Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlıda Sosyal Yardımlaşma veHayırseverlik



Sosyal Yardımlaşma ve Hayırseverlik

Osmanlı toplumunda hayırseverlik dini bir temele dayanmakla beraber aynı zamanda sosyal yardımlaşmaya bağlı geleneklerin ve kuruluşların özünü oluştururdu. Kuran'da hayır yapmak ve sadaka vermek emrolunduğundan toplumda zenginlerden fakirlere kadar herkesin hayır yaptığı görülürdü. 1620'de bu konuda gözlemlerini değerlendiren Fransız aydın Michel Baudier, "Hıristiyan dünyası içinde yaşayanlar ancak Türklerden sadakanın nasıl verileceğini öğrenirler" derken 1621 tarihli isimsiz seyahatnamede şu cümleler okunmaktadır: "Her Müslüman gelirinin onda birini verirse iyi Müslümandır. Onlar bu emri iyi tutarlar. Sanırım dünya da bunlardan (Türkler) daha hayırsever ve hayır yapan millet yoktur." (1)

Sadaka 16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı toplumunda fakirlere ve ihtiyaç içinde olanlara sadaka vermek adetti. Ayrıca lslam hukukuna göre her Müslümanın yıllık gelirinin kırkta birini sadaka olarak vermesi gereği de yerine getirilirdi, buna zekat denirdi. Zekatın verilmesinde Ebussuud Efendi'nin fetvalarında ilginç açıklamalar vardır: Buna göre deniz savaşında devlet donanması zarar görmüşse halk zekat niyetine donanmaya maddi yardım yapabilirdi veya tüccar devlete ödediği vergiyi "zekat" niyetiyle verebilirdi. Genellikle sadaka dul kadınlara, yetimlere ve fakirlere veri lirdi. Yüksek devlet memurları ve sultanlar da sadaka verirlerdi. 15. yüzyıl tarihçisi Neşri'nin yazdığına göre Fatih Sultan Mehmed fetihten hemen sonra lstanbul'da dul kadınlara, yetimlere ve fakirlere her gün sadaka dağıttırırdı.

2. Murad her cuma günü sadaka verirdi. Sadakanın nasıl verileceği Ebussuud Efendi'nin fetvalarında gösterilmişti. Buna göre cami veya mescit içinde sadaka verilmez, ancak mescit ve cami kapısı önünde sadaka verilebilirdi. Ayrıca, bu devirde medrese öğrencilerinden Kuran okuyarak geçimleri için halktan para toplayanlara para verilmemesi bu fetvalarda kesin olarak bildirilmişti.(2)

Toplumda sosyal yardımlaşmaya önem verildiği için dilenci ler pek görülmezdi. Sadaka isteyen bazıları varsa da bunlar deliler ve cezalılardı. Bu cezalılar genellikle borç para alıp da borcunu ödeyemeyenlerdi. 1610'da Ingiliz seyyah George Sandys, bunlara dair gözlemlerini anlatır: "Söylenenlere göre (Türkler) gizli olarak çok sadaka verirler. Gerçekten onların arasında pek az dilenci gördüm. Bazen sokakta zincirle birbiri ne bağlı dilenenler görürsünüz. Bunlar kendilerine borç vereni temin için dilenirler ve borçlarını ödeyebileceklerini kanıtlayabilirlerse ancak yıl sonunda serbest bırakılırlar."(3)

Ogier Ghiselin de Busbecq, 1 Haziran 1560 tarihli mektubunda sadaka isteyenler üzerine gözlemlerini anlatır:

"Dilenciler Tanrının ismi defalarca tekrarlanan her namazdan sonra sadaka toplamaya giderler. Bunlar başlarını eğerler ve yanlarındaki geyiği de birlikte baş eğmeğe alıştırmışlar. Halk bu olağanüstü beceriyi görmekten son derece hoşlanarak ve bunun kutsal ve acaip bir anlamı olduğunu düşünerek geyiğin sahibi olan dilencilere para vermeyi tercih ediyorlar, onlara madeni paralar saçıyorlardı. Ben, çok büyük bir geyik olmasından dolayı bu geyiği almak ve imparatora (Alman imparatoru) götürmek istedim. Madem ki Türk dilencilerden bahsettim, şimdi bunlar hakkında bilgi vermemek doğru olmaz. Bunlara bizimkilerden çok daha az rastlanır ve genellikle bir yerden bir yere yaya seyahat eden ve çeşitli şekillerde kutsallık iddiasında ve dini bahane ardında dilenen kişilerdir.(4) Bunların çoğunun dilenmelerinin bir özürü olarak kafaca zayıf oldukları söylenir.

Bu tür insanlar Türk toplumunda daima hoş görüyle karşılanır. Çünkü Türkler, deliler ve geri zekalıların cennete gideceklerine ve yeryüzündeki hayatları boyunca azizler gibi bilinmeleri gerektiğine inanırlar. Diğer bir sınıf dilencilerse Araplardır. Bunlar ellerinde bayrak taşırlar ve lslam dinini yaymak için atalarının savaştığını bununla açıklayarak dilenirler, her yerde ve herkesten dilenmezler an ak yoldan geçenlere bir yağ kandili, bir limon veya bir nar vererek bunun fiyatının iki veya üç mislini isterler. Açıkça dilencilik şerefsizliği içine düşmemek için bir şey satmayı tercih ettikleri görülmektedir ... "(5)

Osmanlı toplumunda sadaka alarak yaşayan gruplardan biri de "Torlak"lardı, bunlara "Durmuşlar" da denilirdi. Başlarında beyaz çuhadan yapılmış eski bir başlık olurdu, bu topatan kavunu şeklindeydi. Sırtlarına koyun veya keçi postu giyerlerdi, bunun üzerine de uzun tüylü bir ayı postu giyerlerdi. 1551 yılında Fransa kralının elçisi M. d'Aramonte ile lstanbul'a gelen coğrafyacı Nicolas de Nicolay'ın "dervişler" diye isimlendirdiği bir grup daha vardı ve bunların çevreye zarar verdikleri de olurdu. Köy ve kasabaların dışında yaşarlardı. Akılca normal olmadıklarından bilinçsizce suç işleyebilirlerdi. Köyden köye giderken bir bıçak veya usturayla kol ve bacaklarını çizerler sonra dilenirlerdi. Bunlar toplumda dini bir grubun üyeleri oldukları için ve aynı zamanda deliliklerinden dolayı ilgi görürlerdi. Nicolay, dervişler veya delileri anlatır:

"Delilere büyük saygı ve merhamet gösterilir. Bunlar diğer din adamları gibi yaşıyorlar, fakat kol ve bacaklarını hançerle yaraladıkları zaman Peygamber adına sadaka isterler. Bunların toplandığı yerde bir de başları var. Bu dervişler onu babaların babası anlamı na gelen 'Assambaba' (Azam? Baba) diye çağırırlar."(6)

Bunlar saç ve sakallarını keserler, başları çıplak gezerlerdi. Keçi veya koyun postundan giysileri vardı, kemerlerine bağlı küçük bir balta taşırlardı.

