Kalp Nedir ?

Kalp Nedir ?Kalp dediğimiz şeyden kastımız, bir kan damlası veya bir et parçası değildir. Böyle bir kalbe bütün hayvanlar sahiptir. Öküz, merkep, deve gibi her hayvanın bir kalbi,ak ciğerleri ve bir kara ciğeri vardır. Bizim kalbden kastetdiğimiz şey, keyfiyeti tarif olunamıyan bir nurdur. İşte bir kan damlasından ibaret olan kalp, o nurun uğrağıdır.

Bu nur; sonsuzdur. Göz nuru, gözün içindeki siyahlık ve beyazlık değildir. Bunlar işitmenin meydana geldiği yerledir.

Duygularımız, içinden su akan oluklar gibidir. İşitme, görme, konuşma ve tadma ve dokunmadan ibaret olan bu beş duygu, görünüşte başka başka olmalarına karşılık gerçekte bir can ile diri ve kaimdir.Bu beş duygunun oluğundan akan su, candır. Meselâ, bir kimse evini bir mum veya kandille aydınlatsa ve evin içindeki tek nurdan dışarıya nurlar saçılır.

Bir ev gibi olan insan duygu vasıtalarına gelen ayrı nur, her birinde başka bir iş yaratır. Başka bir sanat gösterir. Göz camına gelince görme hâsıl eder. Kulak camında işitme, burun camında koklama, ağız camında tatma, el camında dokunma meydana getirir. O nur vâsıl olunca her birinden birbirine benzemiyen ayrı ayrı bir takım işler hâsıl eder.(sultan veled,maarif)

Kalbler üç bölümdür. Söyle ki:

A – Dünya’ya dalmış kötü arzular peşinde koşar.

B – Ahiret alemine geçer; İlahi  iyilikler etrafında uçuşur.

C – Yükseklere uçmuş, Hak ünsiyeti münacaatına varmıştır.

Kalb vardır: dünyaya bağlı.. Kalb vardır; Ukbaya doğru.. Kalb vardır; Mevlaya doğru… Kalb vardır; yanık olur.. Kalb vardır; Rahmet deryasına dalgın.. Kalb vardır; Şimşekler gibi aydınlık.. Kalb vardır; yardım bekler.. Kalb vardır; Hak rızasını arar.. Kalb vardır; Hakk’a kavuşmayı bekler.. Kalb vardır; pare pare.. Kalb vardır; yaralı.. Kalb vardır; bir tane ve ayık.. Kalb vardır; duacıdır, Hakk’a yalvarır.. İşte bu kalb, Adem A.S. kalbidir. Kalb vardır; teslim olmuştur. Bu kalb de, İbrahim’in A.S. kalbidir. Kalb vardır; aydınlık olur. Işıklar saçar. Her yanı aydınlatır. Bu da, Rasulullah S.A.V. efendimizin kalbidir. Onun için Allah-u Teala’dan salat ve selam ederiz.

(ahmed er rıfai,onların alemi)
Devamını Oku »

Aklın Mahiyeti Nedir ?

Akıl, bilinenlerden bilinmeyeni bulur. Meçhulden malûmu çıkartır, hislerdeki bozukluğu veya yanlış algılamaları kendi bilgisiyle ve edindiği ilimle tashih eder, düzeltir. Amma akıl hiçbir zaman endişeden vâreste olamaz (kurtulmuş olamaz). Vehimler, endişeler aklın düşmanı gibi görünse de aslında aklı besleyen şeylerdir. Fazla uzağa gitmeye gerek yok; günümüz insanı her şeyi aklıyla çözebileceğini zannetti. Birçok meçhulü malûmuyla yani bilinenlerle çözdü, keşfetti. Lâkin bugün insanlık, tarihte eşi benzeri görülememiş endişe ve evhamın pençesindedir. Asrımızın toplumu endişe, kaygı ve evhamla yaşayan yani korkan ama neden korktuğunu bilmeyen, kaygılanan fakat kaygısının nereden geldiğini bilmeyen bir ahvâl (hâller) içinde yaşamaktadır. Evham ve endişe arttıkça benliğinden başka bir şey göremeyen insan bu evhamın büyüttüğü aklı daha da büyütmekte, daha çok kullanmaktadır. Ve bu fâsit daire (kısır döngü) böylece dönüp gitmektedir.

Fatih Çıtlak - Mesnevi Şerhi
Devamını Oku »

Millet Mefhumu

Millet MefhumuMillet mefhumu, doğrudan doğruya batıdan ithal edilen bir mefhumdur. İslamiyet bütün insaniyete şamildir ve biliyorsunuz ki kıtaları ikiye bölmüştür: Darü'l-Harp, Darü'l-iman diye. Darü'l-iman hidayete eren, vahdaniyyete inanan, İslamiyet'i kabul etmiş insanların ülkesidir. Bu insanların arasında hiçbir fark yoktur. Misaka dahil olduğu andan itibaren her insan bütün teali imkanlarına aynı derecede sahiptir. Burada kan, renk, kafatası gibi mefhumlar hiçbir şey ifade etmezler. Gerçi zaman zaman Araplar, Kureyş kabilesi vb. gibi birtakım gruplar üstünlükler peşinde koşmuşlar, hattı zatında unsuriyet hissini kolay kolay kaybetmemişler. Fakat belli bir süreden sonra bütün insanlık Osmanlı idaresi altında tek kalp, tek vicdan halinde birleşmiştir. Avrupa bu vahdeti hiçbir zaman gerçekleştirememiş.

Barbar istilalarından sonra Avrupa'da dilleri ayrı, menfaatleri ayrı birtakım kavimler peydahlanmıştır. Gerçi Hıristiyandır bunlar. Bu Hıristiyanlık ciddi bir vahdet unsuru olamamış, kaynaşmamışlar, her an birbirleriyle kavga etmişler. Yalnız birbirleriyle değil, aynı memleketin insanları, aynı kavmin insanları da birbirleriyle kavga etmiş. Avrupa'nın farikası daha önce de söylediğim gibi kavgadır, muharebedir, mücadeledir. Bu kavmiyet, yani lisan birliğine dayanan, aşağı yukarı menşe birliğine dayanan kavmiyet belli zamanlarda hafiflemiş, müşterek düşman olan Osmanlıya karşı, İslam'a karşı Haçlı seferlerinde hep beraber çarpışmışlar. Fakat kendi başlarına kalınca yine birbirlerini tahrip etmekten vazgeçememişler.

Yani hiçbir zaman bir İslam vahdeti gibi bir Hıristiyan vahdeti teşekkül etmemiş. Avrupa kuvvetlenmiş, iktisadi fetihler yapmış, sınıf hakimiyetini kurmuş ve bizi yok etmek için teşebbüslere girişmiş. Bu teşebbüslerinde muvaffakiyete erişmemesi elbette Cenab-ı Hakk'ın bir lütfudur. Fakat burada, aralarındaki tefrika, kendi aralarındaki rekabet de büyük rol oynamıştır. Yani tefrika olmasaydı Avrupa ile daha güç mücadele edebilirdik.

Şimdi Osmanlı'nın yani İslamiyet'in zaferlerinin bütün sırrı tek vücut, tek kalp oluştadır. Biz Misaka dahil olan bütün kavimlere kardeş muamelesi yapmışız, kucağımızı açmışız, kitap sahibi milletleri korumuşuz ve üç kıtada hükümran olmuşuz. Bu hükümranlığı parçalamak için Avrupa zaman zaman teşebbüslere girişmiş. Evvela himayemiz altındaki kavimleri kışkırtmış. Rusları, Bulgarları, Ortodoks kilisesine bağlı Rumları, Sırpları kışkırtmış ve parçalamaya başlamış Osmanlı'yı. Bu parçalama hareketi epeyce muvaffak olmuş. Avrupa'ya teveccüh ettikten sonra Avrupa yeni bir Truva atı daha sokmuş içimize; Milliyet.

Milliyetin hiçbir kökü yoktur. Osmanlı'da hiçbir şeye dayanmaz. Evet Oğuzlardan geliyoruz. Büyük tarihimiz var. Fakat bu tarih Osmanlı'nın çocukluk devridir. Hiçbirimiz gençken çocukluk devrinden bahsetmeyiz, bunayınca anlatmaya başlarız. Ama aklı başında iken insan anlatmaya hiç lüzum görmez. Osmanlı da lüzum görmemiş bunlara. İmanına sadık kalmış, İslamiyet’in mitolojisini benimsemiş. Kendi mitolojik tarihine itibar etmemiş. Silinmiş imanın içinde. Çünkü şerefi, haysiyeti, büyüklüğü, zaferleri İslam'ın eseridir.



Mustafa Armağan,Bulutları Delen Kartal
Devamını Oku »

İslâm Âlimlerine Göre Ruh

İslâm Âlimlerine Göre RuhFelsefe ve kelâm kitablarını incelediğimizde, bütün İslâm hükemâsının (el-Kindî, Farabî, İbn-i Rüşd, İbn-i Miskeveyh... ilh.) ruhun varlığında müttefik olduklarını görürüz. Biz, bunlardan fikirlerinin daha sistemli oluşunu dikkate alarak, önce İbn-i Sina’nın görüşlerinin bir hülâsasını vermekle iktifa edeceğiz:

İbn-i Sina’ya(1) göre insan, cisimle ruhtan mürekkebtir. Cisim, nefsin çalışmasına müsait duruma gelince, ruh cisme gönderilir. Cisim, nefsin memleketi yahut tezgahı hükmündedir.

Nefis, cismin hadis olmasıyla hadis olur. Nefs-i natıka (ruh), cisme girmekle ebediyet kazanır, cisimden ayrıldıktan sonra da yok olmaz. Nefs-i natıkanın kurtuluşu ilim ve faziletledir. Bu fazileti, ruh cisimde iken kazanır. İbn-i Sina, bu hususta şu delilleri serdediyor:

1- İnsanda birtakım eserler vardır ki, ruhun varlığı kabul edilmedikçe bunları izah mümkün değildir. Bunların en önemlileri hareket ve idrâktir. Cismin tabiatında sükûn ve atalet vardır. Hareket, onun fıtratına zıddır. Öyle ise, bir cismin hareket etmesi için varlığının dışında bir başka mahiyete ihtiyaç vardır. Bu kaideye binâen, insan bedeninin de fıtratında atalet
(tembellik) vardır. Hareketi için, onun dışında bir mahiyetin var olması zarurîdir. İşte o mahiyet ruhtur.

Maddenin tabiatında idrâk olmadığına göre insanın maddesinde de idrâkin olmaması zarurîdir. Hâlbuki insan idrâk sahibidir. Bu idrâk, cismin hassası olmadığına göre, bir başka mahiyetten kaynaklanmaktadır. İşte o mahiyet ruhtur.

Benlik Fikri: İnsan, “Şöyle yaptım”, “Böyle yaptım”der. Bu sözler, onun bedenine yahut organlarına veya bunların fiillerine verilemez. Şu hâlde, insan, “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yâni, ruhunu kasdetmektedir.

Nefsin fiillerindeki birlik, doğuş yerinin bir olduğunu gösteriyor. İbn-i Sina şöyle demektedir. “Ey câhil insan, düşün ki, senin ruhun bütün ömrün boyunca değişmemektedir. Hâlbuki cismin daima değişmekte ve bozulmaktadır.Bu değişmelere rağmen, başından geçen birçok hâdiseleri hatırlaman gösteriyor ki, sen de değişmeyen bir hakikat vardır. O hakikat ise ruhtur.”

İnsan bir boşlukta dünyaya gelse, göz, kulak gibi birçok azaları da bulunmasa,fakat buna karşılık akıl ve şuuru yerinde olsa, böyle bir hâlde o, zaman, mekân, uzunluk, genişlik gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından da şüphe etmeyecektir. İnsanın azalara ihtiyacı, mevcudatla münasebeti içindir. Kendi varlığını ise, bu azalar olmadan da bilebilir. İşte o kendini bilen varlık ruhtur.

Bedenin ihtiyarlamasıyla organlar zayıflar. Bu hâl, kırkından sonra başlar. Hâlbuki makulleri kavrama prensibi asıl bu yaştan sonra kuvvet kazanır. Yâni ruhun faaliyeti organik gelişmeyle zıddiyet gösterir. Demek ki, insanda, beden ve ruh olmak üzere iki ayrı mahiyet vardır.

İbn-i Sina’ya göre hayat, his ve hareket hassalarına aykırı ve onları gerektiren ayrı bir kuvvettir. Felç olan azalar his ve hareketten mahrum oldukları hâlde, hayattan mahrum değillerdir. O felç olan azaları dağılmaktan koruyan birisi var ki, o da ruhtur.

Şimdi de aklî ve naklî ilimlerin merkezi Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî Hazretleri’nin ruh mevzuundaki fikirlerini hülâsa olarak arzedelim.

Gazâliye(2) göre, insanda, bedenden başka asıl ve sabit bir varlık vardır ki, o da ruhtur. Beden ruhta değil, ruh bedende tasarruf etmektedir. Ölmüş bir insanın ortada cesedi vardır, fakat ruhu yoktur. Meselâ, bir insan gözünü yumduğu zaman, varlıklar nazarından kaybolur. Hattâ kendini bile göremez. Bununla birlikte, kendi varlığını yakînen bilir, hiçbir şüpheye kapılmaz. Demek ki, esas insan, çevresine ve bedenine bağlı olmaksızın kendi varlığını müstakilen bilip düşünendir. O ise, ruhtan başkası değildir. Beden, o ruhun tezahür ettiği bir kalıp, çalıştığı bir tezgâh, bir kışla, bir mekteptir.

Gazâlî, ruhu bir cevher-i mücerred olarak kabul etmiştir. Yâni, ruh araz değil cevherdir. Beden ruh ile kâimdir. Ruh kendini, Hâlık’ını ve mahlûkat âlemini bilir. İşte bu, ilimdir. İlim ise arazdır. Ruhun araz olduğu kabul edilirse, o zaman arazın araz ile kâim olması gerekir ki, işte bu muhaldir.

Gazâlî, ruhun cisim olmadığını şöyle izah ediyor: Her cisim parçalara ayrılır, ruh da cisim olsa, onun da bölünmesi, parçalara ayrılması gerekir. O takdirde, herhangi birşeyi, ruhun parçalarından bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. Böyle bir durumda, insanın birşeyi hem bilmesi, hem de bilmemesi gerekir. Bu ise imkânsızdır. Demek ki, ruh cisim değildir.

Ruh, beden içerisinde herhangi bir yeri mekân tutmaz. O, mekân ve cihetle sıfatlanamaz. Binâenaleyh, ruhun bedene hulul ve ittisali de olamaz. Gazali’nin en çok meşgul olduğu mes’ele, ruh ile bedenin alâka ve keyfiyetidir. Gazalî’ye göre ruh, bedene dahil olmadığı gibi, hariç de değil; muttasıl (bitişik) olmadığı gibi, munfasıl (ayrı) da değildir. Muttasıl ve munfasıl olma, cismin özelliklerindendir. Hâlbuki ruh cisim değildir. Yâni, ruh için, bedene muttasıldır denemeyeceği gibi, munfasıldır da denemez. Bu hakikati şöyle bir misalle akla yakınlaştırıyor: “Cansız bir cisme câhil denemediği gibi, âlim de denemez. Yâni, o şey ne câhildir, ne de âlimdir. Aynı şekilde, ruh da, ne muttasıldır, ne munfasıldır.

Gazâlî, bedeni bir şehre benzetir ve şöyle der:
“Beden bir şehre benzer. El, ayak ve azalar şehrin san’at erbabı gibidir. Şehvet, maliye müdürü; gazab, emniyet âmiri gibidir. Ruh, bu şehrin padişahıdır. Akıl ise padişahın veziridir,Padişahın, bunların hepsine ihtiyacı vardır. Memleketin idaresi ancak bunlarla yürür.

Fakat maliye müdürü olan şehvet, yalancıdır, sebebsiz yere başkalarının işine karışır ve saçmasapan konuşur. Vezir olan aklın söylediklerine muhalefet eder. Şehvet daima, memlekette olan bütün malları toplamak, almak ister. Emniyet müdürü mesabesinde olan gazab şerir, şiddetli, azgın ve serttir. Herkesi öldürmek, her şeyi kırmak, dökmek ister. Şehrin padişahı daima, veziri ile meşveret ederse, yalancı ve tama’kâr maliye müdürünü hırpalarsa, onun vezire uymayan sözlerini dinlemez, emniyet müdürünü onun peşine takıp sebebsiz ve lüzumsuz iş görmekten onu menederse, emniyet müdürünü de yapmak istediği haksızlıklardan dolaya döver ve incitirse, memlekette asayiş ve nizâm olur. Bunun gibi ruh padişahı, veziri olan aklın işareti ile iş yaparsa, şehvet ve gazabı zabt-u rabt altına alıp akla uymalarını emrederse, aklı onlara tâbi eylemezse, beden memleketinin işleri düzgün olur. Saadet yolu ve Allah’a kavuşma yolu kapanmamış olur. Eğer aklı, şehvete ve gazaba esir ederse, memleket harab olur. Padişah bedbaht olup helak olur.”

Gazâlî, ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu söylemiş ve bunu şöyle bir temsil ile izah etmiştir: Ruh, bir hükümdar, beden ise, onun tasarruf ettiği büyük bir ülke, yahut ikamet ettiği bir hanedir.

Gazâli’ye göre, ruh, kendi nefsiyle kâim bir cevherdir, ebedîdir, daimîdir. Kendi zâtını bildiği gibi, Hâlık’ının da mevcudiyetini ve sıfatlarını bilir. Bu bilmede, ruh duyulara muhtaç değildir. Bu itibarla, kâinattan gafil bulunsa da, kendini ve Yaradan’ını bilmektedir.

İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, “Ruh nedir? Hakikati neden ibarettir?” sorularına cevap verirken, bu suallerin, ehil olmayanlara açılması için Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) izin verilmediğini beyan ettikten sonra şöyle buyuruyor:
“Eğer sen bu suale verilecek cevabın ehli isen, işit ve bil ki, ruh, suyun kabına hülûlü gibi bedene hulul etmiş bir cisim değildir. İlmin âlimde, karanlığın kara birşeyde hululü gibi ruh dimağa hulul etmiş araz dahi değildir. Belki, o, arazî değil, cevherdir. Çünkü kendini ve Yaratıcısını biliyor; akılla kavranabilen şeyleri idrâk ediyor. Araz ise bu sıfatlarla sıfatlanıcı olamaz.”

“Eğer ruh bir cihette midir? denilirse cevap veririz ki Ruh, cihetlerle kayıtlanmaktan, hulul ve ittihattan münezzehtir. Zira bunlar cisimlerin sıfat ve arazlarıdır. Ruh ise cisim ve araz değildir.”

“Peygamber Efendimiz, ruhun hakikatini izahtan, bu sırrı ifşadan niçin menedildi diye sorulsa, şöyle cevap verilir. Zira insanlar havas ve avam olmak üzere iki sınıftırlar. Tabiatında avâmlık galip olanlar, ruh hakkındaki hakikatları Allah’ın sıfatı hakkında bile kabul ve tasdik etmiyorlar, ruh hakkında nasıl tasdik ederler?”

İmam-ı Gazâlî Hazretleri, Âdem’e (a.s), ruhun nefhedilmesini (üflenmesini)izah ederken şöyle buyuruyor:
“Maksat, insan ruhunun Cenab-ı Hak’tan bir cüz olduğunu beyan değildir. (Bir insanın başka bir insana malından bir cüz’ü vermesi gibi) Buradaki nisbet manevîdir. Şu suretle temsil olunabilir: Güneşin ışığı bir duvara aksetse, o duvar, haliyle, aydınlanır. Bu hâlde güneş nutka gelip: “Ben duvara ışığımdan verdim” dese, bundan, güneşin ışığından bir parçasının kendisinden kopup ayrıldığı, yani, güneşin bölünme kabul ettiği iddia olunamaz. İşte Cenâb-ı Hakk’ın: “Ve ona kendi ruhumdan üfledim” buyurmasıyla da güneşin ışığının duvardaki aydınlığa olan nisbeti kabilinden bir münâsebet anlaşılmak lâzım gelir. Yoksa hulul ve bölünme akla gelmez.”

İmam-ı Gazâlî bahsi geçen âyet-i kerimeyi tefsir ederken “Halk” ve “Emir” âlemlerine de temas ederek şöyle buyuruyor:
“Sayılması ve ölçülmesi kabil olan şeylere halk âleminden denilir. Burada “Halk”, yoktan icat ve ihdas mânâsına olmayıp takdir manasınadır.”

“Kemiyet ve takdire gelmeyen herşey Rabbani emirdendir.

Emir âlemi, his ve hayâlin, cihet ve mekân tutmak hassasının dışında kalan haricî varlıklardan ibarettir; ölçü ve tartı altına girmez, tâ ki, kemiyeti nefyedilebilsin.”

İmam-ı Gazâlî, devamla şöyle buyuruyor:
“Ruhun kadîm olduğu tevehhüm edilmemelidir. Şüphesiz, ruh mahlûktur. Aksini iddia etmek cehalet eseridir. Ruh için, “mahlûk değildir” denildiğinde şu anlaşılmalıdır: Ruh boşlukta yer kaplamaz, bölünmesi, tartılması ve sayılması da kabil değildir.”

Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî’nin, ruhla ilgili fikirlerini özet olarak arzettikten sonra, biraz da “Tefsir-i Kebir” sahibi Fahreddin-i Razi(3) Hazretleri’ni dinleyelim:

O büyük müfessir, ruh hakkında özetle şöyle buyurmaktadır:“
İnsanın aslı ruhtan ibarettir. Beden, onun yükselip gelişmesi için bir kışladır. Zaruri olarak bilinmesi gerekir ki, beden değiştiği hâlde, insanın benliği hayatının sonuna kadar sabit kalır. Değişen, o bünyenin taşları hükmünde olan hücreleridir. Değişenle sabit kalanın birbirine aykırılığı açıktır. Bu, aklen bilinen bir gerçektir. Öyle ise, insanın beden dediğimiz bünyeden başka birşey olması icab eder.”

