Harf İnkılabı

Harf İnkılabıYine yeni bir inkılâbı... Bu adam duramıyor. Her yıl bir inkı­lâp yapmak heves ve ihtiyacında. Şimdi bununla da Harf Gazisi oldu. Binbir lâfza-i cemaline bir daha ilâve etti!...Halbuki iddiaları gibi, Lâtin harfi mes'elesi onun işi ve iddiası değil ki. Bun­dan altmış-yetmiş yıl evvel İstanbul matbuatından Lâtin harfi leh ye aleyhinde münakaşalar olmuştu. On yıl evvel de oldu. İki yıl evvel de oldu. Bütün erbabı tefakkür ve Darülfünun profe­sörleri müttefikan Lâtin harfi aleyhine rey verdiler,

Mustafa Kemal bu işi de yine bir kanun darbesiyle birden yaptı. O, makûl söz dinler mi? Makûl, söz söylemeğe gelmez. Aksini yapar. Birgün İstanbul'da. Dolmabahçe Sarayına bütün meb'usları toplamış. Onlara ders vermiş. Burda tuhaf bir şey ol­muş. Mustafa Kemal "dır" edâtı haberine "tır" diyor. Selânik şi­vesi, Celâl Nuri kalkmış "dır" dır diyor. Gazi gazaba gelmiş, hid-detle"tir" diyor. Celâl Nuri derhal "Evet efendimiz! tir'dir bile­medim" diyor. Padişahlar gibi "Efendimiz" olmuştur. Celâl Nu­ri'yi bir dumansız drıtnuata benzeterek Süleyman Nazif güzel tarif etmiştir, fakat bununla bazı şeyler unutmuştur. "Kaptanı korkak, kararsız, dönek"dır, Kaptan Celâl'in yüreği ve ruhudur. Binaenaleyh bu cidden malûmatlı olan ve kimseye zararı olma­yan bir insan bulunan Celâl Nuri dümensiz, pusulasız, kaptan korkak ve dönek, müthiş bir drıtnauttur.

Celâl Nuri "tir" dedi. İşin içinden çıktı. Ne yapsın... Mustafa Kemal ilk Sarayburnu gazinosunda bu işi yaptı ve orada nutuk verdi.. Tam yeri. Çünkü gazino onun akademisidir. Hemen ka­nunu da yapıp, eski harfleri yasak etti.

Baktım Mecliste bunu ilk müdafaa eden İsmet oldu Ve: "Bu inkılâp Türkün terakki yolunda en büyük adımı" diye tefsir etmiş. Şaştım. Ben Ankara'da iken, bir gün İsmet bana Lâtin harfi hakkındaki fikrimi sormuştu. Aleyhinde olduğumu söylemiş­tim. Sebebini sormuştu, izah ettim. İsmet de bana "Ben de aleyhindeyim" demişti. Şimdi en meddahı ve âlet İsmet'tir. Hayret... Bu adam ne iki yüzlüdür?... Ne kanâati hilâfı işler görür? Mev­kide dursun da ne olursa olsun, her haltı yer? Asıl olan mevki­dir. Sonra "Bern" sefiri Münir'den işittim. Müze Müdürü Halil Bey oraya gelmiş. Halil Bey "Hayret ediyorum. İsmet Lâtin har­finin aleyhinde idi. Bana söylediydi. Şimdi kendi yaptı. Ve met­hediyor" demiş. Münir doğru sözlü bir adamdır. Korkak olduğu halde fırsat bulursa hakikati söyler. Elverir ki, söyleyecek na­muslu, emin adam bulsun. Nitekim İsmet'ten titrediği ve onu tutan İsmet olduğu halde Bern'e giden Yusuf Kemal'e "Lozan Muahedesinin dörtte üçünü yapan sırf Rıza Nur'dur, bütün bi­ze cesaret veren odur. Yoksa kötü bir muahede imza edilecekti" demişti. Aynen Yusuf Kemal bana söyledi.

Yeni harf için her tarafta mektepler açtılar. Halkı cebren bu mekteplere şevkettiler. Birden gazete satışları durdu. Kitap neş­riyatı durdu. Hâlâ böyle. Hükümet bunlara tazminat veriyor. Mektep kitapları kalmadı. Yeniden basılmaları milyonlar ve uzun zaman istiyor. Bizde millî bir matbaa sanatı vücuda gel­mişti. Harfleri İstanbul'da döküyorlardı. Şimdi tuttular Avru­pa'dan harf satın aldılar. Sade Fransa'dan yirmibeşbin kilo aldı­lar. Bu da yetişmedi. Laipzig'deki meşhur kütüphane ile kontrat yapıp, mektep kitaplarını orada bastıracaklarmış, bu da milyon­lar istiyor. Bu işi böyle birden hiçbir insan yapamazdı. Yaptı. Fa­kat herşey alt üst ve mahvoldu. Bir irfan fetretidir başladı. Bu fetret yıllarını bilmem ne ile tazmin edecekler. Başka milletler ir­fan sahasında dörtnala koşuyorlar. Biz ise gerideyiz. Şimendifer- le koşmamız, hattâ tayyare ile gitmemiz lâzımdı. Bil'âkis dur­duk. Durduk değil, eskisini de mahvettik.

Güya yenilik, teceddüd yapıyor. Hadi birde harice milyonlar vererek birçok yazı makineleri aldılar. İşitiyorum. Hâlâ yazmı- yorlarmış. Elbet, bu bir günde olmaz. Evolosyon işidir. Mustafa Kemal her şeyin kanun darbesiyle ve âniolacağına kani. Evet fe­si bir günde milletin başından alıp atabilirsin. Fakat yeni yazıyı okutamazsm. Ben çocukluğumdan beri Fransızca ile meşgulüm. Öyle iken hâlâ Türkçeyi Lâtin harfleriyle dürüst ve sür'atle oku­yamıyorum. Çünkü yazı bir resim mes'elesidir. Şekil ve resimdir ki, zihinde kalır ve idraki yapar. Halbuki, Fransızcayı sür'atle okuyorum.

İşte bugün millî tasarruf yapanlar bu suretle de harice mil­yonlar verdiler. Bunlar kabahat değil ha... Şapka, Yavuz, Bahriye Vekâleti, yazı, yazı makinesi, milyonlar yedi. İktisadî buhran gelmez de Roçilt mi gelir? Demek ithalât ve ihracat muvazene­sinde müthiş açığı yapmakta en ziyade kendileri mes'uldür. Ne-nize lâzım yazı makinesi... Kel başa şimşir tarak. Bunu Avrupa­lılar kullanır. Çünkü vakitleri dar, işleri çok.Bizde öyle değil ki... Vakitten çok, işten az ne var? Her şey bir ihtiyaç üzerine yapılır. Bunlar süs diye yapıyor. Allahın verdiği ellerimiz, güzel millî mahsûl yazı makineleri idi. Bize daha yirmi yıl yeterdi...

Bu husus mekteplerde cebr ile bir kısım memurlar bu yazıyı öğrendiler; fakat yine dürüst yazıp okuyamıyorlar. Devlet idare­sinde işler durmuştur. Derkenarları ne diğer memurlar ne de hattâ bizzat yazan memurlar okuyamıyorlarmış. Henüz memle­kette stenografi bilinmediğinden mahkemelerde, Millet Mecli­sinde zabıtlar tutulamıyormuş. Bunları zarurî yine eski yazı ile yapıyorlarmış. Eski yazı adetâ stenografi idi.

