Osmanlı Türklerinin Dünya Siyaseti



Bazı eserlerde rastlanan pek tuhaf bir iddiaya göre, onbeşinci yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalılar deniz yollarını keşfedip Hindistan ve diğer Asya memleketleriyle doğrudan doğruya bağlanmış ve Osmanlı Devletinin coğrafî ve ekonomik önemini bozup onu arkadan çevirdikleri zaman, Türk diplomasisi dünyadan habersiz olduğu için, Türkiye gafil avlanmıştır! Bütün bir yüz­yılı dolduran olayların yalanladığı bu tuhaf anlayış tamamıyla yanlıştır: Türk diplomasisi o durum karşısında hiçbir gaflet göstermedikten başka, devamlı bir hassasiyet ve daimî bir uyanıklıkla baş döndürücü nispetler alan bir dünya siyaseti izlemiştir. Yavuz, Kanunî, İkinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinin bütün büyük olayları hep işte bu muazzam plânın uygulanması mahiyetindedir.

Hicretin onuncu ve Milâdın onaltıncı yüzyılı doğuyla Batının, Müslümanlıkla Hristiyanlığın ve Sünnîlikle Şiîliğin en Müslüman Devleti olmak itibarıyla doğuda Safevî - İran Şiîliği ve Batıda da Katolik Avrupa Hristiyanlığı ile çatışma zorunda kalmıştır. Böyle bir durumda Osmanlı Türklüğü o müthiş düşmanlarının hamleleri altında yıkılmamak ve her şeyden önce varlığını koruyabilmek için tıpkı bugünkü Amerika gibi, bir dünya siyaseti ve dünya stratejisi izlemek zorunda kalmıştı: Çünkü bu büyük siyaseti karşı taraf da izlemiştir.

Türkiye tarihînin “büyük asır”ı olan onaltıncı yüzyılda doğuyla Batının Osmanlılara karşı iki türlü dünya siyaseti vardır: Bunların biri, Osmanlı Sünnîliğine karşı İran Şiîliği’ni temsil eden Safevîlerle Türk Müslümanlığı’na karşı Avrupa Katolikliğini temsil eden Hristiyan Devletleri arasındadır. Avrupa'nın Türkiye aleyhine İran’la teması daha Ak Koyunlular devrinden başlamış ve bu siyasî dayanışma Safevîler devrinde de devam etmiştir.

Meselâ Kanunî ile aynı yüzyılda yaşamış olan Iran şahı Birinci Tahmasp’ın Almanya ile Portekiz’e elçiler göndererek Avrupa ile Asya’yı paylaşma esasına dayalı bir anlaşma ve birleşme teklif etmiş olması, Sultan Süleyman’ın 1541 tarihinde Avusturyalılara karşı açtığı “İstabur” seferi sırasında Safevî saldırısına karşı Vezira- zam Hadım Süleyman Paşa komutasında Anadolu’ya bir ihtiyat kuvveti gönderilmesine bile sebep olmuştur. Kanunî’nin Sadrazamlarından olduğu için o devrin siyasî durumunu çok iyi bilen tarihçi Lütfi Paşa’nın “Tevârih-i Al-i Osman ”ında Birinci Tahmasp’in ünlü İmparator Charles Quint’e yaptığı teklif, o zamanın sade diliyle şöyle açıklanılır:

“Şöyle kim Rum padişahı (= Osmanlı İmparatoru) senin üzerine vara, ben bu taraftan yürü­yeni; şöyle kim benim üzerime gele, sen öteden yürüyesin!”

Asya Şiileriyle Avrupa Katolikleri arasında geçen bu Doğu ve Batı anlaşmasına karşılık, Müslümanlığı ezip ortadan kaldırarak bütün dünyayı yalnız Hristiyan hâkimiyetine sokmak için kurulmuş büyük bir Avrupa planı da vardır, vaktiyle Haçlı seferlerinde en büyük rolü oynayan Papalık makamı, Doğu ve Batı çatışmasının bu yeni şeklinde de Hristiyanlığa ön ayak rolündedir: Christophe Colombe’un 1492’de ilk Amerika seyahatından iki yıl sonra cinayetleri ve ahlâksızlıkları ile ünlü Papa Altıncı AlexAndre Borgia dünyanın Avrupa’ya nispetle batı tarafını Ispanya’ya ve doğu tarafını da Portekiz’e tahsis etmiş, 1498’de Christophe Colombe İspanya adına Amerika’da dolaşırken Portekizli Vasco de Gama da Ümit Burnu’ndan dolanarak Hint yolunu keşfi başarmış ve işte bu suretle Batı Hristiyanlığı bir taraftan Yeni Dünya’ya ayak basarken, bir taraftan da Hindistan’a el atmıştır.

