Çağ ve İnanmış Adam

Çağ ve İnanmış Adam

İnanmış adamın çağla durumu, kıldan ince, kılıçtan keskincedir. Çağı aşarsa anlaşılmayacaktır. Çağın akışına uyarsa, zaman içinde eriyip gidecektir. Çağ gelsin bana yetişsin diye bir kıyıya çekilirse, çağ onu aşacaktır. Dinamizme yeniden dönüş güçleşecektir.
Öyleyse ne yapacaktır inanmış insan? Hem çağın önünde gidecek, hem çağ kendisine yetişsin diye onun elinden tutacaktır. Çağ uyusa ve onun hiç farkına varmasa bile o aksiyonuna devam edecektir. Yılmayacaktır, umutsuzluğa düşmeyecektir. Güçlükler onu pişirecek, anlaşılmamalar onu daha anlaşılır ve aydınlık yapacaktır.
İnanmış adam, gemisini inşa eden Hazret-i Nuh'un durumundadır: onun bu gemiyi niçin inşa ettiğini anlamayacaklardır. Çocuklar eğlenecek, hastalar etrafında dolanacak, kötü ruhlar içlerini geminin iskeletine sürmeye çalışacaklardır. Ama gün gelip de sular yükselmeye başladı mı, alevden dilleri, insanları yalım yalım yaladığı zaman gemi en büyük ve sağlam koruyucu bir kale gibi gözler önünde tek umut kapısı olarak yükselecektir. Gemi, ikinci bir hilkat yuvası, ikinci bir diriliş ocağı gibi ufuklarda yükselmektedir de, felaket çanı çalmadan gözler onu inkâr etmektedir.
Çağla ilişki yönünden Ashab-ı Kehf gencinin uyanıştan sonra şehre inmesi ve irkilerek mağaraya dönüp kaybolması ikinci bir örnektir. Ülkülerinin gerçekleşmesi için zamana ihtiyaç olan bir avuç genç uyutuluyorlar, böylece bir bakıma zamanın dışına çıkarılıyorlar. Kendi günlerinde zamanı aştıkları için bekletiliyorlar. Fakat uyandıkları zaman da, zaman, ülkünün gerçekleştiği bir dönemden ileriye geçmiştir. Bu kere de zaman, aşmıştır. Birincisinde insan zamanı aşmış bulunduğundan, zaman dayanamayacaktı. İkincisinde zaman, insanı ve hedefini geçtiğinden, insan dayanamamıştır. Böylece zamanla insanın denk gelmemesi, bir türlü karşılaşmalarına imkan bırakmamıştır.
Bir yanda inanç vakıasında, düşünce ve duyguda derinleşme, incelme ve sağlamlaşma yoluyla zenginleşme devam ederken, öte yanda bunların realiteye nakşedilmesi, işlenmesi, yani aksiyon sürmelidir ki, inanmış adam çağla ilgisini koparmamış olsun. Hem teorik, hem pratik gelişmeye çaba sarf edilecek de olsa, bir gün daha çok teorik gelişmeye dikkatler dönecektir, bir başka gün de, pratik gelişmeye. Ama birinden birini ihmal eden, sonunda ya teorik, ya pratik gelişmelerle aşılacak ve çağ dışı olacaktır.
Geçmiş zaman içinde teorik çalışmaların en geniş anlamında yapılması, günümüzde de bu alanda çalışmalar yapmamıza engel olamaz. Belki de daha çok teşvik eder. Nasıl geçmiş zamanın pratik çalışmaları bugün bize aksiyon alanında bir yasak koymuyor, sadece örnek olarak ışık tutuyorsa, geçmişin teorik çalışmaları da, yol kesici, düşünce tıkayıcı bir rol oynamaz; bilgi meşalesi olarak yol aydınlatır. Bilgi ve kültür hazinesinin geçmişte olduğu yerde durması, tarih için öğünülecek bir vakıadır ama çağın insanları onları hayatlarına katıp onlardan yeni ve canlı yapılar kurmadıkça, kendileri bakımından, bu geçmiş zamanın anıtları yok gibidirler. Geçmiş zamanı müzeden hayata çekmek de büyük bir teorik çalışmayı gerektirir.
Düşünmek, yeni düşünce yapıları kurmak insan hayatının en şerefli bölümlerinden biridir. Bu yolu tıkamak, gelişmekte olan bir dava için en büyük ihanet olur.
Biz İslâm idealine inanmış olanlar, düşüncede ve edebiyatta çağın en ileri yapılarını kurmadan, insanoğlunun kalbini titretmeden, insana yeni bir mutluluk aşılamadan, inançları tam yaşar hale getirmeden, aksiyonda sürekli ve köklü bir başarıya ulaşacağımızı sanıyorsak aldanıyoruz demektir.
Devamını Oku »

Kötülüğün Sonu

Kötülüğün Sonu

Kötü ruh hep yaşayacak değil ya,bir gün de ölecek.

Hep başkalarını baskı altında tutacak,erim cürüm edecek değil ya, bir gün de, kendini kayalara çarpacak.

Kötü ruhun şiddeti hep dışa, masum olanlara karşı olacak değil ya,bir de kendi içinde, kendi kendini iki parçaya ayıracak bir iç kıvrılması olacak.

Kötü ruh, İslâm dünyasında bugüne kadar varabi­leceği aksiyonun son ucuna, optimum noktasına ulaştı. Şimdi onun için iniş başladı.

Kötü ruhun inişi başladı, iyi ruhun da çıkışı. Aksi­yon eğrisinde şanslar değişti. Kötü ruh bunun farkında olsaydı, ne yapar yapar aksiyondan kaçardı.

