Batı İstilası

Batı İstilası'Batı'nın her yeri istilâ ettiği kuşku götürmez bir gerçektir; onun etkisi önce elinin hemen erişebildiği maddi alanda olmuştur. Bunu da kâh zorla elegeçirerek kâh tica­ret yoluyla ya da tüm toplumların doğal kaynakla­rını kendi tekeline alarak başarmıştır. Ama şimdi bu durumlar daha da ileri noktalara ulaşmaktadır. Ta­mamen kendilerine özgü olan kendi dinlerini başka­larına kabul ettirme çabası gereksinimiyle sürekli harekete geçen Batılılar, anti-gelenekşel ve mater­yalist düşüncelerini başkalarına da kabul ettirmeyi belli bir ölçüde başarmışlardır.

İlk istila hareketi, sadece bedenlere ulaşırken, bu hareket akılları, ze­kaları zehirlemekte ve maneviyatı öldürmektedir. Uzun sözün kısası, öyle ki biri diğerini hazırlamış ve onu mümkün kılmıştır, öyle ki Batı her yerde kendini kabul ettirmeyi ancak kaba kuvvetle başarabil­miştir. Zaten başka türlüsü de olamazdı: çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğâ sadece bunda­dır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıda­dır. Batı istilası bütün biçimleriyle materyalizmin istilası demektir; zaten başka turlüsü de olamaz.

 

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Modern Uygarlık Sunî İhtiyaçların Çoğaltılması­nı Amaçlar

Bir an için, tüm ideallerini maddî «huzur»a bağlayan ve bu nedenle modern «ilerlemenin hayatlarına getirdiği bütün düzenle­melere çok sevinen insanların görüş açısına koyalım kendimizi: Aldatılmadıklarından emin olabilir­ler mi? Çok hızlı haberleşme araçlarına ya da bu türden daha başka şeylere sahip oldukları için ve hareketli ve daha karmaşık bir hayatları olduğu için, insanların bugün eskisinden daha mutlu oldu­ğu doğru mudur? Bize öyle geliyor ki, durum bunun tamamen tersidir: Dengesizlik gerçek bir mutlulu­ğun koşulu olamaz; Nitekim bir insanın ihtiyaçları ne kadar çok olursa o kadar da bazı şeylerden mah­rum olacak, dolayısıyla o kadar da mutsuz olacak­tır. Modern uygarlık sunî ihtiyaçların çoğaltılması­nı amaçlar?

Daha önce yukarılarda da söylediğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihtiyaç yaratacaktır, çünkü insan bir kez bu yola kendini kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güç­tür ve hatta belirli bir noktada durması için hiçbir neden yoktur. İnsanlar, asla düşünmedikleri ve hiç­bir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şey­ler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdi ise, aksine bu şeyler on­larda eksik olursa zorunlu, olarak acı çekmektedir­ler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alıştı­lar, böylece onlar gerçekten kendilerine zorunlu ol­du.

Bu yüzden bütün imkanlarıyla, kendilerine mad­dî doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar, tatmin olabilecekleri tek doyum maddî doyumlardır: sadece «para kazanmak» söz konusu­dur, çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkün­dür; insan ne kadar çok paraya sahip olursa, o ka­dar çok eşya edinmek ister, çünkü durmadan ken­dine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı «evrimciler»in«ha­yat kavgası adı altında bilimsel yasa saygınlığına yükseltileri Vahşi rekabet buradan kaynaklanmaktadır; bunun mantıksal sonucuysa, kelimenin en dar biçimde maddî anlamıyla sadece en kuvvetlilerin var olmaya hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayan­ların zenginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin te­mel nedeni de budur.

Kendilerine «eşitlikçi» kuram­lar vaaz edilen insanlar nasıl olur da kendilerinin en hassas oldukları konularda çevrelerindeki eşitsizli­ği görüp, isyan etmezler? Tabii ki, isyan ederler, çün­kü eşitsizlik en yoğun düzeydedir. Eğer bir gün mo­dern uygarlık, kitlelerde doğurduğu sınırsız istekle­rin baskısı altında çökmek zorunda kalırsa, bunun kendi temel günahının haklı bir cezası olduğunu ya da hiçbir ahlâkî cümle ya da ifadeye başvurmadan söyleyecek olursak, bizzat etkili olduğu alanda ken­di hareketinin bir karşılığı olan «bir şok» olduğunu görmemek için insanın iyice kör olması gerekir.

İn­cilde şöyle denilmektedir: «Kılıçla vuran kılıçla ölür.» Maddenin kaba kuvvetlerini alabildiğine ser­best bırakıp ortaya süren kişi aynı kaba kuvvetler­le ezilip gidecektir, çünkü onları tedbirsizce hare­kete geçirince ve ölümcül gidişlerinde onları kesin­likle zaptedemeyeceğini ileri sürünce artık onlara hakim olamayacaktır.

Rene Guenon,Modern Dünyanın Bunalımı
Devamını Oku »

Modern Medeniyet'in Bunalımı

Modern Medeniyet'in Bunalımı

İnsanlık tarihinin şu son anlarında, biri Doğu’da, biri de Batı'da sahnelenen iki trajedi izliyoruz. Modern medeniyet bunalımının, -her şeyden önce Katının ürünü olan bu bunalımın- genellikle çevre bunalımıyla ilgili olarak bütünüyle hissedildiği Batı dünyasında ileri sürülen çozüm yolları, ilk etapta bunalıma yol açanlarla bizzat aynı etmenleri içermektedir. İnsanlardan arzularını disiplin altına almaları, akıllı birer hümanist olmaları, insan olsun olmasın, komşularına saygı göstermeleri istenmektedir. Ne var ki, bu isteklerin, insanın tutkularını ve aşağılık eğilimlerini frenleyecek manevî bir güç olmadıkça yerine getirilmesinin imkansız olduğunu kavrayabileni pek azdır. İnsanı insan oluşun altına sürükleyen, hümanist insan anlayışından başka bir şey değildir. İnsanın ne idügü ve içinde bir imkân olarak aydınlık tepeler kadar derin karanlıkları da taşıdığı konusunda ciddi bir cehâlet sahibi olunduğu ıçin bu tıp kolay çözüm önerilerine başvurulmaktadır.Binlerce yıldır dinler insanlara kötülükten kaçınıp, erdem sahibi olmalarını öğretiyor.

