Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

Gerçek Bir Orientation’a İhtiyacımız Var

İngilizler’in çok enteresan bir yazarı varmış 17. yy. da, Dr. Samuel Johnson diye. Bu adamın enteresan sözleri var; biri de şudur: “Bir bifteğin,(yani bildiğimiz etin,) yenilir mi yenilmez mi olduğunu anlamak için bütün bir öküzü yemek gerekmez!”demiş. (Denenmişleri tekrar tekrar denemek) Öyle ya, birazcık biftek yerseniz, o bifteğin sert olup olmadığı belli olur. Bütün bir öküzü yemek gerekmez, bifteğin sert olup olmadığını anlamak için; ama bana öyle geliyor ki, biz, bütün bir öküzü yemek zorunda bırakıldık. Şimdi, “gerçek bir orientation’a ihtiyacımız var” dedik. Yine diğer bir Latin şâirinden örnek vereceğim. Virgilius’un Aenas diye bir şiiri var. Bu esere göre, bu Aenas, Truva şehrinden önce babasını kaçırır; bu “geçmiş” anlamına gelir; geçmişini sembolize ediyor. Sonra sevgilisini kaçırır; işte, birlikte yaşayacaklar. Sonra da, Truva’nın Tanrılarını, yani “ebediyet”i kaçırır.

Korkarım ki geleceğimizi, teknoloji putuna çok fazla sarılarak, kurtarmak isterken “geçmiş”imizi ve “ebediyet”imizi kaybettik. Bizler, millet olarak, feda ettik geçmişimizi, an’anelerimizi, geleneklerimizi, dinimizi, bütün kültürel değerlerimizi; “ne pahasına olursa olsun batılılaşma”şeklinde bir politika takip ettik.
Tanzimat’tan beri bunun dozu giderek artmıştır. Halbuki yine bir batılı şâir söyler, diyor ki: “Geçmişle olduğu kadar geleceklede yüzyüze gelebilmek için, bir ruhî disipline ihtiyaç vardır.” Herkesin yapacağı şey değildir bu… Bizim Haya kavva’nın dediği gibi, sözden ibaret; bir “intensiyonal oryantasyon”umuz var: Batılılaşacağız, modem milletlerin seviyesine çıkacağız, muasır medeniyet seviyesine çıkacağız; efendim, işte modemize olacağız, modem teknolojiyi alacağız, batının ilmini, fennini alacağız; ama kendi kültürümüzü de koruyacağız. Güzel de, bunu nasıl yapacağız?

Ziya Gökalp bir formül yapmıştır: o zamanın politik ihtiyaçlarını karşılıyordu, bu formül. Ziya Gökalp diyor ki: “Her milletin kendi kültürü vardır; ama, medeniyet farklı bir kavramdır; medeniyet beynelmileldir; binaenaleyh, biz kendi kültürümüzü, kendi şahsiyetimizi, kendi değerlerimizi terk etmeksizin batı medeniyetine girebiliriz.” Yani “biz Türk milletinden, İslâm ümmetinden ve batı medeniyetinden olabiliriz” şeklinde bir formül yapmıştı. Bu formülün, o zamanki Türkiye’nin politik ihtiyaçlarına cevap verdiği veyahut politik maslahata uygun olduğu söylenebilir; ama, gerçekle ilgisi yoktur. Kültür ve medeniyet kavramları öyle kolayca birbirlerinden soyutlanamazlar. Bazı batılı yazarlarda da var bu temayül; yani, kültür tamamen farklı bir şeydir, daha çok mânevî şeylerdir; işte, medeniyet maddî şeylerdir, diye. Ama, maddî nesneler de insanın mânevîyatının eseridir; fikriyatının eseridir. Yani, insanın ilmi olmazsa, onu pratik hayata geçirmesi de sözkonusu olamaz. O, pratik hayata geçen, maddileşen, netleşen nesneler, yine düşüncelerin mahsulüdür.

Binaenaleyh, zaten işaret ettiğim gibi, kültür kelimesi de tıpkı medeniyet gibi ziraat kavramını ifade etmektedir. Medeniyet malum olduğu gibi Filistin’de Eriha şehrinde başlar. İlk şehirleşme, toprağı ekip biçme, 10 bin yıl önce orada başlamıştır. İnsanoğlu dünyanın her yerinde, tıpkı ilk insanların yaşadığı gibi yaşayan toplayıcı kavimler de dahil olmak üzere, iptidâi kültürler hâlinde yaşıyor. Bunlara bir şey olmuş değil. Afrika, Avustralya insanlarını ziyaret edin; bunlara dair sayısız doküman var, kitap var elimizde; bunların bildirdiğine göre, iptidâiler gâyet mutlu, mesud, müreffeh bir şekilde yaşıyorlar. Bu medeniyete, medeniyetin avantajlarına karşı olmak anlamına gelmez; ama, insanoğlunun kavranılan putlaştırmak hastalığından dolayı görmediği bir şey var benim kanaatime göre; medeniyet, kültür, teknoloji, sadece bir tek yönüyle anlaşılıyor. Bunlar faydalı güzel şeyler de bunların zararı yok mu acaba?