Kötü ruhun görüş alanı karardı, önünü görmez oldu. Zafer serabının sarhoşluğundan uçurumlara yuvarlan­mak üzeredir de farkında değildir.

En yakın mesafeleri göstermez olan sis, iyinin sak­layıcı perdesidir.

İyi, güzel ve doğru, en sıhhatli bir çocuk gibi büyü­yor. Belki bir aslan yuvasında, belki bir Ashab-ı Kehf bucağında. O büyüdükçe, kötü ruh, bilerek bilmeyerek, şeytansı bir sezginin dürtüsüyle huysuzlanacak, kızgın­lıkla zulmünü arttıracak, ama bir gün ayni kızgınlıkla kendini kayalara çarpacak.

Teknik, hızla kötü ruhun elinden iyi ruhun eline doğru kaymakta. Kötü ruhun taktiği ve stratejisi, kendi boynuna dolanan bir ip gibi kendini sıkmaktadır.

İyi ruhsa, karanlıklarda, su ışıltısında dinlenmek­te, deniz, çam ormanı ve güneşte büyümekte, Allah’ın bütün nimetlerinin, manevî ve maddî bağışlarının hakkını vermekte ve bu bağışlarla verimli bir gidiş geliş bağı kurmakta ve böylece iç ilhamının hükmünü yavaş yavaş dış dünyaya yaymaktadır.

Kızıl ve kara haçlı ruhu, cazibesini yitirmeye başlamıştır.

Masum mümin ruhu canlanmaya ve varolmaya yüz tutmuştur.

Birinci Cihan Savaşı’nın rövanşı yakındır.

Sam yeli sona erecektir.

Kara dehanın gücü tükenecektir.

Ölüm sularındaki hakikatler dirilecektir.

Köleleşme pazan, alnı dik duranların şuur alanına dönüşecektir.

Yakıcı olan bir şuur, vicdan lekelerini antacaktır.

Kıldan ince, kılıçtan keskin bir doğruluk ve hak şu­uru gelecektir.

İnanç, kültür ve ekonomi kurtuluşunun kefili, üçlü kefili bir nesil, topuklarının üstünde aynı anda ufukla­ra dönecektir.

Kehanet yok, hakikat var.

Propaganda ve reklâma tenezzül etmeyen gerçek inanmışlar var.

Kötü ruhun en büyük gücü olan reklâm ve propa­gandanın da dönemi geçmek üzeredir.

Herkes hakikati kabul etme ile nursuz bir yaşama arasında bir seçme yapma durumuna gelmiştir.

Hakikati kabul etmekten başka çıkar yol kalmamış­tır.

Ama kötü ruh için en güç şey de hakikati itiraf et­mektir.

İslâm dünyası bir kere daha kötü ruha başkaldır­maya yüzünü dönmüştür. Müsbet bir oluştur bu. Bel­ki henüz dili, ağzı yoktur bu oluşun. Ama büyüdükçe, geliştikçe dile ve ağıza da kavuşacaktır bu aksiyon. İnanan ve hakikatin, gerçek düşünce ve duygusunun aksiyonu.

İslâm aksiyonu, düşünce ve doktrinler arasında inkâr edilmez yerini aldığı gün, komünizm, amerikanizm, batıcılık, devrimcilik gibi ayni kültür dejenere­leşmesinin verimleri olan hayaller kaybolacak, ufuklar aydınlanacaktır.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa Asası Gibi

Hazreti Musa ve âsası arasındaki bağın, bir dâvanın kuvveti ve zafere gidişi bakımından oldukça aydınlatıcı bir hikmet demeti olduğu kuşkusuzdur. Hazreti Musa elinden bırakır bırakmaz âsa canlanıyor ve müthiş bir canlılıkla, büyücülerin sihirli değneklerine saldırıyor. Fakat Hazreti Musa, elini ona dokundurur dokundur­maz âsa tekrar eski uysal halini adıyor. Bir mucize, sa­dece görünüşünden ibaret değildir. Görünüş, mucizenin fizik yanıdır. Bir de, onun anlamlar içinde uzayan bir arka plânı vardır. Âsa, Hazreti Musa’nın elinde bu­lundukça, vahye, inanca, İlâhî aşka olan susuzluğunu giderebilmektedir. Bu yüzden sakin, sessiz ve kendini aradan çıkarmışçasına yokluğa batıktır. Fakat Hazreti Musa, onu elinden bırakınca, vahyden ayn düşmenin acısıyla şahlanmakta ve tekrar o sonsuzluk kaynağın­dan içmek için önündeki yol engellerini devire devire ilerlemektedir. O kaynağa dönüşün en büyük engelleri putlardır. Putların koruyucuları büyücüler ve büyücü­lerin silâhları olan sihirli değneklerdir. Âsa kendi sa­hibine dönünceye kadar bunlarla savaşacak ve bunları yutacak ve eritecektir. Fakat Hazreti Musa’nın eli de­ğer değmez, âsanın öfkesi yatışmakta ve âsa kaynağa döndüğünü idrak etmektedir. Onun vazifesi bitmiştir ve esas vazifenin yanında bir dinlenmededir.

Âsa, hakikati araştırma ve imana yönelmenin sem­bolü gibi, bin bir şüphe ve inkânn sembolü olan büyücü değneklerini ortadan kaldıra kaldıra kaynağa dönmek­tedir.

Bir açıdan da, âsa vahyi, büyücülerin değnekleri de inkâra ve şüpheci aklın delillerini sembolleştirir. Akıl, vahye karşı ne kadar kuşku ve inkârla başkaldırırsa başkaldırsın, direnirse dirensin,sonunda yenilir ve baş eğer.Nitekim müneccimler de sonunda gerçeği kabul ederek Hz.Musa'ya dönerler.Sonunda zaferi inanç kazanmıştır.

