Fıkıh Usûlü

 


Ebû Hanîfe




Ebû Hanîfe Numan b. Sâbit (ö. 150/767) meşhur mezhep imamı ve fıkıhta çığır açan büyük bir âlim ve müctehittir. Irak’ta Kûfe şehrinde yaşamış, yetişmiş ve ilmî faaliyetlerini sürdürmüş olan Ebû Hanîfe yöneticilerin kadı olması için yaptıkları teklifleri reddetmiş ve bu yüzden bir süre hapiste kalmış, bir rivayete göre hapiste vefat etmiştir. Irak bölgesinin ve rey taraftarlarının temsilcisi kabul edilen Ebû Hanîfe farazi fıkıh meseleleri türetme ve öğrencileriyle bunları tartışmakla meşhur olmuştur. Aslında diğer müctehitlerce de kabul edilen kıyas ve istihsan23 gibi akli yöntemlere çok sık başvurduğu ve rivayet edilen hadislerin kabulünde sıkı şartlar getirdiği için kimi hadis taraftarlarınca haksız yere eleştirilmiştir. Hanefi mezhebi günümüzde Türkiye, Türki cumhuriyetler, Irak, Suriye, Pakistan, Hindistan ve Mısır’da yaygındır.

--------------



Ebû Hanîfe’nin Genel Yaklaşımı


Ebu Hanife şöyle demiştir: Ben bir hükmü Allah’ın kitabında bulduğum zaman ona uyarım; hükmü Allah’ın kitabında bulamazsam Rasulullah’ın sünneti ve güvenilir kişilerin güvenilir kişilerden rivayet ettiği meşhur ve sahih hadislere uyarım; Allah’ın kitabında ve Rasulullah’ın sünnetinde bulamazsam onun ashabından dilediğim kişinin sözüne uyar, dilediğim kişinin sözünü de bırakırım, ama onların sözlerinin dışında başka bir kişinin sözüne uymam; iş İbrahim (96/815), Şa’bî (103/721), Hasan (110/728), İbn Sîrîn (110/729) ve Said b. Müseyyeb’e (94/713) –başkalarını da saydı– kadar inerse ben de onların ictihad ettiği gibi ictihad edebilirim.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-----

Hasan b. Salih (168/785) şöyle demiştir: Ebû Hanîfe hadislerin nâsih (önceki hükmü kaldıran) ve mensuh (hükmü kaldırılmış) olanlarını çok iyi araştırır ve bir hadisin Hz. Peygamber ve ashabından sahih şekilde rivayet edildiğine kanaat getirirse ona uyardı. Ebû Hanîfe Kûfelilerin rivayet ettiği hadisleri ve onların fıkhî görüşlerini iyi bilirdi ve memleketindeki insanların yerleşik uygulamalarına sıkı şekilde bağlıydı. Ebû Hanîfe: “Allah’ın kitabında nâsih ve mensuh vardır; hadislerde de nâsih ve mensuh vardır” derdi ve o, memleketinin âlimlerine ulaştığı ölçüde Rasulullah (s.a.s.)’in vefatına kadar sürdürdüğü son uygulamalarını çok iyi bilirdi.

Saymerî. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, 1976, s. 10.

-------

Sehl b. Müzâhim26 şöyle demiştir: Ebû Hanîfe’nin görüşü(nün esası) ihtiyatlı davranmak, kötülükten/tutarsızlıktan (kubuhtan) kaçmak, insanlar arasındaki muamelâtın ve işlerin düzgün ve faydalı bir biçimde yürümesini sağlayan şeylere bakmaktır. Ebu Hanife meseleleri kıyasa dayanarak çözerdi, ama kıyas kötü bir sonuç verirse, tutarlı olduğu sürece istihsana göre hüküm verirdi. Bu da tutarlı değilse Müslümanların teamülüne/örfüne başvururdu.

(b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 82.)

-------

Katâde b. Diâme (118/736)27 Kûfe’ye geldi. İnsanlar onun etrafında toplandı. Aralarında Ebû Hanîfe de vardı. Katâde: ’Bana fıkıhtan sorun’ dedi. Ebû Hanîfe kalktı ve “... Kayıp kişinin karısı hakkında görüşün nedir?” dedi. Katâde: “Bu konuda Ömer’in görüşüne uyuyorum, kadın dört yıl bekler, bu süre içinde kocası geri gelmezse kocası ölen kadının beklediği iddeti (dört ay on gün) bekler, sonra da evlenebilir” dedi. Ebû Hanîfe: “Eğer ilk kocası gelir ve ’Ben hayattayken nasıl evlenirsin’ derse ve buna karşılık ikinci kocası kalkıp ’Kocan varken benimle nasıl evlenirsin’ derse bu kadın kimin eşi olur?’ dedi. Bunun üzerine Katâde kızdı ve ’Size hiç cevap vermeyeceğim” dedi... Sonra Katâde Ebû Hanîfe’ye (ve yanındakilere): “Bu mesele gerçekten oldu mu?” diye sordu. Oradakiler: “Hayır” dediler. Katâde: “Bana neden olmamış bir şeyle ilgili soru soruyorsunuz?” dedi. Bunun üzerine Ebû Hanîfe: “Âlimler zor durumlar için hazırlık yapar ve bu durumlar gelmeden önce tedbirlerini alırlar, başlarına gelince de bu meseleleri tanır ve bunlara karşı nasıl davranacaklarını bilirler” dedi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 23.
İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak, 1321, Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, 102-104.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Kıyas


Anlamadığı bir meseleyi açıklaması için kıyas yapmasını isteyen talebesi Ebû Mukâtil’e Ebû Hanîfe şöyle demiştir:

Kıyas yapmamı istemekle ne iyi ettin. Arkadaşıyla müzakereden faydalanmak isteyen böyle yapmalıdır; kendisine söylenileni bilemediği zaman kıyasa yönelmelidir. Bil ki; doğru kıyas hakkı arayanın hakkı bulmasını sağlar. Kıyas, hak sahibinin dava ettiği hakkı (ispatlamak) için (gösterdiği) güvenilir şahitlere benzer. Cahillerin hakkı inkâr etmesi olmasaydı âlimler kıyas yapmak zorunda kalmazlardı.

Ebû Hanîfe 1368. el-Âlim ve’l-müteallim (nşr. Muhammed Zahid el-Kevserî), Kahire, s. 15.Çeviren: Mehmet Boynukalın

İstihsan


Muhammed b. Hasan dedi ki: Ebû Hanîfe –Allah ona rahmet eylesin– yaptığı kıyaslarda arkadaşlarıyla/talebeleriyle tartışır, onlar da onunla yarışır ve ona karşı çıkarlardı; ancak “istihsan yapıyorum” dediğinde, istihsanla ilgili getirdiği meselelerin çokluğu sebebiyle artık içlerinden kimse ona yetişemezdi, bundan sonra tartışmayı bırakır ve onun doğruluğunu teslim ederlerdi.

İbn Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 90.Çeviren: Mehmet Boynukalın

Rey ve İctihadın Yanılabilirliği


Ebû Hanîfe’ye ictihadının şüphesiz hak/doğru olup olmadığı sorulduğunda o şöyle cevap verirdi: Vallahi bilmiyorum, belki de o şüphesiz batıldır/ yanlıştır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, II, s. 153.

----

Ebû Hanîfe dedi ki: Bu konuştuklarımız reydir (görüştür); kimseyi buna zorlamıyoruz ve kimsenin bunu istemeden kabul etmesi gerektiğini söylemiyoruz; kim bundan daha güzelini getirebiliyorsa getirsin.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 258.

----

Bizim bu ilmimiz reydir (görüştür); bizim yapabildiğimizin en güzeli budur; bize bundan daha güzelini getiren olursa onu kabul ederiz” ya da “o doğruya bizden daha yakındır.

b. Ahmed el-Mekkî, el-Muvaffak 1321. Menakıbü’l-İmami’l-Azam Ebû Hanîfe, Haydarabad, I, s. 76–77.

-----

Benim kitaplarımdan fetva verenin, neye dayandığımı bilmeden fetva vermesi helâl değildir.

İbn Abdülber 1417/1997. el-İntikâ fî fezâili’l-eimmeti’s-selâseti’l-fukahâ (nşr. Abdülfettah Ebû Gudde), Beyrut, Dârü’l-beşâiri’l-İslâmiyye, s. 267.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Fıkıh Meclisi


Ebû Hanîfe’nin kitaplarını yazan talebeleri kırk kişiydi. İçlerinde ileri gelen on kişinin içinde Ebû Yusuf (182/798), Züfer b. Hüzeyl (158/775), Davud et-Tâî (165/781), Esed b. Amr (190/806), Yusuf b. Halid es-Semtî (189/804) ve Yahya b. Zekeriyya b. Ebû Zâide (182/798) vardı. Yahya bu kitapları onlar için otuz yıl boyunca yazmıştı.

İbn Ebü’l-Avvâm1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 342.

-------

Ebû Hanîfe’nin yanında bir meselenin çözümünde farklı görüşler ortaya koyuyorlardı, şu bir çözüm getiriyor, başkası başka bir çözüm getiriyordu. Sonra meseleyi ona arzediyor ve çözümünü ona soruyorlardı. O da kısa bir süre içinde meseleye çözüm getiriyordu. Bazen bir mesele üzerinde üç gün tartışıyorlardı. Sonra o meseleyi kitaba yazıyorlardı.

İbn Ebü’l-Avvâm 1431/2010. Fezâilü Ebû Hanîfe (nşr. Lâtîfürrahman el-Kâsımî), Mekke, el-Mektebetü’l-imdâdiyye, s. 341–342.

------

Ebû Hanîfe’nin öğrencileri onunla birlikte bir meseleyi tartışıyorlardı. Âfiye b. Yezîd28 gelmediği zaman Ebû Hanîfe: “Âfiye gelmeden meselenin tartışmasını bitirmeyin” derdi. Âfiye gelip onlara muvafakat ederse Ebû Hanîfe: “Meseleyi yazın” derdi; onlara muvafakat etmezse: “Meseleyi yazmayın” derdi.

Saymerî 1976. Ahbaru Ebû Hanîfe ve ashâbih, Beyrut, Dârü’l-kitâbi’l-Arabî, s. 149–150.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Hukuk Metodolojisi Üzerine

 

eş-Şeybânî




Tam adı Ebû Abdillâh Muhammed b. el-Hasen b. Ferkad eş-Şeybânî (ö. 189/805)’dir. Hanefi mezhebinin imamı Ebû Hânife’nin ileri gelen öğrencilerindendir. Eserleri sayesinde Hanefî mezhebinin görüşleri büyük ölçüde kayıt altına alınmıştır. İlk Abbasi halifeleri zamanında yaşayan eş-Şeybânî Abbasi halifesi Hârunürreşîd tarafından Rakka kadılığına, daha sonra Ebû Hanife’nin bir diğer öğrencisi Ebû Yusuf’un vefatıyla boşalan başkadılık makamına tayin edilmiş ve vefatına kadar bu görevi sürdürmüştür. Maliki mezhebinin kurucusu kabul edilen İmam Mâlikten el-Muvatta’ı okuyan eş-Şeybânî Şafii mezhebinin kurucusu İmam Şâfiî’ye ve Maliki fıkhını tedvin eden Esed b. Furât’a hocalık yapması sebebiyle re’y ve hadis merkezli ekoller arasında merkezi konumda bulunmaktadır.

En önemli eserleri arasında zâhirü’r-rivâyenin (Hanefî fıkhının temelini oluşturan şöhret derecesinde rivayet edilen İmam Muhammed’in eserlerinin bir kısmına verilen isimdir) temelini ’el-Asl’ oluşturmaktadır. Bu eser, Hanefi mezhebinin en temel ve en önemli kaynağı olduğu gibi zâhirü’r-rivâye eserleri arasında en hacimli olanıdır. Müellife âit, Câmiü’s-sagîr, Ebû Yusuf’un kendisinden öğrendiği Ebû Hanîfe’ye ait görüşleri ihtiva eden el-Câmiü’l-kebîr ve Medine ehlinin görüşlerinin ele alınıp değerlendirilerek yer yer tenkit edildiği el-Hücce alâ ehli’l-Medîne de diğer önemli kitapları olarak zikredilebilir.

---------------



İslam’da Yargının Kaynakları


İlim dört kısımdır:

1. Kur’ân’da yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

2. Hz. Peygamber’in sünnetinde yer alan hükümler ve bunlara benzeyenler.

3. Sahâbenin icmâsıyla sâbit olan hükümler ve bunlara benzeyenler. Sahabenin ihtilaf ettiği meselelerde onların görüşlerinin dışına çıkılmaz, birisi seçilir ve ona benzeyenler ona kıyas edilir.

4. Müslümanların bütün fakihlerinin iyi gördüğü hükümler ve bunlara benzeyenler. İlim bu kısımların dışına çıkmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 26.

Bu dört kaynağı bilen kişi namaz, oruç, hac ve her tür emir ve yasakla ilgili ortaya çıkan meselelerde ictihad edebilir, fetva ve yargı hükmü verebilir, düşünce, kıyas ve ictihad yolunda elinden gelen gayreti gösterirse ulaştığı sonuçla amel edebilir ve hata yapsa da bundan sorumlu olmaz.

İbn Abdülber 1398. Câmiu beyâni’l-ilm ve fazlih, Beyrut, II, s. 61.

Hüccet Kitâb, sünnet, icma ve kıyastır.

Ebû Nuaym 1409/1988. Hilyetü’l-evliyâ, Beyrut, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, VI, s. 329, IX, s. 74.

Hadisin olduğu yerde kıyas yapılmaz.

Şeybânî 1403/1983. el-Hücce alâ ehli’l-Medîne (nşr. Mehdi Hasan el-Kîlânî), Beyrut, Âlemü’l-kütüb, I, s. 204.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İkrah, Zaruret ve Ruhsat


Allah Teâlâ tarafından haram kılınan ve hiç bir durumda helal kılınmayan, ancak ikrah (zorlama) altında ruhsat verilen konularda ikraha maruz kalan kişi ruhsatla amel etmeyip bu yüzden öldürülürse, böyle davrandığı için günahkâr olmaz. Ruhsatın var olduğunu bilse de hüküm aynıdır. Ancak, Yüce Allah’ın, zaruret halinde helal kıldığı meyte ve domuz etinin yenilmesi ve hastalık ya da yolculukta oruç tutulmaması gibi ruhsat durumlarında kişi Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayıp ölür ya da öldürülürse günahkâr olur. Birinci durumda ruhsat bulunmakla birlikte kişi ruhsatı terk ederek dini aziz kılmak/yüceltmek istemiştir ve bu yüzden Allah katında mükâfat alacaktır.

İkinci durumda ise Allah’ın zaruret, hastalık veya yolculuk sebebiyle helâl kıldığı şey yapılmamaktadır; burada dini yüceltme anlamı yoktur. Bu durumda Allah’ın helal kıldığı şey, normal şartlarda Allah’ın helal kıldığı şeyle aynı seviyededir ve Allah’ın helal kıldığı şeyi yapmayan (ve bu sebeple ölen kişi) bize göre günahkâr olur. Bildiğin gibi, ihrama girmiş bir kişi ya meyte eti yemek ya da harem bölgesine ait bir av hayvanını kesmek zorunda kalsa, bize göre onun için meyte eti yemek helal olur, ama meyte elinde olduğu sürece av hayvanını kesmek helal olmaz; çünkü meyte zaruret durumunda helal kılınmış, ama harem bölgesindeki av hayvanı zaruret ya da başka bir durum istisna edilmeden genel olarak haram kılınmıştır. Kur’ân’ın helal kıldığı şey, zaruret durumu için ruhsat verdiği şeye benzemez.

Bildiğin gibi, Yüce Allah ikrah durumunda küfrü (dinden çıkmayı) gerektiren davranışta bulunmaya ruhsat verirken Kitab’ında: “Bu helaldir” dememiş, ama şunu demiştir: “Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse –kalbi iman ile dolu olduğu halde zorlanan başka– fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır” (en-Nahl 16/106). Bu durumda, ikrah altında olandan kınanma kalkmıştır. Yüce Allah, “Ben bunu helal kıldım” dememiş, ama buna ruhsat verdiğini bildirmiştir. Kişinin bu fiili (küfrü) yapmayıp öldürülmeyi kabul etmesi daha erdemli bir davranıştır. Bildiğin gibi, Hubeyb30 kâfir olmayı reddettiği için öldürüldüğü halde o kınanmamış, Ammar (37/657) ise küfür sözünü söylemiş ve kendisine ruhsat verilmiştir. Ayrıca küfre zorlanan kişinin bunu reddedip öldürülmesi durumunda kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgeleneceği rivayet edilmiştir. Dinden çıkaran söz söylemeye zaruret durumunda ruhsat verilmiştir. Meyte ve domuz etini yemek ise zaruret halinde Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeydir. Bu durumda kim Yüce Allah’ın helal kıldığı bir şeyi yemeyip ölürse o günahkâr olur.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, VII, s. 416–418.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihat Hatası


Ebû Hanîfe şöyle dedi: Şahitlik konusunda yalancı oldukları düşünülmüyorsa bidat ehlinin (ashâbü’l-ehvâ, sapkın mezheplere mensup olanların) şahitliği caizdir. Ebû Yûsuf ve Muhammed de bu görüştedir. Ebû Yûsuf ve Muhammed şöyle dediler: Bu sapkın görüşler (el-ehvâ) aslında bu kişilerin verdiği birer fetva niteliğindedir; fetvasında hata yaptığı için bir insanın şahitliğinin reddedilmesi gerekmez. Kimi insanlar günahları çok büyük görerek onları küfre denk saymış ve bu şekilde hataya düşmüşlerdir. Bu onların bir fetvasıdır. Bundan dolayı onların şahitliği geçersiz olmamalıdır.

