İstanbul: Süreklilik kafada kopunca!

İstanbul: Süreklilik kafada kopunca! ...Her eylem, her eser, kişinin sahip olduğu fikrin, duygunun tecessüm etmesidir. Süleymaniye Külliyesi, bir fikrin, bir duygunun cisimleşmesidir; hatta bütün bir şehir, bir mananın/anlamın tecessüm etmiş halidir. Her ne ki içerisindedir kişinin o dışına vurur; kafada olmayan mekanda da olmaz çünkü. Ahmedî’nin dediği gibi: “Sanmagil fikr etmeden her işe el / Ki’olur evvel fikret ü ahir amel”; başka bir deyişle akıl, eylemi öncelemelidir. Özellikle yöneticiler bir işe kalkışırken heva ve heveslerine göre değil, akıllarına göre iş yapmalıdırlar.

Mehmed Şah Fenarî’nin Enmuzec el-ulumadlı eserindeki ifadesiyle: “Yönetici’nin düşüncesi, sözü ve eyleminden önce gelmeli; yalnızca işlere ilişkin inançlarla yetinmemelidir. Bundan dolayıdır ki Tanrı, Adem’i, kendisini diğer canlılardan ayıran aklı nedeniylehalîfe seçmiştir. Dolayısıyla Yönetici’nin eylemleri akla göre olmalıdır”. Cehaletten, bilgisizlikten iyi niyetin doğmayacağı bilinmeli, aklı dolaşık insanların sorunları çözmek değil, karmaşıklaştıracağı dikkate alınmalıdır. Çünkü siyaset, dolaştırmak, karmaşıklaştırmak değil, tertip etmek, düzenlemek; “un çuvalını tozutmadan yere koymaktır”; bunun da yolu bilmekten, bilenlerle yola çıkmaktan geçer. Yine Mehmed Şah Fenarî’nin deyişiyle: “Yönetici, adalet yolundan ayrılmamalı; bilginlerle beraber oturmalı, onlarla düşüp kalkmalıdır; çünkü -bilindiği üzere- doğru/kâmil siyasetin hem dış hem de iç etkisi ancak ve ancak bilgi’yle gerçekleşir”.

Güzel’i tahakkuk ve tecessüm ettirmeyi kendine şiar edinmiş bir kültürün, medeniyetin mensupları olarak, duyarlılığımızı maddeye dökmek, işlemek, nakşetmek için doğruluk’u tespit etmiş olmamız gerekir. Çünkü bilgideki doğruluk sanatta güzellik adını alır; bu nedenle “doğru’yu bilen güzel eyler, güzeli eyler” denmiştir. Bütün bunlar da hesabı verilmiş bir anlam-değer dünyası’na sahip olmakla mümkündür. Hiçbir yumurtadan aslan çıkmaz; hiçbir aslan da civciv doğurmaz. Ne ki bilkuvve içkindir bir fikirde, bilfiil hale gelen de odur eylemde.

Aklî dünyamızdaki süreklilik bilgimizdeki doğruluğun, vicdandaki/anlam-değer dünyamızdaki süreklilik de eylemlerimizdeki güzelliğin sürekliliğini sağlar. Kişinin aklındaki kopukluk, fırtına, karışıklık bilgisine; vicdanındaki/anlam-değer dünyasındaki kopukluk, fırtına, karışıklık ise eylemine, eserine yansır. Ahmedî’nin “Alem ilm [akıl] ü amel [adalet]dir” demesi boşuna değildir; ilim ile amel, akıl ile adalet, hem akılda hem de vicdanda süreklilik isteyen durumlardır. İdrakî süreklilik bilginin sıhhatini, vicdanî süreklilik ise eylemin istikametini pekiştirir; biri doğruluğu diğeri güzelliği muhkem kılar.