İlimle vahyin karşılaşması da, bu diyalektik içinde cereyan eder. İlmin vahye karşı çıkan tutumu sonunda susar ve gerçek ilim adamı, sonundu dinin Önünde eği­lir. Aklın ve ilmin ilk karşı koyuşu, arınarak saflaşmak ve tam imana, dönüşsüz ve kesiksiz inanca varmak içindir. Yoksa, gerçek ilim, dinle, vahiyle sürekli barış halindedir.

Hattâ onun eşyaya doğru uzanmasından doğmuş­tur.

İnkâra çağlarda ortaya atılan inanç düşünceleri, Hazreti Musa’nın âsası gibi, ne kadar inkâr, şüphe ve tereddüt varsa onu yenecek, eritecek ve yok edecektir,

Hazreti Musa’nın âsası, Peygamber’in yanındayken sürekli bir ışık içinde ve bölünmez bir güvenlik alanın­dadır. Fakat o, Peygamber’den ayrılınca, karanlıklar, şeytanlar arasında kalmış gibi ayağa kalkmakta ve ka­ranlıklarla, şeytanlarla vuruşa vuruşa ışığa doğru iler­lemektedir.

Hazreti Musa’nın büyücülerle savaşı, bir nevi, tari­hin sembolü bir sahnedir. Her müslüman, sahibinden ayn düşmüş bir âsa gibi, etrafını çeviren zulüm, inkâr ve umutsuzlukla savaşa savaşa iman bütününe doğru yol almalıdır.

Müslüman, mucizeleri «evvellerin masalları» gibi dinlememeli, onları yaşamalıdır. Onlar nasıl geçmişte yaşanmışsa, sürekli olarak her müslümanın hayat akı­şında da anlamlarıyla sürüp gider.

Büyücülerin değnekleri, cıvanın akıcı gücü ve sı­caklığın genişletme özelliğiyle kımıldıyorlardı. Hazreti Musa’nın âsası ise, ruh kudretiyle, vahyin verdiği bir aşk ve heyecanla hareket ediyordu. Onunla diri ve can­lıydı.

Hazreti Musa ile büyücülerin karşılaşması, bir ba­kıma da Allah inancı ile, Islâmla materyalizmin karşılaşmasıydı.

Gören göz ve düşünen insan, çağındaki karşılaşma­ları da bu örneğin ışığı altında görür ve düşünür.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Babayla Oğul Arasında

Babayla Oğul Arasında

Ay tutulursa veya güneş tutulursa çıplak gözle göre­mezsiniz onu.İsle karartılmış bir camla bakarsınız ayı veya güneşi içine girdiği karanlıktan ayırabilmek için.

Bir deprem yeri sarstığı zaman, siz üzerinde sarhoş­lar gibi sallanırken ne olup bittiğini pek anlamazsınız, şaşkınlıktan. Ama, uzaklardan bakan, sizin de, içinde bulunduğunuz evin de, üstünde durduğunuz taşın veya tümseğin de nasıl sallandığını görür.

Sellerin sürüklediği kuzulan, ayni sulara kapılmış insanlar değil, selin dışında kalabilmiş kişiler kurtara­bilir.

Ancak önceden gemisini hazırlamış bulunan Nuh kurtarır insanları birdenbire bastıran bir tufandan.

Suya ateşle karşı çıkılmaz. Coşkun su ateş kayaların bile ilkin söndürür, sonra sürükleyip alıp götürür.

Suya suyla da karşı çıkılmaz. Çünkü: o su da öbürü­ne katılır ve beraber akarlar öfke kanalında.

Suya gemiyle karşı çıkacaksın. Su istese de istemese de omuzlarında taşıyacak gemiyi. Suyun üstünde suyla beraber akacaksın, sularda yuvarlananları teker teker kurtaracaksın.

Bir öfke ve kızgınlık karşısında başarı ne öfkede, ne de yalvarışta; ağırbaşlılıkta, samimi olmakta, öfkelinin derdine, o derdin özüne, gerçeğine yürekten eğilmekte.

Artık çağ, biçimci (formalist) bir hukuk çağı değil.

Çağ, insan dertlerinin, insanlık ıstırabının hukuku aştığı çağ.

Çağ, sevginin ve nefretin, sefahat ve sefaletin, sa­mimiliğin ve hilenin, zekânın ve kurnazlığın, inancın ve inkârın, boyun eğişin ve başkaldırmanın, kölelik tiranlığın ve hürriyetin, aklın ve cinnetin, ıstırabın ’ insan ıstırabıyla alayın yarıştığı, birbirini aşmaya çalıştıkları, hukuku çok gerilerde bıraktıkları bir çağ.

Kasların sonuna kadar gergin olduğu bir çağ bu.

Teatral jestle hayat yenilemez.

Bir ateşin ortasında bir önemli kâğıt yanıyorsa, se­nin, ateşi itfaiye hortumuyla söndürmeye çalışmanda fayda yoktur. Belki ateşi söndürmeyi başaracaksın, ama o zamana kadar da kâğıt yanmış, küle dönmüş olacaktır. Tek çare, suyla söndürmeye çalışmak değil, ateşin içine hızla dalıp kâğıdı kurtarmakta. Zaten se­nin hedefin, ateşe düşmanlık değil, kâğıdı kurtarmak.

Ateşe alışmaktan, onunla dost olmaktan başka çare yoktur, yakmamasını istiyorsan ateşin. Kızgın ateşi su da söndüremez; buharlaşmış su, ateşin üzerinde, ateşi koruyan, ateşten bir perde olur. Ateşin Hazreti İbrahim'i yakam amasının sebebi, onun dost olduğunu sezmesiydi.

