:1/273, M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/106-107)]

75 El-Bûsîrî, Mısbâhu’z-Zücâce (132-133, H:263), Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, 1414

76 Cerh, müfesser değildir, kınamanın sebebi açıklanmamıştır; dolayısıyla mu’teber değildir.

77 Bu köşeli parantez arası makâlenin dipnotunda yer aldıysa da onu içinde zikretmeyi münâsib gördük.

78 El-Bûsîrî, İbnu Mâce Zevâidi el-Mısbâh’ında (132-133, H:263) ve ona tâbi’ olarak es-Sindî de İbnu Mâce Hâşiyesinde (Dârü’lMa’rifeh) böyle demektedir. (1/429)

79 Alâuddîn Muğlatay, el-İ’lâm Şerhu Süneni İbni Mâce (Mektebetü Nezzâr Mustafa Bâz) (4/1316-1317)

80 Ayni hadîsi aynî Sahâbî’den rivâyet etmekte O’na uymuştur.

81 Yani, Ebû Saî el-Hudrînin yaptığı rivâyetin, bir başka Sahâbî olan Bilâl’den de gelen şâhid’i de vardır. 82 Yani hasen olmaktan aşağı düşmez.

83 Mütâbi’: Bir kişi bir râvîden bir isnâdla bir Sahâbî’den bir hadîs rivâyet eder ve bir başka kişi, aynı râvîden veya onun üstündeki râvîden aynı isnâd ile aynı hadîsi aynı Sahâbî’den aynı lafızla veya aynı ma’nâ ile rivâyet ederse, ikinci hadîse (veya râvîye) ‘mütâbi’ ismi verilir. Şâhid: Tercîh edilen meşhûr görüşe göre bir Sahâbî’den yapılan rivâyetin başka bir Sahâbî’den yapılması hâlinde ikinci rivâyet birincinin Şâhidi olur. Bazıları da “bir rivâyet, -ister bir Sahâbî’den, ister iki ayrı Sahâbîden olsun- diğerine lafızda uyarsa, mütâbi’, manada uyarsa şâhid olur” demişlerdir. Kimileri de “Mütâbi’ ve Şâhid’in ikisi de aynı manadadır” demişlerdir. [Mukaddimetü’d-Dihlevî (biraz tasarruf ile):63- 64 Dâru İbni Kesîr,1426)]

84 Allahu a’lem sahîh liğayrihî.

85 [Hafız Irâkî, İhyâ Tahrîci (1/323)], M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/107

86 [İbnu Hacer, Netâicü’l-Efkâr (1/272)], M. Avvâme, elMusannef hâmişi:15/107

87 Ayrıca, şu Hadîs Hâfızları da bu rivâyeti hasen kabûl etmişlerdir: [Hafız Abdu’l-Ğanî el-Makdisî, en-Nasîha fi’lEdiyeti’s-Sahîha, Münzirî’nin şeyhi Ebû’l-Hasen el-Makdisî, -ki bunu ondan Münzirî nakletmiştir- (et-Terğîb:2/458-459), Dümyâtî, el-Metceru’r-Râbih (1325)], M. Avvâme, el-Musannef hâmişi:15/107

88 Furkan: 59 Bu cümledeki, ‘onu haberdâr olana sor’ derken, ‘sor’ fiil (yüklem), ‘sor’daki gizli ‘sen’ fâil (özne), ‘o’ ve ‘haberdâr’ kelimeleri de iki mef’ûldürler (nesnedir.) Söylenmek istenen َ َل} :şudur سأ’/ { َseele’ fiili ‘sorup bilgi öğrenmek’ ve ‘bir şey istemek’ gibi değişik manalara gelir ve her ikisi de iki mef’ûl alır. Bunlardan bilgi edinmek içün olan ‘suâl’in mef’ûl’üne {ب’/{ ِbâ’ harf-i cerri girer. Metindeki iki misâlde olduğu gibi. Ancak ‘haber öğrenmek’ içün değil de ‘bir şey istemek ve almak’ manasında olan, ‘suâl’in iki mefûl-i bih’inden hiçbirine {ِب’/{bâ’ harfi girmez. {ةَ َ َ ِ ب ِه ْ ال َع ِافي َ َل اهلل سأ’/ { َseelellâhe bihî’l- âfiyete’/ ‘Allah’dan onu istedi’ manasında değil, ‘Allah’dan onun ile (hâtırına) âfiyet istedi’ demek olur. ‘İstedi’ fiil, ‘Allah’dan’ mef’ûl, ‘âfiyeti’ kelimesi diğer mef’ûl-i bih,{هِب {ِ ‘bihî’ kelimesi ise vâsıta edinilen mef’ûl/nesne olur. Yani, ‘bihî’ lafzı ‘suâl’in iki mef’ûl-i bihinden biri olamaz; ikinci mefrûlün bih “el-âfiyete’ kelimesidir.

89 Meâric: 1

90 Meselâ, hadîsde gelen {اً ً َ ا خ ِاشع َ ِّلل ُه َّم ِ اِّن َ ى ا ْسَاُل َك َ ...قْلب Ey}/‘أ Allahım!... Şübhesiz ki ben, Sen’den korkan bir kalb suâl ediyorum (istiyorum)’ şeklindeki duâda olduğu gibi. Burada ‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih, ‘korkan bir kalb’ de ikinci mef’ûl-i bih. İkisinde de ‘bâ’ harfi yok. Bunların dışında bir mef’ûl’e ‘bâ’ girecek olsaydı, ‘vasıtasıyla’ veya ‘aracılığıyla’ manasında olurdu. Cümleye meselâ {كِّ َ َ ِبي biِ}/‘بن nebiyyike’ kelimesini ekleseydik, ondaki ‘bâ’ ile ‘Nebin (vâsıtası) ile’ demiş olacaktık.

91 ‘Nebin ile Senden beni cehennemden korumanı istiyorum’ cümlesinde, ‘istiyorum’ fiil, ‘senden’ birinci mef’ûl-i bih, ‘beni korumanı’ ikinci mef’ûl-i bih, ‘Nebin ile’ de tevessül edilen, vesîle edinilen, ‘Nebin hâtırına’ ma’nâsında. Yoksa ‘Senden Nebîni istiyorum’ veya ‘Sana nebîni soruyorum’ gibi ‘şiddetli güldürecek’ ve ‘uzun uzun eğlendirecek’ olan manalar değil…

92 İki fiilden her biri, bir lafzı kendine bir fâil veya her biri mef’ûl veya biri fâil diğeri de mef’ûl olarak almak isterse, buna ‘tenâzu’ yani iki fiilin bir lafız üzerinde çekişmesi denir ki, teferruatı uzundur. İşin daha fazla olan nahiv inceliklerini ehline bırakıyor, ziyâde îzâha dalmayı lüzûmsuz görüyoruz. Burada şöyle denilir: {كْ َ َُل َك ِ ب َ �ح ِّ �ق َّ ال�س ِ �ائ ِ �ل� َ ين َ عَلي َ ْسأ ,deki}’أ َلُ} َ ْسأ أ’/{istiyorum’, iki mef’ûlün bih istiyor: Birincisi, şu fiilin sonundaki {ك’/{ َsen(den)’ ikincisi ise burada açıkta yok; ancak ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} ilerideki َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını ْ ْقَذِن ِ ى م َ �ن َّ الن ِار} ,istiyor almak olarak mefûl َ ْن ُ تن َُل َك أ َ ْسأ ,deki}’ أ َُل َك} َ ْسأ َلُ}’ nin}’أ َ ْسأ أ‘/{itiyorum’ fiili de sonuna takılan birinci mef’ûl {َك’/{sen(den)’ başka bir ikinci mefûl olarak yine hemen ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} dibindeki َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzını mefûl olarak almak istiyor. Dolayısıyla iki {لَ ُ َ ْسأ أَنْ} bir lafzı} أ ْ ِقَذِن ِى م َن ِّ النارِ تن {ُlafzını kendilerine ikinci mef’ûl olarak almak istiyor ve çekişiyorlar. Nahiv mezheblerinden hangisini kabûl ederseniz edin, birinin ikinci mef’ûlü kalmıyor; birinde zamir ْ ِقَذِن ِى م َن َّ الن ِار} ,o ki zorundasınız etmek takdîr َ ْن ُ تن أ’/{beni ateşten kurtarman(ı)’ lafzına dönecektir. Şâz olan nahiv görüşleri ise meselemiz dışındadır.

93 Taberânî, (Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid:10/159)

94 “Her zaman” ve “bazen’” ma’nâsındaki lafızlardan boş bırakılan ve “bazan” manasına gelen kalıplardandır.

95 Yani cemi/çoğul olarak “istâne edin” denilmeyip müfred/ tekil olarak “istiâne et” denilmiştir.

96 Abdülhayy el-Leknevî, Tezkiretü’r-Râşid, Mecmûatü Resâili’l-Leknevî (6/428-435) İdâretü’l-Kur’ân,1419, 1. baskı.

97 Fâtır: 22

98 Bu kitâb, yakınlarda Hüseyin Muhammed Ali Şükrî’nin gayret ve çalışmasıyla Dârü’l-Medîneti’l-Münevvere ve Dârü’s-Seyyid Abbâs Sakar el-Hüseynî tarafından müştereken basılmıştır. Trhsz.

Devamını Oku »

İslâm Mimarîsi Üzerine Düşünceler



Tevhid İlkesi

“Allah’ın mescidlerini, yalnızca Allah’a ve ahiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayanlar imar edebilirler. İşte, hidayete erenlerden oldukları umulanlar bunlardır.” (Tevbe 9/18)

Bu âyet-i kerîme genel anlamıyla mescidi inşa etmelerine izin verilen insanları, yani müminleri tarif etmektedir.Müslümanların tutumları İslâm’da Şeriat ve Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs ve Sünnetten istinbat edilen akaidle tarif edilmiş durumdadır.İslâmiyet’in temel prensibi olan Tevhid (Birlik) İslâm mimarîsine de yansımış olup bütün varlık düzeylerine ait problemlerin bütünlüğünü kapsar ve cevaplandırır.

Bütün varlık düzeylerine ait problemleri kapsamayan yaklaşımlar İslâmî olmaktan çok fetişistiktir.

“Allah ile beraber başka ilahlar edinme, yoksa kınanmış ve kendi başına bırakılmış olursun.” (İsrâ’17/22)

İslâm mimarîsi, maddî, biyo-sosyal, psikolojik ve ruhî-aklî varlık düzeylerinin problemleriyle ilgili spesifik tutumlar ve uygun değerlendirme sistemlerine sahiptir. İslâm tarihi boyunca, İslâm âleminin değişik bölgelerinde çeşitli nesiller, çevrelerini temel İslâmî ilkelere göre biçimlendirmeye çalıştı ve çok sayıda mimarî eser vücuda getirildi.

Sonuç olarak, İslâm’ın kültürel ve sanatsal başarılarına İslâm kozmolojisinin ve inanç sisteminin dışında kaynaklar icat etmeye çalışan her türlü tarihselcilik, tek taraflı kalmaya mahkûmdur ve sanat formlarının ilişkileri ile onların genetik temellerini anlayıp tanımlamak yeteneğinden yoksundur.

İman ve amel (inanç ile uygulama) arasındaki, İslâm akidesi ile İslâm mimarîsi arasındaki, zorunlu ilişkinin yansımasını kurabilmek için meseleyi daha kapsamlı bir biçimde, bütünlüğü içerisinde incelemek büyük önem taşımaktadır.

Kutsal Sanat

İslâm mimarîsi Kutsal Sanat’ın bir disiplinidir.(6)Kutsal Sanat terimi, salt dinî nesnelere yahut yapılara, camilere ve mescidlere yahut da dinî merasimlerde kullanılan sanat ürünlerine tahsis edilmiş sanat eserleriyle sınırlı değildir. Aslına bakılırsa, İslâm’daki Tevhid kavramı kutsal ile seküler arasında böyle bir ayrıma gidilmesine izin vermez, çünkü yeryüzündeki her nokta ve varlığın her ânı Kutsal Varlığın bir tecellisidir.

“Doğu da Allah’ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah’ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz Allah kuşatandır, bilendir.” (Bakara 2/115)

Bu sebeple Müslüman’a ait bir mimarî ancak Tevhid kavramı üzerinde geliştirilmelidirBelirli veya özel türden elverişsiz bir değere yahut güce atıfta bulunulması İslâm’da yasaklanmıştır.

İslâm mimarîsi, ancak, şahsî ihtiraslardan, gururdan, her türlü açık yahut gizli fetişistik yabancılaşmalardan (şirk) arındırılması gereken tasarım metodolojisine yansımış İslâmî bir tavırla başarılabilir.

“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme, çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin.” (İsrâ’ 17/37)

Her şey, mimarî eserin her unsuru bu bağlam içinde değerlendirilmeli, eserin bütünlüğü içindeki doğru konumuna oturtulmalı, böylece her tür fetişizmden kaçınılmalıdır.

“Allah’tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne de faydası olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır.” (Hac 22/12)

Insan, sadece Allahu Teâlâ’nın emirlerine riayet etmelidir. İslâm, Allahu Teâlâ’nın iradesine sorgusuz sualsiz tâbi olmak, teslim olmak anlamına geldiğinden, mimarın aldığı her karar, sadece "ilmî tevhid” ve “amelî tevhid” ile ulaşılabilen aynı teslimiyeti ifade etmek durumumdadır.(7)

İslâm mimarîsi, kontrolden çıkmış “ratio”nun ürünü değildir. İslâmî-dinî akidelerin, İslâm’ın kozmolojik telakkilerinin ve tevhid anlayışı bağlamındaki İslâmî tavırların yansıması ve ürünüdür.Tevhid, hem Allah’ın iradesine teslim olmayı, hem de, her şeyin kendi doğru yerinde bulunduğu bir düzenin tesisini ifade eder. Mimarî, yaratılmış âlemi “olduğu gibi” anlayan ve değerlendiren akıllı ve sorumlu Müslüman tarafından tasarlanıp uygulanır.

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz akıl sahipleri için ayetler vardır.” (Âl-i ‘İmrân 3/190)

Dolayısıyla, Kutsal Varlık ancak kutsal sanatta yansıyabilir.

...

İslâm Evine Dair

İslâm mimarîsi; malzeme ve teknolojilerin kullanılması ile ilgili olarak bu özel düşüncelerin yanı sıra modern konfor anlayışına benzer yanı olmayan ve amaçları hazcı (hedonistik) kavramlardan tamamen farklı olan biyo-sosyal taleplerin İslâmî bir değerlendirmesinin ve hususî sosyal ihtiyaçların da ürünüdürMimarî, İslâm mimarîsi, İslâm’da insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını oluşturur. Allah’ın iradesine teslim olmak insanın iki cihandaki saadetine giden tek yoldur.

Bu tutum, onun, tabandan tavana kâinata bakmasını mümkün kılar. İnsanın şuuru, çevresine olan ilgisi İslâm’da temel olduğu için, mesken mimarîsi hayatın bütün yönlerini kapsayacak tarzda geliştirilmiştir.

Ev, harem ve selamlık olmak üzere iki bölümden meydana gelir ve genellikle bir avlu etrafında teşekkül etmiştir. Bir İslâm şehrinde sokakta oturmaya izin verilmez. Oturulacak ve toplanılacak yerler mescitler ve evlerdir. Sokak, evlerle tarif edilmiştir. Avlu, evi dış dünyadan muhafaza eder.

En nefis bir şekilde süslenmiş (dekore edilmiş) ev bile -ki çok mütevazı olanları da vardır- gelecek nesillerin değişen ihtiyaçlarına ve arzularına hizmet edilmesini mümkün kılacak esneklikte tasarlanmıştır.