Kimi insanlar da dinlerinde şüpheye düşmüş ve “(Kesin bir şekilde) mümin olduğumuzu ikrar edemeyiz” demişlerdir; bu zayıf görüşleri sebebiyle onların şahitliği de geçersiz sayılmamalıdır. Bildiğin gibi, kâfirlikten sonra en büyük günah insan öldürmektir. Hz. Peygamber’in ashabı da öldürülmesi günah olan en büyük insanlardır. Ama onların bir kısmı diğer bir kısmını öldürmüştür. Sence Hz. Âişe (58/678) Hz. Ali’nin (40/661) önünde şahitlik yapsaydı ya da kendisine katılmadıkları halde Sa’d b. Ebû Vakkas (55/675) ve Abdullah b. Ömer (73/693) Hz. Ali’nin önünde şahitlik yapsaydı onların şahitliğini kabul etmez miydi! Bu insanların arasında meydana gelen görüş ayrılığından daha büyüğü var mıdır!

Şeybânî 1433/2012. el-Asl (nşr. Mehmet Boynukalın), Beyrut, Dar İbn Hazm, X, s. 477–478.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

İctihadın Şartları


Dürüstlüğü, aklı, salâhı, anlayışı, sünnet ve hadis bilgisi ve sözlerin nasıl anlaşılacağını gösteren fıkıh yollarını bilme yönünden güvenilir kişiler dışında kimse kadı tayin edilmemelidir; çünkü sünnet ve hadisleri bilmeyen rey/görüş sahibi yeterli olmayacağı gibi fıkhı bilmeyen hadis sahibi de yeterli olmaz. Bu ikisinden (rey ve hadisten) biri olmadan diğeri yeterli olmaz. Bu nitelikte olmayan kişi müftü de olamaz, ancak işittiği şeyleri naklederek fetva verebilir.

el-Hâkimü’ş-şehîd. el-Kâfî, Atıf efendi kütüphanesi, no. 1005, I, 218a-218b.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

(İslam Hukukunda) Haber

 




İslam bilgi anlayışına göre insan duyular, akıl ve haber olmak üzere üç bilgi kaynağına sahiptir. Haber doğru yahut yanlış olan bir bilgidir. İslam hukuk metodolojisi bakımından hukukun temel kaynaklarından sayılan Kur’ân ve sünnet, haber sayılır. Haberin doğasıyla ilgili bütün özellikler ve sorunlar, Kur’ân ve sünnet hakkında geçerli olacağından dolayı, gerek Kur’ân’ın güvenilir bir haber kaynağı olduğunun, gerekse Hz. Muhammed’den günümüze ulaşan söz ve uygulamaların güvenilirliği, yüzyıllar boyunda geniş incelemelere konu edilmiştir. Bu bölümde İslam hukukunun kaynakları, haber olmaları bakımından çeşitli başlıklar altında incelenmektedir.


 -----------


Akılcı Okulun Haber Teorisi: İsâ b. Ebân


Ebû Mûsâ İsâ b. Ebân (ö. 221/836), İran kökenli Hanefi fakihlerindendir. Irak’ın çeşitli bölgelerinde kadılık görevi yapmıştır. Mihne yıllarında görev yapmış bir devlet görevlisi olarak kendisinin de Kur’ân’ın yaratılmış olup olmadığı tartışmasına muhatap olanlardan birisi olduğu anlaşılmaktadır.

Haberler üç kısımdır: Bir kısım haberin doğruluğu ve içeriğinin gerçekliği kesin şekilde bilinir; bir kısım haberin içeriğinin yalan olduğu ve haberi verenin yalan söylediği kesin şekilde bilinir; diğer bir kısım haberin ise doğru veya yalan olma ihtimali bulunur. Birinci kısım, tevatür yoluyla geldiği ve nakledenlerin aralarında sözleşip anlaşarak uydurmaları mümkün olmadığı için içeriğinin kesin doğru olarak bilindiği haberdir. Mesela dünyada Mekke, Medine ve Horasan adındaki yerlerin varlığı, Hz. Peygamber’in insanları Allah’a çağırdığı, Kur’ân’ı getirdiği, onun Allah tarafından kendisine indirildiğini söylediği, onun bize namaz, zekât, Ramazan ayını oruçla geçirme ve Kâbe’yi haccetme gibi ibadetleri emrettiği konusunda (haber yoluyla edinilen) bilgimiz gibi.

Bu şeyler ve saydığımız emirler hakkındaki bilgimiz zorunlu ve kendini kabul ettiren türdendir. Bu emirleri reddeden sanki onları Hz. Peygamber’in ağzından işitip reddeden gibidir ve bu sebeple kâfir olup İslâm dininden çıkar; çünkü bu tür bilgi zorunlu bir bilgidir; bu tür bilgi duyu organlarıyla hissedilen ve gözle görünen şeyler hakkındaki bilgimiz, dünyada bizden önce insanların yaşadığı ve şimdi var olanların onların çocukları olduğu, biz doğmadan önce göğün var olduğu konusunda ve benzeri konulardaki bilgilerimiz gibidir. Bu tür kesin bilgiye ulaştıran haberlerde (haber verenlerin sayısı bakımından) bilinen bir sınır ve belirli bir rakam yoktur. Kimi zaman on veya yirmi kişi bile haberin tevatür derecesine ulaşmasını sağlamaz... Çünkü bu konuda dikkat edilmesi gereken şey o haberin bizi ulaştırdığı, şüpheye yer bırakmayan kesin bilgidir.

(Cassas şöyle der: İsa b. Eban bu kısımda Kur’ân’da gelecekte olacağı bildirilen ve haber verildiği şekilde gerçekleşen gaybla ilgili haberleri de zikretmiştir). Meselâ “Elif, Lam, Mim. Size yakın olan bir yerde Rumlar yenildi. Ama onlar yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir” (Kur’ân 30: 1-4); “Siz Allah dilerse kesinlikle Mescid-i Haram’a güven içinde gireceksiniz” (Kur’ân 48: 27); “Sizden iman edip iyi işler yapanları, onlardan öncekileri hâkim kıldığı gibi, Allah yeryüzünde kesinlikle hâkim kılacağını vadetmiştir” (Kur’ân 24: 55) ve benzeri âyetlerde verilen haberler Allah’ın bildirdiği şekilde gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber de buna benzer şekilde geleceğe yönelik pek çok haber vermiş ve bunlar dediği ve anlattığı şekilde meydana gelmiştir. Bunların bir kısmı onun hayatında gerçekleşmiş, bir kısmının da ondan sonra meydana geleceği bildirilmiş ve haber verdiği şekilde meydana gelmiştir.

Bunlar gibi kesin bilgi ifade eden başka haberler de vardır: Mesela biz Cuma günü caminin yolundan gelen insanları görüp onlara nereden geldiklerini sorduğumuzda “Biz camiden geliyoruz ve namazı kıldık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında yalan söylemiş olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz. Bunun gibi Mekke yolundan dönen hacı kafilesiyle karşılaşıp sorduğumuzda “Biz hacdan dönüyoruz ve Arafat’ta vakfe yaptık” derlerse, bu insanların bir kısmının kendisi hakkında verdiği haberin yalan olma ihtimali bulunsa da, onların hepsinin verdiği bu haberin doğru bir bilgi içerdiğini zorunlu olarak biliriz.

Yalan olduğu kesinlikle bilinen haber ise Müseyleme ve ona benzeyen yalancı peygamberlerin haberleri gibidir. Onlar gelecekle ilgili kimi şeyleri haber vermiş, ancak bunların yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca onlar uydurdukları peygamberlikleri hakkında delilleri bulunduğunu iddia etmiş, ancak bunların hiç birini getirememişlerdir. Böylece onların yalan söyledikleri ortaya çıkmış ve iddialarının boş olduğu açıkça görülmüştür. Bir insanın “ben bir anne-babadan olmayan, aniden yaratılmış adamlar gördüm” veya “Ben kimse tarafından yapılmamış bir ev gördüm” demesi ya da “ben Arife günü Arafat’ta insanların hepsinin öldürüldüğünü ve bunu haber verecek kimsenin kalmadığını gördüm” dedikten sonra Mekke’den gelen kimsenin onun verdiği haberi vermemesi de bunun gibi şüphesiz yalan olduğu anlaşılan haberlerdir.

Doğru ve yalan olma ihtimali bulunan haberler ise bir kişinin veya tevatür sayısına ulaşmayan ve aralarında anlaşmaları mümkün olan bir topluluğun verdiği haberlerdir. Böyle bir topluluğun verdiği haberin de (bir kişinin verdiği haber gibi) doğru veya yalan olma ihtimali bulunmaktadır. Dıştan bilindiği kadarıyla dindar, güvenilir (adl) ve yalan söylemeyen bir kişinin rivayet ettiği haber, sayacağımız kimi şartlarla ve kesin doğru olduğuna tanıklık etmemekle birlikte, hükümler konusunda delil kabul edilir. Dıştan bilindiği kadarıyla günahkâr (fâsık) ve yalancı olan bir kişinin haberi ise kabul edilmez...

İnsanların tanıyıp bildiği şekilde ve meşhur bir biçimde gelmeyen bir haber-i vâhidin, Kur’ân’ın açık bir ayetinin anlamını daraltması (tahsis etmesi) veya hükmünü kaldırması (neshetmesi) kabul edilemez. “Mirasçıya vasiyet yoktur” ve benzeri hadisler ise meşhurdur... Bu şekilde gelen hadisler kabul edilir; çünkü bunlarda yanılma olması mümkün değildir. Ancak Hz. Peygamber’den rivayet edilen bir haber-i vahidin görünen anlamı sünnet ve hükümleri açıklama yönündeyse veya bu haber icma edilmiş (görüş birliğiyle kabul edilmiş) bir sünneti reddediyor veya Kur’ân’ın görünen anlamına ters düşüyorsa bakılır: Eğer bu hadisin bunlara ters düşmeyen bir yön ve anlamı varsa onun anlamı en güzel yönde, sünnete en çok benzeyen şekilde ve Kur’ân’ın görünen anlamına en uygun tarzda anlaşılır; eğer bu şekilde anlaşılması mümkün değilse o hadis şazdır (kurala aykırıdır, hatalı rivayet edilmiştir). Âlimlerin hepsinin has (özel bir anlamı) olduğunu kabul ettiği bir Kur’ân ayetinin kimlerle ilgili olduğunun belirlenmesinde hadisler (açıklayıcı) kabul edilir.

Âlimler bu konuda kendilerine ulaşan en güzel ve sünnete en çok benzeyen hadislere dayanarak fikir yürütebilirler. Mesela “Hırsız erkek ve kadın...” (Kur’ân 5: 38) ayeti âlimlerin hepsine göre has (özel) bir anlama sahiptir ve hırsızların bir kısmını içine alırken diğer bir kısmını içermez; işte bu ayetle kastedilenin kimler olduğunun tespitiyle ilgili hadisler (açıklayıcı) kabul edilir. Mesela “Eşlerini zina ile suçlayan ve kendilerinden başka şahitleri olmayanlar...” (Kur’ân 24: 6) ayeti bütün âlimlere göre has (özel) bir anlama sahiptir; çünkü temyiz yaşına gelmemiş küçükler hiç bir âlime göre bu ayetin kapsamına girmez. Bu hususta bütün âlimler icma (görüş birliği) etmiş olduğundan bununla kimlerin kastedildiğinin tespitiyle ilgili haber-i vahid rivayetler kabul edilir. Buna benzeyen ayetler de aynı durumdadır...

Kur’ân’da açık bir şekilde bildirilen (mansus) herhangi bir konu hakkında, onu reddeden veya genel bir anlama sahipken anlamını daraltan (has kılan) bir hadis gelir ve bu hadisin anlamı açık olup farklı anlamlarda yorumlanma ihtimali bulunmazsa, eğer bu hadis insanların tanıyıp bildiği ve sadece içlerinden çok az sayıda insanın bilmediği, meşhur bir hadis değilse bu hadis terkedilir...

Birbirine zıt iki hadis rivayet edilir ve insanlar sadece bunlardan birini kabul ederse bu nâsih olan (önceki hükmü kaldıran) hadistir; eğer insanlar görüş ayrılığına düşmüşse bu hadisler hakkında ictihad etmek ve asıllara (bilinen âyet ve hadislere) en çok benzeyen hadise uymak gerekir. Eğer bu hadislerin tarihleri bilinirse ve uzlaştırılmaları da mümkün olmazsa sonraki öncekini nesheder (hükmünü kaldırır); eğer uzlaştırılması mümkünse bu yönde ictihad edilir; eğer insanlar önceki hadise göre hareket ediyor ve âlimlerin arasında bu hadis meşhur, diğeri sadece azınlık tarafından uygulanan garip bir hadis ise bakılır; önceki hadise uyanlar sonraki hadise uymayı caiz görüyorsa onun hakkında ictihad etmek caiz olur; ama onlar sonraki hadise uyanları ayıplıyorlarsa insanların (çoğunun) uyduğu hadise uymak gerekir; çünkü burada nesih gerçekleşmiş olsaydı onlar önceki hadisi bilmez ve birinci ihtimalde olduğu gibi bu hadisin neshedildiği onların arasında yaygın şekilde bilinir ve ancak çok az kişi bundan habersiz kalırdı. Senin de gördüğün gibi, kurban etleri(nin saklanması) hakkında hem yasaklama hem de serbestlik getiren hadisler aynı derecede meşhur olmuştur. Mezar ziyareti, içki kapları ve mut’a evliliğiyle ilgili hadisler de böyledir.

Cassas, el-Fusûl fi’l-usûl (nşr. Uceyl en-Neşmî), İstanbul, Mektebetü’l-İrşâd, ts., I, 156-158; II, 291; III, 35-37.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Az Sayıda Kişinin Rivayet Ettiği Hadislerin Durumu (Haber-i vahid): eş-Şeybânî


Bir veya az sayıda kişinin Hz. Peygamber’den rivayet ettiği hadise haber-i vahid denilmektedir. İlk dönemden itibaren bu nitelikteki rivayetlerin delil olarak kabul edilmesi tartışma konusu olmuştur. Şeybânî bildiğimiz kadarıyla bu konuya değinen ilk müelliflerden biridir. O, bu konuya daha çok fıkıh meseleleri bağlamında değinmekle birlikte ortaya koyduğu deliller onun konunun fıkıh usûlüyle ilgili boyutunu da bildiğini göstermektedir. Ancak Şeybânî (ö. 189/804) döneminde fıkıh usûlü henüz bağımsız bir ilim dalı haline gelmediği için onun ifadelerinde konunun usûl boyutu zımnen ele alınmış olmaktadır. Yine bu ifadelerde Şeybânî’nin ravilerde aranan şartlara değindiği görülmektedir. Şeybânî’ye öğrencilik yapmış olan Şâfiî’nin (ö. 204/820) er-Risâle’sinde konu fıkıh usûlü açısından ele alınmış, Şeybani’nin kullandığı delillerin bir kısmına yer verilmiş ve konu daha detaylı biçimde incelenmiştir.

Yolcu bir adam gelip namaz kılmak istediğinde sadece bir kapta bulunan bir su bulur ve bir adam ona bu suyun pis olduğunu haber verir veya ona bir çocuğun idrarını yaptığını veya içine kan veya dışkı düştüğünü veya onu necis (pis) kılan başka bir şey düştüğünü söylerse, yolcunun kendisine haber veren adamın durumuna bakması gerekir: Eğer onu tanıyorsa ve bu adam ona göre dürüst, Müslüman ve iyi bilinen bir kişiyse o suyla abdest almaz, teyemmüm yapar ve namazını kılar. Bu adam köleyse veya haber veren kişi hür ve Müslüman bir kadınsa veya bir cariyeyse, söylediği şey hakkında dürüst ve güvenilir bir kişi olduktan sonra, durum aynıdır. Eğer o kişi güvenilir değilse veya haber veren kişinin güvenilir olup olmadığını bilmiyorsa bakar: Düşünce ve zannına göre bu kişinin doğru söylemiş olma ihtimali daha yüksekse yine teyemmüm yapar ve o suyla abdest almaz. O suyu döküp sonra teyemmüm yaparak ihtiyatlı davranırsa bu daha iyi olur.

Kendisine haber verenin yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz, namazını kılar ve namazı geçerli olur; teyemmüm yapması da gerekmez. Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bir kabileye ait bir havuza geldiğinde Amr b. As bu kabileden bir adama: “Yırtıcı hayvanlar bu suya geliyor mu?” diye sormuş, Hz. Ömer de “Bize bir şey söyleme” demişti. Gördüğün gibi Hz. Ömer adamın ona böyle bir haber vermesini istememiştir. Eğer o, adamın sözünün haber değerinde olduğunu kabul etmeseydi onun haber vermesine engel olmazdı.

Eğer kaptaki suyun necis/ pis olduğunu haber veren kişi zimmî (gayr-i müslim) bir adamsa onun sözüne inanılmaz; ama kendisine haber verilen kişinin kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bence en iyisi o suyu döküp sonra teyemmüm yapması ve namazını kılmasıdır; suyu dökmeden abdest alırsa bu da geçerli olur; ama kalbi onun doğru söylediğine meylediyorsa bununla birlikte teyemmüm yapıp namaz kılması bence daha iyidir. Eğer onun yalancı olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa o suyla abdest alır ve onun sözüne bakmaz. Her iki durumda da abdest alıp namazını kılar ve teyemmüm yapmazsa bu onun için yeterli olur; çünkü bu dinî bir konudur ve bu konularda hüccet sadece Müslümanın haberidir. Ne dediğini bilen büluğa ermemiş çocuk ve ne dediğini bilen ama akıl zayıflığı bulunan bir insanın verdiği haber de böyle değerlendirilir.

