Mevlana ve Şems'in ilk Konuşması

Ledün ilimlerine anadan doğma istidatlı olmakla beraber zahir ilimlerle de fevkalade şöhretli olan Hak lisanının tercümanı Şems Tebrizî Hazretleri, Mevlâna Celâleddin Rûmî Hazretlerini irşad etmek için Tebriz'den ta Konya'ya gelmiş, irşad etmeden önce Mevlana'nın medresesinden hücresine döndükleri sırada yol üzerinde bekliyordu. Hazreti Mevlâna mehtabın etrafında çevreleyen hâre gibi yanlarında toplanan talebelerle birlikte büyük bi debdebe ve gösterişle karşısına gelince, ona şu suali sormaya cesaret etti:

'"Ya Mevlâna! Seyyidü'l-Mürselin ve Hatemü'n-Nebiyyin Cenab-ı Resul-i Ümmî mi büyüktür yoksa Sultanü'l-Ârifîn Bayezid Bestamî mi?"

Hazreti Mevlâna hayretle Cenab-ı Şems'e bakarak:

"Ya derviş, delirdin mi? Seyyidü'l-Mürselin Efendimizle Sultanü'l-Ârifîn mukayese olunur mu? Biri nurların cihanı ay-dınlatan güneşi, diğeri bir zerre bile değil... Seyyidü'l-Mürselin Efendimiz Doğuların Batıların sultanı, Bayezid Bestamî ise onun sadık bir bendesidir!" buyurdular.

Şems Tebrizî tekrar sordu:

"Öyle ama Risalet-meab Efendimiz Cenab-ı Hakk'a karşı:

'Seni hakkıyla bilemedik yarabbi!' diyerek münacat ettikleri halde Cenab-ı Bayezid: 'Seni mârifetinin hakkıyla bildim diyerek nimete şükrediyor. Bilmeyen bilenden nasıl büyük olur?"

Bunun üzerine Mevlâna Hazretleri dedi ki:

"Bu kıyas hiçbir zaman sahih bir ölçü olamaz. Zira Bayezid'in Cenab-ı Hakk'ı hakkıyla bildiğini söylemesi, istidat havsalasının darlığından dolayıdır. Vecdinin taşkınlığına dayanamaması ve ledün manalarının kalbine sığmaması yüzündendir. İki âlemin hocası Efendimizin, 'Yarabbi biz seni gereğince bilemedik.' buyurması Hakikat-i Muhammediye'nin; evvelkilerin, sonra gelen ve gelecek olanların ilimleri kendisinde toplanan büyük bir İlâhî kitap olduğu için maârif ve hakikatlere kanamadığından ötürüdür. Hakikat-i Muhammediye öyle geniş bir irfan deryasıdır ki, binlerce ilim ve maârif nehirleri içine aktığı halde daha fazlasını da alabilir. O yüzden Seni hakkıyla bilemedik, buyurdu. Bayezid ise kendi hakikatince küçük bir havuz derecesinde olduğundan on fazladan bir miktar irfan ab-ı hayatı akmasına tahammül edemeyerek derhal taşmasından dolayı: 'Seni hakkıyla bildim.' demeye cesaret ediverdi."

Bunun üzerine Hazreti Şems'e derhal cezbe geldi ve bir kere 'Allah!' deyip yere düştü. Mevlana Hazretleri bu hâlden pek üzülüp gerekli saygıyı göstererek. Cenab-ı Şems saadethanelerine kaldırıp misafir etti. Artık asıl amaç olan irşad etme irşad olma âlemleri başlamıştı.

Ataullah İskenderi -  Hikemi Ataiyye Şerhi
Devamını Oku »

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Fatih Çıtlak - 40 Mektup , Notlarım

Kıymetli evlâdım, kişinin bilmediğine sabretmesi kolaydır; sebebi hikmetini bilmez, dolayısıyla hükmünü tam veremez,iyi mi kötü mü, neticesini beklemek üzere sabreder. Bizim yolumuzda sair kimselere sabır daha farklıdır. Bizim büyüklerimiz karşısındaki insanın cibilliyetini, fıtratındaki şerri ve hileleri matuf ihaneti gördüğü ve bildiği halde sabreder. Hükmü verebilecek durumda olmasına rağmen, Cenab-ı Hakk'ın o hükmü huşu etmesini bekler ve hatta âleni bir hıyanete mâruz kalmadıkça elini de o kardeşinden çekmez. Burada meşgul olunması gereken, kendi nefsin ve kalbinde müşahade ettiğin Hakk muhabbetinin dâim olmasıdır.

"Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan." demişler. Böylesi durumlarda kendini müdafaa eyleme ve asla üzülme! Bak, mânâ âleminde ne güzel sohbetlere,iltifatlara ve tesellilere mazhar olmaktasın; yâr ile muhabbet etmeye dahi bu hayat yetmezken, seni anlam ayan ağyâr ile meşgul olmak beyhude değil midir?

Pek kıymetli evlâdım, bir vücut içerisinde nice azalar, cevherler ve maddeler vardır. Vücutta göz de var, kulak da, el de var ayak da;gıdalar, necasetler, zehirler hepsi bir kapta. Sen o vücudun muhabbet mahalli olan kalp civarından düşmemeye gayret et,bunu da ancak ihlâs ile başarabilirsin.

İhlâsta hangi mertebede olduğunu anlaman belli süre içinde pek kolay değil. Fakatşu kadarını bil ki insanlardan gördüğün iltifat ve ihanet senin Hakk'a muhabbetini değiştirmiyor, gönlünün safası bozulmuyorsa inşallah ihlâs makamına kadem (ayak) bastın demektir. Dört bir yandan savaş haberleri gelmekte ve insanların çoğu fakr û zaruret içerisinde inlemekte. Ahvâl böyleyken ve insanların bahçesi gibi olan sohbet ve zikir meclislerinde, kişilerin birbiriyle çekişmesi, gıybet etmesi, sevmeye bahane arayacakken, küsmeye bahane araması Hakk Teala'nın gazaba geldiğinin veyahut geleceğinin en bâriz özelliğidir
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Evlâdım vehim yapma, korkuya da kapılma. Kendi kendine âsude (yalnız) kaldığındaki halinden bahsediyorum. Yani kalbinin atmadığını, nefes alamadığını, dakikalarca bu halin devam ettiğini anlatıyorsun ya, işte o hâl;zikir esnasında Cenab-ı Hakk sana ilham etmekte ki Allah'ın zikri ile daim ve kâim olanların tabiat zincirlerine ve beden zindanına ihtiyacı yoktur. Zira bunlar ve herşey Allah ile daim ve kâimdir. İşte sana gösterildi ki kalp sebeb-i hayat değildir. Nefes de öyle; vesile-i hayattır. Hayatın kendisi değildir. Kişi Allah zikri ile tatmin olsa başka şeye muhtaç değildir. Bir dem olsun sana bunu yaşatmışlar. Eğer korkup endişeye kapılmasaydın bu halin saatlerce devam edebilirdi
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Cenâb-ı Hakk bu âlemi muhabbet üzre yaratmıştır. Bu muhabbetini rahmetiyle kuşatmış ve örtmüştür. Bu rahmeti de ilm-i ilâhîyesiyle ihâta edip o ilimde rahmetini saklamıştır. İlim tek başına maksûd ve matlûb değildir. Olamaz da. Rahmetin ve o rahmet içindeki muhabbetin ilimle birleşmesi lâzımdır. Eğerkişi hakîkî ilim tahsilinde bulunduysa muhakkak rahmetten ve muhabbetten nasîbdâr olur. Çünkü kâinat böyle vücûda gelmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın bir meşiyet-i ilâhîsidir(Kâinat nizamına yerleştirdiği kaidedir, murâdıdır.).

Şimdi, ilmi matlûbve maksûd olarak görenler bu idraksizliklerinden dolayı rahmetinden istifade edemedikleri gibi bu mahrumiyetleri onları aşktan da bihaber olmaya sevketmiştir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın sahih ve temiz niyetle ilmi taleb etmeyenlere mâni olması için halk eylediği perdedir. Binâenaleyh maksûdu ve matlûbu Hak Teâlâ olmayanlar bu perdeye ve bu perdenin tuzaklarına takılır kalırlar.
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bir kişi namaz için niyet edip abdest almak üzere hareket ettiği andan i'tibaren namazın fazileti ve mânâsıyla haşr ü neşr olur. Bir kişi abdest almak üzere ayağa kalksa ve o anda ecel erişse namazdaymış gibi muamele görür ve haşr gününe kadar bu hal üzere kalır veöylece kıyamet meydanında isbat-ı vüçûd eder. Ol sebebden namaza Allah u Ekber diye dururuz. Canımızı Allah'a kurban ettiğimizi, mâsivadan geçtiğimizi, dünyayı elimizin tersiyle ittiğimizi ve Allah katındaki mânevî hüviyetimizi tasdik eder gösteririz. Yüzümüz kıbleye döner. Ellerimizin içi de kıbleye döner. Zîrâ avucun içi bâtındır. Ve cümle işler elimizin dışıyla değil içiyle yapılır. Dünya sahnesinde hep ellerimizin üstünü görürüz.

Fakat mânâ penceresine açılan ve böylece o pencereden Cenâb-ı Hakk'a varlığını ısmarlayan kişi avucunun içini kıbleye açar. Bu iftitah tekbiriyle ve bu açılışla maddeye kapanırız. Maddî âlemden sırlanırız. Mânâya doğarız. O andan i'tibaren artık vücûd bize ait değildir. HakTeâlâ'nın emrettiği vakitte mecburiyetle değil severek, isteyerek, kendi ihtiyarımızı(seçme hakkımızı) rızamızla sevkederek bu ihtiyarımız elimizden alınmadan evvel huzura dururuz. Tercihimizi haktan ve mânâdan yana kullanırız.Dolayısıyla namazda dışarıdan ses duysak da bakmayız, âzâlarımızla oynayamayız. Kolumuzu, başımızı, elimizi ayağımızı o namaz hududunun dışına çıkacak şekilde oynatamayız. Emr olunduğumuz gibi ve Efendimiz'den gördüğümüz gibi namazımızı edâ ederiz. "Huzuruna geldim yâ Rabbî." diyerek kıyam eder, el bağlarız. Bu âlemdeki asıl vazifemizi yani hamdetmeyi Fatihâ -i şerîfi okuyarak tasdik eder, tahmid ederiz. Üzerimizdeki kulluk emanetiyle iki büklüm olur,tevâzu'yla ve bu emanetin azametiyle rükû'a varırız. Ol sebebden "Subhane rabbiye'l azîm" diyerek azamet sahibi Hazret -i Allah'ı teşbih ve tenzih ederiz. Onun azameti karşısında eğilmemizden dolayı Allah Teâlâ bize kendi lisanıyla konuşmaya müsaade eder ve "Semi' Allahu limen hamideh -Allah hamdedenin bu hamdini duydu." dedirtir. O, Cenâb -ı Hakk'm bizi duyduğunun lisânımızdan zuhûrudur. Bu sözü hariçte söylesen boynun vurulur, elinde delilin mi var, derler. Şâir yerde söyleyemezsin ama Hakk'a ta'zîm ile rükû' eden kişiye ve kendi benliğini Allah Teâlâ'ya verene Allah, konuşma selahiyetini bir anlık da olsa verir. Kıyama durduğunda kulun Allah'a yaklaşması, rükû'dan sonra kıyama durduğunda Allah Teâlâ'mnkuluna yaklaşması vardır. Düşün, tefekkür et. İşte ol zaman kul bu hal üzre secdeye kapanır. Cenâb -ı Hakk'ın hamdimizi duyduğunun tasdikini kendi ağzımızdan yine bize duyurduğunu farkettiğimizden mahviyetle secdeye kapanırız. AllahuEkber diyerek bu âlemde şahsiyetimizin nişânesi olan yüzümüzü yere sürer, kendimizi kaybeder, Allahımızı buluruz. O secdeden ancak tekbirle kalkılır. O'nun izniyle secdeden kalkınca bir defa daha bu secdeden mahrum olmamak için Allahu Ekber diyerek gene secdeye kapanırız. Sonra kıyama kalkar, artık o tevhîd merâtibini ve îmân derecelerini, mi'râc sırrınıher rekâtta adım adım farkeder ve namazın nihayetinde Ettahiyyatü okuyarak sidretü'l -mühteha'dan öte Cenâb -ı Hakk'ın mahrem hudutlarında ve huzur -i Rabbanî'de oturarak karar kılarız. Sonra selâm eder, husûsî halden umumî hale geçeriz.Namazda konuşamayız, selâm verdikten sonra tekrar bu âlemde konuşmaya hak kazanırız. Ne buyurmuş Efendimiz:"Esselâm, kable'l -kelâm -Konuşmadan evvel selâm vardır." Namazda huzur zevkini tatmayan kişilerin kelâm etmeye hakları yoktur, vesselâm.

Çok kısa olarak lâkin müşahede makamında namazın hallerini sana arzettim. Şimdi îmân nuruyla veirfan nazarıyla baktığında bu halin tezkiye -i nefis ve tasfiye-i kalb olduğunu farketmez misin? Nasıl farkedilmesin ki, başka bir şey yoktur. Tamamıyla bu halin ayân beyân meydana konulmasıdır namaz.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bazı ahmaklar velî zâtlara hürmet ve muhabbet etmeyi dinin dışındaki bir muhabbetmiş gibi bid'at kabul ediyorlar. Böyle kabul etmek, sonradan uydurulmuş olanların yani bid'atların başıdır. Fahr-i âlem(sav) buyurmuyorlar mı: "îmân etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe îmânetmiş olmazsınız." diye.

Adı üstünde Allah velîsi olan zâtları Allah için sevemeyen bir kişi seni beni sever mi? Bu sevgiden mahrum olan kişi Efendimiz'in buyurduğu üzre îmân sahibi olabilir mi? İmânâ eremeyen kişi dünyada ve âhirette huzurlu bir kalb sahibi ve cennet sıfat ve âhirette cennet mekân olabilir mi, ki hadîs-i şerifte 'birbirinizi sevmedikçe' buyruluyor.Yani kemâlinize, nâkısânıza bakmadan birbirinizi seviniz ikazında bulunuluyor. Nâkısı bile sevmek îmân alâmeti iken kâmil-i sevmemenin ne alâmeti olduğunu tefekkür edebiliyor musun? Dikkat et ki, kişi velâyet sahibi zâtlara töhmet etmekle şeytanın adımlarını takip eder. Bu nev'î insanlar bir müddet sonra nâfile ibadetleri terk eder ve hatta ashâb-ı kirâmı da hafife alır hale gelirler. Sonra daha da ileriye giderler.

Efendimiz(sav)'in sünnetinden ayrılır, sünnet-i şerîfelerini de küçümserler. Onlar bilmezler ki Allah velîlerine dil uzattıkları için Resûlullah Efendimiz onlardan nazarlarını çekmiştir, ol sebebden Efendimiz'e muhabbet edemezler. Efendimiz'e tâbi olmayı onun sözünü ezber etmek, tarihteki ma'lûmatı hafızaya almak zannederler. Ve neticede Allah Teâlâ muhafaza eylesin, Hak yoluna tevdi' ediyorum zannederken kendi benliklerinden görünür, insanları bâtıla sevkederler. Böylece, yani velâyeti inkâr ederek kendilerini tercih ettiklerinden kendi benliklerinden görünür, Allah velîsi olarak kendilerini ilân ederler. Allah velîsine bakarsın,Cenâb -ı Hakk'ın muhabbetini, nurunu müşahede edersin. Velev ki âyet okumasın, hadîs-i şerîf nakletmesin.

Huzurunda bumu habbetle dolaşsın. Kaldı ki onlar âyet-i kerîme ve sünnet-i şerife üzre oturup kalkar ve hep bu nurla kişileri hidayete sevkederler. Amma öteki herife bakarsın, lisânında âyet, din vardır. Fakat halinde ve kelâmında küfür kokusu, benlik ve enâniyet âşikâre zâhirdir. Velilik yoktur. Bu nev'î haller yoktur derken o yokluk beraberinde bir isbat gerektirir. Peki neyi
isbat eyler? Halleriyle, duruşuyla ve kelâmıyla sadece kendi benliğini isbat eder. İşte bunlar tevhîd üzre değil, tefrik ve dalâlet üzre olan insanlardır. Koyun postun bürünmüş, vahşi kurttan daha tehlikeli yol kesen eşkıyadandır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Tefekkür feylesoflar gibi akıl yürütmek değildir. Tefekkür, kalbdeki doğru hissiyatın aklı îkaz etmesi, aklın da bu îkaz ile kendine lâzım olan ilmi tahsil etmesi, bu ilim tahsil edildikten sonra da akılla kalbin yani Cenâb-ı Hakk'ın râzı olduğu hissiyatla hakîkî ilmin birbiriyle nikâhlanmasının neticesidir. Nasıl akıl iki bilinenden bir bilinmeyeni çıkarıyor, hislerin yanıldığı sahalarda devreye girerek o yanlışlığı tashih ediyor(düzeltiyor), işte tefekkür de ma'lûm olandan meçhulü bulmayı, mânâ sahasındaki doğrular vesilesiyle de nâkıslıkları bertaraf etmeyi insana bahşeder.Aklın bilgisi, kalbin buluşu ve muhabbetiyle birleşmezse o ilmî fikir kişiyi bâtıla düşmekten kurtaramaz.