Evler tahta yahut kerpiç gibi kısa ömürlü ve yeniden kullanılabilen malzemelerden inşa edilirdi.Böylece şehirdeki değişim ihtiyacı da kolaylaştırılmış olurdu. Odaların çok amaçlı kullanımı da genel bir tavrı belirler. Planimetrik şemalar kapalı olmaktan ziyade açıktır. Sonuçta, inşa sistemleri benzer karakteristiklere sahip olup değişime açık bir yapıdadır.

Yeryüzünde hayatın fani özelliğini yansıtan şehir dokusunun bu esnekliğinin yanında, binaların,tabiata saygıyı gösteren topografya ile ahenkli ilişkisine özel bir önem atfedilmiştir. Bu anlayış temelde insanlar arasındaki saygın ilişkide görülür ki, aynı zamanda evlerin birbirine uygun biçimde,uyumlu olarak yerleştirilmesine de yansımıştır.

...

İnsan ve İslâm Mimarîsi

Islâm mimarîsi, İslâmî tutum, duygu ve ifadelerin yansımasıdır. İnsanın, tıpkı diğer hayvanlar gibi psişik bir hayatı vardır. Bu hayat, sevgi, korku, sempati vs. gibi duygulardan mürekkeptir.

Insanın psikolojik hayatını, objektif dünyayla duygusal ilişkisi bakımından açıklamayı amaçlayan modern psikolojinin yaklaşımı sınırlı ve elverişsizdir.(10) Batılı deneycilik (ampiricism) ve uzmanlaşma temelinde geliştirilmiş olan bu yaklaşım, varlığı birlik halinde kavrayamaz.Öte yandan, insanın psikolojik hayatı, Müslüman’ın duygu ve tutumlarında yansımasını bulan kozmolojik idrak ve dinî inançlarla kontrol altına alınır.

İslâm’da bu psikolojik durumlar ve duygular “biçim ifadeleri”nde incelenmiş, tanımlanmış, belirlenmiş ve değerlendirilmiş, kontrol edilmiş ve yansımış; sonuçta İslâm mimarîsinin doğmasına imkân vermiştir.Rahman ve Rahim ve Kadir-i Mutlak olan Allah’a inanmak emniyet duygusunun kökenini oluşturur ve sanat formlarına çok-renklilik ve aydınlık, formların berraklığı, hareketlerin sükûnu olarak yansır.

Islâm’ın düzenleyip tanımladığı tutumlar (örneğin, Allah’tan başkasından korkmamak), tasarım sürecinde baskın olan psikolojik unsurlardır. Etkileri, aynı zamanda tevazu, saygı ve sevgi, hayat tarzının sadeliği, topluma ve geleceğe karşı sorumluluk şuuru gibi duygularla ilişki kurarak insan ölçeğinde abidevîlik (monumentality) olarak tezahür eder.

Psikolojik estetik alanında İslâm mimarîsinin başarıları ve sınırsız çeşitlilik ve zenginliği, henüz, bütün tarihi nazar-ı itibara alınarak incelenmiş değildir. Daha önce de bahsedildiği üzere, İslâm’ın psikolojik duygular ve tutumlar üzerindeki etkileri, biyososyal varlık düzeyinin ihtiyaçları üzerinde kurduğu özel kontrol mekanizmasını teşekkül ettirir.

Şurası da aşikârdır ki, İslâm’ın faydalandığı maddî ve teknik tercihlerin başlıca özellikleri benzer genetik kaynaklara sahiptir. Kullanıcının tutumu ile gerçekleşen biçim ifadelerinin ilişkisi, psikolojik varlık düzeyinde bir biçim ifadesi olarak mimarînin bir diğer önemli konusudur.

Bu bakımdan iki ilke İslâmî tutumun temelini oluşturmaktadır.Birinci ilke, “Mescidleri yalnızca Müslümanların imar edebileceğini” ifade eden âyet-i kerîmede, ikinci ilke ise, Müslümanların din-dışı faktörlerce yöneldikleri vecd halinin yıkıcı etkilerinden bahseden hadîs-i şerîfte ifadesini bulmuştur.Daha önce iktibas ettiğim âyet-i kerime, açıkça, bu üç alanda ahenkli ve bütünleyici bir uyumun mutlak lüzumunu, binanın İslâmî biçim ifadelerini ve tasarımcı ile Müslüman kullanıcının İslâmi tutumlarının ilişkisine dair gerçekliği dile getirmektedir.

Yukarıda geçen hadis ise, Müslümanları bir vecd ve istiğrak haline, İslâm bir bilinç dinî olduğu halde, bir bilinçdışı ve tatmin durumuna girmeye zorlayacak yıkıcı etkileri ifade etmektedir.Varlığının ve çevresinin bilincinde olma, bu bilinçten ve insanın ilk gelişme düzeyi olan davranışların tutarlılığından doğan sorumluluk duygusudur, “vecd” (ecstasy) insanoğlunun tahribi veinkârıdır.(11)Her İslâmî uygulama biçiminde temsil edilen insanın bilincine yönelik İslâmî gerçeklik ve tutum,Ortaçağlardan bugüne kadarki Batılı kültürlerin tavırlarıyla taban tabana zıttır.

Gotik, Barok ve Rokoko sürekli olarak, temelde hareketi, sınırlı insan yapısı ürünlerin aydınlatılmış etkilerini ve teknik başarılarını empoze etmek suretiyle egemen olan “biçim ifadeleri”yle insanı etkilemeyi amaçlamaktadır. 19. yüzyılın eklektisizmi ve 20. yüzyılın teknolojik fetişizmi bu bakımdan Batılı Hıristiyan insan anlayışının doğrudan bir devamıdır. Bu yaklaşım, baştan ayağa günahkâr olduğu için ruhban sınıfının, iktisadî yahut idarî güçlerin yönlendirmesine muhtaç bir insan anlayışını sunmaktadır.

Sükûnet İçinde Hareket

Öte yandan İslâm mimarîsi sükûnet içinde harekettir, sınırlılığın berraklığına sahiptir, ifade bakımından mütevazı ve tabiîdir, dramatik yahut dayatmacı olmaktan ziyade güzelliğe ve tezyînîliğe yöneliktir.Büyüklüğün (azametin) etkilerinin vahşiyane bir şekilde insana dayatılması, merhamet ve gururun,tevazu, mükemmeliyet ve kendi kendine yetmenin aşırı noktalara sürüklenmesi, nötr ve hakikî bir biçim ifadesi elde etmek için İslâm mimarîsinde bertaraf edilmesi gereken yabancılaşmalardır.

Bu İslâmî yaklaşım, varlığın bilinçli bir yaratıcısı ve onun tarihî sekansları ile kendi sorumluluklarının bilincinde olarak insana, dünyaya bilinçli ve özgür olarak yönelme ve bakma hakkını, imkânını verir. İnsan üzerindeki bütün yapay, gayrimeşru ve gayriahlâkî etkileri kökten ortadan kaldıran İslâm, saygıdeğer bir Müslüman birey ve cemaatin arayışı içindedir.

İslâm kozmolojisi, yani Müslüman’ın Allahu Teâlâ’ya, yaratılışa, insanın var oluş içindeki yerine,yeni varlık güçlerinin hiyerarşisine inanması İslâm mimarîsinin genetik kaynaklarını oluşturur.

Varlık, inançlar, bilgi ve idrakin aklî, ruhî ve dinî düzeyi, bütün sanat formlarına yansır. Bu yüzden,İslâm sanatları ve mimarîsi nihaî karakteristiklerine binaen İslâm kozmolojisinin projeksiyonlarıdır.

İnsanın psikolojik hallerinin formda yansıtılmasıyla ortaya çıkan problemler psikolojik estetik alanında bir konu olarak tartışılmıştır. Buna mukabil, Worringer’in Gotik sanata özgü değerler sistemini analiz etme çabası, sadece Gotik sanattaki Hıristiyan kültür değerlerinin yansıması olan mekanizmaları açıklamakla sınırlı kalmıştır.(12)

Buna karşılık, Worringer’in İslâmî psişik hallerin İslâm mimarîsine yansıma mekanizmalarını tespit etme çabasına paralellik içinde hiçbir araştırma yapılmamıştır.

Bu alanda karşı karşıya kalınan güçlükler gayet iyi bilinmektedir. “Biçim ifadeleri” ve “insan davranışları ve psişik halleri” alanlarında psikolojik varlık düzeyinin sınırlarını tanımlarken ortaya çıkan İslâm inancının ve davranış formlarının, Müslüman’ın psişik hallerini belirlediği olgusu,Inançlarla psikolojik tavır alışlar arasındaki farklılaşmayı güçleştirmektedir.

Bu yazının sınırlı bağlamında meseleye açıklık kazandırmak ve daha kolay anlaşılmasını sağlamak için zorunlu basitleştirmelere başvurmak zorundayız.

Bu sebeple sadece İslâm sanatının biçimini etkileyen bu islâmî tavır alışları ve “makamları” zikretmeye çalıştık.İslâm sanatları ve mimarîsinin tarihî ve coğrafî boyutlarıyla İslâmî tavır alışlar ve bilgiyle uygunluk içerisinde gelişmesinin karşılıklı bağımlılığını kurmak için konuyu çok daha ayrıntılı bir şekilde incelemeye ihtiyaç vardır.

Mutluluk, keder, neşe, sevgi, ümit, yeis, sükûnet, sıkıntı, şevk, ihtişam gibi basit psişik hallerin etkilerinin yanı sıra takva, saygı, rıza, vecd, şükran, tevekkül ve dürüstlük gibi İslâmî tavır alışlar ve“makamlar” İslâm mimarîsi temelinde analiz edilmelidir.

Turgut Cansever - Islamda Şehir ve Mimari



6-Titus Burckhardt, “Principle’s et Méthodes de l’art Sacre”. Ayrıca bkz. Ananda K. Coomaraswamy, “Christian and Oriental
Philosophy of Art”, Dover Publications, New York.

7- Hasan Basri Çantay, “Kur’ân-ı Hakîm Meâl-i Kerîm”, İhlâs Suresinin tefsirine bakınız.

10-Titus Burckhardt, “Introduction aux Doctrines Esotherique de Islam”

11 Muhammed İkbal, “The Reconstruction of Religious Thought in Islam”

12 Worringer, “L’Art Gothique”, Gallimard, Paris, 1966.

Devamını Oku »

Vizyoner Sultan’la Geleceğe Dönüş

1-İstanbul Boğazı’nın iki yakasını birleştirecek köprü projeleri nasıl geliştirildi?

Keskin bir vizyona ve ileri görüşe sahip II. Abdülhamid zamanını aşan projelere destek vermiş, araştırmaları teşvik etmişti. Destek verdiği tüp geçit, Boğaz köprüleri ve yer altındaki tren hatları gibi projeler vefatından bir asır sonra hayata geçirilirken vizyoner Sultan’ın ayak seslerini işitmemek mümkün mü?

Fransız Mühendis Ferdinand Arnodin Mart 1900 tarihinde “Compagnie Internationale du Chemin de Fer de Bosphore” şirketi adına İstanbul’u bir demiryoluyla çevrelemeyi, Asya ve Avrupa’yı iki boğaz köprüsüyle birbirine bağlamayı teklif etmişti. Sultan’a sunulan haritada yeni yollar ve köprüler bütün ayrıntılarıyla belirtilmişti. Projenin ilk gayesi Asya ile Avrupa arasında kesintisiz demiryolu ulaşımını sağlamaktı.

İlk köprü Üsküdar ile Sarayburnu’nu birleştirecekti. Haydarpaşa’da biten demiryolu oradan Üsküdar’a kadar uzanacak ve köprünün üzerinden İstanbul-Edirne hattına bağlanacaktı. İkinci köprü ise çevre yoluyla Bostancı-Bakırköy hattına işlerlik kazandıracak olan Rumeli HisarıKandilli arasında inşa edilecekti. İki köprü de Paris’teki Eyfel Kulesi’nde kullanılan çelik teknolojisiyle yapılacaktı.

Arnodin’in köprülerinin etkileyici büyüklüğü ve alışılmışın dışındaki mimarileri şehrin siluetine yeni unsurlar ekleyecekti. Özellikle Sarayburnu ile Üsküdar arasındaki köprü İstanbul’un girişinde heybetli bir kapı mahiyetinde olacaktı.

Asma köprü biçiminde düşünülen yapı, sahilden 130’ar metre uzaklıktaki iki payanda üzerine oturacak; ortasında bir büyük payanda daha olacaktı. Köprünün karaya yakın iki ayağı arasındaki mesafe bin 700 metreydi. Köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı.



Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından bağlanacak iki teleferikle tren vagonlarının taşınması hedefleniyordu. Ayrıca projede bazı İslamî motifler de bulunmaktaydı: taşıyıcı ayakların tepelerine minik kubbeler yerleştirilmiş, köprünün ayakları minareli camilere benzetilmiş yapılarla sağlamlaştırılmıştı.

Minareler 16 metre yüksekliğinde olduğundan seyredenlere bir dizi küçük cami hissi verecekti. Mimarî üslup bakımından Rumeli Hisarı Kandilli arasında yapılması planlanan ikinci köprü birincisinden çok daha iddialıydı. Bu da bir asma köprüydü. Birincisinden çok daha romantik ve şık bir görünüm arz ediyordu.

Cisr-i Hamidî (Hamidiye Köprüsü) adını alacak olan bu köprünün taşıyıcı ayakları, köprü geçidi düzeyinde camilere dönüşüyordu. Her camide merkezi bir kubbe ve dört minare bulunmaktaydı. Hamidiye Köprüsü Projesi büyük bir bina üzerine, minarelerle ve Memlûk mimari tarzında kubbelerle süslü, som kâgir destekler arasına kurulu ve çelik halatlarla havada asılı demirden bir binaydı.

Bu kubbelerden her biri granitten yapılmış bir sütun üzerinde olup bunların üstüne toplar 50 kurulmuştu. Döner kuleleri askerî savunmada kullanılacak olan köprü sayesinde Boğaz’dan geçişler de kontrol edilecekti. Hamidiye Köprüsü ışıklandırmayla geceleri çok daha efsunlu bir havaya bürünecekti. İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakalarını birbirine bağlıyordu. İstasyonların Bakırköy ve Bostancı’ya kurulması, demiryolunun da şehrin dışından geçmesi planlanıyordu. Ayrıca tren, araba ve yayalara mahsus ayrı yollar bulunan köprü Bağdat demiryolu hattına da bağlanacaktı.

Böylece bir insanın Hicaz demiryoluyla Medine’den trene binip Viyana’da inmesi mümkün olacaktı. Kanaatimizce İstanbul Boğaz’ına üç köprü inşa eden Cumhuriyet dönemi idarecilerimizin bunlardan birine Sultan II. Abdülhamid Han’ın adını vermeleri isabetli olurdu.

2-Raylı sistem projeleri nelerdi? Sonuçları ve İslam dünyasındaki etkileri ne oldu?



19.yüzyılın ilk yarısında demiryolunun kullanımıyla ulaşım alanında çok hızlı ve kolay bir alternatif ortaya çıkmıştı. 1830’da İngiltere’de Liverpool-Manchester hattının açılmasıyla da demiryolu çağı başladı. Tramvay, tren ve metro ile şehir içi ulaşım son derece kolaylaştı. Anadolu topraklarında ilk demiryolu Sultan Abdülaziz devrinde İzmir-Aydın arasında yapıldı (1866).