Bir adam yemek yiyen ve içecek içen bir grup Müslümanın yanına gelse ve onlar onu yemeğe davet etse, bunun üzerine Müslüman ve güvenilir olduğunu bildiği bir adam ona: “Bu yedikleri et Mecusi (Zerdüşt dinine mensup, ateşe tapan) bir kişinin kestiği bir hayvanın etidir veya bu ete domuz eti karışmıştır veya bu içtikleri içeceğe şarap karışmıştır” dese, onu yemeğe davet edenlerse: “Durum onun dediği gibi değil” deyip yediklerinin helâl olduğunu haber verip doğru bir şekilde konuyu açıklar ve durumun anlattıkları gibi olduğunu söylerlerse, onların haline bakar: Eğer bu insanlar dürüst ve güvenilir olduklarını bildiği kişilerse o tek adamın sözüne bakmaz ve onların sözüne uyar; eğer bu insanlar ona göre dürüst olmayıp töhmet altındaysa o tek adamın sözüne uyar ve bu şeylerden yemesi caiz olmaz. Dürüst ve güvenilir bir Müslüman adam(ın haberi) bu konuda hüccettir; hür kadın, cariye ve köle de (bu konuda) onun gibidir.

Eğer içlerinden iki adam hariç bu insanlar güvenilir değilse, bu iki güvenilir adam tek adamın verdiği habere aykırı şekilde haber veren kişilerin arasındaysa, bu iki adamın sözüne uyar ve tek adamın sözünü bırakır. Eğer bu grubun içinde sadece bir adam güvenilir durumdaysa, birbirine aykırı iki haber veren bu iki adamın haberlerine bakar: Eğer yiyeceğin haram olduğunu iddia edenin doğru söylemiş olma ihtimalini daha yüksek görüyorsa onun sözüne uyar. Eğer bir kanaate ulaşamadıysa ve iki durum da ona göre eşitse o yiyecekten yemesi ve içecekten içmesinde bir sakınca olmaz. İki adam birbirine ters düştüğünde, sana anlattığım her türlü ihtimalde abdest de bu mesele gibidir.

Yiyeceğin helal olduğunu haber verenler iki güvenilir adam olmakla birlikte bunlar köleyse, yiyeceğin haram olduğunu iddia eden ise sadece bir hür adamsa o yiyeceği yemekte bir sakınca yoktur. O yiyeceğin haram olduğunu iddia eden iki güvenilir erkek köle, helal olduğunu iddia eden bir güvenilir hür adamsa o yiyeceği yememesi gerekir. Bunun gibi, iki şeyden birini haber veren güvenilir bir köle, diğerini haber veren hür bir adamsa bu konuda kendi kanaatine göre en güçlü ihtimale bakıp ona uyar ve başkasına bakmaz. İki şeyden birini kendisine haber veren iki güvenilir hür adam, diğerini haber veren iki güvenilir erkek köleyse iki hür adamın sözüne uyar ve iki kölenin sözünü bırakır; çünkü hürler hüccet bakımından kölelerle aynı derecededir; ayrıca onların şahitliği yargıda kesin delil sayılır; bu sebeple hür olmaları durumunda onların şahitliği kabul edilmeye diğerlerinden daha lâyıktır.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’ın (13/634) yanında Muğîre b. Şu’be (50/670) Hz. Peygamber’in nineye mirastan altıda bir hisse verdiği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ebû Bekir ona: “Başka bir şahit daha getir” dedi; o da Muhammed b. Mesleme’yi (43/663) getirdi ve o aynı şekilde şahitlik yaptı. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir nineye altıda bir hisseyi verdi. Bu dinî bir konudur. Hz. Ömer’in (23/644) yanında Ebû Musa elEş’arî (44/665) Hz. Peygamber’in: “Biriniz üç defa izin ister ve kendisine izin verilmezse geri dönsün” dediği yönünde şahitlik ettiğinde Hz. Ömer: “Seninle birlikte buna şahitlik edecek birini daha getir” dedi. Bu ihtiyat bakımından daha iyidir; ama bir kişi de yeterlidir.

Sen de biliyorsun ki; Hz. Ömer bunu ona sadece ihtiyatlı davranmak için söyledi. Eğer o başka bir şahit getirmeseydi onun şahitliğini yine kabul ederdi; çünkü Hz. Ömer, Abdurrahman b. Avf’ın (32/652) şahitliğini buna benzer bir meselede kabul etmiştir; Abdurrahman b. Avf Hz. Ömer’in yanında tek başına, Hz. Peygamber’in yanında Mecusîlerin anıldığı ve Hz. Peygamber’in haraç alma konusunda: “Onlara kitap ehliyle ilgili hükümleri uygulayın” dediği yönünde şahitlik yapmış ve Hz. Ömer tek başına onun sözünü geçerli saymıştır.

Yine Hz. Ömer veba salgını varken Şam’a gitmek istediğinde Abdurrahman b. Avf’ın vebayla ilgili sözünü geçerli saymıştır. Hz. Ömer Şam’a gitme hususunda insanlara danıştığında kimi Muhacirler ona gitmesi yönünde görüş bildirmiş, Ebû Ubeyde b. Cerrah (18/639): “Ey müminlerin emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” demişti. Mekkeli bir grup ise ona “Gitme” dedi. Bu sırada Abdurrahman b. Avf geldi ve: “Ben Hz. Peygamber’in: ’Bu kötü hastalık bir yerde yayılırsa oraya gitmeyin, sizin olduğunuz bir yerde yayılırsa oradan çıkıp kaçmayın’ dediğini işittim” dedi. Hz. Ömer de onun sözüne uydu. Başka bir hadis şöyledir: Hz. Ömer, bir kadının, öldürülen kocasının diyetine mirasçı olmaması yönünde hüküm vermeye niyetlenmişti ki; Dahhak b. Süfyan Hz. Ömer’e gelerek, Eşyem ed-Dibâbî’nin karısını onun diyetine mirasçı kılması için, Hz. Peygamber’in kendisine bir mektup yazdığı yönünde şahitlik yaptı ve Hz. Ömer onun sözüne uydu. Hz. Peygamber Bizans kralı Kayser’e tek başına Dihye el-Kelbî’yle (50/670) bir mektup göndererek onu İslam’a çağırdı ve bu, Kayser’e İslam’ı ulaştırma konusunda yeterli (hüccet) görüldü. Hz. Ali (40/661): “Ben bir şeyi Hz. Peygamber’den işitmeyip başkasından dinlediğim zaman o kişiye söyledikleri üzerine yemin ettirirdim; ama bunu bana Ebû Bekir es-Sıddık anlattı ve o doğru söyledi...” demiştir.

Bütün bu rivayetlerde bir Müslüman adamın şahitliği kabul edilmiştir. Bize ulaşan bir rivayete göre içlerinde Ebû Talha’nın (34/654) da bulunduğu bir grup sahabi fadîh (hurmadan yapılan bir içki) içiyorlarken onlara bir kişi geldi ve şarabın haram kılındığını haber verdi. Bunun üzerine Ebû Talha: “Enes! Kalk ve şu çömlekleri kır” dedi. (Enes (93/711)): “Ben de kalkıp onları kırdım ve içlerindeki içki döküldü” (dedi). Bu konuda delil çoktur.

... Hz. Peygamber Ramazan ayının hilalini görme konusunda bir bedevinin şahitliğini kabul etti. Bu kişi Medine’ye gelip hilali gördüğünü onlara haber verdi ve Hz. Peygamber onun şahitliğine dayanarak Müslümanların oruç tutmasını emretti. ...

Bir bedevi Hz. Peygamber’in yanında hilali görme konusunda şahitlik yaptı. Hz. Peygamber ona: “Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim onun elçisi olduğuma şahitlik eder misin?” diye sordu. O da: “Evet” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber’in verdiği emirle insanlar oruç tuttular.

Bu, dinî konularda bir kişinin şahitliğinin geçerli olduğunu gösterir. Bayram hilali hakkında iki hür erkek veya bir erkek ve iki kadın şahitten az sayıda kişinin şahitliği kabul edilmez; çünkü bu dinî bir konu olsa da oruç tutmayı bırakmaları ve orucu bozmaları sebebiyle bayram hilalini görmede insanların bir tür menfaati vardır; bu sebeple bu konu yargı hükmü gibi ele alınır ve bu konuda sadece yargı hükümlerinde kabul edilen şahitlik türleri kabul edilir. Eğer şahitlikleri geçerli olmayan ve töhmet altında olan kişilerdense, Ramazan ayının hilali konusunda bir veya iki Müslümanın şahitliği kabul edilmez.

Güvenilir Müslüman bir erkek köle veya ister hür ister cariye olsun güvenilir Müslüman bir kadın veya kazif suçundan dolayı cezalandırılmış olsa da güvenilir Müslüman bir erkeğin bu konuda şahitliği ise geçerlidir. Bu konuda şahitlik yapan şehir içindeyse ve gökyüzünde (hilali) görmeyi engelleyici bir durum yoksa onun bu konudaki şahitliği kabul edilmez; çünkü bu şahitliğin batıl/yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Ancak gökyüzünde bulut gibi bir engel varsa ve güvenilir olan bu kişi hilali bulutların arasından gördüğünü haber verir veya başka bir yerden gelerek haber verirse Müslümanların onun şahitliğiyle oruç tutmaları gerekir.

Şeybânî 1433/2012. el-Asl, nşr. Mehmet Boynukalın, Beyrut, Dar İbn Hazm, II, 243–249.
Çeviren: Mehmet Boynukalın

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Yaşar Nuri-Deizm Güzellemeleri ve Caner Taslaman

https://www.youtube.com/watch?v=JFfN0Ks1Dro



Caner Taslaman: Yaşar Nuri Öztürk hocaya tekrar Allah'tan rahmet dilerken birkaç açıklama yapmayı zaruri buluyorum:

1- Hoca, hiçbir zaman dinlere inanmayıp Allah'a inanma manasına gelen deizmi benimsemedi. Sadece uydurmalarla dolu din anlayışlarına deizmi tercih ettiğini söylemek istiyordu. (Bence, Kuran merkezli savunduğu ve hayatına geçirdiği bir sistem varken bunu gündeme getirmesi gereksizdi.)

2- Hoca, ibadetlerine titiz bir Müslümandı. Daha geçen sene ağır hasta haliyle umreye gitti ve orada hasta oldu. Ayrıca birkaç ay önce beraber olduğumuz bir davette, yemekten hemen sonra yan yana akşam namazını kıldık. (Hocaya namaz kılmadığı gibi birçok iftira atıldığı için özellikle vurguladım.) Bir deistin bir dinin ibadetlerini yaptığı düşünülemez.

3-Taş yerinde ağırdır. Hoca kendi alanında çok etkili çalışmalar yaptı. Bence siyasi konulara hiç girmemeliydi; hoca için vakit kaybıydı. Fakat hoca, siyasi bir yaklaşımı benimsemişti ve onu savundu. Ama hocanın etkili olduğu görüşlerde bu siyasi görüşlerinin ciddi bir payı olmadığı ve kendisinin siyasi görüşlerini tartışmanın abes olduğu kanaatindeyim.

4- Hocanın, zamanında tepki aldığı birçok görüşü, bugün birçok ilahiyatçı, benzer bir tepkiyle karşılaşmadan savunabiliyor. Örneğin bugün recmin uydurma olduğunu veya Hz İsa'nın tekrar gelmeyeceğini savunan ilahiyatçılar eskisine göre çok daha fazla ama hocaya bu konuda gösterilenlere benzer bir tepki almıyorlar. Bunda hocanın kitleleri bu görüşlere alıştırmış olmasının payı büyük.

5-Hocanın en önemli bulduğum yönlerinden biri Kuran ile diğer kaynaklar arasındaki farkı birçok kişiye öğretmekte ki büyük payı. Ayrıca Kuran'ı anlayarak okumak konusundaki dev katkısı.
Emin olun hocaya burun kıvıran birçok ilahiyatçı, bugün, kendilerinin yirmi yıl önceki hallerinden çok daha fazla Kuran vurgusu yapıyorlar; fıkıh kitaplarındaki birçok yanlışı Kuran'da yer almadığı için reddedebiliyorlar.

6-Hocanın birçok ilahiyatçının ulaşamadığı bir kesime ulaştığına, dini inancını yitirmiş birçok kişinin dini inancını kazanmasına, birçok kişinin Kuran okumaya ve namaz kılmaya başlamasına vesile olduğuna defalarca tanıklık ettim.

7-Hocanın asabiyetine vurgu yapılıyor. Doğrudur, hoca asabiydi. Fakat hemen hiç kimseye olmadığı kadar hocaya haksız hakaretlerin yapıldığını unutmayalım. Bu hakaretlere uğramayanların yorum yapmasının kolaylığını yaşıyor birçok kişi. Bunlara rağmen hoca en hasta zamanlarında bile inandıklarını seslendirmekten ve cedele girmekten geri durmadı.

8-Hepimizin hataları vardır, hocanın da olmuştur. Ama bugün, bu büyük ilim adamını ilmi gayretinden, Kuran'ı sevdirmekte ve okutmakta ki gayret ve üstün başarısından, zeka, cesaret ve çalışkanlığından dolayı hayırla yad etme zamanıdır. Mekanın Cennet olsun. (1)

***

Yaşar Nuri Öztürk, Putin ve Hawking: Yaşar Nuri Öztürk ateist olan Hawking'e ve islamiyetle hiç ilgisi olmayan Putin'e dinsel ve hatta islami bir "paye" vermiştir; "Hawking'i destekliyorum":

Stephen Hawking'in bütün sözlerini Kuran-ı Kerim'de bulabiliriz. Benim kanaatime ve araştırmalarıma göre, Kuran-ı Kerim'de kıyametin habercisi olarak adlandırılan Dabbet-ül-arz Hawking'dir. Hatta bu konuda Hawking'e bir mektup da yazdım. Mektubumda sonuna kadar kendilerini destekleyeceğimi belirttim. (2) Hawking, Eylül 2014'te ateist olduğunu açıkladı. (3) Böyle bir adamın sözlerini Allah'ın İlahı kelamı içinde nasıl bulabiliyor ? Allah kelamı ateistin kelamıyla nası örtüşüyor?

Yine O, Putin'in mümin kokusu yaydığını, Putin'den Kuran mümini kokuları geldiğini söylüyor. Putin'in tırnağı olacak adam islam dünyasında yokmuş! (4)

İşte Yaşar Nuri, Kuran'la ilişkili iki kavramı (Kuran müslümanı ve Dabbetül arz) böylesi 2 Kurandan uzak kişiye nispet ederek Kuran algısının dünyevi/felsefi görüşlerinin altında ezilmiş olduğunu ortaya koymuş oluyor. Ömrü boyunca Ehl-i Sünnetle harp halinde olan Yaşar Nuri'nin favori müslümanları maalesef İmam Şafi, İmam Malik, İmam Ahmed bin Hanbel değil ama İmam (!) Putin, İmam (!) Hawking olmuştur. Caner Taslaman'ın Yaşar Nuri'yi savunması Kuran hesabına olamaz. Nevi şahsına münhasır fikirlerin sahibi olan bir Felsefe Profesörünü yüceltmekten başka bir anlam taşımıyor. Güya bu mealciler çok eleştirel, sorgulayıcı oluyorlar. Görüyoruz ki yanlışlık kendi içlerinde boy gösterdiği zaman deveyi cüce yapıyor; kendi hatalarını küçültmeye ve hatta görmemeye çalışıyorlar.



Atilla Fikri Ergun: Yaşar Nuri Öztürk örneği -geldiği son nokta itibariyle- modern Müslüman “aklın” akıbetini ortaya koyması bakımından son derece ibret verici. “Kuran’daki İslam”dan -ki, kitaplarından birinin de adıdır- yola çıkıp Deizm’e varmak, son derece trajik… Deizm’den bir sonraki adım ateizmdir ve bilumum modernistlerin varacağı yer Deizm’le ateizm arasındaki bu sınır çizgisidir.

Dini felsefeyle karıştırıp, İslam’ı moderniteye uygun “yorumlama”, onu Batılı filozoflardan yapılan alıntılarla -Batılı filozofların ortaya koyduğu düşünceler doğrultusunda-, dolayısıyla yabancı kavramlarla “açıklama” girişimi Öztürk’ü kaçınılmaz bir biçimde Deizm’e savurdu.

Öztürk’ün yaşadığı savrulmayı modernist ilahiyatçıların hemen hepsi yaşıyor, Öztürk’ün diğerlerinden farkı bunu açıkça dile getirmesi

Öztürk’ün Deizm limanına demirlemesi, dinin “Allah’la kul arasındaki özel bir mesele” olduğu, sadece Allah’ın varlığına inanmanın bu ilişki için yeterli malzemeyi teşkil ettiği ve insanın salt akıl yoluyla Hakikat’e ulaşabileceği yönündeki fasit anlayıştan kaynaklanıyor...Öztürk’ün yaşadığı savrulmayı modernist ilahiyatçıların hemen hepsi yaşıyor, Öztürk’ün diğerlerinden farkı bunu açıkça dile getirmesi; diğerleri konjonktürü göz önüne alarak ihtiyatlı davranıyorlar. Bu bakımdan onun diğerlerinden daha dürüst ve açık yürekli olduğunu söyleyebiliriz.