Kur'ân-ı Kerîm'de Ebu Cehil aleyhillâne için "fekkera-fikir yürüttü, güya düşündü" mânâsına gelen bir istihza cümlesi vardır. Yani Kur'ân-ı Kerîm'e baktı baktı da kendince ölçtü tarttı. Kendi kıt aklının bozuk terazisinde tarttı. Peki sonra ne oldu? "Bu ancak bir beşer sözüdür." dedi. Allah Teâlâ, kalbi devreden çıkararak sadece aklıyla düşünmeyi tefekkür zannedenleri Ebu Cehil'in süflî derekesini işaret ederek "Canı çıkasıca, nasıl da fikir yürüttü, ölçtü biçti, yazıklar olsun, helak olasın." mealindeki tehdidiyle îkaz etmektedir. Akıl tabiî ki lâzımdır. Amma hangi akıl? Şimdi bunu tefekkür ederken şunu düşün güzel evlâdım! İmân kalbîdir. Kalbte o îmân nuru zuhûr ettiğinde hemen bunu muhafaza edip tasdik ederse artık o kalb îmânın mazharıdır.

En büyük ilim Allah'ı bilmek ve îmân etmektir. Tüm ilimler bu ilme hâdimdir. Bu îmâna hizmetçi olmayan ilim, kendisini tahsil etmek isteyenden Cenâb -ı Hakk'a sığınır. Yani ilmin de kendine mahsus bir hüviyeti ve Hak katında ta'yin edilen bir vücûdu vardır. Ol sebebden Allah'ın emrinde kullanılmayan ilim hakkını mahkemede arayan şahıs gibi kâdı-yı mutlak olan Cenâb -ı Hakk'tan adalet ister ve zâlim elinden kurtulmak için müracaat eder. İşte ol sebebden dolayıdır ki kalbsiz ve îmânsız ilim yeryüzünde nerede baş gösterirse güya o ilim sahipleri olduğunu iddia eden kişiler cemiyetin en zâlimleri olarak baş gösterirler.

Zîrâ ilmin kendilerinden bîzâr olmasıyla Allah hükmünü tahakkuk ettirmiş ve hakîkî ilmi yani îmânı onlardan almış, bu ellerinden gittikten sonra da cahil insanın yapacağı en feci zulümleri kendi elleriyle yapar hale gelmişlerdir. Şöyle bir tarihe baksana, en büyük zulmü yapanlar kendi devirlerinin sanatında, zenginliğinde en ileri olan kavimlerdir. Ezcümle şunu demek isterim ki: İlim bilmektir amma ilim tahsili bile taklidde kalırsa yani kalb ile izdivaç
etmeden hariçte saha bulmak derekesine düşerse zulümden başka bir şey çıkmaz.

İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir

Allah Teâlâ da nerede zulüm varsa, oranın çökmesini âdet-i subhaniyesi olarak va'detmiştir. Kâbe'de zulüm olsa Kâbe-i Muazzama çöker. Evde zulüm olsa ocaklar söner, devlet, teb'asına zulmetse muhakkak o devlet parçalanır. Kişi kendi nefsine zulmetse o nefis de parça parça olur. Yani tevhîdden uzaklaşır. Ruh, nefis, kalb bir cümle etrafında birleşemez.Parça parça olan bu nefis bir olan Allah'ın birliğini, Fahr -i âlem Efendimiz'in nurundaki birliği, sırat -ı mustakîm'in vahdet yolunu bulamaz. Bulsa da sadrına şifa olmaz. Zîrâ bu mânâyı cem edecek bir vücûda, bir mânâya sahip değildir. Hüviyetini tescil edecek şahsiyet olmaktan uzaktır. O kişi, davasında samimi olamaz. İbadet taata neş'e gelir gibi olsa da parça parça olduğundan tefekkür edemez. Tefekkür edemeyince de taklidde kalır.

Taklidde kalan hangi terbiyeyle kemâle erişebilir?Hangi benliğiyle tasdik makamına erişebilir? Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin çok muhteşem bir sözü vardır,Mesnevî -i Mânevî'de. O büyük Allah velîsi bir beytinde der ki: "Kâfirler maymun iştahlıdır." Fakir, gençliğimde bunu okuduğumda pek mânâsını anlayamamıştım.

Kâfirleri yermek meyânında söylenmiş bir söz zannetmiş idim. Lâkin öyle değilmiş. Hazret -i Pîr bu beyitte kâfirlerin küfründe bile samimi olmadıklarını işaret buyuruyormuş yani "Kâfirler
Hakk'a karşı çıkışırlar, devamlı itiraz ederler. Bu çekişmeleri gerçekten bir fikre sahip oldukları için değildir. Taklîden, laf olsun diye, öylece atalarına karşı olmak içindir. Yanlış da olsa bir i'tikadları yoktur. Eğer küfürlerinde samimi olsalardı o küfrün beyhude olduğunu anlarlar ve neticede o küfrün dahî Hakk'a nisbeti olduğunu, Hakk'ın müsaadesiyle zuhûr ettiğini farkedip bir şekilde îmân cihetine tâbi olurlardı. Amma öyle olmadı. Zîrâ küfürleri bile samimi değildir." denilmek isteniyor.

Bu muhteşem bir sözdür. Bir kişi samimiyetle puta tapsa, o tapınmanın samimiyetinden edindiği putun hiçliği nive bu yaptığının beyhude olduğunu eninde sonunda anlar. Peki durum böyleyse Hak Teâlâ'ya samimiyetle, ihlâsla, taklîden değil hakîkaten ve tahkîken ibadet eden bir kişi Hakk'ın nice tezahürlerine ve tecellîlerine mazhar olur bir düşünsene!Cenâb-ı Hakk îmân, İslâm ve ihsan mertebelerine işaret ederek bizi tefekküre sevketmiyor mu? Taklîden îmân kişiyi menzile eriştirmez. Tahkîken îmân kişiyi İslâm'a, tahkîkî İslâm kişiyi ihsana, Cenâb -ı Hakk'a kurbiyyete îsal eder (ulaştırır,vâsıl kılar)-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hak celle ve âlâ Kur'ân -ı Kerîm'inde "Elestü bi rabbüküm" buyuruyor. Yani "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Kullarının da cevaben "Belâ"yani "Bilakis(Yâ Rabbi, sen bizim Rabbimizsin.)" diyerek tasdik ettiğini beyân buyuruyor. Cenâb -ı Hakk "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorabilirdi. Amma kelâmında böyle buyurmadı, bu, muhakkak bir sebebe mebnîdir. Müfessirler ve âlim olan zâtlar bu âyetin tefsirinde şu hikmete dikkat çekmişlerdir: Hak Teâlâ "Ben sizin Rabbinizim değil mi?" diye sorsa belki şuursuzca, tefekkür etmeden hatta korkudan, bilmeden tasdik edilebilirdi. Ama suâl menfî soruldu. "Sizin Rabbiniz değil miyim?" suâline muhâtab olan kişide, Hak Teâlâ'yı Rabbi olarak tasdik etmezse kendisini nasıl bir
musibetin bulacağını ve Allah'sızlığın nasıl bir helâk olduğunun derdini idrak vardır, bu yüzden o idrakle, şuurlu bir şekilde "Belâ"diye cevap verdi. İşte bu arzettiğim tefsirin az evvel bahsi geçen mevzuları nasıl cem ettiğini farketmişsindir. Yani ruhlar âlemindeyken bile bizler tefekküre, şuurla îmâna sevkedildik. Bu sevkedilişte dahî derde talib olduk. İnsan derdini idrak etmekle dermanı müdrik kılındı. Ol sebebdendir ki, mü'mînler o kimselerdir ki onların derdi Allah'tır ve Allah'tan ayrı kalma korkusu mânâsına gelen takvadır.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hatırıma gelmişken hemen söyleyeyim; yeni yeni âdetler çıktı. Geçenlerde maalesef bir arkadaşımız konuşurken tevafuk eyledim. O kişi vefât eden tanıdığı için "Toprağa verdik." deyince başımdan aşağı sanki kaynar sular döküldü. Yâ hû, insan toprağa verilir mi? Biz Nasranî miyiz ki toprak toprağa, ateş ateşe, küller küllere kavuştu, diyeceğiz. Topraktan yaratıldık ama topraktan gelmedik ki, biz Allah'tan geldik, yine Allah'a döneceğiz. Toprağa giren cesettir. Biz cesetten ibaret değiliz ki!

Ve inşâallah toprağın içine girsek de toprakta kaybolmayacağız. Biz toprağa sırlanacağız. Kabrimiz bizler için sır kapısıdır. Dünya üzerinde sırlanır, âhirete o sırla nurlar gibi doğarız inşâallah.Geçmişte yaşamış âlimler bu sözleri Müslüman evlâdının söyleyeceğini bilseydiler bu nev'î sözlerin küfür olduğunu kitaplarına dahî yazmaktan çekinmezlerdi. Toprağa hayvan verilir, insan değil. İşte lisân bozulunca insanlık da bozulur. Ol sebebden Allah Teâlâ, halîfe olmamız hasebiyle lisânlarımızı kelâmıyla süslemiş ve indirdiği Kur'ân -ı Kerîm ile lisânımızı dahî ıslah eylemiştir.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-Ömrün uzunluğundan ziyâde bereketli olması ehemmiyetlidir.

Öyle insanlar vardır; âdetâ ceset içinde cansız yaşarlar. Sinni(yaşı) neredeyse asrı(yüz seneyi) bulmuştur. Ama kalbinden, ruhundan hatta kalıbından bile habersiz yaşamıştır. Niceleri de vardır ki ömür olarak kısa lâkin amel olarak çok uzun ve bereketli hayat sürmüşlerdir.Bak Sultan Selim Han'a. Yedi, sekiz sene içerisinde dünyayı dize getirmiş bir padişahtır. Derler ki, altı sene daha yaşasaydı yeryüzünde İslâm'ın bayrağının dalgalanmadığı hiçbir toprak parçası kalmayacaktı. Çok bilinen bir şahıs olduğu için Sultan Selim Han'dan misal verdim. Yoksa nice zâtlar gelmiştir. Sayısı Allah'ça ma'lûm olan bu şahıslar kısacık hayatlarına âlemleri sığdırmış, âlem onlarla ihya olmuş, onlar bu âlemde yaşayıp, ölüp gitmemişler, âhirete ve dünyaya sultan olmuşlardır. Tabiî ki hem yaşça hem halce uzun ömür Allah Teâlâ'nın husûsî bir lütfü ve ihsanıdır. Cenâb -ı Hakk halimizide, yaşımızı da pîr eylesin. Hep o muhabbetle bir eylesin.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bereket dedik, söz bereketlendi. Bunu niçün anlattım evlâdım?
Şunun içün: Yemek bitti, denmez. Şimdi dersin ki; "Ya hû şeyhim, biten yemeğe neden 'bitti' demeyelim?" Demezsin ya, ben yine de sebebini îzah edeyim: Allah Teâlâ lûtfuyla bizi rızıklandırır. O rızık cümlesinden önümüze lokmamız gelir. Lokmayı besmele ile yersin. Tamamladıktan sonra'elhamdülillah' diye lisânen şükrünü edâ edersin. Fakat biter mi? O lokma sende vücûd bulur, besmeleyle, hamdeleyle vücûduna dâhil olan o taam(yemek) bir mü'minin kursağından geçtiği için kendi lisân-ı haliyle Cenâb -ı Hakk'a şükreder.Sen o gıdanın kuvvesiyle ibadet taat, zikir, fikir ve mahlûkata hizmet edersin. Böylece vücûdunda fâni olan lokma senin ibadet taatınla tekrar vücûd bulur. Sendeki vücûdla onun hayat bulması ve senin Cenâb -ı Hakk'a şükür halinde bulunman vesilesiyle nimet çoğalır, artar. Âlem değiştirir. Cennette ikrama, âhirette devlete vesile olur. Yani bu vücûd orada daayrı bir vücûd bulur. Lokma sende fâni oldu, vücûd buldu. Sen taatla kendi vücûd lokmanı fâni ettin, vücûd buldun.Cenâb -ı Hakk seni vücûdsuz mu koyacak? Hâşâ, Cenâb-ı zü'l-Celâl Hazretleri de sana ilâhî hazinesinden bir vücûd verecek.Şimdi böyle baktığında sen o lokmaya 'bitti' diyebilir misin? Bu mânâya işaret etmek için, 'bereketlendi' dersin. Yani zâhiren kayboldu, bâtında vücûd buldu, o vücûdla bereketlendi, ziyâdeleşti. Çok küçük gibi görünen bu ifade çok büyük mefhumu ve idraki beraberinde getirir. Meselâ; meydan terbiyesinde şu kadarcık edebi sözle tâlim eden bir zât anlar ki maldan infak edildiğinde mal bitmez. Candan infak edildiğinde beden çökmez. Mü'minlerle paylaşmayı ve infak etmeyi kendisine şiar edinir. Allah yoluna sarfedilen şeyi tükendi, bitti kabul etmez. Küpü boşaltacaksın ki yerine dolsun. İnfak etmeyen kişi tazelenemez. Bereketten de nasîbdâr olamaz.



---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Çok hoşuma giden bir latîfe var. Onu zikredeyim de birazefkârımız dağılsın. Adamın biri işrak vakti camide namazını kılmış, yani üzerine güneş ibadet taat ve zikirle doğmuş,câmiden çıkıyormuş. Avluda karşısına nur çehreli bir pîr gelmiş. Selâmlaşmışlar. Gelen zât bizim adama "Efendi, bir isteğin var mı, hâcetin var mı?" diye suâl etmiş. Adamcağız tin "Estağfirullah teşekkür ederim, hiçbir hacetimiz yok, sizin bir arzu isteğiniz varsa yapmaya gayret edeyim." demiş. Gelen pîr adama "Ya hû ben senin için buraya geldim, hizmet edeyim diye. Ben Hızır'ını demiş." Lâkin bizim adamdan yine ses yok. "Teşekkür ederim, efendim. Siz başka ihtiyaç sahiplerine bakınız, benim herhangi bir hâcetim yok." demiş. Hızır olduğu anlaşılan zât adama çıkışmış: "Ya hû sen ne biçim adamsın!Herkes beni bulmak için adaklar adar, dualar eder. Biz senin yanma geldik, hiç i'tibar etmezsin." O zaman, bizim o sakin adamcağız birden celallenmiş. "Bana bak mübarek!" demiş. "Ben bundan yirmi beş sene evvel inim inim inliyordum. O kapı, bu kapı dolaşıyordum. 'Yâ Rabbî, Hızır mı gönderirsin, hâzır mı gönderirsin, Senin hidayetine beni eriştir.' diye dua ediyor, yalvarıyordum. O zaman gelmedin. Eh elhamdülillah biz şimdi bir pîr kapısı bulduk. Oradan da nasîbleniyor ve elhamdülillah aşkullahı ve muhabbet-i Resûlullah'ı meşk ediyoruz. Şimdi gelip de benim bu sakin halimi bozma, başka müşkili olanlara git, beni de meşgul etme. Zîrâ râbıtama mâni oluyorsun." demiş. Selâm vererek oradan uzaklaşmış.Bendeniz bu latifeye pek gülerim. Amma sen sen ol, Hızır sana uğrarsa böyle yapma. Merak etme, o dahî pîr eşiğinde bulduğun devlettir. Yol tevhîd yoludur, şaşı olma.