Osmanlı’nın ilk büyük raylı sistem projesi ise Rumeli demiryolu hattıydı (1869). Bu projeyle 5 Ocak 1871’de İstanbul ilk defa trenle, bir başka ifadeyle raylı sistemle tanışmıştı. Önce Yedikule-Küçükçekmece hattı hizmete açıldı. Halkın isteği üzerine bu hat kısa sürede Sirkeci’ye kadar uzatıldı. EminönüTopkapı arasındaki çalışmaları sürdüren tramvay şirketi buna karşı çıkarak hattın Topkapı Sarayı bahçesinden geçmesini bahane ederek Sultan’ın desteğini almaya çalıştı. Ancak Sultan Abdülaziz, “Memleketime demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin, razıyım” diyerek hattın Sirkeci’ye ulaşmasını sağladı.

Sultan II. Abdülhamid de demiryolu yatırımlarına önem veriyordu. Demiryoluna kesinlikle ihtiyaç vardı ve yeni hatlar yapıldıkça halkın refah seviyesi artacaktı. Ayrıca demiryolları askerî birliklerin hareketini hızlandıracağından stratejik önemi de vardı. Bu yüzden Sultan ilk olarak Belçikalı Yahudi Banker Baron Maurice de Hirsch’in yarım kalan Rumeli demiryolu projesine el attı. Böylece 1888’de Avrupa ile doğrudan ilk tren yolu bağlantısı kuruldu.

İstanbul’dan Viyana’ya giden ilk trenin hareket düdüğü 12 Ağustos 1882’de Sirkeci’den kalkışta çınlayacaktı.Abdülhamid döneminin meşhur raylı sistem projelerinden biri Bağdat demiryoluydu. Nafia Nazırı Hasan Fehmi Paşa tarafından 1880’de hazırlanan bir layihayla gündeme gelmişti. Proje hem taşımacılık, hem de stratejik açıdan önem arz ediyordu.

Buhat ile Haydarpaşa’dan hareket eden bir tren 75 km hızla 40 saatte Bağdat’a ulaşabilecekti. Ancak Duyun-u Umumiye’nin birçok gelirine el koyduğu Osmanlı Devleti açısından oldukça masraflı ve riskliydi. Sultan bu projeyi İngiliz sömürgeciliği karşısında daha az tehlikeli gördüğü ve bir denge unsuru olarak kullanmayı düşündüğü Almanlara yaptırdı. Önceki hataları tekrarlamak istemiyordu.

Bu yüzden ihaleyi alanların az demir kullanmalarını önlemek için kilometre başına kullanılacak demir miktarını bile sözleşmeye yazdırmıştı. Sözleşmeye eklenen gizli bir maddeyle yabancı devlet vatandaşlarının demiryolu boyunca iskâna teşvik edilmeleri yasaklandı.

Böylece şirketin gereğinden fazla arazi satın alması ve buralara yabancıları -özellikle de Yahudileri yerleştirmeleri engellendi. Ayrıca Sultan, Balkanlardan gelen Müslüman göçmenleri buralara yerleştirerek hem onlara iskân alanı açıyor, hem de vatan topraklarını muhafazaya çalışıyordu. Haydarpaşa-Konya, Konya-Bağdat olarak iki bölümden oluşan projenin çalışmaları 1902’de başladı.

Ne garip bir tecellidir, Ekim 1918’de bitirilen Bağdat demiryolu hattı ilk defa 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı ve Almanya askerlerinin tahliyesinde kullanılmıştı. Bir başka tarihî teşebbüs olan Hicaz demiryolu projesinden dünya 2 Mayıs 1900’de Sultan Abdülhamid’in bir emriyle haberdar oldu. Demiryolu Arabistan’ın kapısı kabul edilen Şam’dan başlayacak, Medine ve Mekke’ye ulaşacaktı. Projenin en dikkat çekici yönü, hattın tamamının Osmanlı tarafından inşa edilecek ve işletilecek olmasıydı. Tamamen Müslümanların eseri olacaktı anlayacağınız. Avrupalı devlet adamları, uzmanlar ve diplomatik temsilciler bu plana “imkânsız ve hayali” nazarıyla baktılar.

Bazı Osmanlı devlet adamları bile maddî kazanç sağlamayacağı ve masrafının çok olacağı gerekçesiyle projeye karşıydı. Maddî gelirden çok “rıza-yı İlahî” beklentisi içinde olan Sultan ve onu destekleyenler var güçleriyle çalıştılar. Sultan “Müminlerin Emiri ve Halifesi” sıfatıyla yapım emrini verdi ve 50 bin Osmanlı lirası bağışlayarak bir yardım kampanyası başlattı. Ardından Sadrazam 75 bin, Nafia Nazırı 71 bin, Şeyhü’l-İslam 55 bin, Hariciye Nazırı 45 bin Osmanlı altınıyla kampanyaya katıldılar.

Her biri 36 bin altından az olmamak kaydıyla diğer bakanlar da yardım ettiler. Bütün devlet çalışanları da en az birer maaşlarını bağışlamışlardı. Özellikle İstanbullular -müderris ve medreselilerin organizasyonuyla- bu projeye büyük katkıda bulundular. Öte yandan bütün İslam dünyası ayağa kalkmıştı.

Kahire’de yayınlanan El-Müeyyed gazetesi projeyi “minnet ve şükranla anılacak bir eser” olarak tanımlıyordu. Hindistan, Orta Asya, Kırım, Kuzey Afrika, Orta Afrika,Güney Afrika, Çin ve Güneydoğu Asya’dan birçok Müslüman yardım kampanyasına katıldı. Hindistan’daki Müslümanların Halife/Sultan’ın projesine gösterdiği teveccüh İngiltere’yi o derece rahatsız etmişti ki, İngiliz basını yardım edenler için “Yıldız parazitleri için sağmal inekler” tabirini kullanacak kadar ileri gitti.

Aslında yurt dışından gelen 110 bin liralık yardımın toplam harcamalar içindeki yeri ancak %2,8 oranındaydı. Osmanlı halkının yardımı ise 3,15 milyon lira olup toplam harcamanın %80’ini oluşturuyordu.

Diğer deyişle 52 ticaretin gelişmesini, ihracatın artmasını, şehirleşme sürecinin hızlanmasını, atıl kaynakların değerlendirilmesini, merkez-çevre ilişkisinin güçlenmesini ve hepsinden önemlisi Osmanlı’nın Ortadoğu’da inisiyatif alabilecek güçlü bir konuma gelmesini sağlayacaktı. Ayrıca Hicaz demiryoluyla hacca gelenler mukaddes beldelerden dünyaya İslam birliği mesajını götüreceklerdi. dış yardımlar temsili bir nitelikteydi ve malî yükün büyük bir bölümünü Müslüman Osmanlı toplumu karşılamıştı. Ancak bu bile Batılı sömürgecileri tedirgin etmeye yetmişti.

Payitaht toplanan yardımların istismarını önlemek için ciddi tedbirler aldı. Yardımlar sırf bu iş için kurulmuş olan Hicaz Demiryolu Komisyonunun hesabına geçiriliyor; harcamalar bu komisyon tarafından yapılıyordu. İnşaatın her aşaması kamuoyuna resmî bildirilerle açıklanarak gerçekleştirildi. Her bağış ve harcama gazetelerde ilan edildi.

1902’de başlayan Hicaz demiryolu projesi 1908’de Medine-i Münevvere’ye ulaşarak tamamlandı. Sultan’ın tahta çıkış yıldönümü olan 1 Eylül 1908’de resmî bir merasimle işletmeye açıldı. Olağanüstü bir başarıydı bu. Demiryolu inşaatlarında yılda yaklaşık 150 km inşa edilirken, bu projede çöl sıcaklarına rağmen yılda 288 km’ye ulaşılmıştı. Bu hatla daha önce 40 günde gidilen Şam-Medine yolu 3 güne indi. Altı çizilmesi gereken tarihî bir icraat da, Medine-i Münevvere’ye yaklaşılınca Sultan’ın emriyle Hz. Peygamber’in (sas) ruhaniyetinin rahatsız olmaması için çelik yerine ağaç traversler kullanılması ve gürültüyü engellemek için raylara keçe döşenmesidir.

Hattın Medine-i Münevvere’ye ulaşması münasebetiyle İslam âlemi büyük bir coşku yaşadı. Çok sayıda tebrik telgrafı ve kutlama mektupları alan Halife/Sultan Müslümanların gönlünde taht kurmuştu. 27 Nisan 1909’da tahttan indirildiğinde, bilhassa Hindistan’da ve Güney Afrika’da büyük üzüntü yaşandığını ve Hicaz demiryolu fonuna gönderilen yardımların kesildiğini hatırlatalım. Hatta Osmanlı konsolosları bu ülkelerden kovuldu, protesto gösterileri yapıldı.

1. Dünya Savaşı sırasında Fahreddin Paşa’nın uzun ve zorlu bir mücadele sonunda teslim olmak zorunda kalmasıyla birlikte hem Medine, hem de Hicaz demiryolu Osmanlı hâkimiyetinden çıkacaktı (10 Ocak 1919).

3-Istanbul Boğazı’nın altından geçecek tüp geçit projeleri nelerdi?



Boğaz geçişi için hayal sayılabilecek ilk tüp geçit projesi Fransız mühendis Eùqène Henri Gavand tarafından Sultan’ın tahta geçtiği ilk yıl sunuldu. Halen faal olan Karaköy-Galata tünelinin mühendisi Gavand 1876’da “The Metropolitan Railway of Constantinople” adlı şirketi adına Osmanlı hükümetine İstanbul’u kuzeyden güneye kat eden ve büyük bölümü yeraltından geçen bir demiryolu projesi yapmayı teklif etti. Kumkapı’dan başlayacak olan demiryolu yarımadayı yeraltından kat edecek ve İstanbul terminalinin inşa edileceği Eminönü’nde yerüstüne çıkacaktı.

Araçlar Haliç’i geçmek için yeni Galata Köprüsü’nü kullanacak, ancak Galata’ya geçer geçmez yine yeraltına ineceklerdi. Öngörülen plana göre sistem Karaköy’den Ortaköy’e kadar sahile paralel gidecek; Karaköy, Tophane, Fındıklı, Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy’de tren istasyonları olacaktı. Demiryolunun Kumkapı’dan Beşiktaş’a kadar olan tahmini uzunluğu 4.300 metreydi. Haliç ve Marmara sahilleri arasında yer altından bir bağlantı kurulmasını tasarlayan Gavand’ın en dikkat çekici teklifi ilk tüp geçit projesiydi.

Marmara sahilini setlerle genişletme projesinin yanı sıra Boğaz’ı Sarayburnu-Üsküdar arasından geçecek bir yeraltı treni yapılmasını teklif ediyordu. Bu sayede Avrupa’dan gelen trenler doğrudan Asya yakasına geçebileceklerdi. “Yeni Şehir Projesi” adı verilen bu çok iddialı ilk tüp geçit projesinin ayrıntılarına fazla girilmemişti. Ancak Gavand’ın yaptığı bu kıtalar arası ilk metro projesinin Marmaray ve tüp geçit projelerine ilham kaynağı olduğunu biliyoruz.

Sarayburnu-Üsküdar (Şemsipaşa-Salacak) arasının tüp geçitle bağlanmasına yönelik ikinci proje bir başka Fransız mühendis Simon Preault tarafından 1891’de Sultan’a sunulmuştu. “Deniz Altında Boru (Tüp) Köprünün Ön Projesi” adıyla sunulan proje için çok büyük bir inşaat teknolojisinin gerektiği anlaşılıyor. Amaçlarından biri de Haydarpaşa-Sirkeci arasını tüp geçitle birleştirerek demiryolu ulaşımını kesintisiz hale getirmekti. İmtiyaz sözleşmesi, anlaşma, inşaat projesi, bakım, işletme ve şirket bölümlerinden oluşan ve Fransızca olarak hazırlanan 33 sayfalık proje Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndedir.

Aslında Simon Preault iki ayrı proje hazırlamıştı. İlkinde tüp tünel 7 payandalı ve 2,200 metre uzunluğunda tasarlanmıştı. Yeni projede ise payanda sayısı 13’e, tünel uzunluğu 3,100 metreye çıkarıldı. Preault çizimlerinde Boğaz’ı geçmek için küp şeklinde 3,2 metre genişliğinde ve 4,3 metre yüksekliğinde iki tüp kullanmayı düşünmüştü. Ancak deniz dibinde açıkta duran bu payandaların Boğaz’ın sert dip akıntısına karşı koymasını imkânsız gören Preault bunun çaresini bulamadan projesinin uygulanamayacağı kanaatindeydi.

Tasarımları günümüzdeki tüp geçit projesine de ilham kaynağı olmuştur. Dip akıntısından etkilenmemesi için bugün tüpler deniz yüzeyinde oluşturulmuş tabaların üzerine yerleştirildi. Çelik tüplerin kullanılması, tüplerin yüzeyde yapılıp daldırma yöntemiyle yerleştirilmesi, geçidin Salacak-Sarayburnu istikametinde düşünülmesi, çift tünelli olması ve raylı sistemi ön görmesi iki projenin diğer ortak yönleridir. Preault’dan 11 yıl sonra, 1902’de Amerikalı mühendisler Frederick E. Strom, Frank Lindman ve John Hilliker tarafından Sultan’a üçüncü proje sunulacaktı.

Dönemin meşhur amirallerinden Ahmed Besim Paşa aracılığıyla sunulan “Cisr-i Enbûbî fi’l-Bahr yani Subaküs Viyadikt” adlı projeye göre Boğaz’ın Anadolu (Üsküdar-Salacak) ile Rumeli (Yenikapı-Sarayburnu) yakası denize sabitlenmiş 16 büyük sütun üzerinden geçirilmiş büyük bir tüp geçit ile birleştirilecekti. Tüp geçidin içinde ikisi yolcuya, biri de eşyalara mahsus olmak üzere üç vagonlu bir tren işleyecekti. Bu arada Salacak kısmı raylarla Haydarpaşa tren istasyonuna bağlanacaktı.

Strom ve arkadaşlarının hedefi Avrupa ile Asya arasında kesintisiz bir demiryolu bağlantısı sağlamaktı. Projede 1890’da inşa edilen Sirkeci Garı’na karşılık Asya yakasında anıt benzeri bir gar düşünülmüştü. 1902 yılında çizdirilen projede köprülerin çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu. Strom arkadaşları adına, kendilerine yakınlık gösteren ve onları teşvik eden Sultan’dan bu konuda bir izin beratı bile almıştı. Ancak hükümet, uygulanabilirlikten uzaklığı, teknik açıdan Preault’un projesinden daha yetersiz olması ve maliyetinin yüksekliği sebebiyle projeyi onaylamadı.

4-Konya Ovası’nı sulama projeleri hangileriydi?



Ülkemizin tahıl ambarı olan Konya Ovası’nı suya kavuşturmak ve ikinci bir Çukurova ortaya çıkarmak maksadıyla tasarlanan ilk sulama projesi Konya Valisi Çelik Mehmed Paşa tarafından 1819’da hazırlanmıştı. 1862’de Konya Valisi Hafız Paşa’nın, Beyşehir Gölü’nün ovaya akıtılmasının beklenenden çok daha kolay olduğu, ovanın sulanmasıyla hem verimin artacağı, hem de bataklıkların kurutulacağı konusundaki raporu İstanbul’da büyük bir memnuniyetle karşılanmıştı. Çelik Mehmed Paşa’nın projesini tamamlamak isteyen Vali Hafız Paşa, Suğla Gölü’ne akan Beyşehir Çayı’nın mecrasını değiştirmeyi ve “Mavi Boğaz” yoluyla Konya Ovası’na akıtmayı denemiş, ancak bu teşebbüsü neticelenmemiştir.