Şu bir gerçek ki, salt akıl yoluyla Hakikat’e ulaşılabilseydi vahye ve nübüvvet müessesesine gerek kalmazdı. Deistlerin iddiası da tam olarak bu zaten, onlara göre, doğru yol üzere olabilmek için -ki, İslam buna hidayet diyor- Kitab’a, Kitab’ı ve Hikmet’i öğretecek bir peygambere ihtiyaç yok; akıl ve sağduyu yeterli. Oysa ilahî rehberliğe ihtiyaç olduğu kesindir, zira insanlık o “mükemmel aklı” ve “sağduyusu” ile neyin iyi neyin kötü olduğu konusunda dahi henüz ittifak edebilmiş değil. Örneğin bugün vahyin “kötü” dediğine “iyi” diyen, gerekli gördüğünü “gereksiz” gören yığınla insan var yeryüzünde.

Yaşar Nuri Öztürk’ün “Tarihin en namuslu, en ahlaklı, en üretken adamları” diye takdim ettiği deistler hakikatte aklen de ahlaken de sakat kimseler. Zira temiz akıl sahibi bir kimse kendi aklınca tasavvur ettiği, üstelik kâinata da müdahale etmeyen bir Yaratıcı’ya inanmayacağı gibi, kendi rehbersiz aklını “ahlakî kriter” haline getirip bütün bir insanlığa “iyilik budur” diyen kimse de hakiki manada ahlak sahibi olmaz.

Öztürk’ün “Kuran, Deizm’i teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır” şeklindeki yaklaşımı ise büsbütün demagoji yüklü. Kur’an Deizm’i teşvik etmiyor ama kapıyı aralayıp bize “çaktırmadan girin” mi diyor?! Eğer Kur’an Deizm’i teşvik ve terviç etmiyorsa Öztürk niçin teşvik ve terviç ediyor?

Biri de çıkıp şunu derse!: “Belki de Kur’an bize ateist olun diyor!”

Deizm’i “insanlığın kurtuluşu” olarak gören ve bu şekilde takdim eden “aklın” İslam’la uzaktan yakından alakası yok hiç kuşkusuz. Zira İslam nokta-i nazarından akıl vahye tabi olmak zorundadır ve selim akıl sahih nakille ittifak halindedir. Öztürk’ün bugün söylediğini, hatta daha ağırını 15 sene önce bir sohbet meclisinde modernist arkadaşlardan biri şöyle dile getirmişti: “Belki de Kur’an bize ateist olun diyor!”

Yaşar Nuri Öztürk örneği bir kez daha göstermiş oldu ki, modern düşünce kalıplarından, asılsız tefsir ve te’villerden, kerameti kendinden menkul modern “yorumlar”dan ebediyen kurtulmamız gerekiyor.

Öztürk’ün geldiği son nokta, İslam’ı kendi kural ve kriterleri çerçevesinde olduğu gibi kabul etmek yerine onu modern paradigma doğrultusunda “yeniden yorumlama” işine soyunan, bunu da Muhammed İkbal’den mülhem “yeniden yapılanma ” olarak takdim eden modernist bir ilahiyatçının hazin serüvenini gözler önüne seriyor. (5)

***

Yaşar Nuri Deizmi hararetle savunmuştur: 

- İlk sorum; neden deizmi kitlelere tanıtan ve açıklamaya çalışan bir kitap yazma gereği duydunuz, şeklindeydi. Siz böylece yanıt vermiş oldunuz.

Y.N.: İnsanlığın nefes alacağı tek pencere. Bu Batı’nın Engizisyon döneminde de böyleydi, bugün de böyle.

***

Aykırı olmayı seven biriydi. Sonunda aykırı yanı modernist/reformist kafasıyla birleşerek "Deizmin mümini" oldu.



Yaşar Nuri'nin dini Nietzsche'nin, Marks'ın, Voltaire'nin diniyle benzer:

Y.N.: Tüm aydınlanmacı filozoflar Voltaire’den Kant’a ve Marks’a kadar hepsi deisttir. Nietzsche’nin ‘Öldü’ dediği tanrı papazların tanrısı. Marks da öyledir. Amerika’nın ağzı ile Allahsız, ateist filan değil Marks. Zaten ateizm diye bir kavramı Kuran kabul etmiyor. Marks; dünyanın en ahlaklı, en dürüst, en sevecen, en çalışkan, en üretken, en insancıl adamlarından biridir. Peygamberlerin bütün ideallerini hayata geçirmek için savaşmış adam, yaşadığı sürece... (6) Dini Nietzsche'nin, Marks'ın, Voltaire'ninki ile benzeşen ve açıkça Allah hariç hiçbir kutsalı (Kuran, Peygamber, Şeriat v.s.) "olmazsa olmazlar" arasında saymayan Öztürk'ü Kuran adına savunmak büyük garabet!
Yaşar Nuri Öztürk'ün Deizm'e kaymasının gerekçeleri net değil. Caner Taslaman da buna temas etmiş. Anlatımlarını birleştirdiğimizde pireye kızıp yorganı yakma vakası görünüyor. Madem ki bazı din adamlarını veya yorumlarını zararlı/kabul edilemez bulmuş, buna verilecek tepki islama değil o kişileri ve fikirlerine olmalı, onları bahane edip Allah'ın dini ve kitabını önemsizleştirici bir çaba içine girilmemeliydi.

Mealcilerin genel karakteristiği hiç söylenmemiş olanı söylemek, bir fikrin ve yorumun ilk sahibi olmak, marjinal fikirlerle milleti şoke edip ilgiyi üzerine çekmektir.

Ekliyor Yaşar Nuri: Kuran kadar dinler tarihini, din temsilcilerini eleştiren başka bir kitap yoktur. Ben kültür tarihi uzmanıyım, kutsal metinler uzmanıyım. Yoktur. İnsan Kuran’ı okuyunca diyor ki; bu din kitabı mı, dini eleştirme kitabı mı?

İşte Kuranla ilişkisini de bu doğrultuda devam ettirdi. Hayatı dini eleştirmekle geçti. Kuran'ı Allahın dini ve şeriatı doğrultusunda toplumu ulvi değerlere yönlendiren inşa edici kutsal metin olarak görmek yerine daha çok kendi görüşüne muhalif (ehl-i sünnet de diyebiliriz) bir grubu ve görüşlerini eleştirmek için bir terbiye edici sopa niyetine kullandı. İlahi kelam'dan Medyatik olmanın, gündemi işgal etmenin bir vesilesi olarak faydalandı. Hadis ve sünnet aleyhtarlığıyla prim yaptı...

Yaşar Nuri: "Son yarım yüzyıl içinde, hele son çeyrek yüzyıl içinde; bir ahlaksızlık, bir soygun, bir soysuzluk, bir vicdansızlık, bir canilik gösterin ki arkasında dincilerden başka biri olsun. Yoktur! Şimdi bu adamların ‘Gelin; burada din var, bu dini yaşayın’ demelerine kim inanır? Bunun için Allah’a inanıp bu dincilerin yaşadıklarına bulaşmamak, insanlığın geleceği bakımından çok önemlidir; işte deizm budur. Deistler, dinciliğin bütün kötülüklerine, rezilliklerine rağmen Allah’a inançlarını koruyan samimi mümin insanlardır. Tarihin en namuslu, en ahlaklı, en üretken adamlarıdır." diyor. Müslüman kimliğini korumakla birlikte namuslu, ahlaklı ve üretken olmanın yolu yok muydu? Varsa neden müslüman kimliğini terk etti ? Hem birilerinin yanlışlarına kızarak "pireye kızıp yorganı yakmanın" ne gereği vardı?

Değerlendirme: "Deist olduğunu söylemedi" iddiasına karşı şunu deriz: deizme güzelleme yaptıktan, methiyeler düzdükten ve adres olarak gösterdikten sonra deist olduğunu söyleyip söylememesi neyi değiştirir? Haddi zatında bu da deizmi benimsediğini söylemenin ayrı bir şekli idi. Bir taraftarın takımına tezahüratından o takımı tuttuğunu anlarsın. İllaki 'ben şu takımı tutuyorum' diye cümle kurmasına gerek kalmaz.

Şunu diyor: "Hem namuslu hem de Allah’a imanı olan adam başka bir yere gidemez." Mefhum-u muhalifiyle deist olmayanın namusunu ve imanını sorgulayan, çok rahatsız edici ve oldukça iddialı bir cümle. Sevenlerinden hala deist olmayan kişiler varsa onlara da zimmi bir eleştiri getirmektedir.

Neden Deist oldu ? Veya deist olmadığını savunanlara göre neden deizmi insanlığın kurtuluşu olarak gördü? İslamda olmayıp ta deizmde olan neydi? Bu soruların cevabını bilemiyoruz. Bunu da bize Caner Taslaman söylesin.

Caner Taslaman'ın açıklamasını esas alırsak şöyle deriz: Demek ki sırf gündem oluşturmak için deist olduğu yönünde açıklama yapmış buna rağmen müslümanlıktan da vazgeçememiştir. Açıklamaları çelişkiyle dolu, sözü fiiline, dünü bugününe, bugünü yarınına uymayan bir yapıda olduğu sonucu çıkar. Millete deizmi öneriyorsun ama kendin uzak duruyorsun!

Caner Taslaman'ın açıklamalarına itibar edersek, doğru bir değerlendirmeyle denilmesi gereken şey Hocanın bir dönem deizme merak sardığı ama bundan dönüp tekrar islama girdiği olabilirdi. İslam haricinde bir dini övdüğü ve onu islamdan öte ufuk hedef olarak gösterdiği sabit olduğunu göre ilgili cümleleri kurduğu dönem Hocanın islamdan uzaklaştığı dönem olmalı!

Taslaman"Sadece uydurmalarla dolu din anlayışlarına deizmi tercih ettiğini söylemek istiyordu"

Cevap: Evet doğrudur; Yaşar Nuri, bazı cümlelerinde bunu demek istedi. Ama bir kısmında da mutlak olarak deizmi övdü ve "yeni, kurtarıcı ve hatta alternatifi olmayan bir din gibi" yansıttı. Taslaman'ın işine gelmemiş olacak ki meselenin bu boyutunu görmezden geliyor (Eleştirinin objesi ehl-i sünnet alimi değil ya ondandır): "Kuran Deizme kapı aralar", "Deistler tarihin en namuslu, en ahlaklı, en üretken adamlarıdır", "Hem namuslu hem de Allah’a imanı olan adam başka bir yere gidemez", "İnsanlığın nefes alacağı tek pencere", "Eğer Allah’a imanda samimiyete bir anlam veriyorsak gelecek zamanların başvurulan çıkış yolunun da deizm olacağını söyleyebiliriz" (7) gibi cümleler deizmin ve deistlerin Taslaman'ın yorumladığı gibi 2 kötüden ehveni veya nisbi/göreceli olarak değil bizatihi güzeli olduğunu iddia ediyor.

Bu cümlesi de ibadetin lüzumsuzluğuna dair "Allah adına yalan söyleyen" bir ağızdan çıkmış: "Kuran bunu istiyor. Kuran diyor ki; Allah’a imanınızı koruyun, onu korumak için neyi feda ederseniz edin, ben size güvenmem. Çünkü Kuran’ın korumak istediği temel değer, nihai değer Allah’a imandır. Şimdi dincileri dinledi mi adam Allah’a imanı da gidecek, ‘Böyle Allah olmaz olsun’ diyecek. Kuran diyor ki; hayır öyle deme! Bunları ben de eleştiriyorum; bunlar halkı aldatıyor, soyuyor, saptırıyor, Allah’a götüreceğiz diye şeytana götürüyorlar. Kuran’ın ifadeleri. Bu adamları dinlemeyin Allah’a imanınızı koruyun, o arada diyor, sizin ibadetiniz yokmuş, şuyunuzbuyunuz yokmuş, ben önemsemem sizi kurtarırım."

Taslaman'a bir soru: Madem böyleydi ve madem, ibadetler namazlar Allah tarafından önemsenmezdi Yaşar Nuri Hoca neden namazlarını kılıyordu?

Taslaman'a bir soru daha: Videonun sonunda Yaşar Nuri, "aklı ve dini yerinde olan insanlar ben bu dini yaşamam kardeşim, ben seninle aynı yerde olmam..." diyor. Hocanın sözleri net bir şekilde din inkarı ve deizm övgüsü olmasına rağmen neden "öyle demedi de şunu demek istedi" şeklinde bir avukatlık yapıyorsunuz ? Ben bu dini yaşamam cümlesi mutlak bir cümledir. Bu cümleyi orada kastedilen "Emevi dinidir" şeklinde daraltmak hocanın kastına aykırıdır.

***

Sizin için çapkın diyorlar. Yanılıyorlar mı? (Gülüyor) Cevap vermeyeceğim.Yoruma açık. Konuşsun herkes.(8)

***

Gençlere Kuranı değil ama deizmi öven ve deizmi öneren bir ilahiyatçı olarak hatırlanacak:

- Deizm çıkışınız, dinden kopan ve farklı yerlere savrulan gençliği deizme yönlendirir mi? Kitabı okuyanlar açısından en azından, böyle bir düşünceniz var mı?

Yaşar Nuri: Kuran bunu istiyor. Kuran diyor ki; Allah’a imanınızı koruyun, onu korumak için neyi feda ederseniz edin, ben size güvenmem. Çünkü Kuran’ın korumak istediği temel değer, nihai değer Allah’a imandır...

Yaşar Nuri deizmi o kadar içine sindirmiş ve içselleştirmiş ki İmam Azam'da bile deizm bulabiliyor. Videonun başında da "zulme kötülüğe alet edilmiş bir dinin mensubu olmaktansa dinsiz kalmak evladır" diyor. -Herhalde dili sürçtü de deizm diyeceğine dinsizlik dedi- Yaşar Nuri'nin bu yaklaşımına göre İslamiyet aynen sabık diğer semavi dinler gibi zulme, kötülüğe alet olduğu için ömrünü tamamlamış bu yüzden de terk edilip hiçbir zulüm ve kötülük, ahlaksızlık, istismar olmayan bir alana yani deizme geçilmelidir. Bu net bir şekilde önümüzde iken Caner Taslaman'ın "Hoca, hiçbir zaman dinlere inanmayıp Allah'a inanma manasına gelen deizmi benimsemedi. Sadece uydurmalarla dolu din anlayışlarına deizmi tercih ettiğini söylemek istiyordu" cümlesi de havada kalıyor. Zira videoda uydurmalarla dolu din anlayışı değil bir bütün olarak İslamiyet adeta ömrünü tamamlamış/demode bir din hüviyetiyle yansıtılıyor. Kişinin herhangi bir inancı sırf o inancın müntesiplerindeki yanlışlar yüzünden terk etmez. Bir müslüman veya din adamı islamiyeti temsil etmez. Müslümanın hatası tertemiz şeriata yüklenemez. Din adamları yanlışını anlatıyorsa sen doğrusunu anlatsaydın! Neden meydanı onlara bırakıp deizme yöneldin?

Diğer bir eleştirim ise deistleri tümüyle övmesi ve onları özel kişiler olarak lanse etmesi. Bu nasıl bir aşk ? diye sormak istiyoruz. Bu kadar toptancı bir yaklaşım deistler açısından bile kabul edilebilir olmasa gerek. 

Yaşar Nuri: Emevi dinine mensubiyet manasında dincilik mi makbul. Bunu reddederek Allahçılık mı makbul? Kuran diyor ki Allaha imanınızı samimiyet ve saffetinizi koruyun diğer noksanlarınız yüzünden ben sizin ebedi hayatınız mahvetmem.

Eleştiri: Bu yalanları ve uydurmaları Kuran'a nispet etme fecaati bir yana asıl sormak istediğim mesele şu: Yaşar Nuri neden şıkları ikiye indiriyor? Yani hurafelere zulme alet edilmiş (!) din mi yoksa deizm mi diye 2 şıktan başka seçenek -örneğin kuran müslümanlığı- neden yok ? Bir 3. şık pek tabi ki mümkün o da "Kendi tabiriyle yozlaşmamış İslam" Hoca İslam yozlaştırıldı diyerek ondan toptan sıyrılmayı önereceğine İslamı yozlaştıranlarla mücadele etmeli ve kendi görüşüne göre yozlaştırılmamış olan İslamı yaşamaya devam etmeliydi. Yaşar Nuri açık bir şekilde Allaha imanla dinin arasını açıp imanı dinden soyutluyor. Sadece imanı olana ve Kuran'a, Peygamberlere imanı yok sayana kendince kurtuluş garantisi veriyor.

***

Son olarak: Kendi adamlarınıza nasıl da gözü kapalı sahip çıkıyorsunuz Caner bey! Yok onu dememişte şunu demiş. Sanki ne dediği ortada değilmiş gibi!

