Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi


Kânûnnâme-i Âli Osman'ın herhalde üzerinde pek çok münâkaşalar yapılan en meşhur maddesi(45) «ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün kati itmek münâsibdir. Ekser-i ulemâ dahi tecviz itmişdir. Anınla âmil olalar» (BV, vr. 281b) sözleriyle ifade edilenidir. Saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmayan Osmalılılar'da(46) tahta cülûs ya vasiyetle, ya da devlet ileri gelenlerinin veya Kapıkulu askerlerinin ittifâkıyla olmuştu

Ezcümle, Osman Bey'in büyük oğlu Orhan Gazi henüz babasının sağlığında idareyi ele almış olduğundan, âdeta onun vasiyetiyle(47); onun oğlu olup "Hudâvendigâr" lakabiyle anılan I. Murad ise Ahiler'in ittifakıyla hükümdar olmuşlardır(48). I. Murad önce saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri(49), sonra da Bizans imparatorunun oğlu Andronikos ile birlik olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey'i devletin selâmeti için öldürtmüştür(50). Yıldırım Bayezid, Oruç Bey'in belirttiği gibi(51), beylerin ittifakı ve babasının vasiyeti ile babasına halef olmuştur.

Bu sırada Kosova Meydan Savaşı (1389) devanı etmekte ve ordunun sol kanadının başında kardeşi Yakub Çelebi bulunmakta idi. Yıldırım, beylerin ittifakıyla hemen kardeşini öldürterek(52) çok kritik bir zamanda çıkabilecek bir iç savaşı önlemek iste miştir(53). Âşıkpaşazâde bu hâdisenin "askeri ıztırâba düşürdüğünü"(54) yazarsa da, Timur gailesinden soma, oğulları arasında başlayıp yıllarca süren taht mücadelelerinin ülkeyi perişan etmesi Yıldırım'ı bu fiilinde âdeta haklı çıkarmıştır.

Kardeşlerini bertaraf edip ülkede birliği sağlayan Çelebi Mehmed'in, Timur'un oğlu Şahruh'un mektubuna verdiği cevap gayet mânidardır. Şahruh mektubunda, Çelebi Mehmed'in Osmanlı töresi üzere kardeşlerini öldürtmesinin töre-i Îlhanîye uymadığını söylüyor ve bu fiilinden dolayı I. Mehmed'i eleştiriyordu. Çelebi Mehmed ise, Şahruh'un, kardeşleri hakkındaki nasihatlarını kabul etmekle beraber, atalarının bazı müşkilleri tecrübeyle hallettiklerini, bir ülkede iki padişahın barınamayacağını, bilhassa etraflarındaki düşmanların daima fırsat kollamakta olduklarını belirtmiştir(55).

Çelebi Mehmed'in bu cevabından, Osman oğullarının artık, devletin hanedanın ortak malı olduğunu belirleyen ülüş sistemine dayalı Orta Asya geleneğinden ayrılarak, hâkimiyetin bölünmezliği ilkesine dayalı îslâm geleneğini benimsemeye başladıkları anlaşılmaktadır(56). Babasının vasiyetiyle tahta geçen II. Murad da(57) önce Yıldırım Bayezid'in oğlu olmak iddiâsiyle saltanatta hakkı olduğunu öne süren ve târihlere "Düzmece Mustafa" olarak geçen amcasını, sonra da kendisine isyan eden küçük kardeşi Mustafa'yı katlettirmek zorunda kalmış(58), diğer iki kardeşi Mahmud ve Yusuf'u öldürtmemiş, sâdece gözlerine mil çektirerek önce Tokat'ta hapsettirmiş, sonra da Bursa'ya getirterek rahat yaşamalarım sağlamıştır(59). İstanbul'un fethinden sonra, hâkimiyyet-i mutlaka prensibinden hareketle, ülkenin bölünmezliği(60) ilkesini kesin olarak benimseyen ilk Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed olmuştur(619.

II. Mehmed'in ölümünden sonra Cem Sultan'ın ülkeyi paylaşma teklifinin II. Bâyezid tarafından şiddetle reddedilmesi(62), artık bu ilkenin iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Hızla büyüyüp genişlemekte olan Osmanlı Devleti cihanşümul bir imparatorluk mahiyetine girmişti. Büyük dedesi Yıldırım Bayezid'den sonraki taht kavgalarıyla ülkenin ne kadar feci bir fetret içinde kaldığını göz önüne alan Fatih Sultan Mehmed, nizâm-ı âlem için evvelâ kendi küçük kardeşi Ahmed'i boğdurtmuş(63) ve bu usulü Kanunnâme'sine koyarak seleflerine intikal ettirmiştir.Her ne kadar bu meseleye dair başka kanunnâmelerde her hangi bir kayda rastlanmamışsa da bâzı kroniklerde karineler mevcuttur.

Başta, Kanunnâme'nin tertipleyicisi olan Karamanı Mehmed Paşa'nın, Yıldırım Bayezid'in Yakub Çelebi'yi öldürtmesi hakkındaki: "Doğru düşünenlere gizli olmayacağı gibi, Yakub Çelebi adlı kardeşinin yaşamasında büyük kötülükler vardı. Sultân onun vücûdunu kaldırttı. Çünki zaruretler yapılmayacak şeyleri yaptırır. Böylelikle atalardan kalan ülke, bir rakibin düşmanlığı ve aykırılığı olmaksızın, cömert ve yüce Sultân'ın elinde kaldı"(64) sözleri, bu hükmün onun tarafından da benimsenmiş olduğu kanaatini vermektedir. XVI. yüzyılda yaşamış olan Hoca Sa'deddin Efendi (ö. 1599) ile bir sonraki asırda yaşayan Bostanzâde Yahya Efendi'nin Fatih'in, "Nizâm-ı âlem için küçük kardeşi Şehzade Ahmed'i şehid"ettirmesinden(65)bahsetmeleri de maddenin bu padişah zamanında konulmuş olmasıyla izah edilebilir(66).

Yukarıda Fatih Sultan Mehmed'e kadar Osmanlılar'da kesin bir cülûs sisteminin bulunmadığı, genel olarak ya vasiyet ya da ümerânın ittifakıyla hükümdarlık makamına çıkıldığı belirtilmişti. II. Mehmed de bu hususa bir açıklık getirmemiş, sâdece koymuş olduğu bu madde ile bütün oğullarını saltanatın eşit vârisi kılmış(67) ve diğerlerinin katlini münasip görmüştür. Zîrâ, şehzadelerden birinin hükümdar olmasıyla hayatta olan diğerlerinin rekabeti sona ermemekte, taht üzerindeki veraset hakkı devam etmekle, ülke her an bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta idi.

Devlet ileri gelenlerinin bir şehzadeye teveccühü, tahtta bulunan şehzadenin bahtını her an değiştirebilirdi. Bu ise bölünmenin ülkeyi ne hâle düşürdüğünü, bunun kimlere yaradığını bilen ve babası II. Murad devrinin Düzmece Mustafa ve Şehzade Mustafa kargaşalıklarından(68) ders alan Fâtih'in hâkimiyyet-i mutlaka prensibiyle bağdaşamazdı.

Ancak, II. Mehmed'in saltanatın intikali meselesinde, "cemiyetin selâmeti için ferd feda ediliı" düstûruna dayanan adâlet-i izafiyenin(69) sınırlarını zorlayarak Kanunnâme'sine kardeş katli maddesini koymuş olması düşünülebilirse de, hiç bir isyan emaresi göstermeyen bir şehzadenin katlini bu nisbî adaletle de bağdaştırmak zordur. Orta-Asya Türk ve Moğol devletlerinde de saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmamakla beraber, ağır suç işleme gibi istisnaî haller dışında kardeş veya hanedan üyelerinin katli yoluna pek gidilmezdi(70). Ancak, kardeş katli Anadolu Selçukluları'nda geniş ölçüde görülmeye başlamış, Fatih Sultan Mehmed'e kadar Osmanlı Devleti'nde de benzeri olaylar vukua gelmiş(71), bu hükümdar ise tamamen mecburiyet altında, devletin bekası için bu fiili kanunlaştırmıştır. Zaten "nizâm-ı âlem" şartından da bu anlaşılmaktadır. Bu maddenin sonradan ve muhtemelen XVI. yüzyılın sonlarında eklenmiş olabileceği düşüncesini ise aşağıdaki anekdot mesnetsiz bırakmaktadır:

Oğlu Cem'in doğumuna sevinmeyen Fatih'in gayet öfkeli bir şekilde bebeğin beşiğine tekme vurup, "gülistân-ı Cennet-âbâd-ı saltanata ziynet virmeğe, ol serv-âzâd ve şimşâd gibi fahr-ı eslâf ve eşrâf-ı alılâf olan şehzâdeler yeterdi. Bu şecere-i hilâf-semerden ne biter? Takdir-i Rabb-i Kadir'le ol ikinin biri mâlı gibi nâgâh ufûl iderse, bedr-i kadri tamâm olmadan şâm-ı ademe giderse, âftâb-ı cihân-tâb âleme ziyâ virüp rûyi tutmağa biri yeter. Vâris-i şehr ü diyâr çokluğu, şehriyâr-ı tâcdâr yokluğu gibi menşe-i havâdis-i fiten ve mebde-i kevâris-i mihendir. Memleketde baş çok olıcak, il gün harâb u yebâb olup ralyyet ayakda yitef' şeklindeki sözleri(72) üzerinde durmak gerekmektedir.

Burada, Cem Sultan'ın doğumundan memnun olmayan padişahın mevcut Bayezid ve Mustafa'adlı iki şehzadenin yeterli olduğunu, hatta bunlardan birinin daha büyümeden ansızın ölmesi halinde, kalanın saltanat için kâfi olduğunu belirttikten sonra, mirasçı çokluğunun, hiç bulunmaması kadar ülke ve halk için tehlikeli olduğuna dikkati çekmekte, âdetâ küçük kardeşi Ahmed'i öldürtmekten pişmanlık duymadığını ima etmekte ve Cem'in doğduğu 1459 yılında saltanat vârisinin tek olması gerektiğini belirtmektedir. Hatta, ölümünden sonra bu oğlunun devletin başına ne gibi gaileler açacağını âdeta hissetmiş gibi konuşmaktadır. Osmanlı padişahlarını bu fiili işlemeye zorlayan sebeplere gelince, Türkler İslâm'a girdikten sonra, bu yeni dinin verdiği heyecanla yeni bir ruh ve güçle ona hizmet etmeyi kendileri için en büyük ideal addetmişlerdir.

Türk devletleri içerisinde, en uzun ömürlü olan Osmanlı Devleti'nin müstesna bir yeri vardır. Daha kuruluş yıllarından itibaren gazâ ideolojisini benimseyen Osmanoğulları, kendilerini nizâm-ı âlem dâvasının baş temsilcisi olarak görüyor, padişahlar âlemin sığınağı demek olan "âlempenâh" ve İslâmın sığınağı anlamına gelen "İslâm-penâh" sıfatlarım kullanıyorlardı: Adalet, insanlık ve barış, İslâm kanunları ile kendi örflerine dayanan ve bir milletler topluluğu olan Osmanlı İmparatorluğu'nun "Nizâm-ı âlem" dâvasının esâsını teşkil etmekteydi. Devrin şartlan içinde mütâlaa edilmezse bu dâvanın mahiyetini anlamak güçleşir.

Mihaloğlu Ali Bey, Haçlı ordularının saldırıları karşısında : Eğer def olmazsa bu beliyye Ne İznik kala ne Kostantaniyye derken Osmanoğullarının bu gayesini dile getirir(73). Devletin kurucusu Osman Bey'in, oğlu Orhan Gazi'ye ettiği vasiyette(74) vecîz ifâdesini bulan, i'lâ-yı kelimetullah hizmetinin her şeyden üstün olduğu, Orhan Bey'in şahsında âdeta bütün Osmanlı padişahlarına söylenmiş gibidir(75).

Ancak, bu kutsal idealingerçekleştirilmesinin en büyük şartı, ülkede birlik ve beraberliğin mevcut olmasıydı. Halbuki daha kuruluş devrinin taht kavgaları ülke bünyesinde derin yaralar açmış, memleket parçalanmıştı. Tahtın ortak vârisi olan şehzadeler birbirleriyle kıyasıya çarpışmışlar, sonunda, "Çelebi" unvanıyla anılan I. Mehmed'in, kardeşlerini bertaraf etmesiyle devlet âdeta yeniden kurulmuştu.

Bu bakımdan pek yerinde olarak, Osmanlı kroniklerinde bu pâdişâh, devletin ikinci bânisi kabul edilir. Ülkenin selâmeti için lâ erhâme beyne 'l-mülûk(76) düstûrunu prensip edinerek kardeşlik duygularını ikinci plâna atan Osmanlı sultanlarının birbirlerini telef etmesini(77) sadece saltanat hırsı ile izah etmek mümkün değildir.

Bu hadiselerin sebepleri, günümüz zihniyetiyle değil de o devrin şartları içerisinde hissiyattan uzak bir şekilde aklın mıizanlariyle düşünülmelidir. Çelebi Sultan Mehmed'in Şahruh'un mektubuna verdiği, "atalarının, müşkilleri tecrübe eliyle çözdüğü" yolundaki cevabı, Savcı Bey isyanından(78) alman derse işaret etmektedir.

Şayet Osmanlılar ülüş sistemiyle ülkeyi aralarında paylaşsalardı, bundan kimlerin faydalanacağına XVI. yüzyılda yazılmış Grekçe bir Osmanlı tarihinin meçhul müellifi açıklık getirmektedir. Çelebi Mehmed'in vefat edip, oğlu II. Murad'ın tahta geçmesiyle, Bizanslılar'ın hemen Düzmece Mustafa'yı, Gelibolu'nun kendilerine iadesi şartıyla nasıl padişah yapmayı vadettiklerini anlatan meçhul Rum müellif, esefle şunları söylemektedir: "Akıllı Romalılar giriştikleri bu işleri daha önce, Timur'un Bâyezid'le muharebe ettiği, onu yakaladığı ve evvelce yazdığım gibi, ordusunu imha ederek onu mağlûb ettiği zaman yapmalıydılar, şimdi değil; zîrâ Türkler toparlandılar. Bu son Bizans imparatorları çok büyük devletin, o kadar halkın ve bu kadar ülkelerin, bu kadar Hıristiyanların kaybedilmesinin sebebi idiler"(7)9.

Bu itirafdan anlaşılmaktadır ki, o devirde en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzade veya diğer hanedan mensuplarının, tahtın vârisi oldukları iddialarından ve Bizans'ın bu fırsattan yararlanmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul'u fethiyle İslâm Peygamberi'nin le-tüftahanne'l-Kostantiniyyete ve le-nimel ru emîruhâ ve le-nime'l-ceyşu zâlike'l-ceyş emî müjdesine(80) mazhar olan ve daha sonra yaptığı fetihlerle devleti imparatorluk haline getiren II. Mehmed, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının, i'lâ-yı kelimetu'llahı hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının farkında idiler.