1871 yılında Vali İzzet Paşa, Arvana Düdeni’ni 54 yeniden açtırmak istemişse de başarılı olamamıştı. Sultan II. Abdülhamid de Konya Ovası’nın sulanması meselesine önem veriyordu. 1883, 1887, 1889 ve 1893 yıllarında buna yönelik bazı istimlâk, hafriyat ve kanal çalışmaları yaptırmıştı. 29 Temmuz 1896’da Eskişehir-Konya tren yolunun, diğer adıyla “Hububat Hattı”nın tamamlanması, Konyalı çiftçiler için tarım ürünlerinin iç ve dış pazarlara daha kolay şekilde ulaştırılmasını sağlayacak çok olumlu bir gelişmeydi. Sultan 1899’da ülkenin zirai kapasitesinin arttırılması, arazilerin ıslahı ve memlekette bulunmayan ağaç ve bitkilerin ithaliyle ilgili vilayetlere bir yazı göndermişti.

Konya valiliği 3 Nisan 1899’da Beyşehir ve Karaviran göllerini kullanarak tarlaların sulanması yönünde yazılı bir talepte bulundu. Bunun üzerine Sultan dönemin valisi Avlonyalı Ferid Paşa’dan bu konuda ayrıntılı çalışma yapmasını istedi. Hemen çalışmalara başlayan Ferid Paşa 1902’de sadrazam olunca tasarıyı önemli bir safhaya taşıyacaktı.

1903’te Anadolu-Osmanlı Demiryolu Şirketi proje doğrultusunda arazi ve etüt çalışmalarına başladı. Akabinde Konya Ovası’nı sulama projesi ortaya çıktı. Kasım 1907’de 850 bin Osmanlı altını keşif bedeliyle bir şirketle proje sözleşmesi imzalandı. Sultan, Alman şirketiyle yapılan anlaşmaya üç özel şart koydurmuştu. İlki sulanacak araziye yabancıların iskân edilmemesi, ova dâhilinde yabancılara hiçbir sebep ve vesileyle emlâk ve arazi satışının yapılmamasıydı. Böylece Batılıların sömürgeleştirme teşebbüslerini engellemek istemişti. İkincisi proje bittikten sonra şirketin hiçbir işletme ve hak talebinde bulunmamasıydı.

Proje yeni kurulacak yerli bir şirket tarafından işletilecekti. Üçüncü şart da ön çalışma ve inşaat sürecinde istihdam edilecek çalışanların Konya ve çevresinde yaşayan devletine bağlı “sadık” insanlardan seçilmesiydi. Ancak şirket Abdülhamid sonrasında ikinci ve üçüncü şartlara uymadı.

Özellikle ayrılıkçı Ermeni ve Rumların çalıştırılması ve şirketin halktan para istemesi birçok problemin ortaya çıkmasına yol açtı. Çeşitli tartışmalar yaşandı, halk şirket binalarına saldırdı. Konya Ovası’nı sulama projesi Beyşehir Gölü suyunun Beyşehir Çayı ile Karaviran Gölü’ne dökülmeden, doğrudan tarım arazilerine aktarılmasıyla gerçekleştirilecekti. Nisan 1908’de Sultan Abdülhamid Han’ın tasdikiyle inşasına başlanan projeyle Karaviran (Suğla) Gölü’nün kurutulması ve toplam 53 bin hektar arazinin sulanması hedeflenmişti.

1913 yılında tamamlanan proje Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen sulama projelerinden biri olmuştu. Ana kaynak Beyşehir Gölü’ydü. Buradan alınan su üç ana isale hattı, buna bağlı kanallar ve taksim merkezleriyle (regülatörler) 217 kilometre uzaklıktaki Konya Ovası’na ulaştırılmıştı. Susuzluk yüzünden büyük bir çöle dönüşen binlerce kilometrekare arazi bu projeyle suya kavuşacak, hasılatın artmasıyla değer kazanacak, ayrıca vergi ve aşar da o nispette artacaktı. Böylece Konya Ovası asırlar öncesinde olduğu gibi yeniden Anadolu’nun “zahire ambarı” olacaktı. Bataklıkların kurutulması ve sulu tarıma geçilmesiyle devletin yıllık 400 bin lira vergi kazancı olmuştu.

Kurtulan bataklıkların satılmasıyla da 2 milyon liradan fazla bir ek gelir sağlandı. 1985’te Göksu Havzası’ndan Konya Ovası’na yılda yaklaşık 415 milyon metreküp su getirecek Mavi Tünel Projesi, önceki proje artık ihtiyaca cevap veremediği için yeniden gündeme geldi. Konya Ovası’nın yüzde 70’ini sulanabilir hale getirecek olan bu proje 6 Temmuz 2007’de uygulamaya kondu. Bunun yanı sıra 12 etaptan oluşan ve GAP’tan sonra en büyük sulama projesi yatırımı olan Konya Ovası Sulama Projesi (KOP) çalışmaları da hız kazandı.

Yapımı uzun zamandır gündemde olan ancak bir türlü bitirilemeyen Konya Ovası Sulama Projesi ve Mavi Tünel 2015 yılında tamamlanarak hizmete girdi. Türkiye’nin GAP’tan sonraki ikinci en büyük entegre sulama sistemi olan Mavi Tünel’in yapımıyla Sultan Abdülhamid’in mirasçıları ondan bir asır sonra onun bir hayalini daha gerçekleştirmiş oldular.(Ahmet Uçar - Dr.Araştırmacı Yazar)

5-Hafiye teşkilatı Sultan’ın şüpheciliğinin mahsulü mü?

Sultan’ın tahta çıkışı sancılı olmuştur: Amcasının “delilik töhmetiyle” tahttan indirilmesi, Sultan V. Murad’ın, tahta çıkışının ilk gününden itibaren akıl sağlığını yitirmeye başlaması ve sonunda “cünûn-ı mutbık/tedavisi mümkün olmayan akıl hastalığı” teşhisiyle tahttan indirilmesi, Şehzade Abdülhamid’e taht yolunu açtı. Fakat saltanatın yeni sahibi, iki hal‘ ve bir iclâsı gerçekleştiren ilmiye, seyfiye ve mülkiye bürokrasisinin tepesinde bulunan kişilerin oluşturduğu ekiple karşı karşıya idi.

Sultan V. Murad’ın hastalığı, ekibi başka bir arayışa sevk etti. Abdülhamid’le pazarlıklar başladı: Mütercim Rüştü ve Mithat paşalar Kanun-ı Esasi’nin hazırlanarak yürürlüğe konulması ve Meşrutiyetin ilanı karşılığında kendisini tahta çıkarabileceklerini dile getirdiler. Talep sahipleri, hal‘leri ve iclâsı gerçekleştiren ekibin iki önemli ismi idi. Şehzade Abdülhamid talebi kabul ederek iktidara gelmiş oldu. Sultan V. Murad, tahttan indirildiği 31 Ağustos 1876’dan vefat ettiği güne kadar (29 Ağustos 1904) siyasî malzeme olarak kullanıldı. Abdülhamid’in muhalifleri onu pek çok defa tekrar tahta çıkarma veya Avrupa’ya kaçırma girişiminde bulundular.

Masonların bazı faaliyetleri ve Ali Suavi’nin Çırağan baskının amacı da V. Murad’ı tekrar tahta çıkarmaktı. Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve katli de Sultan’ı derinden etkilemiştir: V. Murad’ı da aynı ekip tahta çıkarmış, cinnet hali ortaya çıkınca yine bu ekip tahttan indirmiş ve II. Abdülhamid’in tahta çıkışı bu ekip eliyle olmuştur. Sultan, karşı karşıya bulunduğu gücün, “kuvve-i mücbirenin” farkındadır.

Bu durum onu devlet adamlarını, sivil ve askerî bürokrasiyi kontrol altında tutmak için bazı tedbirler almaya sevk edecektir. Saltanatının 7. ayında Sultan’ın kendisini Osmanlı-Rus Savaşı’nın kucağında bulduğunu söyleyebiliriz. 24 Nisan 1877’de Ruslar Osmanlı sınırını geçip savaşı başlattılar. İmzalanan Yeşilköy Antlaşması sonrasında Balkan toprakları üzerinde dört bağımsız devlet kuruldu. Bölgeden yapılan büyük ölçüdeki göçler, sosyal ve ekonomik sıkıntılara yol açtı. Berlin Kongresi bu antlaşmayı hafifletmek adına toplandıysa da Tunus, Mısır ve Kıbrıs elden çıktı. Doğuda Kars, Ardahan ve Batum’u ele geçiren Ruslar Erzurum’a dayandılar. Vilayât-ı Sitte’de Ermenilere bir bakıma özerklik verecek ıslahatlar hususunda Osmanlı Devleti baskılara maruz kaldı.

Fatura parlamento tarafından Sultan’a kesildi. İttihat ve Terakki’nin örgütlenme sürecine girdiği 1895’ten itibaren Sultan’ın yönetimine yönelik yıkıcı faaliyetleri artmıştı. Şubat 1902’de Paris’te yapılan kongrede İttihat ve Terakki, Sultan’ın muhalifi olan kesimlerle ittifak yaptı: Ermeni-Taşnak, Arnavut, Arap, Rum, Yahudi gibi etnik unsurlar... Ülkesinin geleceğini inşa için açtığı eğitim kurumlarında yetişenler de ona düşmandı. Harp okulunda, akademide “hürriyet, meşrutiyet” gibi fikirlerle, ancak bunların neye tekabül ettiğini, toplumda karşılığının olup olmadığını bilmeden Abdülhamid yönetimine karşı yetiştirilmişlerdi.

Rakiplerinin bütün bu faaliyetlerine karşı kurulan hafiye örgütü yüzünden Abdülhamid ağır eleştirilerin odağında yer almıştı. Bu örgüt Ekim 1879’da sadrazamlığa atanan Said Paşa tarafından kuruldu. Uzun yıllar Yıldız Sarayı’nda Mabeyn Başkâtibi olan Tahsin Paşa hatıralarında böyle bir teşkilatın Said Paşa’nın ilk sadaretinde kurulduğunu ifade eder. Ancak teşkilatın, Abdülhamid’in tahta çıkışından çok daha sonra kurulduğunu yazanlar da vardır.(Mehmet Ali Beyhan - Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü)

6-Dış politikası pasif bir direniş miydi, planlı ve hesaplı bir strateji mi?

Sultan II. Abdülhamid dönemi dış siyasetinin, kendinden önceki ve sonraki dönemlerle kıyaslandığı zaman daha istikrarlı ve gerçekçi olduğu görülmektedir. 93 Harbi akabinde devletin kendisini toparlayabilmesi için acil ve uzun süreli bir barışa ihtiyaç bulunduğuna hükmeden II. Abdülhamid, bir yandan Avrupalı devletler arasındaki rekabet ve çıkar çatışmalarından faydalanmaya, diğer yandan da bu devletlerle olan meselelerini mümkün olduğunca sulh yolu ile halletmeye gayret ediyordu. Padişah’a göre mevcut şartlarda Avrupa devletlerine karşı izlenebilecek en iyi politika tarafsızlık idi. Bu siyasetinde zaman zaman “korkaklık ve pasiflik” iddialarına muhatap olacak derecede ısrarlı olan II. Abdülhamid’in son tahlilde pek de yanılmadığı söylenebilir.

Berlin Kongresi akabinde Osmanlı Devleti’nin önünde ya bir devletle müttefik olarak devam etmesi ya da tarafsızlık siyaseti gütmesi gibi iki seçenek kalmıştı. Birinci tercihte yaşanmış tecrübelerin ittifak taahhütlerine güvenilemeyeceğini açıkça ortaya koyması bir tarafa, eşit şartlar ve güçlerde gerçekleşmeyen bu ittifak bir bakıma güçlü müttefikin güdümüne girmek anlamına geliyordu. Böyle bir durum Osmanlı Devleti’nin vaziyeti açısından hiç de tercih edilecek bir durum değildi.

Sultan II. Abdülhamid’in tarafsızlığı, Avrupalı devletlere duyulan güvensizliğin ışığında bilinçli bir karardı. Gaye  mümkün olduğunca savaşlardan uzak kalmak, sonra da eldeki toprakları muhafaza edebilmekti. Bu çerçevede 1880’lerden itibaren sömürgecilerin iştahını kabartan Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Balkanlardaki Osmanlı topraklarına özel hassasiyetle eğilmiş, buraları en azından hukuken Osmanlı sınırları içerisinde tutabilmek için gayret sarf etmiştir. Özellikle Cezayir, Tunus ve Mısır konusunda Fransa ve İngiltere’ye yönelik tutumu bu anlayışına örnek gösterilebilir. Nitekim Osmanlı Devleti fiili işgalleri hiçbir zaman kabullenmeyerek bu toprakları kendi vilayeti olarak görmeye devam edecekti.

Sultan II. Abdülhamid Osmanlı tarihinin belki de en buhranlı dönemlerinden birinde hüküm sürmüş ve sadece dış siyaset ve devletlerarası ilişkiler nokta-i nazarından bile saltanatının sonuna kadar rahat bir nefes alamamıştır. Hatıralarında ve değişik vesilelerle sadır olan irade ve muhtıralarında hep ifade ettiği şey, devletin en önemli ihtiyacının savaşlardan, gerginliklerden uzak uzun bir sulh devri olduğu ve yeniden toparlanıp ayağa kalkmak için bir nefes almaya ihtiyaç bulunduğudur.

Devletin mevcut sınırlarında varlığının devam ettirebilmesinin kendi güç ve dinamiklerinin yanı sıra başka devletlerin arasındaki anlaşmazlıklara da dayandığının aşikar olması Sultan II. Abdülhamid’in zihninde hep yer etmiştir. Hal böyle olunca gün gelip ilgili devletlerin Osmanlı üzerindeki hesaplarında anlaşabilmeleri ihtimali Abdülhamid’i daima tedirgin kılmıştır.(Azmi Özcan - Prof. Dr., Sakarya Üniversitesi Tarih Bölüm)

...

Derin Tarih Dergisi - Bilinmeyen Abdülhamid Sayısı, syf.49-57

Şubat 2017
Devamını Oku »

Uygarlık Krizi: Otoriteden İktidara

İktidar kavramı, mâdun olan herkesin ve her şeyin üzerinde kurulan bir güç yönetim ve uygulaması olarak salt siyasî alanda değil, ebeveynin çocuk üzerindeki denetiminden piyasa koşulla­rının tüketici üzerindeki dayatmacılığına kadar her alanda tecrübe edilebilen bir mekanizmanın adıdır. Bu yaygınlık onun doğrudan olumsuzlanması için bir direnç var eder: Nihayetinde aile kurumu, İktisadî piyasa, toplum-devlet yapılaşması iktidara ihtiyaç duyulan organizasyonlar olarak görülebilecektir.