Biri bana dedi ki: "Amma çok insan yeni yazıyı çabucak öğ­rendiler." Ben de şu cevabı verdim: "Bu gayret, bu cebir eski ya­zı için yapıldı mı? Yapılsaydı aynı netice olurdu." Öyledir. Sus­tu.

Bunu yaptı, bari dürüst bir yazı yapsaydı. O da yanlıştır, pek eksiktir. Türkçeyi okutmaya kabiliyetili bir yazı değildir. Nite­kim pratik gösterdi. Bu yazı telâffuzu aynen zaptedemiyor. Böy­le hafifmeşrebine ve bir günde yapılan iş böyle olur. Hiç olmaz­sa bunu evolosyona, tedrice terkedeceklerdi. Yazı yapılacak ise, evvelâ münakaşaya arzedilecek, mütalealar toplanacak, sonra bir komisyon yıllarla uğraşacak, bir iyi yazı meydana gelecekti. Sonra bununla ticaret işleri, hükümet işleri görülmeğe, bazı ga­zeteler çıkarılmağa başlanacak, kırk-elli yılda eskisi bitecek idi. Buncağızı olsun düşünemediler.

Mustafa Kemal! Sen böyle şeye ne karışırsın? Bu mütehassıs işi. Birtakım dalkavuklardan bir komisyon yaptı; fakat onları da dinlemek değil, kendi onlara emretti. Bu encümende Fazıl Ahmed de var. Niye bu Türk dilini yapan encümende Dönme İbrahim Necmi, Giritli AhmedCevad var. Zavallı Türk dili! FazilAhmed sevdiğim biridir. Kıymetli, namuslu adamdır. Zavallı açtı. Bir gün Kadıköy vapurunda rastgeldim. Mustafa Ke­mal'in aleyhinde, Lâtin harfinin de aleyhinde idi. Bana neler söyledi. Ne ise çatmış... Mustafa Kemal onu tuhaf sözlerinden sevmiş. Necmeddin Sadık, Gazi ile encümen arasında vasıta imiş. Tıpkı eski saraylarda padişahın perde arkasında veya ka­fes arkasında olması gibi. Fazıl Ahmed bu!...

Durur mu? Nec­meddin Sadık'a derhal "Cibril-i Emin" adını vermiş. 0 gelir­ken "Gel! Cibril-i Emin, yine ne ayet var?" dermiş. Bunu Mus­tafa Kemal'e söylemişler, kızmamış; bil'âkis keyiflenmiş. Ne ise Fazıl Ahmed yüzkarası bir teşrif iye yazarak meb'usluğa çırağ çıkarıldı da açlıktan kurtuldu. Kimbilir defterine ne hezel mev­zuları toplamaktadır. Ve kendini de ne rezil etmekte ve edecek­tir. Fazıl Ahmed Türkçeyi iyi telâffuz edemez. Peltektir. İbra­him ile Cevad da anadilleri başka olduğundan, Türkçeyi fena telâffuz ederler. İşte bunlardır ki, bir kamusla Türkçeye telâffuz ve imlâ tayin ettiler. Bunda Mustafa Kemal'in de irfanı ve him­meti vardır.

Bu yazıdan irfanı ve İktisadî büyük zararlar olmuştur. Yazı­nın kusurlarını bir bendde de Oğuznâme'de yazdım. Zaten bun­ları ve zararlarını Türk Tarihi'nin onüçüncü cildinin "Türk Yazı­sı" bahsinde tafsil etmiştim. Ne çare ki, henüz neşredemedik. Nihayet Rövüdö Türkoloji'nin ikinci numarasında Fransızca bir makalede neşrettim. Şunu söylerim ki, bu yazı ile kütüphaneler­de asırlardan beri yığılmış olan eski Türkhazine-i irfanı mahvol­muştur. Şu Yakup Kadri ne dalkavuktur. Yeni yazıyı metih, eski yasayı zemmeden müthiş ve mantıksız makaleler yazdı. Birinde diyor ki, "Kütüphanelerdeki kitaplar sıfırdır. Hiçbir kıymeti yoktur. Toz pislik yığınıdır," Celâl Nuri de: Eski kitaplan Bayazid meydanına doldurup yakmazsak, bu millet kurtulmaz" di­yor. Bu müthiş bir cinayet, büyük bir ahmaklık, derin bir cahil­lik.

Onlar kıymetli hazineler ki, burada Avrupa âlimlerini görü­yorum, bayılıyorlar. Bazan bunların içinde öyle mühim malûmat buluyorlar ki, ilmin karanlık bir yerini tenvir ediyor. Yakup Kad­ri çok aşağı şey... İttihatçıların dalkavuğu idi. Onlar gidince der­hal aleyhlerine döndü. Bu sefer Mustafa Kemal ve İsmet'i buldu. Onlar da gidince derhal aleyhlerine dönecektir. Verem de... Ne­ne lâzım. Üç buçuk günlük ömre bu değer mi? Biraz zararsız ro­mancısın, şununla vaktini geçirsene...

Bugün yılda Fransa'da onbeş bin kadar eser neşrediliyor. Biz­de bir tane bile neşir kalmadı. İtalya'da neşriyat Mussolini'den beri azalmış. Bu da istibdadın, pederâne bile olsa irfana ne müt­hiş darbe olduğunu gösterir. Yeni yazı sökmedi. Halâ herkes mektuplarını eski yazı ile yazıyor... Mustafa Kemal, İsmet de öy­le yapıyor.

Bu esnada gülünç ve feci bir şey oldu: Mustafa Kemal "Kaf-q harfini kabul etmem. Lüzumsuzdur" dedi. Bir mektep muallimi Milliyet gazetesinde "Aman Paşam etme bu "Kaf" lâzımdır. Ka­bul et!" diye yalvarıyor. Akıllı ve hamiyetli bir adammış. Buna Mustafa Kemal madde halinde yine o gazetede cevap veriyor. Hülâsası şu: "Olmaz, aklım ermiyor, kabul etmem" dedi. Etme­di. Vah... Yazık... Hem bu adam bu harf mes'elesini asker emrü kumandası halinde madde madde tebliğ edip işi bitirdi. Ayol bu ilim. Böyle olmaz. Bu ne istibdâd! İşleri hep böyle yapıyor. Bildi­ği sade askerlik... Onda da neleri var? Beşeriyet ne küçülmüş­tür!... Bir kitleye böyle bir adam keyif ve arzusunu, her sahada keyfemayeşâ tatbik ediyor, cihan-ı beşeriyet onu kurtaramıyor... Acıklı şey... Buna nasıl tahammül ediliyor?!...

Derken bir İmlâ Lügati yaptılar. "D" leri "T", "Kalmıyor" ı "Kalmıyor" yaptılar. Bunlar hep Selânik Dönmesi dilidir. Mus­tafa Kemal'in dili. Türkçe berbad edildi. Şimdi gazeteler de hep böyle yazıyorlar. Fatih Rıfkı, İstanbullu. Yakup Kadri Anadolulu  olduğu halde onlar da böyle yazıyorlar, Bunlarınkisi dalkavukluk,göze girmek. Bu alçaklıktır. Bir göze girip çöplenmek için bir milletin diline balta vurulmaz.

Bunda da yine bir rezalet oldu. Bîr İngiliz bu lügati almış, Taymis'te bir makale yazmış. Diyor ki: "Türkçe ne iptidaî dilmiş. İngillizceye nisbetle yüzde yirmi lügati yok." Bu süz lügate güre doğru. Fakat bunların bilmediği, kamusa dercedemedikleri da ha ne kadar lügat var. Tabiî İngiliz onu bilmez. Hasılı şu imlâ Lügatlarıyla Türk'ü âleme rezil ettiler, iptidaî gösterdiler. A ferin, iyi hizmet ediyorlar.