Modern insan ise, önce ruhunu kuşatan din gücünü yok edip, sonra da kötülüğün ve günahın anlamını bile sormaya girmiyor. Şimdi de, her ne kadar, lâik olmayı sürdürüp insanın hayatının kutsal olandan ayrı devam etmesi gerektiğini önerdikleri için, erdemleri başka başka deyimlerle tanımlama yoluna gidiyorlarsa da pek çok insan çevre kirlenmesi bunalımına çözüm olarak geleneksel erdemlere dönemeyi öneriyor.

Denilebilir ki, Batı da yaşayan yığınla kadın ve erkeğin psikolojik dengesizliğinin yanı sıra, çevre bunalımıyla, kent çevrelerinin kirliliği ve benzeri sorunlar, insanın yalnızca ekmekle yaşayıp, ‘tanrıları öldürme' ve Semavî olandan bağımsızlığını ilan etme girişiminin sonuçlarıdır. Ama insan, içinde bulunduğu durumun doğal ürünü olan eylemlerinin sonucundan kurtulamaz. Şu anda ise tek ümidi, artık isyancı bir yaratık olmayı bırakıp, hem Gök’le hem de yerle barışmak ve kendisini İlâhî Olan'a teslim etmekte yatıyor. Bu da, sözcüğün bugünkü anlamıyla “modern” olmayı bırakmak ve ölüp, yeniden doğmak demektir. Ne var ki, sorun bu boyutuyla, çevre bunalımıyla ilgili yapılan tartışmalarda pek az ele alınmaktadır. Su-çevre-hava kirlenmesi tartışmalarının gözden kaçırılan boyutu, insanın insan olarak rolü ve doğasıyla, bizzat kendisinin yol açtığı bunalımı çözmek istemesi durumunda, geçirmesi gereken manevî dönüşümdür.

Genelde Doğu’da ve özelde Islâm dünyasında sahnelenen trajedi ise, Batı’nın endüstrileşmiş kent toplumunda ve bu toplumu yaratan Batı medeniyetinde görülen başarısızlıklara yol açan aynı yanlışların, büyük oranda tekrarlanmasıdır. Doğu’nun Batı karşısındaki tutumu, Batı’yı körü körüne model almak değil, ders alınacak bir inceleme sahası şeklinde görmek olmalıdır.

Kuşkusuz, endüstrileşmiş dünyanın Batı dışında kalan dünya üzerindeki siyasî-ekonomik ve askerî baskısı, pek çok kararların alınmasını imkânsızlaştıracak ve pek çok seçimi dışarda bıraktıracak kadar büyüktür. Fakat, olumsuz sonuçları ortaya çıkmış belli hareketleri tekrarlayıp durmak ya da şu veya bu projenin gerçekleştirilmesinde, Batı’da yapılmış olması dışında daha iyi bir neden gösterememek için, herhangi bir özür olmasa gerek. Yeryüzü, Batı medeniyetinin işlediği hataların yeniden işlenmesine daha fazla katlanacak değildir. Bu bakımdan, yeryüzünde, tüm yerin ve üstünde yaşayanların mutluluğunu hesaba katacak kadar geniş açılı bir gücün halâ var olmaması ne büyük bir talihsizliktir.

Bu iki trajediden birincisi ikinciyi gölgede bırakıyor; çünkü yerkürenin kalan yanını doğrudan etkileyen, modernleşmiş ve endüstrileşmiş dünyada yaşanan olaylardır. Söz gelimi, su-hava-çevre kirlenmesi bunalımı endüstrileşmiş güçlerin herhangi biri tarafından ekonomik ve teknolojik politikalarında dil ucuyla ifade edilmek yerine ciddi olarak ele alınsa, bu tür alanlarda bu güçlerı örnek edinenler üzerinde kesinlikle ölçülemez etkiler bırakacaktır. Doğu, insanın gerçek doğası hakkında çağlar boyu koruyup geldiği bilgiyi unutmadan önce, Batı yeniden insanın kim olduğunu bir hatırlayabilse, insanın geleceğine de farklı olacaktır!

Seyyid Hüseyin Nasr - Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Çağdaş Müslüman !

Çağdaş Müslüman !İslâm dünyasının ücra köşelerinde modernizmin etkisinden uzak yaşayıp giden çağdaş Müslüman, hayatın gerilimlerinin normal insan varlığından farklı olmadığı homojen hır dünyanın imindedir hata, fakat, İslâm dünyasının, modernizmin şu veya bu derecede etkisine girmiş merkezî yörelerinde yaşamını sürdüren Müslüman ise, birbirleriyle çatışma içindeki iki ayrı dünya görüşü ve değerler sisteminin oluşturduğu kutuplaşmış bir gerilim alanında bulunmaktadır. Zihnine ve ruhuna yansıyan bu gerilimle çağdaş Müslüman, çoğu zaman kendi içinde ikiye bölünmüş, derinden derine yeniden bütünlenme ihtiyacı duyan hır ev görünümü arz etmektedir.