--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Fatih Sultan Hazretleri İstanbul'u fethettikten sonra hocası Akşemseddîn -i Velî'ye, "Bu fetih bize müyesser oldu lâkin merak ediyorum tekrar küffar eline geçmesi mukadder mi yahut bu beldenin Müslümanların elinden çıkmaması için nasıl tedbir alalım?" diye sormuş. Hacı Bayram -ı Velî Hazretleri'nin halîfesi olan Akşemseddîn -i Velî Hazretleri bu mes'eleyi Cemâleddîn -i Halvetî Hazretleri'ne havale etmiş. "Beraberce gidelim, Hz. Şeyh'ten bunu suâl edelim." demiş. Hz. Şeyh Cemâleddîn Aksarayî Halvetî, Fatih Sultan Efendimizin bu sorusunu izn-i ilâhî ile şöyle cevaplamış: "Ey oğul, bu belde-i tayyibenin(güzel beldenin, İstanbul'un) kıyamet sabahına kadar küffâr eline geçmesini istemiyorsan öyle,bir nizam kur ki, her gün yetmiş bin kelime -i tevhîd bu mübarek beldenin semâlarına yükselsin. İşte o zaman düşman istilasından emin olur." Hemen bunun üzerine Sultan Fatih Mehmed Han zikir halkalarının bulunduğu yerler ikame eylemiş. Meselâ Ayasofya Câmii, ki, diğer adı Câmi -i Kebîr'dir: Halvetîlere,Edirnekapusu'ndaki Kâriye Câmii ricâl-i Nakşiyye'ye havale edilmiş. Bunun gibi birçok sokak ve caddelere mescidler inşa edilmiş. Şerîat üzre bina olunan o mescidlere tarikat ehli sûfiler ta'yin edilmiş.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bunu unutma... İyi belleyesin...Cemiyetlerdeki ve fertlerdeki nurlanma aileden başladığı gibi, gene ailedeki zulüm ve şekâvet cemiyetlerin çöküşünü hazırlamaktadır. İhya ve imha ailede başlar...


Erkeğin nefsi hanımında zuhur eder, kendini gösterir. Kadının nefsi de çocukta tezahür eder. Bunlar birbirine bağlıdır. Erolan kişi hem kendinin ıslahına hem de hanımların terbiyesine gayret edecek, o nurdan nasîbdâr olan hanımlar da cemiyeti i'mara memur olacak, ancak o zaman işler dört başı ma'mur olacak bilesin

İhsan Efendi oğlum... Bendeniz nice analar gördüm... Sineleri Allah ve Resül aşkıyla yanıp tutuşan.,. Yüzüne baktığında iffetin ve ibadetin güzelliği yüzünden yansıyan... Gözünde yaş, elinde teşbih, dilinde zikir, duaları redd olunmayan...Ayıpları örten, cemiyeti ıslaha çalışan, gıybetin zinadan şiddetli bir günah olduğu şuuruyla herkese hüsn-i zanla ve mürüvvetle muamelede bulunan, Allah için seven ve herkes tarafından sevileri nice analar.... Ve nice hanım kızlar bilirimki gece ibadetinin solgunluğu yüzüne nur olmuş, nur-i îmânla mahlûkata nazar etmek gözlerine sürme olmuş.Gençliklerinin emanet olduğunu, ahlâk ve ilmin en kıymetli ziynet olduğunu, en güzel elbisenin de takva olduğunu idrak etmiş nice îmânlı kız evlâdı var... Bakarsan bağ ölür; bakmazsan dağ olur, demişler.

Bu insanlar gökten zembille mi indi?Tabiî ki hayır. Ama yerdeki fitneden, cehaletten ve şehvanî isteklerden ilimle, irşadla sıyrılıp yükseldiler. Eskiden bu nev'î insanlar daha çoktu. Ahlâkı bozuk, ahlâksızlığı alenen yapanlar acaba gökten taş gibi mi düştü, diye bakılırdı. Şimdi ise güzel ahlâk üzre olanlar acayip karşılanıyor. Geçenlerde bir hâdise duydum. Hatta şâhid olanları dinledim. Çok' üzüldüm.

Yedi ceddi şeyh olan bir aile Avrupa'da seyahat ve ikamet ederlerken sanki eskiden zorla îmân etmişlermiş gibi hem ibâdâtı hem tesettürü bırakıvermişler. Öyle kalsa gene bir derece. Bu yetmezmiş gibi tesettürlü Müslüman kardeşlerimizide bağnazlık ve mürtecîlikle(gericilik) itham eder, levm ederlermiş(kınarlarmış).

Din ve îmân, içindeki hissiyatmış, önemli olan kalbin pâk olması ve âleme sevgi ile nazarmış. Bak şen şu işe oğlum, bunlar yeni değil, bu sapık i'tikad evvelden devar. Yâ hû, kalbleri en iyi bilen kimdir? Hz. Allah (cc). O Hak Teâlâ ki Kur'ân-ı Kerîm, Kelâm-ı Kadîm'inde, Sûre -i Mülk'te ne buyuruyor? “Her şeye hiçbir şeyin ihâta edemeyeceği şekilde muktedir olan o Allah ki ölümü ve hayatı yarattı, ki sizin hanginizin en iyi ameli (işi) var ortaya çıksın, âşikâr olsun.” buyuruyor. O halde düşünmez mi ki bu ahmak insan, kalblerien iyi bilen Allah Teâlâ bile kuluna amel güzelliğini zâhir eylemesini emrederken kullan nasıl amellerindeki bozukluğu ile temiz kalbini arzetmeye kalkar. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. Bir devletin kanununu ihlâl eden ve eşkıyalık yapan,ben devletime âşığım, vatanperverim, dese devletin kadısı bu çürük mazereti suçun hafifletilmesi veya cezanın iptali için
vesile kabul eder mi?

Efendimiz(sav) ibadet hususunda başımızın tâcı Fâtımâ Annemiz'e ; “Kızım Fâtımâ, babanın resûl, peygamber olmasına güvenerek sakın sakın ibadetini ihmal etme” buyurmadı mı? Hem mâdem kâinata muhabbetle ve şefkâtle nazar etmek lâzımdır deniliyorsa niçin dinini titiz yaşayanlara dil uzatıyor ve onları levm ediyorlar? Ah evlâdım, bu kokuyu iyi bilirim,bunda rahmani koku yok. Asırlardır îmânın misk ü amber kokusuna tahammül edemeyenler, karşımızda tir tir titreyen leş kargaları, Allah korkusu ve Muhammed kokusu olmayanlar, kendilerini de korkutmayan Müslüman tipinde cenâbetle yetiştirmeye gayret ediyorlar.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kişi bilmediğinin düşmanıdır. Nefsini bilmemek ve ilimden mahrum olmak gadabı celbeder. Gadap, hakkı ve hukuku tamamen unutup nefsini kâim kılmak sıfatının cebren kendisini göstermesidir. Ol sebebden gadap hilmiyetle teskin olmazsa yaptığı tahribada ve zararla kişinin yakasını bırakmaz. Akabinde kişi şehevâni zevkleri artmış ve bedenî zevklerini tatmin ile eyice Hak'tan uzaklaşmış olur. Bu acayip bir şeydir. Gadap şehveti besler. Hakk'a ibadetten mahrum olan kişilerin en bâriz özelliklerinden biri kendi kudretleriyle her şeyi yapacaklarını zannetmeleridir. Hak'tan gâfil olmak kibrin neticesidir. Kibir, hakkıyla tevhîd edememenin yani şirkin hastalığıdır. Kibir derinlerde ve kişilerin bâtınına çöreklenmişbir illettir.

Bu illet gadap ve şehvetle kendisini gösterir. Lâkin gadap şehvetten tehlikelidir. Çünkü gadap benliğini tam kabullenme halidir. Şehvet ise benliğini zevke âlet etmek veya zevkle memnun etmektir. Gadap, şehveti besledikçe şehevânî örtü gafleti ziyâdeleştirir, gaflet perdelerinin ağırlığı kişiyi önce ibadet taatın zevkinden, zikir ve sohbetin ülfetinden, Hak dostluklarının nazarından soğutur ve neticede kişi esir -i şehvet olduğunda ye'se ve ümitsizliğe düşerek hem ibadetten hem hakan abitlerden tamamen uzaklaşır. Etrafında tıkırtı duysa, ansızın huzuru bozulsa hemen korkuya ve evhama kapılır. Çünkü kaidedir: Hain kişi korkar. Nifaktan kurtulamadığı için devamlı nefsanî korkularla ömrünü harceder. Bu korkulan izâle için mal mülk edinir, sahte muhitlerde sahte dostluklar kurar. Yani işte şu an dünyadaki insanların ekseriyetinin haline dönüşür.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Osman Efendimiz bir gün huzuruna gelen kişiye “Git abdest al tekrar gel, hatta guslet.” buyuruyor. O kişi “Benim guslüm var, abdestim de var.” diye mukabelede bulunuyor. Cenâb-ı Osman Efendimiz “Sen kalk abdest al, guslet tekrar gel.” deyince, o kişi inatla ve küstahça “Ne oluyor ya Osman, şeriatı değiştirip yeni yeni kaideler mi ihdas ediyorsun?” deyince Hz. Osman Efendimiz usulcacık o adamın kulağına “Gelirken yolda falancanın haremine öyle bir şehvetle baktın ki o şehvetin izi ve senin vücûdundaki lekesi hâlâ durmakta. Git tövbe et ve Cenâb-ı Hakk’a ta’zim için abdest al.” diyerek ikazda bulunuyor.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Hazret-i Pîr Molla-yı Rûm Mevlânâ Celâleddîn buyurur ki: “Herhangi kötü sayılan fiili, tek başına işlerken utanmazsın, ama onu başkasının yanında yapmaktan çekinirsin. Halbuki sen hiçbir zaman tek kalmazsın. Dâimâ Hak Teâlâ’nın murakabe nazarındasın. Kendisinden utanılmaya, haya edilmeye en lâyık olan zât Hazret-i Allah’tır. Halktan utanır da esas kendisinden utanılacak zâta karşı nasıl öyle hayâsızlık edebilirsin?”
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yâ Rabbî, biz yoktuk Sen bizi vareyledin ve fâni olarak halkeylediğin bir âleme sevkettin, kendinden haberdâr ettin, gene fâni olmak üzere, bir seyir içerisindeyiz ve hızla bu fânilik üzerimizde işini görmektedir. Lâkin Yâ Rabbî biz bu arada tüm bunlar olurken Sana âşık olduk. Bize merhamet eyle Yâ Rabbî, bizi dûr eyleme Yâ Rabbî. İlle de fâni olacaksak Senin cemâlinde ifna eyle hatta cemâlinde bizleri kâim eyle…”

Hz Mevlana
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kur’ân-ı Kerîm’de hiç tekrar yoktur. Tekrar gibi görünen âyet-i kerîmeler asla tekrar değildir. Muhakkak bir sebebe mebnîdir(Bir sebeb üzere inşa olunmuştur, bağlıdır.) Hazret-i Pir Muhyiddîn İbnü’l Arabî bu hususu îzah ederken “Müfessir (Kur’ân-ı Kerîm’i tefsir etme, edebilme ilmine sahip, bu hususta izinli olan, donanımlı olan kimse) ona derler ki; Kur’ân-ı Kerîm’de sûre başındaki ha-mim’lerin her birinin ayrı bir mânâsı olduğunu bile bilir.” buyuruyor. Yani ha-mim diye biz yedi sûrenin başında aynı harflerin tekrar edildiğini düşünürüz. Oysa böyle değil, her ha mim’in o sûreyle yahut başka bir sebebden alakalı muhakkak ayrı ayrı mânâları olduğunu zikrediyor. Bunu da biraz açalım. Kur’ân-ı Kerîm’de herkesin çokça okuduğu ve duyduğu Sûre-i Rahman’ı bilirsin. Bu sûreye “Arûsü’l Kur’ân-ı Kerîm” (Kur’ân-ı Kerîm’in gelini) derler.
Kıyamet gününde mahşer halkına Cenâb-ı Hakk’ın Rahman süresindeki kelâmıyla hitabda bulunacağı rivayet edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in gelini hadîs-i şerîfi mûcibince meşayihten(şeyh efendilerden) yahut dervişândan biri âlem-i cemâle göçtüğünde, kabre defnedildiği gece cemiyette bu sûre okunur. Ehl-i tarîkin âdâbındandır. Zât-ı âlinizin günlük dersleri içerisinde Rahman sûresi olduğu ve bu sûreyi her gün okuduğunuz ma’lûm. Onun için daha fazla teferruata girmiyorum. Şimdi sûre-yi celîleye baktığında hep aynı âyetin tekrar edildiği zannına kapılabilirsin.

Halbuki “Febieyyi âlâ i rabbiküma tukezziban” âyet-i kerîmesi her biri, müstakil âyettir. Dolayısıyla her biri müstakil bir mânâ ifade eder. Hem evvelinde geçen âyetle hem bu âyetten sonra gelen âyetle alakalı hakikatlere işaret eden ve asla birbirinin aynı olmayan kelâm-ı Sübhânîdir. Bunun haricinde bu zikredilen âyeti okuduğunda ayrı bir benlik ve vücûda nâil olursun. Sonraki okuyuşunla gene ayrı bir benlik ve vücûda intikal etmiş olursun. Ve bu intikal neticesinde her vücûdun âlemi farklı olduğundan ayrı bir âleme de intikal etmiş olursun. İnsandaki idrak değişikliği âlemlerindeki değişiklikten dolayıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri ve tesbihat, bu yenilenme ve devamlı terakki ile her okuyuşunda o mânâ üzre başka bir âyet olarak tecellî eder ve Allah Teâlâ âlemlerin Rabbi’dir. Yani Rabbü’l-âlemîn’dir.

Daha evvelce zikrettiğimiz gibi namazın ilk rek’atında Fatlhâ’yi “Elhamdulilahi Rabbi’l-âlemîn” diyerek okursun, o rek’atın sonunda secdeye varırsın, secdeden kalktığında ayrı bir vücûd, ayrı bir hal ûzre huzura durursun. O rek’atın Fatihâ’sı ile diğer rek’atların Fatihası aynı değildir. Sen muvakkat(geçici, izafî) bir vücûda sahipken bile hiç yerinde durmayan tecellîlere mazhar oluyorsun da tecellilerin sahibi Hak Teâlâ ve O’nun kelâmı aynı yerde durur mu? Dolayısıyla sohbetlerdeki o mânevî alışveriş Cenâb-ı Hakk’ın nuru ve Resûlullah Efendimizin ruhaniyetiyle vücûda geldiğinden aynı şeyi duysan da ne sen aynı benliktesin, ne söylenilen söz daha evvelki duyduğun söz, ne de o sözü sana aktaran aynı ağız. O halde ilk defa dinliyormuşçasına âgâh ol, asla gaflet gösterme.-
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi bak İhsan Efendi oğlum, daha çocukluğumuzda bize öğretilen bir muhaverat(konuşma) şekli vardır. “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda cevaben “Elhamdülillah” deriz, “Ne zamandan beri Müslümansın?” sorusuna ise, “Kalû belâdan beri.” cevabını veririz. “Kalû belâ ne demektir?” suâline ise “Elestü birabbiküm’ün cevabıdır.” diyerek mukabelede bulunuruz. Sen de bilirsin, tıfıl çocuklar da bunu bilir.

Yani bu suâl ve cevap şekliyle büyüklerimiz, Müslümanlığın bize ezelden Cenâb-ı Hakk’ın lütfü olduğunu, buna hamdetmemiz gerektiğini anlatmak istemişlerdir. Ve bu îmânın ruhlar âleminde ikrarımızla sabit olduğunu anlatmak istemişlerdir. Şimdi gelelim buraya, zât-ı âliniz düşünebiliyor mu, bizler ruhlar âlemindeyken Allah’ın îmânına mazhar olacağız, hâşâ Efendimiz dalâletteyken îmâna mazhar olacak ve kırk yaşından sonra da peygamber olacak. Yâ hû bu nasıl bir anlayıştır, ne sakat bir görüştür. Güzel evlâdım, enbiyâ yani peygamberlerin hepsi ruhlar âleminde seçilir. Bir adam çalışmakla, muntazam bir hayat sürmekle, efendim şu sebebden bu sebebden peygamber oluvermez. Elma ile armut değil ki bu. Nebilerden bahsediyoruz. Peki “Kırk yaşında peygamber oldu.” demekle ne kasdedilir? Peygamber Efendimizin nübüvvetinin kırk yaşındayken ilân edilmesi kasdedilir.