Dost yalvarmaz, inşam arkasından da vurmaz, haki­kati söyler o kadar. Gerçek neyse onu söyler, fedakârlık gösterir, yardım eder. Hak neyse onu teslim eder, hak olmayanı da kesinlikle reddeder. Yalana ve hileye sap­maz. Korkuya düşmez. Kızgınlık ve öfkeye de kapıl­maz.

Devlet, kuvvet ve kudretinin gerisinde hakikatler ve hikmetler canlı olarak durduğu sürece devam eder. Ha­kikatler ve hikmetler çekildi mi, dış biçimler ne kadar sağlam görünürse görünsün, o görünüş, ilk üfurüşte ka­ragözün hayalleri gibi söner.

Çocuk babasma başkaldırırsa, baba onu tepelemez. Ona yalvarmaz da. Ta yüreğinden gelen bir hareketle baba olduğunu hatırlatır ona.

Oğulu yola getiren, ne şu ne bu, kendi oğlunun ha­linden acı çeken ve belki de bu acısını kimselere söy­lemeyen, çocuğunun bu halinden kendini suçlu gören babanın samimi ıstırabıdır.

Oğulla baba arasındaki bağdan farksızdır devletle gençlik arasındaki ilgi.

Oğul, ayağa kalkmışsa, baba, oğulu kurtarmaktan başka bir şey düşünmemelidir.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Peygamber

Peygamber

Peygamber, insanın ruh katlarını açmış ve onun her katını içinde bulunduğu şartlara ayarlamıştır. Bir ka­tını dünyaya, bir katını ölüme, bir katını ölümden öte­sine.

Mağaradan, çölden, en karmaşık büyük kent yaşa­malarına kadar insan düşüncesi, duyarlığı, sükûneti, coşkunluğu, Peygamber ülküsünün ve hikmetinin önünde fâniliğe dönük olmaktan kurtularak Allah sev­gisi ve korkusuyla, tevhit ahengiyle, hakikat şuuruyla dolu ebedilik şartlarına ayarlanır.

İnsanı bir nemrut ateşi gibi yakıcı hale getiren ceha­let ve zulüm karanlığından çıkararak vahiy ışığında bir miraç yolcusu gibi yürüten, bir inancın ayışığında İlâhî güzellikleri ruhun gıdası gibi sindire sindire ilerleten Peygamber izidir.

İnsanı putların köleliğinden kurtararak fıtratın me­deniyetini kuran Peygamberidir.

İnsanı, etinden kemiğinden fırlayan hayallerden, puta tapıcılık hezeyanlarından arıtan peygamberler­dir.

Toprağı teyemmüm, suyu gusl ve abdest gücüyle do­natan peygamberlerdir.

Ak kanadı sevap, kara kanadı günah, kaderinin hızıyla zaman içinde uçup gitmektedir insan. Kara kanadını yenileyen şeytandır, ak kanadını da peygam­berlerdir insanın. Dökülen kara kanat yerine ak kanat takmaya çalışanlardır insana onlar.

Beyaz, siyah, sarı, asyalı, afrikalı, avrupalı farkı ol­maksızın insanın insan olmasını ön plâna çıkaran bir medeniyeti haber veren ve gerçekleştirenlerdir onlar.

Zaman, atlarının ayakları altında kum gibi çınladı.

Dünya, bir kabuk gibi ruhu sıkar ve ruh, bu sert çiz­gilerin içinden sıyrılıp kaçmak ister. Veya daha kötüsü, ruh, kabuk üstüne kabuk bağlayarak dünyalaşır. Pey­gamberler, dünya çizgilerini ruha bir disiplin gibi, bir gelişme ve olgunlaşma sabrı gibi, şaha kalkan ata sıkı bir gem gibi yaklaştırırlar. Böylece, ateş, külün altında taze, diri ve canlı kalır.

Peygamberin izinde ruh sönmeyen bir ateştir, dünya da onun külü. Daha doğrusu, ışık ve zeytinyağı.

Git Arabistan’a ve oradan azın azı kaynak sularının üzerine eğilerek susuzluklarını gidermeye çalışan hur­ma ağaçlarından sor neye özlem çektiklerini ve neyin düşünü gördüklerim. Onlar, peygamberlerin zamanın ateşini gözleyen destan nöbetçileri gibidirler.

Vahyin ruha ve hayata karışması... Peygamber izi budur.

Hikmet ve mucize, sertleşmiş ve gelenekleşmiş metafizik ve sosyal köleliği yumuşatıp ortadan kaldırmasında Peygamber’in destan kılıcıdır. İnsan, o kılıcın önünde baş eğerek hür olur.

Örneği peygamber olan çocuklar, despotların, tiran­ların ve diktatörlerin serapsı hayallerinin peşinde koş­mazlar.

Çelik, cam ve çimento içinde, ancak, Peygamberin izini gözleyerek, vahiy sevincinden doğan muştuları, umutları ve zikirleri ruhun durmadan yenilenişi ve di­rilişi için tekrarlayarak ayakta durabilir insan.

Her zaman ölmeye yüz tutan insan ruhunu ayakta tutmak... İşte peygamberlerin bıraktığı miras.

Ruhun dirilişi, çağın özlediği, bir türlü adını koya­madığı, ancak Peygamber izinde gerçekleşebilecek ül­küdür.

Gençliğin isyanı, anarşisi, başkaldırması, nihilizme veya romantizme batık olanı da, bilmeden bu izi ara­maktan, ararken izi daha çok kaybetmekten başka bir şey değil.