Avrupa Hristiyanlığı Amerika’da rakipsiz olduğu için, Colombe’un ilk seyahatinden yirmi yıl sonra Papa ikinci Jules Yeni Dünya yerlilerinin de öteki insanlar gibi Adem ve Havva nesline mensup olduklarını resmen ilân etmek suretiyle Hristiyanlığın onlar arasında da yayılmasına büyük bir önem vermiş sayılır. Fakat Asya meselesi bu kadar basit değildir: Tabiî orada Müslümanlıkla çatışma zarureti vardır ve hatta Hint yoluna verilen önemin asıl sebebi, Hristiyanlığa karşı Müslümanlığı temsil eden Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan çevirmektir.

İşte bundan dolayı Papalık makamının doğu ülkelerini verdiği Portekizlilere Hicaz’ın alınmasıyla Mekke’nin yıkılması, Müslümanlığın yok edilmesi ve onun yerine Hristiyanlığın yayılması gibi büyük bir çatışma görevi vermiş olduğundan bile söz edilir.Bir taraftan Portekizliler Hindistan’ın Gucerat sahillerine yerleşirlerken, bir taraftan da Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint’in Sünnî Osmanlılara karşı Irak Şiîliği ile el birliği etmek istemesi işte bu büyük dünya siyasetinin uygulanması demektir.

Tabiî Kanunî Sultan Süleyman’la hükümeti bu durumdan habersiz ve gafil değildir: O zamanın Türk casus teşkilâtı birçok yazarların dikkatini çekecek kadar mükemmeldir. Hatta Kanunî’nin Katolikliğe karşı mücadele ederek Avrupa Hristiyanlığını ikiye bölen Protestanlık kumcusu Martin Luther’in bütün davranışlarını büyük bir dikkatle takip ettirip bazen sağlığını bile sordurduğu söylenir.

İşte bu mükemmel haber almaya dayanan büyük padişah Papalık’la Almanya Imparatorluğu’nun Türkiye’yi çevirmek için Hindistan’la İran’a uzanan siyasetlerini muntazam surette takip etmekten bir an bile uzak kalmamış ve hele Portekizlilerin Hindistan teşebbüsleriyle Kızıldeniz’e hâkimiyet projeleri hakkında Venedik’teki casuslarından muntazaman haberler almıştır.

Tabiî bu durumda Sultan Süleyman İslâm Halifesi sıfatıyla Papalık makamına ve Türk Padişahı sıfatıyla de Almanya İmparatorluğu ile Portekiz Krallığı’na karşı cephe almış demektir. Kanunî’nin hemen bütün seferlerini işte bu doğu ve batı hedeflerine çevirmiş olması, kara ordularının İran’la Avusturya - Almanya arasında mekik dokur gibi doğudan batıya ve batıdan doğuya saldırıp durması ve donanmasını da Karadeniz hâkimiyetinden sonra Ak ve Kızıldeniz’lerle Umman denizine ve Hint Okyanusuna hâkim olmak için devamlı seferler açması hep işte bu mukabil dünya siyasetiyle ilgili en büyük hareketlerdir. Kanunî’den sonra ikinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinde de büyük bir şiddetle izlenen bu muazzam planın uygulanması için Yavuz devrinden sonra yapılan en önemli hamlelerle elde edilen büyük sonuçlar şöyle sıralanabilir:

1 - Kanunî devrinin 945 = 1538 yılı içinde bir taraftan Barbaros Preveze zaferiyle Akdeniz hâkimiyetini temin ederken, bir taraftan da Mısır Valisi Hadım - Süleyman Paşa kuvvetli bir donanmayla Hint seferine çıkmıştır: Bu meşhur sefer, o yılın 13 Haziran perşembe günü Süveyş limanından hareket eden Türk donanmasının 1539 yılı 13 Mart perşembe günü Cidde Limanına dönüş tarihine kadar tam dokuz ay sürmüştür, Umman ve Hint denizlerindeki Portekiz çalışmalarına ve Portekizlilerin Kızıldeniz’le Basra körfezini de tehdit edip durmalarına karşı 1525 tarihinde Süveyş limanı merkez olmak üzere tesis edilen Mısır yahut Hint kaptanlığının hazırladığı bu büyük sefer Hindistan’ın kuzeybatısındaki Gucerat sahillerinde tutunmuş olan Portekizlilere karşı açılmış, Türklerden yardım isteyen yerli Müslümanların ihanetleri yüzünden oralar fethedilememiş olmakla beraber, Yemen sahilleri işgal edilip Kızıldeniz bir Türk gölü hâline getirilmiş, Hudeyde’nin güneyine rastlayan Zebîd Emaretiyle Kızıldeniz’in dışında ve Arabistan yarımadasının güneyinde bulunan Aden Emareti ele geçirilerek bunların tümünden ilk Yemen Vilâyeti teşkil edilmiş ve bu suretle Kızıldeniz’in güney kısmı olan “Babü’l-Mendeb” Boğazı ile Aden körfezi Türk hâkimiyetine alınarak bu kapı Portekizlilere kapatılmıştır.

İşte bu suretle bir taraftan Ana - Vatan donanmaları Barbaros’un himmetiyle Adalar denizi hâkimiyetini tamamladıktan sonra Preveze önlerinde Ak­deniz hâkimiyetini de elde ederken, bir taraftan da Kızıldeniz Türk gölü hâline getirilmiş, Amman Denizi’yle Hint Okyanusu Osmanlı satvet ve rekabetine açılmış ve Mısır Türk donanması Hindistan sahillerine “Erdökmek” gibi büyük bir dünya siyasetine ait muazzam bir rol oynamıştır.

2-   Osmanlı Türklerinin Basra körfezini Portekiz hâkimiyetinden kurtarmaları Kanunî devrinde Hadım Süleyman Pasa’dan sonra Pirî Reis, Murad Reis ve Şeydi Ali Reis gibi Mısır yahut Hint Kaptanlarının üst üste yaptıkları seferlerle başlamıştır: Bunlardan “Kitap-i Bahriye ” yazan Piri Reis 959 = 1552 seferinde Basra körfezinin ağzı olan Hürmüz Boğazı’na dışarıdan hâkim durum­da bulunan Maskat kalesini Portekizlilerden almış ve “Mir’atü’l-Memâlik” yazan Şeydi Reis de 961 = 1554 seferinde iki Portekiz filosunu yendikten sonra Gucerat sahillerine kadar gitmişse de, donanması fırtınadan harap olduğu için karadan dönmüştür.

3-   Bu çeşitli hareketlerin sonucu olarak Türk kudretinin en uzak Müslüman memleketle­rinde meydana getirdiği derin tesir, nihayet İkinci Selim devrinin 976 = 1569 yılında Osmanlı hâkimiyetinin Avrupa, Asya ve Afrika'dan sonra Okyanusya kıt’asına da yayılmasını temin etmiştir: Bu başarı bir istilâ hareketiyle değil, Okyanusya'daki “Aça - Açin” Müslüman devle­tinin Portekizlilere karşı Osmanlı Türklerinden imdat istemesi üzerine açılan Sumatra seferiyle sağlanmıştır. Asya’nın güneydoğusunda ve Avusturalya'nın da kuzeybatısında bulunan Sumatra adası Okyanusya adalarındandır. O tarihte bu büyük ada ile Asya’nın güneyindeki Malakka yarımadası öteki birtakım küçük adalarla beraber bir Müslüman sultanlığı şeklindedir. Devletin adı da Sumatra’daki başkentin adından gelir.