***

Dipnotlar:

(1) https://www.facebook.com/canertaslaman/posts/10154228664072071
(2) http://arsiv.sabah.com.tr/2001/10/18/g09.html
(3) In September 2014 he joined Starmus Festival as keynote speaker and declared himself an atheist.[http://www.rawstory.com/2014/09/stephen-hawking-comes-out-im-an-atheist-because-science-is-more-convincing-than-god/]
https://en.wikipedia.org/wiki/Stephen_Hawking
(4) http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/12/yasar-nurinin-putin-sevdas.html
(5) https://atillafikriergun.wordpress.com/2015/04/17/modernist-ilahiyatcinin-hazin-seruveni/
(6) http://www.aydinlikgazete.com/politika/prof-dr-yasar-nuri-ozturk-oyum-vatan-partisi-ne-h67659.html
(7) http://www.ilk-kursun.com/haber/258229/yasar-nuri-ozturk-deizm-nicin-ve-nasil-dogdu/
(8) http://www.internethaber.com/ak-partiyi-uzecek-anket-505546h.htm
ayrıca bkz: http://sufizmveinsan.com/sohbet/ynodenyeniicat.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2016/06/yasar-nuri-deizm-guzellemeleri-ve-caner.html#more

Devamını Oku »

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi

İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi



İsra ve Miraç hususunda Mealcilerin büyük çelişkisi..Miraç var mı? Peygamber Efendimiz bedenen göklere yükseldi mi? Mescid-i Aksa nerede?:

İsra ve Miraç hususunda Ehl-i Sünneti eleştirmekte ittifak halinde olan mealciler kendi içlerinde herhangi bir fikir birliğine varamadılar..Oysa Kuran ayetlerinin açık, anlaşılır ve kolaylaştırılmış olduğunu savunur ve bu yüzden de Kuran tefsirinde hadisleri lüzumsuz görürler. Kuran’ın mücmelini tafsil, genelini tahsis, mutlakını takyid ve feri aslına ilhak gibi Sünnette yer alan hususlar, Kitab’ın hükümlerinin anlamlarını şerh ve tefsir konumundadırlar. Bu fonksiyonu inkar eden mealciler apaçık ve anlaşılması kolay gördükleri ayetleri yorumlamada bin parçaya bölündüler..Saldırmakta usta oldukları anlaşılan mealcilerin "peki öyleyse bu işin doğrusu sizce nedir?" sorusuna kendi aralarında çelişki olan fikirlerle cevap vermektedirler:

1-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e ve Ruhen:

1. Mehmet Okuyan: Miraç yoktur..İsra ise ruhen Mekke'den Kudüs'e ruhen yaptığı bir bilinçlendirme seyahatidir..O yatay bir seyahattir. Ruhen yapılmış, o da bedenen filan değil. Peki bunun Kudüs'ten göklere doğru çıkış kısmı var mı? Hayır yok.(1)

2. Bayraktar Bayraklı:

Bayraktar Bayraklı'ya göre de Mescid-i Aksa Kudüs'teki Mesciddir:

İşte gece yürüyüşü dediğimiz İsrâ olgusu, insanlığın ilk ma'bedi, ilk üniversitesi olan Mescid-i Haram (Beytullah)dan başladı, yani bereket ve hidayet kaynağı olan (Âl-i İmrân 3/96) Mescid-i Haram denen üniversiteden başladı.

Yolculuk, Mescid-i Aksa denen, çevresi mübarek kılınan, yani kutsal olan üniversiteye doğru olmuştur. O dönemde Mescid-i Aksa Ya­hudi ve Hristiyanlar için önemli bir ma'bed idi. Yüce Allah İsrâ l'de "çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa" demektedir. Sadece Mescid'in kendisi mübarek değil, çevresi de mübarek idi. Bu açıdan bakınca bu ma'bedin, yani üniversitenin Mescid-i Haram'a benzeyen yönü olduğunu görür ve anlarız.Mescid-i Aksa da Yahudi ve Hıristiyan­lığın eğitim merkezi ve üniversiteleri idi. Demek ki Mescid-i Aksa, in­sanlığın ikinci üniversitesi olma özelliğini taşıyordu. "Bir ma'bed ve üniversiteden başka bir ma'bed ve üniversiteye gidiş"e İsrâ denmektedir.
[Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 11/170-172.]



2-) Miraç yok..İsra, Kudüs'e değil:

3. İsrafil Balcı: Kuranı Kerim Miraç'tan asla ve kat'a bahsetmiyor...Böyle bir şey yok. Hiçbir ayette de bu meseleyle uzaktan yakından ilintili değil..Bu tamamen rivayetlerden müteşekkil bir anlatı..Miraç rivayeti ve özellikle Kudüs'ü öne çıkarma Emeviler döneminde..Kudüs ve Şam'la ilgili pek çok İsrailiyat rivayeti de taşınmıştır..(2)

Mescid-i Aksa Kudüs'teki mescit değil: Emeviler döneminde Şam bölgesinin yönetim merkezi olması ve bu bağlamda Kudüs’ün dini politik kimliği gibi nedenler halifelerin bu bölgeye özel önem vermelerinde etkili olan unsurlardandır. Bu bağlamda özellikle Abdülmelik döneminde Kubbetüssahre gibi görkemli bir mabedin yapılması ve akabinde Mescit-i Aksa’nın inşası bölgenin önemini ve Müslümanların nazarındaki kutsallığını daha da artırmıştır. Özellikle inşa edilen camiye ayette geçen el-Mescidü’l-Aksa adının verilmesi, zamanla yanlış bir anlamayı da beraberinde getirmiş ve adeta ayette zikredilen el-Mescidü’l-Aksa’nın bu camiyle alakalı olduğu gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Oysa bu mabetlerde isra ve miraç hadiseleri arasında herhangi bir ilişki yoktur.

(http://ihvanisafaa.blogspot.com.tr/2014/07/isra-ve-mirac-gercegi-israfil-balc.html#sthash.iIwNb19J.dpuf)

Değerlendirme: Bu durumda İsrafil Balcı'nın Mescit-i Aksa'nın yerde olduğunu ama hangi mescit olduğunu açıklamadığını görüyoruz..Madem ki bu mescit Kudüs'teki Mescit değil, hangisidir?

4-Ercüment Özkan : Biliyorsunuz İsra, Arapça gece yürüyüşü demektir..(3)

Sohbetten anlaşılana göre Ercüment Özkan miracı inkar ediyor..İsra'yı maddi bir bedenle yapılabilirliğine kapıyı kapatmıyor..Kudüs'ten bahsetmiyor..

(http://ahmednazif.blogspot.com.tr/2014/07/ahadtek-hadis-bile-olsa-hadisi-hafife.html)

5. Şaban Ali Düzgün: Hz. Peygamberin bedenen göklere yükseldiğini söyleyen değil tam tersine yükselmediğini söyleyen ayet-i kerime var...Bu ayet İsra suresinin içerisinde geçmektedir..İsra (90-94) (4)

İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)

6-Hüseyin Atay: İsra mucizesi ne ruhen ne de bedenen olmuştur..İlmen gerçekleşmiştir..(4)



3-) Miraç Var, Mescid-i Aksa'nın nerede olduğu tartışmalı olmakla birlikte Kudüste'ki Süleyman Mabedi en kuvvetli ihtimal: 

7-İslamoğlu:

İslamoğlu'na göre Mirac vardır:

Bu bir anahtar kelimedir dedik subhan. Neden böyle bir anahtarla giriyor. Miraç gibi, isra gibi ruhani bir müşahede için konulan bir sınırdır aslında. Burada bir tasavvur inşa ediliyor. Muhatabın tasavvuru inşa ediliyor. Bir sınır konuluyor. Miracı ve İsrayı, yani insanın Allah’a yürüyüşü gibi sırlarla dolu muhteşem ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken ey insanoğlu gözetmen gereken birinci sınır; Allah’ı kişileştirmemek. Allah’ı indirgememek. Allah’ı yaratıklar dünyasına indirgememek zihninde. Tasavvurunda Allah’ı yaratılmışlarla özdeşleştirmemek.

İşte böyle bir uyarı. İlk anahtar. Mirac’ı, İsra’yı, Yani insanın Allah’la buluşması gibi çok gaybi, sırri, sembolik ve ruhani bir olayı anlamaya çalışırken dikkat etmen gereken ilk şey; Allah’ın aşkın, müteal varlığını içkinleştirmemek. Yani yaratıklar seviyesine indirmemektir. Buna çok dikkat etmelisin. Onun için Subhanelleziy diye başlar. Yani aşkın olan, her türlü kişiselleştirmeden uzak olan. Varlıklara, yaratıklara benzemekten uzak olan O Allah’ki. Bu birinci anahtar.

Burada bir Allah tasavvuru inşa ediliyor. Onun için bu sınıra riayet edeceksin ey muhatap, ey vahyin muhatabı. Eğer Miraç gibi, İsra gibi bir olayı doğru anlamak istiyorsan, her ne ki aklına geliyor, o Allah değildir diyen arifin bu sınırını iyi hatırlamak lazım. leyse ke mislihî şey’ (Şura/11) ayetinin bu bir yorumudur aslında. O hiçbir şey gibi değildir. Yani hiçbir şey de onun gibi değildir elbette.

İkinci anahtarımız da var manasını verdiğim yerde, o da nedir? Bi abdiHİ kulunu. Buda ikinci sınırdır. Birinci Subhan sözcüğünde Allah tasavvuru inşa edildi vahiy tarafından, abdiHİ ile de muhatabın insan tasavvuru inşa ediliyor. Yani içkin, aciz, sınırlı, beşer. Onun için kul olduğu hatırlatılıyor. Bu hadisenin kahramanı olan efendimiz (A.S.) ın bir insan olduğu, bir kul olduğu öncelikle.Abduhu ve Resulühu. O’nun kulu ve elçisi olduğu hatırlatılıyor. İkinci anahtar olması da bu yüzden. Yani İsra ve Mirac gibi İnsan Allah buluşmasına tekabül eden sırri, gaybi ve derûni bir müşahedeyi anlamak için ey insan, Allah’ın aşkın varlığını bir kere, bir çıta olarak göreceksin. İkincisi de insanın içkin varlığını, beşeri varlığını, yani ilahi bir varlık olmadığını, sınırlı bir varlık olduğunu. Bunu da ikinci çıta olarak göreceksin. Onun için bu olayı anlarken insanı ilahlaştırmaya, insanı melekleştirmeye kalkmayacaksın. İnsanın insan tabiatını unutmayacaksın. Yani O’nun kulu Bi abdiHİ olduğunu aklından çıkarmayacaksın.
Hatta min âyâtina. Burada bu yorumumuzu destekleyen de bir şey var. Ayetlerimizden bir kısmını gösterdik diyor. min âyâtina yani hepsini değil. Gaybi sembollerimizin tamamını göstermedik, sadece bir kısmını gösterdik. Onun için bu da abdiHİ’yi destekleyen bir başka ibare.

inneHU HUves Semiy’ul Basıyr Zira O, evet sadece O’dur her şeyi işitip her şeyi gören.Ayetin bu sonuncu cümlesi de 3. çıtadır, 3. sınırdır. Nasıl 3. sınır? Her şeyi yalnızca Allah görür. Peygamber gösterileni görür min âyâtina ayetlerimizden linüriyehu min âyâtina ayetlerimizden bir kısmını gösterelim ona diye. Her şeyi mi? Hayır. Onu sadece Allah görür.

Burada geçen Mescidi Aksa, en uzak mabed anlamına gelir. Ki başından beri İslam tefsir geleneği tarafından Kudüs’te ki Süleyman mabedi. Bugün Hz. Ömer camiinin ve kubbetüs sahranın yani haceri muallak ta denilen o kutsal kayanın da içinde bulunduğu çok geniş bir alan. İşte o alanın çevresi ile birlikte mübarek kılındığı Kur’an da beyan ediliyor. İslam tefsir geleneği en uzak mescidi, ora ile tefsir etmiş. Fakat ender de olsa Hamidullah gibi bir takım muttaki alimler bu el Mescidül Aksa’nın Kâbe’nin simetriğinde ki, göklerin ötesinde ki, meleklerin tavaf ettikleri ve aslında Kâbe’nin onun yer yüzünde ki izdüşümü olduğu uzak mescit. Hakk katında ki, ötelerde ki mescit olduğu yorumunu yapanlarda var.
Kudüs; İlya adıyla bilinirdi Resulullah döneminde. Ki hadislere de ilya olarak geçmiştir. Bu ismi Romalılar koymuşlardı Elya. Elinin şehri anlamına Haddi zatında Kudüs’ün adından yola çıkarak bu ayete herhangi bir mana vermek de zor. Fakat şunu söyleyeyim ki İslam geleneğinde daha ilk nesilden itibaren El Mescidül Aksa’nın kapsamına Kudüs’ün alınmış olması ve Miraç hadislerinde Resulallah’ın Kudüs’ten söz etmesi her halükarda bu yüce ve mukaddes yolculuğun kapsamı dahilinde Mescidi Aksa’nın Kudüs’ünde bulunduğunu hükmetmemizi gerektirir. Fakat El Mescidül Aksa eğer Hamidullah üstadımız gibi alimlerin yorumu doğruysa Kâbe’nin aslı olan gökteki en uzak mescitse o zaman bu ayet sadece İsra’dan değil, aynı zamanda miracdan da söz eden bir ayet olur ki, İsra’yı da kapsamış olur, içine almış olur bu yolculuk.(4)

Gerekçeli mealinde ise şunları söylemektedir: 

5 el-Mescidu'l-Aksa:''en uzak mabed'' veya mescid'in lügat anlamıyla ''secde edilecek en uzak yer''. Tefsirlere göre bu, Kudüs'te bulunan ve çevresinin bereketli kılındığı ifade edilen (Krş:7:137; 21:71,81) Süleyman Mabedi ve onun çevresinde yer alan verimli topraklardır. Buradaki problem,ayetin indiği tarihte Kudüs'te Süleyman Mabedi'nin tamamen harap bir halde bulunmasıdır. MS.70'teki Titus katliamında mabed yerle bir edilmiş ve yeri Hristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmiştir. Vahyin indiği dönemde de bu halde bulunuyordu. Bu durumda iki ihtimal vardır:

1) Ya Allah Rasulü'ne İsra müşahedesinde gösterilen el Mescidu'l-Aksa, Süleyman mabedinin yıkılmasından önceki halidir ve bir mucize olarak gösterilmiştir.

2) Ya da buradaki el-Mescidul Aksa tıpkı Tur 4'teki el-Beytu'l-Ma'mur gibi göklerin ötesindeki ''en uzak mescid'' anlamına gelir. 30:3'te Filistin topraklarının ''yakın'' olarak nitelendirilmesi bunu teyit eder. Bazıları, Ezraki ve Vakıdi'nin rivayetine dayanarak, bu mescidin müminlerin gizlice toplanıp ibadet ettikleri Mekke'ye on mil mesafedeki Cirane'de olduğunu söyler. '' En uzak mescid'' ile Medine'deki Mescid-i Nebi'nin kastedildiğini söyleyenler de olmuşsa da bu tutarsızdır. İkinci şıkka giren görüşler içinde en tutarlısı göklerin ötesindeki en uzak mescid görüşüdür. Secde'nin hakikatinin, kulun Allah'a bağlılığını sunması olduğunu hatırlanacak olursa, el-Mescidu'l-Aksa'nın karşılığı şu olur: ''insanın Allah'a bağlılığını sunabileceği en yüksek makam''. Fakat ayetin devamında hayli ayrıntılı bir biçimde İsrailoğullarından söz edilmesi, Hz. Peygamber'e müşahede ettirilen mescidin Süleyman Mabedi'nin orijinal halinin görüntüsü olduğunu teyit eder. Bununla şu mesajı verilmiş olsa gerektir: Davud ve Süleyman peygamberlerin nübüvvet mirasının varisi sensin ey Muhammed! Allahu a'lem.



4-) Miraç yok, İsra bedenen, Mescid-i Aksa Mekke'de:

8-Hakkı Yılmaz: 

TARİHÎ KAYNAKLARDAKİ MESCİD-İ AKSA:
“Mescid-i Aksa”, “en uzak mescit” demektir. Bu ifadenin kullanılabilmesi için birden fazla mescit olması ve bu mescitlerden birinin merkeze diğerlerinden daha uzak olması gerekir. Aksi hâlde bu ifade dilbilimi bakımından hatalı olur. Nitekim o dönemin Mekke şehrinin tarih ve coğrafyasından bahseden eserlere bakıldığında, karşımıza bu mantığı doğru çıkaran bilgiler çıkmaktadır.

İlk İslâm tarihçilerinden Vakıdî’nin “Kitabü’l-Meğazî” ve el-Ezrakî’nin “Ahbâru’l-Mekke” adlı kitaplarında derlemiş oldukları bilgilere göre, Mekke’de Mescid-i Haram’dan başka değişik yerlerde mescitler vardır. Hatta bazı evler bile Mekkeliler tarafından mescit olarak kullanılmaktadır. Bu mescitlerden biri de Mekke’ye dokuz mil mesafedeki Cirane Vadisi’nin yukarısında olmasından dolayı “Mescid-i Aksa/ en uzak mescit” denilen mescittir. Bu mescidi Kureyş’ten birisi yaptırmıştır. Bir keresinde peygamberimiz burada ihrama girerek Mescid-i Haram’a gelmiş ve Kâbe’yi tavaf etmiştir. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar bu eski küçük mescitleri yenilememişlerdir. Buna rağmen bu mescitlerin yerlerinde teberrüken namaz kılmışlardır.

VAKIDİ BELGE ORİJİNALİ

UYARI:

O günkü Mekkeliler, kendi inanışlarına göre İbrahim peygamberin dininin mensupları idiler. Dinleri tahrifata uğramış olsa da, kendi anlayışlarına göre namaz, hacc gibi dinî vecibeleri kendi mevcut inançları doğrultusunda yerine getirmekteydiler. Peygamberimizin durumu da aynıydı. Bu husus daima göz önünde tutulmalı, namazın, haccın, secdenin ve dolayısıyla da mescidin peygamberimizin elçi oluşu ile ortaya çıktığı düşünülmemelidir. Diğer taraftan, mescit denilince bugünkü mescitler akla gelmemelidir. Örneğin Mescid-i Haram ve Mescid-i Nebevî denilince onların bugünkü şekli akla gelip bugünkü yapıları anlaşılmamalıdır. O mescitler bugünkü şaşaalı, debdebeli, şatafatlı, tantanalı hâllerine Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı ve Suudiler döneminde getirilmişlerdir. Mescit, secde edilen yer demek olduğuna göre, bu mescitler de, eğitim- öğretim, toplantı yapmak için belirlenmiş olan yerler, yani o çağa göre basit kerpiç yapılar veya ağaçtan yapılma çardaklardır. Önemli olan yapılarının şekli değil, kullanım amaçlarıdır.

Yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında, artık ayetteki “bir kenarını mübarek kıldığımız” ifadesi daha iyi değerlendirilerek Mescid-i Aksa’nın haram/ mübarek bölgenin dışında, kenarında bir yerde olduğu anlaşılmış olmalıdır. Sonuç olarak söylemek gerekirse; Mescid-i Aksa Kudüs’te değil, Mekke’deki haram/mübarek yerin kenarındadır. Dolayısıyla, konumuz olan ayette geçen Mescid-i Aksa da, rivayetlerde söz konusu edilen mescit de Kudüs’teki mescit değil, Mekke’nin kenarındaki bu mescittir. Yani, hakiki Mescid-i Aksa Mekke’nin kenarındadır ve Kur’an’dan yapılan bu tespit, ilk dönem tarih ve coğrafya bilimcisi Vakıdi’in kitabındaki ile aynıdır.

Gerçek bu olmasına rağmen, yukarıda verdiğimiz rivayetlere tefsir, şerh ve haşiye yazanlar, bu rivayetlerde oluşan tutarsızlıklara kılıf hazırlamak için çeşitli teviller ileri sürmüşlerdir. Birçoğu gülünç olan bu tevilleri görmek için klasik kitapların orijinallerine veya tercümelerine bakılabilir. (5)

Değerlendirme: Hakkı Yılmaz kendi metoduyla çelişmiştir..Kuran ayetlerinin anlaşılmasında Vakıdi'den önemli bir yardım almıştır..Delil getirdiği rivayet yok sayıldığında yaptığı yorumları destekleyecek akli bir şahidi kalmayacaktır..

9-Yaşar Nuri Öztürk : Kur'an'ın hiçbir yerinde herhangi bir insanın Allah'­ın yanına yükseldiği, O'nunla konuştuğu, din buyrukla­rı hususunda O'nunla pazarlığa girdiği, O'ndan: "Ben sana aşıkım, sen olmasan varlıkları yarat­mazdım..." şeklinde methiyeler dinlediği yolunda de­ğil bir beyan, bir işaret bile yoktur. Ne yazık ki, Yahudi-Hristiyan mitolojisinden İslam'a aktarılan Miraç hikâyesi (veya hikâyeleri), tüm bu Kur'an dışı kabulleri içermektedir.

Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir.

Kur'an'da bir İsra olayı vardır. İsra, aynı adı taşıyan surenin ilk ayetinde de gösterildiği gibi, "gece yürüyüşü veya gece yürütmek" demektir. Ayetin be­yanına göre, Hz. Peygamber, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya yürütülmüştür. Bu yürütmenin beden ve ruh beraberliğinde mi? yoksa sade­ce ruhen mi olduğu ayette açıklanmamıştır. Hz. Peygamber'in Mescid-i Aksa'dan göklere yükseltildiğine ilişkin hiçbir söz ve işaret yoktur. Böyle bir şey, zaten Kur'an'ın sünnetullah dediği varlık yasalarına aykırı­dır.

İş bununla da kalmaz: İsra olayındaki yürütme­nin ruh ve beden beraberliğinde olduğunu kabul etmeyen, böyle diyenleri yalancılık ve iftiracı­lıkla suçlayan büyük sahabîler vardır. Bunla­rın başında fakıh sahabî Hz. Âişe gelmektedir. Hz. Âişe, "Peygamberimiz Miraç gecesi rabbini gördü, onunla konuştu..." vs. türünden sözler söyleyenlere şid­detle karşı çıkmış ve şunları söylemiştir: "Bu sözleri duyunca tüylerim ürperiyor, bunları nasıl söy­leyebiliyorlar. Bunları söyleyenler Allah'a da Peygamber'e de iftira etmiş olurlar. Allah hiç­bir beşere görünmez, hiçbir beşerle konuşmaz." Hz. Aişe bununla da yetinmemiş, şunu da eklemiştir: "O gece Hz. Peygamber yatağından hiç ayrılmadı, ayrılsaydı ben görürdüm. Rabbi onu o âlemler­de ruhen dolaştırdı."

Kur'an'ı dikkatle okuyanlar görürler ki Hz, Âişe'nin bu sözleri ve tavrı Kur'an'ın beyanlarına ve ruhuna en uygun olanıdır.

Bizim Kur'an'dan beslenen düşüncemiz ve inancımız şudur: Hz. Peygamber, bir İsra mucizesiyle lütuflandırılıp bir gece Mekke'deki Mescid-i Haram'dan Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya götürül­müştür. Bu götürülmenin beden ve ruh beraber­liğinde mi, sadece ruhen mi olduğu meselesi bizim bilgi sınırlarımızın dışındadır. Biz bu noktada durmayı yeğleriz. Hz. Peygamber'in göklere çıkarıldığı, Allah ile görüştüğü, Al­lah'ın ona iltifatlar ettiği, namazın uzun bir pazarlıkla farz kılındığı yolundaki rivayetlerin tümünü Kur'an'a, dine, uluhiyet ve nübüv­vetin şanına aykırı buluruz.

Hz. Resul'ün Cenabı Hakk'ın tecellilerine ruhen muhatap olmasına gelince o bir kerelik değildir. Resul bu tecellilerin her an muhatabı­dır. O muhatap olmanın nasıllığı ise bize anla­tılmamıştır. O halde biz o noktada da dururuz; kafamızdan veya û söylemlerinden yararlanıp senaryolar oluşturmayız.

Yahudi-Hristiyan mitolojisinden aktarılan kabuller­le Kur'an'daki İsra olayının kaynaştırılmasından do­ğan sapmalar Hz. Muhammed'in û elçisi niteliklerine ters düşen birçok bid'at ve hurafe barındırmaktadır. (6)

Değerlendirme: Burada yazının bir cümlesine dikkat çekmek istiyorum..Y.Nuri: "Bu kabuller, bazı surelerdeki (özellikle Necm ve İsra Sureleri) Cebrail'e giden zamirleri teviller yapıp Allah'a göndererek veya ayetleri mitolojiye uydurarak desteklenmektedir. Tümü anlam kaydırması veya tah­riftir". Hakkı Yılmaz ise tam bunun aksine bir iddiada bulunmakta :Kısaca özetlemek gerekirse, Necm suresinin ilgili ayetleri çarpıtılmış ve Allah'a ait olan nitelikler maalesef Cebrail`e yakıştırılarak Kuan'ı vahyedenin Cebrail olduğu ileri sürülmüştür. Necm Suresi’nin ilgili ayetlerinde vahyi kimin öğrettiği isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır.

(http://www.istekuran.com/isra.html#VVYKwOEGBYoQSmwe.99)



5- Göklere çıkış var, miraç bedenen, Mescid-i Aksa gökteki beyti mamur:

10-Abdülaziz Bayındır:  Mescid-i Aksa meleklerin tavaf ettiği gökteki Beyt-i Mamur'dur. (7)

Allah, ayetleri, ayetlerle açıklamıştır. O yola girmeyince Kur’ân-Sünnet bütünlüğü bozulmakta ve çelişkiler oluşmaktadır. Açıklamayı Kur’ân’dan aldığımızda Allah Teâlâ’nın şöyle dediğini görürüz:

“(Orada Muhammed’in) gözü kaymadı; sınırı da aşmadı.” (Necm, 53/17)

Gözün kaymaması ve sınırı aşmama, ancak ruh ve beden birleşince olabilir. Bu sebep bu olay uyanıkken ve ruh-beden bütünlüğü içinde gerçekleşmiştir. (8)

*

Sonuç: Hemen hemen her hususta birbirleriyle çelişki içinde olan bu insanlar ehl-i sünnete saldırmadan önce kendi içlerinde tutarlı, birbirini destekleyen bir noktaya gelmeleri gerek..Yorumlardan açıkça anlaşılıyor ki bir mealcinin dediği diğerini tutmuyor..Birinin hak dediği diğerine göre batıl..Mescid-i Aksa yerde mi gökte mi diye sorsan kimisi yerde kimisi gökte diyecektir..Yerde diyenler de kimisi Kudüs'te kimisi Mekke'de diyecektir..İsra, bedenen mi ruhen mi diye sorsan kimisi ruhen kimisi bedenen diyecek hatta bazısı  ne ruhen ne bedenen, zihnen diyecektir..Her bir beyin adetince ihtilaf vukuya geliyor..Bu karmaşaya aldanıp birbirlerinden herhangi bir üstünlüğü olmayan mealciler içinden gelişigüzel yapılan tercihle sahih hadislerin bize verdiği bilgileri görmezden gelmek akıllı kişinin işi değildir..Hakkı Yılmaz gibi birinin zora düşünce Vakidi'den nasıl faydalandığını gördük..Mealcilerin bu çaresiz halleri düşünüldüğünde ehl-i sünnetin yolunun ne kadar aydınlık ve çelişkiden uzak olduğu daha rahat anlaşılıyor..Hadisleri inkarın nasıl bir kaos oluşturduğunun güzel bir örneği..

***

(1) -https://www.youtube.com/watch?v=3P9ojWHwom8&t=09m09s
(2) -http://www.dailymotion.com/video/x18p639_kur-an-isra-olayini-anlatir-mirac-ise-rivayetlerle-inanc-haline-gelmistir-prof-dr-israfil-balci_school
ayrıca bkz: https://www.youtube.com/watch?v=PMRfVyhdtNQ
(3) -https://www.youtube.com/watch?v=-RA2CEx-pDY
(4) -https://www.youtube.com/watch?v=l72Yae067hs
(5) -http://www.istekuran.com/isra.html#JgjoqeJIQllR3phC.99

(6) -Yaşar Nuri Öztürk, İslam Nasıl Yozlaştırıldı.
(7) -https://www.youtube.com/watch?v=jJ2iDnaNQqI
(8) -http://www.suleymaniyevakfi.org/roportajlar/isra-ve-mirac.html



http://ravzaimutahhara.blogspot.com.tr/2015/08/isra-ve-mirac-hususunda-mealcilerin.html
Devamını Oku »

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerindenİbaret midir ?

Hz. Peygamberin ( s.a.v) Aldığı Vahiyler Sadece Kur'an Ayetlerinden İbaret midir ?

Evvela şunu belirtelim ki, Hz. Peygamber ( s.a.v) 'in Kuran dışında vahiy almadığı konusunun delalet-i kat'iyye sarahatinde ifade eden bir Kur'an ayeti mevcut değildir.Yazarın yaptığı gibi ( Yaşar Nuri Öztürkten bahsediyor ) mesela '' O arzusuna göre konuşmaz. O ( bildirdikleri ) kendisine indirilen vahiyden başkası değildir '' ( en-Necm, 3-4 ) , '' Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan da sakının '' ( el-Haşr,7 ) gibi- pek çok sahabi , müçtehit ve müfessire göre Sünnet'e de delalet eden - bir kısım ayetler konusunda '' Bu ayetlerde kast edilen Kur'andır '' diyerek kestirme hükümlerle meseleyi ört -bas etmeye çalışmak [1] ilmi yaklaşım ile bağdaşmaz. İlmi yaklaşım, bu ayetlerde kastedilenin Kur'an olduğunu yine Kur'an ayetlerine dayanarak ortaya koymayı gerektirir. Ancak yazarın bunu, ilmi araştırma vasfı verilecek ciddiyet ve boyutta gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildir...

Son tahlilde bu ve benzeri ayetlerin Kur'an'a delalet ettiği kadar Sünnet'e de delalet etiği veya Sünet'i de kapsadığı hususu bir '' ihtimal '' bile olsa , bunu gözden uzak tutmak mümkün değildir.

Şüphesiz Hz. Peygamber ( s.a.v) in Kur'an dışında da vahiy aldığı konusuyla ilgili oldukça açık sahih hadisler mevcuttur ve sadece bu hadislerden hareketle Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldğını rahatça söylemek mümkündür. Ancak biz, kitabın başında belirttiğimiz yöntemden ayrılmayacak ve bu konuda da doğrudan Kuran ayetlerinden hareket ederek sonuca ulaşmaya çalışacağız.''

''Kur'an , önceki peygamberlerin yüce Allah'tan aldıkları vahiylere bir sınır getirmemiştir. O peygamberler vahy-i celi ( açık vahiy ) yanı sıra rüya, ilham veya başka yollarla da Yüce Allah'tan vahiy almışlardır. Şu halde bu durum Hz. Peygamber ( s.a.v) hakkında niçin kabul edilmesin ? Esasen Yüce Allah'ın Kadir'-i Mutlak olduğu konusunda herhangi bir kuşkusu bulunmayan kimse, O'nun peygamber olarak seçip görevlendirdiği kişiye, dilediği şeyi dilediği şekilde vahyetme / iletme tasarrufuna da bir sınırlama getirmenin kimsenin haddine olmadığından da kuşku duymamalıdır.

Hz. Peygamber ( s.a.v)in Kur'an dışında vahiy aldığını gösteren Kur'an ayetleri var mıdır ? sorusuna,yine bizzat Kur'an'dan hareketle '' evet'' demek durumundayız.

Yüce Allah şöyle buyuruyor :

1 - '' Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve Hikmet'i talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Resul gönderdik.''- ( bakara 151 )

2- ''.... Allah'ın ayetlerini eğelenceye almayın, Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, size öğüt vermek üzere indirdiği Kitab'ı ve Hikmet'i hatırlayın, Allah'tan korkun...''- ( bakara 231 )

3- '' Andolsun ki, içlerinden , kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur... '' ( Al-i İmran 164 )

4- '' Allah'ın sana lütfu ve esirgemesi olmasaydı, onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'ı ve Hikmet'i indirmiş, bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. '' ( Nisa,113 )

5- '' ( Ey Peygamber hanımları ! ) Allah'ın , evlerinizde okunan ayetlerini ve Hikmet'i anın ! ( Ahzap,34 )

6- '' Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temzileyen, onlara Kitab'ı ve Hikmet'i öğreten bir peygamber gönderen O'dur ...'' ( Cuma,2 )

Bu ayetlerde geçen '' Kitap '' kelimesinin Kur'an olduğu üzerinde herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. O halde buradaki Hikmet nedir ?

Elmalılı Hamdi YAZIR merhum, başka hiçbir yerde bulunamayacak şekilde detaylarına inerek bu kelimenin 29 ayrı tanımını vermekte ve her bir tanımın uzun uzadıya açıklamasını yapmaktadır ki [2] bunların toplamından çıkan netice yine kendi ifadesi ile şudur :

'' Bunların bazısı mana-yı masdar, bazısı hasl-ı masdar, bazısı ism-i mahz olmakla beraber bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine raci olduğundan bu tafsilat kısmen misal ve tarife hamledilmek suretiyle mecmuu üç tefsire irca olunabilir ki ameli nafia müeddi olmak haysiyetiyle ilim, ilme müteratib olmak hasyiyetiyle amel-i nafi, biri de ilm-ü amelde ihkam, tabir-i aherle kavil ve fiilde isabet veya ilim ve fıkıh manalarıdır '' [3]

Her ne kadar içlerinde İmam eş-Şafi'i 'nin de bulunduğu bir grup alim, Kur'an'da yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde geçen Hikmet kelimesini doğrudan Sünnet olarak anlamışlarsa da [4] biz peşinen bu yargıya varmayalım ve mezkur ayetlerden hareketle bu kelimenin ne anlama geldiğini araştıralım.

Elmalılı merhumun alabildiğine tafsilatlı olarak zikrettiği görüşlerinden yine kendisinin çıkardığı sonuca bakılırsa Hikmet şu üç anlamı bünyesinde toplayan bir kelimedir :

1- Faydalı amele götüren bilgi.
2- Bilgiyle irtibatlı olması yönüyle faydalı amel.
3- Söz ve fiilde doğruya isabet.

Bu üç maddede özetlenen Hikmet'in Kur'an'dan daha genel bir anlama sahip olduğunu [5] ve burada geçen '' fayda '' ve '' doğru '' kelimelerinin , '' ilahi irade ve rızaya uygunluğu '' ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Şu halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet verildiğini belirten ayetler O'nun , söz ve fiillerinde ilahi irade ve rızaya uygun hareket etme özelliğine sahip kılındığını anlatıyor demektir. '' Andolsun ki Resulullah sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir örnektir '' ( ahzab,21 ) ayetinin Hz. Peyagmber ( s.a.v) 'in mü'minler için güzel bir örnek olduğu vakıasını- tekitli bir biçimde - belirtmesi, aynı zamanda Hz. Peygamber ( s.a.v)in Hikmet'e uygun söz ve fiillerinin mü'minler için örnek teşkil ettiği noktasına güçlü bir vurgudur. Mü'minlerin nihai amacı Yüce Allah ( c.c.)'ın rızasına ve ahirette ebedi kurtuluşa ulaşmak olduğuna ve Hz. Peygamber ( s.a.v) de onlar için bu yolda güzel bir örnek teşkil ettiğine göre mü'minler dünya hayatınaki rotalarını Hz. Peygamber ( s.a.v)'in söz ve davranışlarını esas alarak ayarlayacaklar demektir.