Hayır için Hizmet Veren Sosyal Kurumlar

Osmanlı toplumunda yapılan hayırlar sosyal kurumlarla toplumun her kesiminden ihtiyaç içinde olanlara ulaştırılırdı. Sosyal kurumlar vakıf gelirleri ve özel bağışlarla hizmet verirdi. Zenginler genellikle cami, han ve kervansaraylar inşa ettirir veya köprülerin onarılmasına katkıda bulunurlardı. Ayrıca vasiyet ederek kalacak miraslarından belli bir parayı şifahane ve diğer sosyal kurumların inşası ve giderleri veya kölelerin kefalet bedelleri için bırakırlardı. Osmanlı hükümdarları arasında Fatih Sultan Mehmed ve Kanuni Sultan Süleyman'ın en çok hayır kurumu yaptıran hükümdarlar olduğu bilinir.

Şehirlerde ve şehirlerarası yollar üzerinde Osmanlı hükümdarları, vezirler, paşalar ve diğer mevki sahipleri tarafından yaptırılmış hanlar, kervansaraylar ve imaretler vardı. imaretler, hanlar ve kervansaraylarda yolcuların ve fakirlerin yemek ve yatma giderleri karşılanırdı. Yolcular din ve milliyet ayırımı yapılmaksızın üç gün hanlarda ve kervansaraylarda misafir edilirdi. Şair Latifi, lstanbul'da 17. yüzyılda imaretlerde ve misafirhanelerde fakirlere verilen yemeklerin nefasetinden ve en iyi zerde ve tatlıların buralarda bulunduğundan söz eder.(7) Yaptırılan hayır kurumları arasında fakirler için bakım evleri de vardı. 1483 yılında başvezir olan Davut Paşa, lstanbul'da bir medrese, fakirler için bir bakım evi ve bir mahalle kurmuş, ayrıca bir cami de yaptırmıştır.(8)

1693'te ltalyan seyyah Gemelli Careri, Edirne'de bulunduğu sırada camilerin gelirleri ve sağladığı sosyal hizmetleri ve imaretlere dair gözlemlerini anlatır:

"Bütün camilerin hayır işlerinde kullanılmak üzere büyük gelirleri vardır. Bu gelirler, akıl hastaları, fakir halkın bakımı ve çocukların eğitimi gibi hayır işlerinde kullanılmak üzere yapılan bağışlar, verilen hediyelerdir. Bunun yanısıra onlar (Türkler) camilerin yanındaki imaretlerde fakir halka bin okka pilav ve yeterli miktarda et dağıtırlar."(9)

1672'de Fransız seyyah Grelot, lstanbul'daki hayır kurumlarının çokluğundan söz ederken buradaki şifahanelerde hastalar ve ruh hastalarının bakıldıklarını, tedavi edildiklerini; tek kelerdeyse fakirlerin kaldıklarını, her gün onlara buralarda yemek verildiğini yazar.(10) Zengin veya fakir, milliyet ve din ayırımı yapılmaksızın her kesin üç güne kadar ücretsiz kalabildiği ve herkese yemek verildiği hanlar ve kervansarayların 17. yüzyılda yapısı ve hizmeti bakımından pek farklı olmadıkları bilinmektedir.(11)

Bununla beraber 16. yüzyılda han ve kervansaray arasında yapı ve hizmet bakımından belli farklar olduğu Ogier Ghiselin de Busbecq'in gözlemlerinden anlaşılır:

"Şimdi sana içinde sık sık kaldığımız hanlardan söz etmek sırası geldi. .. Niş'te bir handa kaldık bunlara Türkçe'de kervansaray deniliyor. Bunlar buralarda konaklamak için en uygun yerler, genişliğine göre oldukça uzun büyük bir bina dan ibarettir. lçerde orta yerde develer, katırlar, vasıtalar ve yükler için açık bir alan bulunur, genellikle üç ayak (90 cm) yüksekliğinde bir duvarla çevrilmiştir. Bu duvarın yanı (divan veya sedir gibi) binanın esas duvarına dayanır. Bu alçak duvarın üslü düzdür ve yaklaşık dön ayak (120 cm.) genişliğindedir ve Türkler için yemek masası ve yatak yeri olarak hizmet eder. Bunun üzerinde aynı zamanda yiyeceklerini pişirir veya ısıtırlar, dış duvara belli aralıklarla yapılmış ocaklar vardır. Duvarın üzerindeki bu yer yolcunun develer, atlar ve hayvanlarla paylaşmadığı tek mekandır.

Hana bu hayvanlar duvarın dibine öyle bir şekilde bağlanmışlardır ki başları ve boyunları duvarın üzerine değebilir ve sahipleri yemek yerken orada bekçi gibi dururlar ve sahiplerinin ellerinden ekmek, meyva gibi yiyecek de yerler. Yemek yedikten sonra Türkler bu duvar üzerinde atlarının eyerlerine bağlı olarak taşıdıkları bir kilimi yayarak ve onun üzerine de kaftanlarını koyarak yatak yaparlar, at eyeri yastık vazifesi görür, gün düz giydikleri ve etekleri kürk çevrili uzun giysileri üzerlerine örterler. Bu özel bir sosyal kurumun sağladığı rahatlığı vermez, bu hanlarda hiç mahremiyet yoktur, her şey açıkta halkın önünde yapılır. Ancak gecenin karanlığı bir insanı diğerlerinin bakışlarından korur. Bu çeşit bir kervansaray bende büyük bir tiksinti uyandırdı. Çünkü Türkler bizim alışkanlıklarımıza ve usullerimize bağlı davranışlarımıza büyük bir şaşkınlıkla gözlerini diktiler. Bundan dolayı daha sonra bir bahtsız Hıristiyanın çatısı altında kalacak yer bul maya çalıştım. Fakat onların bu mezbelelik evleri de öyle küçük ki (misafir için) yatak koyacak yer bulmak mümkün olmuyordu. Bundan dolayı çoğu zaman ya bir çadırda veya arabamda uyudum.