O zamanki “Aça” Sultanı Alaüddin Şah’ın İstanbul’a bir elçi gönderip Hilâfet makamına tabiiyetini arz ederek yardım istemesi üzerine Hint Kaptanı Kurd Oğlu Hayrüddin Hızır Bey 22 gemilik bir filo ile Sumatra’ya binlerce asker, birçok uzman, top ve pek çok silâh ve cephane götürmüş, Aça Sultanlığı işte o tarihten itibaren Türk himaye ve hâkimiyetine girmiş ve hatta İkinci Selim’in Sultan Alaüddin’e gönderdiği fermanlarda kendisine siyasî, askerî ve ekonomik meselelere ait çeşitli emirler verilip İstanbul hükümetiyle daimî temas ve irtibat hâlinde bulunması bildirilmiştir. O devirde giden Türk askerlerinin birçoğu geri dönmediği için Sumatra’da hâlâ bir Türk mezarlığı, bir Türk köyü ve ana dilini unuttuğu hâlde milliyetini unutmamış bir Türk nesli vardır: Hatta bunlardan “Raca”lar bile yetişmiştir! Bir söylentiye göre de ikinci Selim’in hâkimiyet timsali olarak gönderdiği Türk bayrağı son zamanlara kadar kutsal bir emanet gibi saklanmıştır.

4 - Üçüncü Murad devrinin 1578- 1579 yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya siyasetinde çok önemli olaylar ve büyük başarılarıyla doludur: Bunların en önemlileri 1578 yılı 4 Ağustos pazartesi günü Tunus Beylerbeyi Ramazan Paşa’nın Fas topraklarında Portekizlere karşı kazandığı “Vadiü’s- Seyl” savaşında Portekiz kralı Dom Sebastiao’nun öldürülmesi üzerine Fas Sultanlığının Osmanlı himayesine girmesinde, yine o iki yıl içinde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın himmetiyle Kuzey ve Güney Kafkasyaların boydan boya fethi sayesinde Safevîlerle Rusların Osmanlılara karşı birleşmelerine engel olacak bir tampon kurulmasında ve nihayet 1579 tarihinde İstanbul’dan gönderilen kaptanlarla uzmanları ve inşaat levazımını Kuzey Kafkasya üzerinden 27 Ağustos Per­şembe günü Dağıstan’ın merkezi olan “Demirkapı = Derbend”e getiren Kefe Sancakbeyi Mehmed Bey’in Hazar denizinde bir Türk donanması kurmaya başlamış olmasında gösterilebilir.

Hazar hâkimiyeti sayesinde Orta Asya ile ulaşım sağlamak için yapılan bu donanma ile beraber, Osmanlı kaynaklarının “Bahr-i Kulzum Kaptanlığı / Bahr-i Şirvan Kaptanlığı / Demirkapı Kaptanlığı” gibi adlarla andıkları “Hazar Kaptanlığı” da kurularak Asya’nın güneyindeki Hint kaptanlığı ile karşılıklı üçüncü bir Türk amiralliği daha kurulmuş ve bu suretle Portekiz çöküşünün başlangıcı sayılan “Vadiü’s-Seyl” savaşından tam bir yıl sonra Asya kıt’ası yukarıdan ve aşağıdan iki kollu bir kıskaç içine alınmıştır. Herhâlde şurası muhakkaktır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ve batı düşmanlık âlemlerine karşı altı yüz yıl dayandıktan sonra bize miras olarak Anadolu’nun tamamıyla Rumeli’nin bir parçasından oluşan bir ana vatan bırakabilmesi, işte bu baş döndürücü dünya siyasetinin üç kıt’adan sonra dördüncü bir kıt’aya kadar teşmil ettiği hâkimiyet sahasının genişliği sayesindedir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;249-251

Bilge Oğuz Yay.
Devamını Oku »

Eski Türklerde Fikir Hürriyeti



Medenî seviyenin en sağlam ölçüsü fikir hürriyetidir. Fikre karşı kuvvetle mukabele eden fertlerle cemiyetlerde medenî seviye sıfir derecesine inmiş demektir. Eski Türk toplumunun bu bakımdan tetkiki, dünyanın üç kıt’asına yayılmış muhteşem bir hâkimiyetin yüzyıllarca devam edebilecek bir canlılık gösterebilmesindeki âmillerin en güzellerinden birini meydana çıkaracak önemli neticeler verebilir.