Bu yazının belâsı sade bunlar değildir. Asıl sonra olacaktır. Eski yazıya ric'at edilmezse bile, bu yazı behemehal tadil ve ıs­lâh edilecektir. Bu zarurî bir ihtiyaçtır. Yine bir hercümerc... Hadi... O kadar zorla okuyup yazma öğrenenler yine ümmü ola­cak... O vakte kadar yazılmış kitaplar, hükümet dosyalan hep hi­yeroglif olacak. Yeniden matbaa harfleri, yeniden okutmak, ye­niden kitap, satın alman yazı makineleri işe yaramayacak. O ka­dar masraf, emek, zaman, habaen mensura!.,. Yeniden müthiş masraf... Hasılı büyük belâya girilmiştir. Ne yapacağız bilmem?..

Ecnebilerin bu harf ve şapka meselesine memnun olacaklarını zannederdim. Bıl'âkis hurda âlimlerden birkaçı bana aley­hinde söylediler. Böyle şeyler evolosyon işidir. Bir darbe ile ol­maz. Anarşidir. Hem siz orijinalitenizi kaybedersiniz, kıymetiniz kalmaz. Hem bu vicdanî iştir. Tahakküm yapılmamalıydı" de­diler. Pek doğru..,

Mustafa Kemal bir türlü İstanbul'a gidemiyordu. Bursa'ya geliyordu. Henüz ben İstanbul'da idim. O yaz Bursa'ya gelmiş­ti. Bizim evin yanında Süreyya Paşa bir musiki kulübü açmıştı. Birtakım sazende ve hanende kızları toplayıp Bursa'ya Gazi've götürdü. Kötü rezaletler oldu. Mezhebi geniştir. Müthiş de ayyaştır. Mustafa Kemal'e yanaşıp mevkiye geçmek peşinde. İmti­yazlar almak İçin uğraşıyor. Meselâ Adalar'a elektrik ve su işi peşinde, Kadıköy Halk Fırkasında hamal gibi de çalışıyor. Ben bu adamla karımın amcası olduğu halde görüşmezdim. Torunu­nun yüzünde çıbanlar olmuştu, doktorlar iyi edememiş. Karım vasıtasiyle bana rica ettiler, ilk defa olarak evlerine gittim. Bizim mahut babadan kalma merhemi sürdüm iki günde iyi oldu. Bundan sonra beş-on defa biz onları, onlar bizi ziyaret ettik. Hepsi bu kadar. Bu esnada Süreyya benimle Mustafa Kemal aleyhinde de konuşuyordu. Hem öyle, hem böyle...

Mustafa Kemal öldürüleceğinden korkarak İstanbul'a gel­mezdi. İttihatçılara tırpan attıktan sonra, benim Paris'te bulun­duğum ilk yaz İstanbul'a gelmiş, oranın askerî idaresini Şükrü Naîli'nin eline vermişti. Şükrü Naili en emin adamıdır. Artık de­mek İstanbul'dan emin.

Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur
Devamını Oku »

Latife Hanım ve Mustafa Kemal

Latife Hanım ve Mustafa Kemal

Birgün bir tebliğ-i resmî: Mustafa Kemal, Lâtife'yi boşamış. Bunu da Hey'et-i Vekile karan ile yapmış. Bu, Kanun-u Medeniye mugayirdi. Boşanmak, iki tarafın rızasıyla veya onun mu­cip sebebi mahkeme hükmü ile olacaktı. Hey'et-i Vekile, adliye, kanun ve mahkemelerin üstüne çıkmış ve vahidül-calip olarak karar vermiş. Al işte, Mustafa Kemal'in kanuna riayeti... Bir Kanun-u Medenî yaptı, bugün iptida kendi bozuyor... Hem âleme ilân suretiyle... İsmet de bunu yapıyor... O, ne yapmaz? Tek mev­kide dursun, bunun için cinayetler, katliâmlar yapıyor da, bu bir şey mi? Kanunen Lâtife hâlâ O'nun karısıdır. Mustafa Kemal ölürse mirasa konar.

Lâtife, İstanbul'a geldi. Son zamanda haremimi aramıyordu. Mevhibe ile iyi idi. Refikamın Mevhibe ile muhaberesi de kesil­mişti. Lâtife şimdi, İstanbul'a gelince, derhal refikamı istedi. Re­fikam gitti. Ona birtakım mühim şeyler söylemiş, boşanma vak'asını da anlatmış, ''Doktor gelsin, ona mühim havadislerim var" demiş.

Anlaşıldığına göre boşanma vak'asından iki üç gün evvel Lâ­tife kardeşi İsmail ile haremi Süreyya Paşa'nın kızı Melâhat An­kara'ya gitmişlerdi. Çankaya'da misafir olmuşlar. Gazi, İsmet'in evine gitmiş. "Bu karıyı şimdi boşayacağım" demiş. İsmet sa­bahleyin erken Hey'et-i Vekileyi toplamış. Talaka karar vermiş­ler (!) Lâtife'yi İsmet alıp, trene koymuş. Trende teselli etmek is­temiş, Lâtife ona "Sus, sus!" İsmet Paşa! İsmet Paşa! Sen ona her gün dalkavukluk etme seni benden daha rezil eder. Hep âleti sensin" demiş. Neden sonra birgün Ankara'da İsmet'e Lâtife'yi gördüğümü söyledim. Yüzüme baktı, "Bu bir facia oldu" dedi. Halbuki Lâtife en ziyade İsmet'e kızıyordu. "Bunların bütün se­bebi İsmet'tir" diyordu.

Bir müddettir Mustafa Kemal duramıyormuş. Yine eski haya­tı yaşamak istiyormuş, Lâtife'nin içki hususundaki tahakkümü­ne fena sıkılıyormuş. Hergün kavga ediyorlarmış. Bunu gören Salih ve diğer âvane de Lâtife'nin aleyhine kıyam yapmışlar imiş.

Boşandıktan sonra Mustafa Kemal, Lâtife'ye elli bin lira gön­dermiş, Lâtife kabul etmemiş. Fakat babası Muammer Bey imti­yazlar aldı; Gazi de verdi. Mustafa Kemal mühim evrakım Lâti­fe'ye saklatırmış, Lâtife'yi yollarken onları almış.

Lâtife en ziyade İsmet'e diş biliyordu. "Felâketin sebebi odur" diyordu. Ben Türk Tarihi ile meşgulüm. Bu sebeple işim çoktu. Geciktim. Yine refikamı yolladım "Havadis al!" dedim. Bu sefer hiç havadis vermemiş ve anlatmış:

Başkâtip Tevfik, arkasından Siirtli Mahmut gelmişler, Gazi tarafından Lâtife'ye şunu tebliğ etmişler: "Kimseye bir şey söy­lemesin. İşitirsem, onu derhal mahvederim." Korkup susmuştur. Birgün ben gittim. Daha havadis almak için çok uğraştım. Türlü yollardan girdim; bir şey söylemedi. Halini görüyorum, söyle­mek istiyor, korkuyor. Mahsus saatlerce kaldım. Babası da bizi bir dakika yalnız bırakmadı. Tedbirli adam... Herkes yanma git­meğe korkuyorlardı. Bir daha gittim. Yine havadis almak tecrü­besi yaptım. Yine olmadı. Birgün refikamla kendisine şu haberi gönderdim: "Burda durmasın. Sır biliyor diye Mustafa Kemal mutlaka onu imha eder. Hayatı tehlikededir, Avrupa'ya gitsin!" Cevabı şu olmuş: "Benden evvel o Rıza Nur için variddir. Siz gi­din!" demiş. Zavallı kimseyle görüşmüyordu. Kahretmiş, soka­ğa da çıkmıyordu. Güç vaziyet. Daha dün hâkim-i mutlak halin­de idi. Merasim ve alkışlar içinde idi. Şimdi bir basit fert... Çok söyledim. "Hava almak lâzımdır" dedim. Dinlemedi. Gittikçe zayıfladı, sarardı. Adetâ verem oluyordu.