İslâm ülkelerinin en büyük tarihçilerinden biri, İbn-i Haldun üstadımız, iptidâilerin medenilerden her zaman, ahlâkî vasıflar, insânî vasıflar cihetinden, üstün olduğunu (bundan 600 yıl önce o zamanki bilgilerin eksikliğine rağmen) işaret etmişti. O zaman, böyle büyük problemlerle yüz yüze gelmemiştik; bugün teknoloji ve kültür gibi, kültür politikaları gibi sebeplerle, dünyamız büyük problemlerle yüz yüze… Bunlara temas edeceğiz, biraz ilerde; ama, o Ortaçağ atmosferinde dahi, İbni Haldun bu gerçekleri görebilmişti.

Bizim gerçek bir orientationa ihtiyacımız var. Yani, bir insan kendisinin değişen bir dünya içinde öldüğünün farkında değilse, o zaman gerçekleri de objektif bir şekilde algılayamaz. Böyle bir insanın ne geçmişin hatırasına sahip çıkması mümkündür, ne de gelecek için doğru dürüst bir orientation, bir hedef tayin etmesi mümkündür.

Şahin Uçar,Kültür,Teknoloji ve Sanat Yazıları
Devamını Oku »

Sömürü Düzenin İstikbali Ne Olacaktır ?

Cuma kimdir? Asıl adının hiç önemi yoktur. Önemli olan, Batılının ona hangi şablonu uygun gördüğüdür. İşin garibi, burada bizim takındığımız durumdur. İngiliz Daniel Defoe onu tanımlayabilecek bir isim bulmuş, Friday demiştir. Bizimkilerse çeviriyi yaparken emperyal bir tutum sergilemiş, kendisine Friday’in Türkçesi olan Cuma’yı münasip buyurmuştur. Dolayısıyla bu durum, emperyal yolda bizim de Tanzimat'la birlikte Avrupalı kafasıyla düşünmeye başladığımızın göstergesidir. Nitekim bir özel kanalda Afrika’daki bir Türk okulunda siyahî öğrencilerin İstiklâl Marşımızı söylediklerini izlediğimde göğsüm gururla kabarmıştı, Artık biz de Avrupalı olmuştuk. Çünkü o insanın sömürülmekten kurtulmasını istiyorsak kendi marşını okutmalı, Afrikalı millî kimliğinin ortaya çıkmasına vesile olmalıydık. Oysa biz de sömürü sisteminin bir ucundan tutmuş, kendi marşımızı ezberletiyorduk.

Peki, bu yol doğru yol mudur? Sömürü sisteminin istikbali ne olacaktır? Şayet Afrikalıya İstiklâl Marşımız yerine kendi marşını öğretirsek bir umut var mıdır? Yazının devamında o geleceği çizmeye çalışacağız. Hemen belirtmek lazım ki çizginin detayları öngörüden ziyade kişisel bir hayale dayanmaktadır.

Kendi çocuğu için mutlu, güzel bir dünya arzulayan bir anne, başka annelerin çocukları için de aynı güzel, mutlu dünyayı arzulamazsa kendi çocuğunu mutlu edemez. Nedir bu kelime tekrarıyla uzamış cümlenin açılımı?

Bugün Japonya’da on bin civarında Türk var. Bunların beş bini de Ordu ilimizden, Fatsa ilçemizden. Gidenler anlatıyor. Doksan beş yılında bu ülkede Türk pasaportuna açılmayacak kapı yok. Hiç dil bilmeden on iki saatlik yolu, İstanbul’dan Trabzon’a otobüsle gider gibi gidenler olmuş. Yani hiçbir zorlukla karşılaşmamışlar. O kadar ki Afrikalı siyahiler, Araplar, Hintliler bile Türk pasaportu taşıyorlar. Aradan sadece beş sene geçiyor. İki binli yıllarda Türkler; Rusya gibi ülkelerin pasaportunu taşıyorlar. Mafyası, hırsızı, çocuk kaçıranı derken tüm sempatiyi tersine çevirmeyi becermişiz. Her şekilde bu kabullenilemeyecek, kendimize en ufak haklılık payesi çıkaramayacağımız bir durumdur. Ama tüm medeni, zengin, teknoloji devi dünya gibi Japon’un da bunda suçu vardır. Kendi vatandaşının mutluluğunu, refahını, rahatlığını düşünürken ikinci dünyayı, üçüncü dünyayı es geçersen gün gelir kabak başına patlar. Yani başka annenin yoksul, işsiz, aç, eğitimsiz çocuğu; güzel ve mutlu bir dünya hayalleriyle yetiştirilmiş o çocuğu kıskanır. Malına ve canına göz diker. Belki güvenlik duvarını aşıp emeline ulaşamaz. Ama onu tedirgin eder, ona üç lokma ekmeği haram eder. Şu anda İsrail’deki insanlar gerçekten mutlu mudur acaba? Gelişmiş ekonomileri, lüks hayat koşullan, her türlü olanakları onları mutlu etmeye yetmiş midir?