Mizancı Murad Bey (ö. 1910) gibi XIX. yüzyılın bazı tarihçileri tarafından, bu madde ile bütün fazilet ve hasletlerine gölge düştüğü(81) zannedilen Fatih Sultan Mehmed'in, büyük ideali olan İstanbul fethini gerçekleştirdikten sonra nasıl cihanşümul bir hâkimiyet fikrini benimsemiş olduğu, Ortodoks ve Ermeni patrikleri ile Yahudi baş hahamını bu şehre yerleştirmesinden anlaşılır. Zîrâ o, İstanbul'u idealindeki dünya imparatorluğunun merkezi yapmak emelinde idi.

Hattâ, kendisine izafe edilen "dünyâda tek bir dîn, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır"(82) şeklinde hulâsa ettiği sözüne bakılırsa, gayesinin bir cihan imparatorluğu da olmayıp, İslâm dînini dünyanın her tarafına yaymak olduğu anlaşılır. Zîrâ Fatih, İslâm âleminin hâmisi sıfatıyla kendisini i'lâ-yı kelimetu'İlahın en büyük temsilcisi olarak görmekte idi(83). Kemâlpaşazâde de, "cihangirlik azmini cezm  itmiş idi"(84) diyerek bu büyük Türk hükümdarım teyit eder. Fatih'in, Anadolu birliğini sağlamak için Uzun Hasan üzerine giderken, «vâlidem» diye hitâp ettiği Akkoyunlu hükümdarının annesi Sâra Hâtun'a verdiği cevap da mânidardır.

Trabzon üzerine giderken yollarda büyük zahmetlerle karşılaşan, hatta bazen atından inip yürümek zorunda kalan Fatih'e Sâra Hâtun'un, "oğul, ufacık Trabzon için tatlı cânına bu kadar eziyet değer mi" şeklindeki sözüne, İstanbul Fatihi: " vâlide, seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olup, Allah 'ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yokdur(85) şeklindeki cevabiyle maksadının Allah adını yüceltmek olduğunu açıkça ifâde etmiştir. Kritovulos'un, "akdem-i a'mâli, reâyâ ve berâyânın ni'met-i adâletle mutena'im olması kazıyyesi idi'(86) sözüyle kanun anlayışına da işaret ettiği Fatih, kardeş katli maddesini keyfî idaresini hâkim kılmak için(87) değil, İslâm dîninin sınırları dahilinde ve onu yaymak gayesiyle, nizâm-ı âlem dâvasına hizmet etmek için koymuştur(88). Nitekim, ölümünden hemen sonra başlayan taht kavgaları bu büyük hükümdarı âdeta haklı çıkarmıştır.

Hulâsa, bir çözüm şekli bekleyen hâdiselere, muhtaç oldukları hal tarzını vermekten başka gayeleri olmayan Osmanlı padişahlarının, bu hazîn çözüm şeklini seçmeleri, başka çârenin bulunamamış olmasındandır. Nitekim şehzadeleri mezar gibi bir mahpeste tutan I. Ahmed'in "Kafes hayatı" da meseleyi halletmemiş, mesele ancak 1876 Meşrûtiyet döneminde istikrar bulma yoluna girmiştir(89).

-Prof. Dr. Abdülkadir Özcan - Atam Dedem Kanunu Kanunname-i Al-i Osman ,Kitabevi yay.,syf:19-29

Dipnotlar:

45 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, "Fatih Kanunnâmeleri", Siyâsi İlimler Mecmuası, XXII/257 (1952), s. 211

46 Halil İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisiyle İlgisi", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV/1 (1959), s. 93; Ahmed Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati, Ankara 1963, s. 193.

47 Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman (nşr. Âlı" Bey), İstanbul 1332, s. 31 vd.

48 Çağdaş bir Bizans tarihçisi olan Gregoras'a göre, Orhan Bey'in veliahdı Süleyman Paşa olup, şayet ölmeseydi babasının yerine o geçecekti (İskender Hoçi Yanko tercümesi, TOEM, şenel, İstanbul 1328, s. 242,251).

49 Ahmedî, Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman (nşr. Nihal Atsız), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949, s. 15; Mumcu, aynı eser, s. 190

50 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972,1, 142-143

51 Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Atsız, İstanbul 1972, s. 48.

52 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, IV. Defter (nşr. Koji İmazawa), Ankara 2000, s. 5-7.

53 Mükrimin Halil Yınanç, "Bayezid I" İA, II, 369

54 Tevârih-i Âl-i Osman, s. 64. Hoca Sa'deddin Efendi bu meselede: "Şâhzâde Yâkub Çelebi -ki firar iden küffâr ardınca ılgar itmiş ve bu vakıadan henüz haberdar olmamış idi- ümerâ-yı devlet ve erkân-ı hazret, el-fitnetü eşeddü mine 'l-katl mefhûmunu mülâhaza idüp, sâbıkâ Savcı Beğ'den sudûr iden vaz'-ı bî-edebâneden dahi mütenebbih olup, saltanat vârislerinin ta'addüdü ve mülk-ü m'ılel intizâmına halel virdiği tecârib ile ma'lûmları ve saltanat sâye-i ulûhiyyet olduğu cihetden sâye ve sâye derâbîninde müşâbehet ü mümâselet lüzûmu mefhûmları olmağın Yakub Çelebi'ye şehd-i şehâdeti nûş itdirdileı" der (Tâcü'ttevârih, İstanbul 1279,1,124). Koca Müverrih Bosnavi Hüseyin Efendi de Sa'deddin Efendi'nin hükmünü benimser: "Havâss u mukarrebân-ı saltanat ittif'âkıyla, mertebe-i Ulûh'ıyyet-i Yezdânî timsâlidir. sultanî Zillin sâhib-i zille temâsili lâzımdır. Pâdişâh yalnız olmak gerekdir diyüp el-fitnetü eşeddü mine'l-katl lidine hem-râh idüp" (Bedâyiü'l-vekâyi, mazmûnunca amel idüp, ol şehzâdeyi vâ Moskova 1961,1, 88b ve s. 190). Dimitri Kantemir'in verdiği bilgiler ise meseleye biraz daha açıklık getirir: Bu seçimden hoşlanmayarak gizlice orduyu Bayezid'e karşı ayaklandırmaya çalışan Yâkub Çelebi'nin bu teşebbüsü, zamanında ortaya çıkarılmış ve bu şehzâde devlet ileri gelenlerinin meşveretiyle alınan karar gereği bir yay kirişiyle boğdurulmuştur (Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Özdemir Çobanoğlu, Ankara 1979,1,43).

55 Feridun Bey, Munşeâtü's-selâtîn, İstanbul 1264,1, 143-144.

56 Mumcu, aynı eser, s. 191. Çağdaşları gibi sultanların yeryüzünde Allah'ın gölgesi olduğu prensibini benimseyen İdris-i Bitlisi" bu hususta şunları söyler: "Mülk sahasında emir sahibi tek olmalı. Sultânın varlığı ile berâber, evlâdı, akrabâsı ve yardımcılarının kendilerini hükümetin başı sanarak halka saldumaları gerekmez. Memleketde hiç bir bozukluk, en kötü, perişan hükümetlerin karışıklığından değildir. Halkın vergilerindeki bozuKİuk, padişahlar için değişik eller kadar zararlı değildir" (Hasan Tavakkoli, Kânün-ı Şâhenşâhî, basılmamış doktora tezi, istanbul Üniversitesi Ktp. nr. 11554, Farsça metin, s. 139, Türkçe tercümesi, s. 99).

57 Âşıkpaşazâde, s. 94.

58 Âşıkpaşazâde, s. 96 vd.; Neşri, Kitab-ı Cihânnümâ (Neşri Tarihi), nşr. Faik Reşit Unat,Mehmed Altay Köymen, Ankara 1957, II, 557 vd.

59 Âşıkpaşazâde, s. 107.

60 XIV. yüzyılda yaşamış olan Bizans tarihçisi Gregoras, şirket-i saltanat usulünün Bizanslılarda da bulunduğunu yazar (TOEM, I, 246).

61 İnalcık, aynı makale, s. 94.

62 Uzunçarşılı, "Bâyezid II", İA, II, 392.

63 İbn Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 8. Dukas, ondan naklen Hammer ve bazı Osmanlı tarihçileri (Mizancı Murad Bey, Tarih-i Ebü'l-fâruk, İstanbul 1325,1, 274) Şehzade Ahmed'i Fatih'in emriyle Evrenos-oğlu Ali Bey'in boğduğunu, sonra da bu zâtın hemen öldürüldüğünü yazarlarsa da, Uzunçarşılı bu Ali Bey'in 1462'de Eflâk seferinde Akıncı kumandanı bulunduğunu belirterek meseleye açıklık getirir. Bk. "Evrenos", İA, IV, 417.

64 Osmanlı Sultanları Tarihi (trc. İbrahim Hakkı Konyalı), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949,s.347.

65 İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII, 6-9. Hoca Sa'deddin Efendi bu hususta şunları söyler: "İsfendiyar kerimesinden mütevellid olmuş küçük Ahmed nâm birâderleri -ki henüz hadd-i sabâdan fezây-ı şebâba hurûc ve masâ'id-i kemâle irtikâ vü urûc itmiş idi- ol hengâmda sarayda olur idi, Nizâm-ı âlem içün defter-i şuhûddan rakam-ı vücûdun hakk idüp tâbût-ı pür-sekîne-i vâlid-i mâcid-i cennet-mekînleri ile hem-râh itdieı" (Tâcü't-tevârîh, I, 408). Târih-i Sâf müellifi ise, "hi'n-i cülûsda İsfendiyar kızından doğmuş küçük Sultân Ahmed nâm karındaşlarını int'ızâm-ı âlem içün şehîd idüp..." s. 44) ifadesiyle onu tasdik etmektedir. Bedâyiü'l-vekâyi'deki ifâde ise bunlardan farklı değildir; "Küçük Ahmed Çelebi cülûs-ı Sultân MehemmedHân'da nizâm-ı âlem içün öldürüldü" (I, 156b, 186b veya s. 330, 390). Gerek Hoca Sa'deddin Efendi, gerek Bostanzâde Yahya Efendi bu sözleri şeyhülislâm ve kazaskerlik gibi fetva ve kazâ makamlarının en yükseğinde bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler. Hattâ Târih-i Sâf müellifinin, tahta cülûsunu müteakip III. Mehmed'in on dokuz kardeşini öldürttüğünü bahsettikten hemen sonra, saltanatının başlamasıyla yeryüzünün adalet ve doğrulukla dolduğunu (s. 86) zikri, kazaskerlik rütbesini hâiz olup, aynı zamanda Divân üyesi bir zât sıfatıyla bu fiili kabûlden öte, takdir ettiğini de ortaya koymaktadır. Halbuki bu zâtlar zulme rızânın zulüm olduğunu pekâlâ bilmekte idiler. Her ne kadar Hammer bu hususta sarih fetva bulunmadığına dikkati çekmekte ise de (Devlet-i Osmaniye Tarihi, İstanbul 1329, III, 219-220), IL Osman'ın, kardeşi Şehzade Mehmed'i Taşköprizâde Kemâleddin Efendi'nin fetvasıyla katli (Ataî, Zeyl-i Şakayık, İstanbul 1268, s. 656; Naîmâ, Tarih, İstanbul 1283, IV, 188), daha evvelki hâdiselerde ulemânın sükûtu, hattâ bâzılarının tecvîzkârâne sözleri onun bu iddiasını mesnetsiz bırakmaktadır.

66 Yukarıda Bostanzâde Yahya Efendi'nin Şehzade Ahmed'in katli hakkında nizâm-ı âlem ifâdesini kullanırken, Yakub Çelebi'yi öldürten Yıldırım için, "bu kötü geleneğin başlatıcısı olmuş, kardeşi Sultan Yakub'u boğdurtmuştur. Yüce Allah bağışlasın. Bu işi biraz da vezirlerin gizli kararı ile yaptığı bilinir' (s. 30-31) demesi dikkati çekmektedir. Bu sözlerden, nizâm-ı âlem için kardeş katli fikrinin, Fatih zamanında olgunlaşıp tecviz edildiği mânası çıkarılabilir.

67 Kanunnâme'nin elkab örnekleri kısmındaki "vâris-i mülk-i Süleymanî... oğlum Sultân cem" (Bedâyiü'I-vekâyi, 283b) şeklindeki tasrihin, Fatih'in bu şehzadeyi diğer oğlu Bâyezid'in çocuklarının çok olduğundan tercih ettiği nakledilirse de (Spandouyn Cantacassin s. 43'den naklen İnalcık, «Mehmed II» İA, VII, 513), bunun Cem'i tutan devrin veziriazamı Karamam Mehmed Paşa'nın tesiriyle olabileceği de düşünülebilir (Mecdî, Hadâiku'ş-Şakâik, s. 285)

68-Tâcü 't-tevârih, I, 306, 315-316.

69 Kur'ân-ı Kerim'deki ve lâ teziru vâzketun vizıa uhrâ âyetinin (En'âm, 164) işaret ettiği gibi, katıksız, tam adalet demek olan adâlet-i mahzâya göre bir kişinin hakkı kendi rızâsı olmadan umûmun selâmeti için feda edilemez. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken : "Vebal yüklenen hiç bir nefis diğerinin vebalini çekmez. Yani, ne günah yapmakta ne de cezasını çekmekte, vekâlet, niyabet cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker' (Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, III, 2115) demektedir. Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin fikri daha farklı değildir. (Hulâsatü'l-beyân fîtefsiri'l-Kur'ân, İstanbul 1342-1340, V, 418). Aynı hususa Mâide, âyet 32'de de işaret edilmektedir. Ancak İslâm hukukunun şu temel düsturlarına uyularak bâzı hallerde adâlet-i izafiyeye gidildiği de olmuştun "Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olumu" "Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaffile izâle olunuf' "İki fesâd te 'âruz itdikde ehaffi irtikâb ile a 'zammın çâresine bakılır" "Ehvenü 'ş-şerreyn ihtiyar olunur" "Def'-i mefâsid celb-i menâfi'den evlâda" (Ömer Nasuhf Bilmen, Hukuk-ı İsldmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 263-264; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, 125-126, madde: 26-30). Bu maddeler İslâm hukukunun külli kaidelerindendir ve Kur'ân-ı Kerîm'in el-ütnetü eşeddü mine'l-kati (Bakara, 191. Dilger sehven 187. âyet demiş, s. 33) gibi âyetlerine istinat etmektedir. Elmalılı.bu âyeti tefsir ederken : "kati hadd-i zâtında fena bir şeydir, lâkin fitne katiden daha şiddetli ve zararlıdır. Zîrâ katlin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder. Onun için Fitneye tutulmaktansa, onu çıkaranları öldürmek veya çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. Ehvenü'ş-şerreyn ihtiyâr olunur gibi kaidelerin mesnedi bu gibi naslardır. Asayiş-i umûmiyi ihlâl, vatandan ihraç hep birer fitnedir' (Hak Dini.., II, 695, 696) demekte; Mehmed Vehbi Efendi ise ayrıca, "i'lây-ı kelimetullah için, fitne çıkaranların katilerinin meşru olduğunu" (Hulâsatü'l-beyân.., II, 95) ilâve etmektedir. Osmanlı padişahlarının, bilhassa Fâtih Sultan Mehmed'in, bu hususta tatbiki çok zor olan adâlet-i mahzâ yerine, adâlet-i izafiyeyi tercih ettikleri düşünülebilirse de, Kanunnâme'deki maddenin, hiç suçu bulunmayana tatbikini İslâm ceza hukuku ile telif etmek zordur. Ancak bunun, Fâtih'in hâkimiyetin bölünmezliği ilkesi ile saltanatın intikali usûlünü bağdaştırma düşüncesinden doğmuş olabileceği söylenebilir. Son yıllarda kardeş katli ile ilgili bir doktora tezi hazırlayan Mehmet Akman ise, meselenin şef i değil örfi hukuk çerçevesinde ele alınması gerektiği sonucuna varmıştır (Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995).