Yoksa “Kırk yaşında peygamberlik geldi.” demek ahmakça bir sözdür. Efendimiz saadetle buyurdular ki: “Adem toprak ile su arasındaydı, henüz cismi bile teşekkül etmemişti, ben peygamberdim.” Hatırladığım kadarıyla Sünen-i Tirmizi’de bu hadîs-i şerif zikrolunmuştur. Hadîs-i şerîfin metnine dikkat edersen, insandım veya ruhtum, demiyor. Resûldüm, diyor. Resûl ne demek? Kitap sahibi ve ümmeti olan zât demektir. Efendimiz daha semâvâtın nakşı olmadan, nev-i beşerden mevcûdatın haberi olmadan evvel risâlet tahtında Kelâmullah’ın mazharıydı. Sonra bu âleme geldiğinde ruh-i Muhammedîye’sinde bulunan o kelâm kırk yaşında tezahür eyledi.



Şimdi hatırıma gelmişken, bazı ahmaklar vahyin gelişini de yanlış aktarırlar. Malûm hâdiseyi biliyorsunuz, meşhurdur. O sebebden kısaca sadece bir bölümünü zikredeceğim. Cebrail(as) geldiğinde “Oku” diyor Efendimiz’e, “Okuma bilmem.”buyuruyor Efendimiz, sonra Cebrail(as) Efendimizi sıkıyor, tekrar “Oku” diyor, Efendimiz aynı şekilde mukabelede bulunuyor, Cebrail(as) tekrar sıkıyor.

Efendimiz “Ne okuyayım?” buyuruyor ve bunun üzerine de işte ma’lûm ilk âyetlerin zuhûru ve Hazreti Cebrail’in Alâk sûresinin ilk âyetlerini okuması mevzu’u vardır. Şimdi bu hâdiseye de, ilmi ve aklı noksan bazı kişiler, anlamayarak kendilerince yorum yapmaktadırlar. Güzel evlâdım, Hak Teâlâ ümmî olan bir zâta niye okumasını teklif etmiş olabilir? Buradaki okumaktan murâd Efendimiz’in sadrında bulunan mânânın zuhûruna davettir. Yoksa Cebrail(as) hâşâ Efendimiz’e işkence ederek sıkıp bırakıp sonra sıkıp bırakıp zorla mı okutmuştur? Buradaki nezaketi de anlamazlar ki, o kucak kucağa sarılma ve sadrın sadra akmasıyla ilgili bir hikmettir. Cebrail(as) Efendimiz’in sadr-ı Muhammedîye’sinden aldığı izinle gene ona âyetleri okumuş, Hazret-i Muhammed Mustafa’ya Hakk’ın kelâmı için âyine olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm Cebrail’e indirilmedi ki, Resûlullah Efendimiz’e indirildi. Fesübhânallah. Cenâb-ı Hakk irfansızlıktan bizleri muhafaza eylesin.

Güzel evlâdım, Duhâ sûresine tekrar nazar edip dönersek oradaki “elem yecidke” kelâmından murâd lûgattaki “bulmak” mânâsında değildir. Hak Teâlâ neyi kaybetti ki bulacak? Hâşâ, kâinatı dolaşıyordu da Mekke-i Mükerreme’de en uygun kişiyi, güzel ahlâklı bir yetimi mi bulmuş! Mümkün mü böyle bir şey? Peki nedir? Bu kelâmda geçen mânâ “bulmak” mânâsına değil “icad” mânâsınaadır. Yani buna göre “Rabbin seni yetim olarak îcad etmedi mi? Yaratmadı mı ve böylece seni muhafaza etti.” ‘Yetim’ kelimesi için müfessirler genelde insanların anladığı mânânın uzak olmadığını söylemişlerse de, burada zikredilen yetimin “dürr-i yetim” olduğunu ifade eylemişlerdir. Tam karşılığı “yetim inci”dir. Bu tâbir, eşi benzeri olmayan nadide inciler için kullanılır ki çok çok ender bulunup başka hiçbir inciye benzemeyecek özelliğe sahip kıymetli inci mânâsınadır. Dürr-i yetim olarak tefsir edilirse “Rabbin seni eşi benzeri olmayan bir inci gibi îcad eyledi de kıymet bilmeyen câhiliye gürûhu arasında muhafaza etmedi mi?” manası verilir. Şimdi bu burada kalsın.

“Dall’en” tâbirine gelince. Bazı terbiyesiz herifler Duhâ süresindeki bu âyeti okuduklarında “Sen sapmış olarak bulundun da Allah sana hidayet etmedi mi?” gibi ancak Resûlullah’a düşman olanların söyleyebileceği sözler sarfediyorlar. Hak celle ve âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in şikâyetinden emin eylesin ve bu zâtlar hakkındaki şikâyetlerimizi îmânımıza delil eylesin. Neûzü billah(Allah’a sığınırız.). Bir kere “dall” kelimesinin lûgatta birçok mânâsı vardır. Amma Kur’ân-ı Kerîm’de geçen kelimelere mânâ verilirken muhakkak Kur’ân-ı Kerîm’in tamamında o kelimenin başka şekilde kullanılışına müracaat lâzımdır. Kur’ân’ı yine Kur’ân tefsir eder. Sûre-i Yusuf’ta Yusuf(as),un Mısır’dan gömleğini babasına gönderdiği esnada, babası Hazret-i Yakub(as) yanındakilere “Sizler bana çok yaşlandığı için şaşırıyor, demeseniz ben hakîkaten Yusuf’un kokusunu duyuyorum.” dedi. Sûre-i Yusuf’un 95. âyet-i kerîmesinde Yakub(as)’un bu sözüne karşılık yanında bulunan ümmetinden olan kişilerin “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığında devam ediyorsun.” dedikleri buyrulmaktadır. Müfessirler bu âyet-i kerîmenin tefsirinde dalâl kelimesinin “sapkınlık ve hidayetten mahrum olmak” şeklinde tefsirinin söz konusu olamayacağını söyleyerek böyle bir durumda yanındakilerin kâfir olması îcab eder, demektedirler.

Zîrâ peygambere sapık demek kişinin kâfir olması demektir. Bunun için dalâl kelimesi ne yaptığını bilmeyecek kadar muhabbet üzre olmak, muhabbetinden dolayı etrafına aldırmamak demektir. O halde Duhâ süresindeki âyetin tefsiri meâlen “Sen Rabbine muhabbetinden dolayı bu coşkun hal üzereydin. Hak celle ve âlâ sana vuslatını ve kendisine kavuşacağın sırat-ı müstakimini belli beyân kılmadı mı, seni Rabbine âşık olarak îcad etti de sonra bu muhabbetin îcabı olan kurbiyyete(yakınlığa) mazhar kılmadı mı?” şeklinde ifade edilebilir. Sûrenin devamındaki âyetlere ismini zikrettiğim tefsirden bak. Şu andaki hâlet-i ruhiyem daha fazlasını yazmaya müsait değil.

Amma şu kadarını söyleyeyim ki; sûrenin devamındaki âyetlerde geçen yetim, sâil kelimelerinde muazzam derinlikte mânâlar ve mefhumlar vardır. Ayrıca kalb-i Muhammedîye’ye işaret vardır. Kalbinle mütalaa et, ruhunda bu mânâ zuhûr edecektir. Âlim, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu hissiyata mazhar olmuş zâta denir. Sadece metin okumakla âlim olunsaydı bizim buradaki papazlara da âlim denirdi. Zîrâ onların dinimiz hakkında epeyce malûmatları vardır. .
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

SON
Devamını Oku »

Hz.Mevlana'nın Bir Beyt'i ve Düşündürdükleri

Hz.Mevlana'nın Bir Sözü ve Düşündürdükleri

Hz. Mevlana’nın birkaç beytinin açıklanması bile, asırlardan beri çektiklerimizin hepsine birden çözüm şekli getirebilirdi.
Şöyle ki: Hz. Mevlânâ: “Mânevî ilimler kâfi ve yeterli olsa idi --âlem halkı âtıl (hareketsiz) ve bâtıl (yanlış yolda) olurlar idi.” buyuruyor.

Açıklaması: Mânevî ilimler yetse idi demek, maddî ilimler, yâni teknik ilimler, teknik eğitim ve öğretim, başka bir ifadeyle müsbet bilgiler ihmal edilerek yeri boş bırakılsa veya mânevî bilgiler ve eğitim onun yerini almış olsa idi manasına gelir.

Âlem halkı âtıl ve bâtıl olurdu demek de, âlem halkı —ki âlemde yaşayan bütün yaratıkları kapsar (nsan ve insandan başka diğer canlılar)— sefalet, meskenet, tembellik ve işsizlik içinde, bâtıl yani yanlış yolda kalırlar idi manasını, taşır.

Zira eğer maddî eğitim, yani teknik eğitim, başka bir ifadeyle müsbet bilgiler ihmal edilse idi, bundan sadece insanlar değil, diğer canlılar da, diğer yaratıklar da zarar göreceklerdi manasını ifade için ''halk-ı alem''“ yani alemdeki yaratıklar şeklinde beyan buyrulmuştur.

Şayet bizler sadece bu beyit gereğince hareket ederek, asırlardan beri Batılılaşacağız diye teferruat dahi olmayacak kadar ehemmiyetsiz şeylerle uğraşacağımıza, bizleri hıristiyan Avrupa’nın karşısında zaafa uğratan sebepleri teşhis ederek;''Teknik sahaya'' kayarak, bu teknik eğitimle manevi eğitimi beraber yürütebilse idik, bugün için hiçbir meselemiz kalmaz ve böylece yurdumuzda cami minaresi kadar fabrika bacası yükselmiş olurdu ve yüzlerce işsiz de iş bulmak için hıristiyanlaşmak pahasına yabancı ülkelere gitmek âfetiyle karşılaşmazdı.
Sonuç olarak da, milletçe bu fasit daireden kurtulmuş olurduk.

Ali Murat Daryal-Dini Hayatın Psiko-Sosyal Temelleri

 

 

 
Devamını Oku »

Hz. Mevlana’yı doğru anlıyor ve doğru anıyor muyuz?

Hz. Mevlana’yı doğru anlıyor ve doğru anıyor muyuz?

Bir asra yakın bir zamandır ülkemizde her şey ters yüz edildiği gibi, Mevlana ve Yunus gibi büyük şahsiyetler de bu ters yüz edilmişlikten paylarına düşeni almışlar, kendilerine yakışır şekilde anlaşılmaktan ve anılmaktan mahrum kalmışlardır.

Nasıl antika bir eser, hurdacılar çarşısına düşünce ucuza gider; işte Mevlana ve Yunus gibi kıymet biçilmez antikalar da zamanla yanlış anlayışların, yanlış algıların, bidat ve alafrangaların elinde gadre uğrayabilmişlerdir.

Şimdi her şey düzelmeye yüz tuttuğu gibi, Hz. Mevlana’nın da inşallah kendisine yakışır bir şekilde anlaşılacağına ve anılacağına inanıyoruz.

Mevlana ve Yunus’un misyon ve vizyonunu taşıyanları, onlar gibi Allah’ı ve Peygamberini sevmeyi ve sevdirmeyi hayatının gayesi haline getirenleri, o büyüklerimize yakışır şekilde onları ananları, anlatanları şimdiden tebrik ediyor ve can u gönülden alkışlıyoruz.

Hümanizm adına Mevlana ve Yunus’la barışık olup, Kur’an ve Hz. Muhammed’le (s.a.v) küsülü olanlar, kusura bakmasınlar Mevlana ve Yunus’u anlamış sayılmazlar. Çünkü Mevlana’yı Mevlana, Yunus’u Yunus yapan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Onlar, O’nsuz (s.a.v) olamazlar. İşte bunun içindir ki Mevlana, kendisini sevip de, yolunun tozu olmak istediği Hz. Muhammed’i (s.a.v) görmezlikten gelenlerden davacıdır, bîzardır.

“Ben yaşadıkça Kur'an'ın kölesiyim
Ben seçkin Muhammed'in ayağının tozuyum
Biri benden bundan başkasını naklederse
Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikayetçiyim”(1) der.

Mevlanalar, Yunuslar, Abdulkadirler, Muhammed Bahaüddinler, Ahmedî Farûkî Serhendiler, Yeseviler, Harakanîler, Şazeliler, Bediüzzamanlar… ve daha nice isimlerini sayamadığım veliler, safîler, müctehidler, mücedditler, müfessirler, muhaddisler… Ravza-i Muhammediyyenin (s.a.v) gülleri, çiçekleri ve rayıhay-ı Tayyibeleridir. Allah, ümmetin gönül bahçelerini bu güllerden ve çiçeklerden mahrum eylemesin. Tabii bu gülleri ve çiçekleri yetiştiren Şanlı Bahçivan’ın (s.a.v) sevgisinden ve şefaatinden de.

“Dünya neye sahipse onun vergisidir hep
Medyun O'na cemiyeti medyun O'na ferdi
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyyet
Ya Rab! Bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!”

mısralarıyla Âkif, o efendiler efendisi olmasaydı bu gün efendi olarak tanıdığımız hiçbir büyüğümüz, hatta hiçbir şey olmayacaktı, demek istemiş, herkesin ve her şeyin ona “borçlu” olduğunu haykırmıştır.

O Efendiler Efendisi olmasaydı, bedevi bir millet medenileşemeyecekti. O’nın (s.a.v) yetiştirdiği nesil, (sahabe) medenileşmekle kalmadı, medeni milletlere üstad oldu. Dünya, insaniyeti, güzel ahlakı, fazilet, hak, hukuk ve adaleti onlardan öğrendi. Bedevî bir millet, medenileşti, Kostantıniyye’nin, İran’ın, Turanın, Asya’nın, Avrupa’nın fatihi, oldu.

Batı’da Mevlana ayarında, Yunus ayarında bir mürşit bulamazsınız. Yetişmemiştir. Çünkü Batı’da öylesi mürşitleri yetiştirecek bir sistem yok. Batı’nın, otomobil, bilgisayar üreten fabrikaları var, ama Mevlana ve Yunus üretecek fabrikaları yok. Mevlana ve Yunus üreten fabrika İslamiyet’tir. Mevlana ve Yunus yetiştiren Hz. Muhammed’in (s.a.v) çarkı ve atölyesidir.

Bize hangisi lazım? Otomobil ve uçak üreten fabrika mı, Mevlana ve Yunus üreten fabrika mı? Bize her ikisi de lazım. İslam her ikisini de önermiştir, emretmiştir. Ama bize önce Mevlana ve Yunus üreten fabrika lazım. Zîrâ insanlık otomobilsiz, uçaksız, bilgisayarsız çok devirler yaşadı, ama Mevlana’sız, Yunus’suz rahat yaşayamadı ve yaşayamıyor.

Beline bomba bağlayıp kendini ve birçok masumu havaya uçuran gençler, Mevlana’nın, Yunus’un ve Bediüzzaman’ın atölyesinden çıkan gençler değil, tam tersi onların atölyesinden mahrum bırakılan gençlerdir.

Keşke teknoloji ile, topla, tüfekle, bomba ile terör bitseydi, ama bitmiyor, bitmedi ve bitmeyecek. Terör, Mevlana’larla, Yunus’larla ve Bediüzzaman’larla bitecek.

Mevlana’yı anlatırken Bediüzzaman’ı zikretmeden geçemedim. Çünkü Bediüzzaman da günümüzün bir Mevlana’sıdır.

Bediüzzaman, “"Mevlana benim zamanımda gelseydi, Risale-i Nur'u yazardı. Ben de Hz. Mevlana zamanında gelseydim Mesnevi'yi yazardım"(2) demiştir. Mevlana, çağının ve kendisinden sonraki çağların Bediüzzaman’ıdır. Bediüzzaman ise, çağımızın Mevlana’sıdır. Ve kıyamete kadar çağların Mevlana’sı olacaktır.

Bu sözlerimizden kimse Mevlana’nın, Yunus’un vakti geçmiştir, artık onların defterini kapatalım anlamını çıkarmasın. Biz bu sözlerimizle sadece dünün Bediüzzaman’ına ve günümüzün Mevlana’sına dikkat çekmek istedik. Mevlana ve misyonu bu gün, Bediüzzaman ve tahkiki iman şeklinde hizmetini sürdürüyor. Allah onların hepsinden razı olsun. Onlar Muhammedî silsilenin altın halkalarıdır. Muhammedî bahçenin güzel kokan gülleri ve çiçekleridir. Onların defterleri kıyamete kadar açık kalacaktır. Onların hepsi güzel kokular saçmaya devam edecektir. Sözleri ve neyleri hep diriltici efsunlar üflemeye, gaflet uykusuna dalmışları uyandırmaya devam edecektir. Kimin haddine düşmüş onların defterini kapatmak.

“Takdir-i Huda kuvve-i bazu ile dönmez
Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez.”