Yanı başlarında aç bıraktıkları, çocuklarını öldürdükleri, evlerini yıktıkları, ambargo uyguladıktan Filistinliler tek silahları olan bedenlerine bağladıkları bombaları patlatırken tedirgin değiller midir? Her an patlayabilecek bir canlı bombanın korkusuyla yaşamıyorlar mı?

Aynı durumu Türkiye de yaşadı, yaşıyor. İstanbul’da, İzmir’de, Antalya’da, Çukurova’da sanayisi, turistik tesisleri gelişmiş şehirler kuruldu. Doğunun da bu ülkenin bir parçası olduğu unutuldu. Doğuya yatırım yapılmadı. Sonuçta oranın imkânı kıt kitlesi, işsiz nüfusu bu şehirlere hücum etti. Bugün Mersin, yaşanması en zor şehirdir. Değil kadınların, çocukların; polislerin bile giremediği mahalleler vardır. Göç eden nüfus mudur bunu yapan? Hayır. Bu insanlara kendi toprağında, mahallesinde, köyünde birazcık geçim kapısı sağlayabilseydi geçmiş iktidarlar, o insanlar kendi yağlarıyla bir şekilde kavrulacaklardı. Azlık olmak, hele ki kendi toprağında azlık olmak zordur. İnsan bir şekilde kompleksler, eşitsizliklere karşı savunmalar üretir. Yeni geldiği toplumun kültürüyle çatışmaya girer. Biz bu insanları kendi topraklarında tutabilseydik bir şekilde filizlenip boy vereceklerdi. Yoksa farklılıklarla bir arada yaşamayı emin olun Doğu insanı kadar becerebilmiş başka bir millet yoktur yeryüzü coğrafyasında. Örnek mi? Mardin….

Kaynak:

Hece Edebiyat Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos, 2014
Devamını Oku »

Tevfik Fikret Ve Batı

“Foucault’ya göre genellikle, ‘Aydınlanma olarak adlandırılan ‘Klasik Çağ’ın ayırt edici özelliği, entelektüel özgürleşmeye olan inançtan ziyade, insan davranışını disipline etme kararlılığıdır.” Anlaşılıyor ki bu ‘disipline etme’de disiplinatör olarak Antik Dünya figürleri ve düşüncesi seçilmiştir.

Tanzimat’la başlayan bizim edebiyatımızda bile, bizim aydın figürlerimizin Batı’nın izlediği bu yolu aynen izlemeye çalıştıkları görülmektedir. “Tanzimattan sonra eski medeniyet sisteminin dayandığı inanç, kıymet ve müesseselerin çökmesi karşısında, Türk aydınlarının da aynı ihtiyaçla hareket ederek, toplumun isteklerine veya kendi ruhî temâyüllerine uygun fikirler ve semboller aradıkları görülür. Bunlardan bazıları, Batı medeniyetinin muhtelif devirlerine âit örnekle­ri benimsemişler, bazıları Ziya Gökalp’te olduğu gibi, İslâmlıktan önceki Türk dinine ve Şamanizme gitmişler, daha başkaları ise en iptidaî inançları ve mitleri yeniden diriltmeye çalışmışlardır. Tevfik Fikret de yeni kurulan bir dünyanın büyüsüne kapılmış, bu yeni dünyanın kahramanının Rüstem’ler, Köroğlular, Siyavuşlar yahut da Fatih’ler, Yavuz’lar değil Promete’ler olacağına inanıyordu. Mehmet Kaplan’a göre Tevfik Fikret’in tanrılara başkaldıran insanın sembolü olan Promete’yi seçmesi, bir san’atkar olarak onun olaylar karşısında devrinde aldığı aktif tavrı göstermektedir. Öyle olmasa gençliğe yeni bir dünyanın ufuk­larını çizmek ve kalkınma, aydınlanma, ilerleme yolunu göstermek için yazdığı şiire neden Promete adını versin ki? Fikret, bu şiirle ne anlatmak istiyordu?

Tevfik Fikret’e göre Promete, esâtîr-i evvel'in gökten dehâ-yı nârı çalan kahramanıdır. Yani Promete, göklerden ateşin dehasını çalan kahramandır. Fikret’in Promet’e şiirini yorumlayan bir yorumcu, şiirin başlığını şöyle koymuştur: “Çağın tiranlarına karşı Mücadelenin Şiiri” Böyle olunca Promete, hemen her devirde asla eksik olmayacak''

Fikret, bu manzumede “dışa dönük, atak ve bilginin rehberliğini kendisine yoldaş kabul eden yeni insan tipini anlatmıştır.” Promete’nin çaldığı ateş, bil­giyi temsil eder. “Tanrılara ait birtakım bilgilerin insanların eline geçmiş olması pagan düşünce ve inanç sistemi içinde tiranların gücünün zayıflaması, insanların ise güçlenmesi anlamına gelmektedir. Çağın tanrıları, her türlü ekonomik ve tek­nolojik gücü elinde bulunduran Batı’dır. O halde bu çağdaş titanların ellerindeki gücün bilgisine sahip olmak gerekir.”