Fahreddin-i Razî Hazretleri Tefsir-i Kebir’inde “Ve yes’elûneke anirrûhi” âyetini tefsir ederken, ruhun isbatı için on yedi delil serdetmektedir.Biz bunlardan, bâzılarını hulâsa olarak nazara, vermek istiyoruz.

Birinci Delil

İnsan, fikrini tek birşeye çevirdiği zaman vücudunu teşkil eden cüzleri unutsa bile benliğini unutmaz. Böyle bir anda gördüğünü işittiğini nefsine dayandırır. Fikirleri, düşünceleri, emelleri, arzuları onun benliğini terketmez. Demek ki, nefsini unutmuyor. Öyle ise, nefsinden gafil değildir. Şu hâlde ruh bedenin gayrisidir.İkinci DelilBir insanın kullandığı eşyalar ile kendisi arasında mahiyet bakımından farklılıklar vardır. Meselâ, “Benim kâlemim”dendiğinde, elbette, “Ben” başka, “Kâlem” başkadır. Aynen bu misâl gibi, her insan “Başım”, “Ayağım”, “Gözüm” diyerek bu azaları nefsine nisbet etmektedir. İşte, beden âzalarının nisbet edildiği bu hakikat ruhtur. Malûmdur ki, nisbet olunan başka, nisbet edilen başkadır.

Üçüncü Delil

İnsan hakikati, şu görünen bedenden ibaret değildir. Zira insanda ilim ve marifetin varlığı açıktır. Hâlbuki ilim ve marifet ceset ile kaim değildir. Demek oluyor ki, insanda şu cesetten başka bir şahsiyet mevcuttur. Bu da ruhtan başkası olamaz.

Dördüncü Delil

Hiçbir cismin tabiatında irâde yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradî hareketler vardır. Bu iradî hareketler, onun cismine isnad edilemeyeceğine göre, demek ki, onda bir mebde-i irâde vardır. Bu ise ruhtur.

Beşinci Delil

Fahreddin-i Razî Hazretleri, insanda, bedenin dışında bir hakikatin bulunduğuna,şu âyeti delil gösteriyor: “Ey o Rabbine muti olan nefs-i Mutmainne!
Sen dön O Rabbine, hem râdiyye olarak, hem mardiyye”(4)


Âyetteki “Sen dön” hitabı, elbette ölmüş cesede değildir. Bu hitabın yapıldığı bir başka mahiyet vardır ki, o da ruhtur.

Ruh mevzuunda İslâm âlimlerinin görüşlerini beyan ederken, Tasavvuf semalarının bir güneşi olan Hz. Mevlânâ’nın(5) inci gibi kıymetli ve derya gibi derin mânâlar taşıyan mısralarından da bazılarını takdim etmeden geçemeyeceğiz.

Bütün mutasavvıflar gibi, Hz. Mevlânâ da insanı ten ve can, yâni, beden ve ruh olmak üzere başlıca iki kısımda inceler. Can esas, ten yardımcıdır; can aziz, ten hakirdir; can efendi, ten hanedir; can baki, ten fanidir.

Hz. Mevlânâ Mesnevi-i Şerifinde şöyle buyuruyor:
Suret toprak olur ama mânâ olmaz. Kim, olur derse, de ki: Hayır, buna imkân yok.

Ruhlar âleminde gâh suretten kaçarak, gah surete bürünerek beklerler.

“Suretlere gidin” diye emir gelir, giderler. Yine onun emriyle suretlerden ayrılırlar.

Hâsılı “Halk da O’nundur, emir de” sırrını bil. Halk Surettir, emir de o surete binen can.

Binek de padişahın buyruğundadır, binen de. Cisim kapıdadır, can huzurda.

Su, testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine “Binin” diye emreder.

Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi Padişah, nakiplerinden ses gelir: “İnin!”

Bundan öte söz inceldi: “Ateşi azalt, odunu çok atma!”

Can, karıncaya benzer, beden de bir buğday tanesine. Karınca, o buğday tanesini her an çeker durur. İnatçı, Kur’an’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır.”

Haklarında, “Huzurumuzdadır” denenler yok olmazlar, iyi dikkat et de ruhların bekasını iyice anlayasın. Bekadan mahcup olan ruh azâbtadır, Allah’a vâsıl olan ruh ise beka âleminde hicaptan kurtulmuş bir hâldedir.

Gayb havasında bir kuş uçar, ama gölgesi yere vurur. Beden gönlün gölgesinin gölgesinin gölgesidir. Nerden beden, gönül mertebesine erişecek?

Adam uyur, ruhu, güneş gibi gökyüzünde parlar. Bedense yorgan altındadır.

Beden (de) canın ayağında bir ipe benzer, onu gökyüzünden yere çeker durur.

Arşta oturup duruyordum. Anamın iştihası, “İnin” emriyle beni buraya attı.

O tam yücelikten bir kocakarının hilesiyle rahim zindanına düştüm.

Ruhu, tâ arştan bu yurda getirdi. Hâsılı, kadınların hilesi pek büyük!

İnişim, önce de kadın yüzünden, sonradan da kadın yüzünden.

Ruhtum, nasıl oldu da bedene büründüm?

Bir güneş, bir zerre içinde gizlidir. Derken ansızın o zerre ağzını açar.

O güneşin huzurunda gizlendiği yerden sıçradı mı, gökler de zerre zerre olur, yeryüzü de.Artık böyle bir can; nasıl olur da bedene lâyık olur? Kendine gel de ey beden, bu candan iki elini de yuğ!

Ey cana bucak olan beden, yeter artık! Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilir ki?

Şimdi, Mevlânâ’dan asırlar sonra yaşamış olan büyük müfessir ve mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi(6)Hazretleri’ne kulak verelim. Bakalım, ruh mevzuunda ne demiş, dinleyelim:

Evet, İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri, bu mevzûdaki görüşlerini “Ruhu’l-Beyan” isimli eserinde, “Gulirrûhu min emri Rabbi” âyetini tefsir ederken dile getirmiştir. Biz, aşağıda bu görüşlerin bir hülâsasını takdim ediyoruz.

İsmail Hakkı Bursevî, beşer aklının ruhu ihata etmekten âciz bulunduğunu, ruhun Cenâb-ı Hakk’ın ilmiyle esrar-ı hafiyyeden ihtiyar ve irâde ettiği hakikatlardan olduğunu beyan etmektedir.

Bursevî, âlem hakkında açıklamalarda bulunurken, Sadreddin Konevî ve Necmeddin-i Kübrâ’nın tasnifine yer vermekte, onların görüşlerini izah.etmektedir. Bu görüşlere göre, âlem ikiye ayrılmaktadır: Biri âlem-i halk, yâni, âlem-i kevn, âlem-i hudûstur. Diğeri ise, âlem-i emr, âlem-i ilimdir...

Bunlardan birincisine âlem-i halk denilmesinin sebebi, o âleme âit varlıkların sebebler tahtında yaratılmış olmasıdır. Ağacın meyveye, annenin çocuğa sebeb olması gibi.

Diğerine, yâni, âlem-i emre, “Emr” denilmesinin sebebi ise, Cenâb-ı Hakk’ın âlem-i emre âit mevcudatı vasıtasız, yâni, maddesiz, müddetsiz ve hiç yoktan “Kün” emriyle yaratmış olmasıdır. Âlem-i halk, âlem-i emre tâbidir. Çünkü âlem-i emr, âlem-i halkın aslı ve mebdeidir. Ruh, akıl, levh, arş, Kürsî, Cennet ve Cehennem emir ve beka âlemindendir; halk ve fena âleminden değildir.

Bursevî, Hak Teâlâ’nın ruhu müphem bıraktığını iddia eden, hattâ daha da ileri giderek Nebî (a.s) ruhu bilmiyordu, diyenlere karşı da şöyle bir izah getirmektedir. Hz. Resûlullah, Âlim-i Billâh idi. En ince sırlara vâkıf olan Habibullah’ın yüce makamı, elbette dâire-i vücûbdan haberdardır ve ruhun mahiyetini bilir. Çünkü “Sana bilmediğin şeyleri Cenâb-ı Hak öğretti” ve “Allah’ın sana fazl-u ihsanı çok büyüktür” âyetleri, O’nun, ruhun mahiyetini bildiğine işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)’in, Yahudilerin ruh hakkındaki suallerine karşı sükût etmesi ve vahye muntazır olmasının hakikatına gelince suali soran Yahudiler, fikren gabi, kalben katı olduklarından ve bozuk bir itikad taşıdıklarından Hz. Resûlullah onların bu derece derin bir hakikati anlayabilecek bir kabiliyet ve ferasette olmadıklarını bilmiş ve o samimiyetsiz kimselere karşı sükûtu tercih etmiştir. Yoksa ruhun hakikatini bilmediği ve konuşmaktan âciz olduğu için değildir.

Bu büyük mutasavvıf, Cenâb-ı Hakk’ın, ruh ilmini kendi ilmine münhasır kılmadığını da belirtmekte, asfiyâ makamındaki büyük zâtların (İmam-ı Gazali gibi) ruhu bileceklerini ifâde etmektedir.

Son devrin büyük müfessirlerinden ve müstesna müderrislerinden Elmalılı Hamdi Yazır(7) da ruhla ilgili olarak şöyle demektedir:
"Ben, ruhlarda cisimleri görüyorum. Şu anda, zihnimde, memleketimin cisme dair bütün hâtıraları yaşıyor. Sonra, cisimlerde de ruhları görüyorum. Mesela, zihin çalışmalarımın şu sınırlı beden içinde kaynaştığını duyuyorum. Bu suretle, ruh ile bedenin, birleşme derecesinde bir bağlantı ile (Ben) dediğim nefsimde karar kıldıklarını anlıyorum. Cisim ile ruhun buluşması olmasa idi, ben şu kâlemi ve hattâ o kâlemi tutan bu elimi nasıl bulur, nasıl tanırdım? Günahlarımın karaları gibi şu kara satırları nasıl dökerdim? Demek ki, âlem pergelinin kutublan yerindeki o iki kavuşma başlangıcı arasında, daha mühim ve daha büyük bir kavuşma başlangıcı var. Var ki, ruh ile beden birleşebiliyorlar. Ruh ile bedenin bu kavuşma başlangıcından ben kendimi buluyorum. (Ben) diyebiliyorum. Ruhâniliği ve cismaniliği toplayabiliyorum. Bu iki suretin aksettiği bu aynaya (Nefsim) diyorum. (Kendim) dediğim bu birlik başlangıcında ikileme, üçleme yıkılıyor. Ortak koşma, tek varlığın kabulüne dönüşüyor. Artık (Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu, “Nefsini bilen Rabbini bilir”) in ne demek olduğunu bu görme ile anlıyorum. Bundan sonra, bütün ruh suretlerini bir tarafa, cisim suretlerini de bir tarafa diziyorum. Ezellere (Başı olmayanlara), lâezellere (Sonu olmayanlara) koşuyorum. Nefsim gibi ince nice nefisler bulunduğunu görüyorum. Aralarındaki münâsebetleri ve kavuşmayı duyuyorum. Görüşüp konuşuyorum. Kendimdekini onlarda, onlardakini kendimde tekrar buluyorum. Kendi birliğini, şâhid olduğum vicdan ile onlardaki birliği de kıyas vicdanı ile anlıyorum. Aramızdaki birliği yine vicdanımda idrâk ediyorum. Kıyas eden ile edilenin, gören ile görülenin, vicdan ile vücudun birleştiği bu üç nokta, artık olayların Sidre-i Müntehâ’sı, vücudun (İstiva) noktasıdır. (Er-Rahmanü ale’l arşi’stevâ) bunun belirdiği tahta asılmış bir ledün kitabesi. Bu nişaneyi görüyorum. Tekniğin arşına geldiğimi anlıyorum. (Eşhedü en lâ ilahe illâllahu vahdehû lâ şerike lehu) deyip bu teklik dershanesine giriyorum.”

Elmalılı Hamdi (Yazır) Efendi, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde de ruh hakkındaki görüşlerini üç noktada toplamıştır: Hareket mebdei, hayat mebdei, idrâk mebdei diye.

Hareket mebdei hususunda şöyle der: “Hareketin başlangıcı düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir.”Hamdi Efendi, “Bu mânâ ruhun en umumî mânâsıdır. Meselâ, elektrik bu mânâca bir ruh ve hareket ettiren her kuvvet bir ruh demektir” şeklinde ifade etmektedir.

Hayat başlangıcı düşüncesiyle ruhun bir öncekinden daha hususî olduğunu belirten Hamdi Efendi, “Zira hayat kuvveti, mutlak kuvvetten ehastır. Fakat bunda da iki mülâhaza vardır. Birisi en umumî manâsıyla hayattır ki; nebati hayata şamil olur. Onun için umumiyetle nebatata dahi ruh denildiği vâkidir. Birisi de meşhur manâsıyla hayat, hayvani hayattır ki, insanî hayatta son bulur. Bu mânâca ruh, nebatî ruhtan daha hususî, binâenaleyh onu da içine alır” demektedir.

Daha sonra, “İdrâk mebdeini” ele alan Hamdi Efendi, bunun tanımak, bilmek, irâde etmek ve konuşmak gibi en yüksek derecelere kadar varan insan hayatı olduğunu ifâde etmektedir.

Hamdi Efendi, “İnsan nefsini, hayvani ruhtan ayıran ve hakkı bilmeye kavuşturarak kendisini ve başkasını bildiren bu ruh hakkında “Ona kendi ruhumdan üfürdüm” buyurulduğunu ifâde etmektedir. “Biz bunu kendisiyle duyar, vicdan, irâde, taakkul ve batınî kelâm gibi eserleriyle tanırız” dedikten sonra, her insanda bu ruhun bulunduğunu, insan nefsinin bunun aynı olup olmadığında ihtilâf edildiğini belirtmektedir. Daha sonra, “Fakat ruhun hakikati, hakikat-ı insaniyenin maverasında (ötesinde) olmasa idi insan, eşyanın zâtından hiçbir hakikati idrâk edemez veya bütün hakikat insandan ibaret olmak lâzım gelirdi” diyen Hamdi Efendi, şu hususu da belirtmeden geçememiştir. “Hâlbuki insanın bilmedikleri pek çoktur. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Binâenaleyh, idrâk olan ruh, insanın cismânî hayatında bedenine nefholunan bir başlangıçdır (mebde) ki, insan nefsinin şakilesi, hidâyet ve dalâletteki hissesi derece-i nefhi ile mütenasiptir” (8)

Fatih Dersiâmlarından Ömer Nasuhî Efendi(9) de ruhun mevcudiyeti hakkında İslâm’ın akidesini nazara verdikten sonra, materyalistlerin ruh hakkındaki mütâlâalarını ele almış ve bunların tenkidini yapmıştır. Bu konuda:
“Bereket versin ki, son zamanlarda maddiyyûnun (maddecilerin) felsefe binası pek büyük bir tezelzüle (sarsıntı) uğramış, rûhiyyûn (ruhçular) galibiyet kazanmıştır” diyen Nasuhî Efendi şu hususa dikkati çekmiştir: “Vaktiyle ruhun mevcudiyetine inananları, cehl ile akılsızlıkla itham eden birçok filozoflar, mütefenninler (müsbet ilim adamları) bilâhare yaptıkları tecrübe ve tetkikler neticesinde tebdil-i fikir etmiş, bu hususta birçok kitablar neşrederek ruhun müstakil varlığını itirafa mecbur kalmışlardır. Hattâ birtakım kimseler daha ileri giderek, ruhlar ile konuştuklarını, hattâ ruhların fotoğraflarını bile alabildiklerini iddiaya cür’et göstermişlerdir.”

Nasuhî Efendi, “Muvazzah İlm-i Kelâm Dersleri” isimli kitabında ruhun mevcudiyetini isbat eden delilleri sıralamakta ve ruhun mahiyetinin anlaşılıp anlaşılmayacağı hakkında değerli fikirler vermektedir. Eserinde ruhun kâbil-i idrâk olabileceğini söyleyenleri üç grubta incelemektedir. Ayrıca, ruhun bekaya müteveccih olduğuna ve ehâdiyetine dair gayet makûl ve önemli deliller serdetmiştir.

Şimdi de çağımızın büyük mürşid ve mütefekkiri Bediüzzaman Said Nursî’nin(10) ruhla ilgili görüşlerini takdim edelim:

Bediüzzaman, hakâik-i imaniye ve Kur’aniye’yi izah ve isbat sadedinde yüz otuz parça eser te’lif eylemiş ve bu arada insanlığı pek yakından alakadar eden ruh mevzuu üzerinde de hakkıyla durmuş ve birçok zihni meşgul eden hakikat-ı insaniye sahasında fikirlerini beliğ ve vecîz ifadeleriyle ortaya koymuştur.

Ruh mevzuunda, şimdiye kadar ileri sürülen nazariyelerin en ileri seviyesinde serd-i kelâm etmiş, bu mevzuu lâyıkiyle işlemiş, denilmesi gerekeni en güzel şekilde dile getirmiştir. Tafsilâtını, müellifin Risâle-i Nûr Külliyatına havale ederek, ruh mevzuundaki fikir ve mülâhazalarının bir kısmını aşağıda takdim ediyoruz.

Bediüzzaman Said Nursî, “Sözler” isimli eserinde, ruhu şöyle tarif etmektedir.
“Ruh, zîhayat, zişuur, nûrânî, vücûd-u haricî giydirilmiş, cami’, hakikatdâr, külliyet kesbetmeye müstaid bir kanun-u emridir.”

“Mektûbatında ise şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricidir, bir nâmus-u zîşuurdur. Sabit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir; bir seyyâle-i latifeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcut ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi; hem daimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet, nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, şuuru başından indirse; yine lâyemut bir kanun olurdu.”

Bediüzzaman, insanın madde ve mânâdan, ruh ve bedenden mürekkeb olduğunu kabul ederek ruhun esas, maddenin ise ona tâbi ve musahhar olduğunu şöyle dile getirmektedir:
“Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücud ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki madde, bir mânâ ile kâimdir. İşte o mânâ, hayattır, ruhtur. Hem bilmüşâhade madde, mahdum değil ki, herşey ona irca edilsin. Belki hadimdir; bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatin esası da ruhtur. Bilbedâhe madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin; kemâlât ondan istenilsin; belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyya bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir. Görülmüyor mu ki: Gözle görülmeyen hurdebî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hâl gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nûr-u ruh teşeddüd ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hakikat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nûr-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehâdetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhatı ve lemâât ve semeratının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine icra edilip îzah edilsin. Hâşâ ve kat’a ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemâât gösteriyor ki: Şu âlem-i maddiyat ve şehâdet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.”

Bediüzzaman Hazretleri ruhun varlığı ve bekasını ispatta, dikkate şâyân bir tarz ve metod ortaya koymuştur. Önce, enfüsî delillerle insanın akıl ve vicdanını tatmin etmiş, bu mevzuda insana kazandırdığı ilim ve irfanı afakî delillerle takviye ve tahkim etmiştir.
Enfüsî deliller hususundaki telâkkilerini şöyle dile getirir:
“Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bakîyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamış ise, o kadar beden değiştirdiği hâlde, bilbedâhe aynen bakî kalmıştır. Öyle ise: Madem, cesed, gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te’sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libâsını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gayet kat’î bir hads ile belki müşâhade ile sabittir ki, ceset ruh ile kâimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kâim değildir. Belki ruh, binefsihî kâim ve hâkim olduğundan; ceset istediği gibi dağılıp toplansın;ruhun istilâliyetine halel vermez. Belki, ceset, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libâsı değil. Belki ruhun libâsı, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.”

Âfâki deliller konusunda dahi derin düşüncelerini şöyle ifâde eder:
“Mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münâsebattan neş’et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun bâdelmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat’îdir ki: Zatî bir hassa, bir tek ferdde görünse; bütün efratta dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünkü Zatîdir. Zatî olsa, her fertte bulunur. Hâlbuki değil bir fert, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşâhedata istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delalet eden emârât o derece kat’îdir ki, bize nasıl Yeni Dünya, yâni, Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Manevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûrânî feyizleri de bizlere gelir.”

Ruhun ispatı yanında, bekası üzerinde de önemle duran Bediüzzaman Hazretleri bunu hassasiyetle nazara vererek şöyle demiştir:
“Hem hads-i kat’î ve vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bakidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilâle mâruz değil. Çünkü; basittir; vahdeti var. Tahrib ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe’nidir. Sabıkan beyan ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti te’min eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin; besatet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idam iledir. İdam ise, Cevâd-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmazki, verdiği nimet-i vücûdu, o nimet-i vücûda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.”

Bediüzzaman Hazretleri, Sözler adlı eserinde ruhun varlığı ve bekasını çeşitli yönleriyle ve muhtelif tarzlarda izah ve isbat etmiştir. Bu mevzuda tafsilât için adı geçen esere müracaat edilebilir. Bunun yanında, diğer eserlerinde de çeşitli vesilelerle yer yer ruh mevzuuna temas etmiş, hârika beyanlarda bulunmuştur. Bunlardan bir kısmını takdim ediyoruz.
“...Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve vâhid-i Ehad’den başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedi
bir bekadan mâada birşeye de razı olmuyor.


İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iskâ edilmekle imanla intibaha gelirse, nûrânî, misâli âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nûrânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâb edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”

“Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehrübâ, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esîr, âlem-i misâl, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzâheme ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz, küçük bir yerde içtima ederler

.Kezâlik, pek geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet, hava, su, insanın yürüyüşüne; cam ziyanın geçmesine; şuâ’ın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mâni yoktur.

Kezâlik, bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelândan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan menedecek bir mâni yoktur.”