Yabancı dinlerle yabancı imanlarına karşı en geniş müsamaha zihniyetiyle gösterdikleri hürmet ve riâyetin şerefli izlerine yenilmiş milletlerin tarihleriyle destanlarında bile tesadüf edilen eski Türklerin ferdî kanaatlerle şahsî fikirleri de aynı hürmet ve müsamaha ile karşıladıklarını gösteren birçok olaylar vardır. Meselâ bundan üç yüzyıl önce İstanbul’un sultanlar tarafından yaptırılan camilerden birinde kürsüye çıkan bir vaiz insanla maymunun menşe kökeni birliğinden bahsettiği zaman, bu görüşü dine aykırı bulan bazı mutaassıplar Meşihat makamına müracaat ederek vaizin idamına fetva istemişlerse de alamamışlardır.

Eski Türk toplumunda fikir hürriyetinin nasıl ko­runduğunu gösteren bu olay 1956’da üç fasikül hâlinde yayınlanmış olan “Türkiyat ve İslâmiyet Tetkikleri" adındaki eserimizin fetva mecmualarına göre “İslâm Fıkhının Millî Kıymeti” faslında sözünü ettiğimiz vesikalarla sabittir. Muhtelif devirlerde tesadüf edilen bu gibi olaylar, fikir hürri­yetinin eski değerini bütün açıklığıyla meydana çıkaracak büyük bir tetkik sahasıdır. Bunların en mühimlerinde biri de Kanunî Devrindeki “Kaabız Meselesi”nde gösterilir.

Hicretin 934 ve milâdın 1527 tarihine tesadüf eden bu vak’a hakkında Osmanlı ve yabancı kaynaklarının verdikleri izahatın karşılaştırılmasından anlaşıldığına göre, İlmîye mesleğine mensup olan Molla Kaabız Iranlı yahut Gürcü’dür ve İran’dan İstanbul’a gelip Osmanlı bilginleri arasına katılmış şüpheli bir adamdır. Bu adamın bir müddetten beri umumî yerlerde ve hattâ bir rivayete göre bazı meyhanelerde ortaya attığı tuhaf fikirler nihayet İstanbul halkını büyük bir teessür ve heyecan içinde bırakmıştır.

Kaabız Molla’nın fikirlerinde hiçbir İlmî değer yok, yalnız halkın ina­nışlarına dokunacak bir mahiyet vardır. Bu şüpheli adamın ortaya attığı nazariyeye göre Hazret-i İsa bütün Peygamberlerden üstünmüş ve hattâ ulu Peygamberimizden bile. İşin en tuhaf tarafı, Acem Molla’sının bu manasız ve havaî davasını şahsî bir fikir şeklinde sarf etmeyip İslâmî bir şekle sokması ve birtakım ayetlerle hadisleri istediği gibi te’vil ve tefsir ederek meseleyi İslâmiyet esaslarıyla ispat ediyor gibi görünmesidir. Bu duruma göre Kaabız Molla İslâm dinini reddedip Hristiyanlık propagandası yapmış olmuyor Müslümanlığı kabul etmekle beraber Hristiyanlığı ondan üstün tutmuş oluyor demektir.

O zaman İslâm Hilâfetinin merkezi olan İstanbul’da, yani Müslümanlıkla Sünnîlik adına bir taraftan Avrupa Hristiyanlığı ve bir taraftan da Safevî Iran Şiîliğiyle mücadele edip duran bir Sünnî Müslüman devletinin başkentinde böyle bir yalanın ortaya atılması, tabiî memleketin maneviyatını kökünden sarsacak tehlikeli bir oyundur. Bu tehlikeli oyunda Doğunun veyahut Batının ne dereceye kadar tesiri bulunduğu pek belli değilse de çok muhtemeldir.

Aylardan beri birtakım cahillerin fikirlerini çelerek memleketin ruhî ve ruhanî birliğini bozmaya başlayan Kaabız’ın oynadığı fecî rol bazı âlimlerin şikâyetleri üzerine hem Saraya, hem hükümete aksetmiş fakat meselenin fikrî mahiyetinden dolayı Molla birdenbire cezalandırılamayarak Divan­da, yani vekillerin huzurunda nazariyesini açıklamaya davet edilmiştir. Avrupa Katolik âleminde imanlarından en hafif şekilde bile şüphe edilen insanların hâlâ diri diri yakıldıkları bir devirde İslâm Dini’nin en mühim esaslarım aylarca açıktan açığa baltalayan bir kişinin nihayet İlmî bir münakaşaya ve nazariyesinin izah ve ispatına davet edilmesi, on altınca yüzyılda fikir hürriyetini] Avrupa’ya oranla Türkiye’de ne kadar esaslı olduğunu bütün açıklığıyla göstermesi bakımında] bilhassa dikkat edilecek bir noktadır.