İhsan Fazlıoğlu,Akıllı Türk Makul Tarih
Devamını Oku »

Bilgi Nasıl Ve Nereden Alınır

Acıkanlar yemek yer ve uykusu gelenler uyur. Hiç kimse bir diğerinin yerine karnını doyuramaz, hiç kimse bir başkasının uykusunu uyuyamaz. Bilgi de böyledir. Hiç kimse bir başkasının bildiğini bilemez. Ama iki insan aynı bilgiye sahip olabilirler. Böyle bir olayın gerçekleşmesi için her iki insanın aynı tecrübeyi geçirmiş olmaları zorunludur. Bu durumda bir soru çıkıyor karşımıza: Bilgi bir insandan diğerine aktarılamaz mı? Şahsî tecrübemize dayanarak bu soruya olumlu cevap veririz. Öğrendiklerimizin çoğunu başka insanlardan edinmişizdir. Ama yalnız insanlardan mı? Gökyüzünden, ırmaklardan, karıncalardan ve kitaplardan da birçok şey öğrenmişizdir. Yalnız buradaki iki şeye dikkat etmeli: Bilgimizin türü o bilgiyi edinmek için başvurduğumuz kaynakla ve o bilgiye varmak için uyguladığımız yöntemle kayıtlıdır, bu bir. İkincisi, hangi türden ve hangi yoldan edinmiş olursak olalım bilgi sadece kendimizde, bir bakıma ruhumuzdadır.

Hayat tecrübemizin bizde kendimize mahsus bir mevcudiyet oluşturduğunu hissediyoruz:. Hayat bizim hayatımız, gövdemiz de ruhumuz da bizim, lâkin yine de bilgimizin nerede olduğunu anlayamıyoruz. Kendi hayatımızın bile kendi içimizde son bulmadığını anlayabiliyoruz. “Ben” dediğimiz şeyin yerini tesbitte karşılaştığımız zorluk “anlam”a yaklaştığımızın bir işaretidir.

Kaynak:

İsmet Özel-Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde Anlaşılır

Birşeyin Meşru ve Gayr-ı Meşru Olduğu Kuran ve Sünnet Ölçüsünde AnlaşılırMüslümanlar bilginin insanın zihnî mekanizmasının bir türevi olmadığını bilmekle Hegelin perdesini yırtarlar. Bilgi, Yaradan’ın insana ulaştırdığıdır. Bunun ötesi zann’dan ibarettir. Dolayısıyla gerçek ve akıl arasındaki ilişki, gerçeğin algılanış alanında değil, daha ötede gerçeğin kavranış alanında kurulur. Gerçeğin kavranış alanı tasvir edilemez çünkü sabit, statik değildir. Kavrayan ve kavranılanı bu alan içinde tefrik edemeyişimiz yüzünden Müslümanlar dış dünyada donuk, ölü, üzerinde deney yapılabilen ve ondan etkilenmeksizin istifade edilebilen bir “gerçek” görmezler.

Müslümanlar için gerçek kendini gösteren, canlı ve ilişkiye müsait ve müstahak bir yapıdadır. Gerçeği böyle gördükleri için Müslümanlar sağcılar gibi yürürlükte bulunanı mutlak anlamda aklî saymazlar. Hükümranlığını yürüten yaşama yollarını elde ettikleri kesin bilgiye göre hakk veya bâtıl sayarlar. Elde ettikleri kesin bilgi onların solcu olmalarını da imkânsız kılar. Çünkü insanların geçim yollarının, yaşama biçimlerinin, yönetim ve hukuk işlerinin ancak bu kesin bilgi yardımıyla doğru yürüyebileceğine, insanın heva ve heveslerine dayalı rasyonalizasyonların zulmü ve şiddeti insanlar arasında kökleştireceğini bilen yalnızca Müslümanlardır. Neyin meşrû, neyin gayr-i meşrû olduğu muhkem âyetler ve Sünnet-i Seniyye ölçülerinde anlaşılır. Yoksa ne aklî midir diye gerçeğe bakabiliriz, ne de gerçek midir diye aklî olana.




İsmet Özel,Taşları Yemek Yasak
Devamını Oku »

Zaman Kafesinin İçinde İnsan

Zamanın mı mekân üzerinde yoksa mekânın mı zaman üzerinde etkisi vardır. Bir yerde hareket yoksa orada zaman da yoktur.

Coğrafyanın mı millet, milletin mi coğrafyada etkisi vardır.
Millet, coğrafyanın ruhudur. Beden de ruhun coğrafyasıdır. Muhatabımız coğrafya mı, millet mi? Muhatabımız beden mi, ruh mu?

Hatip, muhatabını tanıyan, tanıması gereken kişidir. Hatip, muhatabın ne soracağını önceden tahmin edip, soru sorulmadan evvel cevap veren adamdır. Muhatap, hatibi değil, hatip muhatabı tanımak zorundadır.
İnsan, alıcısı ve vericisi kendinde olan bir varlıktır. Ve insan, iki derinlik arasında sıkışmış bir varlıktır. O bakımdan hem içini hem dışım çok iyi tanıması lazımdır. Tanımadığına hitap etme imkânı yoktur.