70 İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü...", s. 91; Mumcu, aynı eser, s. 188.

71 Vasfi Raşid Sevig, kardeş katlinin Bizans'tan alındığı fikrindedir (Ticaret Kanunu İstanbul 1934, Tarihî Mukaddime, s. VIII). Şeıhil,

72 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII. Defter(nşr. Şerafettin Turan), Ankara 1957, s 173.

73 Osman Turan, Tarihî Akışı içinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1980, s. 50 vd.

74 Orhan Bey'in adaletli olması, İslâm dinini yayması, padişahların asıl gayesinin bu olduğu şeklinde hulâsa edilebilen bu vasiyet için bk, Âşıkpaşazâde, s. 31; Neşri, s. 145.

75 Bu hususta daha fazla bilgi için bk, Ahmed Refik, Padişahlarımızda Din Gayreti ve Vatan Muhabbeti, İstanbul 1332.

76 "Padişahlar arasında akrabalık yoktur". Cem'in ülkeyi paylaşma teklifine II. Bayezid'in verdiği cevap (Hoca Sadedditı, II, 10; Cavid Baysun, "Cem", İA, İstanbul 1977, III, 71).

77 Nizâm-ı âlem için oğlunu feda etmekten çekinmeyen Kanuru'nin bu davranışını, o sıralarda Osmanlı Türkiyesinde bulunan Avusturya elçisi Busbecq: "Müslümanlar Osmanlı hane danmın varlığı ile ayaktadırlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için hânedanm bekası evlâddan daha mühimdir" sözleriyle ifâde eder (Türkiye'yi Böyle Gördüm, trc. Aysel Kurutluoğlu, İstanbul ts,, s. 42). Keza, Taşlıcalı Yahya da Şehzade Mustafa için yazdığı Mersiye'nin sonunda; "İlâhî cennet-i Firdevs ana turag olsun - Nizâm-ı âlem olan Pâdişâh sağ olsun" diyerek aynı hususa dikkati çeker (Dîvân, nşr. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul 1977, s. 168).

78 İskendernâme müellifi Ahmedî'nin de belirttiği gibi, sâdece büyük bir kahraman değil, aynı zamanda manevî sahada da yüce bir mertebe sahibi olan ve tek gayesi, mensubu olduğu İslâm dinine hizmet olup, bu uğurda şehîd olmayı dileyen I. Murad'ın, oğlu Savcı Bey'i nefsi için öldürtnıesinin düşünülemeyeceği aşikârdır (Nihad Sami Banarlı, «Niçin öldürürlerdi», Osmanlılar Albümü, İstanbul 1981, s. 25). Murad Hudâvendiğâr'ın bu niyazı için, bk. Neşıî, Cihannümâ, I, 285-287.

79 XVI. Asırda Yazılmış Anonim Osmanlı Tarihi, (trc. Şerif Baştav), Ankara 1973, s. 118 vd.

80 "İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur' mealindeki meşhur hadîs-i şerif Buhârî' nin Târîhu'l-Kebîr'i: İmam Süyûtî'nin Camili's-sagfr'i; İmam Ahmed'in Müsned i; Hâkim'in Müstedrek'i ve İbn Hacer el-Askalani'nin el-İsâbe fî Temyizi's-sahâbe gibi makbul eserlerde nakledilmektedir. Metnin usul bakımından tahlili ve kaynaklarının değerlendirilişi için bk. Ali Yardım, "Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma", Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi XIII/2 (Mart-Nisan), s. 116-123.

81 Târih-i Ebü'l-fâruk, İstanbul 1328, II, 139. Hayrullah Efendi ise Fatih'in, babası II. Murad zamanında birkaç defa hal' hâdisesini nazara alarak, iktidarda tek kalmak için kardeşi Şehzade Ahmed'i öldürttüğünü yazmaktadır (Târih-i Devlet-i Aliyye, İstanbul 1271, VIII, 53).

82 Zorzo Dolfin, Fâtih ve İstanbul, s. 26.

83 İnalcık, M, VII, 514.

84 Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 545. "Fâtih, daha şehzadeliğinde cihangirlik emelinde idî' (Tarih-i Sâf, s. 53); Bedâyiü 'l-vekâyi'de ise Fatih' in ağzından: "Bu hânedânın maksad-ı a'lâsı i'lâ-yı kelimetu'llahdır' (197b) denilmektedir,

85 Âşıkpaşazâde, s.159-160; İbn Kemal, aynı eser, s. 195-196; Hammer, aynı eser (Ata Bey), III, 339

86 Tarih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî(trc. Karolidi), TOEM ilâvesi, İstanbul 1328, s. 17.

87 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, "Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat", Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 157. "Osmanlı İmparatorluğu, siyâsî ve hukukî yapısı bakımından istibdâd, zulüm ve keyfîliği kabul etmeyen İslâm prensiplerine dayalı ve meşvereti emreden bu dînin ilkeleriyle çevrelenmiş bir devlettir. Bu bakımdan kısmî bir demokratik niteliğe sahip bu devletin başında bulunan hükümdarın her zaman hal' edilebileceği, yetkilerinin sınırsız olmadığının açık deliüdif (Recai G. Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, Birinci Kitap, Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Yıkılışına Kadar, İstanbul 1977, s. 15-16).

88 Osman Turan, Tarihî Akışı İçinde..., s. 12.

89 Vasfı Raşid Sevig, Ticaret Kanunu Şerhi I, mukaddime s. VIII- IX.
Devamını Oku »

Grek-Latin-Kilise Diyarının Rasyonel Yetisi



Grek-Latin-Kilise diyarında, yığınsal bireyin "rasyonel yetisi"si, "bindiği dalı kesemez", "gözlüğünü kıramaz"; bu nedenle de, "esas"ını "bulamaz".

Yığınsal birey, "esas"ı görmesini engelleyen gözlüğün, "esas"ı görmesini engellediğini "bilemeyeceği" için, bu gözlüğün "asli köle"sidir. Bu "asli kölelik", "yığınsal mevzuat" ve "yığınsal serbestlik" yoluyla giderilemez.
Burada, "bilmenin" şartı, "dönüşmek"tir. Grek-Latin-Kilise diyarında "dönüşme"nin yolunun "kapalı" olması, "nihai zemin" in, yani "esas"ın bilinmesinin yolunu da kapatır.

Oysa, Anadolu mayasında "dönüşerek aşmak" esastır; "nihai zemin" bu yolla "bilinir" ve "esas"ın görülmesini engelleyen "gözlük" bu yolla kırılır.

Grek-Latin-Kilise diyarında "bilgi (episteme)", rasyonel yeti vasıtasiyle oluşturulan "hüküm (yargı)" dür; ancak, bu diyarın "mütefekkir" leri, bir hükmün hangi şartları sağlayarak bilgi olabileceği üzerinde henüz bir anlaşma sağlayamamıştır; anlaşma sağlanması ihtimali de bir hayli zayıf görünmektedir.

Hüküm, "rasyonalite yetisi"nin icra ettiği fiildir. Grek-Latin Kilise diyarında, "rasyonalite", "asli" ve "basit" (yani "mürekkep" olmayan) bir "yeti" olarak "yığınsal birey"in tesis edilişinde "idrak yetisi" ile birlikte kullanılır. "Rasyonalite" yetisinin icra ettiği eylem "zihinsel"dir; bu itibarla, bizzat bu eylem, aynı zamanda "idrak" yetisine de sahip olan yığınsal bireyi "fiilen dönüştürme" imkanına sahip değildir.

Grek-Latin-Kilise diyarında, "bilgi"nin, "zihinsel" bir "hüküm" olarak çerçevelenmesi, "bilgi"nin, esasında bir "dönüşüm" olma imkanın, ortadan kaldırır. Bu imkanın ortadan kaldırılmasiyle birlikte, "epistemoloji" adı altında bu diyarda yürütülen çalışmalarda, bilginin mahiyetini araştırmanın bir anla- mı kalmamıştır.

Anadolu mayasında "bilgi", mayalanma neticesinde "gönlün bilinmesi" ile, "aslın bilinmesi" ile ortaya çıkan bir "dönüşüm"dür. "Gönül", ne "rasyonel yeti"nin ne de "idrak yetisi"nin fiilleri ile kavranamaz. Bu "dönüşüm", "bilinç"e de bağlı değildir; üstelik "bireysel irade" yoluyla da oluşmaz.

Mayalanma neticesinde "sütün yoğurda dönüşmesi"ne benzeyen bu "dönüşüm", "rasyonel yeti"nin hükümleri ile ne "açığa" çıkartılabilir ne de "dile" getirilebilir.

"Maya"nın esasını, "rasyonel yeti"nin hükümleri vasıtasiyle "açmağa" kalkışan, yönünü Grek-Latin-Kilise diyarına çevirerek, ya "irrasyonali- te"ye saplanır, ya da "boş laf'la iştigal eder ve bazen zarar ziyana yolaçar.

Anadolu mayasında "akıl", zemine ulaşmak için "bindiği dal"ı keser; böyle söyleyelim. "Esas"a giden yol, "binilen dal"ın kesilmesinden geçer.

Anadolu mayasının "aklı" ile Grek-Latin-Kilise diyarının "rasyonel yeti"si "aslen" farklıdır. "Binilen dalın kesilmesi" konusuna, bu farktan bahsetmeden, kısaca değinelim.
Grek-Latin-Kilise diyarında yığınsal bireyin asli vasfı, "rasyonel" oluşudur.

"Rasyonalite yetisi", esas itibariyle "kavram" ve "düşünsel nesne" oluşturma, "kavram" ve "düşünsel nesne"yi birleştirerek "hüküm (yargı)" oluşturma, "nesne" leri "kavram'larına bağlı olarak "döndürüp" yeni "kavramlara bağlama", yani "çıkarım" yapma ve dış dünyadan "algı (idrak)" yoluyla sağlanan malzemeyi genel ilkelere göre sınıflandırma ve düzenleme işlevlerini yerine getirir.

Grek-Latin-Kilise diyarında, yığınsal bireyin "rasyonalite yeti"si ve "idrak"ı ile kavrayamadığı, kuşatamadığı şey "irrasyonel" olarak kabul edilir. Anadolu mayasında, böyle bir degerlendirme, basit ifadesiyle "cehalet"tir.

"Binilen dalın kesilmesi", Anadolu mayasında bireyin, "gözlüğü" kırarak "rasyonel yetinin hükmü"nü bir kenara bırakması ve, "görerek ve dönüşerek aşma"sıdır. "Görerek ve dönüşerek aşma" için esas olan "gönül"dür.
"Aşma"yı, "gönül"e bağlayamamış olması sebebiyle Eflatun'un öğretisi bu cihetten de eksiktir. Bu hususa ilerde değineceğiz.
"Binilen dalın kesilmesi" neticesinde ayak yere basar. "Binilen daldan düşüş" ve bunun neticesinde "yere basış", bir "dönüşüm" dür. "İnilen", artık "kesilebilecek bir şey" değildir; "esas"tır. Burada yol yürünür.

Grek-Latin-Kilise diyarı, kendisine "köle kıldığı" yığınsal bireye bu "dönüşüm"ü "kapatmıştır". Bu diyarda, ne bir yol, ne de bir yolcu vardır; bu itibarla, burası, yığınsal bireye tanınan"serbestlik" miktarı ne olursa olsun, "esaret'in diyarı" dır.

Bu hususa başka bir örnek ile biraz daha açıklık getirmeye çalışalım. Göl kenarında gezinenler bir de bakarlar ki Nasreddin Hoca, bir elinde yoğurt kabı bir elinde kaşık göle maya çalıyor. Başlarlar gülmeye; biri der: "Hoca, aklını mı kaçırdın, koca göl maya tutar mı ?" Hoca gülerek cevap verir: "Bilirim tutmaz; ama ya tutarsa."

Grek-Latin-Kilise diyarında böyle bir hikaye, sadece insanı gıdıklayan, güldüren bir "irrasyonalite" örneğidir. Oysa, Anadolu mayasında durum farklıdır.

Vaziyetin "irrasyonel" oluşu, "abes" oluşu bazen vaziyetin esası itibariyledir, bazen de "rasyonel yeti"nin kavrayış imkansızlığı sebebiyledir.

Grek-Latin-Kilise diyarı, yığınsal bireyin "görme ve dönüş-me" imkanını "kapattığı" için, "aşma özürlü"dür. "Aşma özürlü" oluşu, bu diyarın "insan"ını, yani "yığınsal birey"i "etik" "estetik", "teoloji" gibi isimler altında yürüttüğü düşünsel faaliyetlerde "aslen dar bölgeler"e hapsetmiştir. Bu "hapis", Grek- Latin-Kilise diyarının içerisinden idrak edilemez, görülemez.

"Aşma" konusunu kısa bir örnekle açıklayalım. Bir müzik parçası, ancak zamana tabi olarak dinlenir ve idrak edilir. Notaların birbiri arkasına çalınması ve dinlenilen seslerin hafızada bir şekilde korunması gerekir ki, dinlenilene "bütünlük" verile- bilsin. Aksi takdirde, an be an bazı sesleri dinler ancak bunlardan "bütünlüğü" olan bir müzik eseri dinlemekte olduğumuz izlenimini oluşturamayız.

Dersek ki, bir konçertoyu bir "an" da "duyarız"; bu, "zaman’’a tabi olan "düzenleme ve duyuş"un "aşılması"dır. Grek- Latin-Kilise diyarında, önemli bir bestekarın böyle bir "du- yuş"u, bestelerinin "esas"ı olarak ifade ettiğini belirtelim.

Benzer olarak, "virtüöz", "beste" icra etmekte kullandığı aletinin "fiziksel imkan"larının "aşan" kişidir. İşin doğrusu budur da, Grek-Latin-Kilise diyarında bu hususları açıklama imkanı bulunmaz.

Bu diyarda, "aşma"yı açıklamak için, "iki ayaklı, tüysüz, düşünen (rasyonel yeti sahibi) ve algılayan (idrak sahibi) şey"in, "dönüştürülmesi" gerekir. Oysa, "dönüşüm"ün yolları bu diyarda "kapalı"dır. Bu nedenle, "açıklama" yapabilmek için "öz- nel-nesnel" ayrımı ortaya çıkartılmıştır.