Kaabız Molla iki gün üst üste Divana getirilmiş H. 934 = M. 1527 ve o yılın 7 Sefer = 2 Kasır cumartesi gününe tesadüf eden ilk celsede “Sadreyn” denilen Rumeli ve Anadolu Kazaskerleriyle karşılaştırılmıştır. Sadr-i Rum yani Rumeli Kazaskeri Fenarîzade Muhiddin Çelebi ve Sadr-i Anî dolu kazaskeri de Kadirî Çelebi’dir. Kaabız Molla bütün vekil ve vezirlerin huzurunda işte bu il din âlimine nazariyesini uzun uzadıya izah etmiş; Kanunî Sultan Süleyman bu izahatı padişahla] mahsus kafes arkasından dinlemiş, fakat bu mevzuu üzerinde hazırlıksız olan Kazaskerler nazari) sabiyle münakaşaya girişmekten çekinmişler, yalnız:

- Hikmet- ü bikatlihi!

Yani:

-     İdamına hükmettim!

demekle yetinmişlerdir, İslâm dininin en mühim esaslarına saldıran bir Müslüman, Şeriat hükümlerine göre idam edilir. Bilhassa Kaabız’ın yaptığı yalnız din esaslarıyla oynamaktan iba­ret değil, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun Iran Şiîliğiyle Avrupa Katolikliği arasında tutunabilmek için dayandığı sistemi de temelinden baltalamak demektir. Fakat buna rağmen nazariyesinin yanlış İlmî delillerle ispat edilip çürütülmüş olmadığı için, kazaskerlerin ortak karar verdikleri idam hükmünü Divan erkânı kabul etmemiş, Kaabız derhal serbest bırakılmış ve tarihçi Peçevî’nin deyimiyle: “Mülhidi Mülzem” (= Allahı inkâr eden ve bunun için susturulmuş olmayıp) Divan-ı Hümayundan çekilip gitmiştir!

Kafes arkasından bu sahneyi seyredip devletin manevî birliğini bozmaya kalkışmış şüpheli bir yabancının ulemâ tarafından idama mahkûm edildiği hâlde hükümet tarafından serbest bıra­kılmasına ve o müfsidin bozgunculuk propagandasını âdeta hükümetin himayesi altında devam ettirebilecek bir dokunmazlık kazanmış olmasına itiraz eden Sultan Süleyman, Vezirazam İbrahim Paşa’yi çağırtıp:

-     Bir mülhid Divanımıza gelür, hezeyana cür’et kılar ve mülzem olmaz; çıkar gider. Buna bais nedür?

dediği zaman ondan şu karşılığı almıştır.

-     Nice idelüm? Kazaskerlerimüz mesail-i şer’iyyeye âlim degüller ki mel’unu ilzam ve iskât ederler! (Ne yapalım? Kazaskerlerimiz şeriat meselelerini tam bilmiyorlar ki, aykırı iş yapanlan susturabilsinler!)

Bu telâkkiye göre, mukaddesata bile dil uzatmış bir adamın fikri ancak fikirle mağlup edile­bilir, fikre karşı kılıçla mukabele etmek doğru değil yanlıştır.

“Mülhidin mülzem olmadığından” şikâyet eden Padişahla o mülhidi ulemânın “ilzam ve iskât” edemediğinden müteessir olan hükümet arasında bu telâkki bakımından hiçbir fark yoktur. Osmanlı medeniyetinin azamet devrindeki büyük cephelerinden biri de işte bu fikir hürriyetidir.