“Lâfızların tebeddülüyle mânâ tebeddül etmez, baki kalır. Kabuk parçalanır, lüb baki ve sağlam kalır. Libâsı yırtılır, cesedi sağlam, baki kalır. Cesed ölüp dağılırsa da ruh baki kalır. Cisim ihtiyarlanırsa, enâniyet genç kalır. Çokluk, cemaat dağılır amma, vâhid-i ferd baki kalır. Kesret bozulur, vahdet bakidir. Madde kırılır, nûr bakidir. Binâenaleyh, ömrün bidayetinden sonuna kadar devam eden mânâ, çok cesedleri tebeddül ve tavırdan tavıra intikal ve devirden devire yuvarlandığı hâlde vahdetini, bekasını muhafaza ettiği gibi, ölüm hendeğini de atlayarak salimen ebed yoluna devam edecektir.”

“Evet, zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidatlara nazaran bu âlem-i şehâdet dardır, istiab edemez. Ancak o ruhun arzularını ve o akim fikirlerini tatmin ve te’min edecek âlem-i âhirettir. Ve keza, istifade hususunda müzaheme, mümaneat ve tecezzi yoktur; bir küll ile cüz’iyatı gibidir. Nasıl ki, bir külli, bütün cüz’iyatında mevcut olduğu hâlde, ne o küllide tecezzi ve inkısam olur; ve ne de cüz’iyatında müzaheme ve müdafaa olur. Küre-i Arz’dan da binlerce müstefid olsa, ne aralarında bir müzahame olur; ve ne Küre-i Arz’da bir noksaniyet peyda olur. Yalnız insanın indallah kerameti olduğu için, âlem-i şehâdetin yaratılışında insan, ille-i gaiye menzilesinde gösterilmiştir. Ve insanın hatırı için, bütün envâa bir umumî ziyafet verilmiştir. Bu ise, bütün âlemin fâideleri insana münhasır olup başkalara hiç bir fâidesi yoktur, demek değildir.”

“Melâike ve ruhâniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’idir denilebilir. Evet, Onbeşinci Söz’ün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi; hakikat kat’iyyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki; zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler, o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül-cins olan o sekenelere melâike ve ruhâniyet tesmiye edilir. Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber, zîşuur mahlûklarla doldurulması; arasıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki; şu muhteşem burçlar sahibi olan müzeyyen kasırlar misâli olan semâvat dahi, nûr-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevi’l-idrâk mahlûklarla elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve Saltanat-ı Rubûbiyye’tin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbîhatlarını temsil ediyorlar.”

Dip Notlar:

1:İbn-i Sina: 980 tarihinde Harmisen’de doğdu. 1037’de Hemedan’da öldü. Genç yaşında yazmaya başladı. Aristo’nun metafiziğini çok karışık buldu. Farâbî’nin “El-İbâne”si O’na Aristo’yu tanıttı. Hayat-ı içtimaiyyenin çeşitli kademelerinde vazife yaptı. Eserlerini yollarda, hapishanelerde ve son derece güç şartlar altında yazdı. İbn-i Sina’nın sistemi Ortaçağ felsefesinin karakterini tâyin eder. Batı âleminde Avicenne ismiyle tanınır. O İslâm hükemâsının önderi ve zamanının Aristo’su olmuştur. Tıbda da mahirdi. Onun ruha ait bilgileri geniş bir inceleme mahsulüdür. Mantıkta olduğu kadar ruh nazariyesinde de menşe itibariyle Aristo’ya dayanır. Ancak, ruhun ezeliyetini kabul etmez.

2:İmam-ı Gazâlî: 1058 yılında Horasan’ın Tûs şehri civarında, Gazale köyünde doğdu. 1111 yılında Tûs’da öldü. Gazâlî, aklî ve naklî ilimlerin merkezi olmuştur. O’nun çeşitli
ilim ve fenlerdeki hârika kudretini ilim dünyası takdirle tanımıştır. Kendisi İslâm Müceddidleri arasında ayrı bir hususiyete haizdir. Yüksek dehâsı, keskin hüccetleri ve hakimane metodu ile ehl-i sünnet itikadına saldırmak isteyen felsefi ve fikrî cereyanların çemberini kırmıştır. İslâm Dünyasına sayısız eserler kazandıran Gazâlî, asrının her cihette ferd-i fendi olmuş, Hüccetü’l-İslâm unvanını bihakkın kazanmıştır.

3:Fahreddin-i Razî: Razî, Rey şehrinde 1148de doğmuş, 1209’da Herat şehrinde vefat etmiştir. Razî, ahlâk, ilahiyat, felsefe ve astronomiye ait mevzuları derin bir vukûfiyetle muhakeme etmiş, ruh hakkında incelemelerde bulunmuştur. Aklî ve naklî ilimlerin bayrağını elinde tutarak ilmin tam hakimiyetini korumuştur. 300 küsur eseri vardır.

4:Fecr sûresi, 89/ 27-28

5:Mevlânâ (1207-1273): İslâm tasavvufunun büyük mümessillerinden, mütefekkir ve şair. Mevlevi Tarikatı’nın Piridir. Belh şehrinde doğmuş, Konya’da vefat etmiştir. Hazret-i Ebûbekir (r.a) sülâlesindendir. Altı Ciltlik Mesnevi, Divan-ı Kebir, Traşnâme, Esrârnâme, Lübb’l-Lübab, el-Mânevi gibi tasavvufî ve ahlaki eserleri telif etmiştir.

6:İsmail Hakkı Bursevî: Celvetî Tarikatının şeyhlerindendir. Aydos’ta doğmuş, Bursa’da vefat etmiştir (1725). Pek çok eserleri vardır. Ruhü’l-Beyan, Ruhü’l Mesnevi,
Muhammediyye Şerhi, en meşhurlanndandır.

7:Elmalılı Hamdi Yazır: 1878’de Antalya’nın Elmalı kazasında doğmuş, 1942’de İstanbul’da vefat etmiştir. Kayserili Mahmud Hamdi Efendi’den ders almıştır. Bâyezid Dersiamı olarak vazife yapmış, Dârû’l-Hikmeti’l-İslamiyye âzâlığına seçilmiştir. Hak Dini Kur’an Dili ismini taşıyan Türkçe tefsiri meşhurdur. Fransızcadan tercümeye başladığı felsefe tarihi kitabını, önsöz ve dipnotlarıyla birlikte “Metalib ve Mezahib” adıyla bastırmıştır.

8:Hak Dini Kur’an Dili, C.5, S.3198-3199

9:Ömer Nasuhî Bilmen: (Erzurum 1884 - İstanbul 1971): Din âlimi. Tahsilini Fatih Medresesi’nde tamamladı ve oraya hoca oldu. İstanbul Müftülüğü yapmış olan Ömer Nasuhî, bir ara Diyanet Reisliği’nde bulunmuştur. Kur’an’dan Dersler ve Öğütler, İlm-i Kelâm, İslâm Ahlâkı, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılâhat-ı Fıkhiyye Kamusu, Büyük Tefsir Tarihi... O’nun başlıca eserleridir.

10:Bediüzzaman Said Nursî: 1876 tarihinde, Bitlis’in Nurs köyünde doğan Bediüzzaman Said Nursî, çağımızın en büyük mürşidlerinden, âlim ve mütefekkirlerindendir. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğuda, Rus ve Ermeni birliklerine karşı milis albayı olarak kahramanca çarpışıp esir düşmüş, iki yıllık Sibirya esaretinden sonra İstanbul’a dönmüştür. “Dini Siyasete Âlet” ittihamıyla çıkarıldığı bütün mahkemelerden beraat kararı alan Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin hemen hemen tamamını hapishanelerde, sürgün yerlerinde, oldukça güç şartlar içinde te’lif etmiştir. Dinî, felsefi, içtimaî mes’eleleri anlamak ve anlatmakta müstesna bir kabiliyet sahibi olan Bediüzzaman, 130 parçadan meydana gelen eserlerinin tamamına birden “Risâle-i Nür Külliyatı” ismini vermiştir. Bu eserler, Kur’an tefsirleri olup, okuyucularına tahkiki iman dersi vermiş, asrın, karşılığını beklediği her tür suali büyük bir vukûfiyetle, muknî ve müdellel cevaplandırmıştır. Günümüzde eserleri, bilhassa tahsil çağındaki gençler tarafından hararetle okunmaktadır. Eserlerinin çoğu Doğu ve Batı dillerine tercüme edilmiştir. Hakkında, yurt içinde ve yurt dışında birçok yazılar yazılmıştır. 1960’ta Urfa’da vefat etmiştir.



Mehmed Kırkıncı
Devamını Oku »

Batı Kültürünün Bugün İhtiyaç Duyduğu Şey Semavi Mesajın Özüdür

Kültür, bir zihniyet biçiminin ifadesidir. Zihniyet biçimi kültürü varlıkla, insanla, nesneyle ilişki halinde gerçekleştirir. Bu yaşantıdan doğan kültürün özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

(1)  Mitolojiden beri hız kesmeden süre gelen bilme ve anlama isteği.

(2)  Bilgiyi güç, üstünlük ve egemenlik aracı olarak tanımlama ve kullanma eğilimi.

(3)  Macera arzusu.

(4)  Kültür ve gelenek oluşturma tutkusu.

(5)  Düzen ve görkem oluşturma çabası.

(6)  Kendisi gibi olmayanı anlama eğilimi. Bu eğilim, giderek sosyal darvi-nizmde de olduğu gibi bir üstünlük ve egemenlik iddiasına dönüşebilir. Kolonyalizm bu iddianın açık ifadesidir.

(7)  Sınıfçı yaklaşım: Toplumsal düzeni sınıflar üzerine oturtma isteği. Bu sistem içinde soyluluğun, asaletin, toplumsal statünün belirleyici bir yeri vardır. Aristoteles, Politika'ın, köleciliği normal, hatta olması gereken bir durum olarak görmüş, toplumsal ekonomik sistemi, kendi zamanının pagan ruhunu yansıtacak şekilde bu sınıfsal ayrım üzerine oturtmuştu. Roma imparatorluğunun, köleci bir toplum olması da bu yüzdendir. Görkemin, ihtişamın, abartılı dünyasal-benliğin olabilmesi için, hizmet edecek nesne-insanın olması gerekir. Bütün pagan toplumlarda, sözgelimi Antik Mısırda, Antik Yunan’da, Antik Roma’da olup biten bu şekilde izah edilebilir. Sanat, felsefe, hukuk, semavi bağlantısı kesilmiş sonlu benliğin tutkulu bilme, anlama, düzen oluşturma ve egemenlik sağlama aygıtları olarak görülebilir. Sömürü ve kölecilik, hile ve entrika Grek tanrılarından kalmış kötü huy, miras ve alışkanlıklar gibi durmaktadır.

(8)  Batılı bilinç, kendisini doğanın ve insanlığın bir parçası olarak değil, onun efendisi olarak görür. Bu efendi-bilinç tasarımında, yine pagan benlik tasarımının yansımalarını görmek mümkündür.

(9)  Hıristiyanlık, Batı kültürünü semavi kültüre dönüştürmekte başarısız olmuştur, bunun yerine batı kültürü Hıristiyanlığı pagan gelenekler çerçevesinde anlamanın ve yorumlamanın yollarını aramıştır. Bunun bir sonucu olarak kilise devasa bir güç ve iktidar aracı olarak ortaya çıkmış, bilmekle egemen olmak arasında kurulan ilgi, misyonerliğin, özellikle yeniçağla birlikte sömürgeleştirmenin öncü gücü olarak görev yapması, sınıfçı yaklaşımın sürüp gitmesi, merhamet ve şefkat yoksunluğu, bu paganist yorumlarından sadece bazdandır.

(10)  Batı kültüründe söylem üretme kendi başına bir değerdir. Söylem ve realite arasındaki çelişki, Batılı bilincin kendi içindeki çelişik, çok yüzlü imajını da yansıtır. Batılı aklın, bir yandan yeryüzündeki bilimi, teknolojiyi ve insanlık değerlerini üretirken, diğer yandan da sömürü, köleleştirme ve yok etme stratejisi gütmesi, evrensel varoluş dengesi ve değer duygusu açısından ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Batı kültürünün bugün en çok ihtiyaç duyduğu şey, kendisini oluşturan unsurları dengeleyecek ve kendi dünyasal benliğini insanlık değerleri çerçevesinde somutlaştıracak semavi mesajın özüdür. Batı uygarlığı içinden çıkan pek çok düşünürün de işaret ettiği “uygarlık krizi”, “dinsel kriz” insana varlık duygusu ve itibarı kazandıracak aşkınlık bilinci ile kazanılabilir. Batı zihninin bu mesajı anlama konusunda doğulu zihinden daha hazır ve üstün konumda bulunduğu söylenebilir. O, tarih boyunca sergilediği yüksek entelektüel aktivite ve bunun beraberinde getirdiği eleştirel deneyimle kendi sorununu algılama potansiyeline de sahiptir. Bunu beklemek gerekir.

Kaynak:

Batı Medeniyeti Özel Sayı-Hece Dergisi
Devamını Oku »

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir Cilvesidir

Vahdet-i Vücud Tevhidin Bir CilvesidirHakikatin nihai tabiatıyla ilgili merkezi doktrin,genellikle  vahdetul vücud veya varlığın aşkın birliği diye adlandırılmıştır.Bu ana doktrin bazı batılı müşteşriklerin söyledikleri gibi ne panteizm ne panteizm ve nede tabii mistizm değil,şehadetin doğrudan sonucudur.O katıksız, politeizm(şirk) sayılan,hakikatin veya varlığın tümüyle bağımsız iki düzenin olmayacağı ifade eder.

Buna göre,bir şey var olduğu ölçüde,Mutlak Varlıktan başka bişey değildir.Gerçekten,Şehadet Hakikati tüm başkalık ve çokluktan beri kılmak için la(olumsuzluk) ile başlar.Allah ile varlık düzeni arasındaki münasebet, bir şey diğerine eşit olduğunda onun da berikine eşit olacağı tarzında basit bir mantıkî düzen değildir. Bizzat hilkatin merkezinde yatan bu sırdan dolayı, Allah'ın herşeyi sonsuz olarak aşmasına rağmen, herşey özde Allah ile özdeştir. Bu doktrini aklen anlamak müşahedeye dayanan bir akla sahip olmaktır; onu tüm olarak gerçekleştirmek, "Allah'ı her yerde" gören bir ermiş olmaktır.



Seyyid Hüseyin Nasr,İdealler ve Gerçekler
Devamını Oku »

Özgürlük Üzerine

Özgürlük ÜzerineMüslümanın içine itildiği açmaza basit bir örnek olarak şu ‘özgürlük’ kavramı ele alınabilir.Geleneksel İslami anlayışa göre,mutlak özgürlük yalnızca Allaha aittir ve insan,İlahi niteliklere bürünebildiği ölçüde özgürlüğe ulaşabilir.Hayatına Şeriatın ve sanatına geleneksel kanunların koyduğu tüm sınırlamalar,insanın özgürlüğüne getirilmiş birer kısıtlama değil,gerçek özgürlüğe ulaşmayı mümkün kılacak,vazgeçilmez yardımlar olarak görülmelidir.Modern Arapçada ‘fredom’ sözcüğünün karşılığı olarak kullanılan)Hürriyet’kavramı,sonuç itibarıyla kişinin bireysel doğasının dar sınırları içine hapsolması demek olan Rönesans sonrası bireysel özgürlük fikrinden alınmıştır.Herşeyiyle Batılı olan bu fikir,geleneksel İslama öylesine yabancıdır ki,hiçbir geleneksel metinde,bugün modern Arapçada kazandığı anlamda yer almaz.İslami dünya görüşünde kötülük yapma veya varlığın kaynaklarından kopma özgürlüğü,bir özgürlük kuruntusundan başka bir şey değildir.

Gerçek özgürlük,insana mutlak gereklilik ve mutlak özgürlük olan Bir’e yaklaşıp,sonunda O’nunla birleşmesini sağlayacak tamlığa ulaşma imkanını veren özgürlüktür.Batı’nın özgürlük anlayışından ne denli uzak anlayıştır bu;ve nedir bu,her iki fikrin boyunduruğuna takılmış insanın zihninde yaradılan karışıklıklar.Söz konusu karışıklıklar,Müslümanın neredeyse tüm günlük kararlarını ve aileden devlete kadar,toplumun bütün kurumlarıyla olan ilişkilerini etkilemekte;ahlaka olduğu kadar sanata da sirayet etmekte ve cinsellik,edebi uslüb gibi konularda bile,kişisel davranış modelleri üzerindeki etkisini göstermektedir.

Karşılaştığı açmazlardan yalnızca birkaçıdır; ve yanlarına, hayatın hemen hemen her alanında daha başkaları ilâve edilebilir. Bu çatışan faktörler, hep birlikte, pek çok modernleşmiş Müslüman’ın hayatını ve düşüncelerini bir yamalı bohçaya çevirmeyi başarmıştır. Gayet tabii, “Bu açmaz var olmak zorunda mıdır?” diye sorulabilir. Neden Müslümanlar modern medeniyeti kendi geleneklerinin ilkelerine göre değerlendirip, bu ilkelere aykırı olan yönlerini reddedemiyorlar? Bu sorunun cevabı, Batı’nın ekonomik ve askerî alanlardaki üstün gücüne tanık olduktan sonra, felsefeden ahlâka, sosyal kurumlardan güzelliğin kanunlarına kadar Batı’dan gelen her şeyin büyüsüne kapılan modernleşmiş Müslümanların zihinlerinde yatıyor. Hattâ, çokları Batı karşısında şaşırtıcı bir aşağılık duygusu sergiliyorlar.

Batı’dan çıkan ve genellikle kısa ömürlü olan çeşitli akımları son derece ciddiye alıyor ve bu akımlara uyma ya da İslâm’ın öğretilerini bu akımlara uydurmak üzere çarpıtma konusunda ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. Modernleşmiş Müslümanın ruhundaki gerilimin kaynağı sadece ve sadece modern dünyanın, modernizmin İslâm dünyasında boydan boya yayılmasına imkân veren tarihsel sürecin sonunda geleneğine bağlılığı ve geleneğin derinliklerindeki kökleri zayıflamış bulunan İslâm Ümmeti’nin bir bölümü üzerinde oluşturduğu güçlü etkidir.

Şurasını da belirtmeliyiz ki, her ne kadar üzerinden modernizm fırtınası geçmiş olsa da İslâm dünyasının belli bir kesimi, köklerini İslâmî geleneğin derinliklerinden almış olduğu için; bugünlerle ilgili olaylar yüzyıllarca önce geleneksel İslâmî kaynaklarda haber verildiğinden, bugün yeryüzünde olanlara bakarak İslâm’ı reddetmek şöyle dursun, tam tersine ona olan inancını daha da pekiştirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.), insanların “Acaba Peygamber bu konuda, yani, geleneksel İslâmî hayatın kalıbını bütünüyle kıracak olaylar konusunda bir şey söylemiş miydi?” diye soracağı Ahir Zaman’da oluşacak şartlardan zaman zaman söz etmiş; doğal çevrenin yaşayacağı yıkıma işaretle, dağların Yerlerinden oynatılacağını belirtmişti. O, Allah vergisi bilgisiyle,modern dünyanın bugün tanık olduğu bu ve bunun gibi daha pek çok olayı haber vermişti.

İnançları modernizmin yıkıcı etkisiyle sarsılanlar bir gerilim alanında, kenarla eksen arasında, bir yanda lâiklik ve modernızm, öte yanda kutsal ve geleneksel arasında asılı kalırken; Hz. Peygamber’in vermiş olduğu haberlerin doğrulanması, geleneklerinin içinde sağlam kök salmış çağdaş Müslümanların inancını daha da güçlendirmektedir. Modernizmin etkisine kapılmış olanlarsa, Merkez’den gelecek bir mesajın; doğru, sağlam ve aynı zamanda kendilerini askıda kalmaktan ve tutuldukları zihnî felçten kurtarabilecek yeniden yorumlanmış bir mesajın derin ihtiyacı içindedirler.

Her ne kadar gerek zihnen gerekse psikolojik olarak Batılı insanınkinden daha farklı şartlar altındaysalar da, tarihinin erken bir döneminde manevî geleneklerinden kopmuş Batı insanı gibi, kutsal olandan başkasının dolduramayacağı bir boşluk içinde hayatın ve ölümün bilinmezlikleriyle karşı karşıya bulunduklarından, yeniden Merkez’e dönüş ihtiyaçları bir an önce giderilme durumundadır. Ama şurası da var ki, modern Batılıların aksine çağdaş Müslümanlar, hâlâ bütünüyle canlı ve sadece yeniden yaşanmayı bekleyen; ‘gelişmiş’ bir yetişkini taklit eden bir çocuğun masumiyetiyle, fakat gerçek anlamda hiç de masum olmadan kendilerini bırakıverdikleri kuşku ve belirsizlik girdabından kurtulabilmeleri için ölümsüz ilkelerinin var olan şartlara uygulanmasını bekleyen bir geleneğe aittirler. Çünkü, Kur’ân’ın sık sık vurguladığı gibi, insan, eylemlerinden Allah önünde sorumludur; ve modernleşmiş Müslüman, bu İlâhî ilkenin hiç de dışında değildir.