Peygamber ve çocuk... Bu tabloyu ortadan kırmış olan insanlık, daha nice zaman azap çekecektir.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Cami ve Hayat

Cami ve Hayat

Dünya durdukça müslüman toplumlarına örnek ola­cak olan mutluluk asrı dediğimiz Peygamber zamanında, cami, hayatın merkeziydi. Bugün ise camiler haya­tın çok kıyısında kalmışlardır.

İslâm’da caminin anlamı, öbür dinlerdeki tapmak anlamına ve caminin fonksiyonu, öbür din tapınakla­rının fonksiyonuna eşit değildir. Cami, genel tapmak anlamını çok aşar.

Caminin yüzü yalnız öteki dünyaya dönük değildir, bu dünyaya da, hayata da dönüktür.

İslâm dini, kendisinde iki dünyanın barıştığı bir din­dir. Bu hayatla öbür hayatın bağdaşması, kaynaşması birinci plânda tutulmuştur. İki dünyadan hiçbiri kendi sınırım çiğneyerek öbürünü ezmez. Ruhla beden gibidir bu dünyayla öbür dünya. Biri öbüründen üstün görüle­bilir ama hiç biri öbürünü tam olarak ortadan kaldır­maz. Çünkü bunlardan biri tam ortadan kalktığında uzun bir vadede öbürü de söner. Öteki dünya aşkı, bu dünyayı yaşamaya değer hale getirir, dünya ve haya­tı îslâm ölçüleri içinde verimlendirme de, öteki dünya seviyesini ateşlendirir. Ruhun vücutla varlığını dışa vurması, vücudun da ruhun buyruğunda anlam kazan­ması gibi, dinin erdirici ışıklan altında iki dünyanın ve iki hayatın birbirine bağlı olarak olgunlaşması Islâm’ın insan için tâyin ettiği bir varoluş şartıdır.

İşte cami, başta insanoğlunun varolma sebebi olan ibadet ocağı ise de, ibadet nasıl varoluş akışının merkezî çizgisi, mihveriyse, o da İslâm toplum unun yaşayışında bütün hayat faaliyetlerinin açıldığı bir kaynaktır, temel kurumdur, hayatın, çevresinde daire daire toplanacağı öz yuvadır.

Hayatın her şubesine ilk ışık camiden tutulmalıdır. Toplum ilerleyişlerinin ilk çıkış noktası camidir İslâm ülküsünde.

En saf ibadet heyecanının, düşünce canlanışının, kültür hamlelerinin, edebiyat doğurganlığının, toplum dayanışmasının verim üstüne verim katmerlendirdiği bir şuur evidir cami.

Üniversitelerle camilerin kapıları, dayanılmaz bir çağrıyla birbirlerine davet edecek şekilde açık, birbirle­rine bakar durumdadır İslâm ülküsünde.

Cuma hutbesi, bir haftalık toplum hayatını İslam açısından gözden geçiren geriye doğru bir kritik,ileriye doğru da bir hamle plânı getiren, hikmet ve aksiyon içiçe, bir yol aydınlığıdır. Geçmiş zamanı arıtma, gelecek zamanı ışıtmadır.

Cuma namazından sonra insanların yeryüzüne dağılarak işlerine koyulmalarını buyuran ilâhı kelâm, camiyle hayatın birbirine nasıl kopmaz bir şekilde bağlı olduğunu, ancak vahye has bir icaz üslubuyla, ne güzel belirtmektedir.

Günün her vakit dönümüne bir namaz koyan İslâm, dinle hayatın ayrılmazlığında insanın mutluluğunun bulunduğuna işaret etmiştir.

Camilerimiz, toplumun en kutlu ve en canlı kurum­ları olduğu zamanlar, dünyanın en üstün toplumu idik. Camiyi hayattan sürmeğe başladık başlayalı, adetâ ilâhı bir ceza olarak biz de hayattan sürülmeğe başla­dık.

Yalnız hayattan bezenler intihar etmez; hayata faz­la tapanların da sonu büyük bir ihtimalle intihardır.

Başarı, hayata tapmakta değil, hayatın hakkını ver­mektedir.

Camilerinde hayatın taştığı müslüman toplumlar gerçek anlamıyla en canlı hayatla taşacaklardır. Çün­kü: camiden taşarak topluma gelen hayat, ölmezlikle kuvvetlenmiş, ebedîlikten bir canlılık kazanmış bir ha­yat olacaktır.

Camilerimiz vücutlarıyla yavaş yavaş canlandırıl­maktadır. Her caminin bir de ruhu vardır. Yalnız ca­milerin bedenlerini, vücutlarını onarmak ve canlan­dırmak yetmez, ruhlarını da diriltmek, dimdik ayağa kaldırmak gerekir.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

İlerleyiş

İlerleyiş

' Müslüman, sürekli bir ilerlemenin adayıdır.

Dinde sürekli bir ilerleyiş vardır.

Alt ucundan tutsanız bile din sizi kurtarır. Ama yine de sizin borcunuz dinde durmadan ilerlemektir.

Müslümanın ödevi dinde halka inmek değil, halkı dine yükseltmek, halkla birlikte dinde yükselmektir.

Zaten, sizin yükselmeğe ve yükseltmeye çalıştığınız derece, halkın özleminde gizlidir. Sizin öbür insanları dinde ilerlemeye çağırmanız, onların kendi içlerindeki gizli bölgeyi açmalarını istemeniz demektir.

İçindeki kapılar açılsın istiyorsunuz yani.

İnsanların içindeki türbeler ışısın, yatırlar uyansın, sabahlar doğsun, kurumuş çeşmeler, gözyaşı çeşmeleri aksın istiyorsunuz yani.