Bu telâkkiye Sultan Süleyman da katıldığı için ertesi gün, ikinci bir celse akdedilmesini emretmiş, o zamana kadar yaptığı yıkıcı propagandalarla birtakım taraftarlar peyda etmiş olan Kaabız Molla o gece ihtiyaten göz altına alınmış ve Kanunî’nin emriyle ertesi gün, yani aynı yılın 8 Sefer = 3 Kasım Pazar günü akdedilen ikinci Divan toplantısına Hicrî 932 = Milâdî 1525- 1526 tarihinden beri meşhur Zembilli Ali Efendi’ye halef olan ve dine, edebiyata, lisâniyyata ve tarihe ait ikiyüz kadar eseriyle ilim tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden sayılan îbni Kemal lâkabıyla bilinen Şeyhülislâm Kemal Paşazade Şemseddin Ahmed Efendi ile o devrin en büyük âlimlerinden İstan­bul Kadısı Sadeddin Çelebi davet edilmiştir. İbni Kemal o celsede Kaabız Molla’nın nazariyesini “kemâli hilm üzre” dinledikten sonra kendisiyle uzun bir münakaşaya girişip İslâm esaslarım istinat ettirmek istediği davanın çürüklüğünü İlmî delillerle ispat ettiği için, nihayet söyleyecek söz bulamayan Kaabız. “Hatasını iz’an edinüp başın zemine salmıştır.” (Kusurunu anlayıp secdeye kapanmıştır.)

Türk idaresindeki fikir hürriyetinden istifade ederek aylarca menfi propagandalar, yapıp birtakım cahillerin zihinlerini çelmek suretiyle kendi vatanı olmayan bir memleketin birliğini bozan tehlikeli bir entrikacının safsataları birer birer meydana çıkarılıp boynunu bükmekten başka çaresi kalmadığı zaman bile kendisine hatasından geri döndüğü takdirde serbest bırakılacağı hem Şeyhülislâm, hem İstanbul Kadısı tarafından teklif edilmişse de kabul etmediği için nihayet pek doğru ve haklı olarak idamına hükmedilmiştir. Kaabız’ın idamı yalnız bir din meselesi değil, aynı zamanda bir millî emniyet ve selâmet meselesidir. O zamana kadar birtakım cahillerden taraftarlar temin eden bu şüpheli adamın bozuk fikrinde ısrar ettiği hâlde cezasız bırakılması toplumla ilgili bir tehlikenin göz göre göre beslenmesi demektir. Tabii artık bu durumun fikir hürriyetiyle hiçbir alâkası yoktur.

Herhâlde bu bir tek örnekten de anlaşılır ki eski Türkler her sahada olduğu gibi fikir hürriye­tinde de Batı Milletlerini yüzyıllarca geride bırakmışlardır. Bu misâlin önemi fikir hürriyetinin din ve iman sahasına bile şamil olduğunu göstermesindedir. Diğer sahalarda meselâ siyasî sahadaki misaller sonsuzdur. Bilhassa devlet işleriyle adamlarının tenkid ve aşağılatılmasına yığınlarla edebi yazılar ayrı bir çığır teşkil edecek kadar gelişmiştir. Bu siyasi edebiyatın şiddetli tenkidlerinden en büyük Padişahlar bile kurtulamamışlardır. Meselâ Kanunî Sultan Süleyman, Divan şairlerinin “Kehle-i İkbal” dedikleri Vezirazam Hırvat Rüstem Paşa’nın tezvir ve iftirasına kapılarak H. 960 | M. 1553 Nahcevan Seferinde büyük oğlu Şehzade Mustafa’yı idam ettirdiği zaman şair Yahya Bey’in yazdığı kırk iki mersiyede Rüstem Paşa bu tarihî cinayetin başlıca sorumlusu olarak gös­terildikten başka:

Bunun gibi işi kim gördü, kim işitti aceb

Ki oğluna kıya bir serveri ömür meşreb*

diye padişah bile şiddetle tenkid edilmiş ve elden ele dolaşıp orduda büyük bir heyecan uyandıran bu müthiş eserinden dolayı Rüstem Paşa şair Yahya Bey’in “Nızam-i âlem için” idamını arzetmişse de, fikir hürriyetine kendi aleyhine bile riâyet eden

Kanunî:

- Bu makulelere kulak dutma ve intikam kastın etme!

diye reddetmiştir.

Bu medenî cesaret bazı seçkin şahsiyetlere münhasır sanılmamalıdır. Halkın ölçüsüz sesi şairin ölçülü sesinden çok keskindir ve bunları gösteren misaller ciltlerce eserler doldurulabilir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;490-493

Bilge Oğuz Yay.
Devamını Oku »