Ankara'ya gittiğim vakit gördüm. Evvelce çifte mekteplerin üzerinde "Lâtife Gazi Mektebi" yazılı idi. Boşandığının ertesi gü­nü adını kazıyıvermişler... Yaban insanlar, çirkin şey. Sonra kendide bunu işitmiş. Pek gücüne gitmişti. Bundan bana dert yandı.

 


Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur







Devamını Oku »

Takrir-i Sükun Kanunu

Takrir-i Sükun Kanunu

Mustafa Kemal'i halk sevmiyordu. Bursa'da münferit bir in­tihap yapılmış, onun şiddetli gayretine rağmen, muarızı Nureddin Paşa intihap olunmuştur. Bunun parasını Miralay Osman'la o vakit Bursa Belediye Reisi kafalarıyla ödediler. Bu intihabı bunlar yapmışlardı. Miralay Kasap Osman hunhar idi. Bunu Mustafa Kemal, polislere vurdurmuştu. Bu polislerden biri, Ah­met Edip adında biridir. Sonra, Habeşistan'a gidip tanassur et­miş, sonra Mısır'a gelip, Müslüman olmuş, dolandırıcı, rezil bi­ridir.

Eskiden İstiklâl Mahkemelerinin idam kararlarım Millet Meclisi tastik ederdi. Bu sefer bunu da bazı idam olunacak ma­sumların idamına engel olur diye Mustafa Kemal Meclisten al­mış, İstiklâl Mahkemesi sade kendi hükmü ile asıp vuruyordu. Ve bu mahkemeler de bütün idamları Mustafa Kemal'in keyfi ile yapıyordu. O, şunu asın diyor, asıyorlardı.

Bu faciada böyle birçok adamı astığı gibi, hapsedip, muhtelif hapishanelere mahkûm olan veya beraet edenlerin de hesapsız olduğunu kaydedelim.

Nihayet kendilerince terörün tamam olduğuna hükmettiler, artık milleti susturduklarına, keyfemâyeşâ hüküm süreceklerine zahip oldular. Fakat İzmir suikastı gösterecek ki, zehapları yan­lıştır. Terör de kurtaramaz. Belki bazan sade ömrü uzun olur. Hele tarihin giyotininden asla kurtulamaz.

Sahife 540 dan itibaren Nutukta Takrir-i Sükûn ve asmalar­dan kendisini mazur göstermeğe çalışmış. Bu sahifeleri saçmalar doldurmuş. Meselâ diyor ki: "Takrir-i Sükûn Kanununun müd­deti hitamında Meclis lüzumuna mebni tecdid etti. Halbuki Meclis rey sahibi mi?

Sahife 541'de şunu söylüyor: "Cehil, gaflet ve taasubun te­rakki ve temeddün düşmanlığının alâmeti farikası gibi telâkki olunan fesi atarak, onun yerine bütün medenî âlemce serpuş olarak kullanılan şapkayı giymek ve bu suretle Türk milletinin medenî hey'eti içtimaiyeden, zihniyet itibariyle de hiçbir farkı olmadığını göstermek bir lâzıme idi... ilh…Şu adam bununla ne kadar basit fikirli olduğunu gösteriyor. Âlâ vesika. Zihniyet şapka ile değişir mi? O tahsil ve terbiyenin, bilhassa evolosyon ve uzun bir zamanın yapabileceği bir iştir. Bir saatte bir kanun darbesiyle bir kırmızı kumaşı değiştirmekle zihniyeti değiştir­diğini ve bunu da herkesin böylece oldu zannedeceği kanaatin­de...

Sahife 542'de Takrir-i Sükûn Kanunu Türk milletini mede­nî cihanda lâyık olduğu mevkiye çıkarmak... istibdad fikrini öl­dürmek için yaptık diyor. Bu kadar mugalata ve tezad nadir görülmüş bir şeydir. Hele ikinci cümle için kedinin sirke içme­sine şaşarım derim, istibdadı imha için, istibdad, mezalim, dere gibi kanlar!... Ayol böyle de olsa, ikisi de istibdad. Hem hangi istibdad fikrini öldürmek için? Ne mugalâta? Bunu ifade için kelime bulamıyorum, müşkilât içindeyim. Yok, tarifi yok... Hal­buki kolay yazı yazanlardanım. Türkiye'de bilhassa kuvvetim vardır.

Şunu açık söylesen! "Müthiş bir terrör ile milleti susturdum. Hareket ve icraatıma serbest yol vermek için Takrir-i Sükûn yap­tım, kanlar döktüm" desene. İşte hakikat budur...

Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur
Devamını Oku »

Mustafa Ke­mal Şapka İşini Darbe ile Yaptı

Mustafa Ke­mal Şapka İşini Darbe ile Yaptı

Mustafa Ke­mal bu şapka işini darbe ile yaptı ve bunun müthiş zararları ol­du:

1 - Vicdanlara tahakküm. İnsan ne isterse onu giyer. Kimin ne karışmak hakkıdır. Bu kadar da hürriyet olmazsa o hayat mıdır? Bu istibdattır. Çirkin. İslâmiyetin muamelât-ı hâs namıyla insan­ların yediğine, içtiğine kadar karıştığım söylerler ve bunu tenkid ederler. Bu fikir yayılmış, revaçta bir fikirdir. Bir gün Fransa'nın cenubunda "Kan" da Fransız Âyan âzasından Şerabo ile görüşü­yordum. İstanbul'dan sordu. Ben de: "Biz de artık sizin gibi şap­ka giyiyoruz. Soracak bir şey kalmadı" dedim. Şerabo: "İyi ama, insanın giyeceğine kadar karışılır mı? Bu çirkin bir istibdad" de­di.

2 -Halkta büyük bir inkisar oldu. Mâneviyatı kırıldı. Gâvur olduk zanettiler, Hükümete diş biliyorlar. Birgün harp olsa, bu millet gayretle harp etmez.

3- İktisadî müthiş bir zarar. Milyonlarca lira harice aktı, gitti.Bundan da yahudiler istifade ettiler. İtalya ve Fransa'da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç frank kıymeti olan bu şapkalar, en aşağı on liraya (yüzyirmi frank) sa­tıldı. Bunların çoğu zımpara kağıdı ile temizlenmiş şapkalardı. Bugün bu adamlar (Mustafa Kemal ve İsmet) harice para gitme­mesi ve iktisat edilmesi zarureti karşısında çırpınıyorlar. Peki! Bunu beş yıl evvel düşünüp bu milyonları gidermeseydiniz ya. Beş yıl sonra akıllan başlarına geldi diyelim, fakat bu milletin göğsü tecrübe tahtası mı? Beş yıl sonrayı düşünmeyenler, devlet recûlü olur mu? Bunlarla bugünkü buhranın olacağı aşikârdı. Şunu yapacaksın, bari evvelâ bir şapka fabrikası yapsaydın ya... Her şeyi evolosyon yapar. Erbab-ı akıl her şeyi ona bırakırlar. Bu suretle sadmesiz olur biterdi. Yapılacak şey sade evolosyonu sü­ratlendirecek şeylerdi.