«İki günü birbirine eşit olan insan ziyandadır» diyen Peygamberin izi, durmadan ilerlemenin izidir.

Gün doğar, gün batar ve müslüman ilerler.

Ay doğar, ay batar ve müslüman ilerler.

Ay, hilâlden bedir haline gelir, sonra tekrar hilâl ha­line döner, bu hâl durmadan devam eder ve müslüman durmadan ilerler.

Gerçekleşmiş inanca ermek için durmadan ilerleme­nin gerektiğini bilir müslüman.

Bütün peygamberlerin, ermişlerin, şehitlerin, kur­tulmuşların inanç sevincinden payım almak için dur­madan ilerlemenin gereğini unutmayandır müslüman.

Hazreti Musa, halkına doğru koşmuştu. Ama halkı­nın dindeki duraklamalarına, hele hele gerilemelerine ve dönmelerine asla boyun eğmedi, asla göz yummadı. Onları sevdiği, onlara acıdığı için, onları acı şekilde de uyardı, tatlı şekilde de uyardı. Hep onları dine doğru çekti. Dinin onların ayaklan altında eriyip gitmesine asla razı olmadı.

Bütün peygamberlerin halka bakışları, dinde ilerleme açısından asla kaymadı.

Dindeki ilerlemeye en beliğ örnek, Miraç değil mi­dir?

Her namaz, dinde biraz daha ilerlemek için mümi­nin giriştiği kendi miraç tecrübesidir.

Başarı, gerçek başarı, halk kalabalıklarının insanın peşinden geçici sürüklenişinde değil, halkın kalbine, halkın ruhuna, belki yavaş, fakat sağlam yerleşmede kök salmadadır.

Ve başarının devamı, içine kök salman halk ruhunu ilerletmede, dinde ve dünyada ilerletmededir.

Çağımızda dinde ilerleme, kalbteki inancı gerçek hale getirme, canlandırma, din düşüncesini diriltme­dir. Ruhunu uyandırma, dini konu edinen edebiyatın yeniden doğuşunu hazırlama, yeni natlar, yeni tevhit ve münacaatlarla insanın yüzünü ağartma, duvarlarda hapsedilmiş gibi duran Kur’an’m ışığıyla kentin ve in­sanın ruhunu ışıtma yolunda durmadan hız kazanmak demektir.

Ve halkın ruhuna, dinde ilerleme yolunda, sürekli olarak hız kazandırmak demektir.

Dinde ilerleme, dünyada duraklamayı gerektirmez. Tersine, dünyada da ilerlemeyi sağlar. Çünkü: dinde ilerlemekte olanın hız alanından dışarı çıkamaz dünya. Hızla ilerleyen müslümanın peşinden, aynı hıza kapı­ları dünya da ilerler.

Dinden kopmuş insan karanlıklar ve güvensizlikler içindedir. Son çağda sanki din durdu ve dünya ilerledi. Sonra insan birden dinden kopmaya ve onunla birlik­te de bütün güvenini kaybetmeye başladığının farkına vardı. Anlaşıldı ki, bu bir ilerleyiş değil, bir hırlayıştır, boşluğa doğru bir fırlayıştır.

Ve şimdi dinde ilerleme, dinde dirilme, insanın ona bağlı dünyanın da dinle kurtulma günleri geri gel­di. İçte bunu fark etmeye başladı insan.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Birlik Çağrısı

Birlik Çağrısı

Birlik, İslâm’ın en büyük prensiplerinden biri. Çün­kü her şeyden önce Allah bir. Ve bütün kâinat sımsıkı bir birlikle birbirine kenetli. Sonra da bu birlik, bir olan Allah’ın buyruğuna sımsıkı kenetli. Demek ki bütün bir varlık cihanı, birliğin bildirimi.

İslâm ki, sulh ve selâmet dini, barış dini, varlık dün­yasını, birliği bilmeğe ve gerçekleştirmeye çağırmakta.

«Gelin ey ehl-i kitap, bir kelimede, Allah’ın ismi etrafinda toplanalım» diyen din.

Putatapıcılık, çoktanncılık olduğundan, ona olan dili ayrı, esasta Allah inancını taşıyan, fakat sonraki katma ve katlamalarla bu inana bulanmış olan, yani bir olan Allah’ı tenzihe daha kolaylıkla gelmesi mümkün olan ehl-i kitaba olan dili aynı.

Bütün bu prensipler ve düşüncelerin ışığında, müslümanlara düşen birinci ödev, birliğe çağırmaktır. Ara­larında birliğe aykırı ne kadar engel varsa onu en radi­kal girişkenlikle ortadan kaldırmaktır. Birbirlerine kaç kapı açmak mümkünse açmaktır.

Her müslüman öbür müslümana Kur’an ahlâkından bir nefha taşımalıdır.

Müslüman barış taşıyıcısıdır.

En güçlü savaşçı da müslümandır. Çünkü, onun sa­vaşı da banş içindir.

Her müstüman tek başına bile bir birlik çağrısıdır.

İki müslüman bir araya geldi mi, dargınlık buzlan ve öç tuzu eriyiverir.

Her müslüman, bu birlik ve beraberlik aşkına, öbür müslümanların önünde kendi benliğini silmelidir. Ben­lik davasına bir son vermelidir.

Selâm, müslümanın kendi benliğini sildiğinin ilânıdır bir açıdan da.

İki müslümanın selamlaşmasından ebedî bir barış doğar.

İslâm’da insan birinci plândadır, onun yanında eşya çok geri plânda.