Bazı zamanlarda Türk hanında geceledim. Bunlar gayet geniş ayrı yatak odaları olan büyük binalardır. Hıristiyan, Yahudi, fakir veya zengin kim olursa olsun buraya girmekten menedilemez, kapı herkese açıktır. Paşalar ve sancak beyleri de seyahat ettikleri zaman bu Türk hanlarında kalırlar. Buralarda ben daima sanki bir kraliyet sarayındaymış gibi büyük bir konukseverlik gördüm. Bura da herkese yiyecek ikram etmek bir gelenektir. Yemek zamanı geldiği zaman bir hizmetkar masa büyüklüğünde ve ortasında bir kap elli arpa-yulaf çorbası olan bir tepsiyle (siniyle) önümüze gelir. Bu tepsinin çevresinde küçük yuvarlak ekmekler ve bazen bal petekleri de bulunur.(12)

Yapısı ve hizmeti bakımından bu farklı binaların her iki isimle bilindiği anlaşılmaktadır. 1573'te Fransız seyyah Philip pe du Fresne-Canaye ilk kaldığı kervansarayı "atların ve in sanların beraberce kaldıkları bir ahır gibidir. Ancak atlar yerde yerler, onların bulunduğu yerden biraz yüksekçe koridorlar vardır" diyerek tanımlarken Lüleburgaz'daki kervansarayı da "Bu büyük kervansarayın atlar için ahırları, seyyahlar için ayrı odaları vardır" diye tanımlar.(13)

Evliya Çelebi'nin gözlemlerine göre hanla bir kervansarayın büyüklüğü ve hizmeti bakımından benzer olduğu anlaşıl maktadır. Evliya Çelebi Şam yakınlarında Yemen Fatihi Koca Sinan Paşa tarafından 1591'de yaptırılan Kadife hanında çok sayıda "hücreler" (odalar) ve "harem odaları" olduğunu ya zar. Ayrıca Pazarcık'ta Makbul lbrahim Paşa sarayında "ehl-i harem, ayan ve kibar" için 70-80 oda olduğundan söz eder. Her iki handa verilen yemekler hakkında bilgi verir. Kadife hanında yolculara verilen yemeği anlatır: "Her gece cem'i mi safirini ocak başına birer bakır siniyle beşer tas lahm pareli buğday çorbası, adam başına birer nan ve her ocağa birer şem-i reygani ma şamdan hüdamları getirirler. Her gece misafirinin at ve deve ve katırlarına birer yem mukarrerdir." Aynı benzer yemeğin Pazarcık'ta Makbul lbrahim Paşa kervansarayında da verildiğini yazar.(14)

1675-76 yılında lngiliz seyyah George Wheler şehirlerde gördüğü ve kaldığı bu tip binalara kervansaray veya han denildiğini yazar. Ancak diğerlerine eski moda hanlat der:

"Eski moda hanlar ambar gibidir, odalara ayrılmamıştır, kalacak bölmeler de yoktur. Bu hanlarda sadece duvar çevresi boyunca bir ayak yüksekliğinde bir düzlük vardır. Bunun üzerinde yedi-sekiz ayak genişliğinde bir döşeme vardır., duvarın çevresinden dört veya beş yarda (yaklaşık 4,5 m.) uzaklıkta küçük bacalar yerleştirilmiştir. Bu bacalar arasına handa kalan yolcular atlarını bağlayıp, besledikten sonra ya taklarını sererler. Fakat zamanımızda büyük şehirlerde yapılmış hanlar çok büyüktür."(15)

17. yüzyılda yaptırılan hanlar genellikle kare planda büyük bir avlu esas alınarak inşa edilmişlerdir. Avlunun ortasında geniş yalaklı bir çeşme ve avluyu çevreleyen kemerler boyunca eşit büyüklükte ve her birinin içinde ocağı bulunan odalar vardır. Kemerlerin üstündeki galeriye açılan odalar sayı ve plan bakımından alt kattaki gibidir. Görgü tanıklarına göre bu gibi hanlarda uzun zaman kalacak olan tacirler günlük 2 veya 3 "aspre" (akça) öderler, ayrıca mallarının konulduğu ambarları ücretle kiralarlardı. Bu tür hanlarda şilte, yastık ve halı da ima bulunurdu.(16) Hanlarda geceleyecek zengin veya fakir her kese bir oda verilirdi. Bununla beraber hiç kimse birden fazla oda kiralayamazdı.

Bu hanlarda grup halinde yolculuk edenler için ayrı bölmeler vardı. Bu bölmelerde onlar kendi aralarında rahatça kalabilirlerdi. Çok katlı hanlarda üst galerilere diğer hanlarda olduğu gibi küçük odalar açılırdı. Genellikle hanın ortasında bir de mescit vardı.(17) Hıristiyan yolcular ayin ve ibadetlerini kaldıkları hanın bir odasında yapabilirlerdi. 1672 yılında Fransız gözlemci Antoine Galland'ın yazdığına göre Fransız elçisi lstanbul'dan Edirne'ye giderken Çorlu ve "Burgas"dan geçtikten sonra "Eski-Baba" (Babaeski) denilen küçük kasabadaki kervansarayda kalmışlar ve kervansarayın bir odasında aralarında bulunan peder Cani sares'in yönettiği ayinden sonra tekrar yola koyulmuşlardı.(18)

Han veya kervansaraylarda yolcuların temizliği için mutlaka bir hamam olurdu. Bununla beraber şehir içindeki hanların çoğunlukla hamamı yoktu. Burada kalan yolcular için hanın çevresindeki hamamlar hizmet verirdi. George Wheler, bu tür hanların Avrupa'da örnek alınarak uygulanmasını diler ve bu konuda görüşlerini yazar:

"Benim fikrimce bu hanlar yolculara sağladığı kolaylıklar bakımından bizim Hıristiyan ülkelerimizde uygulanmalı. Çünkü bizim oteller, tavernalar ve birahaneler bu sefahat ve ay yaşlık yerleri bizim dinimiz açısından utanç vericidir. Bu gibi yerler kötülüğün, ayyaşlığın ve lüksün limanı olmakla kalmıyor aynı zamanda avare ve tembel insanların barınağı ve hırsızların, soyguncuların sığınağı haline geliyor. Otelleri ve tavernaları işletenler sağladıkları rahatlık için devamlı para sız ırıyorlar. Kısaca insan buralarda ruhen, bedenen yıpranıyor ve saygınlığını kaybediyor. Bu gibi yerleri düzeltmek için bunların işletmesini dürüst ve fakir adamlara vermeli ve buraları sadece tüccarlara, yolculara ve yabancılara açık olmalı. Böylelikle fakir adamlar az ücretle ve çabuklukla iş yapacaklar, kazançlarını evlerine, ailelerine götürecekler, zenginler de seyahatlerini israf yapmadan tamamlayacaklar. Özellikle bu gibi yerlerde şapel ve vaizler olursa ve onlara uygun maaş da verilirse zenginler hayır yapmak ve dini görevlerini yerine getirmek için fırsat bulacaklar."(19)

Kervansaraylar ve hanlar buralarda kalan tüccarlar ve yolculardan kanunsuz işler yapanların veya bu gibi işlere aracı olanların saptanması bakımından da uygun yerlerdi. Kanuna göre "kervansarayda kalan ipek tüccarlarından simsara vergisini ödemeyenlerin kervansaraydan ayrılmalarına izin verilmemesi ve burada tutulması kervansaraycıya bildirilmişti. "(20) Kervansaraylar, hanlar ve bunlara bağlı imaret, hamam ve dükkanların hayırseverler tarafından yaptırılmasıyla eyaletler de bazı köy ve kasabaların imarı ve iskanı mümkün olmuştur. 1573 yılında yolu üzerindeki Lüleburgaz'a gelen Philippe du Fresne Canaye gözlemlerini anlatırken buranın kuruluşuna dair bilgi verir:

"Bu büyük kasaba ağaçsızdı ve bir fersahlık (5 km) yeri de iskan edilmemişti.Mehmed Paşa (Sokollu) bu kasabayı lama men kendi çabasıyla kurdu. Şimdi burada büyük bir kervansaray vardır. Bu kervansarayın allar için ayrı odaları (ahır) var dır. içme sulan pek tatlıdır. Kervansarayın karşısında çok güzel ve büyük bir cami yer alır ve mermer sütunlarla süslüdür. Kervansarayda avlunun ortasında bir çeşme ve ayrıca kadınlar ve erkekler için hamamlar vardır. Avlunun ortasında güzel bir bahçeden birkaç basamak yükseklikle bir koridor "portique" kervansarayın bütün etrafını çevreler. Damın üzeri pek canlı renklerle boyalıdır. En içteki odalara kadar her bir odada musluklarından berrak sular akan çeşmeler vardır. Odalar dar ve küçüktür, genellikle Türk evlerindeki odalar da böyledir. Kervansaray, şifahane, cami, hamamlar ve üzeri kurşunla kaplı dükkanların inşaat giderleri pek büyük ve saygıdeğer Mehmed Paşa tarafından karşılanmıştır. Padişah ve sultanlar bu yoldan geçtikleri zaman bu kervansarayda kalırlar ... Kervansarayda yolculara üç gün boyunca yemek verilir ve bu gibi giderler üç yüz kasaba ve köyün gelirleri üzerinden karşılanır."(21)

Polonyalı Simeon, 1618 yılında Beypazarı'ndan geçerken gözlemlerini anlatır: "Burası eskiden çok daha dar ve tehlikeli bir yer olduğundan halkı yüz, iki yüz kişiyi geçmezmiş. Fakat şimdi Nasır (Nasuh) Paşa yeni hanlar, kervansaraylar yaptırmış ve bunların etrafında köyler kurmuştur."(22) Osmanlı toplumunda hayır için köprüler, su kemerleri, çeşmeler, temiz ve bakımlı yollarda yaptırılırdı. Ayrıca toplumda zenginlerden başka fakirler de hayır yapabilirlerdi. Michel Baudier, gözlemlerine göre fakirlerin yaptığı hayırları anlatır:

"Fakirler, Türk hayırseverliğinden yoksun bırakılmaz. Onlar da yolların, çeşmelerin inşasında, onarımında ücret almadan çalışırlar ve bu suretle sosyal hizmette bulunarak hayır işlemiş olurlar. Bu yapılan hayırlar böylece çok geniş kapsamlı dır. Dinlerinin emrettiği sadaka özenle yerine getirilir. Yoksul ve yalnız bir Türk hastaysa iyileşinceye kadar bakılır. Hastalar tedavi edilir, bağımlılar teselli edilir, mahkümlar serbest bırakılır, ihtiyaç içinde olanların isledikleri gerekli şey verilir. Çünkü inançlarına göre hüküm günü onların peygamberi ha yır yapmayanları korumayacaktır. Halka ait yerlerde katırları üzerindeki kaplarda su getirip, bunu günün sıcaklığında su sayanlara verenler görülür. "23

1621 tarihli isimsiz seyahatnamede yapılan hayırlar arasın da komşuların yardımları anlatılır: "Onlardan biri ihtiyaç içine düşecek olsa komşularından hemen yardım görür". 1693'te ltalyan seyyah Gemelli Careri'nin gözlemlerine göre her kış okullarda fakir öğrenciler giydirilirdi. Hayırseverler bu giysileri fakir öğrencilere giydirmesi için önceden (camideki) hocaya verirlerdi. Baudier, gizlice yapılan hayırlardan da söz eder: "imamların eline para vererek dile necek kadar yoksul olanlara ve bundan utanç duyanlara bu paraların verilmesini buyururlar. Böylelikle gizlice sadaka vermiş olurlar."(24)

Konukseverlik

Osmanlı toplumunda konukseverlik için 1621 tarihli isimsiz seyahatnamede şu cümleler okunmaktadır: "Onlar (Türkler) arasında Allah sevgisiyle evlerine yolcuları alanlar da vardır. Evde geceleyen yolculara dostça muamele edilir, ben bunu yaşadım."25 1678'de Cornelius de Bruyn, bu konuda gözlemlerini anlatır: "Barna Bachi (Bornova) denilen kasabaya vardık. Bir Türk'ün evinde kaldık. Yolculara Türklerin çok büyük konuk severlik göstermeleri onların geleneklerindendir. Onlar canı gönülden isteyerek Hıristiyanları misafir ederler. "(26) Paul Lucas, Türklerin konukseverliliğinin yolculara güven ve rahatlık verdiğini yazar:

"Birkaç ormandan (lzmit çevresi) geçtik. Çok sayıda köy gör dük. Bu köylerde bizi çok iyi ağırladılar, yemek verdiler. Yol cuları rahatlatmak ve yedirmek adeti Müslümanların en şerefli adetlerindendir. Bu yolcuya öyle rahatlık ve güven veriyor ki buralarda seyahat edenler çok rahattır. Parası olmayan fa kirler (fakir yolcu) burada sıkıntıları ve yüklerinin azalacağına emin olurlar. (Konuksever) Türkler saf bir hayırsever olarak asla teşekkür beklemez ve karşılığını da istemezler."(27)

Dobruca'da Türklerin yerleştiği Deli Orman'da yolcular ev sahipleri tarafından davet edilir ve karşılıksız üç gün misafir edilirlerdi. (28)

Tabiat ve Hayvan Sevgisi

Bu devir Osmanlı toplumunda çiçeklere, kuşlara ve diğer hayvanlara gösterilen aşırı sevgi Avrupalı seyyahların ilgisini çeken önemli bir konu olmuştur. Ogier Ghiselin de Busbecq, 1555'te Edirne'den lstanbul'a giderken yolu üzerinde gördüğü çiçekleri ve Türklerin çiçek sevgisini anlatır:

"Biz bu bölgeden geçerken her yerde çiçekler gördük. Bunlar Türklerin dedikleri gibi nergis, sümbül ve lalelerdi. Uygun bir mevsim olmayan kış ortasında onları açmış görmek bizleri şaşırttı. Rumeli'de nergis ve sümbül boldur ve onların çoğunun öyle olağanüstü bir kokusu vardır ki bu çeşit güzel kokuya alışık olmayanlarda bir baş ağrısına neden olurlar. Lale, küçük ve kokusuzdur, fakat güzelliği ve çeşitli renklerinden do layı hayran olunur. Türkler çiçekleri çok severler. Hiç savurgan olmadıkları halde güzel bir buket için birkaç "aspres" (akça) ödemekten çekinmezler. Hediye olarak aldığım çiçekler bana pahalıya mal oldu. Çünkü onlara karşılık her defasında birkaç "aspres" ödedim.(29)

Osmanlı belgelerine göre 1594'te lstanbul'daki çiçekçi dük kanlarının sayısı iki yüzü geçmişti.(30) 1672'de Antoine Galland, Meriç Nehri yakınlarındaki Bosnaköy'de ve çevresinde gördüğü kuşların türlerini ve bu kuşların insanlardan hiç çekinmediklerini anlatır:

"Burada karabatak, saksağan kuşu, kuzgun ve kumrular ve özellikle leylekler görülür. Bu kuşlar o derece hür ve rahattır ki yuvalarını köyün yolları üzerindeki ağaçlara yaparlar, üzerlerinde iki veya üç kuş yuvası olan ağaçlar vardır. Padişahın bir bahçesinde tamamen karabatak yuvalarıyla dolu bir ağaç vardı. Bu kuşların bu derece hür olmalarının nedeni çocuklar dahil hiç kimse tarafından onlara fenalık edilmemesinden ileri gelir. "(31)

Ogier Ghiselin de Busbecq, lstanbul'daki evcilleşmiş çaylakların şehir temizliğindeki faydalarından ve Sakız Adası'nda beslenen ve terbiye edilen kırlangıçlardan söz eder:

"Türkler genel olarak hayvanlara düşkün olmakla beraber özellikle çaylaklara ilgi gösterirler. Türklere göre çaylakların en büyük işlevi şehirlerin temiz tutulmalarına yarar. Bu çeşit kuşlar bu nedenle her yerde görülür, bunlar silahtan, tuzak tan korkmazlar ve yarı evcildirler. Bir ıslık çalmakla hemen gelirler, havaya attığınız yiyeceği pençeleriyle kaparlar. Bir koyun 'kestirdiğim zaman bunun barsaklarının dağıtımı için çaylakları çağırmak adetim olmuştu. Çaylakların on, on iki, yirmisi ortaya çıkar ve kısa zamanda sayıları artarak evin üzerini gölge gibi kaplarlar. Bu çaylaklardan bazıları o kadar cüretkar ve arsızdır ki elinde (yemek pişirmek üzere çiğ) et taşıyanların elinden etin bir parçasını kaparak kaçarlar.(32)

Ben böyle durumlarda bir kolonun arkasına saklanarak yayla tuğla parçaları atarak ilk gelen bir iki taneyi kuyruk ve kanatlarından vururdum, birkaç tanesine öldürücü darbe vurup ye re düşürünceye kadar buna devam ederdim. Türkleri kızdırmamak için bahçe kapıları kapalıyken bunu yapmayı göze alabiliyordum. Kuşlardan söz ederken sana aynı zamanda kırlangıçlardan da bahsetmeyi unutmamalıyım. Böylece eğlencelerimin tam bir hikayesini anlatmış olurum ve ben onların davranışlarına nasıl şaşmışsam sen de benimkine şaşarsın. Kırlangıçları Sa kız Adası'ndan getirttim, bunlar bacakları ve gagaları kırmızı olan bir türdü. Zamanla o kadar evcil oldular ki can sıkıcı oldular. Çünkü devamlı olarak bacaklarımdan aşağı sarkıyorlar, kendilerini toza bulamak için benim saten terliklerimi gagalıyorlardı. Bundan dolayı onları bir odaya kapattım. Eğer hizmetkarlarımın bana söyledikleri doğruysa burada birkaç gün içinde fazla beslenmekten öldüler. Pliny (Plinius) kırlangıçlar ve büyük tavşanların hiçbir zaman şişmanlamadıklarını belirtir. Sakız Adası kuşlarla doludur. Kuşlar evlerde sahipleriyle beraber yaşarlar. Her köylü evinde büyük veya küçük sayıda kendi durumuna göre kuş barındırır.