Bu diyardaki "öznel-nesnel" ayrımı, yığınsal bireyin "aşma özürlü" oluşu sebebiyle, "aslen dar bölge"ye hapsedilmesinin bir neticesidir.
Ancak, bu ayrım, Grek-Latin-Kilise diyarında "asli" bir ayrım olarak da temellendirilemez. Sadece, bu ayrımın unsurları "iki ayaklı, tüysüz, düşünen (rasyonel yeti sahibi) ve algılayan (idrak sahibi) şey"e "eklemlenir". Bu "eklemleme", aslen bir"genişleme" sağlamaz; aksine "daralma"ya yolaçar.

Grek-Latin-Kilise diyarının esası "evrensel" değildir. Bu diyarın "evrensel" olamayışı, yığınsal bireyin "aşma özürlü" oluşu ile ilgilidir. "İnsan"ı kuşatamayan diyar, "evrensel" olamaz.

Grek-Latin-Kilise diyarındaki fikriyatın temelleri itibariyle, "insan"ın "fikri olarak" kuşatılamadığını anlattık. Mesela, Grek "tragedia"sına baksak, Dante ve Geothe'ye, Nietsche'ye, Camu'ye, Sartre'a ve diğerlerine baksak, bunların da, Anadolu mayası itibariyle "insan"ı kuşatamamış olduklarını görürüz.

Dolayısiyle, hem "fikriyatı" hem de "estetiği" itibariyle bu diyar, "evrensel olanın" diyarı değildir; aksine, "asli dar"lığın, "evrensel"lik olarak ortaya çıkarıldığı bir diyardır.

Oysa, Anadolu mayası "evrensel"dir; çünkü esası, "fert" olan "insan" dır.

Grek-Latin-Kilise diyarında, "kronolojik" bakımdan oldukça yakın bir dönemde, Almanca konuşan kesimde "felsefi antropoloji" adı altında yürütülen ve "insan"ı konu alan çalışmalar da, bu faaliyeti yürüten düşünürlerin "aşma özürlü" olması sebebiyle, bu diyara bir açılım getirmemiştir.

Nasreddin Hoca'nın çaldığı maya hiç tutmaz mı, tabii ki tutmuştur; ama nerede ve nasıl tutar ? "Göl" nedir, "çalınan maya" nedir, "mayayı çalan" kimdir ?

"Rasyonel yeti", algı yoluyla edindiği malzemeyi kendi ilkelerine göre düzenler ve mevcut bilgiyi de kullanarak hükmeder: Göl maya tutmaz. "Rasyonel yeti"nin, doğası sebebiyle, düzenlediğini "aşarak" daha "geniş" bir kap içerisinde "değerlendirme ve hükmetme" imkanı yoktur; bu itibarla, Grek-Latin-Kilise diyarına göre, Anadolu mayasının bu "görerek aşma"sı, "irrasyoneldir" ve dolayısıyla, esas itibariyle "anlamsız" dır.

Nasreddin Hoca'nın cevabındaki "bilirim tutmaz; ama, ya tutarsa sözlerinin iki yüzü vardır: "Bilirim tutmaz", "rasyonel yeti"nin bir hükmüdür. "Ya tutarsa", bir "olasılıksal ifade", tatistiksel değerlendirme" değildir. Aksine, "rasyonel yeti"ye "cehalet"ini ve "yetersizliğini bildiren sözlerdir: Ya "rasyonali- te yetisi "nin kuşatamadığı bir şekilde tutarsa. "Ama" bağlacı, bu iki kavrayışın, bu çerçeveler itibariyle asli farkını ve zıtlığını gösterir.

Nasreddin Hoca, Anadolu'ya, "Anadolu insanı"na maya çalar; bu maya elbette ki tutmuştur. Nasreddin Hoca'nın mayalama işini, "rasyonalite yetisi", doğası ve imkanları itibariyle kuşatıp kavrayamaz.

"Maya"lamanın "kuşatılması", "gönül"e mahsustur; dolayısiyle, bu işin ne bir "fikriyat"ı, ne de Grek-Latin-Kilise diyarına uygun bir "felsefe"si olmaz; olsaydı, Nasreddin Hoca bunu "rasyonel yeti"nin imkanlarını kullanarak en açık ve özlü bir şekilde anlatırdı. Çünkü, birkaç sözle gösterek anlattığı bir derya- dır.

"öznel-nesnel" ayrımına tekrar geçmeden önce, "binek" meselesini kısaca ele almak istiyoruz. Grek-Latin-Kilise diyarında, bildiğimiz kadariyle, "rasyonel yeti"nin "kavram"larını "binek (merkep)" olarak bir sistematik içerisinde ilk değerlendiren Kant'tır.

"Rasyonel yeti"nin asli faaliyetlerinden bir tanesi, Kant'a göre, "sentez" yapmasıdır; "sentez", Kant'ın anlattığı şekilde, bir "malzeme"yi, bir hüküm yoluyla yeni bir "kavram"a bindirme fiilidir; "sentez", bir "malzeme"ye, bu "malzeme"nin analitiğinde mevcut olmayan yeni bir "binek" tayin eder.

"Sentez" karşılığında kullanılan "terkip" sözcüğü, "binek (merkep)" ile olan ilişkisi gözönüne alındığında, Kant'ın bu konuda kastettiğini açık bir şekilde dile getirmektedir.

Şimdi soralım: Nasreddin Hoca merkebine neden ters biner ? Cevap verelim: Merkebe ters binenin "gördüğü" ile "gittiği'" yönler zıttır. Nasreddin Hoca, merkebine ters biner ve bize "gülerek gösterir" ve "anlatır"; der ki:

"Rasyonel yetin 'önünü' göremez; bu yetinin hükümleri yoluyla nereye gittiğini bilemezsin. 'Görmeden' gidersin ve ancak bu gidişin neticesinde ortaya çıkan 'ard'ı, 'arka'yı kuşatabilirsin."

Bu şekildeki "göstererek anlatma"ya, Grek-Latin-Kilise diyarında hiç de itibar edilemez; Nasreddin Hoca'nın işi, yani "ma-yalamak", bu diyarın ölçülerine göre "irrasyonel" dir.
Bu itibarla, Grek-Latin-Kilise diyarının "yığınsal birey"i, aynı zamanda "görme özürlü"dür.

"Gösteren" bulunmazsa, nasıl "görülür" ? Bu mümkün değildir. Anadolu mayasında, "gösteren"ler, bu mayayı Anadolu insanına "çalanlar"dır. "Aşarak görme"nin şartı, "mayalanmak" tır. Eflatun, bunu da bilmez.

Grek-Latin-Kilise diyarı, bu sorunları halledebilir mi ? Cevap, Nasreddin Hoca'nın türbesinde "gösterilerek" verilmiştir: Bir kapı, üzerinde kocaman bir kilit; ancak duvarlar yok. Rasyonel yeti der ki: "Duvar ile çevrelenmeyen yer 'iç' değildir; o halde 'kapı' esas itibariyle anlamsızdır. İlerlemek için kilidin ve kapının etrafından dolaşabilirsin."
Nasreddin Hoca da "göstererek" der ki: "Kilidi aç ki 'iç'i bulasın, 'içeri' girebilesin. Açmadan aklına uyarsan 'buldum' sanırsın; o zaman da 'dışarı'da kalırsın."

Grek-Latin-Kilise diyarının "mütefekkir"i karşılık verir: "Hayret... Rasyonel yeti'nin hükümlerine uymadan nasıl 'açarsın'; bu mümkün değildir, çünkü 'irrasyonel'dir..." Ve "Kilise", "mütefekkir"ini tastik eder: "Doğru söylüyor..."

Bunlar, Anadolu mayasının "gönül" işleridir; daha fazla söze gelmezler ve, Grek-Latin-Kilise diyarında "asli anlamları"nı kaybederek "irrasyonalite"ye dönüşürler…

Prof.Dr.Yalçın Koç – Anadolu Mayası,syf:49-55
Devamını Oku »

Osmanlı Türklerinin Dünya Siyaseti



Bazı eserlerde rastlanan pek tuhaf bir iddiaya göre, onbeşinci yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalılar deniz yollarını keşfedip Hindistan ve diğer Asya memleketleriyle doğrudan doğruya bağlanmış ve Osmanlı Devletinin coğrafî ve ekonomik önemini bozup onu arkadan çevirdikleri zaman, Türk diplomasisi dünyadan habersiz olduğu için, Türkiye gafil avlanmıştır! Bütün bir yüz­yılı dolduran olayların yalanladığı bu tuhaf anlayış tamamıyla yanlıştır: Türk diplomasisi o durum karşısında hiçbir gaflet göstermedikten başka, devamlı bir hassasiyet ve daimî bir uyanıklıkla baş döndürücü nispetler alan bir dünya siyaseti izlemiştir. Yavuz, Kanunî, İkinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinin bütün büyük olayları hep işte bu muazzam plânın uygulanması mahiyetindedir.

Hicretin onuncu ve Milâdın onaltıncı yüzyılı doğuyla Batının, Müslümanlıkla Hristiyanlığın ve Sünnîlikle Şiîliğin en Müslüman Devleti olmak itibarıyla doğuda Safevî - İran Şiîliği ve Batıda da Katolik Avrupa Hristiyanlığı ile çatışma zorunda kalmıştır. Böyle bir durumda Osmanlı Türklüğü o müthiş düşmanlarının hamleleri altında yıkılmamak ve her şeyden önce varlığını koruyabilmek için tıpkı bugünkü Amerika gibi, bir dünya siyaseti ve dünya stratejisi izlemek zorunda kalmıştı: Çünkü bu büyük siyaseti karşı taraf da izlemiştir.

Türkiye tarihînin “büyük asır”ı olan onaltıncı yüzyılda doğuyla Batının Osmanlılara karşı iki türlü dünya siyaseti vardır: Bunların biri, Osmanlı Sünnîliğine karşı İran Şiîliği’ni temsil eden Safevîlerle Türk Müslümanlığı’na karşı Avrupa Katolikliğini temsil eden Hristiyan Devletleri arasındadır. Avrupa'nın Türkiye aleyhine İran’la teması daha Ak Koyunlular devrinden başlamış ve bu siyasî dayanışma Safevîler devrinde de devam etmiştir.

Meselâ Kanunî ile aynı yüzyılda yaşamış olan Iran şahı Birinci Tahmasp’ın Almanya ile Portekiz’e elçiler göndererek Avrupa ile Asya’yı paylaşma esasına dayalı bir anlaşma ve birleşme teklif etmiş olması, Sultan Süleyman’ın 1541 tarihinde Avusturyalılara karşı açtığı “İstabur” seferi sırasında Safevî saldırısına karşı Vezira- zam Hadım Süleyman Paşa komutasında Anadolu’ya bir ihtiyat kuvveti gönderilmesine bile sebep olmuştur. Kanunî’nin Sadrazamlarından olduğu için o devrin siyasî durumunu çok iyi bilen tarihçi Lütfi Paşa’nın “Tevârih-i Al-i Osman ”ında Birinci Tahmasp’in ünlü İmparator Charles Quint’e yaptığı teklif, o zamanın sade diliyle şöyle açıklanılır:

“Şöyle kim Rum padişahı (= Osmanlı İmparatoru) senin üzerine vara, ben bu taraftan yürü­yeni; şöyle kim benim üzerime gele, sen öteden yürüyesin!”

Asya Şiileriyle Avrupa Katolikleri arasında geçen bu Doğu ve Batı anlaşmasına karşılık, Müslümanlığı ezip ortadan kaldırarak bütün dünyayı yalnız Hristiyan hâkimiyetine sokmak için kurulmuş büyük bir Avrupa planı da vardır, vaktiyle Haçlı seferlerinde en büyük rolü oynayan Papalık makamı, Doğu ve Batı çatışmasının bu yeni şeklinde de Hristiyanlığa ön ayak rolündedir: Christophe Colombe’un 1492’de ilk Amerika seyahatından iki yıl sonra cinayetleri ve ahlâksızlıkları ile ünlü Papa Altıncı AlexAndre Borgia dünyanın Avrupa’ya nispetle batı tarafını Ispanya’ya ve doğu tarafını da Portekiz’e tahsis etmiş, 1498’de Christophe Colombe İspanya adına Amerika’da dolaşırken Portekizli Vasco de Gama da Ümit Burnu’ndan dolanarak Hint yolunu keşfi başarmış ve işte bu suretle Batı Hristiyanlığı bir taraftan Yeni Dünya’ya ayak basarken, bir taraftan da Hindistan’a el atmıştır.

Avrupa Hristiyanlığı Amerika’da rakipsiz olduğu için, Colombe’un ilk seyahatinden yirmi yıl sonra Papa ikinci Jules Yeni Dünya yerlilerinin de öteki insanlar gibi Adem ve Havva nesline mensup olduklarını resmen ilân etmek suretiyle Hristiyanlığın onlar arasında da yayılmasına büyük bir önem vermiş sayılır. Fakat Asya meselesi bu kadar basit değildir: Tabiî orada Müslümanlıkla çatışma zarureti vardır ve hatta Hint yoluna verilen önemin asıl sebebi, Hristiyanlığa karşı Müslümanlığı temsil eden Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan çevirmektir.

İşte bundan dolayı Papalık makamının doğu ülkelerini verdiği Portekizlilere Hicaz’ın alınmasıyla Mekke’nin yıkılması, Müslümanlığın yok edilmesi ve onun yerine Hristiyanlığın yayılması gibi büyük bir çatışma görevi vermiş olduğundan bile söz edilir.Bir taraftan Portekizliler Hindistan’ın Gucerat sahillerine yerleşirlerken, bir taraftan da Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint’in Sünnî Osmanlılara karşı Irak Şiîliği ile el birliği etmek istemesi işte bu büyük dünya siyasetinin uygulanması demektir.

Tabiî Kanunî Sultan Süleyman’la hükümeti bu durumdan habersiz ve gafil değildir: O zamanın Türk casus teşkilâtı birçok yazarların dikkatini çekecek kadar mükemmeldir. Hatta Kanunî’nin Katolikliğe karşı mücadele ederek Avrupa Hristiyanlığını ikiye bölen Protestanlık kumcusu Martin Luther’in bütün davranışlarını büyük bir dikkatle takip ettirip bazen sağlığını bile sordurduğu söylenir.

İşte bu mükemmel haber almaya dayanan büyük padişah Papalık’la Almanya Imparatorluğu’nun Türkiye’yi çevirmek için Hindistan’la İran’a uzanan siyasetlerini muntazam surette takip etmekten bir an bile uzak kalmamış ve hele Portekizlilerin Hindistan teşebbüsleriyle Kızıldeniz’e hâkimiyet projeleri hakkında Venedik’teki casuslarından muntazaman haberler almıştır.