Seyyid Hüseyin Nasr - İslam ve Modern İnsanın Çıkmazı
Devamını Oku »

Tasavvufî bir terim olarak ''Rabıta''





Tasavvufî bir terim olarak  ''Rabıta''

Dinler; "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanma" veya O'nu taklîd (İmitatio dio) prensibini hedef almıştır. Bu gayeyi gerçekleştirmek isteyen insa­noğlunun, sürüp giden hayatında, canlı; ve müşahhas bir modele olan ih­tiyacı, "insanın insanı taklidi" (İmitatio hominis) realitesini ortaya çıkarmıştır. Bu yüzden tecrübî psikoloji, "beşer aymbiosis"nin üzerinde durmakta ve şahsiyetimizin başkalarının şahsiyeti ile karışarak şekillendiğine (ihtilat veya muhâlata) dikkat çekmektedir. Amerikalı meşhur filozof Charles MORRIS: "Uygun bağsızlıkların veya uygun bağlılıkların" gerekliliğini anlatırken bu konuya işaret etmektedir.[1] Ayrıca Samuel SMÎLES, Karakter adlı eserinin "arkadaşlık ve Örnek" başlığı altındaki bölümünde, bunun ehemmiyetini vurgulamaktadır.[2] Jo­shua Loth LİEBMAN ise; "İster ölü, ister diri bize örnek olabilecek kahramanlar verin ki, yeni yetişen nesil onların fikir, davranış ve şahsiyetinde kendilerine yarayacak misâller bulsun." diye feryâd ettiği, Kalb Huzuru isimli eserinde buna duyulan ihtiyâcı dile ge­tirmektedir.[3] Anna Freud de Harb ve Çocuklar ında, "yıldırım Harbi" kurbanı olan gençlerin, tutunacak bir dal bulunduğunu hissettiklerinde, taş, toprak ve enkaz yığınları altında manevî kuvvet ve canlılıklarını günlerce nasıl muhâfaza ettiklerini anlatmaktadır.[4]

İnsana ilham verici kahramanların, fedaîlerin, azizlerin, mürebbîlerin ve liderlerin arkadaşlığı, hayatta başarılı olmaları için mevcûdiyeti mutlak olan bir husustur. İnsanoğlu, başkalarının, destek­leyici akıl, verimli dostluk ve sıcak şefkatleri olmadan yaşayamaz. Çocuklar da aynı şekilde büyüklerin kuvvetine güvenmeden büyüyemez. Henüz yeterli derecede kabul görmemiş bir hakikat ise, büyüklerin rûhunda da tıpkı çocuklar gibi, ideal ve kahraman bir dost ihtiyacının sürekli hissedilmesi keyfiyetidir.[5]

"İnsan ruhunun pusulası, kendi tecrübe medarı içinde büyük bir beşerî yıldızın câzibesine ma'rûz kalmazsa cihet mefhûmunu kaybeder." Evvelce din ve edebiyat çevrelerince sezilen bu durum, günümüzde psikolojinin ortaya çıkardığı bir gerçek olarak önümüzde bu­lunmaktadır. İnsan kişiliği hakkmdaki "benzeme, benzetme, benimseme ve sevilen biri ile aynıleşme" ameliyesinin mâhiyetini gösteren bu psikol­ojik keşif, dine ve din adamlarına yeni bir görev ve sorumluluk yüklemektedir. O da, onların her şeyden önce söylediklerini kendilerinin yaşaması ve etrafındakilere yine kendilerinin en güzel örnek olmaları mes'elesidir. Çünkü dinler, insanoğlunu sadece yanlış İdeallere esir ol­maktan kurtarmayı değil, sakat ve eksik-herhangi bir şahsiyetin olum­suz etkisinden kurtarmayı da gaye edinmelidir, Ve insanları, hissen bağlı bulundukları çevrenin menfî etkisinden koparıp,[6] olgunlar zümresine, başkanları beşeriyetin ölmez ve asîl kahramanları olan, toplumun yüz akı kâmillere katılmağa teşvîk etmelidir.

Eski Yunanlılar, kendilerini Elen Kahramanlarına benzetme prensi­bi ile yetiştirilirdi. Prof. Jaeger, ’Paideia! The Ideals of Greek Cul- ture"isimli klasik eserinde: "Şahsî güçlüklerin giderilmesinde en et­kili yardım, eski kahramanların nümûne hayatlarında bulunur."diyor. Plutarch'm yazdığı büyük adamlar biyografisi,[7] yüz nesil içinde birçok kültüre te'sîr etmiştir. Homer'den beri aristokrat terbiyenin teme­li, çoktan ölüp gitmiş, büyük kahramanları ta'zîz ve onları benimseme mekanizması üzerine kurulmuştu.[8]

"Unutulmamalıdır ki büyük insanlar, çevresindeki moral atmosferi aydınlatan, bir tepenin üzerine konmuş ışıklara benzerler. Onların ma'nevî varlığının ışığı, sonradan gelen nesilleri aydınlatmağa devam eder. Üyesi bulundukları milleti sonsuzlaştıran bu adamlar, yalnız bera­ber yaşadıkları insanları değil, kendilerinden sonra gelenleri de yükseltmiş olurlar. Bunların verdikleri büyük örnek, sonraki nesillere mîras olarak kalır. Onların yüksek fikirleri, yaptıkları büyük işler, in­sanlığa bırakılan mirasların en şereflisi ve en ihtişamlısıdır. Onlar geçmişle bugünü birbirine bağlamakta, geleceğin daha iyi olmasına yardım etmektedirler. Düşünce ve davranışta ifadesini bulan karakter, ölmezliğe kavuşmuş demektir. Büyük bir düşünürün tekfikri, insanlığın hâftzasında yüzyıllarca kalacak ve sonunda onların günlük hayatlarına girecektir. Çağlar boyu yaşayacak olan bu fikir, hâtiften gelen bir ses gibi, binlerce yıl sonra, insan dimağı üzerindeki te'sîrini gösterecektir. Bugün peygamberler ve büyük kişiler hâlâ bize mezarlarından seslen­mekte ve yol göstermektedir. Emerson: "Her müesseseye bazı büyük adamların gölgeleri gözüyle bakılmalıdır." diyor. Meselâ, "Muhammed'in kurduğu müslümanlık gibi..."[9]

Yalnız eski Grek Medeniyeti değil, İbranîler de karakter teşekkülünde ve içtimâi kültürün oluşumunda ideal kahramanların rolünü tanımış ve Judaizm, büyük atalarının yüksek faziletlerini tekrar­layıp dürmüştür. Hz. Mûsâ'nın ve haleflerinin ölmez ahlâkî meziyetleri­ni, sürekli gündemde tutmaya çalışan Judaizm'in yetişen yeni neslin gelişme halindeki taze zihinlerine beşerî büyük şahsiyetlerin davranış ve faziletlerini canlı sûrette intibak ettirmeğe çalıştığı söylenebilir. Ta ki bunlar, kâmil bir model olsun ve onları taklîd etme ihtiyacını duysunlar.

Aynı şekilde Hristiyanlık ta, Hz. İsa'nın ve azizlerin ideal dav­ranışlarının, insanların düşünce dünyalarındaki yerini sezmiş ve bundan a'zamî ölçüde yararlanma yoluna gitmiştir.[10] Nitekim bir sarraf, birini dolandırmak istediği zaman yazıhanesinde asılı duran bir azizin tablosu, üzerine siyah bir örtü çekmeyi âdet haline getirmişti. Hazlitt de, güzel bir kadın tablosu için aynı şeyi söylemiş, "önünde kötü bir davranışta bulunmak mümkün değilmiş gibi geliyor insana," demişti. Fakir bir alman kadını, mütevâzî evinin duvarında asılı duran büyük bir devrimci­nin portresini göstererek, "mertlik ve dürüstlük ifade eden yüzüne bakınca insanın işi iyi gidiyor" diyordu.[11]

Kültürlerarası ortak bir özellik gibi gözüken bu konuda, müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da "Râbıta" şeklinde sistemleştirdikleri söylenebilir. İslâm alimleri arasında zaman zaman tartışmalara sebep olan Râbıta'ya bu açıdan yaklaşarak bazı ne­ticelere gitmek istiyoruz.
I- KAVRAM OLARAK RABITA                          .

Râbıta; Birinci ve ikinci baplardan "zabt" vezninde türetilen arapça bir kelimedir. Çoğulu Revâbıt gelir. Lügatta, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka, bağ vuslat, münâsebet, ilgi ve sevgi ile mensûbiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi manalara gelir. Filizlenmesi için saksıya konmuş ve üzeri sulanmış hurma fidesine "Rabıt" dendiği gibi, nefslerini dünyadan çekip kendilerini ukbâya adamış zâhid, hakim, râhib ve filozofa da aynı ad verilir. Ayrıca doğan çocukları yaşamadığı için: "Bir oğlum olursa başına bir yün parçası bağlayarak onu Ka'be'nin hizmetine aday­acağım." şeklinde nezreden annesinin bu hareketinden dolayı, Gavs b. Mürre b. Talha'ya da bu lakab verilmiştir.[12] .

Aynı kökten türeyen ve Kur'an-ı Kerim’de yer alan Ribât ve Murâbata ise,[13] sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak, verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi gibi anlamları ifade eder. Beden ile nef­sin irtibatını sağlaması ve "Halk âlemi" ile "Emir âlemi"ni bünyesinde barındırması dolayısı ile kalbe de "Ribât" denmiştir. Zira tasavvufta, "nazargâh-ı İlâhî" kabul edilen ve "mâsivâ"mn girmemesi için her şeyden önce gözetlenmesi gereken yer kalb'dir.[14] Daha sonra hudut boy­larında askerlerin, gurbette misâfirlerin, atlarını bağlayıp konakladıkları tekke, kervan-saray, imâret gibi müesseselere alem olmuştur.[15]

Kur'an-ı Kerîm'de " رابطوا " şeklinde geçen ve emir ifâde eden Ribât ve Murâbata, yalnızca maddî ve dış düşmana karşı değil, bizi içten vuran' ve "kötülüğü emredici" karakteri ile tanımlanan[16] nefs ve şeytan düşmanına karşı da vaziyet almayı, bunların aldatıcı hilelerine karşı kal­bi gözetlemeyi âmir bulunduğu, başindan beri bu âyetlerin iki manayı da aynı anda hedef aldıkları hemen çoğu müfessirlerce söz konusu edil­miştir.[17] Unutulmamalıdır ki hem ferdlerin hem de toplumların hayâtında sıcak savaşlar arızî soğuk savaşlarsa sürekli ve dâimidir. Sıcak savaşlarda dış, soğuk savaşlarda ise iç düşmanın dikkatle gözetlenmesi gerektiği açık bir husustur. Zamanın îçab ve ihtiyaçlarına göre bunların tercih edilip değerlendirilebileceği söylenebilir. Kaldı ki müfessirler, bu terimlerin tasavvufî anlamlarını gösterirken İslâmî delil­lere istinad ettirmeyi de ihmâl etmemişlerdir. Mesela: Râğıb el-Isfahanî (502/1109), Ribat ve Murâbata'nın ikili anlamına işâret ederken: "Bir va­kit namazdan, öteki vakit namazına kadar beklemek ve kalbi mescidlere bağlı tutmak"[18] hadisine dikkat çekiyor ve Kur'an-ı Ke­rim'de "rabt" kökünden türetilmiş kelimeleri ihtivâ eden âyetleri sırala­dıktan sonra, bu ayetlerdeki "rabt"ın: "O Allah, mü'minlerin kalbine sekîneti (iç huzûru, ma'nevî kuvvet ve sabrı) indirendir."[19] âyetinden hareketle kalb sekînetine delâlet ettiğini söylüyor.[20]

Kelimenin gerek lügat anlamı, gerekse İslam âlimlerinin yukarıda işâret ettiğimiz fikirleri, Ribât ve Murâbata'nın sadece sûfîlerce değil, diğer âlimlerce de tasavvufî bir. muhtevâ ile değerlendirildiğini gösteriyor. Bu kelimelerden türetilerek vücûd bulan müesseselerin, hem askerî ve İdarî, hem de dînî ve tasavvufî sahalarda hizmet veren kuruluşlar olarak faaliyette bulunduğu tesbît edilmiştir.[21]

Ribât ve Murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufî bir terim olarak kullanılan Râbıta ise: "Şuhûd ve 'ıyan makâmına ulaşmış kâmil bir şeyhe kalbi bağlamak,"[22] "İlâhî ve Zâtı sıfatlarla muttasıf, müşâhede mertebesine ermiş kâmil bir şeyhe kalbi bağlayıp,[23] huzûr ve ğıyâbında o şeyhin sûreti, sîreti ve özellikle rûhâniyetini hayâlen kendisi ile birlikte farzederek, yanındayken takındığı tavrı, ğıyaben de sürdürmeye çalışmak demektir.[24]

Râbıta konusunda müstakil bir Risâle yazan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'ye (1242/1826) göre Râbıta: "Müridin "fenâ fillâh" makâmına ulaşmış olan şeyhinin sûretini, hayâlinde saklamak sûretiyle, onun rûhâniyetinden feyz almak ve istimdâd dilemekten ibârettir.'[25]

Abdülhakîm Arvâsî'ye (1943) göre Râbıta: "Mürşidi, Allah ile ara­nızda vesile ve vâsıta mevkîindeki zat olarak düşünecek, onu ya­nınızda ve karşınızda farzederek, alnına yani iki kaşı ortasına gözlerinizi dikecek, keskin bir aşk irâdesiyle o zatın simasını hayâlinizde saklayacak, hayâlen onun sîretini kalbinizde durdu­rarak, kendisiyle ma'nevî bir beraberlik te'sîs edeceksiniz.’[26]

Bu tariflerden Râbıta'da en önemli hususun, şeyhin sûretini sıcak ve canlı bir şekilde hayalde tasavvur ve gözleri keskin bir dikkatle onun iki kaşı arasına dikmek olduğu anlaşılıyor. Bu keyfiyet, müridin zamanla şeyhini benimsemesi, onun ahlâk ve faziletiyle bezenmesi, şahsiyetinin onun şahsiyetinde erimesi ve onunla aynileşmesini te'mîne yarayan bir vâsıtadır. Tasavvuf literatüründe ”Fenâ fi'ş-şeyh" denilen hal işte budur. [27]

Tarikatlar ve sûfîler arasında erdirici ortak bir yol kabul edilen Râbıtâ'ya riâyet eden mürîd, zamanla şeyhinin hal ve vasıflarının kendi­sine yansımasına sebep olur. Daha sonra bu durum müridi, ”fenâ fi'r- Rasûl", nihâyetinde de "fena fillâh"a ulaştırmayı hedef alır. Bu yüzden kabiliyeti, vasıtasız olarak Allah'tan feyz almaya muktedir olan mürîdlere Râbıta tavsiye edilmemiş, aksine terketmeleri istenmiştir.[28]

Râbıta'nın üzerinde önemle durulması gereken bir yanı da, onun mutlaka Allah'a vâsıl olmuş, fenâ ve bakâ[29] mertebelerini aşmış, kâmil ve sâlih bir zata yapılmış olmasıdır. Bu özellikleri taşımayan zât, hal ve ahlâkı düzgün olsa da Râbıta'ya yetkili sayılamaz. Olsa olsa inahallî bir çevrede bulunan mürîdlere zikir telkinine yetkili olabilir.[30]

Kemal elde etme niyyetinde olan samimî bir mürîd, aynı niyyetle kal­bini kâmil bir mürşide bağlar ve davranışlarını onun davranışlarına ben­zetmeye çalışırsa, ancak böyle bir râbıta yetiştirici olur. Eğitici kabûl edi­lir. Hatta bu konuda, zikirsiz tek başına râbıta erdirici ve yetiştirici kabul edildiği halde, rabıtasız zikrin olgunlaşmak için yetersiz sayıldığı söylen­miştir.[31]

Râbıta ile ilgili en derli toplu eserlerden birinin müellifi olan İbrahim Hilmi el-Kâdirî'ye göre Râbıta, kalben bağlanılan şeyin nev'ine göre deği­şik isimler alır. Bunları üç gurupta toplamak mümkündür:

1-Mukaddes değerlere istekle yapılan Râbıta,

2-Bayağı şeylere istekle yapılan Râbıta,

3-Tabi'î ve âdî Râbıta.

Kişinin ailesi, evlâdı ya da yakınlarına karşı duyduğu normal sevgi bağına tabi'î ve bayağı Râbıta; Herhangi bir şahsa, güzelliği ya da dünyevî bir câzibesinden dolayı duyulan, dînen teşvîk edilmediği gibi bazan da kerîh kabul edilen şeylere gönül bağlamaya, bayağı nesnelere istekle yapılan Râbıta; Allah ve Rasulüllah sevgisi veya O'nun sâlih kul­larından birine, yine salahlarından ötürü duyulan, Cenab-ı Hakkın özel­likle yapılmasını emrettiği ve teşvîk ettiği helâllere kalbi sevgi ve istekle bağlamak ta mukaddes değerlere yönelik ulvî Râbıta'yı meydana geti­rir.[32]

Mukaddes değerlere ve ulvî nesnelere yönelik Râbıta, mürîdde za­manla sürekli bir vuslat ve şuurlu bir Hakk'la beraberlik duygusu mey­dana getirince, Hz. Peygamber'de, ashâbmda, tabi'în ve tebe-i tabi'în'den bazılarında olduğu gibi, bu hal, kişinin kendisi istese de artık vazgeçeme­yeceği zarûrî bir kalb bağına dönüşür. Aradan geçen zaman cemiyeti boz­duğu ve fertlerin kalbi gereksiz ve faydasız şeylerle işgâl edilerek katılaş­tığı için, tarikat ehli, bunun yerine yine de gâyeyi gerçekleştirmek, mürîdlerin kalblerini Hakkın huzûruna adapte etmek üzere, kâmil şeyh­lere rabt-ı kalb etmeyi ikâme ettiler.[33]

Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar devrin mahsulleridir. Râbıta'yı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dâir yazılı kaynağa rastlamak ancak H. X/M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün .olmaktadır. Araştırmalar bugünkü anlamda bir Râbıta anlayışı­nın, ilk defa Muhammed Bahâüddin Nakş-bend (791/1388)'e isnâd edildi­ğini göstermektedir.[34] Kendisine ve tarikatına bu ismin verilmesinin, mürîdlerin mürşidlerinin sûretini kalblerine nakşetmeleri şeklinde teza­hür eden Râbıta'dan aldığı da ileri sürülen fikirler arasındadır.[35] Râbıta konusunda yazılı en eski kaynak ise, İmam-ı Rabbânî diye bilinen Ahmed Farûk es-Serhendî (1031/1621)'in Mektûhâf ıdır. Mektûhât'm muhtelif yerlerinde Râbıta'mn zikirden de üstün erdirici bir yol olduğu, kâmillerle sürdürülen ma'nevî beraberliğin ve mürşidlerle uzaktan hayalen birlikte olmanın, nakş-bendiyye tarikatında kemâle götüren bir usûl olduğuna da­ir bilgiler verilmektedir.[36] "Uveysîlik diye tanımlanan bu durum, tasav­vuf tarihinde pekçok şeyhin hayatında görülen bir hususiyettir. Genellik­le bu özelliğe sâhip olan sufilerin herhangi bir tarikat mensûbu olmadığı, kendilerine has bir meslekleri bulunduğu ya da bizzat bir tarikatın kuru­cusu olduğu görülmektedir. Mevlana Câmî, "Meşâyih-i tarikattan ço­ğuna evâil-i sülûkunda bu makâma teveccüh vâki olmuştur. "[37] der­ken bu. noktaya işâret etmektedir.

İster hayatta isterse ölmüş bir şeyhin rûhâniyetinden feyz alınabi­leceğine ve bunlarla irtibat-ı kalb eden birine onlara ait halin sirâyet ede­ceğine inanan "Uveysî'liğin, Râbıta ile gerçekleşen bir hal olduğu dikkate alınırsa, bu usûlün Nakş-bend'den daha önceleri kullanılmakta olduğu, Nakş-bendiyye'ninse bunu sistemleştirerek tarikatın rükünleri arasına koyduğu söylenebilir. Nitekim "Üveysî'liği ile bilinen ilk sûfî İbrahim b. Edhem (166/782)'dir. Kendisinin Veysel Karânî'nin rûhhâniyetinden feyz aldığı söylenir.[38] İmam Ca'fer es-Sâdık (148/765)'in rûhâniyetinden feyz aldığı ileri sürülen Bâyezid-i Bistâmî (261/874), önceleri fakîh iken, irşad edildikten sonra tasavvuf yoluna sülük etmiştir.[39] Üveysîliği ile meşhur diğer bir sûfî ise Ebü'l-Hasan el-Harakânî (425/1034)'dir.

Bayezid-i Bistâmî'den aldığı manevî feyzle yetiştiği söylenen Harakânî'nin: "Ken­dilerine uyulacak bir şeyh arayan müridlere şaşarım. Biliyor mu­sunuz ki ben, aslında bütün şeyhlere saygı duyduğum halde, böy­le birinin irşâdma asla muhtaç olmadım. Zira benim mürşidim Al­lah'tır." dediği rivayet edilmiştir.[40] Kaynaklar Melâmetîliğin ileri gelen şeyhlerinden biri olan Ebu Sa'id Ebü'l-Hayr (440/1049)in da Üveysî oldu­ğundan bahsediyor.[41] Feridüddîn-i Attar, silsile itibariyle Cüneyd-i Bağdâdî'ye vâsıl olan Ebü'l-Kasım el-Cürcânî (469/1076)'nin de Veysel Karânî'nin rûhâniyetinden feyz aldığı ve zikrederken "Allah, Allah, Allah" yerine "Üveys, Üveys" diye zikrettiğini naklediyor.[42] [43] Bunlardan başka Kübreviyye'nin kurucusu Necmüddîn-i Kübrâ (618/1221), Feridüddîn-i Attar (618/1221), Muhyiddîn Arabi (638/1241), Bahâüddin Nakş-bend, Ebu Bekir Tayabâdî (791/1389), Celâleddîn Bâyezid-i Purânî (862/1457) gibi sûfîlerin de üveysî olduğu, ya Hızır'dan, ya da kendilerinden çok ön­celeri vefat etmiş şeyhlerden Misâl Âleminde ma'nen feyz alarak yetiştikleri söylenmektedir.43

Tasavvuf tarihinde Üveysî, Üveysîlik ve Üveysiyyü'l-meşreb gibi  tabirlerle anılan bu yolun ilk defa ne zaman ortaya çıktığı kesin olarak bilinmemekle beraber yazılı ilk bilgileri Ferîdüddin-i Attar'ın Tezkire- tü'l-evliya sında görmekteyiz.[44] Fakat O'nun ifadelerinden bu terimin daha önceleri de kullanılmakta olduğu anlaşılıyor. Tarih içinde değişik manalara gelmekle birlikte Üveysiliğin ortak özelliklerini şu dört ana gu­rupta toplamak mümkündür:

1-Peygamberin rûhâniyetinden direkt olarak nasib alanlar,

2-Veysel Karânî'nin rûhâniyetinden feyz alanlar,

3-Kendilerinden önce vefat etmiş herhangi bir şeyhin veya kutubun rûhâniyyetinden istifâde edenler,

4-Bizzat Hızır aracılığı ile irşâd edilenler.