İktidar olgusunun olumlanıp olumlanmayacağına ilişkin dü­şünceyi besleyecek iki yönü dikkate değerdir: Birincisi, Foucaultcu bir denetim mekanizması olarak güç kavramı; İkincisi de Guenonyen bir ayrımla manevî otorite ve maddî iktidar arasındaki farklılık hususudur. Bu iki yönü birleştirici olan taraf, içinde yaşadığı­mız hayatın gerçeklik olarak nitelenmesi ve iktidarın da bundaki payıdır. Ki bu gerçeklik insan zihninde çırılçıplak bir algıyla oluşmamakta, biçimlendirilerek sunulmaktadır ki biçimlendirmeyi yapan güce iktidar denmektedir. Gerçeklik olarak algılanan kesin bir biçimde toplumsallığın ürünüdür ve toplumsalın kendisi gibi bir güç denetimiyle açığa çıkmaktadır. İnanan birisi için tanrı ta­savvuru, iyi-kötü-doğru-yanlış nitelemeleri, düşünme biçimi, ih­tiyaçları giderme yöntemleri vs. insanın kendini arıtıp ya da üze­rinde ince ince düşünüp aldığı kararlarının bir sonucu olmaktan çok, içine doğduğu toplumun öğrettikleridir. Toplumsallaşma sü­reci, normal diye adlandırılan kalıpları edinme ve uygulamayla ger­çekleştiğinden birey için gerçeklik demek iktidar demektir. Nor­mal ve gerçeklik her zaman örtüşmese de normal, gerçekliğin bir ölçütü olarak gelişmek durumunda olduğundan, bireyin tüm al­gıları gerçekliği dayatan iktidara tabidir.

Tarihsel olarak değerlendirildiğinde modern sonrası kabul edilen bugün, normal olanla ilgili çok ciddi bir kırılmayı temsil etmektedir. Bu kırılma, tıpkı gerçekliğin kırılması gibi belirsizlik ve boşlukla iç içedir ve bu sebeple normalliğe dair hiçbir güven kalma­mış durumdadır. Bununsa bireye gerçekliği dayatan toplumsallıkla,daha doğrusu toplumsalı da denetleyen iktidar ile ilgili olduğu açıktır. Birkaç yüzyıldır süregelen uygarlık krizini tetıkleyen bu denge­sizlik, iktidarın ikinci yönü olarak değinilen maddî ve manevi av­amıyla ilişkili görülüyor: Guenonün “tamamen maddileşmiş tek uygarlık” olarak nitelediği modern toplum biçimlerinin temel ka­rakteristiği; maddî olanın, manevî olanı değilse de manevî alana ait algıyı biçimlendirmesidir. Manevî alan otoriteye, maddî olan ise iktidara ilişkindir. “Manevî iktidar” sözü oksimorondur. Ya da manevî yönlendirme iradeyi teslim almadığından bir iktidar biçimi değildir, otorite biçimidir. Bunlar birbirlerinin yerine geçemezler ki bugün uygarlık krizi olarak adlandırılan şey, maddî iktidarın manevî otoriteyi etkisiz hâle getirmişliğinden ibarettir.

Maddî bir olgu olan iktidar anlayışının Avrupa’dan başlamak üzere, benzer ve çeşitli araçlar sayesinde tüm toplumları denetim altına alması dolayısıyla Marx ve Engels “katı olan her şey buhar­laşıyor' diyorlardı ve Weber ''büyüsü bozulmuş bir dünya”dan söz ediyordu. Bunun tarihsel açılımını Aydınlanma düşüncesi, kartez­yen felsefe, bilimsel devrim, Fransız ihtilâli gibi bazı anahtar kav­ramlarla yapma eğilimi yaygındır: Bilginin öznel bir keşif ve fütu­hat olması fikrinin terk edilip yerine bilginin nesnel bir gerçeklik hatta mutlakıyet olarak tanımlanıp kavranılmasının gerçekten de bu tarihî olaylarla açıktan ve doğrudan bir ilişkisi vardır. Antiki­tede, Ortaçağ Avrupasında, Musevî-Hristiyan-Islâm dünyasında ve Uzakdoğu’da yaygın olarak nesnelleştirilmemiş olan bilginin; Rönesans’tan sonra Avrupa’da gelişen bir algı sisteminin kurbanı olduğunu söylemek mümkündür. Elbette Yunanda da Asya’da da materyalist bilgi anlayışını savunan ve dünyayı da buna göre sis­temleştirerek açıklayanlar tarih boyunca var oldular; ancak bu du­rum, toplumların hayatı anlamlandırmaları, ekonomik rejimleri, siyasal yapılanmaları, kültürleri yönlendirebilecek bir güce sahip değildi.

Bu gücün etkisi oldukça kapsamlıdır: Manevî olanın üs­tünlüğü sadece bireylerin maddîleşmeleriyle ilgili değil, kentlerin merkezinde tapınak ya da ibadethane olması, krallıkların meşru­iyetinin dinî otorite tarafından tasdik edilmesi, kutsalı dışlayan sanatın reddi, dünyanın kainatın merkezi olarak değerlendirildiği fizik algısı gibi hayatın her alanında geçerli bir durumdur.

Bilgi, gözlem ve deney için uygun hâle getirilerek nesnelleştiri­lirken gerçekliğin olağan hâli bakış açısına sabitlenmiştir. Descartes’la birlikte felsefi olarak yerleşip güçlenmişse de Rönesans’ta zaten ticarî gereksinimlerle entelektüel birikimine başlanmış bu eğilim, Aydın­lanma döneminde üst kültürü tamamen ele geçirmiş ve sonra gide­rek her sahada dalga dalga yayılmıştır: Kapitalizm, bireycilik, mo­dern sanat, Sanayi Devrimi, ulus-devlet yapılanması vs... Bu süreç, artık maddi gücün her şeyi biçimlendirip anlamlandırmaya ve top­lumsallığın biçimlendirilme gücünün, otoriteden iktidara doğru kaymaya başladığı bir aralığa işaret ediyor.

Bilginin kendinde de­ğeri su-i istimal edilerek, “Bilgi güçtür” sözüyle açık olan bir araca dönüştürülmüştür. Bilimselliğin başlamasıyla artık bilginin ikti­dar için araçsallaştırılması paraleldir. Ki Orwel'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü, iktidarın uygulanması olarak bilginin hem alınması hem de sunulmasından söz ediyordu; yönetim bir taraftan birey­ler üzerinde sıkı bir denetim uygulayarak her ânı gözetliyor, diğer taraftan başta tarih olmak üzere bütün bilgi birikimini dönüştür­mek için çabalıyordu.

Kapitalist küreselleşmeyle beraber dünya, özellikle teknoloji­den faydalanılarak bu sistemin yerleştirildiği bir tahakküm rejiminin hemen eşiğine getirilmiştir. Ted Kazcynski, teknolojinin özgürlük talebinden daha etkin bir sosyal güç olduğunu söylerken, teknolo­jinin insanların yaşamsal ihtiyaçlarının başlarında yer alan güvenlik istemlerini gıdıklayarak biçimlendirilmesinin bu güç hakkında bir fikir vereceğini gösterir. Can ve mal güvenliği söylemiyle şekillen­dirilmiş bir kameralı gözetim sisteminin yaratacağı denetim algısı toplumsal çoğunluk tarafından özgürlüğe tercih edilecektir ya da internetin sunduğu bilgilere erişim hakkında zararlı içerikten ko­runma içgüdüsü yine özgürlükten daha başları olacaktır.

Esas olan bilginin iktidar denetiminde olmasıdır ve bunun için artık teknolojik tüm imkânlar kullanılmakta ve bu sayede toplum­lar denetim altında tutulup, istenilen yöne sürüklenebilmektedir.

Bu teknoloji; matbaa, kitap, televizyon, sinema, kamera, ses ka­yıt cihazı, internet olabilir, fark etmiyor. İktidar önce bilgiyi ele geçiriyor, sonra bu bilgiye dayalı bir kurgu inşâ ediyor ve nihayet bu kurgu gerçeklik olarak dayatılıyor ve insanların gerçeğe saygılı olması üstüne bir ahlâk ve hukuk inşâ ediliyor. Bilginin bir güç hâline getirilmesi, teknolojik ilerleme, dünyanın maddîleşmesi ve iktidar denetiminin yoğunlaşması hep aynı sürecin farklı yönleri­dir. Nihayetinde iktidarın, manevî olanı uzaklaştırırken bilgi süreç­lerini nesnel ve maddesel kılması bir gerçeklik tahakkümünün de oluşturulması anlamına gelmektedir. Yani gerçek olanın belirlen­mesi artık tamamen maddî iktidarın denetim ve tasdikiyle müm­kün olmaktadır.

Bilimin öncülüğünde eşyanın değerlendirilmesi, perspektif se­bebiyle gözlemlenebildiği ölçüdedir. Burada ilâhî olanın, manevî olanın yeri yoktur ve tüm değerler, insan türünün ölçütlerine göre bir silsile içindedir. Değerlere ilişkin algıdaki bu değişim doğal ola­rak gerçeklik düzlemini yeniden üretmektedir. Gerçekliğin yeniden üretilmesi ise ancak ideoloji kavramıyla ifade edilebilir ki perspek­tif bu sebeple bir sanatsal olgu olmaktan çok, ideolojik bir gerçek­lik tasavvurundan ibarettir.

Modern akıl ile baktığımız bir minyatür eserinde -kimilerince çocukça diye nitelenebilecek- bir saflık göze çarpar: Resim içindeki nesneler maddî gerçeklikleriyle değil, manevî derecelerine göre sıra­lanmıştır; padişah uzakta bile olsa büyüktür, kul yakında bile olsa küçüktür örneğin. Aynısı Rönesans öncesi Avrupa resminde de vardır; başlarında hâle olan insanlar, ışık saçan nesneler, melekler vs. Eğitim sistemi ve sosyal dünyanın bireylerde hâkim hâle getir­mek üzere örgütlendiği modern aklın, gözleme dayalı olarak kur­duğu gerçeklik, özne ve nesne arasında mudak bir ayrım var ede­rek nesneyi, öznenin denetimi içine hapsetmektedir. Yani yine bir iktidar ilişkisi kurulmaktadır. Bu hapis manevî olanı yok saydığı için modern sanat algısı, maddî olanın bireysel psikolojideki yan­sımalarıyla yetinir. Bu durumda padişahın kullardan büyük “gö­rünmesi” bir hatadan ibarettir, çünkü değerli olan görünendir ve gerçeklik tecrübe edilenden ibarettir. Tecrübe eden ise modern akıl sahibi olarak ifade ettiğimiz gözlemcidir.

Hayata yüklenen anlamdaki bu değişmeden kaynaklanan böyle bir bakış açısı farklılığının sosyal dünyayla birlikte ekonomiyi, dev­leti, bilimi, kültürü ve sanatı baştan sona değiştireceğini anlamak güç değildir. Tüm bunlar aynı zamanda bir bütün olarak uygarlığın yeniden anlamlandırılması demektir ki uygarlık krizi tam olarak bu tersyüz oluş hâlidir: Dünyanın mevcut yapılanmasının sosyal olarak kalıplan çıkarılmış kültürel tektipçi evrensel insan modeline doğru, siyasal olarak merkeziyetçi bir kontrol toplumuna doğru yö­nelmesi, kapitalizmin birikimci çarpıklığının para/madde merkezli hayat anlayışının olası neticesidir. Bu neticeye doğru hızla ilerlenir­ken bugün kapitalizmin zorunlu bir aşaması olarak postendüstriyalizmin çerçevesinde gelişen teknolojik güç kullanımı, her geçen gün kişilerin ve toplumların üzerindeki denetimini yoğunlaştır­maktadır.

Bu denetimin doğal bir gereği olarak aşırı bilgi üretim ve dağıtımı ile bunun manipülasyon ve propaganda araçları; kül­türel ve yaşamsal alanda içselleştirilmekte, tekniğin en alelade ve ihtiyaca dönüştürülmüş hâldeki kullanımında dahi zihinsel süreç­ler pasifize edilmektedir. Bu ise zihin kontrolü gibi isimlerle anılan bazı projelerin gelecekteki küresel merkezî kontrol iktidarlarına varılıncaya kadar şimdiden başlatılmış olduğunun, insan aklının öz ­denetimden ve kendinden uzaklaştırılmaya başlatıldığının erken bir göstergesi olarak okunabilecektir.

Alper Gürkan - Dünyevi Aklın Buhranı,syf.37-41
Devamını Oku »

Devlet,İnanç,Millet ve Osmanlı İmparatorluğu

1

Bu bir politik tarih çalışmasıdır ve böyle olduğu için de kökeni itibariyle iktidarda olanlar ve onların resmi olarak kontrolünde olan halkların ilişkisi etrafında konumlanır. Son birkaç yüzyıl pek çok alanda tarihçileri büyülemiştir, çünkü politik terimiyle “modernite," devlet otoritesinin kapsam ve yoğunluk olarak süratli bir biçimde artması anlamına gelmiştir, ki bu da devlet-toplum ilişkisini her yerde muazzam bir baskı altına sokmuştur.

Bu kitap, Osmanlı İmparatorluğunda modernleşmenin arifesinden Osmanlı-sonrası ülkelerinin erken 21. yüzyılına kadar olan dönemi kapsamaktadır ve analizlerin dinamiği olan temel soru, devletin gücü arttıkça ona tâbi halka karşı kendisini nasıl meşrulaştırabildiğidir. Kitap, rejimin yönetimde olan hanedanın pratik olarak din ile özdeşleştirilmesini sürdürmeyi gözettiği sürece Osmanlı hükümdarlarının uygulanabilir bir devlet-toplum dinamiğini korumayı başardıklarım ileri sürmektedir.

Ortak dinin yaratabileceği (böyle bir topluğa kabul edilmek herhangi bir dünyevi hükümdarın menfaatine yol açacaktır) güçlü toplumsal dayanışma duygusunu bir yana bırakırsak, İslamın güçlü ahlaki içeriği ve adalet prensibine bağlılığı devletin büyümekte olan gücünün keyfi kullanımına karşı koruma sağlamayı vaat eder. Bu Müslümanlara cazip geldiği gibi, İmparatorluğun dağıldığı zamana kadar sadık ya da en azından pasif vatandaşlar olarak gayrimüslimlere de fayda sağlamıştır.

Milliyetçiliğin Osmanlı halkları için cazibesi çok azdır ve kendi başına İstanbul yönetimi için gerçek anlamda bir tehdit oluşturmamıştır: hiçbir zaman Osmanlı otoritesine karşı başarılı, ya da vahim, yerel herhangi bir milliyetçi ayaklanma olmamıştır. Milliyetçilik, yeni devletlerin mevcudiyetine meşruiyet yaratmak için kendilerinin bizzat kontrolü altında olan etkili araçlara ihtiyaç duyan Osmanlı-sonrası rejimler tarafından bilinçli olarak teşvik edilmiştir.

Rejimler esas olarak devlete hizmet etmiş (ve hâlâ eden), kendilerine tâbi halklara çok az fayda ve devlet gücünün keyfiliğine karşı daha da az güvence sunan milliyetçilik biçimlerini teşvik etmiştirler. Osmanlı-sonrası döneminin ilk birkaç on yılından, son zamanların Balkanlar’da görülen şiddetli istikrarsızlık deneyimlerine, Osmanlı-sonrası ülkelerinde kamusal hayatta dinin yükselişine ve 2011’de başlayan “Arap Baharına kadar her örnekte istikrarlı devlet-toplum ilişkilerinin geliştirilmesi açısından bu tip milliyetçiliklerin zayıflıkları ve başarısızlıkları tekrar tekrar açığa çıkmıştır.

Politikaların gidişatı ile ilgili böyle bir argümanın gerekçesini netleştirmek için bu bölüm, Osmanlı İmparatorluğunun modern dönemin "başlama noktasına" uzandığı yolu ele almaktadır. 18. yüzyıla doğru İmparatorluğun gelişiminin ve modern öncesi dönemde devlet ve halk arasındaki ilişkinin kısa bir taslağını sunmaktadır. Yaygın varsayımların aksine, imparatorluk ve yönetmekte olan hanedan neredeyse altı yüzyıl boyunca sadece saltanatın görkemi ve mutlak gücü sayesinde ayakta kalmamıştır. Herhangi bir modern standarda göre elinin altında itaatsiz uyrukları baskı altında tutacak iyi gelişmiş bir devlet aygıtı olmayan Osmanlı hükümdarları oldukça zayıftır.