Tabiî bu durumda Sultan Süleyman İslâm Halifesi sıfatıyla Papalık makamına ve Türk Padişahı sıfatıyla de Almanya İmparatorluğu ile Portekiz Krallığı’na karşı cephe almış demektir. Kanunî’nin hemen bütün seferlerini işte bu doğu ve batı hedeflerine çevirmiş olması, kara ordularının İran’la Avusturya - Almanya arasında mekik dokur gibi doğudan batıya ve batıdan doğuya saldırıp durması ve donanmasını da Karadeniz hâkimiyetinden sonra Ak ve Kızıldeniz’lerle Umman denizine ve Hint Okyanusuna hâkim olmak için devamlı seferler açması hep işte bu mukabil dünya siyasetiyle ilgili en büyük hareketlerdir. Kanunî’den sonra ikinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinde de büyük bir şiddetle izlenen bu muazzam planın uygulanması için Yavuz devrinden sonra yapılan en önemli hamlelerle elde edilen büyük sonuçlar şöyle sıralanabilir:

1 - Kanunî devrinin 945 = 1538 yılı içinde bir taraftan Barbaros Preveze zaferiyle Akdeniz hâkimiyetini temin ederken, bir taraftan da Mısır Valisi Hadım - Süleyman Paşa kuvvetli bir donanmayla Hint seferine çıkmıştır: Bu meşhur sefer, o yılın 13 Haziran perşembe günü Süveyş limanından hareket eden Türk donanmasının 1539 yılı 13 Mart perşembe günü Cidde Limanına dönüş tarihine kadar tam dokuz ay sürmüştür, Umman ve Hint denizlerindeki Portekiz çalışmalarına ve Portekizlilerin Kızıldeniz’le Basra körfezini de tehdit edip durmalarına karşı 1525 tarihinde Süveyş limanı merkez olmak üzere tesis edilen Mısır yahut Hint kaptanlığının hazırladığı bu büyük sefer Hindistan’ın kuzeybatısındaki Gucerat sahillerinde tutunmuş olan Portekizlilere karşı açılmış, Türklerden yardım isteyen yerli Müslümanların ihanetleri yüzünden oralar fethedilememiş olmakla beraber, Yemen sahilleri işgal edilip Kızıldeniz bir Türk gölü hâline getirilmiş, Hudeyde’nin güneyine rastlayan Zebîd Emaretiyle Kızıldeniz’in dışında ve Arabistan yarımadasının güneyinde bulunan Aden Emareti ele geçirilerek bunların tümünden ilk Yemen Vilâyeti teşkil edilmiş ve bu suretle Kızıldeniz’in güney kısmı olan “Babü’l-Mendeb” Boğazı ile Aden körfezi Türk hâkimiyetine alınarak bu kapı Portekizlilere kapatılmıştır.

İşte bu suretle bir taraftan Ana - Vatan donanmaları Barbaros’un himmetiyle Adalar denizi hâkimiyetini tamamladıktan sonra Preveze önlerinde Ak­deniz hâkimiyetini de elde ederken, bir taraftan da Kızıldeniz Türk gölü hâline getirilmiş, Amman Denizi’yle Hint Okyanusu Osmanlı satvet ve rekabetine açılmış ve Mısır Türk donanması Hindistan sahillerine “Erdökmek” gibi büyük bir dünya siyasetine ait muazzam bir rol oynamıştır.

2-   Osmanlı Türklerinin Basra körfezini Portekiz hâkimiyetinden kurtarmaları Kanunî devrinde Hadım Süleyman Pasa’dan sonra Pirî Reis, Murad Reis ve Şeydi Ali Reis gibi Mısır yahut Hint Kaptanlarının üst üste yaptıkları seferlerle başlamıştır: Bunlardan “Kitap-i Bahriye ” yazan Piri Reis 959 = 1552 seferinde Basra körfezinin ağzı olan Hürmüz Boğazı’na dışarıdan hâkim durum­da bulunan Maskat kalesini Portekizlilerden almış ve “Mir’atü’l-Memâlik” yazan Şeydi Reis de 961 = 1554 seferinde iki Portekiz filosunu yendikten sonra Gucerat sahillerine kadar gitmişse de, donanması fırtınadan harap olduğu için karadan dönmüştür.

3-   Bu çeşitli hareketlerin sonucu olarak Türk kudretinin en uzak Müslüman memleketle­rinde meydana getirdiği derin tesir, nihayet İkinci Selim devrinin 976 = 1569 yılında Osmanlı hâkimiyetinin Avrupa, Asya ve Afrika'dan sonra Okyanusya kıt’asına da yayılmasını temin etmiştir: Bu başarı bir istilâ hareketiyle değil, Okyanusya'daki “Aça - Açin” Müslüman devle­tinin Portekizlilere karşı Osmanlı Türklerinden imdat istemesi üzerine açılan Sumatra seferiyle sağlanmıştır. Asya’nın güneydoğusunda ve Avusturalya'nın da kuzeybatısında bulunan Sumatra adası Okyanusya adalarındandır. O tarihte bu büyük ada ile Asya’nın güneyindeki Malakka yarımadası öteki birtakım küçük adalarla beraber bir Müslüman sultanlığı şeklindedir. Devletin adı da Sumatra’daki başkentin adından gelir.

O zamanki “Aça” Sultanı Alaüddin Şah’ın İstanbul’a bir elçi gönderip Hilâfet makamına tabiiyetini arz ederek yardım istemesi üzerine Hint Kaptanı Kurd Oğlu Hayrüddin Hızır Bey 22 gemilik bir filo ile Sumatra’ya binlerce asker, birçok uzman, top ve pek çok silâh ve cephane götürmüş, Aça Sultanlığı işte o tarihten itibaren Türk himaye ve hâkimiyetine girmiş ve hatta İkinci Selim’in Sultan Alaüddin’e gönderdiği fermanlarda kendisine siyasî, askerî ve ekonomik meselelere ait çeşitli emirler verilip İstanbul hükümetiyle daimî temas ve irtibat hâlinde bulunması bildirilmiştir. O devirde giden Türk askerlerinin birçoğu geri dönmediği için Sumatra’da hâlâ bir Türk mezarlığı, bir Türk köyü ve ana dilini unuttuğu hâlde milliyetini unutmamış bir Türk nesli vardır: Hatta bunlardan “Raca”lar bile yetişmiştir! Bir söylentiye göre de ikinci Selim’in hâkimiyet timsali olarak gönderdiği Türk bayrağı son zamanlara kadar kutsal bir emanet gibi saklanmıştır.

4 - Üçüncü Murad devrinin 1578- 1579 yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya siyasetinde çok önemli olaylar ve büyük başarılarıyla doludur: Bunların en önemlileri 1578 yılı 4 Ağustos pazartesi günü Tunus Beylerbeyi Ramazan Paşa’nın Fas topraklarında Portekizlere karşı kazandığı “Vadiü’s- Seyl” savaşında Portekiz kralı Dom Sebastiao’nun öldürülmesi üzerine Fas Sultanlığının Osmanlı himayesine girmesinde, yine o iki yıl içinde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın himmetiyle Kuzey ve Güney Kafkasyaların boydan boya fethi sayesinde Safevîlerle Rusların Osmanlılara karşı birleşmelerine engel olacak bir tampon kurulmasında ve nihayet 1579 tarihinde İstanbul’dan gönderilen kaptanlarla uzmanları ve inşaat levazımını Kuzey Kafkasya üzerinden 27 Ağustos Per­şembe günü Dağıstan’ın merkezi olan “Demirkapı = Derbend”e getiren Kefe Sancakbeyi Mehmed Bey’in Hazar denizinde bir Türk donanması kurmaya başlamış olmasında gösterilebilir.

Hazar hâkimiyeti sayesinde Orta Asya ile ulaşım sağlamak için yapılan bu donanma ile beraber, Osmanlı kaynaklarının “Bahr-i Kulzum Kaptanlığı / Bahr-i Şirvan Kaptanlığı / Demirkapı Kaptanlığı” gibi adlarla andıkları “Hazar Kaptanlığı” da kurularak Asya’nın güneyindeki Hint kaptanlığı ile karşılıklı üçüncü bir Türk amiralliği daha kurulmuş ve bu suretle Portekiz çöküşünün başlangıcı sayılan “Vadiü’s-Seyl” savaşından tam bir yıl sonra Asya kıt’ası yukarıdan ve aşağıdan iki kollu bir kıskaç içine alınmıştır. Herhâlde şurası muhakkaktır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ve batı düşmanlık âlemlerine karşı altı yüz yıl dayandıktan sonra bize miras olarak Anadolu’nun tamamıyla Rumeli’nin bir parçasından oluşan bir ana vatan bırakabilmesi, işte bu baş döndürücü dünya siyasetinin üç kıt’adan sonra dördüncü bir kıt’aya kadar teşmil ettiği hâkimiyet sahasının genişliği sayesindedir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;249-251

Bilge Oğuz Yay.
Devamını Oku »

Bir Medeniyetsizleştirme Girişimi Olarak Modernleştirme


Sosyal bilimciler tarafından genellikle Batı uygarlık alanı dışındaki toplumlardaki değişimi açıklamada kullanılan “modernleşme” kuramı, öncelikle “modern” ve “geleneksel” olarak nitelenen iki toplum tipinin karşılaştırılmasına dayanmaktadır. Modernleşmeyi geleneksel toplumdan modern topluma geçiş olarak tanımlayan Huntington’a göre, burada, modern ideal olarak ortaya konulmuş ve daha sonra modern olmayan her şey geleneksel diye tanımlanmıştır (1973: 289-294).

Modernleşme sürecini sanayileşme süreci ile birlikte ve ona bağımlı olarak ele alan Kautsky’ye göre ise bu, Batı’da yaklaşık dört yüz yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Yani, Batı da bu anlamda modernleşmiştir. Buna karşılık ise Batılı olmayan toplumların daha kısa bir sürede, kendiliğinden değil de iç ve dış etkenlerin itici gücüyle modernleşmeye çalıştığı görülmektedir.

Batılı toplumların dört yüz yılda eriştiği bu merhaleye (modernlik), diğer toplumların daha kısa bir sürede geçmek istemesinin doğurduğu/doğuracağı sıkıntılara da dikkat çeken Kautsky, Batı toplumlarının değişken ve hareketli olmasına karşın Batılı olmayan toplumların, durağan toplumlar olduğunu belirterek Batılı olmayan toplumlardaki modernleşmenin, Batılı toplumların dışarıdan müdahalesi sonucunda gerçekleşecek bir süreç olduğunu vurgular (1972: 44-49).

Bize göre modernleşmenin asıl niteliğini ortaya koyan, Kautsky’nin de vurguladığı, bu “müdaheleci” kimliğidir. Böylelikle modernleşme, Batı’nın belli bir süreçte yaşadığı değişimin, Batı dışı toplumlar tarafından yukarıdan aşağıya dayatmacı ve ani bir şekilde kendi hayatlarına geçirilmesinin hikâyesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Doğaldır ki Batı’nın bu tarihî tecrübesinin diğer toplumlar tarafından uygulanmaya çalışılması başka kavramlarla da tanımlanacaktır. Batılılaşma ifadesi, bu anlamda modernleşme yerine kullanılan, neredeyse onunla özdeşleştirilen bir terimdir. Böyle bir özdeşleştirmenin aşağıda göreceğimiz nedenlerden dolayı pek de isabetsiz olmadığını söyleyebiliriz. Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” adlı kitabının önsözüne şu soruyla başlar:

Çağdaş Avrupa kültür dünyasının bir üyesi, evrensel tarihin herhangi bir sorununu, kaçınılmazcasına ve haklı olarak şu soru çerçevesinde ele alacaktır: Batı’ya özgü ve yalnızca orada ortaya çıkan kültür olgularının yine de evrensel - en azından öyle olmasını içtenlikle varsaydığımız -anlam ve geçerliliğe sahip bir gelişme çizgisi içinde yer almalarına, koşulların ne tür bir biraradalığı yol açmıştır? (1999: 13). Bu soru ve devamında, modernliği kültürel bir olgu olarak ele alan Weber, bu olgunun sadece Batı’ya özgü bir durum olduğunu belirtir. Weber, bu görüşünü temellendirirken bugünkü anlamda bilimin, yasaya dayalı hukuk sisteminin ve müzikten mimariye kadar tüm sanat dallarının -başka kültürlerde de var olduğunu belirtmekle birlikte- sistematize oluşunu ve örgütlenişini, yalnızca Batı’ya has bir olgu olarak görür (1993: 24).

Modernlik, modernleşme ve Batılılaşma arasındaki ilişkiye dikkat çeken Ziyaüddin Serdar; modernitede “öteki dünyalar”, yani Batılı olmayan kültürlerin dışlandığına, hor görüldüğüne ve marjinalleştirildiğine vurguda bulunarak son kırk senenin modernleştirme programlarının, geleneksel toplumu, kültürü ve ortamı, bu süreç içinde yok ederek üçüncü dünyadaki sömürge öncesi bağımlılıkları, sömürge sonrası az gelişmişliklere dönüştürdüğünü söyler (2001: 35).

Serdar’a göre, modernite kendisini Batılı olmayan kültürleri zorlamakla sınırlamadı; bu demode olmuş sömürgeci bir gelenekti. Modernite, tüm dünyaya kendisini evrensel bir gerçeklik gibi sundu. Bunun devamında da Batı, ötekini bu gelişim süreci içinde yutmanın yollarını aradı. Zaten, içinde bulunduğu durumdan kurtulup daha iyisini arayan öteki için bu kaçınılmaz bir sonuçtu. Batı, ötekinin bugününü zaten geçmişte yaşamıştı, bu sebeple de ötekinin bugününü kendi geçmişi olarak tanımlıyor ve Batılı olmayan kültürleri, tarihî birçok kolu olan bir akarsuya benzeterek tüm bu önemsiz (!) olarak gördüğü kolların evrensel tarih ya da Batı tarihinin büyük okyanusuna akmakta olduğunu iddia ediyordu.

Modernitenin Batılı olmayan kültürleri yutabilmesi için, yeni bir temsil şemasına ihtiyacı vardı. Modernite, ötekini sadece sömürgecilik zamanlarında oluşturduğu imgeleri içselleştirmeye zorlamakla kalmıyor, aynı zamanda Batı’nın da kendisini haklı göstermenin argümanlarını bulma ve bunları gerçekmiş gibi göstermesine gayret ediyordu.Bu anlayışa göre kendisini, Batılı olmayan kültürlerin doğuştan aşağı olduğu üzerine kuran modernizm teorisi, Batı’nın, Batılı olmayanı yutma planlarını “gelişme planları” olarak isimlendiriyordu (Serdar, 2001: 49-50). Görüldüğü üzere, rasyonel bir niteliğe sahip olan Batı kültürüne ait bir durum olan modernliğin, gerek modernizm teorisiyle Batı dışı uygarlıklara bir gelişme, uygarlaştırma projesi şeklinde dayatılmasının gerekse de Batı dışı toplumların kendiliklerinden teşne olmalarının neticesi olarak modernliğin hayata geçirilmesinin serüveni olan modernleşmeyi, “Batılılaşma” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Yukarıda da belirtildiği üzere, Batı’nın dünya sahnesine çıkıp başat bir güç hâline gelmeye başlamasından bu yana, sadece kendi havzası dışında kalanlara uyguladığı sömürü, katliam vs. bir yana, kendi insanını da fıtratından kopararak varoluşuna yabancılaştırması sonucu ittiği psikolojik sonuçları, geçmiş medeniyetler ve özellikle de “hakikat medeniyeti” olan İslam medeniyetinin değer ve pratikleriyle karşılaştırıldığında, onun bir medeniyet tanımını hak etmediğini, dolayısıylada “modernleş-tir-me” olgusunun medeniyet perspektifli bir okumayla değerlendirildiğinde apaçık bir “medeniyetsizleştirme” girişimi olduğunu düşünmekteyiz.