Bir de bizim millet fakirdir. Bu sebeple şapkanın cebrî tatbiki hatâ idi. Herkes bir fes alıyor, işte, sokakta, düğünde de, bay­ramda da, merasimde de giyiyordu. Şimdi melon, yumuşak, si­lindir, ilh... türlü şapka ve bunların türlü renkleri var. Merasim­de silindir, siyah melon giyiyorlar. Üstüne smokin, frak ilh.. elbi­seler de zarurî oldu. Bu zavalılar bu kadar parayı nerden vere­cekler? Biz öyle milletiz ki, parayı sade ekmeğe, havaic-i zarurîyeye verebiliriz. Türkler bu fantazi masrafını ailelerin refahına, çocuklarının terbiyesine sarfederlerdi. Böyle fantazi Avrupa'nın zengin milletleri içindir.

Şapka mes'elesinin gülünç ciheti de var: Halk istemeyerek korkudan giydi. Fakat çoğu âdi kasket giyip şemsisiper yerini yukarıya büküyor, ya yana veya arkaya getiriyor, gülünç oluyor.

Bu belki de alnında ziyaya mâni bir şeye alışmamış olan insan­lara güç geliyordu. Ondandı. Bunların fotoğrafı alınsaydı eğlen­celi bir tarihî vesika olurdu. Hattâ bunu o vakit Sinop'ta sürgün bulunan gazeteci Zekeriyya'ya söyledim, güldüktü. Şapka giy­memek için yıllarla başı açık gezen sofular oldu. Hattâ şapka giymemek için nesi var satıp savıp Suriye'ye hicret edenler gö­rüldü. Feci... Köylü şapkayı hâlâ giymediler. Sinop'ta şehre bir saatlik köyde bile adi bezden üç dört şapka yapmışlar, şehre ge­len giyiyor, avdetinde misafir odasına asıp fesini ve sarığını başına geçiriyordu. Her şehre giden köylü bu şapkayı başına ta­kıyordu.

Memurları merasime mahsus şapka ve elbiseyi giymeğe mecbur tuttular. Paraları yoktu. Alamadılar. Hükümet onlara avans yaptı.

Şapkadan sonra, birgün Mecliste Hoca Raif'le görüşüyorduk. Dedim ki: "Siz nerdesiniz, hocalar her şeye küfür der, kıyameti koparırdınız. Buna iptida siz isyan etmeliydiniz. Mükemmel giydiniz. Hattâ içinizden şapka en iyi serpuştur diyenler de ol­du. Siz Türk milleti içinde en çürümüş bir sınıf imişsiniz." "Hak­kın var" dedi.

Bu iş aksülâmallerde kalmadı. Sivas ta, Erzurum da, ötede beride halk, şapka aleyhine kıyam etti. Mustafa Kemal derhal Kel Ali'nin riyaseti altında bir İstiklâl Mahkemesi dolaştırdı. Epeyce adam astılar. Sayışım bilmiyoruz. Halk yıldı, iş bitti. Ası­lan bir hocaya pek acırım. Adım hatırlayamıyorum. Zavallı ka­nımdan evvel şapka aleyhine bir risale neşretmiş, hem de bunu Maarif Vekâletinin izniyle neşretmiş. Adamcağızı Ankara İstiklâl Mahkemesine çektiler. "Ben bunu kanundan bir yıl evvel neşret­tim. Maarif Vekâleti resmen izin verdi" dedi. Dinlemediler. Astılar. Yahu!... Mademki bu asılıyor, ona izin veren Maarif Vekilini e assanız ya.... Hem de mes'ele şapka kanunundan evvel kanunların makabline şümûlü olmaz ve bu en mühim hukukî bîresastır. Burda daha feci bir şey olmuş. Kel Ali bu esnada baş cellâd. Muavini de Kılıç Ali. Kel Ali fena adam değildir. Cidden va­tanperverdir. Fakat cahil ve safderun. Mustafa Kemal onu istedi­ği gibi bu cinayetlerde kullandı. "Şunu as!" diyor, o da asıyordu, Kılıç Ali ise mel'un, habis bir şey. Onun bir merakı vardı, mah­kûm ettiği adamların asılmasında da bulunurdu. Bu kanlı hüne­rini seyretmek ona zevk veriyordu. Bu Hoca'nın asılmasında Hoca'nın boynuna ip geçirilirken, Kılıç Ali de başına bir şapka geçirmiş. "Giy, domuz!" demiş ve küfürler etmiş. Zavallı böyle ölmüş ve böyle saatlerce teşhir edilmiş. Şu Kanlı Kılıç ne acayip bir mahlûktur... İnsan asılan adama hakaret etmekten haya eder. Zavallı eli bağlıdır... İlmik, gözünün önündedir.

Cumhuriyet Devrinin Perde Arkası , Dr. Rıza Nur
Devamını Oku »

Çıkarları uğruna haramı helal görüyorlar"

Çıkarları uğruna haramı helal görüyorlar"


Gülen Cemaati içinde aktif görevlerde bulunan araştırmacı-yazar Alpsoy: İslami olduğunu ileri süren bu yapının, özellikle son zamanlarımda ciddi şekilde ahlaken çürüdüğünü gördüm








Gülen Cemaati'nden ahlaki çürüme dolayısıyla ayrılan ve cemaatin "futbol imamı" olarak bilinen araştırmacı-yazar Said Alpsoy, yapının, çıkarına olan her şeye otomatikman helal gözüyle baktığını söyledi.

Alpsoy, AA muhabirine, Paralel Devlet Yapılanması'na nasıl girdiğini, burada hangi görevlerde bulunduğunu ve yapıdan niçin ayrıldığını anlattı.

Paralel Devlet Yapılanması ile 17 yaşındayken tanıştığını ve 17 yıl içinde kaldığı bu yapıda çeşitli görevlerde aktif rol aldığını belirten Alpsoy, 2003'te Gülen Cemaati ile bağlarını tamamen kopardığını söyledi.

İdealist bir insan olduğunu ve "İslam'a en iyi hizmeti nasıl yaparım?" diye düşünürken bu yapıyla tanıştığını dile getiren Alpsoy, özellikle yapıda kaldığı son 10 yılda ciddi görevler yaptığını, eksik tarafları ise ideali uğruna görmezden geldiğini kaydetti.

Alpsoy, ilk başta İslam'a hizmet ediyor gibi görünen yapıda zamanla ciddi şekilde "çürüme" meydana geldiğini ve tanık olduklarını artık "midesi kaldırmadığı" için yapıyla yollarını ayırdığını belirterek, "İslami olduğunu ileri süren bu yapının, özellikle son zamanlarımda ciddi şekilde ahlaken çürüdüğünü, İslam hukukuyla kendisini kesinlikle bağlı hissetmediğini gözlemledim" diye konuştu.