Hükümdarların sınırlı sorumlulukları böyle bir gücü gereksiz kılmıştır: hanedan yabancı düşmanlara karşı savunmayı, ülke içinde barışın korunmasını ve hem bu görevler hem de yönetici elitin münasip bir konforda yaşaması için gerekli olan gelirlerin toplanması işini düzenlemiştir. Osmanlı halkının hiçbir kesimi, aktif bir biçimde baskı uygulanmasını gereksiz kılan bu diğer iki emperyal görevin performansından yeterince yararlanmadıkça saltanatın çıkarlarına hizmetin ağırlığından çekmemiştir.Osmanlı hanedanının otoritesinin sınırları belirlenmiş imparatorluk yönetimi, sultanın etki alanının doğal niteliklerine uygun geldiği için de hayatta kalmıştır.

İmparatorluğun gücü ve zenginliği fevkalade büyüklüğünden kaynaklanmıştır: Macaristan'dan Ukrayna'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Cezayir'den güneyde Yemen ve Katar'a kadar bugünün otuzdan fazla ülkesi eski Osmanlı topraklarıdır. Bununla beraber batı ve Orta Avrupa'nın büyük kısmı ile kıyaslandığında, Osmanlı topraklarının büyük kısmında ne nüfus yoğundur ne de bu topraklar tarımsal potansiyel ve temel mineraller de dahil olmak üzere doğal kaynaklar açısından zengindir. Bu imparatorluk boyunca İstanbul ile imkân dahilinde aşık atabilecek önemli şehirlerin olmamasını açıklamamıza yardım eder, başkent hayati bir kavşak ve su nakil yollarındaki nispeten verimli bir alana yerleşmiştir.

Yalnızca olağanüstü verimli, nüfusu yoğun Nil Vadisine yerleşmiş ve Kızıldeniz'e yakın bir kent olan Kahire İstanbul ile rekabet edebilirdi. Ve elbette ki tesadüf değildir ki İstanbul iyi bir sebeple Mısır'ı başka herhangi bir vilayetten daha çok denetlemiştir. Mehmed (Muhammed) Ali Paşa Mısır valisiyken 1830 yılında Osmanlı hanedanının otoritesine karşı ortaya çıkan en büyük yerel tehdidi tırmandırmıştır. Bununla beraber Kahire dışında İstanbul, içeride egemenliğine meydan okuma kapasitesi olan hiçbir merkezle karşı karşıya kalmamıştır ki bu imparatorluk başkentinin geniş alana yayılan taşrasını denetim altına almak için devamlı olarak harekete geçirilmesini gereksiz hale getirmiştir.

İstanbul'un yönetim usulü bu sayede güvenli bir biçimde saltanatın otoritesini iptali mümkün bir biçimde devrettiği aracılara itibar edebilmiştir. Devir işlemi şu açıdan kolaylaştırıcıdır; saltanat miras yoluyla arazileri devralan ve Hıristiyan Avrupa’da esasen feodal sistemin modern öncesi politikalarının muhtelif geleneklerine göre karmakarışık hale getirilmiş politik konuları aristokrasiyle müzakere etmek zorunda kalmamıştır. Bunun yerine, her biri bir dayanak noktası olarak işlev gören çok sayıda aracı şahsiyet ve grupla (loncalar ve dinsel kurumlar) çalışıp bu sayede modern öncesi dönemin sınırlı görevlerini yerine getirirken, toprak ve halk kitlesi üzerinde nüfuzunu sürdürebilmiştir. Münasip kara ve hatta deniz taşımacılığı yollarının görece azlığı ticaretin kontrol edilebilmesini sağlamıştır ki gümrük ve vergi kesintileri İmparatorluğun gelirlerinin ana kaynağı haline gelmiştir.

Buna karşın, otoritenin devri ve çok da verimli olamayan taşranın büyüklüğü Osmanlı'nın modern öncesi dönem boyunca uyguladığı vergi ve askere alma metotlarının, sömürüyü yoğunlaştırmaktan ziyade her bir arazinin merkezin ihtiyaçlarından bazılarını karşıladığından emin olarak yayılmayı vurguladığı anlamına gelir. Gerçekten de devlet-toplum ilişkilerinde değlşim temasına, modern dönemde Osmanlı Devletinin 1792-1839 dönemindeki kayıpları ve 1839'dan sonraki başarılarıyla nasıl yaygın yağmacılıktan yoğun yağmacılığa geçmeye çalıştığının ve hükümetin esas sorumluklarını yerine getirebilmesi için potansiyel öz-kaynaklarını yeterince kullanabilecek yeni devletler kurmak gibi devasa bir görevi üstlenen ardıl rejimlerin güçsüzlüklerinin hikâyesi olarak bir rol vermek mümkündür.

Modernitenin yarattığı gerilimden önce, imparatorluk merkezi gerilimi belirdiği yerlerde dindirmek için operasyonlarını kontrol ettiği sürece, Osmanlı yöneticilerinin geliştirdiği sistem son derece sürdürülebilirdir ve gerçekten de sistem Imparatorluğun kuruluşundan on sekizinci yüzyıla kadar onun ayırt edici özelliği olan istikrarh bir imparatorluk yönetimini organize etmiştir. Öte yandan daha fazla dikkat edilmesi gereken bir unsur, askeri-idari yapısının çalışmasını muhafaza etmek ve sağlıklı bir devlet-toplum ilişkisini idame ettirmekteki kritik rolü nedeniyle İslamdır, ki Osmanlı adalet sisteminin belkemiğidir.

İmparatorluğun (yükselişi yak. 1301) ilk günlerinden itibaren Osmanlı hanedanı ve yönetici eliti, İslam ve devlet arasındaki yakın ilişkiyi sürdürmüştür. Bu iddia Osmanlı yönetiminin yaratma kabiliyeti olmadığını, esnek olmadığını ya da yönetimi altındaki gayrımüslim halka karşı acımasızca baskıcı olduğunu ima etmez: Osmanlı yönetimi ziyadesiyle beceriklidir ve sistemli baskıya bel bağlamış olsaydı altı yüzyıl boyunca ayakta kalamazdı. Sultanlık sisteminin İslamla sıkı bir bağ kurduğu iddiası daha çok şunu önermektedir.

Mobilize olmuş bir güç olmaktan çok durgun olan bir imparatorluk merkezi için din, merkezin tesirli olabilmesi için hayati bir “güçlendirici" olarak hizmet etmiştir. İmparatorluk rejimine, meşruiyetini arttıran ve ahlaki otoritesine boyun eğmeyi teşvik eden bir ideoloji yemiştir. Gerçekten de İslam. coğrafyası ve yakın geçmişi nedeniyle uzaktaki bir hükümdarın sıkı kontrol avantajının olmadığı ülkelerde. imparatorluğa sağlam bir devlet geleneği bahşetmiştir; Türklerin atalarının Orta Asya'daki anavatanlarında yarattıkları herhangi bir güçlü devlet geleneği yoktur. ne dikkate değer ya da uzun ömürlü yönetim kurumları ortaya çıkarmıştırlar ne de Moğollar vakasında olduğu gibi yönetici göçebe elitlerin fethettikleri toprakların dinini ve geleneklerini benimsemesi örneği dışında dikkate değer hanedanlar yaratamamıştırlar.(1)İslam, hukuka yaptığı vurgu sayesinde halkı istikrarlı bir adalet sisteminin ölçüsüz anarşi ve baskıyı engelleyeceğine ikna etmiştir.

Etkili ve “objektif" (güçlü her zaman haklı değildir) adalet sisteminin yardımıyla imparatorluk merkezi sadece askeri gücünün büyük bir kısmını ve vergi gelirlerinin gittikçe artan bir oranını temin ettiği Müslüman halkın değil, aynı zamanda hükümdarın otoritesini, sultan tarafından atanmış yerel iktidar sahiplerinin baskılarına karşı korunma da dahil olmak üzere, adaletin nihai garantörü olarak gören gayrımüslimlerin de mensubiyetini muhafaza etmiştir. Hanedanın İslam ile özdeşleşmesi aynı zamanda yerel aracı toplulukların (eğitimli Müslüman ya da gayrımüslim hiyerarşiler, loncalar, vb) ve gevşek bir biçimde denetlenen, otoritenin delege edildiği temsilciler (tımar sahipleri gibi daha sonra irdelenen bölüme bakınız-) ve devletin alçak gönüllü yönetimini, görev anlayışlarını dine ve ona hizmet eden hanedana (din-u devlet) ibadet olarak tarif ederek icra edenlerin sadakatini güçlendirmiştir.

Osmanlı prensipleri ve hükümet pratikleri, Osman'ın ilk göçebe savaşçı zümresi ile Sultan II. Mehmed'in sağlam bir imparatorluğun kuruluşu için coğrafi bir anahtar olan Konstantinopolis'i fethini (1453) birbirinden ayıran sadece bir buçuk yüzyılda görece hızlı bir biçimde gelişmiştir. Her ne kadar Osmanlı otoritesinin kökenleri ile ilgili çok şey bilinmiyor olsa da, askeri organizasyon ve liderlikte etkili olduğunu ispat edenlerin toplumsal meselelerde de hegemonyasını sağladığı, devletlerin o alışıldık gelişim şablonuna uyuyor gibi görünmektedir. Savaşın pek çok devlet için sürdürülemeyecek derecede pahalı ve yıkıcı hale geldiği nükleer çağa kadar, siyasi otoriteyi devletin askeri fonksiyonundan ayırmak pratik olarak imkânsızdı; ve Osmanlı örneğinde, hanedanın kurucusu olan Osman kesinlikle bir savaş lideri olarak ortaya çıkmıştı.

Her ne kadar pozisyonunun Bizans'la yaptığı bir savaş sırasında bir kabile liderliğinden kaynaklanmış olması ihtimali varsa da, onun kayda geçen ilk zaferi olan Koyunhisar (Bafeon. 1301) sonrası yükselişi bir kabile liderliğini sürdürmenin imkânsız olduğu bir şekilde kan bağı kurmacasını çok önemli bir hale getirmiş olabilir. İslam onun liderlik pozisyonuna kabileler-üstü bir meşruiyet sağlamıştır: herkesin dediğine göre, Osman’ın Bizanslılarla mücadelesi gazâ ya da kâfir darülharb'e yapılmış dini olarak meşru bir akındır. Ki İslamın erken dönemlerinde din, Arap kabile pratiklerini zapt etmek ve klan kimliğini kaotik Selçuklu-sonrası Anadolu'sunda büyük olasılıkla cazibesi artan mümin cemaatlerin üyesi olarak sınıflandırmak için etkili bir araçtı.

Kabile gelenekleri, kabile üyeleri için değilse de, müritler tarafından uzun süre kanun olarak kabul edilemezdi ama şeriat, yarım yamalak olsa da, fark edilir biçimde buyurucu ve ihtilaflar konusunda hüküm vermede adaletin istikrarlı bir kaynağıydı. Bu sayede İslam, Osman'ın savaşçı zümresinin barışı korumak, adalet dağıtmak ve gelirleri artırmak için etkili mekanizmaları kuşatmasıyla birlikte savaşla ilgili fonksiyonlarını genişletmiş, daha ilk zamanlarda liderin kumanda etme gücünü gelişmesine yardımcı olmuştur. Osman ve onun zürriyeti ve onların takipçileri islamı sadece ismen kabul etmemiş, onu ziyadesiyle ciddiye almış ve kurdukları devlet lslami prensiplere riayet etmiştir.

Pragmatizm ve din özü itibariyle uzlaşmaz değildir ve ilk Osmanlılar çok çeşitli etnik kökenden (ezici çoğunluğu Hıristiyan) gelen nüfusun içinde nerede bulurlarsa yeteneği kullanarak, çeşitli vilayetleri yönetirken yerel gelenekleri norm olarak kabul ederek bu sınırlı devleti kurarken oldukça pragmatik davranmıştırlar. Kendi başına böyle bir esneklik İslama aykın değildir; ama zaman içinde Islami kimlik pragmatizme bir ölçüde sınır koymuştur ki, devletin önemli bir unsuru olan Osmanlı ordusu. on dokuzuncu yüzyılın büyük bir kısmı dışmda, Hıristiyanları içine aldıysa da. esas olarak Müslüman bir kurumdur. Bu kurum: devletin toplumu sınıflandırma biçimini ve on sekizinci yüzyıla doğru vilayet yönetim sistemini şekillendirmiştir.

Osmanlı eliti için sabit terim ”ordu” (askeri yerdir; savaşın liderine öncelikli vazifesinde hizmet etmenin karşılığında ordu mensupları vergilerden muaf tutulmuştur. Devletin diğer ana vazifesi olan barışın korunmasında, geliştirilmesinde yararı dokunanların (bilhassa din adamları) yine benzer askeri-vergiden muaf statüsü vardır.Ön-ödenekli süvariler (sipahi) her iki vazifeyi de yerine getirirler; kendisini sefer için gerekli teçhizatla donatmak ve İmparatorluğun büyük bir bölgesinde rutin yerel yönetimi üstüne almak için belirlenmiş topraklardan (tımar) gelir toplama geçici hakkını kazanmıştırlar; eğer sipahi sefer için içtima yapmakta başarısız olursa ya da kendi tımarı çevresinde yerel güvenliği sağlamak gibi görevlerinden kaytarırsa, belirlenmiş gelirleri kaybeder.

Askeri sınıf ve özellikle de tımar sahipleri İmparatorluk nüfusunun artık büyük çoğunluğunun Hıristiyan olmadığı on altıncı yüzyıldan itibaren ezici bir çoğunlukla Müslümandır. Osmanlı tarihinin hiçbir noktasında ordunun Müslüman ya da gayrımüslim düşmanlara saldırmaya aynı ölçüde hazır olduğu görülmemiştir. Yeniçeriler -ilk başlarda sultanın esirlerinden oluşan maaşlı sabit kuvvet ayrılıkçı Şii mezhebinden de olsalar, yine de kısmen yoldaş olan Müslümanlarla savaşmaya isteksiz oldukları için doğuda İran’a karşı sefer yapmak konusunda ilgisizdir. Din düzenli bir biçimde, ister darülharbde oturan kâfirler, isterse de darülislamda fitnecilik (ihtilaf ya da kaos) yapan ayrılıkçılar nedeniyle olsun, savaşın hedeflerini meşrulaştırmıştır.(2)

Savaşçı hanedan ideolojik düşmanlarıyla düzenli olarak ateşkesi mecburen sürdürmüştür ama diğer sorumlulukları, barışı korumak ve adalet dağıtmak, uzun ömürlüdür ve bu nedenle en nihayetinde devletin mahiyeti üzerinde muazzam nüfuz elde etmiştir. Hukuk alanı İmparatorluğun en açık biçimde mahiyetinin bir Islam devleti olduğunu gösterdiği yerdir. Modern öncesi Imparatorluğu çalışan bütün araştırmacılar Osmanlı yönetici sınıfına danışmanlık yapanların düzenli olarak atıfta bulundukları “daire-i adalet” kavramı ile aşinadırlar: dünya, duvarları devletten oluşan bir üzüm bağıdır;devletin düzenleyicisi şeriattır; ülke (darülislam şeriat adına özgürlüğü garanti altına alabilecek Müslüman bir padişahın hükümranlık alanı olarak tarif edilir) olmadan etkili olamaz; ülke askerler olmadan zapt edilemez; askerler mülk verilmeden silah altına alınamaz; mülk tebaa tarafından biriktirilir; tebaa adalet hüküm sürdüğünde dünya hükümdarına bağlılık yemini ederler; adalet dünyanın kurtuluşunun kaynağıdır.(3)

Bu döngünün yozlaşması metaforu, artık itimat edilmeyen, Imparatorluğun gerilemesinin Muhteşem Süleyman'ın 1566'da ölümünden sonra başladığı görüşünü beslemiştir; ancak “uzun süren gerileme" tezini ıskartaya almak için bu döngüyü alelacele reddetmemek önemlidir. Osmanlı toplumunun tüm katmanları tarafından ciddiye alınan bir ideali yansıtmaktadır ve her koşulda meselelerin özünü tayin etmiştir: ordu, mahkemeler, vergilendirme, hepsi adalet prensibi tarafından düzenlenmiştir. ”Adalet'in bariz bir anlamı vardır, ama aynı zamanda devlet işlerinde "iyi yönetim" gibi daha geniş bir kavramı da kapsamaktadır.(4) Osmanlı dünyası için şeriat hukukun kaynağıdır, adaletin garantörüdür ve uyrukları hükümdarlarına bağlayan güçtür.Batıda pek çok kişide nefret uyandıran bir kavram olarak "şeriatın” kısa bir açıklamasını yapmak gerekiyor. Şeriat, yol anlamına gelen bir sözcük, "Allah yolunda" hareket etme temel öğretisini ya da bireyler ve inananlardan oluşan cemaatler için Allah'ın talimatlarına uyum sağlayacak bir şekilde davranmayı temsil etmektedir. Bir hukuk kodu ya da tüzüğü değildir:Mesela Napoleon Kanunları örneğinde olduğu gibi “şeriat“ın bir kopyasını elde etmek mümkün değildir.