Sabah seher vakti kasabanın çobanı bunların hepsini ıslıkla çağırır, kuşların hepsi evlerden fırlayıp sokakla toplanırlar. Sonra bunlar tıpkı bizde koyunların çobanı izlemesi gibi çobanın arkasından çayıra giderler. Burada bütün gün güneş altında beslenirler. Akşam olunca aynı çobanın ıslığıyla çağırılırlar ve kaldıkları evlere dönerler. Kuşların bu alışkanlıklarını kasabanın sakinleri şöyle açıklarlar: Yavru kuş yumurtadan çıkar çıkmaz onu köylüler göğüslerine, gömleklerinin içine sokarlar ve orada onları bir veya iki gün tutarlar, bu arada kuşları belli zaman aralarıyla dudaklarına götürerek ağızlarında ki çiğnenmiş yiyecekle beslerler. Diğer hayvanların çoğu gibi bu kuşlar da insanlarınkinden daha iyi hafızaya sahiptir ve şükran bilirler. Bu tür muamele onları sahiplerine bağlar ve bunu hiçbir zaman unutmazlar. Bununla beraber kuşlar hiç bir zaman gece dışarıda bırakılmamalıdır. Bu bir iki kere olursa doğadaki durumlarına geri döner, insan beraberliğin den çok hür yaşamı tercih ederler.

Ben imparatora (Alman imparatoru) usta bir kırlangıç terbiyecisi getirmeyi çok isti yorum, böylece o, bize kırlangıç yetiştirme metotlarını öğretir. Ben gerçekten kuş terbiye edilişini görmedim. Fakat bana o kadar güvenilir tanıklar bilgi verdi ki buna kendi gözlerimle görmüş gibi inanabilirim."(33)

Bu devirde Orta Anadolu'da kuşlara gösterilen ilgi batıda bilinmeyen kuş türlerinin burada çoğalmasına neden olmuştur. Ogier Ghiselin de Busbecq, Ankara dolaylarında bu tür kuşların bir süre çiftliklerde barındırıldığını yazar:

"Sanırım bu bölgede Avrupa'da hiç görülmemiş ve bilinme yen çeşitli türden kuşlar keşfettim, bunlar arasında bir ördek türü, posta arabalarında sürücünün çaldığı boynuz şeklindeki borunun sesini aynen çıkarıyordu, bundan dolayı bu tür kuşlara "borazancı kuş" denilebilir. Bu kuş hiçbir korunma vasıtasına sahip olmadığı halde hür, kavgacı ve şamatacıydı. Türkler bunun şeytani ruhları korkuttuğuna inanırlar. Bu hürriyetine düşkün kuş, üç yıl boyunca barındığı çiftlikten fırsatını bulunca nehir yatağındaki eski yuvasına döner. "(34)

Osmanlı toplumunda atlara diğer hayvanlara olduğundan daha çok bakım ve ilgi gösterilirdi. Philippe du Fresne Canaye, Türkiye'de terbiye edilmemiş bir atın görülmediğini yazar:

"Atların hepsi bakımlıdır ve çok temiz tutulurlar. Türkler, bir gelenek olarak atların kuyruklarını ve sert kılını, bütün atı veya atın yarısını boyarlar. Atlara bütün gün egzersiz yaptırılır. Atlar bu bakımdan da şahanedir, aynı zamanda çok itaatlidir. Tayları ipten engellerden atlatırlar, böylece bütün alları terbiye ederler. Bundan dolayı sokakta binicisi olsun veya olmasın terbiye edilmemiş bir tek at görülmez ve atlar bir yere bırakıldıklarında sahipleri gelinceye kadar beklerler. "(35)

Ogier Ghiselin de Busbecq, gerek lstanbul'da gerek Anadolu'da atların bakımı ve eğitilmesine dair gözlemlerini anlatır:

"Benim Suriye, Arap ve Kilikya (Güney Anadolu) ve Orta Anadolu atlarından belli sayıda saf kan atlarım, yük taşımak için develerim ve dönüş seyahatim için gerekli her türlü malzemem var, çünkü ben efendimin buyruklarını yerine getirdiğime ve yola çıkmak üzere Türklerin iznini beklediğime Türklerin inanmasını istiyorum . ... Yaz aylarında akşamları atlarımı seyretmekten büyük zevk duyarım. Atların hepsi ahırdan çıkarılarak gecenin meltemiyle serinlemeleri ve daha rahat dinlenmeleri için avluya getirilir. Atlar gelirken başlarını kaldırarak ve yelelerini sallayarak bundan duydukları hoşnutluğu belli ederler.... Onların ön ayakları kösteklenir ve arka ayaklarından biri iple bir kazığa bağlanır.

Hiçbir at Türk atlarından daha evcil değildir. Kolayca kendi efendilerini ve kendilerine bakan seyisi tanırlar, bu atlar eğitilirken onlara gösterilen muamele son derece müşfiktir. Kapadokya'ya seya hatimde Pontus bölgesiyle Bithynia'nın bir kısmından geçerken (ki şimdiki durumundan ötürü 'Axilus' (ormansız) diye isimlendirilir), köylülerin taylara gençken gösterdikleri bakımı dikkatle izledim. Onları nasıl evlerinin içine aldıklarını, evde baktıklarını hatta masalarına getirdiklerini, okşayıp sev diklerini gördüm; onları kendi çocuklarıyla bir tuttukları söylenebilir. Atların hepsinin boynunda bir çeşit tasma vardır. Bu tasma üzerinde kötü gözlere karşı ki bundan çok korkulur, sıralar halinde nazarlıklar vardır. Atların bakımıyla sorumlu olan seyisler de aynı derecede bunlara karşı müşfiktir. Her zaman okşayarak severler, çok mecbur olmadıkça kızgınlıklarını sopa veya kırbaçla gidermezler.

Sonuçta bu atlar insana son derece bağlı olur ve insanı ısıran veya tekmeleyen bir ata rastlanmaz. Tanrı adına, bizim metotlarımız ne kadar farklı,Bizim seyislerimiz atlara devamlı bağırmadıkça ve daima kamçılarını kullanmadıkça hiçbir etki yapamayacaklarını sanırlar. Bunun sonucu seyisler ne zaman ahıra girse atlar korkuyla titrer ve onlardan nefret eder. Türkler atlarına sahibinin binmesi için bir kelimelik emirle diz çökmeyi ve yerdeki bas tonu veya kılıcı dişleriyle yerden alıp sırtındaki biniciye vermeyi öğretirler. At bunları öğrendikten sonra burun delikleri üzerine birer gümüş halka takılır, bu onun uygun biçimde eğitildiğinin bir delilidir.