- "Çıkar uğruna haramı helal görüyorlar"

Alpsoy, kişiler gibi bu tip toplumsal yapıları da bağlayan farzların ve haramların olması gerektiğini ifade ederek, şunları aktardı:

"Ancak uygulamada gördüm ki o yapının çıkarına olan her şeye otomatikman helal gözüyle bakılıyor. Bu da İslam hukukunun ortadan kaldırılması anlamına geliyor. Olayların kitaptaki yerine bakmıyorlar. Eğer söz konusu olayda kazançları varsa, kitaptaki hükmü ne olursa olsun bunu helal kabul ediyorlar. Bu, Paralel Yapı'nın kılcallarına kadar uzanmış bir anlayış. Bunları görmemi sağlayan somut olaylar yaşadım. Mesela, 'himmet' adı verilen yardımlarda önceden hazırlığın yapılması, oraya katılan şahısların birinin ilk olarak kalkıp, aslında hayali olan ve asla ödenmeyecek çok yüksek bir rakam söyleyip, diğerlerini psikolojik olarak ona göre zorlaması. Ayrıca kurban bağışlarında yapılanlar. Bunları görünce kendimi o yapıdan ayırdım."

- "Karakterleri her şeyi yapmaya müsait"

Said Alpsoy, Türk milletinin, bu yapının 17-25 Aralık sürecinden sonra gördüğü "gerçek yüzünü" kendisinin 10 yıl önce gördüğünü aktararak, "Kamuoyunda KPSS hırsızlığı, 17-25 Aralık süreci olarak bilinen olaylar hakkında bildiklerim, diğer insanlardan fazla değil çünkü o zamanlarda bu yapının içinde yoktum. Ancak 17 yıl içinde kaldığım bu yapıyı iyi tanıyorum. Bundan yola çıkarak bana sorarsanız, karakterlerinin bu tür şeyleri hatta çok daha fazlasını yapmaya kesin, gözüm kapalı, kendimden yüzde yüz emin şekilde müsait olduğuna şahitlik ederim. Çok daha fazlasını bile beklerim. Bundan daha fazlasını yarın bir gün duyarsam kesinlikle şaşırmam" şeklinde konuştu.

Alpsoy, yaklaşık 45 yıllık geçmişi olan Gülen Cemaati'nin, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat gibi kendisini tehdit altında hissettiği dönemlerde hep aynı tepkiyi verdiğini söyledi.

Yapının tüm bu süreçlerde, "kesinlikle sürtüşmeye, mücadeleye girmemek, 'zillet' olarak yorumlanabilecek bir tevazu göstermek" şeklinde davrandığını dile getiren Alpsoy, normal tavrı bu olan yapının, 17-25 Aralık sürecinin başından beri adeta mutasyon yaşamışcasına, 180 derece ters bir tavır ortaya koyduğunu vurguladı.

- "Kökleri siyonizme dayanan güç odaklarının taşeronları"

Alpsoy, "Bu yapı, sergilediği hırçınlıkla benim gibi 17 yıl içlerinde bulunmuş insanlara bile parmak ısırtıyor" diye konuştu. Yapıdaki değişimin sebeplerine de değinen Alpsoy, şunları anlattı:

"Bu değişimin sebebi şu; önceki tehditlerle karşı karşıya geldiğinde kendisini güçlü hissetmiyordu. Arkasında sırtını dayadığı maddi, dünyevi bir güç de hissetmiyordu. O yüzden teslimiyeti tercih ediyorlardı. Bu süreçte ise göze göz bir mücadelenin içine girdiler. Bu değişiklik bile bence bu yapının aslında sadece kendi adına bir mücadele içinde olmadığının, uluslararası ölçekte, dünyada çok etkili olan ve kökeni siyonist nitelikli uluslararası güç odaklarının Türkiye taşeronluğunu yaptığının göstergesidir. Karşılarında devlet ve hükümet var ancak 'sırtımı İsrail'e, MOSSAD'a, Neoconlara, finans çevrelerine dayamış durumdayım' diyorlar. Bundan yola çıkarak, 'Bir tarafta uluslararası güç odakları, öbür tarafta Türkiye Cumhuriyeti var. Çok dengesiz bir karşılaşma. 'Biz çok güçlünün yanındayız ve bundan dolayı rahat, hırçın, saldırgan olabiliriz' diye düşünüyorlar."

Alpsoy, Paralel Devlet Yapılanması'nın bu süreçten başarıyla çıkmasının imkansız olduğunu ifade ederek, "Çünkü her ne kadar sırtlarını bu uluslararası güçlere dayamış olsalar da sahada savaşan güç itibarıyla, bir tarafta yarı şizofrenik bir emekli vaiz ile onun emrinde 8-10 bin kadar orta ve üst düzey bürokrat, öbür tarafta ise 2 bin 200 senelik geleneğe ve birikime sahip bir devlet var. Bunu yıkmaya çalışan yapı 44 senelik. Bu, çakalın aslanı boğmasına benziyor. Aslan intihar etmeye niyetli değilse, imkansız bir mücadeledir. Şu anda yaşanan bu. Ancak mücadele ederken, ileride bunları mağdur gösterebilecek haksızlıklara imza atılmaması gerekir" ifadelerini kullandı.

(AA)



Devamını Oku »

Batı İstilası

Batı İstilası'Batı'nın her yeri istilâ ettiği kuşku götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddi alanda olmuştur. Bunu da kâh zorla elegeçirerek kâh tica­ret yoluyla ya da tüm toplumların doğal kaynakla­rını kendi tekeline alarak başarmıştır. Ama şimdi bu durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Ta­mamen kendilerine özgü olan kendi dinlerini başka­larına kabul ettirme çabası gereksinimiyle sürekli harekete geçen Batılılar, anti-gelenekşel ve mater­yalist düşüncelerini başkalarına da kabul ettirmeyi belli bir ölçüde başarmışlardır.

İlk istila hareketi, sadece bedenlere ulaşırken, bu hareket akılları, ze­kaları zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir. Uzun sözün kısası, öyle ki biri diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır, öyle ki Batı her yerde kendini kabul ettirmeyi ancak kaba kuvvetle başarabil­miştir. Zaten başka türlüsü de olamazdı: çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğâ sadece bunda­dır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıda­dır. Batı istilası bütün biçimleriyle materyalizmin istilası demektir; zaten başka turlüsü de olamaz.

 

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Bir an için, tüm ideallerini maddî «huzur»a bağlayan ve bu nedenle modern «ilerlemenin hayatlarına getirdiği bütün düzenle­melere çok sevinen insanların görüş açısına koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından emin olabilir­ler mi? Çok hızlı haberleşme araçlarına ya da bu türden daha başka şeylere sahip oldukları için ve hareketli ve daha karmaşık bir hayatları olduğu için, insanların bugün eskisinden daha mutlu oldu­ğu doğru mudur? Bize öyle geliyor ki, durum bunun tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutlulu­ğun koşulu olamaz; Nitekim bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa o kadar da bazı şeylerden mah­rum olacak, dolayısıyla o kadar da mutsuz olacak­tır. Modern uygarlık sunî ihtiyaçların çoğaltılması­nı amaçlar?

Daha önce yukarılarda da söylediğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihtiyaç yaratacaktır, çünkü insan bir kez bu yola kendini kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güç­tür ve hatta belirli bir noktada durması için hiçbir neden yoktur. İnsanlar, asla düşünmedikleri ve hiç­bir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şey­ler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdi ise, aksine bu şeyler on­larda eksik olursa zorunlu, olarak acı çekmektedir­ler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alıştı­lar, böylece onlar gerçekten kendilerine zorunlu ol­du.