Daha çok inananlara 'iyi' bir hayat yaşamaları ve günlük hayatta yanlıştan sakınmaları için rehberlik edecek kaynakların (Kuran'ın ana metni ve aynı zamanda hadis, Muhammed ve ilk Müslüman cemaatin eylemlerinin hikâyeleri) yorumlanması usulüdür. Şeriat yorumlarının ekseriyeti, ceza hukuku gibi toplumsal düzenlemelere ilişkin problemlerle değil inanç konuları ve eylemlerin cevaz olup olmadığına değinir. İbadetin kötü yapıldığı durumlara değil de hemcinslere yapılan haksızlıklara değindiğinde ise şeriatın ana gayesi Müslümanlar arasında barışı tekrar sağlamak ve çok sınırlı kimi koşullar dışında cezalandırmaktansa (ki bu Allah'ın karar vereceği bir konudur) ahlaki düzeni iyileştirmektir. Haksız muamele sahibini bulduğu için, ilgili tarafların ahlaki ve sosyal mevkileri, günah işleyeninin suça azmetmesinde etkili olan maksadı ve telafi etmek için seçtiği yöntem gibi faktörler nedeniyle suç son derece kişiseldir.(5) Elbette Kuran'ın katı kuralları vardır ve metinleri tamamıyla özgür yorumlanmaya açık değildir. Yine de geniş ölçüde kabul görmüş, Fıkıh ”mektepleri" (küçük mezhepler) olarak tarif edilen çeşitli yorum biçimleri vardır.

Dört Sünni ekolün içinde toplum barışım tehlikeye atacak problemlere pragmatik çözümler üretmeye en yatkın olan Hanefiliktir. Hanefilik (Ebu Hanife’den sonra, 767) Güney Irak'ta kurulmuştur, Bizans ile Sasani İmparatorluğunun eski sınır bölgesidir ve Arap Yarımadasının farklı yörelerinden gelen Müslüman kabile üyelerinin iskan edildiği birkaç belli başlı garnizon karargahının bulunduğu yerdir. Bölgede Arap olmayıp da İslama geçenlerin sayısında büyük bir artış görülmüştür. Renkli nüfusu Hanefîliğin yorumlamada yaklaşımının esnek olmasını teşvik etmiştir; umumi örfün (üstelik Hicaz merkezli Maliki mezhebinin yaptığı gibi, belirli bir yer ve zamanın örfünün değil) meşru kabul edilmesi bunun en büyüğüdür.(6)

”Ortak iyi” ve "kamu yararı" mantığı temelinde yorum yapmaya en çok kendini adamış ekoldür. Hanefi yorum pek çok açıdan en az sınırlayıcı ekol olduğundan, çok geniş araziler ve birbirinden son derece farklı bir nüfus üzerinde otorite sahibi olan Bağdat Abbasi Hilafetinden Babür İmparatorluğuna ve Osmanlı İmparatorluğuna kadar pek çok modern öncesi rejim tarafından tercih edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğunda şeriat, örfi hukukun içinde kabul etmiş ve aynı zamanda sultan hükmünü (kanun) de tanzim etmiştir. Sultanın çok geniş çaplı emirlerine rağmen, gölgede kalmış şeriattan ziyade kanunun tamamlayıcı olduğunu fark etmek önemlidir. Şeriat Müslümanlara Tanrı'nın isteklerine uyum sağlayarak yaşamalarına yol gösterdiği için, inanç ve milnasip davranışlarla (dini törenlerin usule uygun yapılması ya da belli bir giyim biçiminin ya da müzik dinlemenin caiz olup olmadığı gibi) ilgili konular, inananlar arasındaki ilişki konularından çok daha ağır basmaktadır. Kişilerarası ilişkilerde rehberlik, özellikle de ağır (hadd) suçlarda, birden çok muteber görgü tanığının şahitliği, ikinci dereceden ziyade somut delillerin kabul edilebilirliği, maksadın göz önünde bulundurulması da dahil olmak üzere sert hükümlerle sınırlanmıştır: bu hükümlerle Müslümanlar arasında fitne çıkmasına neden olacak adalet yanlışlıklarının engellenmesi amaçlanmıştır.

Dahası, şeriat suçu esas itibariyle kişisel bir şey olarak ele aldığı için de birilerinin şikayeti ya da ithamı olmadığı sürece hiçbir yargıcın yapacağı bir şey yoktur. Kontrol ettiği toplumu koruma sorumluluğunu ciddiye alan bir devlet için de şeriatın kamusal meselelerin idaresinde ayrıntılı talimatlardan yoksun olması nedeniyle tamamlayıcı düzenlemelerin yapılması zorunludur. Şeriat yasal düzenlemede dünyevi otoritenin yerini siyasa-hükümdarın imparatorluk yönetiminde görevli memurlarını azarlaması ve taz’ir (terbiye etmek) denilen şeriatın belli gereklerine göre cezalandırılması mümkün olmayan durumlarda uygulanan keyfi ceza. vb gibi terimlerle tasdik etmiştir. Osmanlı İmparatorluk kanunu, imparatorluk ahalisini daha etkin bir biçimde düzenlemek ve idare etmek için bu alanlarda geliştirilmiştir.(7)

Kanun, II. Mehmed’in sultanların kardeşlerini öldürebileceği hükmü ya da kelle vergisi (cizye) veren gayrimüslimlerin bu tip cezalara karşı korunacağı prensibini ihlal eden, Hıristiyan çiftçilerin çocuklarının sultanın kölesi yapılabildiği devşirme uygulaması gibi çok nadir durumlarda önemli bir şeriat prensibiyle çelişmiştir. Bu çelişkiler Osmanlı yönetici sınıfını sinirlendirmiş ama Hanefi hukuk ilminde kabul edilen istihsan ve istislah (çoğunluğun iyiliğini ve kabaca “kamu yararını" gözetmek) prensiplerinde kendilerine gerekçe bulmuşturlar.(8) Dolayısıyla bir birim olarak Osmanlı hukuku İslami temeller üzerine kurulmuştur ve bu temel uyarınca adaletin hem devlet hem de toplumda hüküm sürmesini sağlamayı amaçlamıştır.

Osmanlı toplumunun kanuna (yasaya) ihtiyaç duymasının çok bariz başka bir nedeni daha vardır: on altıncı yüzyılda Arap vilayetlerinin imparatorluğa katılmasına kadar nüfusun büyük çoğunluğu Hıristiyandır ve hatta daha sonra bile büyük bir gayrımüslim azınlık olmaya devam etmiştir. Şeriat İslamidir, Müslümanları etkileyen konular hariç tutulmak üzere şeriata göre insanları gerçekliğini tanımayı reddettikleri dinin prensiplerini uygulamaya zorlamak yanlıştır. Hukuk sadece şeriat ile sınırlı tutulmuş olsaydı, Osmanlı yönetimi Balkanlar ve hatta Anadolu’da daha kısa süreliğine var olabilirdi. Siyasa ya da ta'zirde ceza daha esnektir; her halükarda kanunun büyük bir bölümünü kapsayan alanlar aksi takdirde halkın kötü hizmet edilen bölümünün adalete erişebileceği yasal bir çerçeve yaratan alanlardır. Osmanlı'nın şeriatı kanun ile takviye etmesi gayrımüslimlerin Müslüman devlete itaati kabulleri sürdürmelerini sağlamıştır.

Bu, gayrımüslimlerin sultanın gayrımüslim cemaatlere (millaler Osm. milletler) özerklik vermesinin sonucu olarak ve büyük ölçüde onun kontrolünden kaçabildikleri için Osmanlı derebeyliğini kabul ettikleri düşüncesiyle çelişir. Devletin savaş, barış, vergi tahsilatı gibi meselelerle ilgilendiği modern öncesi dönemde gayrımüslimlerin devlet otoritesinden aldığı herhangi bir olağandışı özerkliği ya da muafiyeti olmamıştır.

En azından on beşinci yüzyıldan sonra teorik olarak askerlik hizmetinden hariç (muaf değil) tutulmuş ve merkezi hükümetin savaş bütçesi için elzem bir gelir kaynağı olan kelle vergisini ödemiştirler. Ki devletin aktif olarak dindar gayrımüslimlerin statülerini desteklemekte bir menfaat gördüğü kelle vergisi ya da devşirme uygulaması gibi diğer talepleri gayrımüslimler arasında huzursuzluğa neden olabilirdi. Destek, devletin taleplerine rızayı sağlama almak için sorumluluk tahsisiyle birlikte gittiği için bu özerklik vermek değil tam tersiydi. Yasal konularda da özerkliğin olmadığı eşit derecede aşikârdır.

Ülkede tek bir kanun vardır ve o da Osmanlı'dır: kanun ve şeriat, ki bunlar Hanefi pratiğinde gelenek ve yerleşik pratiklerle (âdet, örf) dikkate değer ölçüde bağdaştınlmıştır. Gayrımüslim "mahkemelerine" yalnızca, yine kanun değil, şeriatın kapsamına giren, imansızların "yanılgıya düştüğü" Tanrı'nın istekleri tasavvuruna göre davranış konularında başvurulmuştur: evlilik, boşanma ve miras gibi dini törenler ve kişisel meseleler.

Devlet, herhangi bir Müslümanın dahli ya da toplumsal barışa yönelik herhangi bir tehdit olmadığı sürece, basitçe, bu konularla ilgilenmemiştir. Dini konularda müdahaleden muafiyet, gayrımüslimlerin Osmanlı otoritesini kabul ettirmesini kolaylaştırmıştır ama gayrımüslim (millet) mahkemelerinin herhangi bir yaptırım gücü ya da yasal geçerliği yoktur, bu da bu tip kurumlardan neden herhangi bir kayıt kalmadığını açıklar.(9) Millet mahkemesinin kararından tatmin olmayan herhangibir gayrımüslim, pek çoklarının yaptığı gibi, yasal olarak yaptırım gücü de olan başka bir karar almak için konuyu Osmanlı hakimine götürmekte serbestti. Ciddi meselelerde doğrudan sultana başvurabilirlerdi ve gayrımüslimler için de “din ve hanedan" halkın ruhani ve maddi esenliğinin nihai koruyucu muhafızlarıydı.

Nitekim bazı gayrımüslimlerin gönüllü bir biçimde Osmanlı mahkemelerine çark etmesi devletin mahiyeti ve dini olarak şekillenmiş hukuk sistemine ilişkin son bir önemli noktayı not etmek için ipucu verir: suçluların rövanşist bir biçimde ceza lındırılmasındansa yerel cemaatleri rahatsız eden konularda adil çözümler üretmeye ayrıcalık verilmiştir. Modern öncesi lngiltere'sinin, failleri saydırma yöntemi olarak çok geniş bir yelpazede ve son derece küçük görünen suçlar için o kötü şöhfetli ölüm cezası verme eğilimi olan yasal sistemi ile karşlaştırıldığında. Osmanlı hukuk sistemi yerel toplumsal barışı korumaya daha çok önem vermiştir.

Modern öncesi İmparatorluk. kişilerin idam edilmesi ve grupların imhasına teşebbüs de dahil olmak üzere. devletin icra ettiği pek çok katliam görmüştür. ancak bu öncelikli olarak yönetici sınıfı etkilemiştir ya da genel halka değil de Safevi yanlısı Kızılbaşlar, hanedana 'ihanet eden" kâfirler vakasında olduğu gibi tansiyonun son derece yüksek olduğu zamanlarda meydana gelme eğilimi göstermiştir. Sultanlar adaleti dağıtma sorumluluklarını çok ciddiye almıştırlar ve adalet fermanlarının (Osmanlıcası: adaletname) ana hedefi devlet memurlandır, onları vergi ödeyen halk üzerinde otoritelerini kötüye kullanmalarına karşı uyarmaktadır.“) Buna karşın mahkemeler sıklıkla ihtilaflarda arabuluculuk ve hakemlik yapma çabası içinde olmuştur; mağdurun zararının karşılanması ya da telafisi için yapılacak ödeme konusunda uzlaşmanın imkânsız ya da uygunsuz olduğu durumlarda para cezası kesilmiştir ve ceza (para hapsedilme ve bedeni zarar) suçlunun adam edilmesi ya da ıslahını teşvik etmek için ılımlı olma eğilimindedir. (11) Bunu örneklemek için on sekizinci yüzyılın ortalarından eski bir vilayet memuru ile ilgili bir vakayı göz önünde bulundurun.

Ömer Bey 1750'lerde Yanya’nın (Kuzeybatı Yunanistan) askeri komutanı olarak hizmet ederken Duress (Arnavutluk) kalesinde silahların tedbirsizce taşıması nedeniyle büyük ihtimalla kazara ancak yine de haksız bir biçimde bir Hıristiyanın ölümüne neden olduğu için tutuklu bulunurken: bir şekilde zindandan salıverildikten sonra tımar arazilerinin idaresi işine burnunu sokmaya başlamıştır. İki kez sultanın kanununu aykın davrandığı için mevkiini kaybetmiş ve 1758'de tekrar, bu kez Limni kalesinde hapsedilmiştir ki.tövbe edebilsin ve nefsini ıslah (ahlaki iyileşmeyi ima eder) edebilsin.

Birkaç ay sonra, bu tip istenmeyen davranışlarda bulunmaması koşuluyla salıverilir. Bununla beraber mevkiini kaybettikten sonra ihtiyaç nedeniyle müzmin bir tür dolandırıcı olmuştur. 1760 ile 1768 yılları arasında her seferinde itibar sahibi bir Müslüman ya da gayrımüslim vatandaşın Ömer ve onun muhtelif ortaklarının işlediği hukuka aykırı davranışları şikayet ettikleri dilekçeler üzerine beş farklı neden ile yine tutuklanır. Her seferinde de kendisini ıslah edene kadar hapiste tutulmuştur, ki bu açıkça senelerden ziyade aylar alan bir süreçtir. Ancak şeriat düşüncesi ile bağdaşır bir şekilde devlet hiçbir zaman onu asla selametten öte bir şey için tutmamış ve böyle olunca ne kalıcı bir şekilde hapsetmiş (artan bir şekilde daha uzun süreler tekrar tekrar suç işleyen bir sabıkalı olmasına rağmen) ne de idam etmiştir.(12)Ömer'in hikâyesi görece hassas, etkili ahlaki açıdan gerçekçi ve insani hukuk sitemine, etkili bir adalet kaynağına işaret eder.