Eşya yüzünden öbür müslümana hınç duyan bir müslümandan, her şeyden önce masum bir vasıta olan eşya utanır.

Gelecekte, büyük hesap gününde, eşyaların bile aleyhimizde şahitlik yapmasından da, en üstün yaratık yani insan olarak biz utanalım.

Mahşer günündeki şahitlerin hafızasından daha keskin, daha yanılmaz hafıza düşünülemez.

Müslüman, eşyayla da, bu mahşer gününün şahitleriyle de barışmak zorundadır.Eşyayla barışmak onları kötü şahitliğe mecbur etmemekle olur.

Bir müslümandan,değil bir müslüman,bir insan,eşya bile davacı olmamalı ilerde.

Bu yüceliğe ermekiçin da, Islâm'ın sulh ve selamet prensibi üzerine iyice kafa yormak gerek. Birlik şuuruna ermek gerek.

Kainattan yükselen birlik türküsünü öz kulaklarla işiteçek kadar uyanık olmak gerek.

Allahın ipine, Kur’an’a, İslâm’a sımsıkı bağlanmak: işte birlik şuuru bu demektir.

Bir müslüman, bir ipek böceği gibi durmadan Kur'an ahlâkının örgüsüyle kozasını ören kişi demektir. Gün gelip kendisi yücelikler dünyasına çekildiğinde, geride bıraktığı o iyi işler ve güzel davranışlar yumağından bir destan örülecektir.

Benliğine tapan insanı, bir gece, o farkına varmadan şeytan kendisiyle değiştirecektir.

Şeytanla farkında olarak olmayarak benlik değiştir­mekten bizi koru Allahım.

Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »

Tehlikeli Dönemeç

Tehlikeli Dönemeç


Kim, bir konuda çalışır çalışır, arkasından bir ba­şarı ışığı görür de, başarıyı kendi çalışmasına bağlarsa gurura düşmüştür. Gurursa, gerek insanın yükselmesi, gerek başarı yolunda en tehlikeli dönemeç, en iştihalı uçurumdur.


Yaratılmış olan her varlık, yaratılışının gereği çalı­şacaktır. Ama çalışmasının sonucu Allah’a aittir. Başarıya götürmek de O’nun, götürmemekte.


İnsan; Yaratıcının razı olması için çalışacaktır. Bu çalışma bir bakıma bir dilektir. Allah’tır dilekleri kabul edecek olan.


Kim bir durumu kendi çalışmasının sonucu zannederse, bir bakıma dolaylı olarak o durumun yaratıcısı olduğunu iddia ediyor demektir ki, bu, gururdan doğma bir ortak koşmadır.


Allah isterse bir yıllık bir çalışmaya, bin yıllık bir verim bağışlar, isterse bin yıllık çalışmaya bir yıllık ve­rim.


Bunun hikmeti de bellidir: insan gerçek başarıyı ya­lancı başarıdan ayıramaz. Gerçek sanılan bir başarı, en aldatıcı bir çöküş olabilir, başarısızlık sanılan bir sonuç da, gerçek bir başarı veya gerçek bir başarının muştusu olabilir. Bunun en iyi örneği, bütün iyi örneklerin altın dergisi olan Peygamber döneminden bir örnek olarak Hudeybiye anlaşmasıdır. O Hudeybiye anlaşması ki, bir nevi Mekke fethinin verimli tarlasıdır.


Sen bir çiftçisin arkadaşım. Tohumunu ek ve gerisini Allah’a bırak. Allah dilerse, bire on beklemene karşılık bire yüz, bire yedi yüz verebilir. Vermezse de bil ki, onda da bir hikmet vardır. O da tarlanın daha güçlenmesi içindir. Ben ektim, toprak mutlaka verecektir sanıyor­san, aldanıyorsun. Toprak da bir araçtır. Yağmuru da düşün, karı da düşün. Ve tohumu, toprağı senin ekme arzu ve gücünü, yağmurun ve karın faydalısını, uygun rüzgâr ve mevsimi bir araya getireni de düşün asıl.


Bedir zaferinden ötürü müslümanlar gurura düşme­sinler diye, asıl düşmanın gözüne toprağı atanın kim olduğu hatırlatılmıştır: «Attın attın ama sen atmadın sen atmadın. Allah attı. Allah attı.»


Başarıdan gurura düşülmesi ne kadar bir ortak koş­ma demekse, başarısızlıktan umutsuzluğa kapılmak da o kadar ortak koşmadır. Onun için Allah, ilk müslümanlara Uhud’u da tattırdı. Uhutla onları imtihan etti.


Onlar zaferde de imtihanlarını verdiler, yenilgide de. Allah’a güvenleri sarsılmadı. Gurura da kapılmadılar. Allah da onlara sonuçların en hayırlısını nasip etti.


İnsan, uzun bir süre başarıyla yürürken ansızın za­fere ulaşacağından yüzde yüz bir güvene geçip de guru­ra kapıldı mı, Allah, o gelişmeye öyle bir kıvrım katar ki, mağrur insan, gurur körlüğüyle önünü göremez olur ve kıvrımın eğitiminde kaya kaya uçuruma düşer. Bir de bunun, tersi de vardır: insan bütün bir iyi niyetle çalışır da belli başlı bir sonuç göremez, buna rağmen Allah’a olan inanç ve güveni sarsılmazsa, Allah, o ge­lişmeye de öyle bir kıvrım katar ki, insan o kıvrımda yüksele yüksele zafere de varır.


Öyleyse insan çalışmalı ve sadece Allah’ın rızasını düşünmeli, sonra O neyi kader olarak tâyin etmişse ona tevekkül etmeli.