Bu medeniyetsizleştirme girişimi, yani modernleşme, bize göre modernlikten çok daha trajik bir durumdur. Çünkü modernlik, tedricen bir süreç içinde gerçekleştiği için, aslında tasfiye etmeyi düşündüğü geleneksel değerleri tam olarak tasfiye edememiş, -ki bu zaten mümkün değildir- o değerlerin yaşamasına ve günü geldiğinde modernitenin karşısına dikilmesine engel olamamıştır.

Oysa modernleşme hadisesi, tepeden inme bir şekilde âdeta bir ceketi çıkarıp başka bir ceketi giymek gibi bir algı körlüğüyle bir toplumun kültür ve medeniyetini terk edip başka bir medeniyete iltihak etmek gibi bir girişimin trajik öyküsüdür. Burada mensup olunan değerler birden bire tasfiye edilerek toplum kimliksiz hâle getirilmektedir. Hele de bizim gibi büyük bir medeniyetin tevarüsçüleri için bu kimliksizleştirme hadisesi tek kelimeyle tam bir medeniyetsizleştirme hadisesidir.

Bir medeniyetin esvap (elbise) değiştirir gibi değiştirilemeyeceği apaçık ortada iken bunu yukarıdan aşağı bir zorlama ile gerçekleştirmenin trajik hikâyesi olan modernleşme, en çok kadim ve güçlü medeniyetlerin mensupları üzerinde yıkıcı etkiye yol açacaktır ki öyle de olmuştur. Bugün Müslüman toplumlardaki karmaşık zihin ve pratik, bu medeniyetsizleştirmenin bir sonucudur.

Bu yazı,Muhittin BİLGE'nin, Medeniyet, Modernlik ve Bir Medeniyetsizleştirme Girişimi Olarak Modernleşme adlı makalesinden alınmıştır.

Medeniyet Tartışmaları(Ilem)
Devamını Oku »

Baudrillard Düşüncesinde Simülasyon Kavramı



Simülasyon1970’li yıllarda üzerinde yoğunlaştığı, 1980’li yıllarda kurama dönüştüğü iddia edilen35 simülasyon kavramını kullanan Baudrillard Marksist öğretinin günümüzün düzenini anlamakta ve yorumlamakta eksik olduğunu ifade ettikten sonra Marksist terminolojiyi ve bakış açısını yavaş yavaş terk etmiştir.

Bu terk ediş Baudrilllard’ı modernizmi ve içinde yaşadığı Batı toplumunu eleştirmeye devam etmesini engellememiştir. Düşünür, postmodernizmden farklı olan temel olarak Batı uygarlığını eleştirmekte kullanacağı simülasyon kavramınını ortaya atmıştır. Simülasyon geç kapitalizmin, modernizmin içinde bulunduğu durumu anlamamızı sağlayan anahtar kavramdır.

1970’li yıllardan sonra yüksek teknolojinin etkisi altına giren modern dünyada politikanın, sanatın, ekonominin, kültürün ve gündelik hayatın yapısının tamamen değiştiğini iddia eden, eserlerini aynı yıllarda yazan, bir dönem durumcularla* birlikte olan düşünür modern dünyadaki değişimleri en iyi anlatabilecek kavram olarak gördüğü simülasyonu kullanmıştır.

Simülasyon kavramının onun felsefesinin tamamını etkilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Politikanın, ekonominin, sanatın, toplumsalın/kitlenin anlaşılmasında ve modernliğin eleştirisini yaparken simülasyon kavramını önemli bir araç olarak kullanmıştır.Simulacrum, kökü Latince simulare ve simil kelimesinden türetilmiştir.** Çoğul olan simulacrum Latinceden aynı şekilde İngilizce ve Fransızcaya geçmiştir.36

Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun olan, gerçeğin modeller aracılığıyla türetilmesine, gerçekten ve fiili olarak var olan bir şeyi veya durumu bütün bileşenleriyle birlikte gerçekmiş ve fiilen varmış gibi gösterme durumuna hiper-gerçek yani simülasyon denilmektedir 37 Geç modernitenin iletişim, sibernetik ve sistemler kuramındaki devrimini anlatan bir kavramdır. Bu devrimdeki gösterge sistemleri, gerçekliği gizlemek için değil, medyanın, siyasal sürecin, genetiğin ve dijital teknolojilerin model veya kodlarından faydalanılarak gerçekliği üretmek için geliştirilmiştir.38Baudrillard, hiper-gerçek ile simülasyon kavramını aynı anlamda kullandığı için genel olarak simülasyon kavramının yerine hiper-gerçek kavramını kullandığımızda sorun olmaz.

Gerçekliğin simülasyondan ibaret olduğu, düş* ile gerçekliğin birbirine karıştığı, modelin temsil edilenden daha gerçek olduğu durum hiper-gerçeklikken, gerçeklikten bağımsız olarak üretilen şey ise hiper-gerçektir.

Baudrillard, en güzel simülasyon alegorisi olarak imparatorluğun haritası topraklarına birebir eşit boyutlara sahip belgeye dönüşürken çöken imparatorluğun lime lime olan harita parçalarının da imparatorlukla beraber toprağa dönüştüğünün anlatıldığı Borges masalını görür.39 Simülasyonun ne olduğuna ait açıklamayı bir Borges Masalı örneğine başvurarak yapar. Düşünür, Borges masalını şu cümlelerle anlatır.

İmparatorluğun hizmetindeki haritacıların çizdikleri harita sonunda imparatorluğun topraklarına birebir eşit boyutlara sahip bir belgeye dönüşmektedir (ancak çökmeye başlayan imparatorlukla birlikte lime lime olmuş bu harita parçalanyla çölde karşılaşan insanlar vardır- sonuçta bu harap olmuş soyut metafizik güzelliğin, imparatorluğun şanına yakışan bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe gerçeğiyle birbirine karıştırılan sahtesi gibi imparatorluğun da bir leş gibi çürüdükçe özüne yani toprağa dönüştüğü görülmektedir) .40

ikinci basamak simülakrların gizli çekiciliğine sahip güncelliğini yitirmiş bu masal örneğiyle haritanın artık gerçek bir araziye tekabül etmediğini, haritanın daha önce geldiğini ve hatta onu vücuda getirdiğini iddia ederek simülasyon tanımlamasını yapar. Simülasyon; artık daha fazla bir arazinin, maddi gerçekliği olan bir varlığın taklidi değil, asıl veya gerçeklik olmadan bir gerçeğin modelleriyle olan yaratımı ve hipergerçekliktir. Simülasyonun tanımını yaptıktan sonra minyatür hücreler, matrisler bellekler ve komut modelleri tarafından gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretildiği, gerçeğin artık işlemsel bir şeye dönüştürüldüğü, gerçekle ilişkimizin kesildiği, gerçeğin geri dön- dürülemeyeceği simülasyon çağma girdiğimizi söyler.41

Simülasyon; gerçeğin bir benzeri olmadığı gibi gerçekmiş gibi yapan bir hal değildir. Simülasyon nasıl ve ne zaman olduğu bilinmeyen, bir şekilde sinsice gerçeği yok edip yerine geçmiş olan onun bir hipergerçeğidir.42 Baudrillard, “Sahip olunan şeye sahip değilmiş gibi” yapmayı gizlemek/dissimüler olarak tanımlarken “mış gibi yapmayı/simüleyi” ise sahip olunmayan şeye sahipmiş gibi yapmak olarak tanımlar. Birincisi varlığa İkincisi yokluğa işaret eder. Simüle etmek “mış” gibi yapmak değildir. Kendini hastaymış gibi gösteren kimse sadece yatağa girer ve hasta olduğuna inandırır. Bir hastalık simülasyonu yapan kimse ise kendinde bu hastalığa ait semptomlar görülen kişidir.

Simülasyon modeller gerçek kurumlardan daha gerçek hale gelir. Yalnızca simülasyon ve gerçeklik ayrımını yapmak gittikçe zorlaştığı gibi simülasyon gerçekliği bizzat gerçeğin ölçütü haline getirir. Üretimi değil yok oluşu temsil eden simülasyon düzeninde Baudrillard’ın simülasyonu, hem teknolojiyi (uçaksimülatörü vb.) hem de toplumsal, ekonomik, politik ve kültürel olanı kapsamaktadır.

Diğerlerinin sessiz suç ortaklığı ile duyulduğundan itibaren bir kehanet gibi gerçeklik gücü kazanan43 simülasyon bundan böyle bir arazinin, gönderge- sel bir varlığın ya da tözün simülasyonu olarak değil, kökenleri ya da gerçekliği olmayan bir simülatif gerçeğin modelleri tarafından yaratılır. Ona göre bundan böyle önce harita, sonra topraktan yani gerçeğin yerini alan simülakr- dan söz etmek gerekecektir. Gerçeklik düzeninin yerini alan simülasyon düzeninden bahseden düşünüre göre simülasyonun en belirgin özelliği en önemsiz olguları bile kapsayan gerçeğin yerini almış daha önce var olan modellerden oluşmuş olmasıdır.44

Baudrillard, bir sözlükten/Littre* alıntı yaptığı bir kelime olan gizlemenin /dissimüle gerçeklik ilkesine zarar vermediğini oysa simülasyonun gerçekle sahtenin arasındaki farkı yok etmeye çalıştığını ve olmayan bir şeyi varmış gibi göstermeye çalıştığını iddia eder.45 TV dünyasında da doktor -bir anlamda simüle edilmiş doktor- zaman zaman gerçek doktor olarak kabul edilir. Nitekim Dr. Welby rolündeki R. Young kendisinden tıbbi tavsiyeler isteyen binlerce mektup almıştır.Yine R. Burn avukat P. Mason rolünü oynadıktan sonra hukuki alanda tavsiyeler isteyen mektuplar almıştır.46

Sinema filmlerinde iyi ya da kötü rolde oynayan belirgin karakterlere benzeri tepkiler hep gösterilmiştir ve gösterilecektir.

Gerçekle ilişkimizin kesildiği, tüm gönderen sistemlerin tasfiye edildiği, gerçeğin bulunmadığı yerde düzene saldırıldığı,47 iki kutupluluğun son vermiş olduğu tüm alanlarda (politika, biyoloji, psikoloji, medya vb.) simülasyon evresine girilmiştir. Simülasyon ilkesinin belirlediği bu evrede yani günümüz dünyasındaysa, gerçek ancak modelin kopyası olabilmektedir. Modelin bir kopyasından başka bir şey olmayan gerçeğin modeli aşıp geçebilmesi mümkün değildir.48

Simülasyon evreninde hiçbir şeyin kökeni belli değildir, her şey içkindir geçmiş ya da gelecek yoktur, tam bir saydamlığa sahiptir. ışsal görünüme sahip olmadığından aşılıp, geçilebilmesi olanaksız bu evren hem gerçek hem gerçek dışı hiper-gerçek bir evrendir. Şeylerin kendi ikizlerini ürettiği orijinaline benzeyen49, “gerçekle-sahte” ve “gerçekle- düşsel” arasındaki farkın yok edilmeye çalışıldığı simülasyon evreni vardır. Aslının yerine göstergeleri konulmuş, gerçeğin tüm göstergelerine sahip bir gerçeklik, gerçeğin bir daha dönmesini engelleyen modeller ve farklılık simülasyonu üreten hiper gerçeklik söz konusudur.50

“Bilimsel coşku ve Aydınlanma çağı sona erdikten sonra, dünya adlı temel ve hakikatten yoksun illüzyona karşı, bu gerçeklik illüzyonunun artık bizi koruyamadığını anladık”51 diyen düşünür toplumsal, siyasal, kültürel ve felsefi olarak erime, tükeniş ve yok oluş sürecine girdiğimizin, simülasyon mantığının hakikat ilkesinin yerini alarak klasik mantığı aştığının haberini verir.Düşünüre göre Batı, geciktirilmiş simülasyon evresiyle metamorfoz aşamasının gelişme evresindedir.52Her şeyin aslından uzaklaştırıldığı yeniden canlandırıldığı bir başkalaşma ve bozulma sürecine girilmektedir. Tükenişi gizlemeye çalışan, her şeyi yeniden canlandırmaya çalışan, gerçekliğini yitirmiş sahte evrende, nesnel gerçekliğe sahip olmayan temel bir yanılsama olan bu dünyada yani simülasyon düzeninde yaşanılmaktadır. Bilgisayar, medya, sibernetik denetim sistemlerinin simülasyon kod ve modellerinin örgütlediği üretimin değil simülasyonun çağında yaşanmaktadır.

Bu evren gerçeğin hipergerçekleştiği simülasyonla gerçek arasındaki farkın tamamıyla eridiği ve her şeyin “gibi”leştiği bir evrenin özelliklerini kendinde barındırmaktadır.53

Batıya özgü bu evren diyalektik olmayan, (Baudrillard gerçek mantığın diyalektik mantık değil “olasılaştırma” mantığı olduğuna inanır.) aynı zamanda postmodern olmayan modernizm sonundaki yaşanan süreçlerle ortaya çıkmıştır. Simülasyon evreninde toplumsalın yerini içi boş ve kendinden geçmiş olan kitle almıştır. Simülasyon düzeninde dışa dönük patlama yoktur içe dönük padama/implasion vardır ve her şeyin anlamı tersine dönmektedir.

Görünümler, gerçekliğin egemen olduğu evrende içeriklerini yitirebilir ve müstehcen olabilirler. Kitle iletişim araçları simülasyon evreyi oluştururlar, içerik ve anlamları nötralize ederler. Simülasyon evreninin nesnesi bir tür yaşayan ölü numarası yapmaktadır.54 Modern olan Batı toplumları; modernliğin üretmiş olduğu kuram, kurum, değer ve norm ölçütlerinin tersine dönmüş bulunduğu bir simülasyon modeli olan kapitalist dünyada yaşamaktadırlar. Kapitalin simülasyona dönüştüğü, kapitalizmin kökten tersine çevrildiği düzende göstergelerin egemen olduğu, emeğin hizmete ve boş zamana indirgendiği bir çağda yaşanmaktadır.

Simülasyon evreni gerçekten daha gerçek olan hiper-gerçek bir evrendir. Baudrillard’a göre gerçek daha gerçek olup kusursuzlaştığında dünya eksiksiz simülasyon etkisi altına girecektir. Görünümleri yok eden teknolojik girişimle doğal dünyanın yerine konulan yapay dünyada doğal olan her şey yadsınmıştır Yapay bir dünyanın inşası devam ederken sanal gerçeklikle birlikte simülasyon girişimin en son evresine girilmiştir.55

Oluşturulmuş, yapaylaşan bir gerçeklik olan bütünsel gerçekliği yok etme düşüncesiyle yaşanılan düzende Batı hedefini aşmış, illüzyonunu yitirmiş, yönünü ve kendi etrafında dönen simgeselliğini yani model olma özelliğini kaybetmiştir. Bitmişliğin gizlenilmeye çalışıldığı simülasyon evreninin temel özelliklerinden biri tepkisizliktir. Nesnenin bir tür yaşayan ölü numarası yaptığı simülasyon evreninde devrimci dışa dönük patlamalara yer yoktur. Çünkü bu evren hiper uyumluluk, kendi üstüne kapanma ve için için kaynama evrenidir. Simülasyon evreninde gerçekliğin evrenindeki her şeyin anlamı tersine dönmektedir.56

Devasa teknolojik evrende her şey tele-gerçeklik içinde olurken insanlar da tele-mevcudiyet içinde yer almışlardır. Nitekim bir GSM şirketinin teknolojinin son ürünlerinden 3G telefonlarına yönelik bir reklâmda kendini neo- liberal dünyanın akışına bırakmış, eşinin doğumunda yanında olmayan birey, baba oluşunun heyecanını ve mutluluğunu temsili varlığıyla yeni nesil telefon tipiyle gidermektedir. Bu heyecan telefon satışlarının artmasıyla tüm insanlığa yaşatılmak istenmektedir. Böylece her şevin sanallaşma kervanına heyecan ve mutluluk da katılmıştır.