Görüldüğü gibi bu dört gurupta da ortak olan nokta, daha önce yaşa­mış birinin rûhâniyetinden feyz almaktır. Çünkü sûfîler nezdinde cismânî sohbet olduğu gibi, rûhânî sohbet de vardır. Sâlihlerle manen beraberlikle de kemâl elde edilebilir. Ancak bu, şuuraltı hayatının kuv­vetliliği ve şiddetli bir câzibeye kapılmakla mümkündür.[45] Feyz alınması istenilen mürşidin ruhaniyetine kâmil bir yöneliş ve küllî bir fenâ ile irtibat-ı kalb etmeyi gerektiren bu duruma misâl olmak üzere son devir sûfılerinden Kuşadalı İbrahim Halveti (1262/1845)'nin şu ifadeleri de ve­rilebilir: "Misâl Âlemi'nde arasıra Yusuf Sünbül Sinan (936/1529) ile görüşürüm, bazan o benden istifâde eder, bazan da ben ondan istifâde ederim. Yine bu alemde vakit vakit İbn Kemal (1534) ile de görüşürüm, fakat her zaman ben ondan istifâde ederim."[46]

Ma'nevi hallerin bir şeyhden diğerine rabt-ı kalble aktarılmasının usûlü diyebileceğimiz Râbıta hakkında Mektûhât'tan sonra en detaylı bilgi veren eser Mevlana Hâlid-i Bağdâdî'nin er-Risâle fi hakkı'r- râbıtdsı, Abdülhakîm Arvâsî'nin Râbıta-i Şerife'si, İbrahim Hilnıî el- Kâdirî'nin Medâricü’l-hakîka fi'r-râbıta'ında  ehli't-tarîkası, Es'ad Sâhib'in Nurü'l-hidâyeti ve'l-irfânı ve Mevlana Haid'in halifelerinden Haşan ed-Dûserî'nin er-Rahmetü'l-hâbıta fi isbâti'r-râbıtası, Muhammed Sa'id Şeyda el-Cezerî'nin ed-Dâbıta fi’r-râbıtası zikredilebi­lir. Selçuk Eraydın'ın Tasavvuf ve Tarikatlarında, Yaşar Nuri Öz-türk'ün Kuşadalı İbrahim Halveti'sinde -ve İrfan Gündüzün Gümüşhânevî Ahmed Ziyaüddîn inde yukarıdaki kaynaklara istinad ederek verilen değerlendirmeler mevcuttur.
II- UYGULAMA OLARAK RABITA

Rabıtaya başlamadan önce mürîd, tam bir taharetle, Kıble'ye karşı namazda oturur gibi oturur. Gözlerini kapar, boynunu büker, içini ve dışı­nı kâmil bir sükûnete bıraktıktan sonra, Cenab-ı Hakk'ı, mürşidinin ken­disine ta'rîf ettiği zikirlerden birisiyle zikreder. Zikrin manasını derinliği­ne ve genişliğine tefekkür eder. Kalbini her şeyden arındırarak, zikrini, hâlen şeyhinin yaptığı zikre adapte etmeye çalışır.[47]

Böyle bir edeb ve usûlle başlanması mutad olan râbıtanın, müridin seviyesi ve meşrebine göre değişen uygulama şekilleri vardır. Müridlere göre farklılık arzeden ve mürşidlerce tercih edilen râbıta tatbîkâtını, te­mel noktalar nazar-ı dikkate alınarak birkaç gurupta toplamak mümkün­dür:

1-Tâlib olan müridin, kâmil ve mükemmil mürşidinin sûretini tam karşısında hayal edip, iki kaşı ortasına bakarak, bu sûretteki rûhaniyete yönelmesi ve onunla beraber bulunduğunu tasavvur etmesidir. Bu bakış ve bağlanışta kendinden geçme hali başlayıncaya kadar rabıtayı sürdür­mek gerekir.

2-Müridin kendisini şeyhinin hey'et ve kıyafetindeymiş gibi tahayyül etmesidir. Sâlik yine kendinden geçinceye kadar bp hâlini devam ettirir. Öyle ki sâlik bu irtibatıyla, zatını mürşidinin zatında, sıfatlarını ve dav­ranışlarını da mürşidinin sıfat ve davranışlarında yok etmek, şeyhinin ahlâkî üstünlük ve rûhâniyetini kendi sûretinde bulmak mevkiindedir. Zira şeyhin rûhâniyeti kemalleriyle birliktedir. Hiçbir vakit ondan ayrıl­maz. Bu rûhaniyet ve beraberlik duygusu iledir ki, davranışlarını şeyhi­nin huzurundaymış gibi düzenleyen ve huzur edebine riayet eder gibi ha­reket eden mürîd adım adım, şeyhi gibi olmaya, kemal ve olgunluk kazan­maya başlar.

3-Müridin, mürşidinin suret, siret ve rûhâniyetini karşısında farzedip, onu kalbinin tam ortasına indirmek, kalbini uzun ve geniş bir dehliz farzederek, mürşidini o dehlizde yürüyor ve kendisine doğru geliyor şek­linde tahayyül etmek.[48] Bu uygulamalardan anlaşılıyorki râbıta, mürşide duyulan muhabbet ve saygının, huzurunda olduğu gibi gıyabında da sür­dürülmesidir.

Bu uygulamalardan da anlaşılacağı gibi rabıta üç değişik şekilde uy­gulanmaktadır:

1-Pir'in sûretini sadece hayalen tasavvur etmek,

2-Şeyh'in rûhaniyetini ve sûretini kalbinde tahayyül etmek,

3-Müridin kıyâfet ve şekline bürünerek, kendini mürşid görüntüsün­de farzetmek, hat ve hareketlerinde ona benzemeye çalışarak "fenâ fi'ş- şeyh"e alışkanlık kazanmaya çalışmak.

Bu tür rabıta, Kuran okumak, namaz kılmak gibi ibadetlerde ve gün­lük davranışlarda müridin kendisini şeyhine benzetmeye çalışması ve böylece şeyhindeki ihlâs ve kemâli taklîden de olsa yakalamaya gayret göstermesi demektir. Buna "telebbüsî râbıta" da denilir.[49] Psikolojide ve eğitimde "Aynileşme, Identification" denilen ve kişilik gelişmesinde önemli bir metod kabul edilen benimseme mekanizmasının tasavvuftaki tatbîkâtma benzemektedir. '

Râbıtayı, Râbıta-i mevt, Râbıta-i mürşid ve Râbıta-ı huzûr di­ye de üç kısma ayırmak ve öylece icrâ etmekte mümkündür:

1-Râbıta-i mevt: Tezekkür-i mevt de denilen bu tür râbıta, ölüm duygusunu bir an'bile hatırdan çıkarmamayı hedef alır. Bu durum, dü­şünce ve davranışaları düzenlemek için gerekli olduğu kadar, "ölmeden evvel ölüm" sırrına erebilmek ve bedenimizi ölü gibi farzederek, onun ruh üzerindeki ağırlığı ve bulanıklığını gidermeye çalışmak için de gerek­lidir.[50]

2-Râbıta-i mürşid: Mürşidin rûhâniyetini, şeyhi aracılığı ile iki kaşının tam ortasında, nurdan bir yumak gibi dâima hazır bulundurmak, kalbini onun kalbine yapıştırarak, ondaki yüceliklerin ve hallerin kendi kalbine aktığını tahayyül etmektir.[51]

3-Râbıta-i huzûr: Yukarıdan beri anlatılan râbıta çeşitlerinin asıl gâyesi budur. Hâkk'tan gayri her şeyi akıldan ve hayalden tamamiyle si­lerek, her an Hakkın huzurunda bulunduğu düşüncesini muhâfaza et­mek ve muhabbetullaha bürülü bir kalbe sâhib olmaya çalışmak demek-

tir. Gözlerin gördüğü, akılların düşündüğü şeyleri bilen Allah'ın huzu­runda bulunduğu düşüncesini kaybetmeksizin, "İhsân" derecesine erme­ye çalışmaktır. Mürîd huzûr rabıtasına, kalbi üzerinde, nurdan yazılmış bir mahya gibi etrafını aydınlatan ,''Lafza-i Celâl" hattını tahayyül ve te­fekkür ederek başlar.[52]        ‘

Müridin makam ve mertebelerine göre de değişik râbıta şekilleri var­dır:

1-Mübtedî mürîd: Her zaman mürşidinin huzurunda ve eli altında- bulunduğunu düşünmeli, onun kendisinden ayrılmadığına ve sürekli ken­disiyle beraber bulunduğuna inanmalı ve hareketlerini buna göre ayarla­malıdır. Uyurken bile, şeyhinin ayak ucunda uyuyormuş gibi uyumalı, mürşide huzûrunda iken gösterilmesi gerekli edebi, gıyaben de sürdürme­ye çalışmalıdır. Sevgiyle sürdürülmesi gereken bu râbıta, "Kişi sevdikle­riyle beraberdir." 'Herhangi bir topluluğa benzemeye çalışan on- fardandır." hükmünce, müridi "fenâ fi'ş-şeyh"e, yani şeyhi gibi olmaya götürür.[53]

2-Mutavassıt mürîd: Hayatının her anında Rasulüllah'ın huzurundaymış gibi hareket etmeli. Böylelikle şeyhinde fenâ olma hâlini daha da ileri götürerek, irâde, istek ve hareketlerinde en üstün ve en gü­zel ahlâk sahibi Hz. Peygamberin ahlâkına ermeye,çalışmalıdır. Bu tür râbıtada, aynîleşilmesi istenen hedef Hz. Peygamberdir. Çünkü O, üm­meti için tek"Üsve-i hasene" ve en güzel modeldir.[54] 

3-Müntehi mürid: Vuslat mertebelerinin nihâyetine yaklaşmış, sırası ile şeyhinde ve Rasulüllah'da fâni olma makamını yakalamış, visâli ve kemâli elde etmeye yaklaşmış müntehi müridlerin râbıtası ise, "Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir.[55] ayetinde belirtilen beraberli­ğin mürîd tarafından idrâk edilmesidir. Tebessümünden sükûtuna, dav­ranışlarından düşüncesine kadar her şeyini Hakkin huzûrunda bulundu­ğu inancı ile düzenlemesidir. Böylece mürîd, "Bize şah damarımızdan daha yakın olan Allah"a duyduğu yakınlığı, kuvveden fi'le çıkarmış ola­caktır.[56]

Bütün bu söylenilenlerden bir netice çıkarmaya çalışacak olursak şunları söyleyebiliriz:



"Büyük ve iyi insanlar, insanoğlunun kendiliğinden içten gelen hayranlığını harekete getirerek, başkalarını peşlerinden sürüklerler. Büyük insanlara duyulan bu hayranlık, zihnî kabili­yeti geliştirmekte ve insanı, ma'nevî bakımdan yükselmesine en büyük engellerden biri olan nefsine köle olmaktan kurtarmakta­dır. Yüksek fikirleriyle ve başardıkları büyük işlerle ün yapmış olan insanların anıları çevremizde daha temiz bir atmosfer yarat­mış gibi görünüyor. Onun içindir ki farkına varmadan amaçları­mıza ulaşmışız gibi bir duygu var içimizde.

'Bana kimi çok beğendiğinizi söyleyin, hiç değilse yetenekle­rinizi, zevkiniz ve karakteriniz bakımından, ne olduğunuzu söyle­yeyim." diyordu Sainte-Beuve. Değersiz insanları mı beğeniyorsunuz? O halde siz de değersiz ve karaktersiz bir insansınız demektir. Zengin in­sanlara mı hayransınız? O halde maddî bir insansınız demektir? Mevkî sâhibi kimseleri mi beğeniyorsunuz? O halde bir dalkavuksunuz. Namus­lu, cesur ve mert insanları mı beğeniyorsunuz? O halde siz de namuslu, cesur ve mert bir insansınız demektir. İnsanların, henüz etki altında ka­labilecekleri bir yaşta değerli kimselere karşı hayranlık duymağa teşvik edilmeleri iyi bir şeydir. Çünkü iyi insanlar hakkında bilgi sâhibi olma­yan insanların, kötü insanları örnek almaları mümkündür."[57]

"Dr. Johnson'a göre, başkalarının asil davranışlarına içten gelen bir hayranlık duyulması kadar iyi bir şey yoktur. Bu, insanlara çok dost kazandırdığı gibi, insanın cömert, samîmi ve ciddî oldu­ğunu, lâyık olanlara değer verdiğini de gösterir."[58]

'Yaşayan ya da ölmüş olan büyük adamlara hayranlık duyan­ların, onların yaptıklarını küçük veya büyük ölçüde yapmak iste­. meleri normaldir. Savaşçılar, devlet adamları, hatipler, vatan-se- verler, şairler ve sanatçılar, hepsi kendinden önce yaşamış olan­ların, belki de farkına varmadan, etkisi altında kalmışlar ya da onların yaptıklarını aynen yapmışlar, onları taklîd etmişlerdir."[59]

Tasavvuf ve tarikatlardaki uygulama biçimi verilen râbıta ile, büyük insanlara duyulan hayranlığın, karakterin şekillenmesindeki rolüne işa­ret eden bu psikolojik tesbîtler, kişiliğin gelişmesinde taklidin veya baş­kaları ile aynîleşmenin etkisini göstermektedir. İşte râbıta, bu mekaniz­manın sistematize edilmiş şeklidir denebilir.
III- RÂBITA'NIN DELİLLERİ



  • "Ey îman edenler! Allah'tan korkun. Bir de sâdıklarla bera­ber olun. (îmanında, ahdinde, sözü ve özünde doğru olanları, hakîkattan ayrılmayanları tercih edin)"[60] âyetinde geçen "sâdıklarla beraberlik" râbıtaya delîl olarak ileri sürülmüştür. Hâce Ubeydullah Ahrâr (895/1490) mezkûr âyetin tefsirinde: "Buradaki "kûnû" emri, sâdıklarla mutlak manada ve devamlı bir beraberliği ifâde eder. Hakîkî beraberlik, sâdıklarla aynı mecliste, büyük bir kalb huzûru ile fizik olarak bulunmaktan ibâret olduğu gibi, hükmî be­raberlik te, onlarla aynı mekânda beraber olmanın imkansız oldu­ğu zamanlarda, sûret ve sîretlerini gıyâben tahayyül ederek, on­larla hayâli, fikrî ve zihnî bir beraberliği te'mîn etmektir."[61] diye­rek sâlih ve sâlihlerle kurulabilecek rûhî ve ma'nevî beraberliğin delîli olarak göstermektedir.

Tasavvuf klasiklerinde, sâlih ve sâdıklarla birlikte bulunmaya, fâsık ve dünya ehli bir arada bulunmaktan sakınmaya ayrı bir önem verilmiş, tabî'atın ve hayallerin sârî olduğu dikkate alınarak,[62] kişinin bu konuda dikkatli olması tavsiye edilmiştir.

Îbnü'l-Mübârek: "İyi arkadaş yalnızlıktan, yalnızlık ta kötü ar­kadaştan hayırlıdır." "İyilerle dost olan, misk satanla beraber olan gibidir. Onun güzel kokusu diğerine bulaşır. Kötülerle beraber olan da demirci çırağı ile beraber olan gibidir. Onun kiri de diğe­rine yansır."[63] derken bu husûsa işâret etmiştir.

Aynı şekilde Hz. Peygamber'in: "Kişi dostunun dîni üzeredir. O halde kiminle arkadaşlık ettiğine dikkat etsin."[64] "Kişi sevdikle­riyle beraberdir."[65] hadisleri de bu manada yorumlanabilir. "Mü'min mü'minin aynasıdır."[66] ile Hz. Peygamberin iki elinin parmaklarını bir­birine geçirerek "Mü'minler bir binanın tuğlaları gibi birbirini des­tekler"[67] mealindeki hadisleri de bu doğrultuda açıklanmıştır.

"İyi şahıslarla dostluk kuran kimse, kendisi kötü bile olsa iyi olur. Çünkü onların himmeti ve sohbeti onu hayırlı bir insan ha­line getirir. Aksine kötülerle dostluk kuran da, kendisi iyi bile ol­sa bozulur. Çünkü onlarla bir arada bulunan, onların kötülükleri­ne rıza gösteriyor demektir. Kötülüğe rıza göstermekse, sâhibini de kötü hale getirir."[68]

"Arkadaşlık ve sohbetin esası: nefsin âdetleriyle sükunet bulması ve alışkanlıkları ile ülfet etmesidir. Bir kimse hangi topluluğun arasına gi­rerse, onların fiillerini kendi âdeti ve itidiyâdı haline getirir. Çünkü ister • hak, ister bâtıl olsun, bütün irâde, arzu, mü âmele ve ameller esasen onda mevcuttur. Görmüş olduğu bütün mu ameleler, arzular ve meyiller kendi­sinde gelişir ve öbür temâyüllere hâkim ve gâlib olur. Sohbetin insan tabiatı üzerinde büyük bir te'sîri vardır. Adetlerin çetin bir savleti ve sal­dırısı mevcuttur. O derecede ki, insan sohbetle âlim, papağan ta'lîmle nâtık olur. Riyâzat ve eğitimle at, o derece değişir ki hayvânî âdetleri ter- kederek insânî âdetler ve alışkanlıklar edinir."[69]

"Sohbet ve arkadaşlığın kişinin şahsiyet, ahlâk ve karakteri üzerinde derin te'sîri vardır. Bir arkadaş diğerinin özelliklerini, rûhî ve ma'nevî bir etkilenme, davranışlarında ona uymakla elde eder. İçtimâi bir varlık olan insanın, topluma karışması ve kendine uygun dost ve arkadaş edinmesi tabî'idir. Eğer o, fâsık, kötü ve şerli birini arkadaş edinirse, bilmeden ve tedricen onun da ahlâkı bozulur, sıfatları değişir, onların seviyesine ine­rek özelliklerini elde eder. Aksine iman, takva ve istikâmet sâhipletini dost edinirse kendisi de onların derecelerine yükselir. Nefsini kusurlar­dan uzaklaştırır. Bu yüzden: "Kişi, dost ve arkadaşlarının ahlâkı ile tanınır." denmiştir. Hz. Peygamberin ashabı sohbetle, tâbi'în ve tebe-i tabiin de bunlara tâbi olmak ve onları benimsemekle yüksek derecelere ulaştılar."[70]

Sûfîler arasında "ihtilât veya muhâlata" denilen bu durum, yarar­ları ve zararları gözönünde bulundurularak:

1-Gıda gibi gerekli ihtilât,

2-İlaç gibi ihtilât,

3-Hastalık ve dert getiren ihtilât,

4-Helâk edici ve bitirici ihtilât olmak üzere dört çeşide ayrılmıştır.[71] Hatta Ebu Medyen el-Mağribî (594/1198): 'Kul için en zararlı şey, fiil,söz ve inançlarında Allah'ın sevdiği şeyleri görmediği kimselerle ihtilât etmesidir."[72] demiştir.

"Şeyhinin huzuruna giren mürîd, onun kendisini eğitecek en yetkili mürşid olduğuna inanmalı ve başka bir şeyh arayışına girmemelidir. Böy­le bir arayış, müridin mürşidinden istifâde ve istifâzasına, sohbetinden etkilenmesine, sözlerinin müessiriyetine ve şeyhinin halinin kendisine sirayetine engel olur. Şeyhinin en kâmil kişi olduğunu bilmek, mürşid için değil mürîd için önemlidir. Şeyhinin tek otorite olduğuna inanan kişi, onun fazilet ve yüceliğini tanır, ona karşı duyduğu sevgi ve saygı güçlenir. Karşılıklı ülfet ve muhabbet, mürîd ile mürşid arasında bir hal yansıma vâsıtasıdır.- Zira müriddeki sevginin şiddetine göre, mürşidinden hal transferi mümkün olur."[73]

"Şeyhin edeblerinden biri de: mürîdlerinin bidat ehli ile bir arada bu­lunmalarını yasaklamasıdır. Çünkü bunun kalpleri öldürücü olduğu tesbît edilmiştir. Bütün selef-i sâlihîn böyle söylüyor. Kendisinde en ufak bir bid'at bulunan kimse ile oturmaktan sakının. Bu hususta hassasiyet göstermeyen ve gevşek davranan kimse, kısa bir süre de onlarla birlikte kalsa, kötülüklerine alışır."[74]

Yukarıdaki bilgilerden, sâlih ve sâdıklarla öncelikle fizikî, bunun mümkün olmadığı zamanlarda da 'arada bir sevgi bağı oluşturmakla" ku­rulacak rûhî ve manevî beraberliğin, kişinin eğitimi açısından ne kadar gerekli görüldüğü anlaşılıyor. Buna istinâden Rabıtayı; "Allah'a, O'nun Rasulüne ve Cenab-ı Hakkın velî kullarına duyulan sevgi bağı" şeklinde açıklayanlar olmuştur.[75] Çünkü sevgi öyle bir câzibedir ki, ya seveni sevi­lenin yanına çeker, ya da sevileni sevenin yanına götürür ve arada bir vuslat ve bütünlük hali meydana getirir. "Değil mi ki gâye kavuşmak ve buluşmaktır. İster sen onu bul, ister o seni bulsun, bir fark yok."[76] "Seven ve seçen, kendinde bulunan vasıflar dolayısı ile karşısındakini sever. Me­lek meleği, şeytan şeytam, şeyh şeyhi, çocuk ta çocuğu sever."[77]

İmam Gazzâlî, "insan tabiatının çevredeki söz, iş ve hareketleri çal­masını oldukça tehlikeli bir hastalık" diye niteleyerek şunları söylemekte­dir: "Aklı başında fazilet sâhibi insanlar bile bu hastalıktan kendilerini zor kurtarabilir. Nerede kaldı ki ğâfiller. Bundan dolayı insan, içinden hareketlerini benimsemediği halde, kötü kimselerle fazla düşüp kalkma­malıdır. Eğer bu gibilerle fazla düşüp kalkarsa, kendinde büyük değişik­likler hissetmeye başlar. Önceden hoşuna gitmeyen bu çirkin hareketlere yavaş yavaş alışır ve artık onlara aldırış etmez olur. Zira kendini bu kötü­lüklerden alıkoyan şey, onları kendisinin büyük biü suç sayması idi. Bu­nun için zenginlerle düşüp kalkan kendi varlığını küçümser ve hiç mesâbesinde görür. Yoksullarla düşüp kalkanlar da, ellerindeki nimetle­rin kadrini bilir. İtaat edenlerle isyan edenlere bakmakta aynıdır. Bu fıtrî bir tesirdir. Ashâb-ı kiram ve tebe-i tabi'în'in ta'at ve ibâdetlerini dü­şünenler, kendi ibâdetlerini küçümser ve onları küçük görürler. Kendi ibâdetlerini küçümseyenlerse elbette onlara uymak için gayret sarfeder. Kendisine çeki-düzen vererek ibâdetlerini artırmaya çalışır. Aksine dün­ya adamlarına bakan, onların Allah'tan yüz çevirip isyana daldıklarına nazar eren kimsenin de iyilikleri kendi gözünde büyür ve kendisini beğen­meye başlar. İşte o zaman helak olur. Tabî'atın değişmesinde, iyilik ve kö­tülükleri dinleyip duymak ta yeterlidir. Nerede kaldı onları göz ile gör­mek.