İnsan kafası, telkin tarlasıdır. Ne ekilirse o biçilir. İnsanın kafa tarlasına ne ekilmesi gerektiğine kim karar verecek ve neye göre verecek.

Dünya, insan tohumunun toprağıdır. Büyüğün küçükte gizlenişi demek olan tohumun, çorak ve çürük toprağa düşmemesi lazımdır.
Zaman da insan gibi insan da zaman gibi araçtır. Aracı kullanmasını bilmeyen el veya kafa, aracı suçlamasın.

Başarı, insanın hedefiyle orantılıdır. Hedefi büyük olanın zamanı ve mekânı çok iyi kullanması gerekir. Zamanın ve mekânın dilinden anlayamayanın verebileceği hiçbir şey yoktur. Bilginin üç vasfı;

Bilgi; Silahtır,
Bilgi, Işıktır,
Bilgi; Anahtardır.

Silahın, ışığın ve anahtarın yoksa hiçbir kapıyı açamazsın.
Yaratanın Kur’an’da tavsiye veya takdim ettiği metodu, usulü merak ediyorum. Acaba Cenab-ı Hak tüme varım mı yoksa tümden gelim metodunu mu bize telkin ediyor. Yani;
Mahlûktan Hâkka mı?
Parçadan bütüne mi?
Sanattan sanatkâra mı?
Eserden müessire mi dikkat çekiyor?

Parçayı kavrayamayan, bütünü nasıl kavrasın, insanın amacı, zaman merdivenim kullanarak yükselmek ve yücelmektir. Dünyaya geliş hüner değildir. Asıl hüner, dünyaya gelirken getirdiğimiz bazı değer ve kabiliyetlerimizi geliştirmek ve tekâmül ettirmektir. Bunun için zamana ve mekâna ihtiyaç vardır. Zaman ve mekân kullanana göre değer kazanır. Aklını kullanmıyorsan, cehaletinden dolayı kendinden yüz çevir.

Hz. Ali, cahil cennette komşum olsa, ondan kurtulmak için cehennemi tercih ederim, diyor. Aklını kullanmayanlar çok zalim, aklını kullanamayanlar çok cahildir.
Sünnet; bir açıdan ikiye ayrılır:
a- Sünnetullah (Allah’ın Sünnetleri)
b- Sünnetünnebi (Peygamberimize ait sünnetler)

Allah’ın sünnetlerini yani tabii kanunlarını bilen Batı, Avrupa ve Amerika, peygamberimizin sünnetlerini bilen, bildiğini zanneden İslâm âlemini eziyor, neden? Zamansa aynı zamanı kullanıyoruz, mekânsa aynı mekânı kullanıyoruz, o zaman aradaki farkın sebebi nedir?

İlim, maluma tâbidir. Malumu bilmeyenlerin hiçbir zaman söyleyebilecekleri bir şey yoktur.

Mehmet Akif gibi İslâm’ı, asrın idrakine söyletmek istiyorsak, aklımızı kullanarak tüme varım metodunu tavsiye ederiz. Tüme varmışsak, niçin tekrar tümden gelelim. Hâlıktan, mahlûka inilmez. Mahlûktan, hâlıka gidilir.

Bütüne varmak isteyenlere hayırlı yolculuklar.

Ömür okunu hedefine fırlatabilmek için yayın, boş ve gevşek olmamasına dikkat gerekir. Bilenin inanmadığı, inananın bilmediği bir yerde denge bozuktur. Dengesi bozuk insanların zamana hitap etmeleri mümkün değildir. Araçsız amaca ulaşılamaz.

Bilenin, iman aracına, inananın da bilim aracına ihtiyacı vardır. Cahiller imanla cennete, bilenler bilgileriyle cehenneme mi gidecektir.
Cennet cahillerle, cehennem âlimlerle mi dolacak? Allah’ın kullarına cahillik yakışır mı? Önce akîlbâliğ-akıllı ve reşit olacaksın. Sonra sorumluluk yükleneceksin. Aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. İnsan, bilgisi nispetinde sorumludur.

Vehbi Sınmaz, Hece Dergisi, İslam Medeniyeti Özel Sayısı
Devamını Oku »