Vücutlarını, mucitlerine feda eden bu hak dostlarına, Hz. Muhammed (s.a.v) Efendimizin fedailerine canlar feda olsun. Söz buraya gelmişken Yunus’un şu mısralarını söylemeden geçemem:

“Canım kurban olsun senin yoluna / Adı güzel, kendi güzel Muhamed
Şefaat eyle bu kemter kuluna / Adı güzel kendi güzel Muhammed”(s.a.v)

Yukarda gerek Mevlana ve gerekse Yunus’u bir hümanist (yani insan sevgisiyle dolu insan) olarak tarif edenler var demiştim. Bu şekilde bir yaklaşım, onları tanıtanların, onları tanımadıklarına en büyük delildir. Evet, onlar insan sevgisiyle doludurlar. Bu doğru. Ama ondan önce Allah aşkı, Muhammed (s.a.v) sevdasıyla doludurlar. Onlar, Allah aşkı ve Muhammed (s.a.v) sevdasıyla dolu oldukları içindir ki insan sever olmuşlar, insanı, dünya ve ahiret cehenneminden kurtarmanın mücadelesini vermişler. Onlar, Allah sevdasıyla dolu oldukları içindir ki sadece insana değil, hayvanlara hatta yaratılan her şeye şefkatle yaklaşmışlar, “Yaratılmışı severiz, Yaradan’dan ötürü” demişlerdir. Çünkü Yaradan olmasaydı kim var olabilirdi, kim kimi sevebilirdi ki?

Öyleyse neden bir kısım insanlar Mevlana ve Yunus’un insan severliğini ele almışlar da, onların Allah aşkı ve Muhammed sevdalarını görmezlikten gelmişler?

Cevap:
-Eğer onlar, Allah’ı ve Peygamberini hatırlasalardı İslamiyet akıllarına gelecekti. İslamiyet akıllarına gelseydi, Allah’ın emir ve yasakları karşılarına çıkacaktı. İçkiye, kumara, zinaya, adam öldürmeye, anarşi ve teröre giden yollar kapanacak; namaz, oruç, hac, zekât, tesettür gibi farzlar gündeme gelecek, hak ve adalet her yere hâkim olacaktı. Bunlar da nefs-i emarenin hesabına gelmiyordu.

BAZEN TELEVİZYONLARDA GÖRÜYORUZ

Bazen televizyonlarda görüyoruz: Sigara kokusuyla ağzının havası ve sesi bozulmuş, bıyıkları sapsarı kesilmiş kimseler, Mevlana’yı anlatıyorlar. Veya tesettüre riayeti olmayan hanımlar, Mevlana’yı anlatıyorlar. Adeta ağızlarından bal akıyor. Böyleleri Mevlana’yı anlatamaz, anlatmasın demiyoruz. İslam’ın ölçüleri çerçevesinde, Mevlana’nın ruhuna, misyonuna, derdine ve davasına uygun bir nezafette, nezahette, kılık ve kıyafette anlatsınlar, diyoruz. Çünkü onlar temizdi. “Ervah-ı Tayyibe, revaih-i tayyibeyi sever”(3) cümlesini unutmasınlar. “Şüphesiz Allah da maddî ve manevî kirlerden arınanları sever”(4) ayetini akıllarından çıkarmasınlar. Allah aşk ve Peygamber sevdasını her şeyin üstünde tutsunlar. O aşk ve sevda ile Mevlana’yı dikkatlere sunsunlar.

Mevlana’yı sevip anlatanlara bu keyfiyeti layık gördüğüm için bunları söylemiş oldum. Üzdüysem, bendelerini affetmelerini istirham ediyorum.

Yunus’un şu Peygamber sevdasıyla tüten mısraların nasıl görmezlikten gelirsiniz?:

“Aşık Yunus neder dünyayı sensiz / Sen hak peygambersin şeksiz gümansız,
Sana uymayanlar gider imansız / Adı güzel, kendi güzel Muhammed.”

Kur’an ve Peygamber sevdasıyla yoğrulmuş ve olgunlaşmış olan Mevlana Peygamberimizi kasdederek der ki:

“Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki O, meleklerin bile kıskandıkları Güzel’i öveyim.”(5)
Bu gün her nerde ki sevinç, zevk ve sefa vardır
Muhammed Mustafa’nın (sav) kemalinin fazlındandır.(6)

Onlar, Allah’ı ve Onun Habib’ini böyle sevmese ve sevdirmeseydiler insanları sevemezdiler, sevdiremezdiler. Samimi olamazdılar. Işıkları, asırlarını aşamazdı, aşıp da bize ulaşamazdı.

BİZ MEVLANA’YA UYARSAK

Biz eğer dine uyarsak din rahmet olur, eğer biz, dini kendimize uydurursak din azap olur. Mevlana gibi şahsiyetler de böyledir. Onların rahmet ve bereketinden istifade etmek istiyorsak onları dinlemeli ve hazmetmeli ve onlara uymalıyız. Onları kendimize uydurmamalıyız.

Mevlana Hazretleri buyurmuşlar ki:

"Üzülme; bir yandan korku, bir yandan ümidin varsa iki kanatlı olursun, Tek kanatla uçulmaz zaten. Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, Kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz. Yüzük olmak dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır."

Biri Mevlana’ya sert sert sordu:
-Demişsin ki ben 72,5 milletle beraberim, doğru mu?
-Doğru.
-Vay seni gidi, akılsız, idraksiz, irfansız!
Adamın bu hakaretlerine Mevlana:
-Bak bu iddialarında seninle de beraberim! cevabını verince, o çiğ adam pişmeye başlamış, zamanla kâmil bir insan olmuştur. Mevlana işte bunun için 72,5 milletle beraber olmuş. Yamuk yumukları düzeltmek için. O herkese kapıyı açmıştır, ama her kapıdan içeri girmemiştir.

“Sen gel, ne olursan ol yine gel! Kâfir, ateşperest, putperest, hâsılı her ne mezhepte olursan ol yine gel! Zira bizim dergâhımızda ümit kapısı kapalı değildir, yeis yoktur. Sen günahkâr da olabilirsin, ümitsizliğe düşme, yine gel.” demiştir.

Kur’an’ın ve Peygamberin yolunda olduğunu söyleyen, öyle yaşayan ve o yolda ölen bir mürşit hak ve batıla nasıl bir bakabilir, hoş bakabilir? Bakamaz. Öyleyse onun bu sözünü doğru anlamamız lazımdır ki o da şudur:

Ne olursan ol, gel. Gel de, yanımda kıyamete kadar putuna tap, dememiştir. Gel de, Hakiki Mâbud’unu bul, demiştir. Gel de bana bak, benim gibi ol demiştir. Gel, kâfirlikten, puta ve ateşe tapmaktan uzak dur. Günahın ne kadar büyük olursa olsun samimi bir tevbe et, tevbende sabır ve sebat göster. Allah’ın rahmetinden ümidini kesme. Gel, ama benim gibi Müslüman ol, Müslüman kal ve Müslüman öl.

Eğer Mevlana’yı böyle değil de, her sapık mezhebi hoş karşılayan biri olarak görürsek, Mevlana’yı derinden yaralamış oluruz.

MEVLANA ÇOK GECELER YATAĞA GİRMEZDİ

Mevlana’nın çoğu geceler yatağına girmediğini, ibadet, namaz, tefekkür ve dua ile meşgul olduğunu gören dostlarından biri:
-Efendim biraz uyusanız olmaz mı? Sözüne:
-Bu milletin mürşitleri de uyursa bu milletin hali ne olur? Cevabını vermiştir. İbadet şevkiyle yataklara girmeyen Mevlana acaba kimin aşkını taşıyordu?

EVDEKİLERE DAİMA SORARDI:

-Bu gün evimizde yiyip içecek bir şey var mı?
Arada bir:
-Hayır, hiçbir şey yok, cevabını aldığı zaman sevincinden uçardı:
-Allahım! Sana şükürler olsun. Bu gün evimiz, Peygamberler Peygamber’inin evine benziyor. Pek çok yemek bulunduğu söylendiği zaman da:
-Aman, bu evden Firavun kokusu geliyor, derdi.

Türlü türlü yemek yiyip de şükür ve teşekkürü aklına getirmeyenler Mevlana’yı nasıl anlayabilirler?

MEVLANA GÜZEL SESİ NASIL YORUMLADI?

Bir gün dedi ki:

-Güzel sesi duyduğum zaman, sanıyorum bana cennetin kapısı açılıyor. Sanıyorum o ses cennetin kapısının açılışından geliyor. Orda oturan nasipsizlerden biri atıldı:

-Ben de aynı şeyi duyuyorum. Bana da öyle geliyor!
Mevlana bu adama derin derin, manalı manalı baktı:

-Senin duyduğun, sana cennetin kapısının kapanışından çıkan sestir.” buyurdu.

Onun için demişler ki: “Musıki, âlimin ilmini, fasıkın fıskını, cahilin de cehlini artırır.” Mevlana, güzel sese manay-ı harfiyle yani Allah’ın bir sanat harikası olarak baktığı için bu bakış kendisine cennetin kapılarının açılmasını sağlıyor. Mevlana gibi bakmayanlar, sese manay-ı ismiyle yani ses kimin ağzından çıkıyorsa ona baktıkları ve adeta ona taptıkları için bu bakış, cennetin kapılarının kendilerine kapanmasına sebep oluyor. Onun için sesi ve sureti güzel, serveti ve sağlığı yerinde olanlar havalara girmemeli, mal sahibinin Allah olduğunu itiraf ve idrak etmelidirler.

MEVLANA, DÜNYAYA SIMSIKI SARILANLARI NEYE BENZETTİ

Buyurdu ki:

“Efendiler! Bu dünya bir ağaca benzer. Biz de bu âlemde yarı ham, yarı olmuş meyveler gibiyiz. Ham meyveler dala iyice yapışır. Oradan kolay kolay kopmazlar. Çünkü ham meyve köşke, saraya layık değildir.”

Dünyadan başka bir hayat tanımayanlar da o ham meyveler gibidirler. Dünyadan ayrılmak istemezler. Çünkü Sultan’ın sarayına yani Yüce Allah’ın cennetine çıkacak ne yüzleri, ne işleri, ne de olgunlukları vardır.

Halbuki “Hamdım, piştim, yandım.” Sözleriyle hayatını özetleyen Mevlana son dakikalarında iyileşmesi için dua edenlere dedi ki:

-Dilediğiniz şifalar artık sizin olsun. Habib ile Mahbub, Seven ile Sevgili arasında bir kıl kadar ince bir mesafe kalmıştır.. İstemez misiniz ki nur Nur’a kavuşsun.

Mevlana öylesine olgun ve dolgun bir meyve haline gelmişti ki Azrail denilen emin bahçivanın sepetine girip Sultan’ın sarayına, Firdevs cennetlerine gitmek için can atıyordu.
Mevlana olgunluğu ile, dünyaya sımsıkı sarılan hamları olgunlaştırmaya, dolgunluğu ile içi boşları doldurmaya, doygunluğu ile de marifetten yana aç ve nasipsizleri doyurmaya çalışıyordu.

VASİYETİ ŞU OLDU:

“Size gizlide ve açıkta takvayı (Allah’tan korkmayı) vasiyet ederim. Az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, günahlardan ıstırap duymayı, oruca devam etmeyi, namaz kılmayı, şehvetleri bırakmayı, insanlara cefa vesilesi olmamayı hatırlatırım. Sefillerin ve aşağı takımın sohbetlerini bırakınız. Yalnız Salih olanlarla düşüp kalkınız. İnsanların hayırlısı insanlara faydalı olandır. Sözlerin hayırlısı da az ve anlamlı olandır. Bir olan Allah’a hamd olsun.”

Mevlana severlere selam olsun.

DİPNOTLAR:

1-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler
2-Necmettin Şahiner, Son Şahitler, 1/318
3-Nursî, Said, Sözler, 353
4-Bakara, 2 / 222
5-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler; Peygamber sevgisiyle alakalı daha geniş bilgi için bkz. Vehbi Karakaş, “Hicazlı Sevgili”,Timaş Yayınları ve “Sana Öyle Hasretim ki” Cihan Yayınları..
6-Mevlana, Mesnevi ve Rubaîler; halisiyye.com

Vehbi Karakaş
Devamını Oku »

Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Mevlana'nın Yöneticilerle İlişkileri Ve Moğol Casusluğu İddiaları 1

Tanrı geçmişi hiç değiştirmedi,

ama kimi tarihçi için bu, sorun değildir.”Shenkman

Bu muhtasar incelemede* Mevlânâ"nın, Anadolu"da etrafına Moğol propagandası yapan, Anadolu"daki Moğol işgaline zemin hazırlayan ve bu doğrultuda Moğol yanlısı Selçuklu yöneticilerini destekleyen, Moğol yanlılarını kayıran, bu uğurda gerektiğinde adam öldürtüp servet yağmalatan biri olarak sunulmaya çalışılmasıyla ilgili kimi zaman gündeme getirilen bazı iddiaların ve bunlarla ilgili bir kısım bağlantı kurmaların, çıkarımların ve bu çıkarımlara mesnet teşkil ettiği belirtilen referans ve atıfların değerlendirilmesi üzerinde durulacaktır.

Kimileri tarafından bu tür iddiaların ele alınmayacak kadar marjinal addedilmesi ve bu iddiaların sıhhatini sorgulamanın, bu tür yanlış iddiaları yaygınlaştıracağı değerlendirmelerine kısmen katılmakla birlikte Mevlânâ hakkında yukarıda anılan türden iddia ve yanlış değerlendirmelerin zaman zaman kitle iletişim araçları da kullanılarak gündeme getirilmesi, konunun yaygınlık kazanıp kazanmamasındaki gerekçeyi kendiliğinden işlevsiz hale getirmektedir.

Çalışmamızın, söz konusu çıkarım sahibi araştırmacıların bireysel şahsiyetlerine yönelik bir karalama amacı taşımadığını özellikle belirtmek isteriz. Amacımız, bir kısım hatalı değerlendirmelerin ilgili rivayetler bütünü gözetilmeksizin tekrar edilmesinin kısmen de olsa önüne geçmek, vardığımız sonuçlarla Mevlânâ"nın tarihsel şahsiyeti hakkındaki bilgilenmeyi daha sıhhatli kılarak kümülatif bilgilenmeye mümkün mertebe katkıda bulunabilmektir.

Konunun araştırılması sürecinde haklı ve tutarlı gerekçelere dayanmadığını gördüğümüz iddiaların mükerreren gündeme getiriliyor olması, meselenin açık bir şekilde anlaşılması açısından bu iddialardan bir kısmının bizzat ele alınarak değerlendirilmesi gereğini doğurduğu için metin içinde söz konusu iddialara da yer vermek istiyoruz.

Mevlânâ"nın Moğol propagandası yaptığı yönündeki bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ"nın sohbet meclislerinde Moğolların müşrik oldukları söz konusu edildiğinde Mevlânâ"da Moğolların müşrik olmadığını etrafına telkine çalışmaktadır (Fihi Mâ Fîh, Terc. s. 101-102.). Cengiz Hanın Lahûtî bir şahsiyet olduğunu savunmakta (Menâkibu"l-ârifin c.I, s. 259. Tercümesinde, s. 284), Moğolların oruç tuttuklarına, hatta atlarına bile Oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmaktadır (Aynı eser, I, 219, Tercümesinde, s. 243).1

Öncelikle yukarıdaki iddiaya mesnet teşkil ettiği söylenen Fîhi Mâ Fîh"teki rivayeti ele alalım. Birisi Mevlânâ"nın sohbet meclisinde Moğolların büyük bir güç haline gelme sürecini kast ederek şöyle der:

“Moğolların, buraya gelmeden önce giyecek bir şeyleri yoktu. Binek hayvanları öküzdü. Silahları odundandı. Şimdi ise haşmet ve azamet sahibi oldular, karınları doydu. En güzel Arap atları ve en iyi silahlar onların elinde bulunuyor.”

Dönemin tarihçilerinin “Henüz istila etmedikleri ülkelerde herkes gecelerini, ya oraya da gelirlerse diye, korku içinde geçiriyor” dedikleri dönemin süper gücü Moğolların nasıl böyle bir güç haline geldiklerine ilişkin Moğolların yükseliş trendinden bahsedilip bunun nedenleri üzerinde tartışılırken Mevlânâ, Moğolların bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir perspektifle yorumlar. Bir medeniyetin güçlenmesiyle o toplumun uğradığı mağduriyet ve hak ihlalleri arasında bir bağ kuran Mevlânâ, manevi sebeplere de atıfta bulunarak genel kanının aksine sadece tahakküme dayanan güç ile bir toplumun gerçek kudreti arasında her zaman doğru orantı kurulmasının yanlışlığını ifade eder. Ve yukarıdaki söz üzerine şöyle der:

“Onların (Moğolların) gönülleri kırık ve kuvvetleri yokken, Allah yalvarmalarını kabul ederek onlara yardım etti. Şimdi ise bu kadar ihtişam ve kuvvetli oldukları şu anda, halkların bu fakirliği ve zayıflığı, Yüce Allah"ın onları yok etmesine yol açacaktır. Böylece dünyayı zaptetmelerinin kendi kuvvetlerinin karşılığı olmayıp, Hakk"ın inayeti ve yardımı ile olduğunu anlayabilsinler diye Hak Tealâ böyle yapar. Onlar önce insanlardan uzak, fakir, çırılçıplak ve acınacak bir halde, sahrada yaşarlarken, onlardan bazıları ticaret yapmak için Harezm vilayetine geliyorlardı. Harezmşah bunu engelleyerek, tüccarların öldürülmesini emrediyordu. Tatarlar, padişahlarının yanlarına dert yanmağa giderek "Mahvolduk" dediler. Padişahları da on günlük izin isteyerek bir mağaranın kovuğuna gidip orada tam bir vecd içinde ibadet ederek Allah"a yalvardı. Allah"tan "Senin dileğini, yalvarışlarını kabul ettim. Dışarı çık. Her nereye gidersen, muzaffer ol!" diye bir ses erişti. Bu şekilde Hak buyruğuyla yola çıktıklarından, karşılarında bulunanları yendiler ve bütün yeryüzünü kapladılar.”2

Mevlânâ"nın Moğolların güçlenip gelişmelerini manevi bir yoruma tabi tuttuğu bu rivayet aynı zamanda Moğolları imparatorluk haline getiren Cengiz Han dönemine ilişkin tarihi bilgilerle de uyum arz etmektedir. Şöyle ki Harzemşah sınırlarına dayanmış olan Cengiz Han, Harzemşah"ın Otrar yakınlarında, içinde Müslümanların da bulunduğu Moğol kervanını yağmalaması ve Moğol elçisini öldürtmesi üzerine bölgeye gelerek kuvvetlerinin Harzemşahlarınkinden az olmasına rağmen yapılan savaşı kazanmış, daha sonra da Belh ve Buhara"yı almıştır. Moğolların kuvvetlenip büyümesinde bu bölgenin ele geçirilmesi önemli bir katkı sağlamıştı.3 Moğolların Hakk"ın buyruğu ile çıktıklarına dair rivayet ise Moğolların tüm yeryüzünün Gök Tengri tarafından kendilerine bağışlandığına dair eski Türklerden aldıkları inançla paralellik arz etmektedir.4 Moğolların bu inancının onların giriştikleri fetih hareketlerinde önemli bir rol oynadığı bilinmektedir.5

Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki bu yorumundan destek aldığı anlaşılan sohbeti dinleyenlerden bazılarının Moğolları tezkiye sadedinde: “Aslında Tatarlar da kıyamete inanıyorlar ve "Elbette bir sorgu sual günü olacak!" diyorlar” demesi üzerine Mevlânâ, buna şöyle karşılık verir:

“Hayır! Yalan söylüyorlar; böyle demekle, kendilerini Müslümanlarla aynı göstermeye çalışıyorlar. Yani biz de biliyoruz ve inanıyoruz, demek istiyorlar. Deveye: "Nereden geliyorsun?" diye sormuşlar, "Hamamdan geliyorum" demiş; "Evet! Ökçenden belli!" demişler. Bu atasözündeki gibi eğer onlar da kıyamet gününe inanıyorlarsa! bunun delili nerede? Yaptığınız bu kötülükler, günahlar ve zulümler üst üste birikmiş karlar ve buzlar gibi artık kat kat olmuştur. Tövbe, ahiret endişesi ve Allah korkusu, güneş doğunca nasıl karları ve buzları eritirse; onların da bu kötülük karlarını öylece eritmesi gerekir. Hâlbuki bir kar veya buz: "Ben güneşi gördüm, Temmuz güneşi üzerime ışıklarını saldı" der; ancak hâlâ kar ve buz halinde varlığını sürdürürse, akıllı bir insan buna inanır mı? Temmuz güneşi parlasın da karı ve buzu yerinde bıraksın! Bu imkansız bir şeydir.”6

Mevlânâ, Moğolların da ahiret inancına sahip oldukları yönündeki söze karşılık verdiği misallerle; Moğolların ahiret inancının olmadığını yaptıkları zulümlerle bunun bağdaşmadığını bu şekilde belirttikten sonra iyilik ve kötülüğün cezasız kalmayacağından bahisle sohbetine devam eder.7

Görüldüğü gibi Mevlânâ, Moğolların yükseliş ve kuvvetlenmesini yukarıdaki bakış açısıyla değerlendirmesi yanında deyim yerindeyse objektifliği elden bırakmamış ve onların yaptıkları zulümlerle kıyamete inanmanın bağdaştırılamayacağını açık bir şekilde ifade etmiş; böylece hakim gücün meddahlığı yerine olayları, kendilerini ortaya çıkaran gereklilikler çerçevesinde îzaha özen göstermiştir.

Mevlânâ"nın, Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen bölümde ise Cengiz Han"ın adı geçmemekte; bu bölümde Mevlânâ"nın, kerametiyle Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlerinden kurtarmasıyla ilgili menkıbe anlatılmaktadır.8

Mevlânâ"nın Cengiz Han"ın lahutî bir şahsiyet olduğunu savunduğu şeklindeki iddianın, Mevlânâ"nın ve Mevlevî kaynakların Cengiz Han"ın yaptığı zulümler hakkında söyledikleri görmezden gelinerek yapılmış bir değerlendirme olduğu açıktır. Zira Mevlevî kaynaklarda Cengiz Han ve Moğolların yaptığı zulümler bütün açıklığı ile anlatılmaktadır. Örneğin Eflâkî"de konuyla ilgili şunlar aktarılmaktadır:

“Belh"i kuşattığı sırada oğlunun ölmesi sonucu Cengiz Han, Moğol askerlerinin ele geçirdikleri büyük-küçük herkesi öldürmelerini, hamile kadınların karınlarını yarmalarını, Belh"in bütün hayvanlarını keserek Belh"i yerle bir etmelerine dair bir ferman çıkardı. Bunun üzerine Moğollar giriştikleri yağmalar sonucu iki yüz bin insanı yere gömdüler.”9

Ayrıca Moğolların on iki bin mescidi ateşe verdikleri, on dört bin Kur"an"ı yaktıkları, elli bine yakın bilgin, öğrenci ve hafızı öldürdükleri, iki yüz bin insanı yere gömdükleri; yağma edip götürdüklerinin ise haddi hesabının olmadığı belirtilir.10 Mevlânâ"nın baba diyarı Belh"in de aralarında olduğu dönemin şehirlerinin Moğollarca yakılıp, yıkılması, halkının kılıçtan geçirilmesi, çocukluğundan beri Mevlânâ"nın da zihin dünyasında yer etmişti. Örneğin Mevlânâ"nın Fîhi Mâ Fîh"te aktardığı bir anekdotta Cengiz Han"ın büyük istilâsından önce kendisinin de Belh"de bulunduğu sırada şehri kuşatan Moğolların yaptığı zulümlerden bahseden Mevlânâ; genç ve güzel bir kızın “Moğol zulmünden” Allah"a olan tevekkülü sayesinde nasıl kurtulduğunu anlatmaktadır.11

Sûfî şahsiyetlerin incelenmesinde sıkça karşılaşılan anlama sorunlarından biri, ve belki de en önemlisi, kimi araştırmacılar tarafından incelenen sûfînin neşr ü nemâ bulduğu tasavvuf geleneğinden koparılarak yorum ve değerlendirilmeye tabi tutulmasıdır. Bu yorum ve değerlendirmelerin de maalesef çoğunlukla söz konusu sûfînin yaşamını ve onu yönlendiren ilkeleri anlamaktan çok uzak kaldığı, kimi zaman çarpıttığı ve yazarların kendi görüşlerini yansıtmadan öteye gitmediği görülmektedir. Mevlânâ"nın yukarıdaki Moğolların yükselişiyle ilgili olarak, Cengiz Han"ın, halkının öldürülmesi sonucu Tanrı"ya yalvardığı ve duasının kabul olunduğu şeklinde tarihi kaynaklarla ve Moğollar arasındaki inançla da paralellik arz eden değerlendirmesi; Mevlânâ"nın kötülük problemi hakkındaki görüşleriyle yakından ilgilidir. Bu görüşlerin tasavvufî arka planı bilinmeden Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri anlaşılamaz.

Mevlânâ"ya göre iyilik ve kötülük, birbirinden bağımsız var olamayan birinin varlığı hayat sahnesinde diğerinin varlığını da gerektiren olgulardır.12 Bu bağlamda şeytanın varlığı bile Mevlânâ"ya göre iyi ile kötünün ayrılması hikmetine mebnî Hakk"ın irade ve takdirinin bir sonucu, işleyen bir çarkın dişlisi durumundadır.13 Dolayısıyla Mevlânâ"nın olaylara bakış tarzına ilişkin bu yorumuna vakıf olmadan onu, Cengiz Han"ı lâhutî bir şahsiyet olarak gören bir Moğol tarafgiri şeklinde nitelemekle Mevlânâ"nın şeytan hakkındaki ifadelerine bakarak onu Allah karşısında şeytanı öven ve şeytanın tarafını tutan biri olduğunu iddia etme arasında çıkarılan “anlam” bakımından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz.

Mevlânâ"nın bu değerlendirmesinde kimi zaman gereksiz ve çok kötü olarak görülen durumların dahi farklı açılardan bakınca yeni fırsatlar için bir fırsat olabileceğine işaret edilmektedir. Tarih olana, sonradan bakanların bu değerlendirmeyi yapması kolay gibi görünse de tarihin içinde yaşayan ve bu hadiselerin ıstırabı altında inleyenlerin bu tür bir tarih felsefesi yorumunda bulunması manidardır. Mevlânâ"nın mesajını eskimez kılan hususlardan birinin de onun, devrinin hadiselerine gömülmeyerek, tarihe yönelik bu üst bakışı yakalayan tarih yorumları olduğu söylenebilir.

Moğol akınlarından sonraki tarihi sürece bakıldığında bu tür bir değerlendirme yapmak mümkündür. Nitekim Moğolların istilaları sonucu Anadolu"ya akın eden âlim, sûfî ve sanatçılar, bu kültür havzasında Anadolu aydınlanması denebilecek, kültür tarihimiz adına son derece renkli bir dönemin yaşanmasına sebep olmuşlardır. Yine bu istilalar neticesinde artık iyice zayıflayan Anadolu Selçuklu Devleti"nin yıkılması, Osmanoğulları Beyliğinin bir Türk İmparatorluğunun temellerini atmasına zemin hazırlamıştı. Ayrıca kısa bir süre sonra Moğolların İlhanlı kolu İslâmiyeti resmi din olarak seçmiş, İslâm kültürü içinde asimile olmuşlardır.

Şimdi Mevlânâ"nın, Moğolların oruç tuttuklarına hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışmakta olduğu iddiasına kaynak olarak gösterilen rivayeti ele alalım.14 Eflâkî"nin ilgili bölümünde, Mevlânâ"nın namaz ve oruç ile ilgili görüşleri ve bunların faziletiyle ilgili görüşlerini aktaran rivayetlerden15 sonra Mevlânâ"nın orucun fazileti ile ilgili şu olayı anlattığı rivayet edilir:

“Hulagu, Bağdat"ı kuşattı. Ancak şiddetli çarpışmalar sürmesine rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Bunun üzerine Hulagu "Üç gün kimse bir şey yemesin ve atlara da yem verilmesin. Herkes Bağdat"ın fethi için kendi Yaratganına(16) yalvarsın" diye emir verdi ve "Belki bütün kapıları açan Tanrı, fethi kolaylaştırır. Çünkü halife çok zengindir ve çok da azmıştır" dedi. Üç gün aç kalındıktan sonra şehir Moğollar tarafından teslim alındı.”

Mevlânâ, bu olayı anlattıktan sonra, o dönemin İslâm dünyasında geniş yankı bulan İslâm hilafetinin merkezi Bağdat"ın Moğollarca işgal edilmesi olayı ile açlığın fazileti ve oruç ibadeti hakkında şöyle bir bağ kurarak bu olayı anlatmaktan maksadını açıklar:

“Yemek yemeyip, oruç tutmak, dini inkâr edenler ve gerçek bilgiden haberi olmayan ham insanların işlerinde böyle tesir gösterir, onların galip ve muvaffak olmalarına sebep olursa, artık bunun, basiret sahibi Hak yardımcıları ve Allah dostları hakkında ne tesir yapacağını ve neler bağışlayacağını var sen kıyas et” der. Şiir:

“Oruca devam et, çünkü o, Süleyman"ın mührüdür.

O mührü kendi şeytanının eline verip saltanat mülkünü yıkma”17

 

Yukarıda aktarılan rivayetten sonra verilen rivayette Mevlânâ, Bağdat"taki halifeyi lüks ve israfa dayalı yaşamından ve oburluğundan ötürü kınayarak bir anlamda Moğollara karşı savaşı kaybedişinin nedeni olarak bu tenperverliği gösterir ve halifenin yaşam tarzını eleştirir.18 Bilindiği gibi daha önce Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in de Belh"ten göç esnasında Bağdat"a geldiğinde burada kalmayı düşünmesine rağmen dönemin Abbasi halifesinin israf ve lükse dayalı hayat tarzından ötürü bu kararından vazgeçtiği ve halifeyi ağır bir şekilde eleştirdiği bilinmektedir.19 Günümüz Arap dünyasının ileri gelenlerinin lüks ve israfa düşkünlükleri hatırlanacak olursa Mevlânâ ve babasının o dönemin halifesine yönelik eleştirilerini daha iyi anlamak mümkündür. Ayrıca aktarılan bu rivayette Mevlânâ"nın, Moğolları “dini inkar eden ve gerçek bilgiden haberi olmayanlar” şeklinde nitelediğini de hatırlatmak gerekir. Ayrıca Mevlânâ"nın bu tenkidinin, halifeye yönelik bir özeleştiri olduğu; halifeye karşı Moğolları destekleme tarzında bir mahiyeti bulunmadığı, yine Eflâkî"de aktarılan Mevlânâ"nın halife hakkındaki şu kanaatinden de anlaşılmaktadır:

“Moğolların halifeye yaptıkları türlü işkence ve zulümlerle onu şehit etmeleri, halifenin günahlarının affolmasına ve derecesinin yükselmesine vesile olmuştur. Bu nedenle "Kötülük yapınca akıbetinden kork, çünkü tabiatta hiçbir şey cezasız kalmaz."”20

Binaenaleyh Mevlânâ"nın “Moğolların oruç tuttuğuna hatta atlarına bile oruç tutturduklarına etrafındakileri inandırmaya çalışan bir Moğol propagandacısı” olduğu şeklindeki nitelemenin sağlıklı bir çıkarım olmadığını belirtmek gerekir.

Konuyla ilgili diğer bir iddiada şöyle denilmektedir: “Mevlânâ ile Moğollar arasında bu sıcak ilgiyi kuran da Şems-i Tebrizi olmuştur. Erzurum-Erzincan üzerinden Anadolu"ya gelen Şems"in çok geçmeden Moğollarla irtibat kurduğunu anlamak güç değildir. Erzurum, Erzincan üzerinden Anadolu"ya giren Moğollar daha burada iken Şems"i Anadolu"ya (Konya"ya)göndermiş olmalılar. Nitekim Şems"in Konya"ya gelmesi de Moğollardan bir iki sene önceye raslamaktadır. Seyyid Burhaneddin Tirmidi"nin talebesi olan vezir Şemseddin İsfehani de Moğolların adamı idi. Moğollar Anadolu"ya girdikten sonra onu vezir yapmışlardır. Bu durumda gösteriyor ki Mevlânâ ve çevresi Moğollar"ın Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren Moğollarla sıcak ilişkiler içine girmişlerdir.”21

Bu iddiayla bağlantılı olarak o dönemle ilgili şunları söylemek mümkündür. Çeşitli tarihi olayların yap-boz misali derlenmesini ve bunun üzerine bina edilen bir hükmü anımsatan yukarıdaki değerlendirmede Şems"in Erzurum"da bir müddet Kur"an muallimliği yapmasına atıfta bulunularak Şems"in Moğollarla irtibatı olduğu iddia edilmektedir. Şems"in memleketi Tebriz"den şeyhi Ebubekir Selebâf"tan sonraki manevi açlığını gidermek ve kendi meşrebine uygun bir şeyh bulma arzusuyla ayrıldığını ve bu amaçla birçok şehir gezip, dolaşarak sûfîlerle görüştüğünü, bu yüzden kendisine “Şems-i Perende (Uçan Şems)” denildiğini biliyoruz.22

Şayet Şems, Konya"ya böyle bir misyonla gönderilmiş olsaydı, dönemin şartları göz önüne alındığında23 hayli önemli bir konumda olacak olan Şems"in Konya"da Mevlânâ ile karşılaşana dek geçirdiği süre zarfında bu yönüyle faal olması ve bu yönüne ilişkin kaynaklarda bir bilgi olması gerekirdi. Hâlbuki Şems"in Konya"ya vardıktan sonra Mevlânâ"nın düşünce hayatında ve tasavvuf anlayışında devrim yapıncaya kadar geçirdiği müddet hakkında elde bir bilgi olmadığını kaynaklar belirtmektedirler.24 Yine Şems, bir Moğol casusu olarak Konya"ya gelmiş olsa; dönemin şartları göz önünde alınarak şunlar söylenebilir. Selçukluların Kösedağ mağlubiyetinin (1243) üzerinden bir buçuk-iki yıl geçmiş, Selçukluların Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olması kabul edilmişti. Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir baskı kurmuşken Şems niçin ortadan kaybolduğu tarihe (1247) kadar kendisine o dönemde önemli mevki kazandıracak böyle bir kimliği gizleme gereği duysun? Şems"in açık bir şekilde Moğol propagandası yapması gerekmez miydi?

Yine Şems"in Moğollar nezdinde böyle bir fonksiyonu olsaydı Moğollarla anlaşmaya giden Selçuklu heyetlerinde ve dönemin diğer siyasi etkinliklerinde dönemin kaynakları tarafından niçin zikredilmemektedir? Ayrıca Mevlânâ"nın Şems ile buluşmasından sonra tasavvuf anlayışında yaşanan kırılma üzerine resmi tedrisi terk edip artık talebeleriyle ilgilenmemesi üzerine Mevlânâ"yı değiştiren bu acayip derviş hakkında baş gösteren hoşnutsuzluk sürecinde, Şems"e yönelik bir çok eleştiri yapılmasına rağmen bunlar içinde onun Moğol propagandası yaptığına ilişkin kaynaklarda hiçbir iddianın olmaması da Şems"in o dönemde böyle bir misyonla Anadolu toplumunda gündeme gelmediğinin önemli bir kanıtı sayılabilir.

Dönemin Şam şehri de ele aldığımız konu açısından önemli bir fonksiyona sahiptir. Bilindiği gibi Şam, o dönemde her yanı kasıp kavuran Moğol istilalarına karşı Müslüman Anadolu halkınca bir kurtarıcı olarak görülen, Moğolların kuvvetli düşmanlarından Memlük devletinin selefi Eyyubilere ait olan ve Moğollara karşı düşmanlığın hakim olduğu bir şehirdi.25 Moğollarla ilgili bir meseleden dolayı Konya"da Şems"e yönelik bir hoşnutsuzluk olsaydı Konya"yı terk eden Şems"in Moğollara yönelik nefretin hakim olduğu Şam şehrine gitmesi ve burada on beş ay kalması sanırız uygun olmazdı.

Renkli çakıl taşları misali çeşitli tarihi olayların derlenip bunlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisi varsayılması, yapılan kimi tarih yorumlarına ilişkin şu meşhur örneği akla getirmektedir. Evden sigara almak için çıkan ve karşıdan karşıya geçerken yoldaki keskin virajı alamayan alkollü bir sürücü tarafından ezilerek öldürülen Ahmet Bey"in, artık tarih olan bu olayını yorumlarken bir tarihçinin bazen, olaylar bütününü göz ardı ederek kimi vesikalardan çıkarımda bulunması, Ahmet Bey"in öldürülmesine ilişkin sebepleri sıralarken, öldürülmenin birincil nedeni olarak Ahmet Bey"in sigara içme alışkanlığını göstermesine benzemektedir.

Diğer bir iddiada; Mevlânâ"nın bir sohbet esnasında dönemin yöneticilerinden Muineddin Pervâne"yi Müslüman Memluklular"a karşı Moğollarla yaptığı işbirliğinden ötürü eleştirdiği rivayet, tam tersine yorumlanarak “(Mevlânâ"nın) Muinu"d-din Süleyman"ın 670 (1272) dolaylarında başlayan Moğollara karşı Memluklularla ittifakını desteklediği de anlaşılmaktadır (Fîhi Mâ Fîh Terc. s. 9). Aynı eserindeki (s. 102) Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır.”26 şeklinde verilerek Mevlânâ"nın Moğol karşıtı eleştirileri ve Moğollarla yaptığı işbirliği nedeniyle Pervâne"yi kınaması, okuyucudan kaçırılmaya çalışılmaktadır. Halbuki Mevlânâ"nın bu eleştirileri, Pervâne"nin Moğollarla Müslüman Memluklar aleyhine yaptığı ve h. 666-675/m. 1267-1276 yılları arasını kapsayan barış anlaşmasını, yani Pervâne"nin Memluklarla ittifakını değil Moğollarla işbirliğini tenkit amacıyla söylenmiştir.27 Calibi dikkat bir diğer husus ise; “Mevlânâ, etrafına Moğolların müşrik olmadıklarını telkine çalışmaktadır”28 iddiası ile “(Mevlânâ"nın) Aynı eserindeki Moğol aleyhdarlığı da bu döneme rasladığı muhakkaktır”29 iddialarına; yani birinde Mevlânâ"yı Moğol yanlısı diğerinde Moğol karşıtı gösteren her iki iddiaya kaynak olarak da Fîhi Mâ Fîh"in aynı bölümünün referans gösterilmesidir.30

Konuyla ilgili bir diğer iddiada ise Fîhi Mâ Fîh"te aktarılan rivayetler kaynak gösterilerek Mevlânâ"nın Moğol aleyhtarlığı yapanlara öfkelendiği ve Moğol zulmünü haklı göstermeye çalıştığı iddia edilmektedir.31 Bu özet çalışmanın hacmini aşmamak için Mevlânâ"nın Moğol zulmü hakkındaki kanaatlerine ilişkin daha önce aktarılanları hatırlatmakla iktifa ediyoruz.32

Bir diğer iddiada ise şöyle denilmektedir: “Baycu Noyan"ın Konya"ya gelip Mevlânâ ile görüşmesinden sonra (654/1256) Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle de iyi ilişkiler içinde olduğu farkedilmektedir. Örnek olarak Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri (Menakibu"l-ârifin terc. I, 483) Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır.”33

Burada göze çarpan paradoks ise bir önceki paragrafta34 Mevlânâ"nın, Moğolların Anadolu"ya girdiği 640/1243 yılından itibaren sıcak ilişkiler içine girdiği belirtilirken hemen ardındaki paragrafta Mevlânâ"nın 654/1256 yılında Baycu ile görüşmesinden sonra Moğol askerler ile iyi ilişkiler içine girdiğinin söylenmesidir. Söz konusu dönemde zaten Anadolu"da askeri varlıklarıyla boy gösteren Moğollarla Mevlânâ, ilişkiye girmek için Moğolların Anadolu"ya hâkim oldukları 640 yılından 654"e kadar neden on dört yıl beklemiş ve bu konuda Moğol askerleri ile ilişkisine dair bir olay, kaynaklarda aktarılmamıştır.

Şimdi Mevlânâ ve Moğol askerleri arasında var olduğu iddia edilen işbirliğine ilişkin, örnek olarak verilen “Moğol askerleri Konya"daki harmanları (Muhtemelen ahilere ait) yağma ederlerken Mevlânâ"nın işareti ile Mevlânâ"ya yakınlık gösteren Ahi Mehmed"in buğday yığınına ilişmemeleri” ile ilgili rivayeti ele alalım. Mevlânâ"nın bir Ahi düşmanı olarak gösterildiği35 iddiaya kaynak gösterilen ve Eflâkî"de yer alan rivayette bir menakıb kitabından bekleneceği gibi Mevlânâ"nın kerametiyle ilgili bir olay şöyle anlatılmaktadır:

“Mevlânâ"nın "Benim kardeşim" dediği fütüvvet erbabının sultanı Ahi Mehmet Seyyid Âbadi"den şöyle rivayet edilir ki: Harman zamanı benim büyük bir buğday yığınım çıkmıştı. Bu sırada birdenbire Moğol askeri Konya sahrasını kapladı, harmanları darmadağınık edip yağmaya girdi. Mevlânâ hazretleri bana bir ferece giydirmişti. Hizmetçiye "o mübarek elbiseyi buğday yığınının üzerine at da onun bereketi ile buğday yığınına bir şey olmasın" diye emrettim. Allah daha iyi bilir ve şahit olarak da kafidir ki, yakın ve uzak bütün komşularımızın buğdaylarını yağma ettiler; fakat ne biri bizimkinin etrafında dolaştı, ne bir saman çöpü kayboldu ve ne de bir tane götürdüler. Sonra hepsini şehre taşıdım ve sofra sofra misafirlere ikram ettim. Şehre inince doğru Mevlânâ"ya gittim. Gülerek beni karşıladı ve "Eğer Ahi isteseydi onların hepsi kurtulurdu" dedi.”36

Görüldüğü gibi bu rivayetle, Mevlânâ"nın yüceliğini vurgulamak amacına matuf bir menkıbe anlatılmaktadır. Menkıbede Moğolların yaptıkları yağma ve yıkım anlatılmakta Ahi Mehmed"in harmanının ise Mevlânâ"nın kerametiyle kurtulduğu vurgulanmaktadır. Birçok tasavvuf büyüğüne ait bu tür kerametlerin aktarıldığı menkıbeler, dönemlerinin psiko-sosyal atmosferi hakkında bizlere önemli ipuçları vermektedirler. Menâkıb geleneğinde bu tür rivayetlerle verilmek istenen mesaj, meselenin vahametine ve olağan üstülüğüne dikkat çekilerek, tarikat pirinin kerametinin vurgulanmasıdır. Buradaki aktarılan olayın da anılan türden bir keramet olabilmesi ise o dönem şartları ve toplum bilinci itibariyle olağan şartlarda mümkün görülmeyen bir olayın, Mevlânâ"ya atfen vuku bulduğunun söylenmesi ile mümkündür. Bu olayın bir işbirliği ile yapılması durumunda ise olayın keramet boyutu ortadan kalkacak ve bu rivayetin aktarımına da bir menakıb yazarı gerek duymayacaktır. Örneğin yine Eflâkî"de bu amaçla anlatılan benzer bir rivayette şöyle denilir:

“Hulagu Han büyük bir ordu ile Rum memleketlerine hücum etmiş, yıkımlar yapmıştı. Müslümanlar arasında büyük bir karışıklık meydana gelmişti. Hoca Mecdeddin"in bin tane besili koyunu vardı. Onları ne yapıp, nereye götüreceği konusunda son derece şaşırmıştı. Kalkıp Mevlânâ hazretlerinin yanına geldi ve meseleyi anlattı. Mevlânâ: "Hiç gam yeme, bir arslanı tayin ederim, senin koyunlarını uyuz kurtların şerrinden muhafaza eder" dedi. Konya havalisinde bulunan bütün koyun ve davarları Moğol askerleri talan ettiler. Allah"ın inayetiyle Mecdeddin"in koyunlarından bir kuzu bile eksilmedi.”37

Binaenaleyh ana mesajı belli olan bu tür bir rivayetten Mevlânâ"nın Moğol askerleriyle işbirliği yaparak birilerinin harmanlarını yağma ettirdiği sonucunu çıkarmak sanırız zorlama bir tevildir. Ayrıca ikinci rivayette Moğolların uyuz kurtlara benzetilmesi de iddia edilen türden bir işbirliğinin olmadığını gösteren karinelerden biridir.

Mevlânâ ile Moğol askerler arasındaki işbirliğine örnek olarak gösterilen yukarıdaki iddianın geri kalanında ise “Mevlânâ muarızı, Konevi ile Ahi Evren"in dostu zengin bir Tacir olan Hacı Tâcu"d-Din-i Kâşi"nin öldürülmesi ve servetinin yağma edilmesi (Aynı eser, I, 297-298) olaylarında Mevlânâ"nın parmağı bulunduğu anlaşılmaktadır,”38 denilerek Mevlânâ"nın Hacı Kâşi"nin öldürülerek servetinin yağma edilmesinde parmağı olduğu belirtilmektedir. Şimdi Eflâkî"de geçen söz konusu rivayeti ele alalım.

“Bir gün Mevlânâ, zamanın az yetiştirdiği insanlardan olan şeyhlerin şeyhi muhaddislerin sultanı diye nitelenen Şeyh Sadreddin"i (Konevî) görmeye gitmişti. Şeyh Sadreddin Mevlânâ"yı saygıyla karşılayıp kendi seccadesi üzerine oturtu. Kendisi de onun karşısına diz üstü bir şekilde edeple oturarak hiçbir şey konuşmadan öylece murakebeye daldılar. Bu arada Şeyh Sadreddin"in hizmetinde bulunan, birkaç kez Kabe"yi ziyaret etmiş olan ve bir çok önemli şeyhin sohbetinde bulunmuş olan Hacı Kâşi adındaki bir derviş, Mevlânâ"dan “Fakr nedir?” diye sordu. Murakebeye dalan Mevlânâ, cevap vermedi. Derviş üç kez sorusunu tekrarladı. Mevlânâ hiçbir şey söylemedi. Böyle olmasına Şeyh Sadreddin incindi. Daha sonra kalkan Mevlânâ"yı Şeyh Sadreddin kapıya kadar uğurlayıp döndükten sonra dervişi Kâşi"ye kızarak: “Ey olgunlaşmamış ihtiyar ve ey vakitsiz öten kuş! O sırada soru sorma ve konuşmanın yeri miydi ki, terbiyesizlik ettin. Mevlânâ aslında senin soruna doğru cevap verdi. Şimdi sen, habersiz, vaktine hazır ol, çünkü gayb aleminden darbe yedin,” dedi. Kâşi “Cevabı ne idi?” deyince Şeyh Sadreddin: “Fakir Allah"ı bilince (marifet hasıl olunca) dili tutulur. Yani tam derviş velilerin huzurunda dille ve kalple bir şey söylemez; çünkü fakr, kemale erince kul (adeta) Tanrılaşır,” dedi. Bu olaydan üç gün sonra ayak takımı (rindan) denilen şehir eşkıyasının Kâşi"yi, bağına giderken yolda öldürdüğü ve nesi var nesi yoksa alıp götürdüğü rivayet edilmektedir.39

Burada anlatılan rivayette Hacı Kâşi"nin şehir eşkıyaları tarafından öldürülmesi olayı ile tasavvuf ve tarikat geleneğinde yaygın bir inanış olan Allah dostlarını incitmenin manevi gazabı gerektirdiğine ilişkin bir mesaj verilmektedir. Bu husus tasavvuf tarihinde birçok tasavvuf büyüğüne atfen anlatılan menkıbelerde karşımıza çıkmaktadır. Bu inanış, verilen olayda adı geçen veli ile o olay arasında organik ve tarihi bir neden-sonuç ilişkisini göstermekten ziyade, meydana gelen bir olayı, kendi tarikat pirleriyle bir şekilde ilişkilendirerek pirin yüceliğinin vurgulanmasına yöneliktir. Mevlevî gelenekten bu hususa bir örnek vermek gerekirse Mevlevî kaynaklarda Mevlânâ"nın babası Baha Veled"in gönlünün Harzemşah sultanına incinmesinden dolayı müritleriyle birlikte Belh"ten ayrılmasından sonra, bölgenin Moğollar tarafından işgal edilerek yağma ve yıkıma tabi tutulması, Mevlevî kaynaklarda Baha Veled"in gönlünün sultana incinmesinin manevi bir cezası olarak yorumlanır.40 Şimdi bu rivayetten yola çıkarak Belh"in Moğollarca işgal edilmesinde Baha Veled"in parmağı olduğunu söylemekle yukarıdaki rivayetten Mevlânâ"nın, Kâşi"nin öldürülmesinde ve servetinin yağma edilmesi olayında parmağı bulunduğunu söylemek arasında yürütülen “mantık” açısından pek bir fark olmadığı kanaatindeyiz. Ayrıca rivayette olayın şehir eşkıyaları (rindan) tarafından işlendiği de belirtilmektedir. Yine Kâşi"ye murakabe esnasında edebi terk ettiğini söyleyen Mevlânâ değil, Şeyh Sadreddin"dir ki, bu “mantığa” göre Şeyh Sadreddin"in kendi dervişinin öldürülmesinde parmağı olduğu şeklinde yanlış bir sonuç daha çıkmaktadır.