Bu inceliğe dikkat etmek sâyesinde Hz. Peygamberin: "Sâlihler ha­tırlandığında, ilahi rahmet iner."[78] hadisinin sırrı anlaşılmış olur. Sâlihler hatırlandığı zaman şüphesiz böyle bir rahmet inmez. Ancak gö­nülden onlara uyma ve onların izinden gitme arzusu ile kusurlarını gider­me isteğinin uyanması hasıl olur. Rahmetin sebebi iyi işlerdir. İyi işlerin sebebi de onlara heves etmektir. Onlara heves etmenin âmili de, sâlihleri iyi halleri ile anmak ve hatırlamaktır. Bu hadîsin mefhûm-ı muhâlifi de, kötüler anıldığında la'netin inmesidir. Çünkü kötüleri ve kötülükleri çok­ça anmak, insana kötülük yapmayı kolaylaştırır. Bu da laneti gerektirir. Lanetse Allah'tan uzak kalmak demektir. Rahmetten uzak kalmanın başlangıcı isyâna dalıp Allah'tan yüz çevirmek ve meşru olmayan bir yol­da dünyalık ve şehvet peşinde koşmaktır. İsyanın kaynağı da onu küçüm­semektir. Küçümsemenin sebebi ise, onu çok dinlemek yüzünden onunla ünsiyet peyda etmektir. İyileri ve kötüleri sadece anmanın ve hatırlama­nın neticeleri bu olursa, ya onları görmek ve aralarında bulunmanın so­nuçları ne olur?"[79] Burada da görüldüğü gibi Gazzâli, sâlih ve sâdıkların anılıp hatırlanmasının kişilerin eğitilmesi açısından yararlı olduğuna dik­kat çekiyor. Buna göre râbıtanm böyle bir bağlantıyı te'mînen teessüs et­tiği söylenebilir. Kaldı ki modern ve tecrübî psikoloji de bu tesbîtleri doğ­rular mahiyettedir. Şöyle ki:

"Örnek alman her enerjik karakterde bir bulaşma hassası vardır. Güçlü insanlar, zayıf insanlar için bir ilham kaynağıdır. Sanki onları peş­lerinden gitmeye zorlamaktadır. İleriye atılan bir kumandanın, hücuma katılmada, askerleri üzerindeki sürükleyici rolü buna misal olarak verile­bilir. Büyük bir lider, aynı karakterde olan insanları bir mıknatısın demi­ri çektiği gibi çeker."[80]

"Kâinatı ancak alâkalar bakımından öğrenmemiz kabildir. Eşya başlıbaşına mücerred olarak hiçbir şey değildir. Atom bile herhangi bir teşkilat dokusunda mana kazanıyor. Mesela: Karbon atomları, mu'ayyen bir alâka şeklinde kömür, diğer bir alâka şeklinde ise elmas oluyor. Bizi biz eden şey, başkalarıyla olan alâkalarımızdır. Sadece kafalarımız değil, şahsiyetlerimiz, hislerimiz, bütün kıymetlerimiz, benliğimiz, üzerinde kuvvetli izler bırakan şahsiyetlerin te'sîri neticesidir. Yalnız yiyeceğimiz ve sığınacak yerimiz için değil, elde ettiğimiz kültür ve akıl, karakterimiz ve bizim "öz benliğimiz" için başkalarına dayanmağa mecbûruz.

Başkalarının aynı olmak ameliyesi vâsıtası ile yavaş yavaş kendimiz oluruz. Yani biz tahmin edemeyeceğiiiz derecede bizden evvel gelen baba­larımız, analarımız, kardeşlerimiz, amca, teyze ve amca-zadelerimiz gibi­yiz. İçtiğimiz sütle, sadece maddî gıda almakla kalmıyor, etrafımızda bu­lunanların örneklerini, ideallerini, reaksiyonlarını, hal ve vaziyetlerini de yutuyoruz. Ma'nevi mefhûmuyla kahramanlarımızı hazmediyor ve onla­rın hayat tarzını kısmen kendi hislerimizin hamuru haline koyuyoruz. Çünkü dünya yüzünde bulunan benzetme kabiliyeti yalnizca insanoğluna hastır. Bu kudretse insanoğlunun hem faciası hem de şerefi olmuştur."[81]

"Her evliyânın ve her günahkar kimsenin, ömründe hiç görmeyeceği insanlar üzerinde etkisi vardır. Çünkü söz ve hareketlerin, her yerde bu­lunan beşer tabî'atının yumuşak balçığı üstüne damgası basılır. Hepimiz, kendi ruhumuzun dokusuna karıştırmak üzere başka şahsiyetleri benliği­mize alırız. İnce ve ekseriyetle gayr-ı meş'ur olan bu aynileşme ameliyesi, bizim hiçbir zaman yalnız ve ayrılmış halde bulunmadığımızı ifade eder ve yine inanmak istemediğimiz bir derecede bizim, muhitimizin yarattığı ve kahramanlarımızın mahsulü mahluklar olduğumuzu gösterir. Şahsiye­timiz, kendi kendini yaratan bir madde olmak şöyle dursun, beşikten me­zara kadar, başka şahsiyetlerin tezgahında dokunan bir kumaştır. Canı­mızın meskeni olan beden, başkalarının bizim için tedârik ettiği tuğlalar­dan yapılmıştır." "..Hallerimiz, hareketlerimiz, sesimizin tonu, te'sîrimiz altında bulunan çocukların ve büyüklerin hislerine şekil verir. Bizi taklîd veya bizim gibi olmakla başka şahsiyetler şekil alır."[82]

"Nasıl vücudumuz yediğimiz etten gıdasını alıyorsa, rûhumuz da gı­dasını gördüklerinden almakta ve biz beraber yaşadığımız kimselere göre farkına varmaksızın, faziletli ya da kötü insan olmaktayız."[83]

"Kiminle gezersen onunla anılırsın" derler. Akıllı kimse sarhoşla, ki­bar insan kaba insanla arkadaşlık etmez. Ahlaksız kimselerle dostluk kurmak zevksizliktir. Kötü eğilimli olmaktır. Bunlarla olan ilişkiler sıkla­şınca ahlak çöküntüsü kaçınılmaz olur. Seneca: "Böyle kimselerle konuş­mak çok zararlı olur. Çünkü bu konuşmalar, o anda etkisini göstermiş ol­masa bile, içimize tohumunu atar ve onlar.dan ayrıldıktan sonra peşimiz­den gelir." Yüksek karakterli kimselerle arkadaş olunuz. O zaman siz de yükseldiğinizi hissedeceksiniz. Bir İspanyol atasözü vardır: "Kurtlarla be­raber yaşarsanız, ulumasını öğrenirsiniz."[84]'

"Biz, derin manasıyla başka insanlarla olan alâkalarımızın eseriyiz. Neşelinin huzurunda neşeleniriz. Malumatlının huzurunda zihnimiz ha­rekete geçer. İyi bir ressamın huzurunda, sanat ihtişamının bir nebzesini görürüz. Kendilerini keşfedecek ve yeryüzüne çıkacak elleri bekleyen zen­gin cevherle dolu büyük madenler gibiyiz."[85]

"İnsanların yaptıkları o kadar bulaşıcıdır ki, bütün çevresindekiler mutlaka onun etkisi altında kalmakta ve farkına varmadan onun seviye­sine yükselmekte veya inmektedir. Yapılan iyilik daima iyilik getirir. Bu değişmez bir kuraldır. Karakter sahibi bir insanın etkisi yaygın olur. Bir doğu efsanesine göre: Güzel kokulu toprak; "Buraya gül ağacı dikilinceye kadar ben alelade bir topraktan başka bir şey değildim." demiştir. Canon Moseley: "İyiliğin ne kadar iyilik getirdiği şaşılacak şey doğrusu. İyi ya da kötü olan hiçbir şey yalnız değildir. Çevresindekileri iyi ya da kötü yapar. İyilik te kötülük te havuza atılmış bir taş parçası gibidir. Suda halkalar meydana getirir. Bu halkalar büyüye büyüye kenara ulaşır ve böylece çevredekiler etkilenir. Onlar da çevresindekileri etkilerler." diyor."[86]

"Aynileşme" veya "gurup psikolojisi" diyebileceğimiz bu durumun, ki­şilerin davranış ve tutumlarını değiştirdiği [87] kesinlikle bilindiğine göre,sûfîlerce benimsenen râbıtanın, bu gâyenin tahakkukuna ma'tûf, meka­nizma olduğu ileri sürülebilir. Burada çoğunlukla maddî beraberlik söz konusu ediliyorsa da, bunun tabi'î bir devamı niteliğindeki ma'nevî bera­berliğin de aynı neticelerin husûlündeki rolü inkâr edilemez. Çünkü "gay­retli ve enerjik insan farkına varmadan başkalarını peşinden sürükler. Onun verdiği örnek bulaşıcıdır. Herkes onu taklîd etmek ister. Bu bir elektrik akımı gibidir. Telin bir ucundan verildi mi öbür ucundan şerare olarak çıkar. Büyük ve iyi insanlar, insanoğlunun kendiliğinden içten ge­len hayranlığını harekete geçirerek başkalarını beraberlerinde sürükler­ler. Büyük insanlara duyulan bu hayranlık, zihnî kabiliyetleri geliştir­mekte ve insanın ma'nevî bakımdan yükselmesine en büyük engellerden biri olan nefsine köle olmaktan kurtarmaktadır."[88] Sevgi bağı ile sağla­nan bu irtibata Erich Fromm: "Kişiyi diğer insanlardan ayıran duvarları yıkan, onu diğerleriyle birleştiren insanın içindeki en etkin bir güç"[89] ola­rak niteliyor.

Son devir sûfılerinden Kuşadalı İbrahim Halvetî'ye göre, Yaratıcı kudretle irtibata getiren bir disiplin olarak râbıta, akıl ve vâsıta üstü tüm bilgilerin elde edilmesini te'mîn eder. Yaşanan hallere önem veren bir ilim olan tasavvufun, ancak o hali gerçek anlamda yaşayanlarla kurulacak bir beraberlik neticesinde mümkün olan transferle sağlanabileceğini ileri sürer. Hallerin sirâyeti veya duyguların yansıması diyebileceğimiz râbıtanın sevgi ile birlikte ve devamlı olmasını şart koşar. Sürekli râbıtayı (râbıta ale'd-devâm) esas alan Kuşadalı'nın tefekküründe . râbıtanın zamanı ve mekânı yoktur. Her zaman ve heryerde yapılabilir.[90]

. Râbıta esnasında mürşidin vücûduyla "teşahhus" etmesi şart değil­dir. Simasının hatırda tutulması yeterlidir. Fakat bu "sîma" meselesi üze­rinde en çok durulan noktalardan biridir. Kuşadalı'ya göre mürşidin simasını bizzat görmek îcab eder. Amâ olanlarsa mürşidin sesiyle yetine­bilirler. Fakat sesin de bizzat duyulması gerekmektedir. Bu iki mazhari­yete nâil olmayanlar başkalarının simayı veya sesi tarifi ile râbıta ede­mezler. Bu düşünce iledir ki O, ölmüş kişilere râbıtayı faydasız görmekte ve yasaklamaktadır.[91] Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî ise, vefat etmiş bir mür- şidden de râbıta ile feyz ahnabileeeğini, bu gibi hallerde müridin, mürşi­din kabrine tam bir tahâretle yaklaşıp selâm verdikten sonra, mezarın ayak ucunda boynu bükük bir şekilde durarak, bir "Fâtiha", onbir "İhlâs"ve bir "Âyetü'l-kürsî" okuyup, sevabını ölünün ruhuna hediyye eder. Son­ra onun ma'neviyatma teveccüh, güç ve düşüncelerini yoğunlaştırmakla bunun gerçekleştirilebileceğini söyler.[92]



"Ey îman edenler! Allah'tan korkun ve O'na yaklaşmaya vesile ara­yın ve Onun yolunda savaşın. Ta ki murâdmıza eresiniz."[93]


Bu âyette geçen "vesîle'nin umûmî olduğu ve râbıtanın da bu vesilelerden biri olarak kabul edilmesi gerektiği ileri sürülmüştür.[94] Kur'ân-ı Kerîm'de iki yerde geçen "vesîle" terimi, "Allah'a yaklaşmak için yakınlığından istifâde edilen şey"[95] anlamında kullanılmakta ve "Allah'a rağbet eden kimseye de "vâsil" denmektedir.[96] Allah'a yaklaşmak gâyesiyle başka şeyleri, özellikle Hakk'a yakınlığı ile bilinen ve "Görül­düklerinde Allah'ı hatırlatan"[97] kimseleri aracı koymaya da "tevessül" adı verilmektedir.

Bu ayette geçen "vesîle" ve "tevessül"ün sâlih amel veya ibâdetlerden biriyle yapılması gerektiği konusunda âlimler ittifak etmiş, sâdık ve sâlih zatlarla tevessül konusunda değişik görüşler öne sürülmüştür. Râbıta ko­nusunu tenkîd edenler, en fazla zatlarla yapılan tevessüle karşı çıkanlar olmuş ve mesele her iki tarafın görüşlerini ihtiva eden eserlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır.[98]

Sâlihİerle tevessülü kabul edenler, mutlak anlamda vesilenin hem şahıslara, hem de amellere şâmil olacağını söylemiş ve bunu sünnetin Kur'an-ı Kerîm'i tefsir fonksiyonundan istifâde ederek, Hz. Peygamber ve ashâbının uygulamasıyla delillendirmişler, "âyetteki mutlak ifâdeyi sınır­lamanın ancak bir delille mümkün olabileceğini, Kur'ân-ı Kerîm'de ise böyle bir kaydın bulunmadığını"[99] iddia ederek râbıtayı vesilelerden biri saymışlardır.

Karşı çıkanlar ise, şirke sebep olur ve tevhîd akidesini zedeler düşün­cesinden hareket ederek câiz görmemişler, mezkûr vesilenin ancak îman ve sâlih amelle yapılabileceğini ileri sürmüşlerdir.[100] Özellikle İbn Tey­miyye (728/1327), vefatından sonra, değil sâlihlerden, Peygamber'den bile kabri başında istiğfâr, dua ve şefaat dilemenin hiçbir imama göre meşrû olmadığını, sonradan bunu iddia eden bazı alimlerinse elinde şer'î hiçbir delilin bulunmadığını söyler.[101] Savunanlarsa: "Biz her peygamberi, an­cak Allah'ın izni ile kendisine itâat olunmak için gönderdik. Eğer onlar, nefslerine zulmettikleri zaman sana gelip, Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri ziyâdesiyle kabûl edici ve çok esirgeyici bulacaklardı."[102] ayeti ve "Bana salat ü selâm getiren ve beni Allah'a vesile kılanlara şefâatım gerçekle­şir."[103], "Vesile, Allah katında kendisinden daha üstün bir derece bulun­mayan mertebedir. Allah'tan size beni, vesile kılmasını isteyin."[104] "Al­lah'tan beni vesile kılmasını dileyin. Dünyada bu istekte bulunan her ku­la, kıyâmet günü şâhid ve şefaatçi olurum."[105], "Allah'tan beni size vesile kılmasını isteyin." şeklindeki bir hitap karşılığında, ashâb: "Vesile nedir? Ya Rasûlallah" diye sordular. O da: "Cennetteki derecelerin en yükseği­dir. Bu dereceye ancak bir kişi ulaşabilir. Ben de o kişinin ben olmasını istiyorum."[106] hadislerini delil olarak ileri sürüp düşüncelerini haklı gös­termeye çalışmışlardır.

Ne var ki zamanımızda çarpık uygulamalara varan vesile ve vâsıta ile gâyeyi birbirne karıştıranları görünce, İbn Teymiyye ve taraftarlarına da hak vermemek mümkün değil.

Hz. Peygamber'in adı anıldığında salât ü selâm getirmenin gerekliliği ve bunun kişi ile peygamber arasında bir sevgi ve saygı bağı oluşturacağı ve böylece kulun Hz. Peygamber'e olan sevgisinin artacağı da bir tür râbıta olarak değerlendirilebilir.[107] Haşan b. Ali'den rivâyet edilen şu ha­ber de bu manâda dikkat çekicidir: Süfyân b. Vekî', Haşan b. Ali'den nak­len bildirdiğine göre O, şöyle demiştir: "Dayım Hind b. Ebî Hâle'den Hz. Peygamber'in hilyesini sordum. Çünkü O, Hz. Peygamberi en iyi tasvir edenlerden (Vassâf-ı Nebiy) biriydi. Ben de O'nun Hz. Peygamberi tasvir etmesini arzuluyordum ki bu vasıfları dikkate alarak Hz. Peygamberle bağlantı kurabileyim." O da anlatmaya başladı."[108] Mezkûr ifadeler dik­kate alındığında, şemâil hadislerinin yazılı hale getirilmesinde ve özellik­le hılye'lerin evlerin baş köşesinde asılı bulunmasında Hz. Peygamberle canlı bir irtibâtm kurulması düşünüldüğü söylenebilir. Hatta burada: "Sizden yaşayan kimseler, müslümanlar arasında pekçok ihtilâfın zuhûr ettiğini görecekler. Size, benden sonra benim ve râşid halifelerimin sün­netine sıkı sıkıya yapışmanızı tavsiye ederim."[109], "Ashabım yıldızlar gibi­dir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz."[110] hadislerinden, Hz. Peygamberden başka, O'nun sohbetinden feyz alan ashâba ve onların "sünnet'me ittibâ'ın da kurtarıcı olacağına işâret edildiği anlaşılabilir. Hatta Hz. Ömer'in: "Allah'ım! Sana Peygamberimizin amcası (Abdullah b. Abbâs) ile tevessül ediyoruz."[111] dediği nakledilir. Duası reddolunmayan kişilerin hadislerde sıralanması ve fazilette kişilerin farklı yapıları da sâlih ve sâdıklarla tevessül edilebileceğini gösterebilir.



"De ki eğer siz, Allah'ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı mağfiretle örtsün. Allah ğafûrdur, rahimdir."[112]




Bu âyet-i kerîmede geçen "îttibâ"ı, benimseme ve aynileşme anlamında bir uyma manasında ele almışlar ve böyle bir uymanın da ancak madden ve manen görmekle gerçekleştirilebileceğine kâîl olmuşlardır.[113] Kelime­nin bizzat kendi sîgasından da anlaşıldığı gibi "İttibâ" sıradan bir tâbi ol­ma değildir. Tâbilikte peşinden gitmek gerektiği halde "ittibâ"da bir iç içe girme hâdisesi vardır. Çünkü Hz. Peygambere gerçek anlamda duyulan bir sevgi, ancak O’riu hâlen, kâlen, amelen, ahlâken, sûreten, sîreten ve akîdeten benimsemek ve sünnetine uymakla tahakkuk eder. Peygambere ittibâ'ın tam ve hakîkî olması, bâtının, sırrın, kalbin, nefsin, Hz. Peygam­berin bâtınına tıpatıp uyması ile mümkün olur.[114] Elmalı ise: "Vahdaniy- yet-i İlâhî şahsiyet-i Muhammediyye'de değil, şahsiyyet-i Muhammedi vahdâniyyet-i ilâhiyye'de fâni olduğu için, O'na kemâl-i muhabbetle ittibâ, yine O'na en güzel şekliyle uymak demektir."[115] şeklinde açık­lamıştır. Bursevî de, Lokman Sûresinin 15. ayetinde geçen "ittibâ"ı açık­larken: "Bu âyette kâfir ve fâsıklarla sohbetten sakındırma ve sâlihlerle sohbete teşvik vardır. Çünkü kişilerin bir araya gelmesi bir etkileşimi ge­rektirir. Tabiatlar cezbedici, hastalıklar sâridir."[116] ifâdelerini kullanmış­tır. Gerek "İttibâ'ın kelime anlamını veren kaynaklar,[117] gerekse tefsir­lerden naklen verdiğimiz yukarıdaki bilgiler, bu terimin psikolojideki "İdentifîeation'la aynı anlama geldiğini gösterebilir. Zira sûfîlere göre marifet yolu, ya İlâhî bir cezbe, ya da kâmil bir mürşid elinde seyr ü sülûk'a girmekle elde edilir.[118] [119] Nitekim Hakîm Tirmizî: "Sûfîler yoluna nazarî bir tefekkür ve aklî bir unsurla ulaşılamaz. Çünkü bu, kalbde Ki­tap ve Sünnete uymakla hâsıl olan bir nurdur. Bu yolda her şey zan ve tahminle değil yakînle elde edilir. Kitap ve sünnete, menhecen, sülûken, fikren ve amelen eksiksiz bir ittibâ' ile sâhip olunur. Ardından gelen îman ve takvâ nûru kalbi kuşatır ve kişinin amel ve tasarruflarına yön verir.