Kaynak:

Hece Dergisi-Batı Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »

Tanzimat Dönemi Çelişkileri

Tanzimat, öncesi, dönemi ve sonrasıyla çelişkilerle dolu bir dönemdir. II. Mah­mut'un gerçekleştirdiği devrim niteliğindeki yenilikler, toplumda infiallere neden ol­muş, toplum hem padişahı hem de yenilikleri hoş karşılamamıştır.

Padişaha ‘Gavur Padişah' demesi, padişahın diniyle ilgili bir durum değildir: Getirdiklerinin topluma uymadığını göstermek içindir. İkinci Mahmut’un bu kadar ra­hat hareket edebilmesi, karşısında herhangi bir gücün olmaması nedeniyledir. Yöne­timle halk arasında bir denge unsuru olan ve tavrını da daha çok halktan yana koyan -zaman zaman hataları olmakla birlikte- Yeniçeri Ocağı, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş bir vahşetle ortadan kaldırılmış; yerine kurulduğu düşünülen Asakir-i Mansure-i Muhammediye, yabancı uzmanların eğittiği askerlerden oluşmuştur. Do­layısıyla İkinci Mahmut’a ‘dur’ diyecek bir güç yoktur. Bütün ıslahatlarına karşın 2. Mahmut, Tanzimat Fermanı’nı ilan edilmesini, Akif Paşa’nın ‘Hukuk-ı şahaneniz ’ demesi üzerine kabul etmemiştir. (Mümtaz’er s.9) Bu da ıslahatla­rın halka yönelik olduğunu, yönetimin bu ıslahatlarının dışında ve üstünde durduğu­nu göstermektedir.

Tanzimat’ın ilanından sonra, o güne kadar derinden akan ya da birikmiş olan pek çok düşünce su yüzüne çıkmıştır. Yunan İsyanı, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordularının Osmanlı ordusunu yenmesi. Yeniçeri Ocağının kanlı bir şekilde ortadan kal dirilişi» Balta Limanı Anlaşması, toplumu bunaltmış; Tanzimat bütün bu olumsuz­lukların sonu gibi görünmüş ve takdim edilmişti. Tanzimat bir bakıma yeni bir sayfa açma, devletin yönünü Batıya çevirerek devleti kurtarma hareketiydi. Böylece top­lumun önünde yeni bir dönem başlıyor, eski dönem ise Sadullah Paşa'nın deyişiyle:

Mecaz oldu hakikat hakikat oldu mecaz,

Yıkıldı belki esasından eski malumat yıkılıyordu.

Batılılaşma (çağdaşlaşma, muasırlaşma, modernleşme) Osmanlı toplumuna gör­sel ürünlerle girmiştir. Takvim-i vekayi (1831), Ceride-i Havadis (1840),

Tercüman-ı Ahval (1860) gibi gazetelerin peş peşe çıkması, toplumu haber anla­mında bilgilendirmeden ziyade yönlendirmeye yöneliktir. Özellikle İstanbul’da okuma salonları olarak düşünebileceğimiz ‘kıraathanelerin’, ‘gazete okuma yerleri olarak dü­şünülmesi ve oralara gazete bırakılması bunu göstermektedir. İlginçtir bugün de toplu­mu yönlendirme işleri medya kanalıyla yapılmaktadır. Gazeteden sonra, toplumu yön­lendiren ikinci görsel kurum da tiyatrolardır. Edebi anlamda değişimin başladığı alan tiyatro olmuş, tiyatro da edebi dönüşümün motoru olmuştur. Daha çok yabancıların ve Osmanlı azınlık elitinin yönetim ve denetiminde olan tiyatro, Avrupa’yı canlı örnekle­riyle Osmanlı aydınlarına göstermiş, açıktan ya da bilinçaltından ona ne olması ve na­sıl olması gerektiğini hissettirmiş ve onu yönlendirmiştir.

‘Batı tesirinde ortaya çıkan yeni türler arasında önceliği tiyatro alır. İtalyan tiyat­ro kumpanyaları İstanbul’da büyük ilgi görmüş ve Tanzimat Fermanından bir yıl sonra bu şehirde ilk tiyatro binası inşa edilmiştir (1840).

Oyunların İtalyanca ve Fransızca olmasına rağmen böylesine ilgi görmesi üzeri­ne ilgiyi genişletmek isteyen Kumpanyalar önceleri Türkçe özel verme yolunu tutmuşlar, daha sonra da azınlıklardan bazı şahıslar Türkçe oyunlar sahneye koymaya başlamışlardır.’ (Dergah Ans. 1/350) İlk yerli tiyatro eserleri, tiyatro binasının yapılışından 20 sene sonra verilmiş,33 sene sonrada sahnelenmiştir,İlk sahnelenen eserin (Vatan yahut Silistre-Namı Kemal) oynandığı tiyatro binası da (Güllü Agop) bir azınlığa aittir.