Bu yüzden bütün imkanlarıyla, kendilerine mad­dî doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar, tatmin olabilecekleri tek doyum maddî doyumlardır: sadece «para kazanmak» söz konusu­dur, çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkün­dür; insan ne kadar çok paraya sahip olursa, o ka­dar çok eşya edinmek ister, çünkü durmadan ken­dine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı «evrimciler»in«ha­yat kavgası adı altında bilimsel yasa saygınlığına yükseltileri Vahşi rekabet buradan kaynaklanmaktadır; bunun mantıksal sonucuysa, kelimenin en dar biçimde maddî anlamıyla sadece en kuvvetlilerin var olmaya hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayan­ların zenginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin te­mel nedeni de budur.

Kendilerine «eşitlikçi» kuram­lar vaaz edilen insanlar nasıl olur da kendilerinin en hassas oldukları konularda çevrelerindeki eşitsizli­ği görüp, isyan etmezler? Tabii ki, isyan ederler, çün­kü eşitsizlik en yoğun düzeydedir. Eğer bir gün mo­dern uygarlık, kitlelerde doğurduğu sınırsız istekle­rin baskısı altında çökmek zorunda kalırsa, bunun kendi temel günahının haklı bir cezası olduğunu ya da hiçbir ahlâkî cümle ya da ifadeye başvurmadan söyleyecek olursak, bizzat etkili olduğu alanda ken­di hareketinin bir karşılığı olan «bir şok» olduğunu görmemek için insanın iyice kör olması gerekir.

İn­cilde şöyle denilmektedir: «Kılıçla vuran kılıçla ölür.» Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğine ser­best bırakıp ortaya süren kişi aynı kaba kuvvetler­le ezilip gidecektir, çünkü onları tedbirsizce hare­kete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları kesin­likle zaptedemeyeceğini ileri sürünce artık onlara hakim olamayacaktır.

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Medeniyet'in Bunalımı

Modern Medeniyet'in Bunalımı

İnsanlık tarihinin şu son anlarında, biri Doğu’da, biri de Batı'da sahnelenen iki trajedi izliyoruz. Modern medeniyet bunalımının, -her şeyden önce Katının ürünü olan bu bunalımın- genellikle çevre bunalımıyla ilgili olarak bütünüyle hissedildiği Batı dünyasında ileri sürülen çozüm yolları, ilk etapta bunalıma yol açanlarla bizzat aynı etmenleri içermektedir. İnsanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, insan olsun olmasın, komşularına saygı göstermeleri istenmektedir. Ne var ki, bu isteklerin, insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevî bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğunu kavrayabileni pek azdır. İnsanı insan oluşun altına sürükleyen, hümanist insan anlayışından başka bir şey değildir. İnsanın ne idügü ve içinde bir imkân olarak aydınlık tepeler kadar derin karanlıkları da taşıdığı konusunda ciddi bir cehâlet sahibi olunduğu ıçin bu tıp kolay çözüm önerilerine başvurulmaktadır.Binlerce yıldır dinler insanlara kötülükten kaçınıp, erdem sahibi olmalarını öğretiyor.

Modern insan ise, önce ruhunu kuşatan din gücünü yok edip, sonra da kötülüğün ve günahın anlamını bile sormaya girmiyor. Şimdi de, her ne kadar, lâik olmayı sürdürüp insanın hayatının kutsal olandan ayrı devam etmesi gerektiğini önerdikleri için, erdemleri başka başka deyimlerle tanımlama yoluna gidiyorlarsa da pek çok insan çevre kirlenmesi bunalımına çözüm olarak geleneksel erdemlere dönemeyi öneriyor.

Denilebilir ki, Batı da yaşayan yığınla kadın ve erkeğin psikolojik dengesizliğinin yanı sıra, çevre bunalımıyla, kent çevrelerinin kirliliği ve benzeri sorunlar, insanın yalnızca ekmekle yaşayıp, ‘tanrıları öldürme' ve Semavî olandan bağımsızlığını ilan etme girişiminin sonuçlarıdır. Ama insan, içinde bulunduğu durumun doğal ürünü olan eylemlerinin sonucundan kurtulamaz. Şu anda ise tek ümidi, artık isyancı bir yaratık olmayı bırakıp, hem Gök’le hem de yerle barışmak ve kendisini İlâhî Olan'a teslim etmekte yatıyor. Bu da, sözcüğün bugünkü anlamıyla “modern” olmayı bırakmak ve ölüp, yeniden doğmak demektir. Ne var ki, sorun bu boyutuyla, çevre bunalımıyla ilgili yapılan tartışmalarda pek az ele alınmaktadır. Su-çevre-hava kirlenmesi tartışmalarının gözden kaçırılan boyutu, insanın insan olarak rolü ve doğasıyla, bizzat kendisinin yol açtığı bunalımı çözmek istemesi durumunda, geçirmesi gereken manevî dönüşümdür.

Genelde Doğu’da ve özelde Islâm dünyasında sahnelenen trajedi ise, Batı’nın endüstrileşmiş kent toplumunda ve bu toplumu yaratan Batı medeniyetinde görülen başarısızlıklara yol açan aynı yanlışların, büyük oranda tekrarlanmasıdır. Doğu’nun Batı karşısındaki tutumu, Batı’yı körü körüne model almak değil, ders alınacak bir inceleme sahası şeklinde görmek olmalıdır.

Kuşkusuz, endüstrileşmiş dünyanın Batı dışında kalan dünya üzerindeki siyasî-ekonomik ve askerî baskısı, pek çok kararların alınmasını imkânsızlaştıracak ve pek çok seçimi dışarda bıraktıracak kadar büyüktür. Fakat, olumsuz sonuçları ortaya çıkmış belli hareketleri tekrarlayıp durmak ya da şu veya bu projenin gerçekleştirilmesinde, Batı’da yapılmış olması dışında daha iyi bir neden gösterememek için, herhangi bir özür olmasa gerek. Yeryüzü, Batı medeniyetinin işlediği hataların yeniden işlenmesine daha fazla katlanacak değildir. Bu bakımdan, yeryüzünde, tüm yerin ve üstünde yaşayanların mutluluğunu hesaba katacak kadar geniş açılı bir gücün halâ var olmaması ne büyük bir talihsizliktir.

Bu iki trajediden birincisi ikinciyi gölgede bırakıyor; çünkü yerkürenin kalan yanını doğrudan etkileyen, modernleşmiş ve endüstrileşmiş dünyada yaşanan olaylardır. Söz gelimi, su-hava-çevre kirlenmesi bunalımı endüstrileşmiş güçlerin herhangi biri tarafından ekonomik ve teknolojik politikalarında dil ucuyla ifade edilmek yerine ciddi olarak ele alınsa, bu tür alanlarda bu güçlerı örnek edinenler üzerinde kesinlikle ölçülemez etkiler bırakacaktır. Doğu, insanın gerçek doğası hakkında çağlar boyu koruyup geldiği bilgiyi unutmadan önce, Batı yeniden insanın kim olduğunu bir hatırlayabilse, insanın geleceğine de farklı olacaktır!

Seyyid Hüseyin Nasr - Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Çağdaş Müslüman !

Çağdaş Müslüman !İslâm dünyasının ücra köşelerinde modernizmin etkisinden uzak yaşayıp giden çağdaş Müslüman, hayatın gerilimlerinin normal insan varlığından farklı olmadığı homojen hır dünyanın imindedir hata, fakat, İslâm dünyasının, modernizmin şu veya bu derecede etkisine girmiş merkezî yörelerinde yaşamını sürdüren Müslüman ise, birbirleriyle çatışma içindeki iki ayrı dünya görüşü ve değerler sisteminin oluşturduğu kutuplaşmış bir gerilim alanında bulunmaktadır. Zihnine ve ruhuna yansıyan bu gerilimle çağdaş Müslüman, çoğu zaman kendi içinde ikiye bölünmüş, derinden derine yeniden bütünlenme ihtiyacı duyan hır ev görünümü arz etmektedir.