Hz. Peygamber’in vârisi olma ilmi de denilen bu ilim, belli bir eğitim ve Öğretim, yada nazarî bir tefekkürle öğrenilemez. Aksine sufînin davra­nış, söz ve hallerinde Hz. Peygamberi taklidi ve O'nun verâsetine ermesi, kesben değil de irsen bu ilme sâhip olmasının neticesinde hâsıl olan bir keşifle tahakkuk eder.[120]

İbn Arabi ise: "Bu ledünnî ilim, Hz. Peygambere tâbî olma ve Onun fiil, söz ve hallerine ittibâ' etmenin bir sonucudur. Ariflerse bu ilmin sâhipleridir. Çünkü onlar Peygamberlerin kademleri üzerinde seyreder­ler. Mezkûr ittibâ' ise, Hz. Peygamberin yaptığı ve yaşadığı her şeyi ay­niyle yapmak, ibâdet, evrâd ve tâ'atı ayniyle uygulamak neticesinde ta­mam olur."[121] derken bu noktaya işâret etmiştir. İlmin yaşanan ve yaşan­ması gereken şeklini, filî bir tevâtürle nesilden nesile aktarılan şekliyle bizzat yaşayanlardan görerek almak demek olan ittibâ, bu yönüyle râıta'ya delil olarak gösterilmiştir.

Kişilerde engellenmesi gereken bazı hallerin önüne geçmek için psi­kolojide çok kullanılan ve oldukça da etkili olan yollardan biri de ferdin bir başka şahıs veya gurupla aynileştirilmesi ve kendini onlarla aynı gör­mesidir. Sahne sanatkarlarının kazandıkları hayranlık kenar mahallele­rin inkisâra uğramış ferdleri için bir kazanç olur.[122] Dindeki rûhî bir mekanizma olan benimseme ve projeksiyon yolu ile peygamberler, büyük imamlar ve azizler kuvvetle benimsenmek suretiyle, günümüze kadar kitlevî kuvvetli imanlar halinde devam edegelmiştir.[123] Karakter oluşu­munun ilk başlangıcında tahliller ve görenekler, daha sonra da oedipus komplexi döneminde başlamak üzere duygusal benimsemeler (Identifica­tion) şeklinde gelişir. Çocuklar çevresindekileri, özellikle prestijli ve otori­ter kişileri (Ana-baba, öğretmen ve liderleri) benimsemeye başlar. Bu ki­şilerin ya da basın-yayın organları ile takdim edilen kişilerin karakter ba­kımından iyi örnekler teşkil etmesi toplum terbiyesi için çok önemli bir problemdir.[124]

Güçlü ve kuvvetli bir babayla kendini özdeş tutması çocuk için önem­li bir görev kaynağıdır. Çocuk özdeşleşme yoluyla modelden kendine ye­terli düzeyde güç aktarmaktadır. Okul çağıyla birlikte anne ve baba bir dereceye kadar ikinci plana düşerken, öğretmenin ön plana geçtiği görü­lür. Ergenlik öncesinde arkadaşlar ve mensub olunan gurubun üyeleri bi­rincil etki kaynağı haline gelir. Bu arada çocuk, yakın çevresindeki bir ye­tişkini, akrabasını da model alabilir. Ergenlik dönemi ve sonrasında ise tanınmış bir sporcu, sinema yıldızı, yaşayan ya da geçmişte kalmış ünlü kişiler gençlere model olur. Kişiliğin gelişmesinde yararlı ve önemli etki­leri olan özdeşleşme (Aynıleşme, benimseme veya identification) bazan uyumsuzluğa yol açabilecek biçimde de kullanılabilir.[125]

Aynîleştirmenin, şahıslar arası davranış vasıflarının meydana gelme­sinde oynadığı rol âşikârdır. Bir kimsenin, bir ferd veya gurubu model olarak alıp kendisini ona benzetmeye çalışması çok önemlidir. Kişi aynıleştirme dolayısıyla başka bir ferd veya guruba ait vasıfları benimser ve böyleCe benzerî davranışlarda bulunur.[126] Ferdlerde istek uyandırma çok defa düşüncenin mahsûlüdür. Bu, bilhassa hayal kurma, gündüz rüyâlarına dalmalarda rastlanan otictik düşüncenin bir özelliğidir. Ta­hayyül ve tasavvur neticesinde uyanan ve gittikçe şiddetlenen istekler, tatmin edilmek üzere ferdi gerçek hayatta harekete geçmeğe zorlar. Duyu organlarının muvakkat bir zaman için tenbihlerden mahrum kalması, is­teklerin a'zamî Ölçüde uyarılmasına sebep olur. Bu esnada ferd, kendi kendine hayal ve düşüncelerin devamlı alkışı dolayısı ile her nevi tatmîn objeleri ile dolu, zengin ve geniş bir çevre veya beğendiği birini tasavvur edebilir.[127]

Özdeşleşme denilen şey, Ben'in yabancı bir Ben'in kimliğine girmesi­dir. Birinci Ben, bazı görüş noktalarında öbürü gibi davramr. Onu kısmen kendine mal eder. Özdeşleşme, başka bir kişiye bağlanmanın en eski bel­ki en önemli biçimidir.[128]

Hayatın bütün sosyal basamaklarında ve her yerde bu benimseme mekanizması faaliyet hâlindedir. Aynileşme ruha sulh, ahenk, tatmin ve saâdet bahşeder. Bu, basit bir taklit değildir. Zira olağan taklidler moda­larda olduğu gibi çabucak söner. Oysa benimseme süre içinde devam ede­rek bir itiyâd biçimini alıj. Hatta insanın şahsiyet kalıbını teşkil eder. Bunun yaratıcı muhayyile ile de ilgisi vardır. Bizi başkaları gibi hissetme­ğe, görmeğe, düşünmeğe ve felaketlerde bile onlarla yanyana yürümeye sevkeder. Bu durum hayatın her anında ve toplumun bütün sosyal mües- seselerinde daima görünen bir gerçektir.[129] Verilen bu psikolojik açıkla­malar, aynîleşmenin insan hayatında filî bir vâkı'a olduğunu göstermek­tedir. Tasavvuf ta, ideal olarak Hz. Peygamberi ve O'nun ahlâkını gerçek­leştirmeyi hedef aldığına göre, rabıta'nın bu gayeye götürmek üzere tesbît edilen bir eğitim metodu olduğu söylenebilir. Kâmil ahlâka sahip kişilerle kurulması gereken sevgi bağı diye tanımlanan râbıtanın "aslı ittihad'dır. Yani sevenin zatıyla, sevgilinin zatının aynı olmasıdır."[130] Ali b. Vefa: "Davranışlarında şeyhine benzeyen ve ona uyan kimseye, şeyhinin ma'rifeti ayniyle yansır. Bu yolla kişi, şeyhinin hâline ayniyle sâhip olur."[131] derken râbıta'nın niçin yapılması gerektiğine işâret etmektedir. "Kendini tanıman, şeyhini tanıman kadardır. Şeyhi ile bağlantısı kopan kimse, ağaçtan koparılmış bir dal gibidir. Kökten gelen besinden mahrum böyle bir dal nasıl kurursa, mürşidinden bağlantısı kopan kimse de öylece ku­rur. Müridin kalbini, mürşidinin kalbine bağlaması, hal ilminin eğitimin­de ve duyguların yansımasında asildir. Ne var ki bu yöneliş ve irtibat, şeyhin zâhirine değil, bâtınına uymalıdır. Zira bâtınını bırakıp sadece zâhirine bağlanan aldanmıştır."[132]

Karakter, başkalarının yaptıklarını aynen yapmak suretiyle yavaş yavaş ve farkına varmadan, ama sonunda kesin olarak biçimlenir. Birçok hareketler önemsizmiş gibi gözükebilir. Bunlar düşen kar lapalarına ben­zerler. Bunların ne olduğunun kimse farkında değildir. Yağan kann yer­de meydana getirdiği değişiklik önce pek hissedilmez. Ama kar yığınları sonradan çığ haline dönüşür. Tekrarlanan hareketler de böyledir. Biri öbürünü kovalar. Sonunda alışkanlık haline gelir ve böylece karakter iyi ya da kötü yönde oluşur.[133] Yıldızlar ve güneş için câzibe kaidesi ne ise, insanlar için de sevgi kâidesi odur.[134] İttibâ'ın râbıtaya delil olarak ileri sürülmesi, Hz. Peygamberle, ya da O'nun ahlâkını eksiksiz yaşadığına inanılan kâmil ve sâlih kimselerle aynileşme düşüncesinden dolayı olsa gerektir. Zira Pîr'de hiçleşmenin sonu, Hz. Peygamberle hiçleşme olmak­tadır. Kimi tarikatlarda mutasavvıf, yolunda ilerleyerek İslam peygam­berlerinin makamlarından (kadem) geçer. Adem'den Isa'ya varır. Çoğu sûfî bu makamlardan birinde kalır. Ancak mükemmel şeyh, Hz. Peygam- ber'de hiçleşendir. Ancak hakikat-i Muhammediyye ile aynileşerek insân- ı kâmil olunur. Şeyh ile mürîd arasındaki güçlü ilişki, müridin zihnini şeyh üzerinde toplaması demek olan "teveccüh" tekniğinde de görülür. Türkçe de şeyh ile mürîd arasındaki bu bağa "râbıta kurmak" denilir.[135] "Namazınızı beni kılarken gördüğünüz gibi kılın."[136] hadîsi sûfîlere göre, daha derin manada değerlendirilmiş ve O, namazlarında hangi duygulara erişebiliyorsa o duygulara ermeye çalışmak şeklinde ele alınmıştır. Öyle ki, ka'delerde "et-Tahiyyâtü" okunurken, "es-Selâmü aleyke eyyühe'n-Ne- biyyü" cümlesine gelindiğinde kişi, sanki yambaşmda Hz. Peygamberin varlığını Şemâillerde belirtilen özellikleriyle tahayyül edip canlandırmalı ve O'na selâm veriyormuş gibi selâm vermelidir. Zira arap gramerinde "Eyyüha” hitabı, bizzat karşımızda bulunana söylenen bir çağrı ifâdesidir. Bu selâm gıyâben verilmesi gerekseydi o takdirde "Ya eyyühâ" münâdâsı kullanılırdı.[137] şeklinde yorumlar yapılmış ve bu da râbıtaya delil olarak getirilmiştir.



  • "Andolsun Allah'ın Resûlünde sizin için, Allah'ı ve âhireti arzu eden ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek var­dır: (Savaşta sebat, güçlüklere dayanma, azim ve irâde, üstün ahlâk hep ondadır).[138]

  • "İbrahim’de ve O'nunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir misâl var."[139] âyetlerinde geçen "Üsve" kelimesi de râbıtaya delil ola­rak gösterilmiştir. Önder olan, kendisine uyulan ve davramşları başkala- rmca taklîd edilen kişiye "Üsve" denir. Kişinin gönlündeki gam ve kasveti gideren sevgili veya dostuna da bu isim verilir. Kendisine ma'nen moral veren, onunla teselli bulan ve yine ondan şifa umulan şey yerinde kullanı­lır. "İttisa" ise böyle birini idealize ederek örnek almak ve ona uymak de­mektir.[140] Birisine uymaksa, kendisine uyulanı görmeyi gerektirir. Bu gö­rüş, ya hissi olarak duyu organlarımızla görmekle, ya da manevi olarak düşünce dünyamızda hayalen tasavvur şeklinde gerçekleştirilebilir.[141] Burda hem Hz. Peygamberin, hem Hz. İbrahim'in hem de İbrahim'e tâbi olanların, mü'minler için "Üsve" olacağının beyan edilmesi ayrıca dikkat çekicidir. Elmalı bu âyetin tefsirinde: "Kudve veznindeki üsve, insanın başkasına ittibâ ile elde ettiği haldir. Uyulan iyi ise netice iyi, kötü ise so­nuç kötü olur."[142] Hz. Peygamberin "Kur'an'dan ibaret olan ahlâkı"[143] m, müminlere hedef olarak gösterip, kendilerini ona benzetme­ye çalışmalarının bir yolu da râbıta ile elde edilebilir. Bu idealizasyonun temellerini günümüz psikolojisinin tecrübelerinde de bulmak mümkün­dür. Nitekim insan benliğinin oluşumu izah edilirken onun:

1-îlkel benlik, ilk ben, iç ben veya alt ben (The İd, Le Ça, dases)

2-Ben, benlik (The ego, Le moi, das leh),

3-Üst ben, üst benlik (The super ego, Le surmoi, das uberich) şeklin­de üç kademede açıklandığı görülmektedir.

Bunlardan birincisi; bedenle haz ilkesine dayalı ilişkisi bulunan, doyurulması istenen içgüdüsel tepki­lerin ve karmaşaların uyanık olduğu düzeydir. İkincisi, kişiliğin çevreye uyumunu sağlayan, en önemli savunma düzenlerinin işlediği maskeli şahsiyet, Üçüncüsü ise, bir bölümü benliğe algılanan, ana-baba ya da da­ha kapsamlı olarak toplumsal değer yargılarından oluşan benlik amaçları ve vicdan denen iki bölümü olan değerler sistemidir.[144] Toplumda istenen kişilik standardının te'mîninde istifâde edilen en önemli metodlardan bi­risi, nasıl insan isteniyorsa o tip insanların topluma model olarak takdimi meselesidir. Mesela, İtalya'da Dunte, İngiltere'de Elizabeth ile Cromwell, Shakespeare, Raleigh, Sidney, Bacon, Milton, Herbert, Hampden, Pym, Eliot, Vane, Amerika için Washington, arkalarında lekesiz bir hayat örne­ği, büyük, dürüst, temiz ve asil bir karakter bırakmış, milletine ileride ona göre kendilerine şekil verecek bir model olmuştur. Onlar hayatta ol­duğu kadar öldükten sonra da fikirleri ve hatıraları ile dünyanın tuzu bi­beri olmuşlardır.[145]

Toplumda süper ego ihtiyacının giderilmesi ve oraya büyük ve kâmillerin örnek olarak yerleştirilmesi gereğini izah ederken Erich Fromm da şunları söylüyor:

Bilgi öğretirken insan gelişimi için çok önemli olan bir bilgiyi gözden kaçırıyoruz. Bu bilgi, yalnız olgun ve seven bir insanın varlığı ile sağla­nan bilgidir. Kendi uygarlığımızın belirli devrelerinde ya da Çin'de, veya Hindistan'da en değerli kişiler ruhsal nitelikleri öne çıkan kişilerdir. Öğ­retmen sadece bir bilgi kaynağı değildir. Aynı zamanda o, bu insânî de­ğerleri yaşayarak aktarmakla görevlidir. Çağdaş kapitalist ve Rus toplu- munda hayran olunan ve özenilen kişiler önemli ruhsal niteliklere sâhip olmayan kişilerdir. Bunlar aslında toplumun gözünde, sıradan insana kendinde olmayan doyumu sağlayan kişilerdir. Film yıldızları, radyoda eğlence sunucuları, sütun yazarları, önemli iş ya da hükümet adamları, tüm bunlara benzemeye çalışan kişilerdir. Gazetelerde onlara ilişkin ha­berlerin çıkması, bu işleri yerine getirmek için sahip oldukları en önemli nitelikleridir. Gençlerimize, kişinin eğlence adamı olarak değil de insan olarak başarıya ulaşabileceğini göstermek istiyorsak onların geçmişte ve bu gün, insanın insan olarak neler yapabileceğini kanıtlayan kişilerimizi tanımalarını sağlar, tüm çağların, geçmişin en büyük edebiyat ve sanat eserlerine dikkatlerini çekeriz. Eğer olgun yaşam örneği görüntüsünü de­vamlı kılamazsak tüm kültürel geleneklerimizin yıkılma olasılığıyla karşı karşıya kalırız. Bu geleneğin ayakta durması, öncelikle bazı belirgin bilgi­lerin değil, belli İnsanî özelliklerin aktarılmasına bağlıdır.[146]

Sir Charles Bell ise mektuplarından birinde bu konunun önemine işâretle şöyle diyor: "Eğitim hakkında çok şey söylenmiştir; ama bana öy­le geliyor ki bu arada örneği gözden uzak bulundurmuşlardır. Halbuki her ikisi bir arada bulundurulması gerekli şeylerdir. Ben en iyi eğitimi kardeşlerimin yanında, onları kendime örnek alarak yaptım. Ailenin bü­tün ferdlerinde bir kendine güven ve gerçek bağımsızlık duygusu vardı. İşte ben görerek bunu elde ettim."[147]

Bir odada tek başına bulunan insanın duruşu, oturuşu, odada başka­larının varlığı anlaşıldığı anda değişir. Sokakta yürürken üç-beş kişinin bir yöne bakması ya da koşması hemen bir kalabalığın toplanmasına se­bep olur. O halde insanlar için iletişim ve etkileşim için tanışma ve ko­nuşma mutlaka şart değildir. Bir süre birlikte bulunmak bile duygu ve düşünce alış-verişi ve davranış değişikliği için yeterli olabilir.[148] Bu ne­ticeyi maddî beraberlikle sağlamak mümkün olduğu gibi, manevî beraber­likle de te'mîn mümkündür. Bu düşünce ile olsa gerektir ki sûfîler, kâmil insan tipinin yetişmesinde, yine kâmillerin örnek alınması yolunun geçer­li olduğunu görmüşler ve bu gâye ile râbıtayı sistematik bir usûl haline getirmişlerdir. Hatta ahlâkın şekil ve biçiminden çok o şekil ve biçimin ayrılmaz bir parçası olan hâlin ve duygunun ancak bunu yaşayanlarla ge­rek madden, gerekse manen beraber bulunmakla sağlanabileceğini sa­vunmuşlardır. İbâdetlerin şeklini almak kolay ama, bunları gerçek mana­da îfa edenlerin, ibâdet ederken yaşadıkları hâlet-i rûhiyye nasıl te'mîn edilecektir? Sûfîlerin irsî ilim veya sârî ilim dedikleri hal ilminin eğitim metodu, onlara göre bu noktada saklı bulunmaktadır. Hz. Peygamber'in: "Allah'ım! Beni sevginle, seni sevenlerin sevgisiyle ve sevgisi beni, sana yaklaştıracak kişilerin sevgisiyle rızıklandır."[149] şeklinde duası, sevgi zin­ciri ve muhabbet irtibâtı ile kişilerin nasıl yönlendirilebileceğine işâret et­mektedir.[150]

İbrahim Hilmî el-Kâdirî: Kulluk görevlerinin yakîn, ihlâs ve huşu ile îfa edilmesi gerektiğine göre, bu duygular ancak kalblerin Allah'a ta'zîm ve saygı şu'uruna ermesi, kalbi bu hisse bağlamak, O'nu sevmek, O'na itâatı sevmek, O'na isyâna buğzetmek, O'nun Rasûlünü, vâris-i enbiya olan mürşidlerini ve sâlih kullarını sevmekle olur. Bu hasletlere, genel anlamıyla râbıta (râbıtatü'l-âmme) denir. Ki kul böylce Rabbına kalb hu­zuru ile münâcaatta bulunur. O'nun dışındaki her şeyi gönlünden siler. Çünkü sevgi öyle kuvvetli bir otorite sâhibidir ki, onun bulunduğu yerde başka sevgiye yer kalmaz,[151] derken hemen pek çok amelin ancak kalbî bir irtibâtla îfa edilebileceğini söylemektedir.

Maslow (1943), bir ferdin inkişâfı esnasında "üst kademe"deki ihtiya­cın ortaya çıkabilmesi için, "alt kademe"deki ihtiyacın yeter derecede tatmîn edilmiş olması lâzım geldiğini iddia etmektedir. "Alt kademe" tatmîn edilince, "üst kademe"deki arzular ortaya çıkar. Bir isteğin te'mînine tam olarak yarayan hedeflerin yokluğu halinde ferd bunların yerine geçebilecek ikâmet hedefler geliştirmeye çalışır. İnsanın erişmek istediği hedefin sembolik tasavvurunu, dâima kafasında taşıması, faâliyetlerinde sebat etmesine yaramaktadır. Sonra bu uzak ve nihâî he­defe giden yol üzerine birer birer geçmek üzere bir nevi menziller hâlinde ara hedefler koyar.[152] Bu psikolojik tesbitte de görüldüğü gibi eğitimde tedricen yükselmek asildir. Râbıtada da gâye, râbıta-i huzûr'dur. Ancak bunun gerçekleşmesi oldukça güç olduğu için, sûfîler mürîdlerini, önce Râbıtâ-i mürşid'i, ardından Râbıta-i Rasûlu, nihâyetinde Râbıta-i huzûr'u tahakkuk ettirmeye çağırmışlardır.