Ve eğer entelektüel bir eğilimdeyse, yaşayan bir gerçeklik olarak İslâm’ın entelektüel mirasını, Merkez den yayılan bir mesaj ve insan için kenardan Merkeze yolculusunda bu kılavuz olan bu zengin mirası hemen yanı başında görecektir. Bu, önünde bütün yaratıkların sadece bir hiç olduğu göz kamaştırıcı Allah gerçeğinin egemenliğine ve sonra da, O'nun emriyle var olup, büyük melekler aleminden maddî varlık düzeyine kadar çok sayıda düzeylerden oluşan hiyerarşik Evren’e dayalı bir dünya görüşü; ’ insanı, Allahın bir sûreti {halaka’llahü Ademe a lâ sû rati hi) ,  O’nun yeryüzündeki halifesi ve aynı zamanda, her emrine itaat eden tam hır kulu olarak görmeye dayalı bir 'Weltanschauung'dur (dünya görüşü).

Bu dünya görüşü aynı şekilde, doğa dünyasındaki her fenomenin İlâhî gerçeklikleri tan birer sembol olduğu; her şeyin O’nun İradesine ve O’nun Ellere de olan manevî doğasına (melekût) göre hareket ettiği fikrine dayanır Yine yalnızca Allah’ın kanununun (Şeriat), insanların bağlanma ve saygıları üzerinde nihai iddia sahibi bulunduğu ve yalnızca bu kanunun insanlara hakikî anlamda saadet getirebileceği anlayışı da bu dünya Görüşünün temellerini oluşturur.

Diğer yanda ise çağdaş Müslüman, hemen hepsi zihninde taşıdığı islamî ilkelerin tümüyle anti tezi olan, bu dünya görüşüne tamamen zıt modern Batı Medeniyeti’nin temel varsayımlarını; ya insanı Semavî olana isyan içinde bir yaratık ya da bütün olarak insanlığı, insanın gerçek doğasına yakışan hiçbir onurunun bulunmadığı bir karınca gürûhu olarak kabul etmeye dayalı bir yığın felsefe görmektedir.

Evren’i tek bir gerçeklik düzeyine -madde ve enerjiden oluşan zaman mekân bileşimine- indirgenmiş ve tüm yüce varlık düzeylerini, kocakarı masallarına, ya da -en iyimser düşünceyle- bilinçsizlikler toplamından alınmış imajlar derekesine düşürülmüş görmektedir. İnsanın gücüne, artık Allah'ın ha-lifesi olarak değil; kulluğu pahasına kendi ben’inin,ya da dünyevî bir güç veya topluluğun halifesi olarak değerlendirmeye dayalı yeryüzünde bir hükümdar gözüyle bakmaktadır. İnsanın İlâhî yapıdaki doğasının, ya kötürüm edilmiş ya da tümüyle yok sayılmış olduğunu görmektedir. Okuduğu Batılı filozoflar ve bilim adamlarının hepsinin sembolik doğa kavramına karşı çıktığını; bu kavramı ‘totemistik\ ‘animistik'veya çoğunlukla alçaltıcı çağrışımlarla yüklü aynı türden bir başka terimle ifade ederek nasıl küçük düşürdüklerini görmektedir.

Doğadaki fenomenleri Allah ın ayetleri olarak görmekten kaba gerçekler olarak görmeye atlamakla, aslında doğayı, modern insanın karşılığını son derece pahalı ödemeye başladığı çılgınca bir yağma ve soyguna hazırlayan bir eylem olan bu bakışın, nasıl önemli bir ilerleme eylemi olduğuna inandırılmaktadır. Nihayet, çağdaş Müslüman’a, kanunun, toplu halde yaşayan insanların yararlı bir anlaşmasından başka bir şey olmayıp, bu bakımdan göreceli ve sürekli değişken olduğuna inanması belletilmekte; böylelikle zımnen, insanın davranışları için değişmez bir ölçü görevi yapan ve insanın kendi ahlâkî standartlarını nesnel olarak tartabileceği bir terazi koyan İlâhî Kanun diye bir şeyin bulunmadığı söylenmektedir.

Bu ve bunun gibi daha pek çok zihnî ve felsefî soru, şu veya bu derecede modernizmin etkisi altında bulunan çağdaş Müslüman’ın zihnini sürekli olarak meşgul etmektedir. Ancak bütün bu sorular ne herkesi aynı ölçüde uğraştırmaktadır, ne de her modernleşmiş Müslüman aynı derecede moderndir. Bu nedenle, her çağdaş Müslüman’ın açmazı aynı değildir. Fakat, ne de olsa zıt doğalara sahip iki ayrı dünya görüşü arasındaki gerilim her yerde, hattâ farklı tür ve tonda da olsa, bir bireyden diğerine gözlemlenebilmektedir.

Dünya görüşleri arasındaki bu çatışma ve çağdaş Müslüman’ın içinde bulunduğu açmaz, aynı biçimde başka alanlarda da göze çarpmaktadır. -Geleneği bir kuşaktan diğerine aktarmanın en önemli aracı olarak sahip bulunduğu evrensel anlam uyarınca- eğitimde de yine bu iki rakip sistem, çağdaş Müslüman’ı aralarına sıkıştırmış bir halde yarış içindedirler.

Bir yanda, dedelerin ve babaların kucağından Kur’ân okullarına (mektepler), medreselere ve -keza san’at ve el işi hünerlerinin öğretildiği atölye ve loncalar- sûfî merkezlerine (hankâhlar veya zaviyeler) kadar klasik eğitim kanalları; öte yanda ise, çoğunlukla Avrupa dillerinden aktarılmış radyo ve televizyon programları ve resmî düzeyde, hemen hemen hepsi bizzat Batı eğitim sisteminin görülmemiş boyutlarda bir bunalımdan geçmekte olduğu bir zamanda çeşitli Batılı modellerin kötü birer taklidinden oluşan çeşitli Müslüman ülkelerin modern eğitim sistemleri faaliyet halindedir.  Her iki sistemde de anne babayla çocuk ve hattâ öğretmenle öğrenci ilişkileri arasındaki farklılık kadar, okutulan konuların içeriği arasındaki farklılık da en üst düzeydedir.

İslâm dünyasının daha çok modernleşmiş çevrelerinde küçücûk çocuklar bile bu gerilimi yaşamaktadırlar; bir yandan, hala«dede veya ninenin ağzından basit bir dilde en derin hikmetler içeren çeşitli geleneksel öyküler dinlerlerken, öte yandan, televizyon ekranlarında ölüm vb. dehşet öykülerini izlemektedirler. Bu gerilim ve zıtlık, yetişkinler arasında daha da belirgindir; iki rakip eğitim sisteminin yarattığı doğal savaş alanının içine düşen çağdaş Müslüman, hem eğitim görmek isteyen bir birey, hem de çocuğuna okul seçmek isteyen bir anne baba olarak şaşırmış bir haldedir. Geleneksel eğitim sisteminden modern sistemlere geçiş, çoğu kez ani ve parçalayıcı olmakta ve çağdaş Müslüman’ın karşı karşıya bulunduğu karışıklığın ana nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

 

Seyyid Hüseyin Nasr,Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

İnsanda Aidiyet Duygusu

İnsanda Aidiyet Duygusu


En önemli inanç kaynağımız aitlik duygusu.Herşey den önce nereye ait bilmem lazım.Kabile,aşiret, akraba kalmadı,millet siliniyor,böyle rüzgara kapılmış hazan yaprağı gibi savrulan birey var. Ne olduğunu, ne olmadığını bilmiyor. Ruh sağlığı, be­den sağlığı gibi belli birtakım belirlenebilir cinsten nedenle­re dayanmamaktadır. Ruh sağlığının pek çok işâret edilemez etkeni var. Bu, keşfedilemeyen etkenlerden en önemlisi aidi­yettir. Onun patlaması, onun dağılması insanı ortada bırakı-yor. Korkular ortaya çıkıyor. Korkan insan teslim olur,gelen etkilere derhal elini kaldırır.


Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi

Devamını Oku »

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün En Önemli Önceliği, Ailenin Yeniden İtibâr Kazanmasıdır...

Bugünün en önemli önceliği, ailenin yeniden itibâr kazanmasıdır. İnsanî bütün özelliklerimizi bu çerçevede edi­niyoruz. Bununla birlikte, çağdaş güç merkezlerinin en bü­yük gayreti, aileyi ortadan kaldırmağa yönelik. Aileyi orta­dan kaldırdığınızda, insanı ezmek kolaylaşıyor. Zirâ onu dayanıksız kılıyorsunuz.

Devlet, sizi alıp hastahâneye kaldırabilir. Fakat dev­let, aşkın bir güç olup sevgi, sıcaklık, yakınlık yahut teselli gibi insani beklentilere karşılık vermez. Bütün bu İnsanî beklentilere karşılık verecek en önemli dayanak, ailedir. Su­ni dölleme yahut sperm bankaları gibi formüller, uzun dö­nemli İnsanî ihtiyâçlarımıza cevap veremez. Genetik müdâ­halelerle, insan ömrünü nereye değin uzatacaksınız? Birey­lerin yüz yirmi yaşına değin yaşayabilmesi arkadan gelen genç nesillere gereğinden fazla yük oluşturmak demek.

Kaldı ki, insan ömrünü uzatacağım derken, bir kez doğayı bozdunuzmu, zincirleme tepkiler başgösterebilir. Fransada, sözgelişi, 2050 yılında, bir çalışan, on emekliye bakmak duru­munda kalacak. Bu, dayanılır, tahammül edilir bir durum- mudur? Birçok ülke için sorun benzeri boyutlarda. Bir tek çâre var önlerinde, insan ithâli. O zaman da ırkçılık eğilim­leri yeniden patlak verir. Düşünün ki, bizleri Avrupaya al­makta nazlandıkları ortada. Avrupa ordusuna alacaklarıysa muhakkak. Yoksa kimi savaştıracaklar. Yalnızca nüfustan kaynaklanmıyor bu durum. Rahata alışmış tüketim toplum- lanııda muharebe meydanına sürülebilir adam bulmak kolay değil. Buna karşılık Türkiyeden kaldırıp götürülen adam, Avrupa ordusu için savaşacak.

Bu, olağan gelişme hattı olmayıp insanları büyük dengesizlikler ile kargaşaya sürükler. Nitekim Mahatma Gand'i “yeryüzü bütün insanları besleyecek durumda ol­makla birlikte, onların ihtirâsını besleyecek gıdadan yoksun­dur''' Bir taraf, sürekli semirmek istedikçe, insanların büyük bölümü de yoksullaşacak.

Sorun Çağının Anatomisi,Teoman Durali
Devamını Oku »

Reklâm ile Propaganda

Reklâm ile Propaganda

Bir başka boyutsa, reklâm ile propagandadır. Seni bana benzetirsem, ihtiyâç duyduğum malları almağa seni mecbûr kılabilirim. Ürettiğim malları almakla, sen, pazarımı genişletirsin.

Bütün ilişkiler, bundan böyle üretim-tüketim dengesine bağlı gelişmişlerdir. Sermâyecilik, berâberinde çok tanınan bir dayanağını da,demekki imperyalismi getirmiştir. O da, bugün adını küreselleşme şeklinde değiştirmiştir. Daha doğrusu küreselleştirmedir. Küreselleşme dediğinizde doğal bir süreçten bahsediyorsunuz. Hâlbuki karşı karşıya olduğumuz doğalbir süreç olmayıp dayatmadır. Bu, okşayarak yahut döğerek gerçekleştirilen bir harekettir, olaydır. İktisâdî unsurlar, berâberlerinde kültür değerlerini getirmektedirler. Eskileri ve gelenekseller peyderpey ortadan kalkmaktadırlar. Mâlî sermâyeciliğin maddiyâtcı-iktisâdiyâtcı kültür değerlerini biz bugün doğal verilermişcesine kabul edip sorgulayamıyoruz.Küreselleşmenin başarısı da buradadır zâten.

Küreselleşmenin karşısına bir seçenek çıktığı takdîrde insanlar, ona yapışıp onun peşinden gidebilirler. O yüzden her türlü seçenek ihtimâli bertaraf edilmeğe çalışılıyor. Bu açıdan bakıldığında küreselleşmenin düşmanı sâdece İslâm değildir. Komünism de, nasyonal sosyalism de,faşism de meselâ, seçenek olma yönünden küreselleşmenin düşmanı olarak görülmektedirler. Bugün sermâyeciliğin başını çeken ülkeler, millî toplumculuğu, yanî nasyonal sosyalismi korkunç bir günâh sayarlar. Küreselleşme, bütün insanları tek biçimde giyinmeğe, yemeğe,içmeğe, davranmak ile düşünmeğe zorlamaktadır. Küresel düşünceye göre,her insan üniforma giymiş asker gibi ‘tek tip’ olmalıdır. Türkiyede koparılan başörtüsü kıyâmetini de ‘tek tip’ olma zorlamacılığına bağlamak lazım gelir.Her medeniyetin kendisine mahsus temel inançları, varsayımları ile nazâriyeleri vardır. Demekki bizler de öncelikle geçmişte varolmuş medeniyet çerçevemizin, iddiamızın içeriğini ortaya koymamız gerekir.Ondan hareketle, onun kullanılabilinir unsurlarından yararlanarak, içinde bulunduğumuz maddî ve fikrî şartları da nazarı itibâra alarak yeni bir medeniyet tasarısını tersîm edebiliriz. Üreteceğimiz yeni medeniyet tasarısı,tabîî ki, yine, İslamî olacak. O hâlde bunun temel düstûrlarını hem din hemde geçmiş klasik medeniyet bağlamında İslamda aramamız şarttır.Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstûr var. Kul hakkı nedir? Bir toplumsal adâlet ilkesidir. Bu, İslam’ın kaçınılmaz kaidesidir.

Markscılık, bu ilkeyi İslâmdan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık da bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adâleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adâlet İslâmın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibâdetlerse, dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesîs olunmuş talîmlerdir.

Her ibâdet, insanı, kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matûfdur.Küresel medeniyete ait eşyâyı kullanmamaya yönelik çabalar,imkânsız ve aynı zamanda yersizdir. Küresel medeniyetin sunduğu imkânların altında ezilmekten, onlara teslîm olmaktan ancak kul hakkını tanıma ile haddini bilme gibi, temel İslâmî düstûrları hayata geçirmekle kurtulabiliriz.Küreselleşme, halkların afyonudur. Küresel medeniyetin asıl gâyesi,insanı düşünemez hâle getirmek, düşünceyi uyuşturmaktır. Uyuşturucu denince aklımıza hep afyon, esrar gelir. Hâlbuki televizyon eroin kadar,bilgisayar kokain kadar uyuşturucu, beyni dondurucu, düşünmeyi durdurucu araç ile cihâzlardır.

Düşünmediğiniz takdîrde başkaldıramazsınız. Başkaldırmak demek,hâlihazırdaki biçimlere seçenek aramaktır. Küreselleştirilmiş medeniyet bu arayışı, hattâ arama irâdesini ortadan kaldırma gayretindedir. Oysa bizlere ait biçimleri kendimiz üretebilmeliyiz.

Farklılıklar, seçenek üretmenin vazgeçilmez şartıdırlar. Öyleyse, farklılıkları küçümsememek gerekir.Bizlere dayatılan biçimler medeniyetin biricik imkânını teşkîl etmezler.Zirâ başka biçimlerde de medeniyet olabilir. Medeniyet tek biçimden ibâret değildir de ondan.Yeni biçimlerin gündeme getirilmesinin mahreci okullardır. İngiliz-Yahudi Medeniyeti ‘biçimlerini’ öğretim yoluyla aktarır. Bu öğretim de okullardan başlar, basın ile yayın yoluyla devam eder, reklâm dünyasıyla da noktalanır. İnsanlar böylece farkına varmadan etkilenir, biçimlenir. Bu,hissettirmeden ve alttan alta gelişen bir etkilemedir. Adı anılan medeniyette,biyolojideki gelişmeler insana uygulanarak insan ile hayvan arasındaki fark ortadan kaldırılmıştır. Yaklaşık iki yüz yıllık tarihi boyunca İngiliz-Yahudi medeniyeti, bütün direniş noktalarını dün zorla ezmiştir; bugünse bunu okşayarak eğitim, öğretim, propaganda ve reklam yoluyla yapmaktadır. Bu tarz direnişi, karşı koymayı zorlaştırmıştır.Bir şeye dikkat çekmek istiyorum: Küresel medeniyet, göz önünde cereyân eden kimi olayları bizzât örtmektedir. Birtakım odak noktalarına bakmak üzre şartlandırıldık. Bu yüzden etrâfımızda olup biten bir sürü olayı göremiyoruz. Hâlbuki yeni gelişmeleri, olup bitenleri fark ederek mutasavver yeni medeniyetin zeminini oluşturacak bir dünya görüşünü, İslâmın temel düstûrlarından hareketle ortaya koymamız zorunludur. Bizlerden kasdım,Türkün başını çektiği İslâm âlemidir.

Teoman Durali,Sorun Çağının Anatomisi
Devamını Oku »

Ali Murat Daryal ile Söyleşi

Ali Murat Daryal ile Söyleşi

...DARYAL- Efendim, Batı'da şu anda yeni bir slogan türedi: Kültür evrenselleşiyor. Aslında evren­sel olan şey kültür değildir. Kültürün tarifine bakar­sanız, kültür milletlere veya iptidai kültürler kabile­lere has olduğu için, bunlar kültürdürler. Bir Çin kültürü, bir Amazon yerlileri kültürü gibi. Bunları var eden, onların kendilerine has olmasıdır. Aksi takdirde bütün dünyayı kuşatan kültür, kültür olmaktan çıkar. Bu, kültür değildir. Kültürler evren­selleşiyor düşüncesi, bu bakımdan son derece hatalı. Eğer derseniz ki, Batı kültürü evrenselleşiyor, bunun bir derece doğru olduğu söylenebilir. O da birçok yerde aksaklıklar taşır. Şöyle ki, bir şeyin kültür olabilmesi için, bir kaç bin yıl geçmesi, âdet, töre, örf halini alması ve cemiyetin bütünüyle bu değerleri özümsemesi lazımdır. Böyle 5-10 senede birtakım taklitlerle bazı jestlerin, mimiklerin ve davranış bozukluklarının yayılmasına kültürün evrenselleşmesi olarak bakmak son derece hatalı ve yanlıştır.

MESAJ- Batı kültürünün ürünü olan bir şarkıcı- nın taklit edmesini bir davranış bozukluğu olarak değerlendiriyorsunuz?

 

DARYAL- Demin de dediğim gibi; bir kültürün örf, âdet, anane olabilmesi için bir kaç bin yıllık bir geçmişe sahip olması ve kesintiye uğramaması lazımdır. Böyle zorlamalarla gençleri bir takım davranış bozukluklarına itmek, ne Avrupa kültürü­nün evrenselleşmesi demektir, ne de bunun Türkiye’de yerleşmesi demektir. Bunlar bir takım bozukluklardır ki, zamanla, birkaç yüz sene sonra kültürün bünyesinde eriyip bir takım aksaklıkları doğuracaktır, ...

Meselenin çoğu eğitimden çıkıyor.Zamanın Milli Eğitim Bakanı şöyle demişti:’’Biz İmam-Hatip okullarını açarak gençlerimizin beyinlerinin yıkanmasına müsaade etmeyeceğiz.” Efendim, mesele şudur; siz kendi evladınızın beynini kendi değerlerinize göre yıkayamazsanız, sizin evlatlarınızın beynini şer kuvvetler kendi değerlerine ve kendi menfaatlerine göre yıkarlar. O vakit ortaya, vatanına milletine ayrı düşmüş yabancı topluluklar ortaya çıkar. Bu toplulukların görevi bozmaktır. Çünkü bunlar öncü kuvvetlerdir. Ancak bundan sonra bu bozukluklar uzun yıllar sonunda toplum bünyesine yerleşirler.

MESAJ- Müziğin insan psikolojisi üzerindeki tesiri büyük. Herhangi bir müzik türünün yayılması günümüz iletişimi ile çok kolay olmakta. Gençliğin müzik türlerinden bu denli etkilenişini neye bağlı­yorsunuz.

DARYAL- Ben ninniler üzerinde çok duruyorum. Çocuk, ninnisini beşiğinde annesinden dinlediği vakit, bir vatana, bir imana, diğer değerler siste­mine hazırlanır. Bu ninni nağmeleridir ki, ileride onu Kur’an sesine, ezan sesine yatkınlaştıracak, alıştıracaktır.

Musıki bir şartlanmadır. Eğer siz Batı müziği mağmelerine şartlandıysanız, o hoşunuza gider. Türk müziğinin nağmelerine şartlandıysanız, o hoşunuza gjder. Bu bir alışkanlık meselesidir. Onun içindir ki,               ninniler bir müslüman çocuğun

Ezan’dan,Kur’an’dan hoşlanması için en önemli merhaledir. Çocuk, ninnideki ilahı dokuya şuur altına programlar.

MESAJ-Efendim, şu anda siz önemli bir tehlikeyi haber  verdiniz. Çünkü günün her saatinde Batı müziğinin telkini ile 7’den 70’e herhes karşı karşıya !

 DARYAL- Tabiî tabiî. Bir kültürün en iyi taşıyı­cısı musikîdir. Bugün herkese Almanca, İngilizce öğretemezsiniz. Ama musikî öyle değildir. 24 saat içinde her yerde istese de, istemese de hiçbir mesai sarfetmeden kulağına gelen nağmeler ile insan farkında olmadan etkilenir. Musikînin bir dili vardır.

Cemil Meriç rahmetliyle, Batı müziğinin Türkiye’ye geldiği vakitlerde dinlemeye giderdik. Arada koridorlarda, “Aman efendim, ne kadar şaheser bir müzik, ne kadar güzel çalıyor. Bunu anlamayanda hayır yoktur, hatta bunu anlamayan insan değildir.” diye konuşurduk. Bir keresinde “Hem vallahi, hem billahi” dedi “...ben, o müzikten hiçbir şey anlamazdım, fakat bulunduğumuz sosye­tede arkadaşlarımız yanında itibar kazanmak için, bu müziği sevdiğimizi, bu müziği anladığımızı ve bu müziği beğendiğimizi söylemek mecburiyetini hisse­derdik... üzerimizdeki baskıdan dolayı.” Aslında hiçkimsebirşey anlamazdı.

MESAJ- Çıplak kıral hikayesi gibi...

DARYAL- Zat«ı âlileriniz çok güzel ifade ettiniz.

Öyle bir hava, öyle bir baskı oluşturuluyor ki, adam sadece etrafındakilerden takdir toplamak için bu müziği dinliyor.

Bir de toplum psikolojisi var. însan tek başına heyecanlanmaz. Ama birkaç bin kişi bir araya geldiği zaman iki üç kişinin kasıtlı olarak heyecan gösterileri yayılır^Mtoplulukta bir heyecan başlar.. Bunlar kasıtlı da yapılıyor olabilir. Muayyen yerlere konulan kişiler barınnaya, kendilerini kaybetmeye» birtakım sara nöbetleri göstermeye başladıkları vakit, bu heyecan gittikçe yayılır ye kitle bir psikoloji oluşturur. Bu psikolojide mantık yoktur.

İNSAN, TOPLUM VE MİLLET . Onun için musikînin güzel olması da gerekmez.

