Eşya Uygarlığı

Akla güvenmek ve inanmak küfür uygarlığının temel ilkesidir. İnanç yani vahyin uygarlığında; akla verilen yer, vahyin getirdiği denge,disiplin ve metod içerisindedir. Bu aslında aklı bir sınırlama,engelleme değil; aksine aklın bütün melekelerini yanlışa düşmeden seferber etmek ve üretken kılmaktır.

Vahyin kontrolünden mahrum olan akıl, insancıl değil, bencil olacağı tabidir. Nemrut ve Ebu Cehil inanç uygarlığına karşı, bencil akım simgeleridir. İnanca teslim olmayan akıl, ne kadar üstün olursa olsun, batıla hizmetten başka bir işe yaramaz. Üstünlüğü ölçüsünde tehlikesi de çoğalır.

Akılda, bilgide ve şecaatte devrinin en ileride gelenlerinden ve ‘…iki Ömer’den biri" olduğu halde İslam'ın böyle birini Ebu Cehil (cehlin babası) olarak adlandırması, aklın tek başına kalınca, insanlık için nasıl zararlı olacağına ve tehlikeler üreteceğini gösteren bir örnektir, ölçüdür.

İnsan aklı için yanılgıya düşmek olağandır. Mü’min bir aklın düştüğü yanılgıda bile bir "rahmet” vardır insanlar için. Oysa inanmamış aklın yanılgıya düşmediği noktada bile, bir felaket gizlidir. Çünkü böyle bir aklın yanılgıya düşmediği hususlar, akla olan inancı ve güvenci çoğaltan ve küfrün alanını genişleten, onun cazibesini artıran ve uygarlığını genişleten hususlardır. .Aslında inanca dayalı olmayan aklın, yanılgıya düşmediği hususlar tesadüfidir, arızîdir; çünkü yanılgı, çelişme, insana ve insan aklına ait hususlardır. Yanıl mayan, çelişmeyen Allah'tır, O’nun nizamıdır ve O’nun yarattığı tabiattır. “Allah her şeyi hakkıyla bilendir’’ ilmi bütün evreni kuşatan O’dur.

Batı uygarlığı kendisine temel olarak aklı almıştır. Hiçbir mistik, ilahi unsura yer vermemiştir. Batı uygarlığının üç sacayağından Eski Yunan Düşüncesi ve Roma Hukuku insan aklının var ettiği müesseselerdir. Üçüncü ayağı olan Hıristiyan duyarlığı ise, onda adeta bir lüks görüntüsündedir. Kaldı ki, Hıristiyanlık bile, batının akli müdahalesine uğramış; ilahi temelinden saptırılarak “laik" ve “devletsiz" bir hüviyete büründürülmüş; inançsız aklın kontrolünde olan “vicdani bir keyfiyet” olarak çerçevelendirilmiştir. “Allah indinde din, yalnız İslam" olduğu için Batı uygarlığındaki bu basit ve akılcı dini çizgiyi “lâdini’’ saymak gerekir.

Batı uygarlığı, dine başkaldıran insan düşüncesinin, binlerce yıllık tecrübe ve geleneğini örgütleyen, bu örgüt içerisinde, kendi bünyesindeki çelişmeleri asgari hadde indirme kabiliyetini ve çabasını göstererek, beşeriyetten tasdik ve güven devşiren bir kültür nizamıdır.

İlahi mistik kaygıların ötesinde eşya ve olay ilişkisindeki varsayım ve deneylere dayalı olarak gelişen Batı uygarlığı, olay ve eşya vakıasına yaklaşımında, beşeri bir gerçek olan ruh olgusunu hesaplarının dışında tuttuğu için, neticede insan aklının keşfi olan eşyaya da yenik düşmüştür.

Eşya, putu olmuştur bu uygarlığın, insan ise kölesi. Oysa Allah “ Bütün kâinatı insanın hizmeti ve yararlanması için yaratmıştır” ve insan ise “ eşya ve hadiseleri zapt ve teshir etmesi için kendine halife olarak” halk etmiştir. Ruh ve cisim, mânâ ve eşya ilişkisi şüphesiz, Allah nizamına bağlı olarak kurulmuş olan İslam uygarlığında en ideal ve en “akli ’ bir hüviyet kazanmıştır.

 

Akif İnan,Din,Uygarlık
Devamını Oku »

Batı Uygarlığı ve Teknik

Çağdaş Batı uygarlığı ve onun tabi bir uzantısı olan teknik, belli mihrakların elinde olduğu halde, en başta kendi toplumunu kendi kamuoyu yapmak yolunda müthiş bir çark geliştirmiştir. Bu uygarlık ve teknik önce kendi toplumundan onay almak ihtiyacıyla, kendi toplumuna karşı yoğun bir beyin yıkama eylemi içindedir. Ve öncelikle kendi toplumunu robotlaştırmıştır.


Batı uygarlığı ve tekniği, öteki ulusları sömürmek, çökertmek, yıldırmak suretiyle saltanatını devam ettiriyor.
Bu saltanatın devamı için bir onaya kamuoyuna muhtaçtır Batı
Bu onaya kamuoyunun en başta, batılı toplumlar olması gerekiyor.
Bu yüzdendir batılı insanın insani duygulardan, değerlerden soyutlandırılması.


Bir Batı insanı, bir açlıktan ölme olayına tanık olursa elbette üzülür, ama; aynı batılı insan, kendi ülkesinin 200 milyar dolarlık silahlanma bütçesi yapmasını içten bir sevinçle karşılar.
Çünkü böyle bir sevinç duyması için gerekli resmi ve özel tedbirlerin hepsini almıştır ülkesi, ülkesinin yöneticileri, uygarlığının ve tekniğinin temsilcileri.


Aynı güçler şartlamıştır kendini, benzin bulamadığı takdirde, kendisini benzinsiz bırakan bir dış ülkeye karşı nefret duymaya
Bu batılı insan, harpten ve açlıktan kınlan ulustan, onların ilkel oluşlarıyla izah etmeye şartlandırılmıştır.


Bu insan sömürmeyi sömürmek olarak değil, o ülkelere bir uygarlık taşıma, onları ilkellikten kurtarma girişimi olarak tanır. Ve buna karşı çıkan uluslara müthiş bir öfke duyar. Onları cezalandırmayı, bir insanlık görevi sayar
Çünkü uygarlığıyla, tekniğiyle insanını özdeşleştirmiştir,batıyı dinde tutan güçler.


Akif İnan,Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Laisizm

Laisizm,toplumumuzu etkilemesi, beyinleri değiştirmesi bir anda olmamıştır. Batıya ayak uydurmaya başlamamızla birlikle yavaş
yavaş. adım adım bastığı yeri bilerek gelmiştir laisizm.


Batı karşısında apışan, şaşıran Tanzimat aydını, “ne yardan ne serden” geçiyor, hem batılılaşmayı şart görüyor, hem de manevi değerlerimizin korunmasını istiyordu. İslam ahlak ve faziletinin savu-nusudur Tanzimatçı. Ama bununla birlikle Batılı bir düzen anlayışından yanadır. O, Batı düzenini, Batı uygarlığının özel bir realitesi olarak idrak edemiyordu. Bu düzeni beşeriyetin ulaştığı tabii bir doruk olarak göruyordu. Bizim bu noktaya neden varamadıgımızın esefi içersindeydi.


Tanzimatçıların en muhafazakârları, yani İslamiyet’e en saygılı olanları bile batının düzenine hayrandır. Onu, İslam uygarlığının düzen biçimine aykırı görmemiştir. Hatta Batı uygarlığının, İslam'dan yararlanarak geliştirildiği inancındadır. “Avrupalı, medeniyeti bizden almıştır” düşüncesinden kalkarak Batı uygarlığını “Mü’minin kay- bolmuş malı” saymışlardır. Onların ticari alışverişteki dogruluklarından, işlerine yalan dolan karıştırmadıkların bahis açarak, bütün bu faziletlerin gerçekle İslam'a ait olduğunu, İslam'dan alındığını söyleyerek propaganda etmişlerdir.


Banlar ,laik bir toplum oluşturmanın merhaleleridir hep.“Batının ilmini, fennini alalım, fakat inancımızdan fedakârlık etmeyelim''zihniyeti gide gide sevmeye başladığımızın; onun hayatını, insanını idealize ettiğimizin kesinleştiğini ifade eder.


Aydınımız, ilerlemiş olmanın yani “terakki etmenin'' ancak ba-tılaşma ile mümkün olacağına inanınca ‘Vazgeçemediği yar' olan İslamı, Batılı olmamızı engellemeyen bir inanç olarak göstermeye kullanmıştır.İşte onların "Din terakkiye mani değildir'’ diye klişe haline getirdikleri cümlenin altına bu mana yatar. Yani dinimiz, batılılaşmaya karşı değildir,diyorlardı.İslamın ilmi teşvik ettiğine dair birçok ayetleri,hadisleri hep bu fikirleri ispat yolunda kullanıyorlardı.-


Bu,İslamı Batılılaşmayı uydurmanın ta kendisiydi. İslamı savunuyormuş gibi bir görüntü içerisinde, milleti batıya yakınlaştırmanın bir eylemiydi bu. Bazı batılıların ve batıcıların İslâmî toplumumuzun ilerlemesine engel gibi göstermelerini bahane ederek bu yolda yazılara yazıyor, eserler oluşturuyordu Tanzimatçılarımız. Namık Kemal'in “Renan Müdafaanamesi” bu fikrin ve inancın eseridir, Bu kitapta "İslamın terakkiye mani olmadığı''na İslam ahlak ve faziletinin Övgüsüne dair ne arasanız bulabilirsiniz.


Ziya Paşa da demiyor muydu ki:
“İslam imiş devlete pâ-bendi terakki
Evvel yog idi iş bu rivayet yeni çıktı”


“İslam ümmetındeniz” ama “Türk milletindeniz” ve de “Garp medeniyetindeniz” düsturu, Tanzimatçılardan sonra gelen bir düsturdur. Uygarlık olarak batıya geçişimizin, daha doğrusu batının düzen anlayışıyla yetinmeyerek onun uygarlığını da almanın gerekliliğini ilandır.


Görüldüğü gibi Batıcılık ve onun temel devlet felsefesi olan laisizm öyle birden bire gelivermedi. Hilafetin kaldırılması, laik bir devlet kurulaması yolunda yapılan çalışmalar, daha önceki bu kabil faaliyetlerin geliştirdiği bir alan üzerine gelip oturmuştur, öyle bir alan geliştirildi ki, laik bir cumhuriyet kurulması tasarısı, hilafetin İslam'dan olmadığına dair bizzat bazı “din adamlarından fetvalar alabilecek “din bilginleri” bile sahip olmuştu. Açın eski meclis zabıtlarını da görün nice ‘‘müderris” efendilerin, hilafeti İslama aykırı bir müessese sayıp onun bir bid’at olduğuna dair yaptıkları meclis konuşmalarını.


M.Akif İnan, Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Rönesansı Hazırlayan Asıl Sebep

Batının küfründe de, inancında da, Yunan felsesinden etkiler vardır ve eski Yunan'dan ta günümüze kadar batının geçirdiği bütün inanç ve istihalelerinin özünde de bir Doğu düşmanlığı mevcuttur.Batının bu Doğu düşmanlığı, sonraları da doğrudan doğruya İslam düşmanlığına dönüşmüştür. Skolastik dönem İslam düşmanlığının korkunç fikri sabitlerle donatıldığı bir dönemdir. Düşmanlık fanatik bir hüviyete büründü bu dönemde Haçlı Seferleri bunun tezahürlerinden sadece biridir. Skolastik dönem Batı için İslam düşmanlığını değişmesi mümkün olmayan inanç olarak geliştirdi. O kadar ki, Rönesans skolastik döneme bir başkaldırma olduğu halde İslam düşmanlığında skolastik dönemin bu mirasını ayniyle devraldı; hatta devralmaktan öte bu düşmanlığı yeni güçlerle takviye etti.


Denilebilir ki, Rönesans aslında Hıristiyanlığı hayattan kovmaktan öte gelişen İslam hareketine karşı Avrupa'nın kendi kendini yeniden gözden geçirmesi, İslam'la daha kesin ve keskin bir hesaplaşmaya yönelmesi hareketidir. Çünkü artık skolastik dönemin doğmaları, İslam karşısında durabilmek ve bu gelişmeyi önleyebilmek gücünden tamamen yoksundu. Bir ucuyla İspanya'dan Avrupa içlerine yol arayan, öte ucuyla da Doğu Roma’yı ortadan kaldırarak Avrupa’yı zorlayan İslam'ın yayılması, mevcut kilisenin karşı koyuşuyla önlenemeyecekti. Bu gerçek, Avrupa'yı dehşete düşürüyordu.


İşte Rönesans’ı hazırlayan asıl sebep budur. Yani Avrupa’nın nefis müdafaası alarak kendilerini baştanbaşa işgal edeceğinden korktuğu İslam hareketine karşı, mevcut inanç statüsünün yetersizliğini göriip yeni güçlerle kendini takviye etmesi hareketidir.


Mehmet Akif İnan , Din ve Uygarlık

Devamını Oku »

Din Değil Dinsizlik öğretisi!

Dinde reform ve ibadetleri zamana uydurarak İslamiyeti ıslah(!) etme yarışına girenlerden, görüldüğü gibi din adına dinle hiç mi hiç alakası olmayan ve aslında dinsizlik öğretisine dayanan fikirler bulmak mümkündür:

“...Mabetlerde, camilerimizde, sıralar, elbiselikler-gardıroplar tesis edilmeli ve ayakkabılarla mabedlere girilmesi önemle tavsiye edilmelidir....”

“...İbadet lisanı Türkçe olmalı, ayinlerin (herhalde ibadetler denilmek isteni-yor), duaların ve hutbelerin Türkçeleştirilmiş şekilleri kabul edilmeli ve uygulamaya konulmalıdır...”

“...Musikişinasların gözetiminde teganniye yönelik güzel sesli imam ve mü-ezzinler yetiştirip, ibadetlerin daha ruhani bir şekilde yapılması sağlanmalıdır... Bunun için de ibadetlerdeki ruhaliniğe yardımcı olması açısından, camilerimize musiki aletlerinin; saz, kanun, keman, piyano, darbuka, ney, vs. gibi aletlerinin konması gerekmektedir...”

“...İbadetlerin ilahi mahiyetinde asri ve enstrümantal musiki (klasik ve hafif batı müziği denilmek isteniyor galiba!) eşliğinde yapılmasına kat’iyyen ihtiyaç vardır...”

“...Secde yerleri yerden 20-25 cm. yükseklikte kurularak, secde makamının yüksekliğine, ulviliğine (!) uygun davranışlar gerçekleştirilmiş olur. Böylece ayakkabılarla cami içlerinde gezinilirken, secde mahallerine basılmamış olur!..”

“...Kur’an’ın ve Kelamcılarm anlattığı gibi ve nede Tasavvufçuların izah ettiği gibi olmadığını beyanla, Türklere uygun (!) bir tarzda Kur’an felsefesi geliştirilmelidir...”

“...Bütün bu ‘dini ıslah projesi’nin gerçekleştirilmesinde en etkili iki devlet kuruluşu, biri Daru’l-Fünün İlahiyat Fakültesi, diğeri İstanbul Devlet Konservatuvarı ’dır.

20 Haziran 1928 yılında gündeme gelen ve daha önce de bazı devlet erkanıyla, bazı din erkanı arasında müzakere edilmiş olan bu projelerin, dini geliştirmek adına değil, aslında dini batırmak ve dini yok etmek adına yapıldığı, bir diğer ifadesiyle, “vahiy dini” olan “İslâm yerine, yeni bir beşeri din (Yeni İslâm)“ ortaya çıkarmak adına yapıldığı ortadadır. Tüm batılı araştırmacılar bu yeni dine “Kemalizm” adım vermişlerdir.

Yukarıda özetlemiş olduğumuz dinde reform cümleleri söylediklerimizin birer kanıtıdır. 1988 Türkiyesi’nde, en solcusundan, en sağcısına kadar sorulduğunda tüm bu fikirlerin aslında dinsizlik ve dini yıkmak adına yapılmış olduğu rahatlıkla söylenecektir.

 

Atatürk Dine Karşı Kesin Tavırlı Olmasaydı, Dini Reformla** Daha Kolay Gelişirdi’*

Kimi yazarlara göre de bu durum, Kemalist laik anlayışının uygulama biçimi ile Mustafa Kemal’in bizzat kendisinin dine karşı olan tavrından kaynaklanmaktadır.’,(1)

Hatta yukarıda dile getirdiğimiz dinî reform projesi bile, “Muhtemelen din adamlanna yeniden güç kazandırır ve onları laik iktidara rakip bir otorite merkezi haline getirir’ ’ endişesiyle uygulamaya koyulmaktan vazgeçilmiştir.(2)

Amerikalı araştırmacı-yazar ve Türklerin de çok iyi tanıdığı kişi olan Prof.D.A. Rustow, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarının sunduğu “Dini reform projesi”nin gerçekleştirilmemesine Atatürk’ün yukarıda belirttiğimiz endişeye binaen uygulamaya koymadığını/koydurtmadığını dile getirmiştir.(3)

Yine buna benzer bir mütalaayı Uriel Heyd dile getirmektedir. Heyd, “Eğer Atatürk’ün dine karşı tutumu olmasaydı, Türkiye’de ilginç bir dinsel reform gündeme demektedir. (4)

Halide Edip Adıvar ise, bu düşüncelerin geniş halk kitlelerinde büyük hoşnut-suzluklar meydana getirdiğini söylediği, “Türkiye’de Diktatörlük ve Reformlar’’ başlıklı İngilizce yazısında(5) devlet ve hükümetin dine karşı tavırlarına ve devletin dine olan baskısına dikkat çekerek: ‘Laiklik adına yapılanlar, aslında laiklik ilkesiyle çelişmektedir” tesbitinde bulunmaktadır.

Halide Edip Adıvar sözkonusu yazıda, laikliğin temeli olan * ‘Kaesar’ın hakkını Kaesar’e, Tanrı’nın hakkını da Tanrı ’ya...” sözünü hatırlatarak, Türkiye’deki din- -devlet ilişkilerine değinmiş ve ‘ ‘Türk halkı sonunda Kaesar’ın hakkı olanı Kaesar’a, yani devlete verdiler. Fakat öte yandan Kaesar ya da devlet, Tanrı’nın hakkı olan şeyleri hâlâ ellerinde tutmaktadırlar” diyerek devletin dine karşı olan tavırlarına ve laikliği, ladinilik şeklinde uygulamasına dikkat çekmiştir.

Halide Edip Adıvar son olarak, uygulanan Kemalist laik anlayışla devletin dinin yersiz müdahalelerinden kurtulmuş olduğunu ve fakat devletin dini gözetim ve baskı altında tutmasının da apaçık bir kusur olduğunu belirterek, “Uygulanan laiklikle, Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler bu bakımdan daha özgür yaşamaktadırlar” demektedir.(6)

Halide Edip Adıvar Hanım’ın, 1930 yıllarında yaptığı, “Uygulanan laiklik anlayışı ile Türkiye’deki Hristiyanlar ve Yahudiler Müslümanlar’dan daha özgür yaşamaktadırlar” tesbitini 1985 Aralık ayında kendisiyle yaptığım bir konuşmada Prof. Dr. Mümtaz Soysal da aynen tesbit ve tekrar etmiştir. Prof.Dr. Mümtaz Soysal: “İnanç ve düşünce olarak Türkiye’de haklan sınırlananlar, azınlıklar değil çoğunluklardır. Asıl haklan kısıtlananlar, inanç ve düşünce olarak baskı altında tutulanlar, Müslüman çoğunluktur. Bu durum laikliğin gereği olarak ortaya çıkmıştır. Müslüman halkm dinle ilgili haklan laik devletin kurallarıyla sınırlandırılmıştır. Oysa Türkiye’de ibadet özgürlüğü ile ilgili sınırlamalar gayr-i müslim azınlıklara uygulanmamaktadır.”(7) diyerek, Halide Edip Adıvar’dan tam 40 yıl sonra aynı gerçeği dile getirmiştir.

Prof.Dr. Hüseyin Hatem’i de bir hukukçu olarak, laiklik adına dine ve dindarlara karşı alınan tavırlara, “Laiklik enginizasyonu” demeyi uygun görmüştür.(8)

“Ferdin dini vecibelerini, inanışının yoğunluğuna göre uygulayıp uygulamaması, kendisine ait bir olaydır. Buna kimse müdahale edemez. Dini vecibelerini yerine getiren dindar vatandaşlara devlet müdahalede bulunuyorsa, bu müdahale aslında laikliğe karşı yapılmış bir müdahaledir.’’(9) tesbitleriyle de yazar Atilla İlhan, 1924’lerden itibaren -ve bugün de devam eden- uygulanan laiklik paradoksuna işaret etmiştir.

Çankaya kitabının yazarı Falih Rıfkı Atay ise, 1930 Ağustosu’nda yazdığı biz yazıda din-devlet ilişkilerinde sahnelenen bu olayların demokratik olmadığını teslim etmekte ve: “Türkiye’de demokrasi, hoca ve mürteci saltanatıdır. ”(10) diyerek, antidemokratik oluşun adeta gerekçesini göstermektedir.

Demokrasi adına yapılan antidemokratikliğin gerekçesi olarak Falih Rıfkı Atay, rahatlıkla dindar Müslümanları gösterebilmektedir.

Bütün bunlar gösteriyor ye ispat ediyor ki, devletin dine baskısı, dinde, dini olmayan reformlara gitmesi veislamiyeti ıslah(!) adı altında garib projeleri gündeme getirmesi 1928’lerden itibaren başlayan dini sindirme ve yok etme faaliyetlerinin bizzat rejim tarafından nasıl “şuurla” yürütüldüğünü ortaya koymaktadır.

 

1- Mete Tunçay, Nizayi Berkes, Halide Edip Adıvar, Ingiliz Kadm Yazar G.Ellison, Uriel Heyd ve Türk Maarif Tarihinin yazan Osman Nuri Ergin bu görüştedirler.

2- Mete Tunçay, Tek Parti, s. 220.

3- Prof. Dr. D. A. Rustow, Politics and İslam in Turkey, s. 69-70, (Derleyen R.N. Fiye, Islam and West, Lahey, 1957).

4- Uriel Heyd, Türk Ulusçuluğunun Temelleri, (Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1979, Ankara), s. 97.

5- Halide Edip Adıvar, “Dictatorship and Reforms in Turkey’’, Yale Rewiew, Güz 1929, s. 27-44. :'

6- Halide Edip Adıvar, Conflict of East and West in Turkey. (Türkiye’de Doğu-Bau Çatışması) konferansından. Sözkonusu konferansı Hindistan’da, * ‘Camia-ı Milliye-i Islamiy- ye’ ’ için verilmiştir. Bu konferansta okunan bildiriler aynı adla 1937 yılında ŞeyhMuhammed Eşraf tarafından Lahor’da yayımlanmıştır.

7- Prof. Dr. Mümtaz Soysal, “insan Haklan ve Başörtüsü Üzerine’ ’, Konuşan Haşan Hüseyin Ceylan, İslâm Dergisi, Aralık 1985, Sayı. 28, s. 12-13.

8- Prof.Dr. Hüseyin Hatemi, İslâm Dergisi için ‘ ‘ Başörtüsü ve İnsan Haklan Üzerine’ ’ yaptığımız bir görüşmede bu tesbitini dile getirmiştir. (İslâm, sayı 28, Aralık 1985, s. 141

9- Atilla İlhan, İslâm Dergisi, Sayı 28, Aralık 1985, s. 15

10- Falih Rıfkı Atay, Eski Saat 1917-1933, s. 433, İstanbul 1933
Devamını Oku »

Bunalım ve İnsan

insan-ve-bunalim

Kitabımızın başından beri savunageldiğimiz üzere, tekrar edelim ki, organizmamız ve duyularımız sınırlılığı, esirliği, fâniliği, izafiliği telkin ettiği halde; iç idrâkimizi teşkil eden şuurumuzda, bunların zıddı özlemler buluyoruz. Şuurumuz sınırlı,fani,esir ve izafi bir organizmanın içine hapsedilmiş ebedîlik, sonsuzluk, hürriyet ve mutlaklık gibi durmaktadır. Bizim organizmamızda sanki sonsuzluk sınırlılığa,hürriyet esarete, ebediyet fâniliğe, mutlaklık izafîliğe teslim edilmiş gibidir. Bizi bunaltan, bu durumu idrâk etmekdir. İdrakimiz bu çelişik durumdan kurtulamamanın çırpmışları içindedir.Daracık bir kazan gibi duran organizmamın bu duyularımın sınırlarını zorlayan, onu yetersiz bulan ve onu aşmaya çalışan, şuurumuzu istilâ eden bir iç haykırışı inkar etmek kaabıl değildir. Sanki, sonsuzluk, ebediyet ve mutlaklık bizim gönlümüze oturmuş, organizmamızın ve duyularımızın sınırlılığını, güçsüzlüğünü ve yetersizliğini işaret edip durmaktadır.

Bir Hadis-i kudsîde "yeryüzüne ve göğe sığmam; fakat inanan kulumun gönlüne sığarım' diye buyurulur.

Sonsuz olan, sınırlı olanın "kalbinde" taht kurarsa ne olur? Sınırlı olan aczinden çırpınır durur. Böylece idrâkimiz duyuların sınırlarını zorlayıp ebediyete, hürriyete, sonsuzluğa ve Allah'a doğru bir çıkış ve yükseliş yolu aramaktadır.

Görülüyor ki, bunalım, şuurun duyuları aşma cehdini, ruhun organizmanın güçsüzlüğünü görmesini ifade eder. Bunalım bizi ebediyetlere doğru Allah'a doğru fırlatan bir iç iticidir, insan yüksek idrâk seviyesini iptal etmedikçe bundan kurtulamaz. Bunalım içinde boğulduklarını söyleyen nesillerin uyuşturucu maddelere düşkünlüğü ne kadar mânidârdır. Kendi gerçeğini görmemek için gözlerini yummak gibi, içindeki çığ'lığı duymamak için şuurunu uyuşturmak veya içgözunü kapamak insana gerçekten hüzün veriyor .

S.Ahmed Arvasi
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)

A'dan Z'ye Kemalizm (4 ve Son)P.

Böylesi bir perde nice gözleri bürümüşken, nice aklı meşgul edecek; yaşamayı herşeye tercih ettirecek, “dünyayı dine tercih rejimini’’ meyve verecek bir felsefenin temelleri de atılır adım adım.

Daha Cumhuriyet ilân edilmeden, bu temelin ilk direğı dikilmiştir bile.İzmir Kongresinde ‘’İktisadiyat demek, herşey demektir.’’der Mustafa Kemal. “Öyle bir iktisat devri ki, onda memleketimiz mamur olsun» milletimiz müreffeh ve zengin olsun.’’Ardindan bu açıdan da söz İslama varır.’’Kanaat, bitmez tükenmez bir hazinedir’’ hadisinden bahis açılır. Sonuç, bir idam hükmüdür sanki, "kanaati kenz-i yefna (bitmez tükenmez bir hazine) farzetmek. Fakrı fazilet bilmek felsefesine de, iktisat devri artık hitam versin. Ve infaza bir an önce başlanır. “Lüküs hayatlar devreye girer. Kaç milyonerimiz var?

‘Hiç’ der Mustafa Kemal, “Binaenaleyh, biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilâkis, memleketimizde birçok milyonerlerin, hattâ milyarderlerin yetişmesine çalışacağız.”

Çalışır. “Biraz parası olanlar’ listesine alınan Eczacıbaşı sülâlesinden Nejat Eczacıbaşı’nın dediği gibi, CHP dördüncü kurultayında devletçiliği öneren Atatürk, o “devletçilik“ içinde, “yol işlerini, demiryolu işlerini bazı müteahhitlere verir; ortaya Vehbi Koç ve benzeri zenginler çıkar—yaşayışı ile herkesin özendiği bir Kemalist hayat örneği sergileyen; parası ile Kemalizm çizgisindeki basının, şunun, bunun destekçisi ve gen kalanların ise köstekçisi olan zenginler...

Bîr yanda bunlar olurken, diğer yanda “Allah’ı da, sultanla birlikte tahtından indirdik. Bizim mabedlerimiz fabrikalardır" diye yazar biri CHP Edime mebusu Mehmet Şeref Aykut ise, Kamalizmi anlattığı eserinde, şu tesbite erişin “Kamalizm, bunların üstünde, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir."

Bu din, nice dinsizi bağrına çeker. Ama ne yazık ki, nice safdil ehli dini de meşgul edip kendisine bağlar. Nice insan, Şemseddin Günaltay’ın Zulmetten Nura ’sında yazdığı gibi düşünmeyi hak bilir. Nicesi, onun gibi, “Asıl İslâmlık dünya ve âhiret için çalışmak, dünya ve âhiret için kazanmak, dünyada büyümek, kuvvetlenmek, servet ve ihtişam içinde yaşayarak, mesut ve faziletli bir dünya hayatı yaşayarak Allahın ahirettekı nimetlerine istihkak kazanmaktır'' diye düşünür. Bu, Max Weber in Kaptializmin Ruhunda örneğini verdiği -Protestan ahlâkına tıpa tıp uyan bir felsefedir. Ve görünüşte din ile hayatı, dünya ile ahireti bir arada düşünüyor gibiyse de, en nihayeti yaşama derdini dine, dünyayı ahirete tercihi netice verir. Ve dünya hayatı için istenenlerin sınırı olmadığı için, âhiret için çalışmaya bir türlü vakit kalmaz.

İnsanlar, sanki insan olduklarım unutmuş gibidir. Sanki, aklıyla, kalbiyle, vicdanıyla, onca duygusuyla şu koca kâinata muhatap olan insan kalkmış; sadece mide ve dilden ibaret, başka bütün kabiliyetleri onun emrine girmiş insanlar dünyaya gelmiş gibidir.

O günleri Kastamonu sürgününde bütün gerçekliğiyle gören Bediüzzaman Said Nursî, bunun için “İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar“ der “Bu asır hayat-ı dünvevivevi, havat-ı uhreviyeye ehl-i İslâmî da bilerek, severek tercih ettirdi.“ O kadar ki. ‘büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi, o cazibeye kapılıp hakiki vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar.”

Said Nursî'nin buna karşı mücadelesi de dikkate değer. Bu tablo karşısında “iktisat“ın. “şükürün’’. “rızk“ın imanî tahlilini ortaya koyar Bediüzzaman.Asıl rızık vereni, asıl nimetlendireni anlatır, iktisat ve kanaatin nasıl yaşanacağını akla gösterir ve der: “Ara sıra, İhlâs ve İktisat Lem’alarını beraber okumalısınız.” Öyle bir devir yaşanmaktadır ki, “iktisat’ ın sırrını anlayıp ona göre yaşanmazsa, ihlasa erişmek de imkânsız hale gelmektedir.

Bu iki risale okunmazsa? Yaşanmazsa? Ve şu veya bu kadar olsun. israfa düşülürse? Sonra ne olur?

Sonuç, ehl-i din olsun veya olmasın, yüz binlerce, belki milyonlarca örneği ile ortadadır: “israf eden ona esir olur, onun dâmına düşer.

R

Kalpler,akıllar midenin derdine düşmüş halde 'yaşamak derdi'nin peşine düşmüş iken 'lüküs hayat'ın düşünü görmekte iken;kalbleri,akılları uyutacak başka başka şeyler de ortaya çıkıverir.Dinden imandan ancak 'bir mürteci daha' kabilinden iğrenç haberlerle bahseden gazeteler,yığınla malzeme yığar akılların önüne. 'Şu aktris şu aktörle dolaşıyor'dan,'Bilmem hangi devletin reisinin,Patagonya kralına ültümatomuna';'Para dağıtıyoruz'dan ' tayyare piyangosuna sizde katılın'a kadar,yığınla malzeme.

Radyo aynı malzemeleri saat başı iletir. Ebedî hayatını kurtarmak: onun için de şu dünyada kendisini sınayan Rabbine gerçek bir ubudıyet tavrı sergilemek durumunda olan insanlar, zihinlerini saat hası küçük, bu büyük dâvaya nisbeten ehemmiyetsiz, dünyevi meselelere mahkûm ederler. Düııvevi meselelerde boğulan her bir an, uhrevi olandan biraz daha kopuşu getirir. Üstüne üstlük eğlencesini, müiğinı de kenarına iliştirir radyo. Geriden sinema devreye girer; tiyatrosu, ve ötesi derken...

Ne gazete, ne radyo, ne sinema, ne tiyatro, eğer insanın var oluş gayesine göre gavelense bir uyuşturucu halini alacak değildir; ama “resmi dinsizlik'' dogması nın hüküm sürdüğü, ifsad komitesinın bunları bir “öncü kol“ olarak kullandığı bir devirde, hangisi insanın var oluş gayesine yönelir ki? Bilâkis, her biri aksı istikamette çalışır durur. Sonuçta, akıllar geveze, ruhlar serseri olur. Ve kalbler ölür.

 S

Ve “kadın,” Mustafa Kemal’in daha 1916 da haklarında “serbestliklerini vermek” notunu düştüğü “kadın,’ oyunun son perdesinde sahneye itelenir. Tek bir 'Selâmün aleyküm ’e bile tahammül edilmeyip, yerine '‘günaydınının getirildiği; Adab-ı Muaşeret kitabı ile birr asri işretin reklamının edildiği sırada, kadınlar yavaş yavaş “asrı hayat'' a ısındırılır. Balolar, güzel bacak müsabakaları, güzellik yarışmaları, açılıp saçılmalar birbiri ardınca gelir.

Daha Eylül 1925'te, "güzel bacak müsabakası" başlar Aynı sıralar kızlı-erkekli dans yarışmalarının başladığı tarihlerdir de. 1931'e gelindiğinde ise, güzellik yarışmaları sıraya girer. İlginçtir, ilk “kraliçe,"’ aynı zamanda bir Kemalizm öğretmenidir. İkinci “güzel" dünya güzeli seçilince, Mustafa Kemal, bunu "ırkının tabiî güzelliği ”ne bağlar ve pek memnun olur, keriman Halis’in Ata'sına çektiği telgrafa bakılırsa, işin aslı başkadır: “Bu muvaffakiyetim, sizin memleket kadınlığına telkin ettiğiniz fikirler eseridir."

İlk balo ise, Ankara Türk Ocağında yapılan tayyare balosu olur. "Gazi ve İsmet Paşalar" da katılırlar. Akabinde, her şehirdeki devlet erkânına birer balo vacip olur. Tiyatrolar sözde ve giyimde müstehcenliği ihmal etmezken, Şehzadebaşı ndaki “Millî Sinema” kabilinden sinemalar Kadın veErkekde Viicud Güzelliği, Çılgınlar Revüsü gibi filmler gösterirler. O günkü adıyla “deniz hamamı" olan plajlar da bir hayli teşvik görürler.

O yıllar—meselâ 13-14 İkinci kanun 1931 tarihli Karagöz örneğinde olduğu gibi— bugünün “Muzır Neşriyat Kanunu"na göre suç teşkil eden resimlerin rahatça basılabildiği ve de satıldığı devirlerdir. Afrodit kabilinden erotik romanlar da yayınlanma fırsatı bulur.

Sonuç, ağzından salyalar akan bir “muharririn satırlarına “Kadınların açıklığı günden güne aldı yürüdü. Şimdi doya doya güzel kadın vücudu seyrediliyor" diye akseder. “Artık bacak göstermenin ayıbı mı kaldı yahu? Kısa etekler, hepsini kabak gibi meydana koydu. Şöyle bir çarşıyı pazan dolaşın, istediğiniz kadar bacak seyredin."

Bunlar olurken; böylelikle erkekler kadınların esiri, kadınlar eâfteıinin esiri haline gelir; iki halde de olan “insan" olan insanlara olurken, “tesettür"e dair yapılanlar da dikkat çeker. Okullarda tesettürle okumak da, devlet dairelerinde mesture olarak çalışmak da yasaklanır Hemen her “devrim muhafızı," tesettüre saldırmayı bir vazife sayar. Bu cümleden olarak, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursi,hayatının tek mahkumiyetini, ilginçtir, “Tesettür Risalesi'' yüzünden alır.Bir diğer mevkûfiyetinin gerekçesi ise, kâinatta görünen her bir eserin nasıl Yaratıcısını bildirdiğinin tahlilini sunan: Kainattan Hakkını soran bir seyyahın müşahedatı olan Ayetü'l Kübra'dır.

Boyle bir devirdir Kemalizm devri...

Ş,T,U

İsterdik ki. şu üç harfi de bir güzel tahlil edelim. Ne yazık ki, 5816 sayılı anu demokratik kanun buna izin vermiyor.

 Ü

Ve bütün bunlardan sonra, Mustafa Kemal'in ölümüne ramak kala söylediği şu söz hatırlarda canlanıverir. Şöyle demiştir “Türkün

"Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır'' ve ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat müessesesidir."

Evet, doğrudur. Ama buradaki “istibdat/ sadece siyasî istibdat mıdır? Ya toplum hayatında hüküm süreni? Ya akıllardaki istibdat? Ya kalblere gem vuran istibdat? Ya nefislerin istibdadı? Okullarda, yollarda, evlerde, sohbetlerde ve iç dünyalarda akıllan boğan, kalpleri yaralayan, insanı düşünmez veya yalnız dünyayı —ve de sanki Sahibi yokmuş gibi, kendi hesabına dünyayı— düşünür kılan gizli istibdat?

 V

Yukardaki sözü 1937'de söyler M.Kemal.Ve bir sene sonra istediği kadar 'Atatürk ölmedi' diye şarkı tutturulsun,her insan gibi o da ölür.O günün akşam gaztesi Haber,o günün akşamı haberi şöyle verir;Atatürk öldü,Yaşasın Cumhuriyet !

 Y

Aradan yirmi bir sene geçer. Bu defa bir başka gazetenin yazarı. kendisini şöyle demeye mecbur hisseder.

“Demokrasiye gidilirse devrimden, devrime gidilirse demokrasiden olunacaktır. ~

Gerçekten, bugüne kadar da hep öyle olmuştur.

 Z

Dinin ortadan silinmek islendiği, kalplerin nefislerin istibdadına atıldığı, iman hakikatlerini düşünme ve hazır akılların dalâletle boğuşturulduğû bir tablo sunmuştur Kemalizm. Ve o tablo, hayatiyetini bugün de apaçık devam ettirmede Atatürk öldü, ama Kemalizm değil. O, kimi insanların hayatında açıkça, tüm bir toplumun hayatında ise üstü kapalı biçimde yaşamavı sürdürüyor. Kimi kişilerin dünyasında büsbütün yaşıyor; kimilerinin dünyasında ise parça parça. Tam anlamıyla Kemalist denilemeyecek birçok insan bile ya onun “milliyetçilik" okuna ya “devletçilik" okuna; ya dünyevileşmeci “laiklik” okuna ya da başka bir desisesine râm olmuş halde yaşıyor. Hattâ ilgili okun farkına bile varamadan...

Ve galiba onun attığı oklarla yaralanmamak, onun açtığı "çullara düşmemek için, dün olduğu kadar bugün de,sürekli bir imani uyanıklık gerekiyor...

Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

A'dan Z'ye Kemalizm (3)

Böyle» bir ruh halinin insanı olan M. Kemal, bırakın 1920 leri. daha 1910’lu yıllarda, “ileride, günün birinde, duruma hakim olunduğunda" yapılacak şeyleri, kafasında kurar durur Nitekim, “Kurmay başkanı ile tesettürün kaldırılması ve İçtimaî hayaumızın ıslahı hak­kında sohbet" diye yazar 9 Aralık 1916 tarihli Hattra Defteri ne. Üç se­ne sonra 8 Temmuz 1919’dâ, deftere şu notlar yazılır: ",. Üç: teset­tür kalkacaktır, Dört fes kalkacak, şapka giyilecektir. Beş; Latin harf- leri kabul edilecektir.’’

Ve aynı insan,SaidNursînin,“1338’de Ankara’ya gittim. İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden neşe alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek!  ‘’ tesbitini yaptığı günlerde. Konya,Türk Ocağında “ehli  dine dair’’ iyi niyetini de açığa vurur.

…Ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfî istikamette atacağı bir hatve yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadardır. (…) O adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş bir hançerdir. (…) Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam yine tepeler ve yine öldürürüm.”

Sözünün eridir M. Kemal; takip eden yıllarda, binlerce insan, gereginde kanuna rağmen, Meclise rağmen hatta gariptir millete rağmen öldürülür. Çünkü, M. Kemal için millet onun fikrini, onun dediğini, onun seçtiğini tasdik için vardır. Kendi kendine düşünmemelıdır Atası zaten onu düşünüyordur!

Öldürülen aslında insanlar değil, düşüncedir, inançtır. Cüz/i iradedir, hür fikirdir, hürriyettir öldürülen... Sanki herkes, birer küçük M. Kemal olması gerekiyormuş gibi, sorgulamadan, düşünme­den onun yolundan gitme durumundadır. Gitmeyip, gitmediğim de açıkça beyan edenler, hoşgörüyle karşılanmaz; talihi yaver giderse hapse düşer, gitmezse öldürülür. Sonuç?

Neticede. 1930’ların Türkiye’si ortaya çıkar.

O günlerin Türkiye’si hakkında üç isimden, üç yorum;

Adnan Adıvar: “O dönemde, Batı düşünüşünün, daha doğru­su Batı pozitivizminin egemenliği öylesine yoğundu kî, buna düşünce demek bile zordur. Daha iyisi, resmi dinsizlik dogması’ denilmelidir’’

H.A.R Gibb “Türkiye pozitivist bir anıtkabir oldu.”

Carlton J Hayes; ‘’Milliyetçilik resmi Türk dini oldu "

İşte. 1930 lar Türkiyesine geldik, En son Serbest Fırkanın kapanışı ve tezgah olduğu sıklıkla vurgulanan Menemen Hadisesi sonrasında girişilen idamlar ile muhalefet namına tek "çıt” kalmamış. CHP. ade­ta devlet M Kemal de, CHP'nin reis i umumisi. Varılan karar üzere, “Parti devletle birlikte çalışır" artık. “Devletle aynı seviyededir’’İşte bakın, içişleri bakanı aynı zamanda parti genel sekreteri; valiler, par­tinin il başkanı olmuş bile M. Kemal, hem devletin, hem partinin başı. "Ebedi şef." “Atatürk.“

“Ebedî şef." Türkün atası." ve de “hazretleri’’ tabirini yasakla­tan “devrimine’’ rağmen “Gazi Hazretleri’’bu hali, apaçık tescil edi­yor şimdi:“Dünyada malûm olmuştur ki, bizim devlet idaresindeki ana programımız, CHP programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, idarede ve sivasette bizi aydınlatan ana hatlardır. Fakat bu prensiple­ri gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalı­dır. Biz ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz,.“

Bernard Lewisin sözünü ettiği “ sekülarizasyonun son sınırı­nın tescilidir bu. Hakimiyet, dehanındır artık. Vahiy ortadan şilin­miş; devlet yönetimi ve gündelik hayat dinden büs bütün tecrıd edil­miştir. Devlete, topluma, basına, okula hakim olan, “ilhamını gök­ten ve gaipten almayanlardır’’Onların ilham kaynağı, onların ilahı yine vardır; ama yerdedir, yeryüzündedir; kendileridir ya da başka bazı insanlardır.

O sıralar Türkiye yi dolaşan bir İngiliz kadın gazeteci, Konyadan Adana'ya giderken işte 0 yerdeki ilâha tapan bir okul müfetti­şi ile tanışır -tapmasa müfettiş olur muydu, ayrı bir soru. Şöyle der müfettiş ;"Bizim peygamberimiz  Gazi’dir.Arabistanlı zatla işimiz bitti.Muhammedin dini Arabistan için gayet iyiydi,ama bize göre değil’’

"Fakat sizin hiçbir inancınız yok mu?"

"Var, var. Gazi ye, ilme, ülkenin geleceğine ve kendime inanıyorum"

"Ya Allah?"

“Allah hakkında kim ne bilebilir ki? İlim vardır, iyinin ve kötünün gücü vardır. Geri kalanı hakkında ise, hiç kimse kesin birşey bilemez”

Adanaya varılır. Okullar teftiş edilir. Bir çocuk ve o çocuğu öğretmeni şöyle kocaman bir “aferin" alır. Niye mi? “Atatürk’e"şiir
yazmıştır çocuk. Nasıl bir şiir mi? Şöyle: "En büyük,imanım şu: Sen Rabbın yarısısın/Yerin üstünde fakat, Türklerin Tanrısısın.”

Hemen belirtelim: “Atatürk’e" o “şiir"i yazan zavallı çocuğun büyük atası ise, öğretmenin ezberlettiği bir diğer “şiir"e bakılırsa,
maymundur: Hayvanlar alık alık/Gülerlermiş bakarak/Atarken maymun taklak/İşte odur dedemiz/Biz onun neslindeniz."

“Ilkmektep" çocuklarına bu şekilde; ortamektep çocuklarına biyoloji ve tarih kitapları ile bu kabil şeyler öğretilir. Bülent Tanör.
"ateizm" olarak yorumlar bunu. Doğrudur. Zaten, Atatürk’ün hazırladığı tarih kitabı, tabiatı ilâh. Atatürk'ü put yapan başkaca kitaplar dışında, ilâveten vahyin, peygamberin, kuranın reddi mânâsını taşır.

Sonuçta, “inkılâba uygun yeni adam" çıkar ortaya. Ülkü'de RaHim Apak’ın  yazdığı ve Hitlerin dediği gibi, “bir inkılâbın muvaffakiyetin sırrı, o inkılâba uygun yeni bir adam yaratmaktır." Ki, bu da başarılmıştır. Bir derginin anketine, "muallim" adayı bir genç, bir ‘yeni adam’' şöyle bir cevap getirir:

’Dini kayıtlardan âzade bir genç için, kudsiyet mefhumunu milliyetten başka teşkil edecek ne var ?

N

Bir genç  oylesi cevap verdiğine göre, Kemalizm artık eseriyle övünebilir duruma gelmiş demektir. 20lerde, neşredilmeyen, ama Ata- tûrk'ün altını çizerek okuduğu Din Yok, Milliyet Var hedefine ulaşmıştır. Mete Tuncayın belirttiği üzere, “dinin yerini milliyetçiliğin dair umutlar’’meyve vermiştir. Gerçi bu sonuca varmak için dindaş Arapları çirkin gösterme, Kürt soyundan gelen din­daşlarımızı bir potansiyel düşman görerek ezmeye çalışma gibi —el­it altmış yıl sonra bile ülkemizin başını ağrıtacak— kimi yanlış, hak­sız, ama kasıtlı hareketler de gerekmiştir. O günlerin ruh hali içinde bunun mahzuru görülmez; bilakis, menfî milliyet fikrinin beslediği adaletten uzak, zalimane, hatta paranoyak ruh hali içinde, mazur bi­le görünür. Ne de olsa, hedef dindir, ve milliyetçilik dinin alternatifi gibi görülmektedir.’’Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat’’ta Mehmet Izzetin bu minvalde yazdığı gibi, “dinin laikleştirilerek milliyetçiliğe dönüştürülmesi’’ yeni nesil için sonuca ulaşmıştır. “Milliyetçilik, Türkiye'de yeni bir din oldu” diye yazar Grace Elli son, “Misak-ı Millî, Kur ân-ı Kerim’den daha mukaddes sayılıyor. ” Yakup Kadri gibi ya­zarlar. “büyük şefi Hz. İsa'ya benzetmekseler.’’

Tüm bunlardan sonra, sonuç malum,..

Sonuca giden yol da belli aslında: Bir yandan dinsizleştirme; diğer yanda “millî gurur“u okşama; İslâmiyet adına kazanılmış zafer- teri ve İslâm adına yapılmış eserleri bile "Biz Türkler” ile başlayıp, milliyete mal etme; sair milletleri hor görme; “Türk’ün Türk'ten başka dostu yoktur“ paranoyası; özellikle müslüman milletlere karşı düşmanlık aşılama; avuca Güneş-Dil Teorisi, Türk Tarih Tezi, vs...

O

O günlere ait, ilginç bir gazete haberi var. Başlığı şu: “Camiler 90 tanesi kapatılacak’’ Altında, haber metni:’’Müessesat-ı diniyye müdürlüğünce cemaatsiz camilerin seddedileceği yazılmıştı.Bu suretle kapatılcak camilerin ekserisi İstanbul cihetindedir.Kapatılcak camilerin hiçbirisinin tarihi ve mimari değeri yoktur.’’

Bu haber, ‘’…cami ve mescidler usul ve mevzuata göre kendile­rinden başkaca istifade edilmek üzere kapatılır’’ diyen ilgili kanun çıkmadan da camilerin kapatılıp: han,kışla,dükkan. depo, yahut meyhane edilişine, veyahut yıkılıp arsa oluşuna dair bir haberdir. Ama. kendisini dayandırdığı bir “mazeret" bilhassa dikkati çeker: “Tarihî ve mimari defteri yoktur "

Bu haberi N harfi ile birlikte düşününce, şu sonuç çıkmıyor mu: “Camiler, eğer ‘Biz Türkler mimaride şöyle ileri gitmişiz. Tarih­te böyle büyük eserler yapmışız. Başka milletlerden bu bakımdan da daha ileriyiz’ deme imkanı vermiyorsa, cami olmaktan çıkarılabilir.”

Zaten, zamanın yönetimi ezana da doğrudan düşman değildir. Sadece, “Arapça ezan "a karşıdır. “Türk ülkesinde Türkçe ezan oku­nur." Kur’ân'a da muarız değildir Sadettin Kaynak'ın. Atatürk’ün huzurunda yaptığı gibi, “Türkçe’sinden okunmalıdır." Namaza da karşı değildir, ama ‘Türkçe olmalıdır. Meselâ Atatürk’ün kılınır mı,kılınmaz mı yollu uzun tartışmalardan sonra gerçekleşen cenaze namazı gibi, ‘Tanrı nın selâmı üzerinize olsun’diye bitmelidir.

Özetlersek, o günlerde iki harf yan yana yürür. N ve O. Olabilir­se, “dine karşı milliyet’’ olamadığı yerde, “dini milliyetin içine alıp, ona uydurma’’

İkisi de tutmuş gibi...

Sadece, büyük bir taktik hatası beliriyor,ibadete. Türkçe ezan şeklinde yapılan bu tek hükümet müdahalesi, dedesinin, babasının dinini taklit eden, belki tahkiksiz, ama gerçekten saf, ter temiz, gön­lü kirşiz insanlar açısından, Dankwart Rustow'un dediği gibi, “diğer laiklik tedbirlerinin herhangi birinden daha geniş bir halkkızgınlığına sebep oldu.’’“Ve bu kızgınlığın beraberinde bir “Nereye gidiyoruz? Bizi nereye götürmek istiyorlar" sorusunu doğurdu.

Ö

Gerçek bu. Ama bu kızgınlığa dahil olmayanların varlığı da gerçek. Aynı donem içinde nice Halk Partili, “Allah onlardan razı olsun’’cu, “Bizi onlar kurtardı’’cı, ama namazlı-niyazlı insanlar da çıkar. “Eski Yunan ın fikr-i kûfrîsi devlet zoruyla öğretilir hale geldikten sonra. Yunan gerçekten vatandan atılmış denilebilir mi ?” diye soramayanlar çıkar. ‘Tanrı uludur’’u rahat rahat günde beş defa okuya bilen ki­mi imamlar çıkar. Türkçe ezanı normal gören Rıfat Börekçi türünden diyanet işleri başkanları çıkar.

Gerçi, Ağaoğlıı Ahmet'e göre, “Bir taraftan Cumhuriyetin mü­dafii kesilerek, diğer taraftan ‘kadın bacağı' müsabakasına girişenle­re; bir taraftan halk diye bağıran, öte taraftan da halkı hiçe sayanlara kimse inanmaz,” ama gerçekte kimileri öyle bir inanır ki..

Ferit Celâl adlı zavallının Nutuk için yazdığı “Türk milleti için bu kitap hayatın, neşenin, medeniyetin Kuranıdır’’sözüne çoğun­luk itibar etmez, doğru. Ama, devamla gelen. “Mahuv bir karanlıkta yürürken, kenarına düştüğümüz uçurumun dehşeti karşısında dü­şünmeyi bile unutmuştuk. O bizi millî bir hidayetle bu dehşetin için­den çıkardı” kabilinden sözler pek çok insanda “Yaa, Allah ondan ra­zı olsunlar ile makes bulur.

Evet, okullarda öğretilen fikirler, camilere reva görülen mua­mele, ezanın hali, Kurana yönelik hücumlar, daha nicesi hiç de hoş şeyler değildir; onlar da bunu bilmektedir. Ama. “Bizi o adam kur­tardı. O olmasaydı….’’mantığı ile, zihinler karışmaya başlar. Ardın­dan, o bir noktadan hareketle, binlerce zarar görülmezlesin,binler­ce zarara rağmen, ona taraf çıkılır. “Biz buna müstehakiz” denir, öy­lece rejimin devamına destek verilir. Kahramanlık damarıyla tek ba­şına “ulu kurtarıcılığa terfi ettirilen biri alkışlanır. Başa konulur Baştâcı yapılır.

Saki Nursi, o hali tasvir eden bir eserinde, bütün bunlardan sonra ‘dindar milletin ruhundaki nuru iman ve Kuran ışığıyla hakikat-i hali göreceği’’ni söyler.Burdaki iki ifade,bilhassa göze çarpar.’’Nuru iman ve Kuran’’ile ‘’Hakikat-i hal’’“Hakikat-i hal’’e iman nuru ile bakan birinin göreceği nedir?Mülkün gerisindeki melekût değil midir" Bütün o zahiri 'sebep’lerin gerisinde,her işte,her olayda sonsuz ilim,sonsuz kudret, sonsuz rahmet,sonsuz hikmet sahihi bir Kadir ve Alimin, bir Hakim ve Rahimin isimlerinin tecellilerini görmek değil midir?Öyle görebildiği içinde şükrünü doğrudan ve vasıtasız Ona iletmeyecek midir? Böyle bir insan başka kimselere niye minnet etsin ki…!

Ama va hale iman nuru ile bakılmazsa?

O zaman göz gölgelere takılır; akıl sebepler perdesinde kalır; ötesıne geçemez; gerçeği göremez. Gölgeyi, asıl zanneder.Tesiri "sebep’’lere verir. O yüzden, teşekkürü sebeplere iletir. “O olmasay­dı’’der.,ona minnet eder, ona bağlanır; ona ram olur.

O tıpkı Kemalızmin restorasyonu içın yapılan 12 Eylül ihtilâli ile anarşinin de önlenmiş gibi görünmesini ihtilâlcilere verip, sanki "Onlar olmasaymış, Allah başka bir vesile yaratmayacakmış” gibi, sanki sonuca varmak için onlara muhtaçmışız gibi göründüğü şekilde..

1920‘lerin, 1930’ların Türkıye'sinde olan budur. Bu yani so­nucu sebebe vermek; esbabpereslik.

Birinci Yazı; Tıkla.

İkinci Yazı; Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

A'dan Z'ye Kemalizm (2)

İ
Saman üstünde kendini sözümona “hürriyet” diye isimlendiren dehşetli, katıksız bir istibdat sürerken, saman altında .. su değil, zehir gibi birşey vardır “Kurumsal” ya da “şeklî” devrimle geçen 1920’ler, aynı zamanda bir sonraki on yılda toplum hayatında, zihinlerdi'. kalblerde ve nefislerde olanca ağırlığıyla yaşanacak bir büvük imtihanın aleyhte netice vermesine matuf “altyapı” çalışmalarına sahne olur.

Meselâ, daha Cumhuriyetin ilânından üç ay evvel, zamanın maarif vekili İsmail Safa'nın devrinde “Birinci İlmi Heyet" toplanır ve “muasır, laik eğitim”de karar birliğine ulaşılır. Aradan altı av geçer. Bu defa İzmir’de, “ulu bir mabedde mabudunun huzuruna çıkmış bir abd gibi vecd ve huşu duyarak" Mustafa Kemal'in yanma gidecek "kurlar seçilerek, bir “İlmî görüşme" yapılır ve şu tartışılır: ‘Terbiye (eğitim) dinî mi olmalı, millî mi?" Ortak cevap: “Devlet, terbiyesini laikleştirmelidir."

Nitekim, o devrin adamlarından biri “Bitaraflıktan anlamayız" der. “Çocuklarımızı partimizin ve devletimizin ana prensiplerine uygun bir tarzda yetiştirmek işleğindeyiz.** 1927'lerde henüz bu durumda değildirler. Bir dergi hayıflanır “Bugünkü nesli yetiştiren mütefekkir ve münevver zümrenin dinî bir imanı olmadığı halde, onların yetiştirdiği yeni neslin dindar olması..." diye lâfı alır, “bu imanı sarsılıp yerini yeni bir imana terketmedikçe" diye devam eder, ve sözü “millî iman" ile noktalar 1920’li yıllar. Dinden çıkıp milliyete tapan bir nesil için anketlerin, kitap etüdlerinin yapıldığı., bu hedefe varmak için muallimlerin yetiştirildiği, ders kitaplarının buna gore hazırlandığı yıllardır. Bu sayededir ki, 1930lara gelindiğinde, F. Frey’in işaretlediği şıı noktaya varılır:

‘’Kemalist ülküleri yaşayan ve Türk gençlerinin kafalarını öğretmenler Kemalin en sadık propagandacıları oldular.’’

J

30’ların zulmetli tablosu, 20'leriıı meyvesidir velhasıl. Ya 20’ler 30 yılların tablosu, gökten zenbille mi inmiştir?
Ebette hayır. Bilâkis, ardında. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle, “bin seneden beri" devam edegelen bir “rahneleme," bir yaralama vardır. Nitekim o bin senede üç ayrı gelişme göze çarpıverir. Bîr yanda, iman ile küfrün arasının tamamen açıldığı. Sahabilerin güneş gibi bir imanla Allah'a muhatap olup bütün hayatlarını Onun rızasına uygun hale getirme cehdi içinde yaşadığı Asr-ı Saadetten sonraki asırlarda bu ruhun tedricen gölgelenmeye yüz tutması. hattâ Rabbin Kur'ân'ı ile ne buyurduğunu anlamaya çalışan ulemanın kitaplarının dahi zaman geçtikçe Kur ân a ayna değil, gölge haline getirilmesi; “daima iman vasıtasıyla vicdanı ihtizaza getiren" Kurâna gölge edilmesi yaşanır. Ayrıca, o zamana kadar kâinata Kurân nazarı ile bakılırken, “ilm-i din gibi tabirlerin doğuşu gibi vakıalarla tezahür eden bir gelişme daha yaşanır: Kur ân ile kâinat, ayrı “ilimlerin konusu olarak görülmeye başlanır. Ve düşünce laikleşir.

Ve bütün bu gelişmeler birikerek 1900 lere gelindiğinde, ortada, eski Yunanın ~fikr-i küfri’sini ap açık neşreden aydınlar; “dinî ve millî~ ikilemesine başlamış bir devlet; samimî, ama taklitte kalan; kâinatı imanının delili kılmayan safdil dindar çoğunluk vardır. Zaman içinde, meydan birinci sıradakilere kalır.

Meselâ, iki İttihadçı aydın. Ziya Gokalp ve Abdullah Cevdet, henüz 1900’lerin başında din ile devletin ayrılmasını; ibadetin tamamen Türkçe olmasını; eğitim ve hukuk sisteminin laik temele dayanmasını isterler. Bu düşüncelerin. 1908 İttihad ve Terakki programına bir nebze yansıdığı görülür. 1909 sonrası icraatlara da. 1916'ya gelindiğinde ise, bütün mahkemelerin adalet bakanlığına bağlanması ile “laik hukuka adım atılır İlk Türkçe hutbe okunur.

Bunlara bakarak. “İnsanların en zor değişebilecek iki yönü olan dinî inançlar ve kadın konularında İttıhadçılar ile Kemalistle-rin gerekçeleri birbirine benzer“ diye söze başlar Baskın Oran. “Yeni Osmanlılardan ben süregelen Batılılaşma çabalarının doruğu olan bu İttihat ve Terakki islahatları, bir kadro yetiştirmek gibi olumlu bir fonksiyon da görmüştür. Bu kadro, arkasına gene bu ıslahatlarının yarattığı birikimi alarak, Türkıye Cumhuriyetini kuracaktır.”

K

İttihad aydınlarının bunu tartıştığı, İttihad iktidarlarının bunları tatbike koyduğu bir devirde, dinden kopmuş genç nesiller yetiştir­mekle ünlü okullardan birinden mezun, genç bir subaydır M. Ke­mal. O dönemin okuyan hemen her genci gibi, Büchner’in Madde ve Kuvveti’ni sair materyalist kitapları okumuş; Darwin’in izinden gidip, “İlk ceddimiz balıktır "* “Biz maymunuz'a kail olmuş; -bir Al­lah” inancını insanların “kendi uydurması” görmüştür. “Tabiat, hem kanunların sahibi, vâzıı, hâkimidir; hem de aynı, kanunların

Tabiidir.’’ Ona göre Yani,ne demekse, nasıl bir -mantık " ise, tabiat hem hakim, hem mahkûmdur Ve ‘’Fılhakika, insan tabiatın, mahlûkudur" diye devam eder M Kemal. "Natür insanları türetti, onları kendine taptırdı“ da der. Vahyi reddeder, âhırete inanmaz. Hayat anlayışını ise şoyle anlatır: ‘"Vaktiyle kitaplar karıştırdım, hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim, Bir kısmı herşeyi kara görüyorlardı. ‘Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız,dünya­daki muvakkat omür esnasında neşe ve saadete yer bulunmaz’’ dıyorlardı»

‘"Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmış­lardı. Diyorlardı ki, ‘Madem sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaşadığımız müddetçe şen ve şatır olalım.’ Ben kendi karaktenın itibariyle ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum.”

“Hiç deliliz ve hiçliğe varmayacağız” diyen bir üçüncü yol var dır. Bu yol üzere giden, “daha da akıllı” adamların kaleminden çık­mış, dünyanın ve hayatın anlamım açan nice kitap vardır. Ne ki Mus­tafa Kemal in onlara aldırdığı yoktur. Çünkü gerçekte, önce yolunu çizmiş; sonra o yolu kitabına uydurmuştur.

Metin Karabaşoğlu

Üçüncü Yazı: Tıkla.

Birinci Yazı: Tıkla.
Devamını Oku »

A'dan Z'ye Kemalizm (1)

A dan Z ye Kemalizm (1)


H


İbre çok önceleri bir yöne ağmış gibidir gerçi, ama bunun tescili 1920'lerin ortasında olur. Bilhassa 1923. bir dönüm noktasıdır. Kimin için, kime karşı, kimlerce, ne zaman, nasıl yapıldığı apaçık ortada olan bu savaşın son senesini takip eden 1923’te, Tarık Buğranın ifadesiyle, “tasnifi yapılmamış bir kitaplığı andıran" Ankara’da bir yeni savaş yaşanmaktadır. “Türkiye’nin mukadderatı ile ilgili asıl savaşın başlangıcıdır" bu. "Ve bu savaş, iyilerle kötüler, mideciler ve budalalarla vatanseverler arasında geçer."


Tâ istiklâl Harbinin başından heri, böylesi bir bölünme yaşanır durur zaten. Bir yanda. Mustafa Kemal'in önderliğinde sistemli bir şekilde “dinden tecerrüd"ü hedef alan “Birinci Grup" ve onun karşısında, çoğunluğu teşkil eden “İkinci Grup." Şerif Mardin'in dediği gibi. “Kemalistlerin İkinci Gruba muhalefetinin simgesel dile gelişi din üzerinde odaklaşmıştır. Ama Mustafa-Kemal, amaçlarını henüz açığa vurmamıştır.” Lâkin, 9 Eylül 1923’te Halk Fırkasının kurulması ile, bir büyük adım atılmış olur. Bu, Kemal Karpat’a göre» “aslında Meclisin kontrolünü ele geçirmek için bir manevradır” ve başarıya da ulaşır.


19 Ekim 1923’e gelindiğinde, ortada “dinden tecerrüd ü hedef tutan bir kadronun başa geçtiği, ama “dini,din- İslam olan bir  T.C” manzarası ortaya çıkar Islâm olan bir ötesini, Bemard Lewis, “sekûlarizasvon' ile özetliyor "Sekülarizasyon;" yani dinsizleştirme, semaviden koparma, vahiyden tecerrüd, hüda yerine dehayı belirleyici kılma, dünyevileştirme,Lewis şöyle anlatıyor:


"Sekülarizasyondan güdülen ilk amaç, İslâm dininin siyasi, sosyal ve kültürel alanlardaki yetkilerini ve güçlerini ortadan kaldırmak, bunu yalnız inanç ve ibadet alanında bırakmak olmuştur. Boylece İslâmî modern Batılı bîr millî devletteki kontrol silâhlarından mahrum bırakmak, Kemalist kadro için, siyasi gündemde çözüm aranan ilk sorun olarak belirmiştir.”


I


Hedef,belli:İslâm Ve hedefi vurmak için, her yol denenir. Zayıf mizaçları rüşvetlerle bağlama, sindirme, korku verme, ayak oyunu, darağacı, tetik, dipçik, banknot, koltuk, iltifat, kin, zaaflar, özlemler, ihtiraslar... Her ne yol, her ne vasıta varsa kullanılır.


Meselâ, adı var, kendi yok Cumhuriyetin ilânından iki sene sonra, “Takrir-i Sükûndun acımasız zulmani dönemini yaşar Türkiye. Bir yanda devrimlerin en radikal olanları uygulanmaya konur, İslama en ağır darbeler ile hücuma girilirken; diğer yanda tek bir “çıt"a bile izin verilmez. Philip Price’ın ifadesiyle, Türkiye, “tarihin bir dönemini kirleten" acımasız öç almalar yaşar "M. Kemal, tiranlaşır.
İstiklâl mahkemeleri ile, binlerce, on binlerce insan ipe gider.


Sadece Şark İstiklâl Mahkemesi iki yılda 420, Ankara İstiklâl Mahkemesi ise 140 idam kararı vermiştir; ama Mete Tunçay’ın deyişiyle,“bu sayılamalar, Takrir-i Sükûn döneminin devlet terörü hakkında yeterli bir fikir veremezler.’’ Ama, Şark İstiklâl Mahkemesi üyesi Lütfü Fikri Beyin şu sözü,galiba birşeyler vermektedir;’’Bizim belli,milli bir amacımız vardır.Ona varmak için ara sıra kanunların üstüne de çıkarız’’


Çıkılır da.Hem de sık sık çıkılır. Sadece ara sıra kanunlara uyulur.Kaldıki o dönemin kanunları gerçek mânâda pek kanun sayılamaz.Meselâ Meclisin Haziran-1927’deki dokuz toplantısında. İç- tüzük hükmüne rağmen, hiç görüşülmeden tam yüz kanun çıkarılır Bunlardan biri, "milletvekili seçimi ”ni Mustafa Kemal’e bırakır meselâ Sonuçta göstermelik bir seçim de olur ya, yüzde 25lik bir katılma oranı ile, "sahihinin sesi” bir yazarın ifadesiyle, “bütün Türkiye,tek bir vücut gibi, Gazinin gösterdiği namzetlere oy verir"


Yüzde 25 katılımla, nasıl olu yorsa ! 5 Eylül 1927 tarihli Cumhuriyetin yazdığı üzere, "Tarihte emsaline nadir tesadüf olunan bu vakanın Türk milletine has sebepleri ve mânâları vardır." Ne gibi mi? ‘CHF, bu memlekette istiklâl ve inkılâp fırkasıdır’.


Gerçi 1924'te bir Terakkiperver Cumhuriyet Fırka çıkmıştır, ama başına gelmeyen kalmamıştır.1930’da, başkanı gittiği yerlerde ‘’Kurtar bizi kurtar!" inlemeleri ile karşılanan bir Serbest Fırka kurulmuştur. ama onun da sonu iyi olmamıştır. Muhalif gazeteler derseniz, bir kapatma, bir İstiklâl mahkemesi tehdidi yetip artmıştır bile Tek bu şapka yüzünden asılanların sayısı Maraş’ta bir elin parmakları sayısınca; Of ta, Rize 'de onlarcadır ve Türkiye toplamı bine erişir. Bir Harf Devrimi ile, hem on binlerce insan sürüm sürüm karakolda, mahkemede, hapiste sürünür, hem Kur’ân’a müdahale fırsatı doğdurulur, hem de basına darbe vurularak o kanaldan gelebilecek bir muhalefet en aza indirilir. Görünüşte, maksat ‘’Türk halkını okuryazar yapmaktır’’ama Mete Tunçay 2. Abdülhamid dönemindeki Maarif İslahatının gelişme temposu sürdürülebilseydi, harf derişikliği olmadan daha büyük bir okur-yazarlık oranına erişileceği görünüyor" der.


Ve küçük bir dipnotu: Mart 1931 tarihli Son Posta, Menemen hadisesi sonrası idamlar ile yeniden ünlenen Cellât Kara Ali ile bir
röportaj yapmıştır. Sorulur cellâta: “Bunca senedir kaç kişi astın-” Cevap "Son on iki sene içinde 5216 kişi."


Metin Karabaşoğlu,Kertenkele Çukuru


Devamı için tıklayın.

Devamını Oku »