Öyle atlar gördüm ki efendisi üzerinden düştüğü zaman kıpırdamadan hareketsiz bekleyebiliyordu, bazıları seyisin etrafında daire yaparak yürüyor ve onun bir emriyle duruyordu. Bazıları da sahipleri benimle birlikte üst katta yemek yerken aşağıda kulakları dikili dinleyerek duruyor ve sahibinin sesini işittiği zaman kişniyordu. Türk atlarının bir özelliği de boyunları ileri uzatıldığı zaman hareketsiz olmaları ve dar bir hacim içinde dönememeleriydi. Bu gemin yapısından ileri gelir, gem Türkiye'nin her yerinde aynı biçimde yapılır. Bizde olduğu gibi atın ağzına uyması için daha sıkı veya daha gevşek olanları yoktur. Türk atları biz de olduğu gibi ortası açık nalla nallanmazlar, nalın altı ta mamen kapalıdır, böylelikle ayağın sakatlanma olasılığı daha azdır. Bu atlar bizdekilerden oldukça uzun yaşarlar. Bizdeki sekiz yaşındaki bir at kadar kuvvetli yirmi bir yaşında bir al görmek mümkündür. Sarayda bazı atlar hizmetlerinden dolayı hayatlarının geri kalan kısmını sarayın ahırlarında geçirmek üzere bakılırlar. Bunlar arasında elli yıl veya daha fazla yaşayanlar vardır.

Yaz gecelerinde sıcaklığın yoğun olduğu zamanlarda atları dam altında tutmazlar, fakat biraz önce söylediğim gibi gece melteminde dışarı çıkarırlar, bunun için atları bir at örtüsüyle örter, üzerlerine kuru gübre sürerler. Bu amaçla bütün yıl boyunca alın gübrelerini toplar güneşte kuruturlar ve toz haline getirirler. Bundan aynı zamanda atın yatacağı yeri yaparlar. Samanı kullanmazlar. Atı beslerken çok az miktar ot ve orta miktar arpa verirler, bu atları besler fakat şişmanlatmaz. Çünkü Türkler atlarının daha uzun seyahatle re ve her çeşit işe uygun olmalarını tercih ederler. Kışın atlara at örtüleri örtülür, bunlar havaya göre değiştirilir. Bu örtü atın tüylerinin parlaklığını koruduğu gibi atı soğuğa karşı da korur. Çünkü bu hayvanlar soğuğa karşı çok hassastır ve özellikle kötü hava şartlarında üstleri örtülmezse hastalanırlar. "(36)

Osmanlı toplumunda temizlik nedeniyle evcil hayvanlar arasında özellikle köpekler evlere sokulmazdı. Bununla bera ber bu tür hayvanlar bakılırdı. 1690-1691 yılında Fransız seyyah Jean du Mont, bu hayvanları öldürmenin suç kabul edildiğini yazar:

"Onların (Türklerin) hayırları hayvanlara bile geçerlidir. Özellikle köpeklere karşı çok müşfiktirler. Köpekleri gerçek ten sevmemelerine ve evlerinde beslememelerine karşın sokaklar köpeklerle doludur. Bunlar o kadar zayıf ve zavallılar dır ki birisi bunların bir günden fazla yaşayacağını sanmaz. Ekmek ve etle bu köpekleri kapılarının önlerinde beslerler. Türklere göre kedi, köpek ve at gibi eti için beslenmeyen hayvanları öldürmek suçtur ... Sekiz gün önce olan bir olayı (bir olayı) hatırlıyorum: Müezzin minareden ezan okudukça havlayan bir köpek vardı. Bu köpeğe çok kızdılar, fakat Allah korkusundan bu köpeği öldürmediler. Epey düşündükten sonra köpeği yakaladılar, Kadı'nın huzuruna çıkardılar. Köpeğin saygısızlığından dolayı bir Hıristiyan veya gavur olacağını ileri sürdüler. Delil son derece açıktı. Bundan dolayı sonunda köpek ölüme mahkum edildi ve hüküm derhal infaz edildi. "(37)

Sokaklardaki köpeklere yoldan geçenler gezici sakatatçılardan aldıkları etleri verirlerdi. 1621'de bir Fransız seyyah, bu na dair gözlemlerini anlatır: "Gençler şehirlerin büyük meydanlarında sakatat ve buna benzer şeyler satarlar. Yoldan geçenler bunlardan bir aspreye (akça) bu gibi yiyecekleri satın alırlar ve daima etraflarında olan bu hayvanlara, kuşlara, köpeklere atarlar."38

1678'de lstanbul'da kalan Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn, köpeklerin beslenmesi ve bakımı üzerine gözlemleri ni yazar:

" ... ayrıca belli bir parayı köpeklerin beslenmesi için harcarlar. Her gün köpeklere verilecek et için kasaplara aydan aya veya haftada bir para verirler. Parası olmayanlar da benzer hayır yapabilir, onlar da sadaka olarak verilmiş etleri, ekmekleri köpeklere dağıtırlar, böylelikle saatlerce etrafındaki köpeklere yiyecek dağılanlar görülür. Bu nedenle Türkiye'de mahalleden mahalleye dolaşan, koşan köpekler görülmez. Bu nedenle asla bir karışıklık olmaz. Her mahallenin kendi köpekleri vardır. Başka mahalleye ait bir köpek oradan geçmek islerse mahallenin köpekleri tarafından boğulma riskini almış olur. Mahallenin köpekleri mahalleye hiçbir yabancıyı sokmazlar. Oradan geçenleri ancak belli bir köpek o mahal lenin köpeklerine karşı korur.