Ve eğer entelektüel bir eğilimdeyse, yaşayan bir gerçeklik olarak İslâm’ın entelektüel mirasını, Merkez den yayılan bir mesaj ve insan için kenardan Merkeze yolculusunda bu kılavuz olan bu zengin mirası hemen yanı başında görecektir. Bu, önünde bütün yaratıkların sadece bir hiç olduğu göz kamaştırıcı Allah gerçeğinin egemenliğine ve sonra da, O'nun emriyle var olup, büyük melekler aleminden maddî varlık düzeyine kadar çok sayıda düzeylerden oluşan hiyerarşik Evren’e dayalı bir dünya görüşü; ’ insanı, Allahın bir sûreti {halaka’llahü Ademe a lâ sû rati hi) ,  O’nun yeryüzündeki halifesi ve aynı zamanda, her emrine itaat eden tam hır kulu olarak görmeye dayalı bir 'Weltanschauung'dur (dünya görüşü).

Bu dünya görüşü aynı şekilde, doğa dünyasındaki her fenomenin İlâhî gerçeklikleri tan birer sembol olduğu; her şeyin O’nun İradesine ve O’nun Ellere de olan manevî doğasına (melekût) göre hareket ettiği fikrine dayanır Yine yalnızca Allah’ın kanununun (Şeriat), insanların bağlanma ve saygıları üzerinde nihai iddia sahibi bulunduğu ve yalnızca bu kanunun insanlara hakikî anlamda saadet getirebileceği anlayışı da bu dünya Görüşünün temellerini oluşturur.

Diğer yanda ise çağdaş Müslüman, hemen hepsi zihninde taşıdığı islamî ilkelerin tümüyle anti tezi olan, bu dünya görüşüne tamamen zıt modern Batı Medeniyeti’nin temel varsayımlarını; ya insanı Semavî olana isyan içinde bir yaratık ya da bütün olarak insanlığı, insanın gerçek doğasına yakışan hiçbir onurunun bulunmadığı bir karınca gürûhu olarak kabul etmeye dayalı bir yığın felsefe görmektedir.

Evren’i tek bir gerçeklik düzeyine -madde ve enerjiden oluşan zaman mekân bileşimine- indirgenmiş ve tüm yüce varlık düzeylerini, kocakarı masallarına, ya da -en iyimser düşünceyle- bilinçsizlikler toplamından alınmış imajlar derekesine düşürülmüş görmektedir. İnsanın gücüne, artık Allah'ın ha-lifesi olarak değil; kulluğu pahasına kendi ben’inin,ya da dünyevî bir güç veya topluluğun halifesi olarak değerlendirmeye dayalı yeryüzünde bir hükümdar gözüyle bakmaktadır. İnsanın İlâhî yapıdaki doğasının, ya kötürüm edilmiş ya da tümüyle yok sayılmış olduğunu görmektedir. Okuduğu Batılı filozoflar ve bilim adamlarının hepsinin sembolik doğa kavramına karşı çıktığını; bu kavramı ‘totemistik\ ‘animistik'veya çoğunlukla alçaltıcı çağrışımlarla yüklü aynı türden bir başka terimle ifade ederek nasıl küçük düşürdüklerini görmektedir.

Doğadaki fenomenleri Allah ın ayetleri olarak görmekten kaba gerçekler olarak görmeye atlamakla, aslında doğayı, modern insanın karşılığını son derece pahalı ödemeye başladığı çılgınca bir yağma ve soyguna hazırlayan bir eylem olan bu bakışın, nasıl önemli bir ilerleme eylemi olduğuna inandırılmaktadır. Nihayet, çağdaş Müslüman’a, kanunun, toplu halde yaşayan insanların yararlı bir anlaşmasından başka bir şey olmayıp, bu bakımdan göreceli ve sürekli değişken olduğuna inanması belletilmekte; böylelikle zımnen, insanın davranışları için değişmez bir ölçü görevi yapan ve insanın kendi ahlâkî standartlarını nesnel olarak tartabileceği bir terazi koyan İlâhî Kanun diye bir şeyin bulunmadığı söylenmektedir.

Bu ve bunun gibi daha pek çok zihnî ve felsefî soru, şu veya bu derecede modernizmin etkisi altında bulunan çağdaş Müslüman’ın zihnini sürekli olarak meşgul etmektedir. Ancak bütün bu sorular ne herkesi aynı ölçüde uğraştırmaktadır, ne de her modernleşmiş Müslüman aynı derecede moderndir. Bu nedenle, her çağdaş Müslüman’ın açmazı aynı değildir. Fakat, ne de olsa zıt doğalara sahip iki ayrı dünya görüşü arasındaki gerilim her yerde, hattâ farklı tür ve tonda da olsa, bir bireyden diğerine gözlemlenebilmektedir.

Dünya görüşleri arasındaki bu çatışma ve çağdaş Müslüman’ın içinde bulunduğu açmaz, aynı biçimde başka alanlarda da göze çarpmaktadır. -Geleneği bir kuşaktan diğerine aktarmanın en önemli aracı olarak sahip bulunduğu evrensel anlam uyarınca- eğitimde de yine bu iki rakip sistem, çağdaş Müslüman’ı aralarına sıkıştırmış bir halde yarış içindedirler.

Bir yanda, dedelerin ve babaların kucağından Kur’ân okullarına (mektepler), medreselere ve -keza san’at ve el işi hünerlerinin öğretildiği atölye ve loncalar- sûfî merkezlerine (hankâhlar veya zaviyeler) kadar klasik eğitim kanalları; öte yanda ise, çoğunlukla Avrupa dillerinden aktarılmış radyo ve televizyon programları ve resmî düzeyde, hemen hemen hepsi bizzat Batı eğitim sisteminin görülmemiş boyutlarda bir bunalımdan geçmekte olduğu bir zamanda çeşitli Batılı modellerin kötü birer taklidinden oluşan çeşitli Müslüman ülkelerin modern eğitim sistemleri faaliyet halindedir.  Her iki sistemde de anne babayla çocuk ve hattâ öğretmenle öğrenci ilişkileri arasındaki farklılık kadar, okutulan konuların içeriği arasındaki farklılık da en üst düzeydedir.

İslâm dünyasının daha çok modernleşmiş çevrelerinde küçücûk çocuklar bile bu gerilimi yaşamaktadırlar; bir yandan, hala«dede veya ninenin ağzından basit bir dilde en derin hikmetler içeren çeşitli geleneksel öyküler dinlerlerken, öte yandan, televizyon ekranlarında ölüm vb. dehşet öykülerini izlemektedirler. Bu gerilim ve zıtlık, yetişkinler arasında daha da belirgindir; iki rakip eğitim sisteminin yarattığı doğal savaş alanının içine düşen çağdaş Müslüman, hem eğitim görmek isteyen bir birey, hem de çocuğuna okul seçmek isteyen bir anne baba olarak şaşırmış bir haldedir. Geleneksel eğitim sisteminden modern sistemlere geçiş, çoğu kez ani ve parçalayıcı olmakta ve çağdaş Müslüman’ın karşı karşıya bulunduğu karışıklığın ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »