Niçin Müslümanım ?

Niçin Müslümanım ?

Gerçekte hiçbir Müslüman, niçin Müslüman olduğunu kolay kolay açıklayamaz. Bir Müslüman, kendisine yöneltilen böyle bir soru karşısında ilk elde bir bocalama geçirecektir. Aslında verilen cevap kendisinin nasıl Müslüman olduğu değil, Müslüman olduktan sonra İslâmî hükümlerde bulduğu hikmetlerin açıklaması niteliğinde olabilir. Bunun ise farklı bir husus olduğu açıktır. Bu niçin böyle oluyor? Çünkü Müslüman birtakım zihnî muhakeme safhalarından geçerek, birtakım sebepler bularak Müslüman olmuş değildir, iyice çözümlenirse, onun niçin Müslüman olduğuna dair sebepler bulması daha sonraki safhaya ait bir konu olarak ortaya çıkar. Yani kişi, ilkin Müslüman olmuştur. Daha sonra, İslâmî hikmetleri araştırmaya başlamıştır. Müslüman olmanın tamamlanması için bu ikinci safha, yani tahkiki imana sahip olmak mutlaka gerekmez.

İlk Müslümanlar, Hz. Peygamber'e sebep sormamışlardır. Onlarda hidayet vakası farklı yollardan tecelli etmekle birlikte gerçekte hiçbiri sebepler araştırarak İslâm'a gelmiş değildir. İslâm'dan önce Hanifler diye bilinen zümre mücerret hakikat araştırıcılarıydı. Onlar Allah'ın varlığına ve birliğine inanıyorlar, fakat hakikate ulaşmanın usulünü, yöntemini bilmiyorlardı. Hz. Ebu Zer Gıfarinin bize tevatüren ulaşan İslâm'dan önceki yaşayış ve inanış biçimi bu bakımdan ilginçtir. Onun Allah'a şöyle yalvardığı anlatılır: "Ya Rabbim, sana nasıl ibadet edileceğini bilmiyorum, bana ibadetin usulünü öğret." Bilahare tebliğe muhatap olunca, Müslüman olmakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Burada ilginç olan husus ilk Müslümanların, daha Müslüman olmadan önce, Müslüman olmaya hazır bir ruhî ortam içinde bulunmasıdır. Bu yüzden onlar Hz. Peygamber'e Allah'ın varlığını ve kendisinin resul olduğunu ispat etmesi sadedinde anlamsız sorular sormamışlar; kendilerine tebliğ eriştiği anda Müslüman olmuşlardır.

Kısaca, İslâm'ı diğer inanış sistemlerinden ayıran başlı ölçülerden biridir, onun bu husustaki usulü: Müslüman sebeplerden kalkarak İslâm'ı benimsemez, Müslüman olduktan sonra hikmetleri araştırır.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Sadece İman Etmek Tek Başına Yeterli Olmaz

Müslüman olmak için islâm Dini'ni hak ve doğru kabul etmek bir başına yeterli sayılmamaktadır. İslâm'ın hak olduğunu kabul etmekle birlikte Müslüman olmayı reddedenlere her zaman rastlanabilmiştir. İslâm'ın alâmet-i farikası onun "tek tanrılı" din olması da değildir. "La ilâhe illallah" demek gerek şarttır, fakat yeter değildir. Bu yönden, İslâm'ın ayırıcı niteliği keli-me-i şahadetin ikinci kısmında, yani "Muhammed-ün Resullullah" kısmında mündemiçtir. Kelime-i şahadeti söyleyen ve söylediğinin anlamına inanan herkes tanımı gereği Müslümandır. Ama bilinçli Müslüman diyebilmek için bir kimsenin şahadet kelimesini söylemesi yeterli sayılabilecek mi? Bilinçli olmak, şahadet kelimesinin getirdiği bütün sonuçlara katlanmayı ve yükümlülüklerin altına girmeyi de gerektirmektedir.

Bilinçli olma deyimini bilgili olma hususundan dikkatle ayırmak gerekiyor, demiştik. Bilginin belki bilincin besleyici kaynaklarından biri olduğu düşünülebilir ve bilgi böyle bir işlevi yüklendiği sürece değerli kabul edilebilir. Ama bilginin bir başına ne işe yarayabileceği gene de bir sorudur. Islâm fıkhını bütün incelikleriyle bildiği halde bu bilgisini hayatına yansıtmayan insan mı, yoksa bu bilgilerden yoksun olmakla birlikte İslâm'ın isterlerine göre Müslüman olarak dünyada işgal ettiği yerin farkında olarak tavır koyabilen insan mı makbul tutulacak? Mesele, kendimize "Ne kadar bilgili bir adam" dedirtmekse bunu başarmak kolaydır. Fakat bu durumda, eski bir benzetmenin, kitap yüklü merkep benzetmesinin bize yaraştınlabilecegini unutmamalıyız.

Öyleyse mesele kellenin bir malûmat deposu haline getirilmesi işi değildir. İnsan bildikleriyle amel etmedikten sonra niçin bilmediklerini de öğrenme hevesine kapılmalı? Aslolan bildiklerimizi hazmedebilmektir.Ha zımsa, bildiklerimizle amel ederek meydana gelir.Bildiklerimiz ancak o zaman bize faydalı olur., Aksi takdirde Allah Resulü'nün "Faydasız ilimden Allaha sığınırım" hadis-i şerifindeki hikmet gereğince bütünlerimizden Allah'a sığınmamız gerekir. Bu bağlamda gramer ilmini yutup da doğru dürüst bir tek cümle söylemeyi becerememektense, bu ilimden habersiz olarak 'gramere uygun' konuşmayı tercih etmeliyim, diyorum.

Öte yandan, kafasını gelişigüzel bilgilerle kırkambar halinde doldurmuş olan kimseyi âlim de saymıyoruz.

Belli bir alandaki bilgiler arasında ilişkiler kurabilmek, ilkelere yükselebilmek de gerekli. Bu ise, ayrı bir yetenek işi. Mesela birçok hadis rivayetçisi var, fakat bunlardan kaç tanesi aynı zamanda "fakih"tir (hukuk ait),Hukuk âlimi kuşkusuz, yasa maddelerini de bilir. Fakat hukuk âlimi olmak için bu yetmez, Hukukun genel ilkelerini de bilmek, bu ilkelerle muayyen yasa maddelerini ilişkilendirebilmek de gerekir. Bu takdirde, o alimin yasa maddelerini tek tek ezberlemesine gerek kalmaz. Çünkü o, genel bilgisi, İlmî sezgisiyle neyi nerede bulabileceğini, yasalarda böyle bir maddenin bulunup bulunamayacağını, bulunuyorsa bunun ne anlama geleceğini de bilir; daha da önemlisi neye ihtiyaç duyduğunu bilebilmesidir. Demek ki, meselenin özü çok şey bilmek  değil, fakat bildiklerimizin özünü, künhünü,ilkesini kavrayabilme noktasında toplanıyor.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Bütün nefsler ölümü tadacaktır

İnsan ancak kendinden gafil,olduğunda ''zaman”  hakikatini unutuyor. Onun da bir yaratık olduğunu, onun da vadesinin dolacağını unutuyor..

Gecenin karanlığı sizi sarıpta gözleriniz uykuyla kapandığında zamanın geçişini fark ediyor musunuz ? Eğer belirli vakitlerle ilginiz yoksa, zamanın hiç yürümediğini zannedebilirsiniz. Ama o, sizin gafletinizin dışında, siz onun farkında olsanızda, olmasanız da kendi vadesini doldurmak üzere, fakat ne acele ederek, ne de geciktirerek yürüyüp gitmektedir.

İnsana, zamanı unutturan onun kendi içindeki süreklilik duygusudur bir bakıma. İnsandaki sürekli olma duygusu, 'ölüm' gerçeğiyle zıttır. Ölüm şahsen tecrübe edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir. İnsan olarak, vukuundan mutlak şekilde emin olduğumuz, fakat inanmadığımız bir gerçektir ölüm. Daha doğrusu, şöyle demek lazım: insanda doğuştan gelen bir ölüm fikri yoktur,bu fikri insan sonradan edinmiştir. Ölüm tecrübe edilmesi imkânsız bir olgu olduğundan (çünkü bir kez tecrübe etmek zaten ölmek olacaktır), yani dolayısıyla şahsî tecrübemizin dışında bulunduğundan, bir anda bize basit görünen bu gerçek (ölüm gerçeği) Kuran'da insanoğluna hem bir ikaz, hem hatırlatma olarak vurgulanmıştır: "Bütün nefsler ölümü tadacaktır."

Bu ikaz ve hatırlatmanın içinde, insanı kendi nefsinde hissettiği süreklilik (ebedîlik) duygusunun vehimden ibaret olduğunu idrak ettiren bir başka hikmet de gizlidir.Kur'anın bu ayeti ile biz, ölümün bilgisinden çıkıp daha üst düzeyine yükseliyoruz. Yani ölümün gerçekliği mücerret bir bilgi olmaktan çıkıp kendisine iman edilmesi farz olan bir gerçeklik niteliğine giriyor.Böylece,içimizdeki sürekli olma ebedilik duygusunun nefsimizin bir iğvası olduğunu idrak ediyoruz.

Kaynak:

Rasim Özdenören-Yeniden İnanmak
Devamını Oku »

Bilimin Ardındaki Niyet ve Bilim ve Nesnel Eleştiri

Bilimin Ardındaki Niyet

Günümüzde, bilim diye anılan gerçeklik aslında Hıristiyan Batı dünyasında, kilise ile mücadele etmek üzere sahneye çıkartılan, kökeninde dini dışlama niyetini taşıyan bir dizi düşünceler zinciridir. Ne var ki, günümüz insanı çoğunlukla andığımız nitelikteki bilimin temel amacını unutmuş olduğundan, "bilim" tarafından ileri sürülen iddiaların tümüne hakikatmiş gibi bakabilmekte; dahası, dogmatizmle mücadele ettiğini sandığı bilimin şahsında yeni bir dogmatizmle karşı karşıya bulunduğunu sezinleyememektedir.

Edebiyat, insanın süflîliğini ortaya döküp saçmanın bir aracı olarak kullanılmaktadır, insan, kendi zayıflığını, süflîliğini, işe yaramazlığını görmekten, hastalıklı bir tat alır olmuştur.

Gerçekte, bilim ve sanat adına söylenen şeylerin ne ölçüde bilim ve sanat olduğu tartışılabilecek bir keyfiyetken, bu gün, bu yaftalar altında sunulan her şey insana kolaylıkla kabul ettirilebilmektedir. Bir kez taraf-sız, nesnel, evrensel bir olgu diye alınınca, bunun her yerde, her zaman genel geçer olduğu, herkes tarafından kabul edilmesinde zorunluluk bulunduğu fikri, bu fikri imal edenin "niyeti" araştırılmaya bile lüzum görülmeden kabul edilmektedir.

Aslında, belirtilen tanıma uygun olması gereken fizik, kimya, biyoloji gibi fen bilimleri bile 17. yüzyıldan başlayarak, özellikle 19. yüzyılda yoğunluğunu artırarak belirli "niyetlerin" gerçekleştirilmesi amacına alet edilerek kullanılmıştır. Felsefede olduğu gibi, bilim alanında da, birbiri ardından gelen düşünceler, görüşler birbirinin yalanını çıkartırken, insanın, gene de bilimi putlaştırabilmesi tuhaf bir olaydır.

Şimdi bazıları,belki de bilimin de yanılabileceği esasen kabul edilmektedir, diye itiraz edebilir. Fakat bilimin yanılabilirliğinin kabul edilmesiyle, bilimin gerçekleştirmek istediği niyeti birbirine karıştırmamak gerek. Bugün Batı dünyasında bilim denen olgu'nun gerçekleştirmek istediği niyet, bu niyetin taşıdığı zihniyet büyük ölçüde değişmeden devam etmektedir.

Bu niyetin mahiyetini birkaç kelimeyle özetlemek mümkündür. Ölümsüzlük iksirini araştırmaya kalkışan, bazılarınca bugünkü bilimin atası diye tanımlanan ilk simyacılardan başlayarak yeni ve yakın çağlardan günümüze kadar devam eden bu sürecin taşıdığı temel niyet, Allah'ın hükmünü yalana çıkarma çabasına dönüktür. Simyacılar ölüm iksirini bularak, bütün nefslerin ölümü tadacağına ilişkin hükmü geçersiz kılmak isterken, başka biri türeyişle ilgili bir görüş ileri sürerek insanın yaradılışı ile ilgili hükmü yalanlayabilme gayretine düşmüştür. Bazıları belki bugünkü bilimin artık bu tür fantezilerle uğraşmaktan vazgeçtiğini, hatta bu tür fantezilerin insanoğlunun işine yarayabilecek bazı buluşlar kazandırdığını ileri sürerek savunmaya geçebilir. Fakat bu niyet, birçok karayı bulandırmıştır. Ve de bugünkü bilimin, büyük olçüde aynı niyetle kullanıldığında kuşku yoktur.Bu arada, söylenen bazı doğrular varsa onlar temeldeki sapıklığı gidermeye yetmiyor, bilakis onun pekiştirilmesi amacına matuf bulunuyor .

 

Bilim ve Nesmel Eleştiri

Nesnel eleştiriden bir eserin,bir olgunun tarafsız bir gözle ele alınıp irdelenmesi anlaşılmaktadır.Fakat tarafsızlık (yan tutmama) dediğimiz şey pratikte gerçekleştirilebilir mi? Tarafsız bir eleştiri mümkün mü? Yoksa nesnellik denilen kavramla tarafsızlık kavramı birbirinden farklı mıdır?

Diyoruz ki bir eleştirinin nesnel olabilmesi için eleştirmecinin,tanımları önceden belirlenmiş bazı ölçütlerden yola çıkması lazımdır.Bu ölçütlerse gene eleştirici tarafından belirlenmekte ya da eleştirici önceden belirlenmiş ölçütlerden bir seçme yaparak yola çıkmaktadır.Demek ki tarafsızlık daha baştan kaybedilmiş olmaktadır.Çünkü eleştirmeci ben bu ölçütlerden yola çıkıyorum dediği an aynı zamanda hangi yanı tuttuğunu,hangi konumdan yana olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.Bu durumda tarafsızlık denilen kavramın pratikte geçerliliği olmadığı anlaşılmaktadır.Tarafsızlık bu durumda ancak eldeki ölçütlerin kullanmasıyla ilgili sınırlı bir alana inhisar etmektedir.Nesnel denilen eleştirinin de böylece mutlak bir anlamı olmadığı,izafi ve nisbi bir anlam taşıdığı görülmektedir.

Nesnel eleştirinin sınırlarının belirlenmesi şu bakımdan önemlidir: Günümüzde bazı olgular, durumlar, durum alışlar ortaya konulurken var olan bazı bilimsel yargılardan hareket edildiği, dolayısıyla kullanılan bu ölçütlere göre ulaşılan yargıların bilimsel sonuçlar olarak kabul edilmesi gerektiği öne sürülmektedir. Ben elimdeki şu bilimsel ölçütlere göre hareket ediyorum, öyleyse vardığım sonuç da doğrudur denilmek isteni-yor Oysa bizzat bilim denilen olgunun kökeni irdelendiğinde bunun ne ölçüde genel geçer olduğu tartışma konusudur Bu bir. İkincisi bilim denilen olgu hep sanıldığı ve kabul edildiği gibi aslında mutlak hakikatin dışavurumu değildir. Günümüz bilimi Batı Avrupa uygarlığının anlayış tarzını yansıtarak biçim almıştır. Bunun değişmez olduğu sanılıyor, dolayısıyla başka uygarlıkların değişik kafa yapısına göre değişik "bilimlerin" olabileceği fikri ıskalanmış oluyor. Nitekim geçmişte değişik uygarlıkların şimdiki bilim anlayışına uygun düşmeyen değişik bilim anlayışları ve dolayısıyla değişik "bilimsel sonuçlar" ortaya koydukları bilinmektedir.

Biz halihazırda bilim olarak sadece Batı Avrupa kafa yapısını, onun zihniyetini esas aldığımız için bundan başka bilim olmaz yanılgısına düşmekteyiz. Bu durumun pratik sonucu şu olmaktadır: Madem ki deniyor, bilim yanılmaz ve mutlak doğruyu ortaya koyar, öyleyse ben kendi durumumu ancak bilimi kullanarak anlayabilirim. Avrupa'da kilisenin yaptığı bu olmuştur. Kilise, dinin doğrularını savunabilmek için bilimsel yargıları kabul etmiş ve adım adım bilimin boyunduruğuna girmiştir. Bu da ilericilik ve aydın görüşlülük sanılmıştır. Geçen yüzyıldan bu yana kilisenin tutumu bir yöntem olarak Islâm aleminde de benimsenmiştir. Müslüman düşünürler de dinin doğrulan ile bilimin doğrularının çatışmadığını, bunların birbirini teyit ettiği fikrini ileri sürmüştür. Burada şu tehlike göz ardı edilmeye çalışılmıştır: Bir kez dinin doğruları bilimin doğrularına tasdik ettirilmeye başlanınca aynı bilimin dinin doğrularını nakzettiği yerde ona boyun eğmeyi peşin olarak kabul etmek gerekecektir.

Çıkış noktası, varsayımları dininkinden farklı olan bilimin sonuçlarının dine uyarlanmaya kalkışılması yanlıştır.Tarafsız sanılan bilimin sonuçlarının dine yöneltilerek onun eleştirilmeye çalışılmasıyla nesnel bir eleştiri yapılıyormuş sanılması da yanlıştır.Elmalarla armutlar bir toplama işleminde yan yana gelmezler çünkü.Bu işlemin yapılabilmesi için ortak birimin(vahid-i kıyasi) bulunması gerekir.

Kaynak:

Rasim Özdenören - Kafa Karıştıran Kelimeler
Devamını Oku »

Dünyayı Aldatan İlim Adamları

 

Dünyayı Aldatan İlim Adamları

Doç. Dr. Sefa SAYGILI

Bu yazımızda yaşadıkları 19. asırda fikirleri büyük revaç görmüş ve hakikati buldukları zannedilerek din gibi benimsen­miş; fakat aradan geçen kısa süreler bile onları yalanlamaya yet­tiği için terk edilmiş bazı şahısları ele alacağız.

Dünyayı aldatanlar listesinde yer almaya layık gördüğümüz bu isimlerin birçok ortak özellikleri mevcut:

Çoğu sıkı Hıristiyanlık eğitimi görmüş, fakat bu bozulmuş din onları tatmin etmediği için ateizmi seçmişler. İslâmiyeti bil­memekteydiler ve Hıristiyanlığa karşı çıkmalarına karşılık, İslâmiyet aleyhine tek bir ciddî tenkid dahi getirmemişler. An­cak ya tımarhaneye kapatılacak kadar ruhî dengeleri bozuk veya en azından garip bir şahsiyet yapısına sahipler.

Bu şahıslar; demografinin kurucusu Malthus, septisizmi başlatan Schopenhauer, diyalektizmi kuran Hegel, fenomeniz­min babası Mill, evolüsyonizmin fikir sahibi Spencer ve ileride ele alacağımız pozivitizmin sahte peygamberi Comte ile nihi­lizm cereyanının sahte ermişi Nietzche'dir.[318]

 

1. T.R.Malhthus (1766-1834)


 

İngiliz Ekonomicisi... Anglikan papazıydı. 18. asır sonları­nın çok gözde bir eğlencesi, mükemmel toplumlar hayal et­mekti. Amerika'da ve Fransa'daki ihtilâl hareketleriyle doğan idealizm, bazı hayalci düşünürlere, insanın mükemmelliğe eriş­mesinin pek yakın olduğu ve dünyada bir cennet kurmanın kısa zamanda mümkün olacağı fikrini ilham etmişti.

Bu hayalci düşünürlerin içinde iki tanesi, İngiltere'de Godwîn ve Fransa'da Condorcet, en fazla kalabalık toplayanlardı. Bunlara göre, insanlar yakında uykuya ve cinsiyete ihtiyaç duymayacak; ölüme çare bulunacak; savaş, suç, hastalık, bık­kınlık, kıtlık vs... dünyadan kalkacaktı.

Malthus'ün babası da bu fikirleri savunuyordu ve çocu­ğu île sık sık tartışıyordu. Malthus, bu tartışmaları renklendir­mek için çeşitli fikirler ileri sürüyordu. Daha sonra bunları, ba­basının teşviki ile yayınlayacak ve ünlü "nüfus teorisi" ortaya çıkacaktı.

Malthus, o zamanın hayalci görüşlerini çürütmek için birta­kım aşırı fikirler ileri sürüyordu. Bu teori, o zamanki İngiliz zenginlerinin menfaatlerine pek uygun düştüğünden büyük yankı uyandırdı ve bu buluşundan dolayı 1805 yılında Halleyburg Üniversitesinin profesörlüğüne getirildi.

Bu teoriye göre, insanların aç ve fakir oluşlarının sebebi, nüfusun çokluğuydu. Büyük çoğunluk ölürse, açlık ve fakir­lik ortadan kalkacaktı. Malthus'ün "nüfus kanunu" adını verdiği bu insanlık ve ilim dışı iddiaya göre, insanlar geometrik bir oranla (1.2.4.8.16 gibi) üremekte, buna karşılık ziraî üretim aritmetik bir oranda (1.2.3.4.5 olarak) artmaktaydı. Açlık ve fakirliğin sebebi buydu. Meselenin halli mi? Bunun için, insanlar eşit olmamalı, fakirlere yardım edilmemeli, ölümü önleyici tedbirler alınmamalıydı. Sonra fakirler niçin evleniyordu. Cinsî perhiz onlar için en uygun yoldu.

Görüldüğü gibi Papaz Malthus, geometrik ve aritmetik oran gibi tamamen hayâl mahsûlü sözlere dayanarak kâinatta olup bitenlerin hepsini açıklayabilecek bir anahtar (!) keşfetmiş, fa­kirliğin ilmî sebeplerini izah edecek, sözde mantıkî cevap bul­muştu. Halbuki bugün, gıda üretiminin nüfusa oranla çok daha büyük bir hızla arttığını herkes bilmektedir. Ekono­mik buhranlar, üretim azlığından değil, tam aksine çoklu­ğundan doğmaktadır.

Malthus, nüfus artışına örnek olarak Amerika'yı göstermiş­tir. Fakat bu artışın, doğumdan ziyade göçlerden meydana geldiğini görmek istememiştir.

Tarihin tetkiki de Malthus'ü yalanlamıştır. Sözgelimi (M.S.) 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun bazı eyâletlerinde nüfus azalmıştı. Rostoutzeffe göre: "Nüfus azalınca, imparatorluğun umumî mahsûlü gittikçe düzenini kaybetti. Böylece kıtlık baş gösterdi, endüstri yıkılmaya başladı. Giderek hızlanan bu yıkıl­mayı artık hiçbir şey durduramadı."

Bugünkü Fransa'yı da örnek olarak gösterebiliriz. Biliyoruz ki 19. asırdan beri Fransa'nın nüfusu, diğer milletlere göre pek az artmıştır. Fransız uzmanlara göre nüfusun bu derece az ço­ğalması şu neticeleri doğurmuştur. "Millî zenginliğin artışı, nü­fusu hızla çoğalan ülkelere göre daha az bir nisbette olmuştur. Ücretler de daha az bir artma göstermiştir, kısacası Fransa'da nüfusun artmaması, ekonomik gelişmeye engel olmuştur."

1800 yıllarında, yani Malthus'ün bu konuları yazdığı sırada, dünya nüfusu 2 milyar olarak tahmin ediliyor. Aradan geçen 190 senede bu sayı 5 milyara yükselmiştir. Buna karşılık sanayi inkılabı sayesinde mamul madde üretiminde muazzam bir artış olmuş, bu maddeler sanayileşmiş ülkelerden gelen gıda madde­leri ve hammadde ile mübadele edilmiştir. Hareketliliği artır­mak üzere her çeşit taşıma araçları geliştirilmiştir. Fazla nüfus, göç yoluyla yeni gelişen ülkelere aktarılmıştır. Şu halde Malt­hus'ün dehşet verici tahminleri ya gecikmiş veya belirsiz bir zamana kalmıştır.

Gıda üretimi ise, Malthus'ün devrinden bu yana, teorisi­nin aksine muazzam miktarda artmıştır. Bu sahada otorite olanların bildirdiklerine göre; daha verimli metodlarla, boş ara­zinin sulanması ve işlenmesiyle, hayvanî gıdalar yerine nebatî gıdaların geçmesiyle, haşaratla daha iyi mücadele etmekle ve tekniğin ziraatte kullanılmasıyla, bu miktarın önemli ölçülerde arttırılması da mümkündür. ABD ve Kanada'daki ihtiyaç fazlası olan tahıl üretimi bile, Malthus'ün teorisini iflâs ettirmeye kâfidir.

Yaşadığı yıllarda teorisi büyük kabul gören ve profesör­lüğe getirilen Malthus'un kehanetlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Böylelikle her bakımdan temelsiz ve saçma olan ünlü nü­fus teorisi de, tarih müzesinde yerini aldı.[319]

 

2. A. Schopenhauer (1788-1860)


 

Alman filozofu... Schopenhauer'in büyük babası, Danzig'in zenginlerindendi; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise delirmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçır­mıştı. Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer'ün babasıydı ve oldukça başarılı bir işadamıydı. Fakat bir gün ken­disini mağazasının arkasındaki kanalda ölü buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.

Schopenhauer'ün annesine gelince, Johanna Trosiener adını taşıyan bu dul kadın, Almanya'da romanlarıyla kendini tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şef­katinden mahrum bir yaratıktı. Goethe, bu kadına oğlunun iler­de ünlü bir adam olacağını söylemişti; fakat o, "Bir aileden iki dâhi çıkmaz!" diyerek hem buna inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hattâ bir gün oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer, kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.

1818'de "İrade ve Tasavvur Olarak Dünya" adındaki bü­yük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra, İtalya'ya se­yahat etti. Venedik'te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron'la tanıştı ve onunla sefaheî âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin'e geldi ve buradaki üniversitede doçent oldu. Hegel'le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri, Hegel'le aynı saatlere koy­durdu. Amacı, Hegel'in talebelerini kendi dershanesine çekmek­ti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında kaldı. Öf­kelendi ve kötümserliği daha da arttı.

1820-1839 yılları arasında meyus, serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye başladı. Ber­lin'e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözü­ne hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını sak­layacak yerler arıyordu. Hattâ silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kitliyor ve ber­berin usturasından korkarak kendi kendini traş etmek zorunda kalıyordu.

1831 yılında kolera yüzünden Hegel gibi Berlin'den kaçtı, Frankfurt'a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aley­hinde şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ai­lenin yanında iki odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan uzak yaşadı. Büyüye ve spiritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant'ı taklid ediyordu.

En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel'e ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiri­yor; teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka bir şey olmadığını iddia ediyordu.

1851'de "Meze ve Artıklar" adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı yetmişi bul­muştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi hakkındaki en küçük haberleri bile gönderme­lerini rica etmeye başladı.

Schopenhauer, aşktan, aile ve hattâ vatan sevgisinden mah­rum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve hesabını pek iyi bilen bir hasisti. "İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki dost saymam; o bir borç isteyendir sadece" diye düşünen ve "İnsanın bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına" inanan bu kötümser insan, aynı zamanda herşeyden şüphelenen bir paranoiddi. Bu durumdan ölünceye kadar kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir şahsiyete sahipti.

Ona göre, kâinatı idare eden şey, kör ve akıldışı bir ira­deydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmi bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme yoktu, halk tiksinilecek bir yı­ğındı. Diyordu ki: Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise boştur. O halde hayat sefalettir... Aynı, kendi hayatı gibi.[320]

 

3. Frıedrıch Hegel (1770 1831)


 

Alman filozofu... Onun düşüncesinde, idealizmle mater­yalizm birbirini yalanlayarak çelişip dururlar. Hegel'in şah­siyetinin teşekkülünde birçok ikilikler vardır ve bunlar düşünce­sine yansımıştır. Stuttgart'ta bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti. Hegel 18 yaşındayken ilahiyat fakültesine girmiş ve 5 yıl okumuştur. Bu eğitimin şe­killendirdiği mistik yapı, bir süre sonra zıttına dönüşmüş, başta Hristiyanlık olmak üzere her türlü inancı inkâr eden bir tanrıtanımazlığa varmıştır. Hegel daha sonra, maddeciliğin de yetersiz olduğunu görerek, yeniden (ama daha yüksek se­viyede) idealizme ulaşırken, gerçekte akıldışı olan herşeyi çürütmek ve dünyadaki akıl denilen insanî melekeyi hâkim kılmak istemiştir.

Hegel'e göre fikirde üç hareket vardır: Tez, antitez, sentez... Dünya fikir hayatında kurduğu diyalektiği, komünistler ay­nen benimsemişlerdir. Ama onun maddeden ruha geçiş yo­lunu tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak... Hegel materyalisttir, her şeyi maddede bulur, ama maddeyi tahkik ede ede, bundan bir üst inanışa yol bırakır. Arar, bulur ve tasdik eder. Bulamadığı zaman ise yolu oraya kıvırır ve orada bırakır.

Hegel felsefesini Alman devleti himaye etmiş ve bu felsefe­yi aykırı düşünmeye engel olacak kadar resmî bir görüş saydırmıştır. Zaten Hegel, daima kuvvet ve düzenin dostu olmuş, gerçekçi ve dış hayattan çekingen, oldukça soğuk ve sert biri olarak, içten kuvvetli bir hayal gücüyle düşünmüştür.

Zamanında ve ölümünden bir süre sonra Almanya'nın resmî ideolojisi halindeydi. Öyle ki, üniversite hocalarının çoğu onun görüşlerini savunuyordu. Fakat daha sonra dünyayı aldatan diğer kişilerin akıbetine uğradı ve "Hegel felsefesi" yıkıldı. Bunda, kendi felsefesinde bıraktığı açık noktalar yanında; mü­şahede ve tecrübeye dayalı ilimlerin Hegel ekolüne karşı koyu­şunu ve tabiat ilimlerinin gelişmesini, bir de tarih araştırmaları­nın neticelerini gösterebiliriz.[321]

 

4. John Stuart Mıll (1806-1873)


 

İngiliz filozofudur. Tarihçi, iktisatçı ve psikolog olan James Mill'in oğludur. Babası, kendisine fikir arkadaşı yapmak ve doktrinlerini onun şahsında sürdürmek amacıyla daha pek kü­çük yaşta düşünmeye ve öğrenmeye alıştırmıştı. Çocuğun his­lerini körletip sadece zihnini geliştirme gayesi güden bu eği­tim tarzı, onu düşünen bir robot haline getirmişti. Mill, daha 3 yaşındayken birçok Yunanca kelime ve matematik öğrenmiş ve 7 yaşına kadar hemen hemen bütün eski Roma ve Yunan sa­nat eserlerini okumuştu.

Mill'in sıhhat durumu pek bozuktu. A. Comte'a yazdığı mek­tuplarda, daima yorgunluğundan söz ederdi. Bir ara ağır bir buhran geçirdi.

Mill, hiçbir okul ve üniversiteye gitmeden yalnız babasının öncülüğü sayesinde yetişmişti. Çocukluğunda hiçbir dini eğitim almadığını söylüyordu. Aşırı çalışmakla geçen kuru ve hisden uzak hayatı yüzünden, 20 yaşında bir zihin yorgunluğuna tutuldu.

Mill'e göre, insan, ancak vak'aları idrak edebilir, onun ötesine geçemez ve kendiliğinden bir şeyi bilemezdi. İdrakin dışında hiçbir objektif hakikatin olmadığını iddia ederdi.

Yani maddî dünyanın şuurumuzun bir faraziyesi olduğunu, ob­jektif hakikatin biz onu idrak ettiğimiz için mevcut bulunduğu­nu söylerdi.

Mili, hürriyetin sadece yetenekleri gelişmiş insanlar için olduğunu, halk yığınlarının buna layık olmadığını belirti­yordu. Ona göre en üstün iyi, faydadır. İyiyi kötüden ayıra­cak ölçü, fayda ölçüsüdür.

Mili, yaşadığı yıllarda birçok düşünürü peşine taktı ise de, bugün taraftarı kalmamıştır.[322]

 

5. Herbert Spencer (1820-1903)


 

İngiliz filozofudur. Babası, imansız ve dinsiz denilecek ka­dar inançsız bir insandı. Oğluna da dinsizliği aşılamaya gayret etti.

Spencer, Darwinciliğin tesirinde kaldı. Sosyal Darwinizme geçişi temsil eder. O, toplumların sunî kurulmuş, birlikler olmayıp, kendiliklerinden var olduklarını savunur.

Spencer'in felsefe tarihinde evrimcilik (evolüsyonizm) adını alan bütün bu görüşleri, son çağda pek çok hücuma uğramış ve birçok tartışmalara yol açmıştır. Eserleri, Avrupa dillerinin he­men hepsine çevrilmiş ve birçok defa da basılmış olan Spencer, ihtiyarlık yıllarında şöhret peşinde koşmaktansa, hayatın kolay elde edilir nimetlerinden faydalanmaya çalışmadığı için üzüntü duymuş ve emeklerinin boşa gittiğini düşünmüştü.

Necip Fazıl'a göre; Spencer'in evrimciliği; ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını vermekten müs­tağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usulü­ne dayanır; ve artık hiçbir şeyi halledemez durumda çırpınan metafizik arayış cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehaya kavuşması şeklinde tecelli eder.[323]

 

Kaynaklar


 

  1. Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena (4 cilt)

  2. Felsefe Ansiklopedisi. Düşünürler Bölümü. Orhan Hançerlioğlu (2 cilt)

  3. Çağdaş Felsefe. Prof. Bedia Akarsu.

  4. Sosyoloji Tarihi. Prof. N.Ş. Kösemihal.

  5. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.

  6. Dünyayı Değiştiren Kitaplar. Robert B. Downs.

  7. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. Necip Fazıl Kısakürek.

  8. Filozofların Özellikleri. Prof. Dr. Nihat Keklik.[

Devamını Oku »

Propaganda ve Hakikat

Propaganda ve Hakikat

Propaganda, bir güç ve bir sanattır, bunu itirafa mecburuz. Ama, kim ve hangi düşünür, hangi aklı başında bir bilgin kalkıp da bize propagandanın hakika­tin bir zorunlu unsuru, parçası olduğunu söyleyebilir.

Ey zalim çağ, çağımız, yirminci yüzyıl! Hangi çağ senin kadar hakikatı arka plana atmak için propagan­daya dayanmıştır.

Propaganda, hakikati duyurma olduğu ölçüde meşru kabul edilebilir. Ama bunu aştı mı, bundan öte­ye gitti mi, onu örtme, gözlerden ırak tutma aracı olur.

Kapitalizm, ilân ve reklâmı maliyete sokan ekono­mik sistemin adıdır. Hatta, adeta reklâm, günümüzde maliyetin baş unsuru olmuştur. Komünizm ise, bunu ekonomi şuurlarından da taşırarak bütün alanlara yay­mayı bir ilke yaptı.

Artık bu sistemlere göre, kendi başına bir hakikat yok, propagandayla isteneni hakikat diye kabul ettir­me hakikati vardır!

Yine bu çağda ve bu sistemlerledir ki, propaganda bir bilim dalı olabilmiştir!

Ne ters bir gelişme !Bir kişinin önce yazar olduğunu, romancı olduğunu, şair olduğunu, devlet adamı ol­duğunu kabul ettireceksin, sonra o ne yapıp yapacak, yazar, romancı, şair, devlet adamı olacak !

Evet, çağımızın korkunç inancı: propagandasını yapmayan, yapamayan hakikat, hiçtir, yoktur.

Evet! İşte insanlık bunalımının, çözümü gerçek­ten güç bir çıkmazı daha: hakikat, kendini propagan­da etmeden nasıl var olabilecek?

Sun’i ipek, sun’i cevahir, sun’i gıda ve sun’i düşün­ce, inanç ve ahlâk panayır ve pazarında, propaganda­nın bin renkli yalancı ışıklan altında, hakikat, nasıl ürkmeden boy gösterebilecek? Bir takım ışıklar ki, dünya güzelini acuze ve ucube gösterecektir, bir ta­kım renkler ki akı karaya, karayı aka boy ayacaktır.

Propagandanın ışıkları.. Karanlığın ışıkları.. Bu ışıkta hakikat kendini nasıl gösterebilecek ve o nasıl görülebilecektir?

Saniyeler, dakikalar, hatta yıllar ve yüzyıllar pro­pagandanın olsa da, çağlar, medeniyetler ve ebediyet­ler hakikatindir.

Evet, soru bu kadar çetindir. Tek cevabı var bu­nun: hakikat, işte odur ki, duruşuyla, kendi özündeki mucizeyle propagandayı etkisiz hale getirecek, ve pro­pagandasın bilinip kabul edilecektir.

 

Sezai Karakoç-Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Düş ve Gerçek

 

Düş ve Gerçek

Nice düşler vardır, gerçeklerden daha gerçektir. Çünkü gerçekler dediğimiz şeyler, gelecek zaman rüz­gârının ufak bir üfürüşüyle savrulup giderler. Düşle­nen nice şeyler de, bin engeli aşarak, pürüzleri aralaya­rak yavaş yavaş kaderlerimize yaklaşır ve gerçekleşir; gerçekleşir gerçekleşmez de temellenir ve kalır.

Nice zalim doktriner düşler uğruna, nice gerçekler hallaç pamuğu gibi atılmış, nice ocaklar sönmüş, nice ülkeler batmış, nice medeniyetler vahşete dönmüştür.

Nice hakikatten emzirilmiş düşler de vardır ki, ilk anda anlaşılmasa ve gerçekleşmemesi için reddin ve direncin kayalarına çarpa çarpa vakitlerden vakit­lere kalsa da, bir gün insanlar çaresizliğin dar boğazın­da onu hatırlarlar ve onun kendileri için tek kurtuluş rüyası olduğunu hatırlarlar.

O düşler rahmanilikle yıkanmış düşlerdir. Çıkardan doğmayan, toplumun ruhundan fışkıran, tarihin maneyî şuuraltından göğeren rüyalardır.

O düşleri toplumun gerçek önderleri, sözleri ve fiil­leriyle anlatmak isterler. Bu düşler ilk anda topluma anlamsız, güncel olmayan, önemsiz gibi gelebilir.

Çünkü: o düşler yorumlamayı gerektirir.

Olaylar yorumlar bu düşleri. Kimi zaman da ne yazık ki, çok acı şekilde yorumlar.

Nice gerçeklere daldığını sanan kişiler, çıkarın pe­şinde koşmaktan başka bir şey düşünemeyenler, her ile­riye ait idealistçe düşleri hayal diye bir kenara itenler, bir gün acı gerçekle karşılaşınca her şeyi anlarlar, ama iş işten geçmiş olur.

Düş ve gerçek üzerine kafa yormuş gerçek aydın­lara sahip olmak, bir toptum için bu türlü sukut-u ha­yallere karşı tek garantidir.

Aydınların düşüncelerini ve bilgilerini, gerçek inanç ve sevgiyle, çıkarsız çileyle yıkamaları onlara toplum hakkında hakikî düşler ve yorumlar ilham eder .

İnsanlığa gerekli olan, denenmesi Maketle bitecek ütopyalar değil, saf gönlün, arı zihnin ve yüce ruhun getirdiği, bağdaştırıp sistemleştirdiği, gerçek bilimin onaylayacağı ve sağlıklı toplum sezgisinin benimseye­ceği, gerçeğin güvencesi düşlerdir.

Yani hakikat ruhuna adanmış erlerin düşleri.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

Doğru Olan

 

Doğru Olan

Tabiata baktığımızda, Allah’ın, yaratıklarına soy­larını sürdürmek için adeta eşsiz bir güç bağışladığını görürüz. Yararlı ya da zararlı nice kuş, böcek ve bitki­nin, yaşamak, nesillerini sürdürmek için ne kadar tut­kuyla bir savaş verdiklerine bakınca, bu bağışın, aklı aşan çapını az çok anlamış oluruz. Ne kışın dondurucu soğuğu, ne yazın yakıcı sıcağı, ne fırtına, ne. sel, ne kar, ne bildirleriyle yaptıkları mücadeleler, bu zayıf ya da güçlü bin bir çeşit yaratığın yeryüzünden silinmesine sebep olabiliyor. Ancak tarih çağlan içindedir ki, bazı cinslerin soyunun kesildiğini gözlemliyoruz:

Düşünceler de böyle. Yararlı ya da zararlı düşün­celeri de kökten yok etmek, hemen hemen imkânsızdır. Bu sebepdendir ki, zararlı düşünceyi yok etmekten çok, yararlı olanı geliştirmek, güçlendirmek ve sonucu onun almasını sağlamak, daha etkili bir yol olacaktır. Bir denge sağlamak ye üstünlüğü, doğru, gerçek, iyi ve gü­zel olanın elde etmesine çalışmak, zararlı, kötü, çirkin yalan ve yanlışı karşılayacak ve yenecek denge unsur­larına yardıma olmak, daha tabiî, hilkatin kanunlarına daha uygun, daha olumlu, daha yapıcı ve sonuç ola­rak daha başarılı bir metod olur düşüncesindeyim.

Toplumlunuzun ve medeniyetimizin tarihi baktığımızda, yabancı ye zararlı akımlarla savakta hep di­rekt metodun tercih edildiğini saptıyoruz. Sonuçta ise, nice kötü, çirkin ve yanlışın gelip yerleştiğine ve onca savaşa rağmen adeta ruhlarda ve kurumlarda saltanat kurduğuna şahit olundu ve olunuyor. Oysa, kötü, çir­kin ye yanlışla mücadele için sarf edilen emek, para vs., iyi, güzel ye doğru için sarfedilseydi, daha etkili olurdu sanıyorum. Toplum sağlam oldukça zararlı et­kileri karşılayabilir. Bir bağışıklık kazanır onlara kar­şı. Onlardan büsbütün habersiz olduğu zaman, boş bu­lunduğu bir vakitte, ansızın, sürpriz bir şekilde onla­rın istilâsına uğrayabilir. Onun içindir ki, toplumda ay­dın bir kesim, dünya da olup bitenlerden, düşünce ve sanat akımlarından hep haberdar olmalı ve daha onlar ülkeye ve topluma gelmeden onu karşılayıcı düşünce­ler, akımlar ve kurumlar geliştirilmeli ve kurulmalıdır.

Hep iyiye, hep güzele, hep doğruya bakınız. Hep onlardan yana çıkınız. Hilkatin ak ve olumlu tarafına yatırım yapınız. Korkmayınız, yanlış hiç bir zaman doğrudan daha güçlü değildir. Çirkin de güzelden da­ha etkili olamaz. Yalan, hakikat kadar ömürlü olabilir mi?

Zorluk, yalanın kendini gerçek, çirkinin güzel, yanlışın doğru göstermesinden kaynaklanıyor. Baki’-nin:

Bâtıl hemişe bâtıl ü bihudedir velî

Müşkil budur ki suret-i hakdan zuhur ede

dediği gibi, yanlışın kendini gerçek şeklinde gösterme­sinden aldanış ve yanılgı doğuyor.

İnsana düşen, hep yanlıştan, çirkinden ye kötü­den yakınıp durmak değil, sakince ve kendine güvene­rek/ doğru’yu, güzeli, gerçeği ve iyiyi desteklemektir. Bundan ötesi için korku yoktur. Ezelî kanun işleyecek­tir.

 

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)
Devamını Oku »

Yüce Sorumluluk

 

Yüce SorumlulukHayatta, çoğu kez, kaçış, beklenenin aksi sonucu  doğurur. Toplum hayatında, sorumlulukları sırtından  atan, sorunları çoğaltmaktan, böylece de her kişinin  de, bizzat kendisinin payına düşecek yükü de arttırmaktan başka bir şey yapmış olmaz.

İnsan sorumluluk yüklenmesini bildiği, sorumlulukları omuzlamaktan kaçınmadığı ve bu sorumlulukları karşılayabildiği ölçüde değerlenir.

Bir toplum, sorumluluğa duyarlı insanların topluluğu olduğu sürece yükselir ve yücelir, sorumluluktan r kaçanlar fazlalaştıkça da düşer, geriler.

Sorumluluk, hayatın som bilinçle dolması demektir.

Umudunu tam yitirmiş olanlar, kaçışta teselli ararlar. Toplumda üstüne düşeni yapmamak için, alda­tıcı ve boş felsefelere sığınırlar. Oysa, görev, bekleyiş içindedir hep. Bu bekleyişe cevap verme uzadıkça, prob­lemler ağırlaşır. Ve belki de kişiler bir fasit dairenin içine yuvarlanırlar. Problem ağırlaştıkça kaçış artar, kaçış arttıkça problem daha da ağırlaşır.

İslâm Medeniyeti Tarihi, bize en ağır şartlarda bi­le seçkin ¡kişilerin nasıl görev üstlendiğini gösteren sa­yışız onur örnekleriyle doludur.

Toplumlunuz, savaşta ve barışta, görevi kutsal bi­len inanmış çocuklarının fedakârlıklarıyla eşsiz tarihi­ni gerçekleştirmesini bilmiş şuurlu bir toplumdu.

Milletimizin özde aynı Millet olduğundan kimse kuşku duymasın. Bir takım dönemlerde ona verilmek istenen görüntülerin yanlış olduğu her zaman ve bugün de ortaya çıkmıştır.

Ona, yeniden kuruluşunda medeniyetinin özüne uygun bir sorumluluk düzeni verilebilirse, o, her za­manki yüksek karakterini göstermesini bilecektir.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »

İleriyi Görmek İçin

 

İleriyi Görmek İçin

İnsan en yanılan yaratık olduğu gibi, en uzağı gören yaratıktır da. Hayvan da, içgüdüsüyle, şimdiki za­manı ve gerektiği kadar da ileriyi görür ya da öngörür. Ama, akıl, bu içgüdünün direkt doğrultusunu do­lambaçlara çevirdiğinden kimi zaman yanılgıların kay­nağı olur. Kimi zaman da içiçe girmiş düğümleri, kör­düğümleri çözecek kadar (hesaplı ve hünerlidir. Ama öngörü, ya da uzak görüşlülük dendi mi, daha çok, bugün henüz bilimin çevreleyemediği iç dünya bilgi ve deneylerinin sonucunda ulaşılmış, kazanılmış, edi­nilmiş, daha doğrusu bizde olup da uyandırılmış mele­keler söz konusudur. «İlm-i ledün» denilen biliş atmos­feri.

Bu uz görüşlülüğe eriş, biliniyor ki, bambaşka bir eğitimin sonucunda mümkün oluyor. Örneklerden bili­yoruz bunu. İçgüdünün sınırını aşma, aklın takıldığı noktalardan kurtulma, arzuların ve ihtirasların göz- bağlâyıcı etkilerinden sıyrılma, eşya ve çağ handikap ve şokunu savma yetisi, ancak, (kişiliği, üstün bir ideal ve hakikat çilesinde pişirmekle oluşuyor ve ay gibi gün gün büyüyüp dolunay oluyor.

Bu yüzdendir ki, eskiden yönetici kadroları ayrıca bu manevi okullardan da geçiyor ve geçiriliyorlardı. Hatta isteyen herkes.

Toplumlarda, insanlar gibi, birbirine göre, uzak görüşlü olma bakımından farklıdırlar. Manevi değerle­re önem veren toplumlar daha yüce idealler taşıyor ve Tarih sorumluluğunu bu şekilde yükleniyorlar ve ha­fifletiyorlar. Ama nice akıllı gibi gözüken, nice harika­lar doğurmuş toplumların da, ileriyi görmek hasletin­den nice yoksun ve nice mahrum olduğunu görmek, in­sanı şaşırtır ve hüzne boğar.

Bugünün Avrupası, bir de bu gözle görülse.

Sezai Karakoç - Sur Yazıları (4)

 
Devamını Oku »