İnsan ve insan sevgisine ilişkin tutum ve düşünceleri bilinen Mevlânâ"nın bu tür entrikalar içinde olduğunun iddia edilmesi sanırız ehven tabirle maksadını aşan bir yorum olsa gerektir.

Bu konudaki rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Mevlânâ"nın Moğollarla direkt bir ilişkisi olmamış, ya kendisine onlarla ilgili bir soru sorulmuş ya da o dönemde meydana gelen bir olay üzerine bu konudaki fikirlerini beyan etmiştir. İddia edildiği gibi Mevlânâ, Anadolu"da Moğol çıkarlarına hizmet eden ve Moğollar nezdinde de bu yönüyle kabul gören birisi olsaydı, dönemin gündelik siyasetiyle ilgili olarak Moğolları ikna etmek ve onlarla iyi geçinmek için her türlü çabayı gösteren dönemin Selçuklu yönetiminde Mevlânâ"nın da etkin bir devlet adamı olması gerekirdi. Halbuki Mevlânâ"nın, etrafındakileri tasavvufî terbiye doğrultusunda yetiştirmeye çalışan bir gönül ereni olduğuna tüm yaşamı ve geriye bıraktığı eserlerindeki mesajı tanıklık etmektedir.

Mevlânâ, yöneticilerle ilişkilerinde dönemin şartları gereği Selçuklu yöneticileri arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasî mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş; siyasîler ile dervişler arasında misyonları gereği bir ayrımı vurgulamıştır. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak, ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendisine özgün bir siyasetinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Mevlânâ"nın etrafındakilerin, genelde Selçuklu elitlerinden meydana geldiği ve Mevlânâ"nın aristokrat çevrelere hitap ettiği yönündeki kanının aksine dönemle ilgili rivayetlerden Mevlânâ"ya en yakın bilinen aristokratların dahi Mevlânâ"yı, etrafındaki müridlerinin halkın bayağı sayılan kesimlerinden olması nedeniyle kınadıklarını ve bu eleştirilerin, dönemin elitlerince müşterek olarak dile getirilen bir husus olduğu anlaşılmaktadır. Buna rağmen Mevlânâ"nın müridlerine karşı tavrını değiştirmeyerek onlara olan şefkatini ve rehberliğini esirgememesi, Mevlânâ"nın dönemindeki toplumsal yerini tahlil açısından önemlidir.

Mevlânâ"nın yöneticilerle ilişkisinde dikkati çeken bir diğer nokta; dönemin idarecilerinin Mevlânâ"dan ziyade diğer şeyh ve bilginleri daha sık ziyaret ettikleri; Mevlânâ"nın da yöneticilere karşı diğer şeyhlerin gösterdikleri türden sıcak iltifatlarda bulunmadığı yönündeki rivayetlerdir. Mevlânâ, yöneticilerin, işleri gereği kendi irfan dünyasını ve tasavvufî hakikatleri anlamakta güçlük çektiklerini, bu anlamda onların gönül estetiğinden yoksun olduklarını ifade ederek muhataplarınca anlaşılamadığından da yakınmaktadır.

Mevlânâ"nın resmi tedris ile yetişmiş olması, babasından beri yöneticilerle ilişkilerinin iyi olması, mevcut düzene karşı çoğunlukla resmi tedris görmemiş göçebe gruplar tarafından çıkarılan isyanlara Mevlânâ"nın iyi gözle bakmamasında ve bu anlamda Selçuklu yöneticilerini desteklemesinde etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan Mevlânâ, isyan yerine mevcut düzenin huzur içinde sürdürülmesinden yanadır. Ona göre yöneticilerin esas fonksiyonu, halkın işleriyle meşgul olup onların huzur içinde yaşamasına, dervişlerin rahatça ibadet etmelerine olanak sağlamalarıdır. Bu işlevi yerine getirmeleri, onların meşruiyeti için yeterlidir. Yöneticilere bu anlamda olumlu katkı sağlayan Mevlânâ, yanına gelen veya değişik vesilelerle bir araya geldiği yöneticilere de bazen açıkça bazen de çeşitli hikayelerle öğüt vermekten, yönetimde uymaları gereken ilke ve prensipler hakkında onları uyarmaktan da çekinmez. Bu yönüyle Mevlânâ, çeşitli vesilelerle hitap ettiği yöneticilerle ilişkilerinde genel olarak onlara nasihat edici konumdadır. Bunun yanında dönemin yöneticilerinin de Mevlânâ"ya saygı duydukları ve kimi zaman Mevlânâ"nın, etrafındaki kimselerin bazı ihtiyaçları için onlardan ricalarda bulunduğu da görülmektedir. Ancak bu ricalarda dahi Mevlânâ tasavvufî ilke ve prensiplerinden taviz vermez ve padişahlığın geçici olduğunu paralar üzerindeki padişah adlarının ve hutbelerde okunan hükümdar isimlerinden hangisinin bâkî kaldığını sorar.41 Bu açıdan Mevlânâ"ya göre “Padişah, padişahlığa boş veren kişidir; böylesi kişi ay ve güneş olmaksızın da parlar durur.”42

Mevlânâ, dönemindeki yöneticilerle ilişkileri de dâhil olmak üzere yaşadığı olaylarda genellikle olayın yakın vadedeki sonuçlarından ve yerel özelliklerinden ziyade insanın evrensel anlamdaki değişmez doğasına yönelik açılımlarına atıfta bulunmaktadır. Bu bağlamda o, kendisine sorulan o döneme ilişkin spesifik bir olaydan yola çıkarak evrensel ilkelere açılım sağlayabilmektedir. Bu anlamda Mevlânâ"nın zihin dünyasını, döneminin karmaşık olayları ve gündelik siyasetinden ziyade insanın olgunlaşması ve sevgilim dediği “Mutlak Hakikat” olan Allah"a ulaşmanın temrinleri ve ilkeleri yönlendirmekteydi demek mübalağa sayılmaz.

Şüphesiz ki her insan içinde yaşadığı muhitin içinde belli düşünce kalıpları alarak ve bunlardan etkilenerek yaşamını sürdürür. Ancak Mevlânâ"nın, döneminin hadiselerine gömülü kalmayarak, devrinin gündelik olaylarından ziyade bunların insan doğasıyla ilgili evrensel ilkelerine atıfta bulunduğunu görmekteyiz. Bu konudaki rivayetler bütününden anlaşıldığı üzere Mevlânâ, dönemin siyasi ricali arasındaki çekişme ve rekabete dayalı siyasi mücadeleden uzak kalmaya özen göstermiş, bunun yanında siyasiler ile tasavvuf ehli dervişler arasında misyonları gereği mevcut ayrıma dikkat çekmiştir. Bu açıdan onun bilindik siyasetten uzak ancak tasavvufî neşvesinin kazandırdığı kendine özgün bir siyasetinin olduğu söylenebilir.

Mevlânâ"nın, Selçuklu yöneticilerine nispetle direkt ilişkisinin bulunmadığı Moğollarla ilgili gündeme gelen meselelerde ne realiteden uzak, duygusal yalın bir milliyetçiliği, ne de güçlünün yanında olma kaygısıyla bir Moğol sempatizanlığı savunduğu görülmektedir. Bu meyanda Mevlânâ, bir yandan reel olarak var olan dönemin süper gücünün bu yükselişini ve gücünü tasavvufî bir yorumla îzah ederken, diğer yandan onların tahakküme dayalı zulümlerini anlatmaktan çekinmemiş, Moğolların yaptıkları bu zulümlerle uzun süre bu güçlerini koruyamayacaklarını belirtmiştir. Bu açıdan aşk merkezli bir yaşam felsefesine sahip olan Mevlânâ"nın Moğollara karşı da sürekli ve onulmaz bir nefrete sahip olduğunu söyleyemeyiz.

Mevlânâ"nın Konya kuşatması esnasında halkın durumunu, Moğollara karşı hissiyatını ve kendi yaptıklarını ifade eden gazelinde onların gelecekte Müslüman olacaklarını manevi bir öngörü ile söylemesi ve daha sonraki gelişmelerin de bu öngörüyü haklı çıkarması, Mevlânâ"nın Moğollar hakkındaki düşüncelerinde kayda değer bir noktadır. Nitekim Mevlânâ"nın bu gazelini öğrenen Moğol hanedanından Gazan Han"ın gazeli altın sırma ile işleterek kaftanının üzerine yazdırdığını, yine bu gazel nedeniyle Timur"un da Mevlânâ"nın Divân"ını Maverâünnehr"e götürdüğü Mevlevî kaynaklarda belirtilmektedir. Bu açıdan yaşam ve öğretileriyle yerel bir söylemden ziyade, evrensel bir mesajı dile getirerek tüm insanlığı kucaklayan Mevlânâ"yı, Selçuklu dostu veya Moğol dostu diye nitelemekten ziyade üniversel manada bir “insan dostu” diye tanımlamak müsemmaya ve onun aradan geçen sekiz asırlık zamana rağmen üstlendiği misyonuna daha uygun bir tanımlama olacaktır.

 

* Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi.

*** Bu özet makale daha önce Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi"nin 11 (ss. 259-322) ve 12. sayı (ss. 173-195)larında yayımlanan çalışmalarımızın kısmî bir özeti mahiyetindedir.

1 Bayram, Mikâil, Ahi Evren ve Ahi Teşkilatının Kuruluşu, Konya 1991, s. 92. İddialara mesned olarak verilen kaynaklar metinde gösterilmiştir.

2 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, çev. M. Ü. Tarıkâhya, İstanbul 1954, ss. 96-7 (İddiaya kaynak olarak verilen Fîhi Mâ Fîh çevirisinin İst., 1964 baskısında ss. 101-2"deki rivayet, bizim kullandığımız Tarıkâhya baskısında (İst. 1954) 96-7. sahifelerdedir). Söz konusu bölümün orijinali için ayrıca krş. Mevlânâ, Kitâb u Fîhi Mâ Fîh, nşr. Bedîüzzaman Fürüzanfer, Tahran 1330, ss. 64-5.

3 Bkz. Kafalı, Mustafa, “Cengiz Han” mad., DİA, c. 7, s. 368; National Geographic, “Cengiz Han” kapak konulu sayı, Ağustos 2001, ss. 93-4. Moğolların gizli tarihinde Temücin Cengiz Han"ın Buhara"yı istilâ ettiği esnada bölge halkına Moğollar arasında bir efsane haline gelmiş olan şu sözleri söylediği aktarılır: “Ben Tanrı"nın gazabıyım. Eğer büyük günahlar işlemiş olmasaydınız, Tanrı üzerinize benim gibi bir gazap salmazdı.” (bkz. National Geographic, s. 92).

4 Turan, Osman, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 386.

5 Genç Temücin"e (Cengiz Han) büyük Moğol tanrısı Tengri"nin, onun dünyanın efendisi olmasını buyurduğu şeklindeki bu rivayet, Moğol Şamanların ayinlerinde canlandırılan bir sahne olarak Moğollar arasında bir mit halinde varlığını devam ettirmiştir. (bkz. National Geographic, s. 76)

6 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., s. 98.

7 Sohbetin tamamı için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss.98-107 .

8 Krş Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin (Farsça Metin), c. I, s. 259 vd. Mevlânâ"nın Konya"yı Bacu komutasındaki Moğol askerlere karşı korumasıyla ilgili Eflâkî"de anlatılan bu menkıbenin Mevlânâ"nın kendi gazellerinde ve diğer tarihi kaynaklardaki yer alış şekli hakkında önceki bölümde geniş bilgi verildiğinden konuyu tekrardan kaçınıyoruz (Geniş bilgi için bkz., “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, Temmuz-Aralık 2003, ss. 312-317).

9 Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İst. 1989, c. I, ss. 17-8.

10 Eflâkî, age., c. I, s. 18.

11 Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 255-6.

12 Mevlânâ"nın konuyla ilgili görüşleri için bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., ss. 312-3, 46; Mesnevî, c. IV, b. 64 vd.

13 Mevlânâ"nın bu konudaki görüşleri için bkz. Mesnevî, c. V, b. 2938 vd.

14 Bu iddiaya gösterilen kaynakla ilgili sehven meydana geldiğine inandığımız bir hususu da belirtmek gerekir. Bu iddiaya kaynak olarak Menâkibu"l-Ârifin"in tıpkı basımının c. I, s. 219"u sahifesi verilmektedir(bkz. Bayram, age., s. 92, 69. dipnot). Ancak anlatılan bu olay Tıpkı Basım"ın c. I, ss. 202-204 sahifeleri arasında geçmektedir. Bu iddiya kaynak olarak gösterilen yerde ise Moğollarla ilgili hiçbir şeyden bahsedilmeyip Çelebi Şemseddin"den rivayet edilen Mevlânâ"nın Sadreddin"in zaviyesini ziyaretiyle ilgili bir olay anlatılmaktadır (Karşılaştırma için bkz. Eflâkî, Menâkibu"l-Ârifin, Farsça Metin, c. I, s. 219 ile ss. 202-204).

15 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 197 vd.

16 Kelime Moğolların Tanrı için kullandıkları şekliyle verilmiş.

17 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, ss. 202-4; Terc., c. I, ss. 219-221.

18 Eflâkî, age., Farsça Metin, c. I, s. 204-5; Terc., c. I, ss. 221-2.

19 Bkz. Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 16.

20 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 222.

21 Bayram, age., s. 93.

22 Eflâkî, age., Terc., c. I, s. 90, c. II, s. 36; Füruzanfer, Mevlânâ Celâleddin, s. 163.

23 Zira bu dönemde Moğollar, Selçuklular üzerinde açık bir hakimiyet kurmuşlar, Selçuklular Moğollara bağlı bir haraçgüzar il olmayı kabul etmişlerdi (Söz konusu dönem hakkında geniş bilgi için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 264-6).

24 Füruzanfer, age., s. 176.

25 Selahaddin Eyyubi"den sonra ordu başkumandanı Aybeg tarafından Eyyubiler üzerine kurulan Memlukler ve Moğollar arasındaki söz konusu dönemdeki mücadele için bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I”, ss. 272-3.

26 Bkz. Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

27 Bu sohbetin, söz konusu anlaşma (bkz. Turan, age., s. 527) üzerine söylendiğine ilişkin ayrıca bkz. Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, Terc., Önsöz, XLII.

28 Bayram, age., s. 92.

29 Bayram, age., s. 93, 70 no"lu dipnot.

30 Krş. Bayram, age., s. 92-3, 67. ve 70. dipnotlar.

31 Bkz. Bayram, age., ss. 92-3.

32 Bu konuda geniş bilgi için şu çalışmalarımıza bkz. “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları I, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2003, sayı: 11, ss. 259-322; “Mevlânâ"nın Yöneticilerle İlişkileri ve Moğol Casusluğu İddiaları II”, Tasavvuf ilmi ve akademik araştırma dergisi, 2004, sayı: 12, ss. 173-195).

33 Bayram, age., ss. 93-4.

34 Bkz. Bayram, age., s. 93.

35 Bkz. Bayram, age., ss. 89 vd.

36 Eflâkî, age., Terc., c. I, ss. 600-1.

37 Eflâkî, age., c. I, ss. 281-2.

38 Bayram, age., ss. 93-4.

39 Bkz. Eflâkî, age., Farsça metin, c. I, ss. 278-9.

40 Bkz. Sipehsâlâr, s. 21 vd.; Eflâkî, age., Remzi Kitabevi baskısı, c. I, s. 94; Füruzanfer, age., s. 91 vd. bu hususun Mevlevî geleneğe kaynaklık eden Kübrevî gelenekte de bu şekilde olduğu görülmektedir. Örneğin Harzemşah sultanının Necmeddin-i Kübra"nın halifelerinden Mecdeddin Bağdadî"yi Ceyhun ırmağında boğdurarak öldürdüğü haberi Necmeddin Kübra"ya ulaşınca tasavvuf geleneğindeki bu inanışa atfen “Bunun cezasını boynuyla ödeyecek” dediği ve Moğollar tarafından yapılacak kıyım arasında bağ kurduğu belirtilmektedir (bkz. Füruzanfer, age., s. 82)

41 Mevlânâ, Mesnevî, c. I, s. 89, b. 1103-6.

42 Mevlânâ, Mesnevî, c. II, s. 112, b. 1469.

 

 

Yazar: Osman Nuri Küçük

http://akademik.semazen.net/ sitesinden 06.04.2015 tarihinde yazdırılmıştır.

 
Devamını Oku »