Baudrillard, kendisiyle dalga geçilmesine tahammül edemeyen sistemle ve onun gerçekliği ile dalga geçen bir düşünürdür.57 Baudrillard’ın insanlık adına korktuğu şey nihayetinde insanlığın başına gelmiştir. Teknikle iç içe geçmiş olan insanların yerini onların az çok tüm özelliklerine sahip robocoplar ve cybermanlar almıştır. İnsanlık satranç oyununda bazen beraber kalabilecek

“X3D Fritz” bazen kendini yenebilecek “Deep Blue” bilgisayarlar üretmişlerdir. Bununla yetinmeyen insanlar pedagoji derslerine giren, birden fazla dil bilen, yoklama yapan, mutlu olma, övme, kızma gibi mimikleri yapma yeteneğine sahip olan kendisinden, daha kaliteli! olabilecek, çalışması için sadece bir pile ihtiyacı olan az masraflı robot öğretmen Saya’yı üretmişlerdir.58 Yeni toplumsal epistemoloji, ortam kuran medya simgelerin ötesinde nesnel gerçeklik duygusunu silen, görüntü ve simgelerin hâkim olduğu “elektronik gerçeklik” yaratmıştır.59

Gerçekliği sona erdiren simülasyon düzeninin meydana gelmesindeki en büyük etken medyadır. Medya, kullandığı teknolojisi vasıtasıyla dünyayı estetize etmiş, müstehceni estetikleştirip kültürleştirmiş, müzelik hale getirmiş, her şeyi görünürlüğe ve gösterge sanayisine dönüştürmüştür. Bu gösterge sanayisinde en etkin medya etkinliği olan reklâm her şeyi anlamsızlaştırarak insanı şaşırtıcı bir hiper-gerçekliğin içine sokarak rahatlatmaktadır.60

Sanal dünyanın yerine kusursuz ikizini koymasıyla nesnel gerçeklik aşamasından bir üst aşamaya gerçeklik ve illüzyona son veren bir ultra-gerçeklik aşamasına geçilmiştir. Göstergeler ve illüzyonlar sanayisinde yazgı varsayımına özgürlük, kötülük varsayımına mutsuzluk, düşünce varsayımına yapay zekâ, olay varsayımına haber illüzyonuyla karşı çıkılmaktadır.61

Bir illüzyon yerine başkasının konulduğu simülasyon evreninde illüzyonlar da gerçeklik gibi buharlaşmıştır. Çünkü simülasyon düzeninde amaç dünyayı her türlü illüzyondan arındırıp saydam ve işlemsel hale getirmektir.62 Devrimci dışa dönük patlamaların olmadığı, kendi üstüne kapanan dördüncü zamana ait sibernetik ve kombinatuvar bir dünyayı yok etmenin yolu için için kaynamadır.63

Onun söz ettiği simülasyon evreni; projeksiyon makinesinden saniyede yirmi dört kare hızla geçen, durgun su gibi görünen, hareket etmeyen karelerin varlığı ve saatte bin kilometre hızla uçan uçaktan bakıldığında aracın ilerlemediğinin zannedilmesi gibi konuma sahiptir. TV ekranında günde yüz binlerce görüntüye tanık olunması, kapattığınızda da çevrenizdeki ve dünyadaki hiçbir şeyin değişmemiş olduğu görünümüne sahiptir.64

Simülasyon evreninde yani sanal gerçekliğin evreninde her şeyin anlamı tersine dönmektedir. Dünya ile aramızda oluşan boşluğu doldurmada aciz olan modern insan gerçekliğin artık bir labirente benzemesi nedeniyle bir üst aşamaya yani simülasyonun ulaşabileceği en üst aşama olan sanal gerçeklik aşamasındadır.65

Baudrillard toplum, politika, estetik/sanat ve cinsellik üzerinde yaptığı çözümlemeler sonucunda tüm değer ve eşdeğerlilik yasalarının buharlaşıp yok olduğu simülasyon evreninde toplumsalın olmadığını söyler. Toplumsal ötesi olan, toplumsalın içi boş ve kendinden geçmiş anlamını yitirmiş biçimi olan kitle iletişim araçlarının nötralize ettiği “kitle” vardır.66

Kitle iletişim araçlarının etkisiyle toplumun kitleye dönüştüğünü, TV sayesinde politikanın bir oyun haline geldiğini, gösteriye dönüştüğünü ve iktidarın hiper-gerçeklik hale geldiğini iddia eden düşünür artık trans-politika evreninde yani politikanın üreme ve seri sonu simülasyon derecesi olan sıfır derecesinde olduğumuzu iddia eder. Politik devrim yerini “trans-politikaya” bırakmıştır.67 Bu anlamda Amerika Birleşik Devletlerine başkan seçilen Obama’yı trans-politikanın en önemli göstergelerinden biri olarak görebiliriz. Nitekim televizyon imkânlarıyla başkan olan Nixon TV çağının A.B.D. başkanıyken, internet imkânlarıyla başkan olan Obama internet çağının A.B.D. başkanıdir.

Simülasyon düzenin en büyük göstergesi olan -ne siyah ne beyaz, ne erkek ne dişi olan bu çağın melez çocuğu- M. Jackson gelmiş olduğumuz trans-estetik aşamanın göstergesidir. Hussein Barack Obama ise ön ismi Müslüman olan, “ikinci ismi Ibranice Barak (Baruch)’tan geldiği söylenen Kenyalı ateist-Müslüman bir baba ile dinden kopuk Kansas’lı ‘süt gibi beyaz’ bir anneden Hawai’de dünyaya gelmiş”68 siyaset bilimcilerin tasarladığı ve modifiye ettiği bir sitnülakrdır. Nitekim Noam Chomsky; Obama’nm her zaman belirsizlikle malul bir başkan tipi olduğunu söyler.

Nixon ve Reagan’a yapılmak istendiği söylenen suikastlar politikacıların arındığı skandal simülasyonları iken Watergate de sistemin kendini temize çıkardığı skandal simülasyonudur. Bu bağlamda Baudrillard’ın kavramı ile Obama’nın siyasi konumunu ise şu şekilde tanımlayabiliz. Eğer simülatif Watergate ve suikastlar kirlenmiş sistemi ve siyasetçiyi yeniden diriltmek için kullanılan bir simülasyonsa Obama da klasik Amerikan ‘başarı hikâyesi’ ile günahlarını/ayıplarını, karanlık geçmişini örtmek için ve Amerikan siyasetinin kendisini temizlemek için ortaya koymuş olduğu simüle/mış gibi olan simülatif bir versiyonudur. “Beyaz Amerika”ya elini uzattığı için başkan seçilmiştir ve “Beyaz Amerika” onu aslında bir siyah olarak görmemektedir.” diyen Kara Panterlerin efsanevi liderlerinden Dhoruba Mücahid Bin Wahad bu simülatif durumu şu şekilde özetliyor: “Ortada bir görüntü var ama ona ulaşamıyorsunuz. Çünkü ortada bir gerçek yok.”69

Sanal felaket koşullarında yaşadığımızdan dolayı gerçek felaket olmayacağını ve ekonominin “trans-ekonomi” haline geldiğini söyleyen düşünür 1987 Wall Street’in iflasının sanal, insanlığın ödenemeyecek bir borç batağının içerisinde olduğunu iddia eder. Sadece rakamlarda olan borçların ve kurmaca bir ekonominin varlığından bahseder.

Nietzsche, insanların borcunu/kefaretini üzerine alması için gönderdiği ogulun insanların yerine Tanrıya ödediği borcun boyut olarak devam ettiği vurgusunda bulunur. Var olacak bütün krizlerin sanal olacağını insanlığın gerçek bir ekonomik krizle karşılaşmayacağını söyleyen Nietzsche’den mülhem düşünüre göre; günümüzde Tanrıya borçlanmanın yerini, sermayeye borçlanma almıştır. Çünkü sistem asla ödenmeyecek bir borç çıkartmakta, bunu yavaş yavaş geri almakta, borcun kalanı konusunda müzakereye oturmakta, yeniden borçlanmakta ve bu iş sonsuza dek böyle sürüp gideceğe benzemektedir. Bu süreç insanın gölgesini satın alan şeytan olayına benzemektedir.70

Sanal felaket koşullarında yaşamamızdan dolayı 1987 Wall Street’in iflasının gerçek bir felaket olmayacağı71 söz konusu olduğu gibi Körfez savaşı da savaş teknolojisinin gösterisiyle sonuçlanmıştır. Sanal bir gücün yanılsaması, sanal bir gerçeklik olarak üzerimize giydirilmiş, olmamış, pornografik/müstehcen bir sanal savaş olan Körfez Savaşını da yaşamamışızdır.72 Nitekim Mest- roviç Baudrillard’ın pornografik savaş diye isimlendirdiği Körfez Savaşındaki insanların tepkisizliğine atıfta bulunarak içinde yaşadığımız çağdaki toplumu “duygu ötesi toplum” olarak nitelendirmiştir.73 Neil Postman ise içinde yaşanılan çağı medya çağı veya gösteri çağı olarak isimlendirir.

Medya çağı bir gösteri çağı’dır. Gösteri çağı’ysa, ideolojinin yerine kozmetiğin geçtiği, hakikatin imaja yenik düştüğü, her şeyin eğlenceli bir biçimde sunularak içe- riksizleştirildiği, müthiş bir enformasyon bombardımanının insanları parçalara ayırarak tepkisizleştirdiği, hafızanın kaybolduğu, algılama ve muhakeme yeteneğinin azaldığı bir dönemdir74

Nietzsche’nin sanatın geleceğin bilimi olacağı söylemine göndermede bulunan düşünür gerçeğin sona erdiğini söyledikten sonra gerçekliğin var olması için sanatın devam etmesi gerektiğini iddia eder. Ama sanat da var olan metamorfozdan nasibini almıştır.

Bir anlamda göstergelerin sonsuza değin hızlı çoğalmasından, geçmiş ve güncel biçimlerin yeniden kullanıma sokulmasından dolayı sanatın ölü bir etkinlik haline geldiğini, günümüz sanatı olan pop müziğin güzel ve çirkinin ötesinde olduğunu, müstehcenin estetikleşip kültür haline geldiğini dile getirir.75

Baudrillard’da simülasyon, hakiki olanla sahte olan ve gerçek ile düşsel arasındaki farkın erimesine karşılık gelir. Gerçeğin sahte bir sunumu olan sorun olarak görülmeyen ideoloji gerçeğin artık gerçek olmadığına ve gerçekliğin yıkıldığına işaret eder.

Simülasyon dünyasında sanatın, ekonomin, siyasetin vb. alanların göstergeleri simülatif hale gelmiştir.

Ahmet Dağ - Ölümcül Şiddet & Baudrillard'ın Düşüncesi-külliyat yay.,syf.165-176

Dipnotlar:

35-Adanır, Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler, s. 13.

*Durumculuk: Birçok modern teknolojiyi ve tüketim toplumunu, bireyi metaya indirgediğiiçin reddeden ve yabancılaşmanın üretim kadar tüketim aracılığıyla ne olduğunu vurgulayan, Guy Debord ve Raoul Vanegeim vs. düşünürlerin temsilciliğini yaptığı sanat ve düşünce akımdır.

** Bk. http://dictionary.reference.com/wordoftheday/archive/2003/05/01 .html

36 Ahmet Cevizci, Felsefe Terimler Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yay., 2003, s. 357.

37 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 15.

38 Horrocks, s. 5.

39 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 15-16.

40 Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Oğuz Adanır (çev.), İstanbul: Doğu-Batı Yay., Nisan 2003, s. 15.

41 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 16-17.

42 Gülnaz Saraçoğlu, Simülasyon Kavramı ve Görünümleri, 2007, http://www.sinema- sal.gen.tr/simulasyon.htm, (13.03.2009).

43 Baudrillard, İmkânsız Takas, s. 76.

44 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 17.

*Fransız Dili Sözlüğü

45 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 18.

46 Kellner ve Best, s. 149.

47 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s.45

48 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 180.

49 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 31.

50 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 17.

51 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, s. 42.

52 Oğuz Adanır, Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış “Kuramsal Deneme”, 1. Basım, İzmir: Eylül Yay., 1997, s. 61

53 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, s. 39.

54 Adanır, Eski Dünyaya Yeni Bir Bakış “Kuramsal Deneme”, s. 217-220.

55 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği s. 31.

56 Adanır, Simülasyon Üzerine Notlar ve Söyleşiler, s. 13.

57 Adanır, Simülasyon Üzerine Notlar ve Söyleşiler, s. 17.

58 Japon Öğrenciler Robotu Çıldırttı!, 2009, http://timeturk.com/japon-ogrenciler'robotu- cildirtti-video-57178-haberi.html, 06 Mart 2009.

59 Kumar, s. 150.

60 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 143.

61 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, s. 25, 48.

62 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, s. 141.

63 Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s. 114.

64 Adanır, Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler, s. 18.

65 Baudrillard, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, s. 43.

66 Baudrillard, Sessiz Yığınların Gölgesinde yada Toplumsalın Sonu, s. 8.

67 Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, s. 17.

68 Nuh Yılmaz, Küçük Anlatıların İnsanı Melez Obama Amerikan Rüyasını Canlandıracak mı?, Star Gazetesi, 28 Ocak 2008,http://www.stargazete.com/acikgorus/kucuk-anlatilarin- insani-melez-obama-amerikan-ruyasini-canlandiracak-mi-84517.htm (05.07.2008).

69 Ayşe Selcan Sever (Yapımcı), Dünden Yarma Belgesel Kuşağı “Amerika’nın Yeni Ren- gi’’(Televizyon Programı), Ankara, Kanal a, (3 Aralık Çarşamba).

70 Jean Baudrillard, Anahtar Sözcükler, Oğuz Adanır-Leyla Yıldırım (çev.), İstanbul: Paragraf Yay., 2005, s. 88-89.

71 Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, s. 29.

72 Baudrillard, Tam Ekran, s. 55.

73 Stjepan G.Mestroviç, Duygu Ötesi Toplum, Abdullah Yılmaz (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yay., 1999, s. 108.

74 Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence, Osman Akınhav (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yay., 1991, s. 28

75-Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı, Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, s. 23-2
Devamını Oku »

Mahremiyetin Dönüşümü...