İlk tiyatro eserleri, geleneksel olanın üzerine yeni bir şeyler koyarak ya da neksel olandan hareketle yeni açılımlara varan eserler değildir. Şair Evlenmesi melez bir eserdir. Geleneksel oyunlarla Batılı oyunların karışımı.

Gelenekselin kötü bir taklidi şeklindedir. Bunun içindir ki hiç sahnelenmemiş, Şinasi de ikinci bir eser yazma denemesine girişmemiştir. Bu alanı neredeyse bütünüy­le Namık Kemal’e bırakmıştır. N. Kemal ise. sakat doğmuş bir Fransız (Victor Hu- go)’dır. Victor Hugo, Namık Kemal’in bütün bir ufkunu  kaplar ve kapatır. Kemal,her şeyinde onu örnek alır. Batılılaşma algılaması açısından N. Kemal haksız da sayılmaz; Batı’ya doğru çıkılan düşünsel yolda insanın iyi bir rehbere ihtiyacı vardır. Benzeş­meler salt zihinsel açıdan olmaz, bu yeterli değildir; eserlerde de benzeşmeler, daha doğrusu benzemeye çalışmalar olmalıdır. Bu anlamda Namık Kemal, incelenmeye de­ğer en Önemli Örnektir. Çünkü, Tanzimat’ın ıslahatlar ve Avrupa’ya karşı getirdiği. “ yaşattığı psikoloji, daha yumuşak bir şekilde Kemal’in eserleriyle hayata geçirilmeye çalışılmıştır. N. Kemal’in Batı’ya bakışı, Batı’nın üstünlüğünü kabul etmiş ve bunu özümsemiş, halta ahlak hâline getirmiş bir yazarın bakışıdır. ‘ Filhakika, bizde kalemin gösterdiği terakki, garbın bedayi-i irfanına (kültürün üstünlüğü) kıyas olunursa, bir allamenin irfanına nispeten, yeni lakırdıya (konuşma) başlamış bir çocuğun söyle­yeceği üç beş kelime hükmünde kalır.’ (Mukaddimemi Celal s.31) Edebiyatta ve dü­şüncede önemli olan, bir şeyin gerçekleşecektir.

Hece Dergisi, Postmodernizm Özel Sayısı
Devamını Oku »

İslam’ı kime söyleteceğiz?

İslam’ı kime söyleteceğiz?


Bu sorunun doğru cevabını bir türlü veremiyoruz. 150 yılı çoktan aşmış bir dönemden bu yana...
Sorunun doğru cevabını bulamıyoruz, çünkü sorunun kendi yanlış...
Bu soru yanlış, çünkü soruyu ortaya koyan kafa yapısı karışık... Karışık, çünkü karışık bir zeminde muhakeme yürütüyor...
Tanzimat’tan önce böyle bir soruya mahal var mıydı?
Tanzimat’tan önce hangi Müslüman düşünürün aklına böyle bir soru ortaya koymak gelebilirdi? Gelmezdi, çünkü böyle bir sorunun zemini yoktu.
Bu soruyu vaz edecek zemin Tanzimat’tan sonra oluştu.
Çünkü Tanzimat’tan sonra İslam’ın terakkiye mani olup olmadığı sorusu ortaya çıktı.
“Terakki” asıl kabul edilince ve Müslüman insan terakki edememiş olarak kabul görünce bu durumun müsebbibi de merak konusu olmaya başladı.
Müslüman terakki edememiş olunca, fatura ister istemez İslam’a çıkarılacaktı. Öyle de yapıldı.
Bu kez, tartışma İslam dini çevresinde geliştirildi. Saflar terakkiye manidir diyenlerle buna muhalefet edenler arasında ikiye ayrıldı.
Yanlış bir soru üzerinde tartışıldığının her iki taraf da farkına varmıyordu.
“Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” diyen şairin bu önermesi çabucak kabul gördü. Çünkü bu önerme “Kur'an'dan alıp ilhamı” öncülü üzerine inşa ediliyordu.
Öncül doğru olunca, çıkarım da doğru diye kabul ediliyordu. Tam da İmam Gazali’nin sakınılmasını talep ve tavsiye ettiği bir yanlışın açmazına düşülüyordu. O, önüne gelenin felsefeyle uğraşmasına set çekiyordu. Çünkü, diyordu, felsefe bilmeyen bu alana dalınca, filozofun söylediği bir doğrunun ardından, onun söylediği bin batılı da kabullenir...
İlhamı Kur'an’dan alma fikri tamam; fakat İslam’ı asrın idrakine söyletme de neyin nesiydi?
Kimse, “asrın idraki”nin neyin nesi olduğunu sormuyordu. Asrın idraki ilim miydi? İlimse hangi fizikçinin, kimyacının, biyoloğun ilmiydi bu? Hangisi esas kabul edilecekti? Ya da hangi ilim adamının görüşü esas sayılacaktı? Aristo’nun mu, Kopernik’in mi, Newton’un mu, Darwin’in mi, Einstein’ın mı, kimin? Eflatun’u mu esas almalıydık, Kant’ı mı, Marks’ı mı, Bergson’u mu, kimi?
Üstelik asrın idrakine müracaat eden şairin imanından kimsenin kuşkusu olmadığı için önerisi de baş tacı ediliyordu (Gazali’ye bir daha göz atıla).
Analar günü, babalar günü, insan hakları günü, hayvan hakları günü vb. liberal kapitalist telakkinin icadı tüm günler işbu İslam’ı asrın idrakine söyletme demagojisi yüzünden rağbet buluyor. Başörtüsü, insan hakları söylemi çerçevesinde kabul ettirilmek istendiği için yıllarca ayak diretildi. Tüm bunlar İslam’ı asrın idrakine söyletmenin gayretkeşliğinden neşet ediyor.