MESAJ- Müziği spor takip ediyor. Bu konuda ne dersiniz?

DARYAL- Spor da öyle. Sporun prensipleriyle cemiyetin değerleri arasındaki ölçüler paralellik arzetmektedir. Mesela Amerikan futbolu, Ragbi’yi incelersek, şunu göreceksiniz: Amerikan pragma­tizminin oyuna en güzel yansımış şeklidir. Birisi topu alıp koşuyor, diğerleri topu elinde bulunduranı veya arkadaşını engellemek için çelme takıyor, yumruk atıyor, üzerine çıkıyor, itiyor. Bu mafyanın kanun dışı metodlarının, sahadaki kanunlaşmış şeklidir. Sakatladığı vakit hiçbir sorumluluk hissetmeyen vahşî’ bir anlayıştır.

Bu milletin ille de her sporu yapması ve her dalda muvaffak olması gibi bir zaruret yoktur. Herkes kendi değerlerine uygun sporlarla gençliğini eğitir.

Düşünebiliyormusunuz, bir futbol maçında herhangi bir takîmı tutan, karşı takımı tutanların tribünlerinde otursun ve kavga etsin! Bunlar bu vatanın evlatları. Bunlar düşmana karşı beraber harbedecekler. Spor adı altında birbirlerine yumruk sıktırmanın ne esprisi, ne manası, ne de geleceği vardır.

MESAJ- Sayım Daryal,şiddet dolu Hollywood filmleri toplum ve özellikle gençlik  üzerinde bir etki oluşturmakta ?

DARYAL- Efendim Batı’ya baktığınıız vakit,meseleler bizi aldatıyor, Şöyle ki, mesela Amerikan filmlerinin çoğunluğu,adam öldürme tekniklerini gösteren  kovboy,gengster filmleridir.Batıda ve Amerikada bu tahripkar değildir.Amerika bu tecrübeleri zaten yaşamıştır. O filmi gördüğü zaman ancak geçirdiği tecrübeyi hatırlayarak bir ürküntü duyar. Sözgelimi Türkiye’de sağ-sol çatışmasıyla ilgili bir film seyrettiğiniz zaman, o devreyi yaşa­yan insanlar olarak son derece rahatsızlık duyarız. Siz bu filmi şağ-sol çatışması olmayan bir cemiyette gösterirseniz, bu film onların düşüncelerinde özenme yolunda bir tahribata yol açar.Çünkü bunun acı tecrübesini yaşamamışlardır! O  bakımdan Batı’daki vurma kırma filmleri Batı’da o kadar tahripkar değildir. O zaten filmin konusunuyaşamış ve halen de yaşıyor. Fakat Türkiye o filmlerin  konularının birçoğuna hayal olarak bile uzaktır.

Ali Murat Daryal - İslamda İbadetlerin Sosyo-Psikolojik Temelleri
Devamını Oku »

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirlerin Dünya Hayatındaki İyiliklerinin Ahirette Karşılığı Yoktur

Kâfirin işleri, eğer akrabalık bağlarını gözetmek, yoksulun ihtiyacını kar­şılamak, darda kalmış olanın sıkıntısını gidermek gibi iyilik türlerinden olur­sa, bunların sevabım almaz ve ahirette bunlardan faydalanmaz. Şu kadar var ki, bu iyilikleri karşılığında ona dünyada ihsanda bulunulur. Bunun delili ise Müslim'in Âişe (r.anha')'dan şöyle dediğine dair rivayetidir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. İbn Cud'an, cahiliye döneminde akrabalık bağını gözetir, yoksu­la yemek yedirirdi. Bunun kendisine bir faydası olacak mı? Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun kendisine faydası olmayacak. Çünkü o, birgün olsun: Rabbim, din (kıyamet) günü günahımı bana bağışla dememiştir."[1]

 

Enes (r.a)'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir Rasûlullah (sav) buyur­du ki: "Şüphesiz Allah hiçbir mü'mine (mükâfatı eksik verilmek suretiyle) bir iyiliğinde dahi zulmetmez. Dünyada da onun karşılığı ona verilir. Ahirette de ondan dolayı ona mükâfat verilir. Kâfire gelince o, dünyada Allah için yap­mış olduğu İyilikler karşılığında ona yemek yedirilir (ihsanda bulunulur). Nihayet âhirete gittiğinde, onun karşılığını görebileceği herhangi bir iyiliği kalmamış olur,"[2] İşte bu, (bu hususta) açık bir nastır.

 

Diğer taraftan şöyle de denilmiştir: Acaba bu doğru vaad gereğince, kâfi­rin, bu dünya hayatında iyiliklerine karşılık yedirilip ona bağışta bulunması muhakkak ve kaçınılmaz bir şey midir? Yoksa bu, şanı yüce Allah'ın: "... Biz de burada dilediğimize dileyeceğimiz şeyi çabucak veririz" (el-İsra, 17/18) buy­ruğunda sözü geçen Allah'ın dileği (meşîeti) ile mi kayıtlıdır? İkincisi bu hu­sustaki iki görüşün sahih olanıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

Kâfirin yaptığına "hasene: güzellik, iyilik" denilmesi ise, kâfirin bu husustaki zanni dolayısıyladır. Yoksa onun Allah'a yakınlaşmak üzere yapacağı her­hangi bir ameli sahih değildir. Çünkü Allah'a yakınlaştırıcı amelin sahih ol­masının şartı olan iman bulunmamaktadır. Ya da buna "hasene" deniliş sebebi, mü'minin hasenesine şekil itibariyle benzediğinden dolayıdır. Görül­düğü gibi bu hususta da iki görüş vardır.[3]

 

Müslüman Olmadan Önce İyilik Yapanın İyiliklerinin Durumu:

 