Bu bölümde tartışılmakta olan Osmanlı Devletinin gelişiminden onun İslam ile yakın ilişkisine kadar geniş temalar, ister istemez farklılıkları yalanlayan geniş kapsamlı açıklamalara dayanmakta ancak konunun genel karakteristiğini yansıtmaktadır. Modern öncesi dönemde Osmanlı yönetimi ile Islam arasındaki bağın istikrarı bozulamaz görünmektedir: hem yönetenin hem de yönetilenlerin kabul ettiği, kamusal hayatın değerler sistemi ve nihai odağında din-ü devlete (din ve hanedan/devlet) hizmet etmek vardır. Bu, karar vericilerin sorduğu her soruya her cevabı dinin verdiğini ima etmez: devlet ile dinin evliliği Osmanlıların meşhur işhilirliğine engel olmamıştır.

İslam dünyevi otoriteye elbette sınır koymuştur, bu yönden hiçbir sultan hiç kimseye karşı bir mesuliyeti olmayan tamamıyla mutlak bir hâkim olduğunu iddia edemez, ve Tanrı'nın egemenliğini tanımak hiçbir sultan ya da vezirin Tanrı'nın bu kukuna açık bir biçimde saygısızca karsı gelemeyeceği ya da aksi takdirde Tanrı'nın isteklerine uymamanın halkın rahatsızlığının hızla yükselmesi riskini taşıyacağı anlamına gelir, Buna karşılık Islam yine de "Devletin amacı nedir; neyi temsil etmektedir?" sorusuna geçerliliği olan ve kolaylıkla anlaşılabilen bir cevap vererek hanedana güçlü bir ideolojik meşruiyet kazandırmıştır: Darülislamın korunması ve genişlemesi. Bu cevap, aynı zamanda daha kişisel bir soru olan ”Niye burada: yun?” sorusuna İslamda cevap bulan halkın çoğunluğu içinde (on altıncı yüzyıldan itibaren) özellikle yankılanmış ve kendi cevaplarını diğer tek-tanrılı dinlerde bulan ve benzer ahlaki prensipleri olan önemli sayıda azınlık tarafından da en azını dan kabul edilebilir bulunmuştur.

Yine de bu sistemin istikrarı on sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Hıristiyan Avrupalı düşmanlardan gelen baskı altında test edilecektir, Osmanlı Devleti, on dördüncü yüzyıl ve on beşinci yüzyılın başlarında bir kaostan inşa ettikleri devletin o erken safhalarından bu yana görülmemiş bir süratle kendisini güçlendirme ihtiyacı duymuştur.

Frederick F.Anscombe - Osmanlı Dönemi ve Sonrası Ülkelerde Devlet,Inanç ve Millet,syf.49-63

Dipnotlar

1- Bizans on dördüncü yüzyılda gücünü ve menzilini yalnızca bir gölge gibi sürdürmüştür ve hatta Anadolu ve Balkanlar'da daha da uzun bir süre boyunca istikrarlı bir ”imparatorluk" otoritesi olmamıştır.

2- John Guilmartin. “Ideology and Conflict; The Wars of the Ottoman Empire. 1453-1606'Journal of Interdisciplinary History 18 (1988). 721-47

3- Norman Itzkowitz, Ottoman Empire and Islamic Tradition (Chicago: University of Chicago Press, 1972). 88. Bu döngüyü alıntılama eğilimi görmek için Bernard Lewis, "Ottoman Observers of Ottoman Decline." : bakınız. Islamic Studies ! (1962), 71 -87

4-Bernard Lewis, 'Freedom and Justice in the Modern Middle East’Foreign Affairs 84/3 (Mayıs-Haziran, 2005). 38. Rifa'a el-Tahtavi'nin devrim (sonrası)Fransa'nın 'liberte' kavramını Müslümanların “adalet“ kavramına muadili olarak açıklamasını atıfta bulunur.

5- Lowrance Rosen, The Anthropology of Justice: Law as Culture in isIamic Society (Cambridge: Cambridge University Press, 1989); Rudolf Peters, Crime and Punishment in Islamic Law: Theory and Practice hom the Sixteenth to the 'twenty-First Century (Cambride: Cambridge University Press, 2005).

6-Gideon Libson, "On the Development of Custom as a Source of Law ln islamic Law ,"ILS 4 (1997), 131-55

7 Muhammad Mesud, Rudolph Paten ve David Powers, “Dandie and Thoir Courts: An Historical Survey,” Dispensing Justice in Islam: Oadis and Their Judgements, içinde, der. Muhammad Masud ve ark. (Leiden: li 'li, 2006), 12; Peters, Crime and Punishment, ch.ı.

8-Victor Manage, ”Some Notes on the 'Devshirme," BSOAS 29 (1965). 70-1

9- Mahkeme kayıtlarından ziyade Islami fetvaları daha çok benzeyen Musevi responsaları lstisnadır

10- Halil lnalcık, ”State, Sovereignty and Law during the Reign of Süleyman,“Süleyman the Second and His Time. içinde, der. Halil İnalcık ve Cemal Kafadar (İstanbul: ISIS, 1993). 59-61; Boğaç Ergene. “ On Ottoman Justice' Interpretations in Conflict (1600-1800). ILS 8 (2001). 52-87

11- Ergin Akarlı'nın, " Law in the Marketplace: Istanbul, 1730-1840,'Masud Peters, and Powers (der.), Dispensing Justice, 247-51 içinde

12-BOA. Cev.Dah 3181, 11 Haziran 1768
Devamını Oku »

Yavuz Sultan Selim'in Kudüs Ziyareti

Gazze Zaferi haberi I. Selim’e beş gün sonra 26 Aralık’ta Celculiye konağında iken ulaştı.Padişah Kudüs şehrini ziyaret etmek istedi.Ancak tehlikeli olabileceği düşüncesiyle bazı paşalar karşı çıktı. İdris-i Bitlisî bu sırada padişahı ziyaret için teşvik ettiğini ve ona şöyle dediğini yazar:

“..Bu mukaddes toprakların hükümdarı olmak zahirî ve manevi saltanat gereğince Hz. Süleyman ve Hz. Davud Peygamberlere mahsustur. Onlara nispet edilir. Güçlü sultanlar ve padişahlar Resulullah’ın halifesi ve o Peygamberlerin halefleri mesâbesindedir. Menzil ve makama yakın olunması itibarıyla halef olunana tâzim ve saygı göstermek ise yüce şanlı padişahlara lâyıktır…”

I. Selim de bu cevaptan hoşlanarak Kudüs’e girmeye karar vermiştir.(1) Padişah yanında İdris-i Bitlisî ve birkaç yakın adamı olduğu hâlde şehri ziyaret etti. Kendisini korumak üzere 1.000 tüfekli yeniçeri ve 500 sipahi de yanında bulunuyordu(2).

Padişahın Kudüs’ü ziyareti,onun üstlenmeyi düşündüğü yeni dini misyon içerisinde önemli bir yere sahiptir. I. Selim böylece bir taraftan hiç şüphesiz kutsal yerlerin bizzat koruyucusu olacağını ilan ederken öte yandan klasik Osmanlı imparatorluk vizyonunu da temsil ettiğini göstermek istiyordu. Bu vizyon bilindiği üzere çeşitli dinî grupları Osmanlı idaresi altında bir arada yaşatmaktı ve Osmanlılar bu yoldaki tecrübelerini uzun zamandır Batı’daki uygulamalarıyla olgun hâle getirmişlerdi.

Kudüs her şeyden önce bu anlayışın ve her üç dinden oluşan Osmanlı tebaası için çarpıcı bir yapı taşı olacaktı. Padişahın bizzat gösterişli maiyetiyle Kudüs’ü ansızın ziyareti bu anlamda sembolik bir değer taşıyordu.I. Selim’in Kudüs’ü ziyareti hususu, dönemin Osmanlı kaynaklarında bir-ikisi hariç teferruatlı anlatılmaz. Fakat onunla birlikte Kudüs’e giden hatta padişahın buraya gitmesini özellikle teşvik eden tarihçi ve münşi İdris-i Bitlisi, bu hususta ilginç bilgiler verir.Yukarıda da temas edildiği gibi padişah Küdus’ü ziyaret arzusunu gündeme getirince bazı devlet adamları emniyet gerekçesiyle karşı çıkmış,seferin tamamlanmasından sonra bunun uygun olacağını söylemişlerdi.Bunun üzerine Idris-i Bitlisi devreye girerek tereddüt eden padişahın bir an önce bu kutsi makamı ziyaret etmesinin gerekli olduğunu bildirmişti.

Hatta Hz. Peygamber’in “İnsanları ancak üç mescit takviye eder, Mescit-i haram,Mescit-i Aksa ve benim mescidim” mealindeki hadisini öne sürerek,bu mukaddes toprakların hükümdarı olmanın zahiri ve manevi saltanat gereğince, Hz. Süleyman ve Hz. Davud peygamberlere mahsus bulunduğunu söylemişti.Güçlü padişahlar, Hz. Muhammed’in ve diğer peygamberlerin halefleri mesabesinde oldukları için onların değer verdikleri kutlu makamları bu kadar yakınına gelmişken ziyaret etmemenin yerinde olmayacağını; halef olunanlara tazim ve saygı göstermenin şanı yüce sultanlara layık bir hareket olacağını ifade etmişti.

Ayrıca bu durumu padişahın atadığı ve bir bakıma halef kıldığı kimselerin saltanat makamına yakın gelmişken onun huzuruna çıkmamalarına benzetmişti. İdris-i Bitlisi, sözlerinden etkilenen padişahın kararında ısrarcı olarak her türlü tehlikeye karşı bu kutsal makamı görmek için Remle’den bir merhalede durmaksızın akşam vaktine yakın Kudüs’e geldiğini de yazar(3).

Padişahın Kudüs’te nereleri ziyaret ettiği konusunda en ayrıntılı bilgi bu seferde bulunduğu anlaşılan Silahşor lakablı bir Osmanlı tarihçisi tarafından verilir. Ona göre I. Selim yanında 500 piyade tüfekçi ve 1.000 kadar kapıkulu süvarisi, çok yakını olan bazı devlet adamlarıyla birlikte ikindi vakti Kudüs’e ulaştı. Şehrin dışında çadırını kurarak bir süre dinlendi ve Mescid-i Aksa’daki hizmetlilere haber yollayıp akşam namazını orada kılacağını bildirdi. Sonra atıyla şehre girip Kubbetü’s-sahre önlerine geldi, atından indi ve önce burayı ziyaret etti. 55 adım yürüyüp merdivenlere ulaştı, on beş adımda burayı çıktı, altmış adımda kapısının önüne geldi.

Burada “ rumman-ı Davud Nebi’yi ve nahl-ı Hamza’yı” ziyaret ettikten sonra “hacer-i sahre”yi dolaşıp on üç basamak altına inip iki rekât hacet namazı kıldı. Buradan çıkıp yine sahrenin sol tarafında mihrap önüne varıp yine namaz kıldı, dua etti.Ardından dışarı çıktı, buranın hizmetlilerine bol bol bahşişler verdi.

Yine yürüyerek sahre sofasından inip yüz elli adımda avlusunu/haremini geçti, Mescid-i Aksa’ya geldi. Buranın hademeleri kendisini ellerinde mumlar olduğu hâlde karşıladı, içeri giren padişah önce etrafa göz attı, o sırada 12.000 kandil yakılmış etraf gündüz gibi aydınlanmıştı. Yürüyüp seksen beş adımda mihrap önüne ulaştı, akşam namazını cemaatle kıldı,namaz bittikten sonra mihrabın iki tarafında bulunan devasa direkleri ziyaret etti, burada biraz durdu, yine mihrab önüne geldi iki rekât hacet namazı daha kıldı, “zikr ve tilâvete” meşgul oldu, bol bol dua etti.

Duasını bitirdikten sonra yatsı namazı vakti girdiği için yatsı namazını da burada kıldı, hizmetlilere yine bol bol bahşişler dağıttı. Camiden çıktıktan sonra atına bindi, etrafındaki adamları fanus ve meşaleler yakıp ona eşlik ettiler. O gece dışarıdaki otağında kaldı. Ertesi sabah çok sayıda koyun, deve, öküz kurban edilmesi için emir verdi. Atına binip tekrar Kubbetüssahre’yi bu defa gündüz gözüyle ziyaret etti, yine Mescid-i Aksa’da iki rekat hacet namazı kıldı, oradan çıktıktan sonra da Kudüs’ün bütün seyredilecek mekânlarını dolaştı.

İdris-i Bitlisi, bu noktada padişahın İshak,Yakub ve Yusuf Peygamberlerin makamlarını, İsrailoğullarının nebilerinden 200 kişinin kabrinin bulunduğu mekânı ziyaret ettiğini de eklemiştir. Her bir kabir başında hem kendisine hem de İsfahani Mehmed Efendi’ye birer aşir okuttuğunu bildirmiştir.Ardından ayırım yapmaksızın bütün Kudüs halkına bol bol sadaka ve ihsanlarda bulunmuştur(4).Ayrıntılı olarak naklettiğimiz bu ziyarette görüldüğü gibi I. Selim,Kubbetüssahre ve Mescit-i Aksa’yı ana merkeze alarak Kudüs ziyaretini tamamlamıştır.

Bu durum çıkacağı Kahire Seferi öncesinde kendisi için aynı zamanda bir manevi sığınma ve tazarru vesilesi de olmuşa benzemektedir. Fakat ziyaretin sembolik değeri büyüktür, sultanın bu ziyareti, Kudüs’teki dini gruplara gösterdiği tavır, Osmanlı misyonunun mahiyetini belirleyecek önemdedir; üstelik çeşitli dinî gruplara birtakım ayrıcalıklarının bu sırada bizzat padişah tarafından bağışlandığı yolunda ileride cemaatler arasında çıkan çeşitli meselelerde Osmanlı hükümet merkezi tarafından daimi olarak kabul görecek iddialarına dahi mesnet olmuştur.I. Selim’in Kudüs ziyareti daha döneminde Batı literatürüne de yansımış gözükmektedir.

Christen Kauffman adlı bir tacirin papaya yolladığı Ocak 1917 tarihli raporda Kudüs’ü ziyaret eden padişahın Hz. İsa’ya atfedilen mezarı da ziyaret ettiği, etrafına yapılmış engelleme duvarını,mezarın daha iyi görünmesini sağlamak için yıktırdığı; hatta bir âyin dinlemek istediği ve oradaki Fransisken rahiplerine 20.000 akçe dağıttığı gibi Osmanlı kaynaklarında bulunmayan, muhtemelen tevatür niteliği taşıyan bilgelere yer verilmiştir. Hatta onun Sina Çölü’ndeki Azize Katerina Manastırı’nı dahi ziyaret ettiği bildirilmiştir(5).

Feridun M.Emecen - Yavuz Sultan Selim,syf.244-248

1- Selimşahnâme, s. 333.

2- Haydar Çelebi, “Ruznâme”, s. 483.

3 - Selimşahnâme, s. 331-332.

4- “Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab”, Tarih Vesikaları, I/2 (1958), s. 318-319

5- Bayerische Staats Bibliothek, nr. VD16 B 251(Nürnberg 1518);VD16 0 740 (1518);
VD16 0 738.
Devamını Oku »