 

Rasim Özdenören
Devamını Oku »

Batılılar Neden Bizim Batılılaşmamızı Şart Koştu ?

Bizim Batılı olmayacağımızı en başta Batı bilir.Tam anlamıyla Batılı olmayı gerçekleştirirsek bile batının buna razı gelemeyeceğini de bilmeliyiz. Batı kendi uygarlığını,kendisinden çok bir başka ülkenin temsil etmesini hiç ister mi? Kendi uygarlığını hele bizim sahip çıkmamızı, el koymamamızı ister mi? Olsa olsa batı ancak bizim bu uygarlığa dâhil olarak, kendi etrafında halkalanmamıza, kendi güneşinin yörüngesinde küçük bir gezegen olmamızı izin verebilir belki. Çünkü onun uygarlığı aslında kendisinin yeryüzüne hâkimiyetini sağlamaya yarayacak bir ‘vasıta’dan başka birşey değildir. Batı uygarlığı, tarih boyunca bu uygarlığın içinde ve başında yer almış olan ülkelerin bir “sömürme aracı” olmak kullanılmıştır. Kendi güçlerini bir pekiştirme aracı olarak değerlendirilmiştir.

Bizim Batılı olamayacağımızı bilir Batı.Olsak bile buna razı olamayacağını, izin vermeyeceğini de hesabında mahfuz tutmuştur.

O halde Batı, neden bizim batılılaşmamızı hep şart koştu? Çünkü batılılaşma çabalarımızın bizi ancak dejenerasyona götüreceğini biliyor. Siyasal bütünlüğümüzün dağılmasını, kendi uygarlığımızdan uzaklaşmakla eşanlamlı görüyor. Ve bu hesabında yanılmıyor, yanılmadı.

O bize ve uygarlığımıza düşman olduğu için Batılı olmamızı istedi. Devletimizi dağıtmak, bizi sömürmek için istedi. Yeryüzünden kendine karşı tek alternatifi yok etmek için istedi, başka yolu yoktu bu İşin.

Dağılmamız için birbirimize düşman kamplara bölünmeliydik kendi içimizde. Kavmiyet davası gütmeliydik. Batı uygarlığının insancıllığına hükmetmelıydık, onu çağdaş görmeliydik, tekniğine, sosyal kurumlarına hayran olmalı, kendimizi onlara yaklaştırmalıydık, her alanda onları örnek ve rehber tanımalıydık.

Bu yola resmen girdiğimiz dönemleri düşünelim. O tarihlere kadar, biz bir hayli güç kaybına uğramamıza rağmen, hala dünyanın en büyük, en kuvvetli devleti değil miydik? Bir kesin ‘Duraklama’ devri yaşadığımız halde yine dünyanın denge unsuru, hatırı en sayılır, kendinden en çok korkulur devlet biz değil miydik?‘Fermanımız her yanda hüküm sürmez miydi? Gerçi uygarlığımız ve tekniğimiz bir

uyuklama dönemi yaşıyordu ama bu uyuklama bir "ölüm uykusu’’ değildi.Tekrar silkinmemizin ve fetihlere yönelmemizin önünde bir büyük engel yoktu.Batı ile aramızdaki güç farkı,teknik fark hiç de önemli, büyük değildi. Çarçabuk ayağa kalkacak potansiyel taşıyorduk.

Buna muktedir olacağımızı biliyordu Batı.

Bu büyük uygarlık birikimimizin iktidarını biliyordu.

İşte bu uykulu dönemimizden yararlanarak, bizi uygarlığımızdan ve onun kurumlarından uzaklaşmaya kendini örnek alarak devrimler yapmaya yöneltti. Bu devrimleri gerçekleştirmemizde bize karşı zaman zaman dostluk, insanlık maskeleriyle de göründü. Tarih 1839 ve adı Tanzimat’tı bunun. Bu yola girdiğimizden bu yana, ne oldu devletimiz, hangi noktadan hangi yere düştük, meydandadır. O zamanlar dünya güç sıralamasında başlardaydık, şimdi nerelerdeyiz?