Hz. Peyamber ( s.a.v)'de mevcut bulunan bu özellik, Yüce Allah ( c.c. ) tarafından O'na '' indirilmiş '' tir. Yüce Allah ( c.c.) 'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'e indirdiği şeyin - adına vahy-i hafi, ilham veya başka birşey denmesi farketmez- netiecede vahiy olduğu ise ayrıca belirtilmesine gerek bulunmayacak kadar müsellem bir husustur. Çünkü Hz. Peygamber ( s.a.v)'in , Yüce Allah ( c.c. ) tarafından kendisine gönderilen bu mesaj sayesinde, özellikle dinin tebliği hususunda yanılmayacağı, yanlış veya kusurlu hareket etmeyeceği, ederse yine bu fenomen tarafından derhal düzeltileceği aşikardır. Aksi halde Hz. Peygamber ( s.a.v)'in peygamberlik görevinde kusurlu veya hatalı davranabileceği ihtimali gündeme gelir. Şu halde Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e hangi türden vahiy yoluyla olursa olsun Allah tarafından '' indirildiğini '' söylemek bu durumda tek çıkar yol olarak kalmaktadır.

Bu noktaya, mezkur ayetlerde kullanılan '' enzele '' ( indirdi ) fiilinin, aynı zamanda '' var etme '', '' ortaya koyma '' , '' yaratma '' anlamına da geldiği söylenerek itiraz edilebilir [ 6]

Ancak bu durumda cevaplandırılması gereken bir soru gündeme gelmektedir : Şayet bu ayetlerdeki '' enzele '' filini '' var etme '' , '' ortaya koyma '', '' yaratma '' anlamında alacak olursak, Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' ve '' yaratılmış '' bir özellik olduğunu sonucuna varırız. Ne var ki , yukarıda zikrettiğimiz ayetlerde aynı '' enzele '' fiili '' Kitap '' için de kullanılmıştır. Daha açık bir ifadeyle Kitap ve Hikmet kelimeleri , bir tek fiilin , '' enzele '' filinin mef'ulü durumundadır.

Bu da - sözkonusu itirazı yerinde kabul edecek olursak- Hikmet'le birlikte Kitab'ın da Hz. Peygamber ( s.a.v ) 'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış '' olduğunu söylememiz gerekir. Bununsa hem ilahi Kelam'ın kadim olma vasfıyla bağdaşmayacağı, hem de vahiy olgusunun mantığına ters düşeceği açıktır. Dolayısıyla Kur'an'ın Hz. Peygamber ( s.a.v)'de '' var edilmiş '' veya '' yaratılmış'' olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Geriye bu fiilin ; Kur'an söz konusu olduğunda '' indirme '' , Hikmet sözkonusu olduğunda ise '' var etme '', '' ortaya koyma'' veya '' yaratma '' analmına gelmesi ihtimali kalkmaktadır. Aynı cümledeki iki ayrı mef'ule ilişkin bir tek fiilin, bu mef'ullerden birisinde bir anlama, diğerinde başka bir anlama gelebileceği ne mantıken ne de gramatik açıdan söylenemeyeceğine göre, bir nokta kendiliğinden ortaya çıkmaktadır : O da hem Kitab'ın , hem de Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e '' indirildiğini '' söylemektir.

Bu söylediklerimize ikinci bir itiraz da şu şekilde ileri sürülebilir : Kur'an , Hikmet'i Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır kılmamakta, aksine başkalarına da Hikmet veridlğini bildirmektedir.

Şu ayetler bu hususa örnek gösterilebilir :

i- '' Allah Hikmet-i dilediğine verir. Kime hikmet verilirse ona pek çok hayır verilmiş demektir '' ( bakara 269 )

ii- ( Melekler, Meryem'e hitaben İsa hakkındaki sözlerine şöyle devam ettiler : ) Allah ona yazmayıi Hikmet-i, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek '' ( Al-iimran,48)

iii-'' Hani Allah peygamberlern, '' Ben size Kitap ve Hikmet verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz '' diye söz almış, '' Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi ? '' dediğinde '' Kabul ettik '' cevabını vermişler, bunun üzerine Allah, '' O halde şahit olun, ben de sizinle birlikte şahitlik edenlerdenim '' buyurmuştu '' ( Al-i imran 81 )

iv- '' Yoksa onlar , Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar ? Oysa İbrahim soyuna Kitap ve Hikmet'i verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik '' ( Nisa,54 )

v- '' Andolsun biz Lokman'a , '' Allah'a şükret'' diyerek Hikmet verdik.... '' ( Lokman,12 )

vi- '' Onun ( Davud'un ) hükümranlığını kuvvetlendirmiş , ona Hikmet ve güzel konuşma vermiştik '' ( Sad, 20 )

Buradan da ortaya çıkmaktadır ki, Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verilen Hikmet Sünnet değildir.

Hemen belirtelim ki, bu ayetler içinde 2. , 3. ve 4. sıradakiler, az yukarıda Hikmet'in de '' indirildiğini '' söylerken ileri sürdüğümüz argümanları destekler mahiyettedir. Zira bu ayetlerde Hikmet ile birlikte verildiği / öğretileceği bildirilen '' Kitap''ların vahiy yoluyla verileceğinden / öğretileceğinden kuşku edilmez. Ayrıca bu ayetlerde Kitap(lar) ve Hikmet de öğretme / verme fiillerinin mef'ulüdür. Hz. Peygamber ( s.a.v)'e Hikmet indirildiği bildirilen ayetler üzerinde dururken söylediklerimiz aynen burada da geçerlidir.

Öte yandan biz Hikmet'in Hz. Peygamber ( s.a.v)'e münhasır olduğunu ve başka hiç kimseye Hikmet verilmediğini zaten söylemiyoruz. Hikmet'in yukarıda ELMALILI merhumdan naklen özetlediğimiz üç anlamı göz önünde bulundurulacak olursa, bunun böyle olduğu anlaşılacaktır. Zira sözkonusu özelliklerin sadece Hz. Peygamber ( s.a.v)'de bulunduğunu söylemek aklen de adeten de mümkün değildir.

Bizim söylediğimiz şudur: Kur'an tarafından başkalarına da verildiği bildrilen Hikmet, veridlği kimselerde doğruya isabet, faydalı bilgi ve amel olarak tezahür etmektedir ki bu özelliklerin Hz. Peygamber( s.a.v) tarafından dini tebliğ bağlamında ortaya konan söz, tavır ve davranışlarda tebellür etiğinde kuşku yoktur. Yani Hz. Peygamber ( s.a.v)', Yüce Allah ( c.c.) tarafından kendisine verilen bu Hikmet sayesinde Allah, Kur'an, insan, varlık ve eşya hakkında doğru bilgilere uğaraşacak, tebliği ile görevli bulunduğu dini insanlara iletip öğretirken bu bilgileri insanlığın önüne şaşmaz kılavuzlar olarak koyacaktır.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ( s.a.v) 'e Yüce Allah ( c.c.) tarafından verilen ve Kur'an dışında başka birşey olduğu [ 7] malum bulunan işbu Hikmet'in ümmet-i Muhammed açısından bir önemi olmalıdır. Eğer böyle olmasaydı ve O'na verilen Hikmet sadece O'nun şahsıyla sınırlı kalıp, başka insanlar için herhangi bir kıymet ve önem arzetmeseydi, Ümmehat-ı Mü'minin'e ( Hz. Peygamber ( s.a.v)'in pak zevcelerine ) Kur'an'la birlikte Hikmet'i de anmalarının Kur'an tarafından emredilmesinin bir anlamı olmaz. Hz. Peygamber ( s.a.v)'in özellikleri meyanında ümmetine Kitap ile birlikte Hikmet'i de öğretmesi zikredilmez [8] ve nihayet Hikmet'in , Allah tarafından insanlara '' öğüt vermek'' için '' indirildiği'nin bilhassa belirtilmesine gerek bulunmazdı... [9] ''

7- “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti.Fakat eşi bu sözü başkalarına haber verip, Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirip,bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi, ‘Bunu sana kim bildirdi?’ dedi. Peygamber,‘Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi’dedi.” (et-Tahrim,3)

Bu ayetin sonunda Hz. Peygamber (s.a.v), meseleyi kendisine Yüce Allah (c.c)’ın bildirdiğini açıkça belirtmektedir.
Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın, bu ayette belirtilen hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirdiği hakkında hiçbir ifade yoktur. Bu da göstermektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)’in, kendisine gizli bir şey söylediği eşinin o sözü başkalarına aktardığını Yüce Allah (c.c) Kur’an dışı bir vahiyle Hz. Peygamber (s.a.v)’e bildirmiştir.

Burada dikkat çekilmesi gereken bir nokta daha bulunmaktadır:

Hz. Peygamber (s.a.v)’in, hanımına gizlice söylediği sözün ne olduğunu bilmiyoruz.[10] Şu halde bu söz, dinin tebliğine ilişkin olabileceği gibi, şahsî bir mesele de olabilir. Şayet dinin tebliğine ilişkin olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in o sözü eşine “gizlice” söylemesi düşünülemezdi. Çünkü dinin özüne ilişkin olan bir hususu Hz. Peygamber (s.a.v)’in bütün ümmetine duyurmayıp ya da duyurulmasını istemeyip, eşlerinden birisine sır olarak söyleyebileceğini düşünmek mümkün değildir. (Bunu söylerken Hz. Peygamber (s.a.v)’in hassas ve özel konumu gereği, hanımına verdiği bir sırrın da önemli olacağını inkâr ediyor ve söz konusu sırrın konjonktür gereği o an için gizli tutulması gereken bir şey olabileceğini görmezden geliyor değiliz. Ancak burada meseleyi sırf nazarî planda ele aldığımızın hatırdan çıkarılmaması gerekir.)

O halde Hz. Peygamber (s.a.v) ile eşi arasındaki o söz,yine ikisi arasındaki özel bir mesele hakkında olmalıdır.
Bu türlü şahsî bir mesele Kur’an dışı bir vahiyle Hz.Peygamber (s.a.v)’e bildirilebilir iken, dinin özüne ilişkin olan ve dolayısıyla daha büyük bir önem arz eden hususlar niçin böyle bir vahiyle bildirilmesin?..

8- “Hatırlayın ki, Allah size iki taifeden[11] birinin sizin olduğunu vadediyordu. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını istiyordunuz...”(Enfal-7)

Bu ayette ve devamında Yüce Allah (c.c), mü’minlere [Sahabe’ye] hitaben iki taifeden birinin kendilerinin olduğunu ve hangisini tercih edecekleri konusunda seçimin kendilerine bırakıldığını bildirmektedir. Müslümanlar dilerlerse
kervana saldırıp Kureyş’li müşriklerin ticaret mallarını ele geçirecekler, dilerlerse Mekke’den hareket eden Kureyş ordusuna saldırarak onları mağlup edeceklerdir. Her iki durumda da Yüce Allah (c.c) Mü’minlere zafer ve kazanç vadettiğini bildirmektedir.

Burada konumuz açısından önemli olan nokta şurasıdır: Yüce Allah (c.c) Müslümanlara hitaben “Hatırlayın ki,Allah size iki taifeden birinin sizin olduğunu vadediyordu” buyurmaktadır. Yani bu ilahî vaat Müslümanlara Yüce Allah (c.c) tarafından daha önce yapılmıştır. Oysa Kur’an’da daha önce Müslümanlara iki taifeden birisinin kendilerine müyesser kılınacağına dair vaat ifade eden bir ayet yoktur. Bu da göstermektedir ki, söz konusu vaat Cibril (a.s) vasıtasıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

9- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Hatırlayın ki, siz Rabb’inizden yardım istiyordunuz. O da, ‘Ben peşpeşe gelen bin melek ile size yardım edeceğim’ diyerek bu duanızı kabul buyurmuştu.” (Enfal-9)

Oysa Kur’an’da Yüce Allah (c.c)’ın onların yardım isteğine bu şekilde bir hitapla karşılık verdiğini bildiren bir ayetmevcut değildir. Dolayısıyla Yüce Allah (c.c)’ın, müslümanların duasına bu şekilde karşılık verdiği hususu Cibril (a.s) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirilmiştir.

10- Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir...'' ( el isra, 1)

el-İsra suresinin, zikrettiğimiz ilk ayetinde Yüce Allah (c.c), Hz. Peygamber (s.a.v)’e birtakım ayetler göstereceğini bildirmektedir. Hatta mezkûr ayetin ifadesine göre Hz.Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’yagötürülmesinin sebebi de budur Burada cevaplandırılması gereken bazı sorular bulunmaktadır:

Kur’an’ın zikrettiği bu “birtakım ayetler” nelerdir?

Yazarın da ( Y. Nuri Öztürk ) katıldığını belirttiği ifadelerinde Süleyman Ateş, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Cibril (a.s)’i Sidretü’l-Müntehâ yanında görmesi olayının İsra hadisesinden önce vuku bulduğunu söylemektedir. [12] Dolayısıyla burada zikredilen “ayetler”den,Hz. Peygamber (s.a.v)’e Cibril (a.s)’in görünmesi kastedilmiş olamaz. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v) o gece nelere şahit olmuştur? Bunların Hz. Peygamber (s.a.v)’e gösterilmesinin sebebi ne olabilir? Hz. Peygamber (s.a.v) o gece gördüklerini bir sır olarak saklamış mıdır, yoksa bunları insanlara anlatmış mıdır? Eğer gördükleri arasında Mü’minleri ilgilendiren hususlar olduysa ve bunları sır olarak sakladıysa bu O’nun peygamberlik görevini yerine getirirken kusurlu veya ihmalli davrandığı anlamına gelmez mi?

Yine eğer böyleyse “O peygamber gaybın bilgilerini saklayacak, kendisinde tutacak kadar cimri değildir” ( tekvir 24 ) [13] ve “Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan,O’nun elçiliğini yapmamış olursun...”( el-Maide 67 ) gibi ayetler Hz. Peygamber (s.a.v)’in, nübüvvet görevini en küçük bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde yerine getirdiği hakkındaki gerçekleri ifade etmiyor mu? O gece olanlar için “bunlar insanlara ulaştırılması gerekmeyen şeyler olabilir” diyebilir miyiz? Bu soruya evet diyeceksek, o zaman bu olayın Kur’an’da kapalı bir şekilde zikredilmesinin ne anlamı olabilir? -Üstelik (17/el-İsra) suresinin ilk ayetinde bu olay, Yüce Allah (c.c)’ın tesbih, ta’zim ve temcidiyle zikredilmektedir ki bu da olayın önem ve büyüklüğünü gösterir.

Yukarıdaki soruya hayır diyeceksek, madem ki o gece olup bitenler insanları ilgilendirmektedir ve dahi Kur’an bu konuda bir şey söylememektedir, o halde bunlar insanlara nasıl ulaştırılmıştır?

11- Zeyd b. Harise (r.a) ile Zeyneb bt. Cahş (r.anha) arasındaki evlilik ve bu evliliğin sona ermesi anlatılırken şöyle buyurulmaktadır:

“Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilikettiğin kimseye, ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork’ diyordun.Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, eşleriyle ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine
getirilmiştir. ( ahzap 37 )

Bu ayetin Kur’an dışı vahye delalet vechi üzerinde daha önce de durulmuş[14] ancak bu konuda söylenenler eleştirilmiştir. [15]

Ne ki bizce burada gözden kaçırılan bir nokta vardır: Dikkat edilirse ayette “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” buyurulmaktadır. Burada Hz. Peygamber (s.a.v)’in, içinde “bir şey” gizlediği belirtilmekte ve Allah’ın onu açığa vuracağı bildirilmektedir. Bu şey ne olabilir?

Ortaya şu ihtimalleri koyabiliriz: I- Bu şey, Zeyd-Zeyneb (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgilidir. II- Bu şey söz konusu evlilikle ve o şahıslarla ilgili değildir.Ayetin ifadesi ve siyak-sibakı göz önünde bulundurulacak
olursa, bu ihtimallerden ilkinin doğru olduğu anlaşılacaktır.

Zira özellikle “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyordun” cümlesi bu evlilikle ilgisi koparıldığında bu bağlamda hiçbir şey ifade etmemekte, daha doğrusu ne ifade ettiği anlaşılmamaktadır. Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v)’in, söz konusu çiftin evlilik hayatı ile ilgili olarak içinde gizlediği şey üzerinde durmak gerekiyor: İhtimaller şunlar:

1- Bu şey gayri meşru bir şeydir.
2- Bu şey meşru bir şeydir.

Bu iki ihtimalin açılımını ise şu şekilde yapabiliriz: Bu şıklardan ilki behemehâl düşünülemeyeceğine göre, ikincisi üzerinde durmamız gerekiyor. O halde meşru olan bu “şey” nedir?

A- Meşru olan ve Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin evliliğiyle ilgili bulunan bu şey, Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmemiş, O’nun, kendiliğinden düşündüğü ve tamamen kendi içinde başlayıp biten bir düşünce veya temennidir.

B- Bu şey Hz. Peygamber (s.a.v)’e vahiy ile bildirilmiş bir hüküm veya haberdir.

Birinci ihtimal üzerine kafa yoralım:

A/l- Mesele söz konusu evlilik ile ilgili olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine gelmiş bir vahiy söz konusu olmaksızın bu evliliğin devamını istemiş olabilir.Ancak ayet Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Zeyd (r.a)’e bu doğrultuda görüş bildirdiğini zaten açıkça beyan etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde sakladığı ve Yüce Allah (c.c) tarafından açıklanacağı belirtilen şey bu olamaz. Demek ki bu ihtimalin üstü çizilecektir.