Denilse ki; Müslim'de, Hakîm b. Hizâm'dan Rasûlullah (sav)'a şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, ben cahiliye döneminde iken ibadet kastıyla verdiğim sadaka yahut köle azad etmek veya akrabalık bağını gözetmek gibi bir takım hususlarda (benim için) ecir var mıdır, ne dersin? diye sorunca, Rasûlullah (sav) da şöyle buyurmuştun "Sen, geçmişinde yap­mış olduğun hayırlar üzere İslâm'a girdin."[4]

 

Buna şu cevabı veririz: Hz. Peygamberin: "Sen, geçmişte yaptığın hayırlar üzere İslama girdin" ifadesi konu ile ilgili aslî delillerin zahirine uygun de­ğildir. Çünkü kâfirin yüce Allah'a yakınlaşmak kastı ile yapacağı ibadetler sa­hih olamaz ki bu İtaati dolayısıyla sevap alması sözkonusu olsun. Çünkü Al­lah'a yakınlaşmak kastıyla itaatte bulunacak kimsenin kendisine yakınlaşmak istediği yüce Zatı bilip tanıması şarttır. Böyle bir şart bulunmayacak olursa, şarta bağlı olarak öngörülen hususun sıhhati de sözkonusu olamaz. Buna gö­re hadisteki mana şöyle olur: Eğer sen cahiliye döneminde güzel bir takım huylar kazanmış isen, bu huyların İslâmda da sana güzel alışkanlıklar kazandırmıştır. Çünkü Hakîm (r.a) altmışı cahiliye döneminde, altmışı da müslü-man olmak üzere yüzyirmi yıl yaşamıştı. Cahiliye döneminde yüz köle azad etmiş, yüz kişiyi de deve sırtında taşımış İdi. İslâm'da da aynı işleri yaptı. Bu, açıkça anlaşılan bir husustur.

 

Şöyle de açıklanmıştır: Kâfir iken işlemiş olduğu günahları müslüman ol­mak suretiyle düştüğü gibi, müslüman olması dolayısıyla (müşrik iken) yap­tıklarına karşılık Allah'ın onu mükâfatlandırması Allah'ın lütfu keremi açısından uzak bir İhtimal olarak görülemez. Asıl mükâfatını görmeyecek kişi, müslüman da olmayan, tevbe de etmeyen ve kâfir olarak ölen kişidir. Hadi­sin zarihinden anlaşılan da budur, yüce Allah'ın izniyle sahih olan görüş de bu olmalıdır. Daha önce yapmış olduğu hayırlardan sonra müslüman olup da müslüman olarak ölen kimsenin önceden yapmış olduğu hayırların mükâfatını, almaması ile ilgili olarak iman şartının bulunmadığını söylemek, hiç­bir şekilde değişmesi sözkonusu olmayan akli bir şart değildir. Şanı yüce Al­lah güzel bir şekilde İslâm'a bağlanan bir kimsenin (müslüman olmadan ön­ceki) amelini boşa çıkarmayacak kadar kerimdir. Nitekim, el-Harbî de bu ha­disi bu anlamda yorumlayarak şöyle demiştir: "Sen, geçmişte yaptıkların üzere müslüman oldun." Yani, bundan önce işlemiş oluduğun hayırlı amellerinin mükâfatı sana verilecektir. Nitekim bir kimseye: Sen bin dirhem üzere İslâm'a girdin, denileceği vakit, o bin dirhemi kendi payına eline geçirmiş ol­mak üzere İslâm'a girdiği anlaşılır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[5]

 

Ebu Talib'in Özel Durumu:

 

Denilse ki: Müslim, Hz. Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim, Ebu Talib seni korur, sana yardımcı olurdu. Bunun ona faydası oldu mu? Hz. Peygamber: "Evet" diye buyurdu. "Ben onu her tara­fını kaplayan bir şekilde ateş içerisinde buldum da onu topuklarına kadar ate­şin ulaştığı bir yere çıkardım."[6]

 

Buna şöyle denilir: Kâfirin işlemiş olduğu hayırlar sebebiyle azabının bir bölümünün hafifletilmesi uzak bir ihtimal değildir. Ancak bu, Ebu Talib hak­kında varid olduğu şekilde ayrıca bir şefaatte bulunulmasını da gerektirmek­tedir. Kur'an-ı Kerim: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez" (el-Müddesir, 74/48) buyruğu ile onun dışındakilerin durumu hakkında haber ver­mektedir. Yine kâfirler hakkında: "Bizim bir şefaatçimiz yoktur ve candan, hiç­bir dostumuz da" (eş-Şuara, 26/100-101) diyecekleri de bize haber veril­mektedir. Müslim de, Ebu Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasûlullah (say)'ın huzurunda amcası Ebu Talib sözkonusu edilince şöy­le buyurdu: "Kıyamet gününde belki benim şefaatimin ona bir faydası olur da bu sebepten ötürü topuklarına kadar ulaşacak bir ateşe konulur ve bundan beyni kaynar."[7] Hz. Abbas'ın rivayet ettiği hadiste de: "... ve eğer ben olma­saydım hiç şüphesiz ateşin en aşağı basamağında olurdu" dediği de kayde­dilmektedir.[8] Yüce Allah'ın: "Çünkü siz, fâsıklık eden bir kavim oldunuz" kâfirler oldunuz, demektir.[9]

--------------

[1] Müslim, İman 365; Müsned, VI, 93.

 

[2] Müslim, Sifâtu'l-Münafikın 56; Müsned, III, 123, 283.

 

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/258-259.

 

[4] Buhârî, Zekât .24, Buyu' 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, İman 194, 195; Müsned, III, 402.

 

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/259-260.

 

[6] Müslim, İman 358.

 

[7] Buharî, Menakıbu'l-Ensâr 40; Müslim, îman 360; Müsned, III, 50, 55.

 

[8] Buhari, Menakbu'l-Ensâr 40T Edeb 115; Müslim, İman 357; Müsned, I, 206, 210.

 

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/260.
Devamını Oku »