Batı bizi batılılaştırma açmazına düşürerek erdi muradına. Hesabı belliydi ve bu idi batının.

 M.Akif İnan


 
Devamını Oku »

Bir İmparatorluğun Anatomisi

Bir İmparatorluğun Anatomisi


Kaçanlar: "Boğuluyoruz", diyorlar... "Memleket bir zelzele arefesinde. Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. Cangıldan şehire, kasırgadan limana, kaostan tarihe kaçış."
Yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir: zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile. Ne imtiyazı var­dır, ne imtiyaz peşindedir.Tanzimat, Babıâli'nin* Avrupalılaşması. Bürokrasi, halk­ları da, saraydan da kopar. Aydın da bürokrattır, hem de çok nazlı, çok hassas, çok herçâî bir bürokrat.



"Hâkim ideoloji, hâkim sınıfın ideolojisi" diyor kitap. Osmanlı ülkesinde hâkim sınıf, Fransız veya İngiliz burju­vazisi. Sarayın direnişi azaldıkça kapitalizm, taarruzunu yoğunlaştırır: keşişler, mektepler, mürebbiyeler, mason locala­rı... Osmanlı Bankası,* nişanlar, sefaret baloları ve Beyoğlu'nu zevk panayırına çeviren şuh aktrisler.Aydın, batan bir gemidedir. Ufukta rüyaların en muhteşe­mi: Avrupa. Servetin, şöhretin, şehvetin daveti. Azgın iştihaları vardı intelijansiyanın ve bu masal hazineleri kendisi­ni bekliyordu. Avrupalı dostları lütufkârdılar. Karşılık ola­rak biraz "ihanet" istiyorlardı sadece.

Halk oynanan oyunu seziyordu, insiyaklarıyla. Ve maziye sığınıyordu; maziye, yani hatıralarına, mukaddeslerine. Tek ümidi kalmıştı: saray. Ve saray çatırdıyordu.



Aydın için padişah, kendisini dünya zevklerinden ayıran bir hâil idi. Padişah olmasa, Avrupa'nın emrinde ve Avru­pa'nın inâyetiyle kendisi yönetecekti devleti. Hürriyetçiydi, terakkiciydi, medeniyetçiydi. Halkı savaşa hazırlamak mı? Hangi halkı? Ne savaşı? Kime karşı savaş?Bu ülke - Cemil MERİÇ

Devamını Oku »

Bizde Hiciv Yok

BİZDE HİCİV YOK

Hiciv, lirizm ırmağının coşkun bir kolu: önceleri bulanık akar, sonra durulur. Zamanla bir mekteb-i edeb olur, tarih gibi. Vatanı, Roma. İlk büyük temsilcileri: Horatius ile Juvenalis. Birincisi Sadi’yi ve Hayam’ı hatırlatır: rint, bilge, zarif; ikincisi Sahyun Nebilerini : haşin, yavuz, öfkeli. Horatius bahtiyarların şairi, Juvenalis mustariplerin… Zekâ ile vicdan. Horatius, sevdiklerini yaralamamak için oklarını uzaklara atan bir heccav , çağının zevk ve zerâfet hocası. Juvenalis’in peri-i ilham’ı: öfke.Cinayet istihza  ile cezalandırılamaz. Şâir, alevden kamçısına sarılır hicvin; saraylardan meyhanelere koşar, meyhanelerden genelevlere. Juvenalis’in cehennemini bir Fransız ressamı şöyle tablolaştırmış: Korent nizamında sütunlara dayalı muhteşem bir salon. Roma’nın çöküş devrinde sık rastlanan bir sefahat âlemi. Zengin kumaşlarla örtülü yataklarda bedmest deli-kanlılar. Şölen, sonuna yaklaşmaktadır. Fonda, fecrin ilk pırıltıları. Ve yatakların arkasında, torunlarının kepazeliğini seyreden heykeller; utançtan taş kesilmişe benzeyen ecdatGenç bir soytarı ayak parmaklarında yükselerek, elindeki dolu kadehi heykellerden birine uzatmaktadır.

Sonra, hiciv yatağına çekilir. Klasik Fransız şiirinde boğuk bir yankıdır Horatius’un yankısı. İtalya’da destandır, İspanya’da roman. Bir kelime ile istiklalini kaybeder; hikâye olur, deneme olur, tiyatro olur.

Tahir-ül Mevlevî, hiciv “teşrih-i rezail ve teşhir-i erazil için yazılır” diyor. Şiir, ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı. “Nezih olmak şartıyla, hak ve hakikatin müdafii, gadr ve fezahatın  maniidir”. Ne zavallı bir müdafi! Hiciv, maşeri vicdanın kararlarını infaz eden bir intikam meleği olsa, “gadr ve fezâhat” hükümran olabilir miydi hala?