Nesil yetiştirme işinde de durum değişmez. Olur ki zayıf nesillerin erken başansındansa, güçlü nesillerin sonraki başarısı murat edilmiştir İlâhî takdirde. Ki o elbette daha hayırlıdır. Çünkü daha köklü ve daha sü­reklidir. Ama Allah dilerse o gücü ilk nesillere de vere­bilir.


Hiç bir şey onun gücünün dışında değildir. Önemli olan, gururun tehlikeli dönemecini atlatarak İlâhî rıza­ya ulaşmayı gözden kaçırmamakta ve başkaca da bir gaye gütmemekte.


Sezai Karakoç,Günlük Yazılar 2

Devamını Oku »

Putlaştırma

Putlaştırma

Kendimizi bulmamıza, ilerlememize başlıca engel, putlaştırma psikolojimizdir. Müsbet ve menfî alanda putlaştırma. Şahısları putlaştıra putlaştıra düşüncey­le, düşünceleri putlaştıra putlaştıra inançlarla ilgimizi kesiyoruz. Bakıyoruz, bütün alanlarda ufuklar donuk­laşmış; put donukluğu sarmış görüş alanım. Düşünce, sanat ve politika alanında putlar önünüzü kesiyor ve ayaklarınıza bir gölge gibi sarılıyor.

Put, kurumuş bir ağaçtır. Kökte biraz yeşillik ve canlılık varsa, onu da kurumuş koca göğde, bir türlü gelişmeye bırakmaz.

Genç insana on öğüt saymağa kalksam, birincisi: «putlaştırmayacaksın!» olurdu. Çünkü: kurumuş bir ağaçtan farksız olan put, eninde sonunda hafif veya şiddetli bir rüzgârda devrilir ve puta dayanan da onun altında kalır.

İyiyi de, kötüyü de putlaştırma eğilimini taşıyoruz. En zayıf yanımız bu. Düşünce kısırlığı, kritiksizlik put­laştırmaya yol açıyor, putlaştırma da düşünce kısırlığı­na, kritiksizliğe. Bu ikisi birbirini destekleye destekleye düşünce gelişmesinden uzaklaşıyor, putların alacakaranlığına gömülüyoruz.

Put, insanı ahiretten de, dünyadan da uzakta tutan bir kabirdir. Ruh için bir kabir azabıdır.

Konca, bahar gelince açılmak ister. Düşünce alanı da böyledir. Fakat, putlardan yapılma bir duvar, peşin hükümler duvarı, onun açılmasına, güller saçmasına engel olur.

Asıl gerilik, şahısları putlaştırmaktır. Çünkü: insan­ların faniliğini görmeyen, insanların geleceğine inan­mayan, bir sonraki neslin bir öncekini aşacağına gü­venmeyen insanlar, çağının insanlarım putlaştırır veya geçmiş zamanın insanından putlar örer. Ama Allah’a inanan, hakikatten başka bir değer ölçüsü bilmeyen, Allah’ın nimetinin tükenmeyeceğine güven besleyenler, kimseyi ve hiç bir şeyi putlaştırma ihtiyacım duymaz­lar. İşte asıl öncü olanlar, ileri olanlar ve durmadan ilerleyenler onlardır.

Putlaştırma psikolojisi, zihinde bir kireçleşme, çöl­leşme ve çoraklaşma demektir. Çünkü: zihnin gerçek çalışması, sürekli olarak put kırma demektir düşünce alanında. İlim alanında bir teori putlaşmaya başla­mışsa, üstün bir zekâ ve sabırlı bir çalışma, bir gün o teoriyi yıkar ve yeni bir teori getirir. O teori de putla­şırsa, bir gün, o da yıkılır. Bu, ilim alanında put kırma demektir. Sanat alanında da, yeni sanatçıların gelme­si, putlaşmaya yüz tutan sanatçıların devrilmesine yol açar. Böyle böyle sanat da, edebiyat da ilerlemiş olur. Politika alanında da durum değişmez.

İslâm, bütün alanlarda putları devirdi ve insanın putlaştırma eğilimini kırdı. Yeni put doğumuna engel olan şartlan getirdi. İslâm’dan uzaklaşıldıkça putlar gözükmeye başlar her alanda, İslâm’a yaklaşıldıkça da putlar hazan yaprakları gibi dökülür ve kırılırlar.

Tarih, bir yandan put dikme, bir yandan da dikilen putları kırma şeklinde görünen iki kuvvetin çarpışma­sıyla örülen bir ağ gibidir.

Değerlendirme ayn, putlaştırma ayndır. Değerlen­dirme, bir ölçme ve tartma işidir ve her zaman yeniden değerlendirmeye açık kapı bırakmaktadır. Putlaştırma ise, ansızın bastıran bir yanılmanın ebedi olarak sürdürülmek istenişi, duygu dondurulması işidir. Kritiğin ve yeniden değerlendirmenin bütün kapılarını kapama işidir.

Müslüman, her şeyden önce kendi nefs putunu kı­racaktır. Daha doğrusu, nefs putu her örülmeye doğ­ru gidişte, o örgüyü müminin kalbi çözecektir. Sonra, başka insanların putlaşmasına da razı olmayacaktır müslümanın inancı. Çünkü: Allah inancı, ortak tanı­mayan bir inançtır. İnanç, düşünce ve aksiyon alanında putlarla savaşacaktır müslüman. Bu dünyadaki en büyük ödevi budur. Putlar devrilmeden, öte dünyanın ulvî çizgilerini bu dünyadan görmeye imkan yoktur. Bu kıyıdan, öte kıyıyı görmeğe engel olan başlıca perdeler, putlardır.

Sezai Karakoç-Günlük Yazılar 2
Devamını Oku »