...

Pitirim A. Sorokin ve Giyim-Değer İlişkisi

Giyim tarzları, eşya kullanımları, lezzet ve tatlar konusundaki tercih ve yönelimlerin neyin fonksiyonu olduğu kültür kuramcıları tarafından tartışılagelmiştir. Bu bağlamda en bütünlüklü yaklaşımlardan  birini geliştirmiş olan Sorokin, giyimin de içinde yer aldığı maddi kültürün toplumsal değerlerin bir fonksiyonu olduğunu belirtmektedir. Ona göre her kültür üç bileşenli bir yapı arz eder: Anlamlar/değerler, insanlar/davranışlar ve araç-gereçler/maddi kültür unsurları (Sorokin 1964; ayrıca Erkilet 2013: 17-25).

Normal şartlar altında, her bütünleşmiş kültür sistemi özünde soyut olan anlam ve değerler ile onları yaşayan, taşıyan,aktaran insanlar ve değerlerin “taşa kazınmış hali” olan maddi kültür unsurlarından oluşur. Bu üç bileşen arasında anlam etrafında bütünleş-me durumu vardır. En basit ifadesiyle insan, neye inanıyorsa ona göre davranır, kendinden sonraki kuşakları ona göre sosyalleştirir ve nihayet o değer yargıları ile tutarlı araç/gereçler kullanır. İçinde yaşadığı binaların estetik ve tasarımıyla, ibadethaneleriyle, giymek için seçtiği malzeme ve biçimlerle kültüre omurga veren değer sistemleri arasında bir tutarlılık mevcuttur.

Bu açıdan bakıldığında, giyimin ya da diğer bir maddi kültür unsurunun değerden bağımsız olduğu düşünülemez; giyim de sosyolojik açıdan belirli bir değerin göstereni olarak okunmak durumundadır.

Bu okuma estetik tasarımdan, malzeme seçimine, ürünün maliyetinden,kullanımının toplumsal etkilerine kadar uzanan bir ölçekte gerçekleştirilebilir. Sorokin’in maddi kültüre ilişkin olarak ortaya koyduğu çerçeve
oldukça geneldir.

Bu nedenle, giyim ve moda konusuna odaklanmış çalışmalara da göz atmak gerekir. Örneğin, kurucu babalardan biri olduğu halde tezleri Türkiye sosyolojisinde fazla dillendirilmemiş düşünürlerden biri olan G. Simmel 1904’te moda başlıklı bir makale yazmış ve olguyu bir sosyolog ve sosyal psikolog gözüyle çözümlemeye çalışmıştı.

II. Georg Simmel ve Taklit Olarak Moda

Simmel modayı insan doğasındaki ikiliklerle ve sınıf olgusuyla ilişkilendirerek ele almaktadır. Ona göre, “moda her şeyden önce bir taklit ve bundan ötürü de bir sosyal eşitleme biçimidir ama paradoksal olarak, kesintisiz biçimde değişmesi nedeniyle zamanları ve toplumsal tabakaları birbirinden ayırır. Aynı sınıftan olanları birleştirirken, onları diğerlerinden ayırma işlevi görür” (Simmel 1957: 541)

Simmel’e göre moda, öncelikle, insani varoluşun içerdiği ikiliğin (dualitenin) bir fonksiyonu olarak anlaşılmalıdır.Ona göre insan varlığının temelinde, kadın/erkek olmak, genellemek/özelleştirmek, bir örneklik ihtiyacı/farklılaşma, dinginlik/aktivite ihtiyacı gibi ikilikler zaten içkin olarak vardır.

Süredurum, birlik, benzerlik ile değişim, uzmanlaşma, özgünlük eğilimlerini aynı anda ve tümüyle tatmin edecek moda dışında hiçbir kurum, yasa, yaşam formu yoktur (Simmel 1957: 542).

Simmel taklidin cazibesini, fazlaca bireysel ve yaratıcı uygulama gerektirmemesinde görmektedir. Ona göre, bir taklit olarak moda, bireye eylemlerinde yalnız olmadığı yönünde bir tatmin verir. Her taklit edişimizde, sadece yaratıcı eylem talebimizi değil, eylemin sorumluluğunu da başkalarına devrederiz.

Simmel (1957: 543) bu karmaşık denklemi şu formülle özetlemektedir:

Taklitçi ölümlü, pasif bireydir, sosyal benzerliğe inanır, kendini mevcut sosyal ögelere uyarlar. Taklitçi ölümlünün karşıt kutbunu oluşturan teleolojik (erekli) birey ise, sürekli deneyimler, durup dinlenmeden çabalar, kendi kişisel kanılarına yaslanır. Modanın özelliği bu iki karşıt eğilimi aynı anda karşılamasıdır… Moda verili bir örneğin taklididir ve sosyal uyarlanma ihtiyacını tatmin eder ama aynı zaman da içeriklerin daimi değişimi yoluyla farklılaşma, benzemezlik eğilimi,değişim ve çelişme arzusunu da tatmin eder”.

Simmel’e (1957: 544-546) göre, modada taklit ögesi ne kadar önemliyse, sınır çizme de o kadar önemlidir. Zira moda, sınıf ayrımlarının bir fonksiyonudur, aynı sınıftan olanlarla birlik halini simgelerken ve tam da bundan dolayı diğer grupları dışlar. “Son moda”nın sadece üst sınıfları ilgilendirmesi bundandır. Alt sınıflar onları taklide ve bu yolla kendilerine çizilen sınır hattını aşma çabasına girdiği an, üst sınıflar bundan yüz çevirir ve kendilerini kitlelerden ayrıştıracak yeni bir stil benimserler.

Simmel moda sınıf ilişkisini somut örnekler üzerinden göstermeye çalışmıştır. Örneğin Güney Afrika’daki Bantu kabilesinde sınıf sistemi güçlüdür, bu nedenle bu toplulukta moda olgusu gözlenir ve hızla değişir. Oysa Buşmanlar’da sınıf sistemi olmadığı için bu halkın takı ve giysilerinde fazla bir farklılaş-ma ve değişme görülmez. Benzer şekilde, 14. yüzyıl sonu Venedik’inde de erkek modası gözlenmez. Simmel’e bunun nedeni, soylu erkeklerin hepsinin “sayılarının azlığını alt sınıflara fark ettirmemek” amacıyla ve “yasa gereği” siyah giymeleridir(1957: 547).

Aynı dönemde Floransa’da modanın gelişmemiş olmasının nedeni ise, herkesin kendi stilini geliştirmiş olması ve birliğe ihtiyaç duyulmamasıdır Simmel’e göre.

Simmel, modern zamanlarda modanın etkisinin artmasını, yaşam standartları arasındaki farkların artışına ve “tüm büyük, kalıcı, sorgulanamaz kanaatlerin sürekli güç kaybetmesine” bağlamaktadır:

"Geçmişle bağların kopması, bugüne odaklanma her alanda modaları pekiştiriyor, sadece giyimde değil lezzetlerde, kuramsal kanaatlerde ve yaşamın ahlaki temellerinde de modaların peşinden koşma eğilimi
ortaya çıkıyor(1957: 548)

Simmel’in modayla ilgili saptamalarının belki de en önemlilerinden biri, moda olgusunu kadınlık hali ile ilişkilendiren açıklamalarında yatar. Ona göre kadınlar, tarih boyunca özgür olamamışlardır; onun içinde modanın onlara erkeklere nazaran daha fazla hitap etmesi normaldir.

Buna örnek olarak kadının özgürlüğünün arttığı dönemlerle daha bağımlı olduğu dönemleri ve coğrafyaları karşılaştırma yoluna giden Simmel,14-15. yüzyıllar Avrupa’sına atıfta bulunmaktadır. Almanya’da bu dönemlerde “bireysellik” yalnızca erkeklere tanınmış bir ayrıcalıktır ve kadınların kişisel edimlerde bulunma ve kendini geliştirme hakkı kısıtlanmıştır.

Bu nedenle Alman kadınları çok abartılı ve gösterişli kıyafetleri ve giyim stillerini benimsemişlerdir. Oysa aynı dönemde İtalyan üst sınıf kadınları Rönesans etkisiyle kendilerine tanınan kültürel fırsatlardan yararlanıyor, ev dışı aktivitelere katılabiliyorlardı. Eğitim ve eylem özgürlüğü her iki cinse de eşit olarak tanınmış olduğu için İtalya’da Almanya’dakine benzer mübalağalı bir kadın modası ortaya çıkmamıştı(Simmel 1957: 550-551).

Simmel’e göre, tarih boyunca kadınların hayatı son derece kolektif, bir örnek, eşitleyici koşullara tabi ve benzerlikler üzerine kurulu olmuştur. Bu nedenle de kadınlar en azından bir alanda, yani modada farklılaşmak istemişlerdir. Erkekler ise çok-yönlü varlıklardır, bu nedenle mutlu olmak için giyimlerini değiştirmeleri gerekmez. Moda,“bir mesleğe yahut unvana bağlı sınıf pozisyonları elde etme imkânına sahip olmayan kadınlar açısından bu durumu telafi etmenin biricik yoludur”(Simmel 1957: 551).

III. Thorstein Veblen ve Gösteriş Tüketimi Kavramı

İktisat sosyolojisinin en önemli isimlerinden biri olan Veblen, giyim sosyolojisinin de kurucularından sayılır. Veblen’in giyimle ilgili analizleri aylak sınıf teorisi içinde yer alır. Ona göre, aylak sınıflar, yani üretim süreci içinde doğrudan yer almayan ancak artı-değere el koyan gruplar, kendi toplumsal pozisyonlarını vurgulama eğilimi içinde tüketim yaparlar. Burada tüketimle ihtiyaçların arası açılmış; üst toplumsal konumu vurgulamanın bir aracı olarak tüketim devreye girmiştir.

Weber’in de (1986: 187)statü gruplarını izah ederken atıfta bulunduğu üzere, belirli yemekleri yemenin, belirli silahları kullanmanın,belirli giysileri giymenin ya da amatör sanat etkinliklerinde bulunmanın üst statü gruplarından olmayanlara yasaklanması yeni bir durum değildir, geçmişte de söz konusu olmuştur. Nitekim Veblen’e göre de,üretim karşılığı olmayan tüketim her zaman bireyi onurlandıran bir durum olarak görülmüştür.

Ancak, çalışan ve emeğiyle geçinenler ile çalışmadan başkalarının çalışmasından yararlananlar arasındaki farkın “para üzerinden” değerlendirilmeye başlanması artık yeni bir evreye girildiğinin göstergesidir. Bu evre kapitalizm olarak ifade edilebilir(Veblen Leisure Class Erişim Tarihi 11.04.2011) http://socserv2.mcmaster.
ca/~econ/ugcm/3ll3/veblen/leisure/chap04.txt).

Veblen’e göre, gösteriş tüketiminin en iyi temsil edildiği alan giysidir. Giysi yalnızca ödeme kabiliyetinin bir fonksiyonu değildir yani “onu giyenin fiziksel konforunu sağlamak amacıyla değerli malları tü ketebileceğini göstermekle kalmaz, hayatını kazanmak için çalışmak zorunda olmadığını da” gösterir. Bir başka deyişle, tüketimin gösteriş tüketimi olabilmesi için giysi, giyenin emek gücüne dayanan, bedensel çalışma içeren herhangi bir üretken süreçte yer almadığını da açıkça göstermelidir.

Gösteriş tüketimi açısından, giysilerin sürekli yenilenmesi ve boş/lüzumsuz harcama içermesi lazımdır.Veblen’e göre, rugan ayakkabılar, kusursuz ketenler, silindir şapkalar, bastonlar gibi giysi ve aksesuarlar, kullananın, insani ihtiyaçları karşılamaya dönük herhangi bir işe girişemeyeceğinin de kanıtını oluştururlar.

Kadın giyiminde ise bu bağlantı çok daha açıktır Veblen’e göre.“Kadın giyimi onu tüm yararlı işler konusunda kudretsiz hale getirir”.

Özellikle Veblen’in yaşadığı dönemde kadın giyiminin temel ögelerinden birini oluşturan korse, Veblen’e göre ekonomik teori açısından sakatlamanın yerine ikame edilebilecek bir etkiye sahiptir. Kullananın canlılığı-nı azaltır ve onu kalıcı ve aşikâr biçimde çalışmaya elverişsiz hale getirir.

Veblen, üst-sınıfa mensup kadınların, aynı sınıftan erkeklere nazaran işe yarar etkinliklerden daha fazla uzaklaştırılmış oldukları kanısındadır.

Ona göre, kadının alanı çalışarak kazanmanın alanı değildir; güzelleştirmekle yükümlü olduğu “evin içidir”. Kadın da evin en temel süsüdür.

Veblen bu saptamadan hareketle, üst sınıf kadınların hane halkının para harcama kapasitesinin göstereni olmaktan başka herhangi bir ekonomik  etkinlik içinde olamadıklarının altını çizer: “Kadınlar kendilerinin efendileri değil, erkeklerin taşınır malı/kölesidir”. Gösteriş tüketimi yapan üst sınıf kadın, kendi adına parasal bir başarıyı vurgulamış olmaz; ekonomik anlamda bağımlı olduğu kişi lehine bir kazanım sağlamış olur ki, bu ilişki ekonomik teoride “angarya” ya da “kölelik” olarak adlandırılmaktadır.

Kaldı ki, Veblen’e göre, hizmetçiler sınıfı da benzeri bir gerekçeyle ama tabi hanımefendininkini gölgede bırakmayacak şekilde iyi giyindirilmişlerdir.

Moda bağlamında son bir kuramsal gönderme de yabancı toplumların giyim kuşam alışkanlıklarının taklit edilmesi bağlamında, İbn-i  Haldun’a ve onun temel sosyolojik eseri Mukaddime’ye yapılmalıdır.

İbn-i Haldun yenilen halkların kendilerini yenenleri, giyim kuşamdan,atlarını süsleme biçimine, havuzlarına, evlerine ve mobilyalarına kadar taklit ettiğini söyler. Çünkü yenilmelerinin karşıdakinin üstünlüğünden kaynaklanması gerektiğine inanmak isterler. Bu üstünlüğün de sadece onun teknik ve askeri becerilerinde değil tüm alanlarda yattığını vehmederler; taklitle galiplerin zaferlerinin arkasında yatan sırra ermek isterler:

“Nefis ve kalp daima… kendi kavimlerine boyun eğdirmiş olanların olgunluk ve üstünlüklerine inanır. Bu da boyun eğmesinin kendisini yenen kimsenin kemal ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu inanında olmasından ve bu hususta yanılmasından ileri gelir…

İşte bu gibi sebeplerden dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam,hayvana binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini yeneni örnek edinir… Bunları gören, bu hallerin istila belgesi olduğunu hikmet gözü ile görebilirler” (İbn-i Haldun 1988 I. Cilt: 374-376).

Bu yazı,Alev Erkilet'in "Mahremiyetin Dönüşümü: Değer, Taklit ve Gösteriş Tüketimi Bağlamında “İslami” Moda Dergileri" adlı makalesinden alınmıştır.

Makalenin tamamı için bkn:http://dergipark.gov.tr/download/article-file/40758
Devamını Oku »