İslamiyet, “sebb ü şetm”i hoş görmez. Bununla beraber, şairin haşarı tecessüsü zaman zaman bu yasak bölgede at koşturmaktan çekinmez.Osmanlı’nın vakur ve selim zevki için, uzun sürmemesi gereken bir oyundur hicivHeccavın çevresinde teklif edeceği yeni bir değerler manzumesi yok ki hicve ihtiyaç duyulsunNef’i’nin ”Siham-ı Kaza”sıyla  Sürüri’nin “Hezaliyyat”ı arasındaki fark, birincinin daha usta bir şair elinden çıkmış olması.

Sonra Tanzimat, yani edebiyatımızı istilâ eden Batı. Büyük bir kabiliyetin küçük kinlerini dikenleştiren: “Zafername.” Eşref de minnacık bir Ziya Paşa“bir güzel mazmun bulunca…” kendini bile hicvedeceğini söyleyen şair ne kadar ciddiye alına bilir? Mısraları bir arının zehrili iğnesi; ve şair arı kadar sorumsuz. Neyzen Tevfik, yıldırımı olmayan şimşek“Han-ı Yağma” başarılı bir tercüme, daha doğrusu pastiş. “Sis” imparatorluğun mezar taşı kitâbesi. Fecirle sona eren bir karanlık.

Nihayet gazete sütunlarına pusan “taşlama”, kanatsız ve bayağı.Günümüzün ”taşlamacısı”, akbabalara yaranmak için güvercinlere saldıran bir maskara. Oysa, şairin kanıyla imzalanmayan hicviyeler, asırların mahkemesinde imzasız bir mektup kadar itibarsızdır.

Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 1996,s.123.
Devamını Oku »

Devlet-i Aliyye'nin Demokrasi, Sosyalizm Gibi Davası Yoktur.

 

Bir İmparatorluğun Anatomisi

 

Birkaç gün önce Atatürk Eğitim Enstitüsü'nden çocuklar geldi.Nasıl kalmışlar,bilmiyorum.Kılıç artıkları.Biri müstağribler kervanı'nı ezbere okuyor.Ezberlemiş.''Efendim''dedi.''Reşid Paşa,İngilizler'in Ajanı''dedi.''Peki Cevdet Paşa,Reşid Paşa'yı neden seviyor?

Bir kere şunu kabul etmek gerek.Reşid Paşa,İngiliz burjuvazisinin ajanıdır,demek hem doğru,hem yanlış.Reşid Paşa,Batı'dan dostlar bulduğuna kanidir.Gneç yaşta Fransa'ya giden Reşid Paşa'yı artislerle,ajanlarla istila ettiler ve onu sadrazamlığa hazırladılar.Fransa'ya ve İngiltere'ye büyük bir samimiyetle yanaştı.

Osmanlı ricalinin tabii olan saflıkları,Batı'yı tanımamaları neticesinde oluşmuştur.Tanzimat ricalinin hiçbiri bugün anladığımız manada ajan değildi.Batılı,onlar için dosttu.O sıralarda Osmanlı gençlerinin temas ettiği çevreler,kapitalist çevrelerdi,bürokratik çevrelerdi.Sosyalizm gibi çok önce doğan bir düşünce ile temas kuramazlardı.

Esasen sosyalizmin öteki şekillerinin,Saint Simonculuk,Furyecilik,Proudhonculuk için bir klise yoktur.Marks enternasyonali kurmuş ve Avrupa'nın esasen tanıdığı dili konuşmuştur,kini.

Marksistler ise Ermeniler'dir,Rusla'dır.Çünkü onlar için Osmanlı devrilmeliydi.

Devlet-i Aliyye'nin demokrasi,sosyalizm gibi davası yoktur.Resmi planda devletin sosyalizme,demokrasiye ihtiyacı yoktu.

Cemil Meriç
Devamını Oku »

1933 üniversite reformu

1933’te üniversite inkılabı yapıldı. Bu ne demek? Milletler arası Yahudi ilim adamlarının üniversitemizi işgali demekti. Nazi Almanyası’ndan kaçan ne kadar Yahudi profesör varsa Türkiye iş verdi. Onlar da hiç tereddüt etmeden geldiler, imkanlar biraz kıttı ama olsundu, çalışabileceklerdi ya, yeterdi onlara. Türkiye’ye gelen Selanikli dönmeler vardı, onların çocuklarını da asistan yaptılar. Bizi üniversitemizin kuruluşu pis ve mülevvestir.

Tanzimat'ta tıp kuruldu.Tıp tekniktir.Düşünce değildir.Üniversite düşünce demektir.Fakat bizde üniversiteyi yabancılara kurdurdular.Dünyanın hiçbir milletinde üniversiteyi yabancılara kurdurmamışlardır.

Kendi dilimizi,tarihimizi tedkik etmek için illa milletler arası bir dile mi ihtiyaç var?Türk ve loji kelimeleri nasıl çiftleşir?Türk Türk'ün,loji Rum'un.

 

Halil Açıkgöz - Cemil Meriç İle Sohbetler

1933 üniversite reformu
Devamını Oku »