Bütün bu değerlendirme ve tesbitlerden sonra rabıtanın; tasavvufi bir eğitim metodu olduğu ve müridlere örnek ve hedef kişilik olarak kâmil şahsiyetlerin takdim edildiği söylenebilir. Zira ferdlerin sosyal hayata intibâkım sağlayan eğitimin temel sistemlerinden biri de, insan psikoloji­sinin vazgeçilmez vâki'alarmdan biri olan "başkalarına benzeme ve taklîd" duygularını dikkate alarak yönlendirmek, onları istenilen istikâmete sevkederek belirli bir seviyeye getirmektir. Çocukların daha ilk yaşlarından itibaren anne ve babalarını taklide yöneldikleri bilinmek­tedir. Çünkü onların körpe dimağlarında benimsenrnesi gereken ilk ideal şahsiyetler anne ve babalardır. "Anasına bakarak kızını, babasına baka­rak oğlunu al." denmesinin hikmeti her halde buradan kaynaklansa ge­rektir. Ergenlik çağında gençlerse, yapılarına, ana-babalarma, saplantı derecelerine, sosyal çevrenin ve okulun telkinlerine, okudukları eserlere ve arkadaşlarına göre edebî, kültürel, dinî, ideolojik vb. kendilerince be­ğendikleri ve hayranlık duydukları çeşitli ideallere benimseme gösterir­ler. "Ruhlarımız ve kalplerimizde yaşayan arzular,kahramanlarımızın şâhsında realize edilerek karşımıza çıkmaktadır."[153] Sinema, televizyon, basın-yayın organları benimseme ve benimsetme bakımından, ferdlerin ve toplumun yönlendirilmesinde müsbet ya da menfî rol oynayabilir. Ço­cukların çoğu hayal âlemlerini, te'sîri altında kaldığı sinema ve televizyon yayınlarının mâcerâları ve okudukları romanların kahramanlan üzerine kurarlar. Kendilerini onlara benzetmeye ve onlar gibi olmaya çalışırlar. Onların bu durumunu, sergiledikleri tutum ve davranışlardan ta'kîp et­mek mümkündür. Hayran olduklarımızı taklîd etmek ve "Bir topluma benzemeye çalışan onlardandır" hükmünce ister istemez onlara benzemek durumundayız. Her zaman kuvvetli, itibarlı, otoriter, sevilen ve sayılan şahsiyetleri taklîd etmek isteriz.[154] Unutulmamalıdır ki "Ma'rifet iltifâta tâbidir, iltifatsız meta zâyîdir." Benimseme, benzeme ve aynileşme ameli- yesi, aile, okul ve toplum hayatında çok önemli olduğundan, gerek psiko­lojide, gerek eğitim psikolojisinde ve gerekse sosyal psikolojide bu meka­nizmadan geniş ölçüde istifâde edilmektedir. Kültür sömürgeciliğinde de bunun yaygın bir metod olarak kullanıldığı söylenebilir.

Herhalde râbıta, insânî bir insiyak olan ve fizik benlik, sosyal benlik, moral ve ruhsal benlik şeklinde üç kademede ele alman[155] bu temâyülün müsbete icrâsından başka bir şey değildir. Her sanat dalının piri veya uz­manı, mensupları için bir râbıta unsuru olarak takdim edilip, "önün gibi olmaları" tavsiye edilirken, tabi'î olarak tasavvuf ta kendi istediği insanı yetiştirmek için müridlerin süper egosuna, moral ve ruhsal benliğine bir marangozu veya bir sarrafı değil, kendince kâmil saydığı ideal bir modeli koyacaktır. "Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar" atasözünde bir realite olarak varlığı ifâde edilen bu idealizasyon, insan-ı kâmilleri hedef almak­la, bu ihtiyâcı gidermeye ma'tûf olsa gerektir. Bunun en etkili usulü ise; karakter transferi ve şahsiyet yansımasını sağlamak üzere kişilerdeki taklîd, benimseme ve aynileşme mekanizmasını harekete geçirmek ve on­ları gerek madden, gerekse ma'nen sâlih ve âriflerle sohbet ve beraberliğe sevketmekten ibârettir. "Üzümün üzüme baka baka karardığı", "Hayran olduğunuz kimsenin bilinmesiyle kişiliğinizin belirlenebileceği" gerçeği dikkatten uzak tutülmamalıdır. Nitekim Hz. Mevlânâ buna işâretle şöyle söylemiştir:

"Eğer kasyetle kabin olsa mermer, Olursun sohbet-i ârifle gevher.

Lahzacık ârif-i Hakk'la sohbet, İyidir yüz senelik takvâdan."[156]

[1] Jöshua Loth Liebman, Kalb Huzûru (Çev. Sofi Hûrî), İstanbul 1962, 186.

[2] Dilimize Mustafa Ertem tarafından çevrilmiş ve 1975'de İstanbul'da neşredilmiştir.

[3]  Sofi Hûrî tarafından dilimize çevrilmiş ve 1962'de Kalb Huzûru adıyla İstanbul'da neşredilmiştir.

[4]  Liebman, Age., 188.

[5]  Liebman, Age., 188.

[6]  Hz. Peygamber'in anneden öksüz, baba'dan yetim kalmasına bü nazarla bakılabilir.

[7]  Tabakât ve Terâcim-i ahval kitaplarında, müelliflerin teferruata varan bir üslûb ile tanıtılması

bu gâye ile olsa gerektir.                                                                                                                            '

[8]  Joshua, Age., 188-189.                                                                                                                                                                .

[9]  Smiles, Age., 19-20.

[10] Joshua, Age., 189.

[11] Smiles, Age., 52.

[12]  İbn Manzur, Lisânü’l-arab, (Thk. Müşterek Komisyon), Kahire, 1979, III, 1560-1561; Fi- ruzâbadî, Besâiru zevi't-temyîz, (Thk. M. Ali en-Neccar), Kahire 1406/1986, III, 31-32; Asım Efendi, Kâmûs Tercemesi, İstanbul 1305, III, 55-56; İbrahim Hilmi el-Kadiri, Medâricü'l- hakîka fi'r-râbıta, İskenderiyye 1381/1963, 17-18; H. Muhammed eş-Şergâvî, Elfâzu's- sûfiyye, İskenderiyye Ts., 168-169.

[13] Kur'an-ı Kerîm, Âl-i îmrân(3), 200; el-Enfâl(8), 60.                                                                                                        1

14Bkz. es-Serrâc, el-Luma', 418-419; Kuşeyrî, er-Risâle, I, 263-265; Gazzâlî, İhyâ, III, 17-46;

Kelâbazî, et-Ta'arruf, 109, 181; Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, 459-467.

[15]  Âsim Efendi, Age., III, 56; Sühreverdî, Age., 139-145. Ayrıca Ribat'larm İslam tarihinde oy­. nadığı roller için blcz. Köprülü Fuad, "Ribât", Vakıflar Dergisi (Ankara 1942), Sy. II, s. 267­268.

[16]  K. Kerîm, YûsufU2), 52.

[17]  Misâl almak üzere bkz. Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst., 1306, I, 408-409; Elmalı, Hak Dîni

Kur'an Dili, İst., 1979, II, 1265-1266.                                           '

[18]   Buhârî, Vudu, 6; Müslim, Tahâret, 34-41; Tirmizî, Taharet, 39, 103.

[19]   K. Kerîm, el-Fetih (48), 4.

[20]   el-Isfahânî, el-Müfredât, Kahire 1970, 270-271.

[21]   Askerî ve idârî hizmetleri yanında dînî ve tasavvufî bir fonksiyon icrâ eden Ribat'lar için bkz. F. Köprülü, A.g. Makâle; Stihreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, Beyrut 1966, 103-117.

[22]   Haydarî-zâde İbrahim Fasîh, Mecd-i Tâlid Tercemesi, İst. 1307, 28.

[23]   Mevlânâ Hâlid, Risâle fi hakki'r-râbıta (Raşahât kenarında), İst. 1294, 238; Gümüşhânevî, Câmi'u'l-usûl, Mısır 1319, 166.

[24]   Mevlânâ Hâlid, Age., 238.

[25]   Mevlânâ Hâlid, Age., 238; a. Müellif, Risâle-i Hâlidiyye (Trc. Şerîf Ahmed b. Ali), Mısır 1257, 6-7.

[26]   Abdülhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerife, îst. 1342, 8.

[27]   Eraydın Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İst. 1981, 231; Gündüz İrfan, Gümüşhânevî A. Zıyaüddin, İst. 1984, 277; Öztürk Y.. Nuri, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 79.

[28]   Abdülhakim Arvasi, Râbıta-i şerife, 2.                      \

[29]   Fenâ ve bekâ için bkz. Kuşeyrî, er-Risâle, Kahire 1972,1, 262-3.

[30]   Arvâsî, Age., 25.

[31]   Gümüşhânevî, Câmi'u'l-usûl, İst. 1276, 224.

[32]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Medâricü'l-hakîka fi'r-râbıta' inde ehli't-tarîka, (Nşr. Adil Mahmûd el-Behiyy-Abdüsselâm Muhammed Sa'îd), İskenderiyye 1381/1962, 18.

[33]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., göst. yer.

[34]   Haydarîzade İbrahim Fasih, Age., 28.

[35]   Yazıcı Tahsin, "Nakş-bend", İA., IX, 54.                                                                                  -

[36]   İmam Rabbânî, Mektûbât, 187 ve 207. mektup.

[37]   Cami, Nefehâtü'l-üns, İst. 1980, 35; Hâce Muhammed Pârsâ, Risâle-i Kudsiyye Tercemesi

(Trc. Abdullah Salâhî), İst. 1323, 19.                                       • •

[38]   Harîrîzade, Tibyânü vesâil, Sül. Ktb. Fatih Bl. No: 430, I, 106®; Hocazâde A. Hilmi, Hadîkatü'l-evliyâ, İst. 1318,11/116.

[39]   Harîrîzade, Age., I, 106®.

[40]   Henri Corbin, L'Imagination créatrice dans le soufisme d'Ibn Arabi, Paris 1975, 27.

[41]   Câmî, Age., 35; Pârsâ, Age., 19.

[42]   Ferîdüddîn Attar, Tezkiretü'l-evliyâ (Nşr. Nicholson), Leiden 1905,1, 23.                                                       •

[43]   Ahmet Yaşar Ocak, Veysel Karânî ve Üveysîlik, İst. 1982, 102-103.                                 '

[44]   Attâr, Age., I, 24.

[45]     Pârsâ, Age., 18-19; Câmî, Age., 35; Harîrîzade, Age., I, 106a; Ocak, Age., 94.

,46 Y. Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 93.

[47]   İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 19.

[48]    Gümüşhânevî, Age., 166; Arvasi, Age., 8-9.

[49]   Arvâsî, Age., 34-35.

[50]   Bunun uygulamasının güzel bir tarifi için bkz. İrfan Gündüz, Gümüşhânevî Ahmed Zıyâüddîn, İst. 1984, 231-232.

[51]   Gümüşhânevî, Age., 166; Akşehrî M. Emin, Tarîk-i sevâb, Ty, Yy, 5.

[52]   Gümüşhânevî, Age., 166; M: Hâlid, Age., 5-6.

[53]   Nakşbend M. Nuri, Miftâhü'l-kulûb, İst. 1301, 12.

[54]   Nakşbend M. Nurî, Age., 13.

[55]   K. Kerîm, el-Hadîd (57), 4.

[56]   M. Nurî Nakş-bend, Age., 12-14.

[57]   Samuel Smiles, Age., 54-55.

[58]   Smiles, Age., 55.

[59]   Smiles, Age., 57.

[60]   K. Kerîm, et-Tevbe (9), 119. Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst. 1306,1, 966-967.

[61]   Mevlâna Hâlid, Age., 222.

[62]   Sühreverdî, Avârifü'l-ma'ârif, Beyrut 1966, 124.                  •    '*                                 '

[63]   İbnü'l-Mübârek, Kitâbü'z-zühd, Beyrut ty., 122; Aynı anlamdaki bir hadis için bkz. Buhârî, Zebâih, 31, Büyü', 38; Müslim, Birr, 146; Ebû Dâvud, Edeb, 16.

[64]   Tirmizî, Zühd, 45.

[65]   Buhârî, Edeb, 96; Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50; Daavât, 98.

[66]   Ebû Dâvud, Edeb., 49.                                                                                                                          •

[67]   Buhârî, Mezâlim, 5, Salât, 88; Tirmizî, Birr, 18.

[68]   Hucvîrî, Keşfü'l-mahcûb, 485.

[69]   Hucvîrî, Keşfü'l-mahcûb, 483-484.                                     .

  • 70 Abdülltadir İsa, Hakâik ani't-Tasavvuf, Halep 1384/1964,27-28.

[71] Ahmed Ferîd, el-Bahrü'r-râik, yy., 1986, 73-74.

[72]   Şa'rânî, el-Envârü'l-kudsiyye, Beyrut 1966, II, 168.                                                            •                                    ■

[73]   Amir en-Neccâr,et-Tasavvufu'n-nefsî, Kahire 1977, 411-412.                                                                             .     .. .

[74]   Şa'rânî, Age., II, 171.

[75]   Dağıstânî Ö. Zıyâüddîn, Tasavvuf ve Tarikatlarla İlgili Fetvâlar (Çev. İ. Gündüz-Y. Çiçek), İst., Ty: 147.

[76]   Seyyid Burhâneddin Muhakkik Tirmizî, Ma'ârif, (Çev. A. Gölpmarlı), Ankara Ty., 40; İbnü'd- Debbağ, Meşâriku'l-envâr, Beyrut 1379/1959, 11, 20.

[77]   İbnud-Debbağ, Age., 53; Amir en-Neccâr, Age., 417.

[78]   Aclunı, Keşfü'l-hafa, II, 70.

[79]   Gazzâlî, İhyâ, Rub'u’l-âdât, VI. Kitap II. bap, II, 591-592.

[80]   Smiles, Âge., 18.

[81]   Liebman, Age., 63-64.

[82]   Liebman, Age., 64-65.

. 83 Smiles, Age., 50.

.        84 Smiles, Age., 48.

[85]   Liebman, Age., 115.

[86]   Smiles, Age., 51.

[87]   Adasal Rasim, Yeni Medikal Psikoloji, İst. 1977, 258, 899; Köknel Özcan, Kişilik, İst. 1982, 197, 390-391; Krech-Crutchfield-Ballachey, Cemiyet İçinde Ferd, (Çev. Mümtaz Turhan), İst.

' 1970, 354.

[88]   Smiles, Age., 54.             .

[89]   Erich Fromm, Sevme Sanatı (Çev. Işıtan Gündüz), İst. 1982, 28-29.

[90]   Öztürk Y. Nuri, Kuşadalı İbrahim Halveti, İst. 1982, 85.

[91]   Öztürk Y. Nuri, Age., 85.

[92]   Mevlâna Hâlid, Age., 320.

[93]   K. Kerîm, el-Mâide (5), 35. Ayrıca bkz. Arvâsî, Age., 9; Saİd Seydâ el-Cezerî, ed-Dâbıta fi'r-

râbıta, Yy., 1377/1957, 14-15; İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 35; Bursevî, Rûhü'l-beyân, İst. 1306,1, 560-561.                   i

[94]   el-Cezerî, Age., 11; Mevlânâ Hâlid, Age., 7; Arvâsî, Age., 9; İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 26-39.

[95]    el-Cürcânî,Ta'rîfât, Dersa'adet 1318,171; el-Isfahânî, Age., 821; Âsim Efendi, Age., IV, 137; İbn

Manzûr, Age., VI, 4837-4838.                                                            ,

[96]    Isfahânî, Age., 821; Âsim Efendi, Age., IV, 137; İbn Manzûr, Age., VI, 4837-4838.

[97]   İbn Mâce, Sünen, Zühd, 4.

[98]   Takıyyüddîn es-Sübkî, Şifâü's-sakam fi ziyâret-i hayri'l-enâm, Haydarabad 1315; Zehâvî- zâde Cemil Sıdkı, el-Fecrü's-sâdık fî reddi alâ münkiri't-tevessül, Mısır 1323; Hamdullah ed-Dâcvî, el-Besâir li-münkiri't-tevessül bi-ehli'l-mekâbir, İst. 1984; Yûsuf b. İsmail en- Nebhânî, Şevâhidü'l-hakk fî'l-istiğâse, Mısır 1385; Muhammed el-Fakiyy, et-Tevessül ve'z- ziyâra, Kahire 1388/1968; Muhammed Ahmed el-Alemî, Hel mine'ş-şirki't-tevessüî, Mısır 1986; Musa Muhammed Ali, Hakîkatü't-tevessül ve'l-vesîle, Beyrut 1985; İbn Teymiyye, Kâidetün celîle fi't-tevessül ve'l-vesîle, Beyrut 1390.

[99]   Sübkî, Age., 119; ez-Zehâvî, Age., 55; Zâhid el-Kevserî, Malıâlât, Humus 1388, 478.

[100]    İbn Teymiyye, Age., 14.                                                                                                                  '

[101]     İbn Teymiyye, Age., 75-76.

[102]     en-Nisâ (4), 64. .

[103]    Ebu Dâvûd, Salat, 36.

[104]    İbn Hanbel, Müsned, III, 83.

[105]     Suyuti, Cami'u's-sağîr, II, 28; Heysemî, Mecma'u'z-zevâid, I, 333.

[106]    Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn Hanbel, Age., II, 265, 365. Ayrıca bkz. Sübkî, Age., 46; en-Nebhânî,

Age., 97; Kevserî, Age., 487.                                                       .

[107]    A. Ferîd,el-Bahrü’r-râik,Yy., 1986, 105.

[108]     Ebu îsa et-Tirmizî, Havle'ş-şemâili'l-Muhammediyye (Nşr. Mahmûd Sami Bey), Kahire . 1367/1948, 17-18.

[109]    A. Ferîd, Age., 12-15.

[110]     Beyhakî ve Deylemî'nin İbn Abbas'tan rivâyet ettiği bu hadis için bkz. Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, Beyrut 1351,1,132.

[111]     Şevkâni, Tuhfetü'z-zâkirîn, Beyrut Ty., 37.

[112]    K. Kerîm, Âl-i İmrân (3), 31.                                                       .                                                                                     .

[113]    Mevlâna Hâlid, Age., 241-242; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, el-Behcetü's-seniyye, Kahire 1319, 44; İbrahim Fasîh, Age., 29-30.

[114]     Bursevî, Age., I, 318-319; Elmalı, Age., II, 1076-1080.                                                                        .

[115]    Elmalı, Age., II, 1076-1080.

[116]    Bursevî, Age., III, 52-53; Elmalı, Age., Vı, 3846.

.117 Firuzabâdî, Besâir, II, 99; Asım Efendi, Age., III, 198-199; Isfahânî, Age., 95-96.

[118]    Abdurrahman Umeyre, et-Tasawufü'l-islâmî, Kahire 1977,18,19, 54.

[119]    A. Umeyre, Age., 53.

[120]    İbrahim Hilâl, et-Tasavvufü'l-islâmî, Kahire 1979, 145, 146, 162.                                    '

[121]    İbrahim Hilâl, Age., 153, 156, 157.

[122]    Krech-Crutchfield, Sosyal Psikoloji (Çev. E. Güngör), İst. 1980, 80.

[123]    Adasal Rasim, Yeni Medikal Psikoloji, İst. 1977, 258;

[124]    Adasal Age., 899.

[125]     Haluk Yavuzer, Çocuk ve Suç, 186-189.

[126]    Mümtaz Turhan, Age., 205-206, 223.

[127]    M. Turhan, Age., 142-143.

[128]     Freud, Psikanaliz Üzerine (Çev. A. Avni Öneç), İst., 1983, 84-85.

[129]    Adasal Rasim, Age., 256, 257, 258.

[130]    İbn Arabi, İlâhî Aşk (Çev. Mahmut Kanık), İst., 1988, 75.

[131]     Şa'rânî, Age., Ill, 15.                ’

[132]     Şa'rânî, Age., II, 11.

[133]     Smiles, Age., 30-31.

[134]     Liebman, Age., 72.                    „

[135]     Shimmel, Tasavvufun Boyutları, îst. 1982, 208-209.

[136]     Buhârî, Ezan 18, 60; Edeb, 27; Dârimî, Salât 42; İbn Hanbel, V, 53.

[137]     İbrahim Hilmi el-Kâdirî, Age., 16-17.

[138]     K. Kerîm, el-Ahzâb (33), 21.

[139]     K. Kerim, el-Mümtahine (60), 4.

[140]     Isfahani, Age., 20; Asım Efendi, Age., IV, 861.

[141]    el-Hani, el-Behcetü's-seniyye, 43; Gümüşhanevi, Cami'u'l-usul, 166; Arvasi, Age., 30.

[142]     Bursevi, Ruhü'l-beyan, IV, 318; Elmalı, Hak Dini Kur'an Dili, VII, 4900-4901.

[143]    Abdülhayy Fahreddin el-Haseni, Tehzibü'l-ahlak, Beyrut 1398/1978, 7-8.

[144]     Özcan Köknel, Kişilik, İst., 1982, 136.

[145]    Smiles, Age., 21-22.

[146]     Erich Fromm, Age., 111-112.

[147]     Smiles, Age., 46.

[148]     Köknel, Age., 410-411.

[149]    Buhârî, İsti'zan, 38; Müslim, Zikr, 32, 35; Ebû Dâvud, Salât, 119; Tirmizî, Salât, 95; Nese'î,

İstiâze, 63; İbn Mâce, İkâme, 23, 180.                                                                                                        ,

[150]    İbnü'd-Debbâğ, Meşâriku'l-envâr, 121.

[151]    İbrahim Hilmî el-Kâdirî, Age., 15.

[152] Mümtaz Turhan, Age., 124-128.                                         .

[153]     Sabri Akdeniz, Toplumlunuz ve Eğitimimiz, İst., 1982, 30-31, 64-65.

[154]     Prensey-Robinson, Psikoloji ve Yeni Eğitim, (Çev. Haşan Tan), İst., 1975, 261-263; Jersild Arthur T., Gençlik Psikolojisi, (Çev. İbrahim N. Özgür), İst., 1978, 94-95, 225.

[155]     Adasal Rasim, Age., 881-883, 899.

[156]     Ahmed Avni Konuk, Fusûsü'l-hikem Terceme ve Şerhi, (Hz. M. Tahralı-S. Eraydm), İst.,

.           1989,11,287.                                                                 .

\

MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ DERGİSİ

SAYI: 7-8-9-10
1989-1990-1991-1992

İstanbul-1995



Doç. Dr. Irfan GÜNDÜZ
Devamını Oku »