A/2- Hz. Peygamber (s.a.v)’in içinde gizlediği şey, bu evliliğin bozulması ile ilgili olabilir. Yukarıdaki ihtimal geçerliliğini yitirdiğine göre, üzerinde durulmaya değer ihtimal bu olmalıdır. O halde devam edelim. Hz. Peygamber (s.a.v) bu evliliğin bozulmasıyla ilgili olarak içinde ne gizlemiş olabilir?

a- Zeyneb (r.anha) ile evlenme arzusunu gerçekleştirebilmek için bu evliliğin bitmesi temennisi.Hz. Peygamber (s.a.v)’in, neticede peygamberliğine halel getirecek böyle bir şeyi içinden geçirmiş olması muhaldir. O’nu bundan bin kere tenzih ederiz. Zira “emredildiğin gibi dosdoğru ol”( Hud 112 , Şura 15 ) ayetine muhatap olan bir kimsenin bu emre muhalefet etmesi, bırakalım Mü’minler için örnek konumundaki bir peygamberi, takva sahibi, Allah’tan korkan ve “Allah’ın kendisine şah damarından bile yakın olduğunu”84 bilen sıradan bir Mü’minin bile yapamayacağı bir davranıştır. Böyle bir ihtimali ancak kalbinde İslam ve Müslümanlar için en küçük bir iyi düşünce taşımayan müsteşrikler gündeme getirebilir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, özellikle de Allah onu açıklayacağını bildirmişken- içinden, “insanlardan çekinmesini gerektirecek” böyle bir düşünce geçirmesi mümkün olmayacağına göre, burada başka ihtimaller üzerinde durmak gerekiyor.

b- Zaten zoraki yürütülen huzursuz bir evliliğe son verip, eşlerden her birinin kendi yolunu çizmesini sağlamak. Bu makul bir ihtimaldir; ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in, problemi böyle makul bir yoldan çözme imkânına sahip iken bu düşüncesini açığa vurmaması ve içinde gizlediği halde Zeyd (r.a)’e bu evliliği devam ettirmesi yolunda telkinde bulunması anlamsızdır. Üstelik böyle bir düşüncenin insanlar tarafından yanlış anlaşılabileceğinden endişe etmenin de anlaşılacak bir yanı yoktur.

c- Bu evliliğin sona ermesi ile Mü’minlere cahiliye döneminden kalma bir törenin şer’an geçerli olmadığının fiilen gösterilmesi. Yani evlatlıklar tarafından boşanan eşler ile, şer’î olarak geçilmesi gereken süreyi doldurduktan sonra nikâh kıyılabileceği hükmünün bizzat Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yaparak ortaya konması. İşte asıl üzerinde durulması gereken ihtimal budur.Söz konusu evliliğin bitmesi de zaten bunu intaç etmiş ve Zeyneb (r.anha), bizzat Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikahlanmak suretiyle bu konudaki sert hüküm açıklanmıştır. Ne var ki Hz. Peygamber (s.a.v)’in böyle bir evlilik yapacağının Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle daha önce bildirilmiş olması, böylesi hassas bir konuda toplumda kök salmış bir adetin bir anda ortadan kaldırılması anlamına gelecek bir adımın atılması sonucunu doğuracaktı.

Gerçi 33/el-Ahzâb suresinin, bu ayetten daha önce gelen 4. ayetinde “... evlatlıklarınızı da (sizin) öz çocuklarınız saymadı” buyurulmuş idi. Ancak başta Yahudiler ve müna-fıklar olmak üzere Medine’de yeni bir toplumun çekirdeğini oluşturmuş bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)’in her hareketini sıkı sıkıya kontrol eden ve fitne çıkarabilmek için durmadan malzeme arayan kesimlerin, böyle bir evlilik hakkında oluşturacakları menfi kampanyanın boyutlarını da Hz. Peygamber (s.a.v) pekala bilmekteydi. işte bunun için Yüce Allah (c.c) tarafından kendisine Kur’an dışı bir vahiyle bildirilen söz konusu evliliğin bozulacağı ve kendisinin Hz. Zeyneb (r.anha) ile izdivaç yapacağı vakıasını açığa vurmamış, içinde gizlemişti. Belki de bu olayın vukuunu biraz olsun geciktirip, toplumda bu konuya gösterilebilecek tepkileri azaltmanın zeminini hazırlamak düşüncesinde idi. Ancak Yüce Allah (c.c) Hz. Peygamber (s.a.v)’in bu tutumunu kınarcasına “Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır” buyurmuş ve daha önce bildirdiği hükmü, hem de nikâhı kudret-i ilahiyyesi ile bizzat deruhte ederek fiilen uygulamaya koymuştur.

Netice olarak, ancak yukarıdaki “B” şıkkının açıklayıcı olduğunu kabul etmek ve bu konudaki hükmün Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle bildirildiğini söylemek zorundayız. Bir başka deyişle Zeyneb-Zeyd (r.anhuma) çiftinin ayrılacağı ve Zeyneb (r.anha) validemizin, bu konudaki şer’î hükmü fiilen göstermek amacıyla Hz. Peygamber (s.a.v) ile evleneceği Yüce Allah (c.c) tarafından Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle önceden bildirilmiştir.

12- Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar, ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksi niz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur.’ Onlar size, ‘Hayır! Bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilakis onlar pek az anlayan kimselerdir.” -(Feth,15)

Bu ayette, münafıkların Hayber savaşına katılmalarının yasaklandığı, bu savaşa sadece Hudeybiye’de bulunanların katılacağı ve bunun Hz. Peygamber (s.a.v)’e daha önce bildirildiği belirtilmektedir. Oysa Kur’an’da bu hususu bildiren bir ayet mevcut değildir. Bu da söz konusu haberin Hz. Peygamber (s.a.v)’e Kur’an dışı bir vahiyle iletildiğini göstermektedir.

Yukarıda zikrettiğimiz ayetler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an dışında da Yüce Allah (c.c)’tan vahiy aldığını göstermektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Sünnet’in özellikle dinin tebliğine taalluk eden kısmının vahiy kaynaklı olduğunu söylüyoruz. Bu bakımdan gerek teşri faaliyetleri bağlamında, gerek Kur’an ayetlerinin tefsirinde ve gerekse mugayyebat vb. ile ilgili hususlarda Hz. Peygamber (s.a.v)’den sadır olan sözler ve davranışlar vahiyle irtibatsız değildir ve bu yönüyle de Mü’minleri bağlayıcıdır...

Şimdi tekrar esas konuya dönerek diyoruz ki: Allah ile Peygamber’in arasını açarak, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Kur’an vahyini kendi kafasına göre yorumladığını, O’nun, dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışlarının kendi şahsî içtihatlarının neticesi olmakla -ki biz Hz. Peygamber (s.a.v)’in içtihatlarının da vahyin kontrolünde bulunması hasebiyle hatadan korunduğunu ve bizler için bağlayıcı olduğunu düşünüyoruz- Mü’minleri bağlayıcı özelliğe sahip bulunmadığını söylemek mümkün değildir. Burada, özellikle “dinin tebliğine ilişkin olan tavır ve davranışları” diyoruz; çünkü bu noktada mesele şahsîlik boyutunu aşmış, doğrudan dinin özüne ilişkin olan bu tasarruflar kıyamete kadar gelecek olan bütün bir Ümmet’i bağlayıcı mahiyete bürünmüştür. Gerek Hz. Peygamber (s.a.v)’in, gerekse sair elçilerden herhangi birisinin bu türlü bir tasarrufta bulunduğunu söyleme noktasına gelmiş olan bir kimse, akidesini yeniden gözden geçirmek ve tashih etmek zorundadır. Zira böyle bir akide, iman ilkelerinin vazgeçilmezleri bakımından zedelenmiş demektir.

Şu halde teşri alanına ilişkin olsun, diğer hususlarda olsun, “dinin tebliği” ile ilgili bütün eylem ve sözlerinde vahyin yönlendirmesi ve kontrolü altında bulunduğu aşikâr olan bir peygamberin Kur’an dışında hüküm vaz etmesinden daha doğal ve gerekli bir şey olabilir mi? Kur’an Hz. Peygamber (s.a.v)’e emrediyor: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” ( Ali imran, 31) Bu ayette iki ilgi çekici nokta vardır:

1- Ayette, “Allah’ı seviyorsanız Kur’an’a veya Allah’ın emirlerine uyun” denmeyip, münhasıran Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymanın emredildiğine bilhassa dikkat edilmelidir. Demek ki Allah’ı sevmenin göstergesi Hz. Peygamber (s.a.v)’e uymaktır. Başka ifadeyle bir kimsenin Allah’ı sevdiği iddiası, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu/itaat ettiği takdirde ciddiye alınacaktır. Aksi halde onunki kuru bir iddia olarak kalmaya mahkûmdur. Meseleyi tersinden ifade edecek olursak, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat etmeyen kimse Allah’ı sevmiyor demektir. Zira ayetin ifadesi bunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

2- Bu ayette yer alan ikinci hassas nokta da şudur: Yüce Allah (c.c), kullarının günahlarını bağışlamayı, onların Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaatine bağlamıştır. Yani Allah’ı sevdiğini iddia eden kişi, ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’e uyduğu takdirde Allah da kendisini sevecek ve günahlarını bağışlayacaktır.

Ebubekir Sifil - Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi,1

Dipnotlar:

[1 ] Mesela bkz. Yaşar Nuri '' Kur'andaki İslam '' 51,512

[2] Elmalılı , 2,915-29

[3] Elmalılı 2,929

[4] eş-Şafi'i, '' er- Risale '' , 32,7,91, 3 ; el-Kurtubi, 3 ,104 , 14,119 ; İbn Kesir, 1, 183,96,281...

[5] Bkz.. Mevdudi, '' Tefhim '' , 4,417

[6] Böyle bir itiraz için bkz. KIRBAŞOĞLU, '' İslam Düşüncesinde Sünnet '' ,267.
İlginçtir, KIRBAŞOĞLU'nun bu itirazı öne sürerken dayanak olarak aldığı görüş, el-Hasanu'l-Basri'ye aittir. el-Kurtubi' nin belirttiğine göre ( 17,169 ) el-Hadid 25. ayetinde geçen '' ve enzelna'l-hadide '' ( biz demiri de indirdik... ) ifadesini, el-Hasanu'l-Basri '' demiri de var ettik , yarattık '' şeklinde tefsir etmiştir.
Ancak aynı el-Hasanu'l-Basri, Kur'an'la birlikte Hz. Peygamber ( s.a.v)'e verildiği belirtilen Hikmet'in Sünnet olduğunu söyleyenlerdendir. Bkz. İbn Kesir,, 1,184

[7] el-İsra Suresinin, mü'minlere yönelik birtakım emirler ihtiva eden ayetlerinden sonra gelen, '' işte bunlar, Rabb'inin sana vahyettiği hikmetlerdir..'' mealindeki 39. ayeti öne sürülerek yukarıdaki ayetler geçen '' Hikmet'' kelimesinin de Kur'an ayetleri anlamında kullanılış olabileceği söylenebilir.

Ancak bu bakış açısı bize göre doğru değildir. Çünkü Hikmet'in Kur'an'dan daha geniş bir anlama sahip bulunduğu ve varlık hakkında doğru bilgi ihtiva etmesi hasebiyle Kur'an'ın da bir Hikmet olduğu noktasında bizim herhangi bir itirazımız olamaz. Bir başka şekilde ifade edecek olursak ; Kur'an tümüyle Hikmet'tir ancak Hikmet tümüyle Kur'an değildir.Ayrıca Hikmet kelimesinin geçtiği ayetlerde bu kelime ile birlikte yazı, Kur'an, Tevrat, İncil gibi başka şeylerin de zikredilmesi , Hikmet'in bunlardan daha farklı bir çerçeveye sahip bulunduğunu gösteren önemli bir işarettir.
[8] el-Bakara, 151 ; Al-i İmran, 164

[9] el-Bakara , 231

[10] Bu konuda birçok rivayet bulunmakta ise de, biz bu kitabın başında,hücciyyeti konusunda en küçük bir tereddüdümüz bulunmayan ve fakat muhataplarımız tarafından tartışma konusu yapılan Sünnet’in delil olma vasfına yine Sünnet’ten delil getirmenin bağlayıcı olmayacağı düşüncesinden hareket ettiğimiz için prensip olarak rivayetlere atf-ı nazar etmeyeceğimizi belirtmiştik. Bu sebeple burada da meseleyi sadece Kur’an’la
sınırlı tutuyoruz.

[11] Burada kastedilen iki taifeden biri Ebû Süfyân idaresinde Şam’dan gelmekte
olan ticaret kervanı, diğeri ise Ebû Cehîl komutasındaki Kureyş
ordusudur.

[ 12 ] - “Kur’an’daki İslam”, 56.

[13] وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَنِينٍ “Vemâ hüve ale’l-ğaybi bi danîn.” Bu ayetin ne ifade ettiği konusunda müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bu ihtilaf, söz konusu ayetin son kelimesinin bir harfinin nasıl okunacağı konusundaki görüş ayrılıklarından kaynaklanmaktadır.
Bir kısım kıraat imamlarına göre burada “danîn” şeklinde kaydettiğimiz kelimenin ilk harfi “dat”dır. Bu haliyle bu kelime, “cimrilik” anlamındaki“dann” kelimesinin “fe’îl” kalıbına dökülmüş halidir. Bu durumda ayetin tefsiri şöyle olur: “O peygamber, gayb üzerine, yani kendisine öyle vahiy geldiğine ve gayba ilişkin diğer hususlara dair vermiş olduğu haberler gibi sizin his ve tecrübenize dahil olmamış bulunan gaybe ait hususlarda da kıskanç değildir.”Diğer bazı kıraat imamlarına göre ise, bu kelimenin baş harfi “zı”dır. Budurumda da kelime ya “töhmet” ya da “zayıflık ve azlık” anlamındadır. Bu kıraate göre de ayetin tefsiri şöyle olur: “O, gayba ilişkin verdiği haberlerde maznun, töhmet altında değildir; emin ve güvenilirdir. Yahut o,nefsinde kuvvesi zayıf, hafızası çürük, vehim ve zan ile konuşan; heva ve hevese kapılan bir kimse de değildir. Yani vahyi alması ve tebliğ etmesi hususunda hiçbir zaafı yoktur.” (Bu açıklamalar Elmalılı tefsirinden kısaltılarak ve sadeleştirilerek alınmıştır.) Bu ayet hakkındaki farklı tefsirve görüşler için bkz. ibn Kesîr, IV, 480; Elmalılı, VIII, 5622-3; Mevdûdî,“Tefhim”, VII, 55 ve diğer tefsirler.

[14] Bkz. Afzalurrahmân, “Sîret Ansiklopedisi”. II, 544.

[15] Bkz. Hayri Kırbaşoğlu, “İslam Düşüncesinde Sünnet”. 264-5.

Kırbaşoğlu önce ayet hakkında “Sîret Ansiklopedisi’’nde ileri sürülen şu görüşü nakletmektedir:“Ayet, Rasûlullah’ın (s.a.v.) Zeyd’in boşanmış hanımı ile evleneceğinin Allah’ın hükmü olduğunu belirtmektedir. Oysa Kur’an’da bu hükmü zikreden bir bölüm yoktur. Bu yüzden bu hüküm Allah’ın Rasûlüne Kur’an’dan başka bir yolla verdiği bir hükümdür.” Daha sonra da Kırbaşoğlu şöyle demektedir: “Ancak dikkatle okunacak olursa Rasûlullah’ın Zeyneb (r.a.) ile “evleneceğinden” değil, Allah’ın onu Rasûlullah ile “evlendirdiğinden” bahsettiği açık bir şekilde görülür. Bundan ötürü ayetten Rasûlullah’ın (s.a.v.) daha önce gelmiş olan Kur’an dışındaki bir vahiyle evlendirildiği sonucunu çıkarmaya gerek yoktur. Aksine akla yatkın olan, bu ayet üzerine Zeyneb’in Rasûlullah’a eş yapılmış olmasıdır. Nitekim tefsirlerde bu ayetin inmesinden sonra Rasûlullah’ın Zeyneb’in yanına eşinin yanına girer gibi izinsiz girdiği, ayetin hükmü ile yetinilerek ayrıca bir nikâh kıyılmadığı ve bu durumun Rasûlullah’a mahsus olduğu da zikredilmektedir.

“Bu durumda Zeyneb’in Rasûlullah ile evlendirilmesinin bu ayetle gerçekleştiği; bu evliliğin Kur’an dışında başka bir vahiyle olduğu iddiasının gerçekleri yansıtmadığı anlaşılmış olmaktadır. Dolayısıyla bu ayeti Kur’an dışında da vahiy bulunduğunu ispat için delil olarak kullanmak doğru değildir.” Her ne kadar söz konusu ayetin, konuyla ilgili kısmının “lemmâ” harfi ile başladığı, bu harfin burada zarf edatı olarak işlev gördüğü ve “hîne” anlamında olduğu, dolayısıyla bu edat ile başlayan cümlenin cevabı olan “zevvecnâkehâ” ve devamının da bu cümlenin mazrufu olduğu, yani tıpkı Zeyneb (r.anha)’nın, Zeyd (r.a) tarafından boşanmasında olduğu gibi, onun Hz. Peygamber (s.a.v)’e nikâhlanmasının da geçmiş zamanda meydana geldiği, bu itibarla ayetin anlamının Elmalılı merhumun tatlı üslubuyla,“... derken vakta ki Zeyd ondan tamamen ilişiğini kesti (...) o vakit biz onu, o hatunu sana tezvic eyledik” şeklinde olduğu... ileri sürülerek Kırbaşoğlu’nun bu itirazına cevap verilebilirse de biz burada bu nokta üzerinde durmayacağız.
Devamını Oku »