Türkiye'nin çeşitli şehirlerin de bulundum, seyahatlerimde yanımdaki bir cins köpek beni aynı şekilde (mahalle köpeklerine karşı) korurdu. Galata'dan Pera'ya gidip gelirken gördüğüm bir şey dikkatimi çekmişti: (sokakta) bir köpeğin yavrularının etrafı küçük taşlardan yapılmış alçak bir duvarla çevrilmişti. Böylelikle yoldan geçenlerin bu köpek yavrularını bilmeyerek bir ihtimal ezmeleri önlenmişti. Bazıları da bu köpek yavrularını her gün buraya gelerek besliyorlardı. Ayrıca bu yavruların yağmurdan korunması için bir de yağmur örtüsü yapmışlardı. Bununla beraber köpekler Türkler tarafından pis hayvanlar olarak kabul edilir. Köpek onlara kazara sürünürse yıkanmak zorunlu olur. Bu nedenle hayvanların en sadığı olan köpekler bu memlekette sokakla yatarlar. Türkler köpekleri okşarlar, severler fakat ancak dükkanlarının önündeki üstü kapalı geçitte saçak altında barındırırlar. Venedik'te ve bazı diğer yerlerde de bu adet vardır. "(39)

Hayvanlara eziyet edilmesinin sözkonusu olamayacağı bu ortamda pek ender de olsa buna ters düşen bazı olaylar görülebiliyordu. Bu gibi olayları önlemek için suçluya gereken ceza verilirdi. 1705 yılında Fransız seyyah Paul Lucas tanık olduğu böyle bir olayı anlatır: "Padişah tanınmaksızın (tebdil-i kıyafet) şehirde dolaşmaya çıkmıştı. Odun yüklü atların geçliği mahallede durarak, merakla seyretti. Bu odun yüklü atların biraz sonra tekrar geçtiklerini gördü ... Atların hali acınacak durumdaydı. Atları yükle yen ve onlara binmeye kalkışan adamlar haksızlık ve adalet sizlik yapıyorlardı. Zavallı atlar yükleriyle beraber bir de adamları taşıyacak halde değillerdi. Bunu gören padişah he men bir emir çıkarttı: Buna göre yük taşıyan ata binmeye kal kışanlara falaka dayağı cezası verilecekti."40

GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET - Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699) ,syf.343-364

Dipnotlar:

1 M. Baudier, Hisloire Generale de la Religion des Turcs, Paris 1625, s. 119; Anonim (1621), Voyage de Levanı, Paris, 1632, s. 264.

2 E. Düzdağ, Ebussuud Efendi Fetvaları, lstanbul, 1983, s. 63 ve 179; Neşri, Kitab-ı Cihannuma, (haz. F.R. Unat-M.A. Köymen), Ankara, 1957, s. 681, 713.

3 Sandys, travailes, s. 44.

4  155l'de Nicolas de Nicolay, bunların şehir ve köylerde, inek, öküz, kurt, ayı ve geyik gibi terbiye ettikleri hayvanlarla yaşayan münzeviler olduğunu söyler. Ancak onların şehirlerin ortasında yaşayıp, kendilerini dünya hayatını terketmiş gibi göstermelerini de ikiyüzlülük olarak nitelendirir. Bunlar aç kaldıkları zaman yalnızlık içinde yaşadıkları yerden çıkarak yanlarındaki hayvanla bera ber dolaşır, halktan gerekli şeyleri isterlerdi. Bunların sayısı Edirne'de daha çoktu (N.de Nıkolai, Delle Navigationi, Venetia, 1580, s. 113).

5 O.G. Busbecq(I554-1562) The Turkish Letters, Londra, 1968, s. 99-100.

6 Nicolas di Nicolai, Delk Navigationi. .. , s. 109; 1653 tarihinde ölen Elekçi Dede Silivrikapı'da iyi bilinen ermiş bir "torlak"tı. (Eremya Çelebi Kömürcüyan, Istanbul, lstanbul, 1952).

7 Latifi, Evsaf-ı lstanbul, lstanbul, 1977, s. 36.

8 T.S. Cantacasin (1502), Petit Traicte de l'Origine des Turcqz, Paris, 1696, s. 63.

9 Gemelli Careri (1693), A Voyage Round the World, Londra, 1732, s. 59.

10 G. Grelot, Relation Nouvelle d'un Voyage de Constanlinople, Paris, 1680, s. 293. Hastaların tedavi edildiği şifahanelerde ayrıca dışardan başvuranlara ücretsiz ilaç verillirdi. 1615 yılında seyyah Polonyalı Simeon, Kahire'de Yeşil Mescid denilen caminin yanındaki şifahanede hastaların yattığını ve başvuranlara ücretsiz ilaç verildiğini yazar.

11 P. Simeon, Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi, (çev. H. Andreasyan), s. 111.

12 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 16-18.

13 Ph. Du F Canaye, Le Voyage du Levant, s. 23, 48; Bu, Mehmed Paşa kervansarayıdır ve Mimar Sinan'ın eseridir. (Tezkiret'ül Ebniye (çev. R.M. Meriç), Anka ra, 1965, s. 116.

14 Zeynep Nayır, Osmanlı Mimarlıgında Sultan Ahmed Külliyesi ve Sonrası (1609-1690), l.T.Ü. Mimarlık Fakültesi, lstanbul, 1975, s. 199-203.

15 G. Wheler, Ajourney into Greece, Londra, 1682, s. 192.

16 Thevenoı (1656), Relation d'un Voyage fail au Levant, Paris, 1665, s. 48.

17 G. Wheler, Ajourney into Greece, s. 192.

18 A. Galland, Istanbul'a Ait Ganlük Hatıralar, 1, (çev. N.S. Örik), Ankara, 1973, s. 87.

19 G. Wheler, A joumey inlo Greece, s. 193.

20 Kanunname-i Sultan, (haz. R. Anhegger-H. inalcık), Ankara, 1956, s. 43.

21 Ph. du Fresne Canaye (1573), Le Voyage du Levanı, Paris, 1897, s. 48.

22 P. Simeon, Polonyalı Simeon'un Seyahatnamesi, (çev. H. Andreasyan), s. 163.

23 M. Baudier, Histoire Generale de la Relagion des Turcs, Paris, 1625, s. 120-121.

24 M. Baudier, Histoire Generale de la Relagion des Turcs, s. 121.

25 Anonim (1621 ), Volage de Levanı, Paris, 1632, s. 264. 3

26 C. de Bruyn, Voyagr au Levant, Paris, 1714.

27 P Lucas, Voyage du Sieur Paul Lucas, Paris, 1712, s. 73.

28 Demetrius Cantemir, The history of the Growth and Decay of the Ottoman Empire, Londra, 1734, s. 212; Dobruca'da Türk nüfus 1263'de yerleşmişti. (Hammer, Osmanlı Ta rihi, lstanbul, 1966, 1, s. 12).

29 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 24-25.

30 Ahmed Refik, Hicri On birinci Asırda lstanbul Hayatı, lstanbul, 1931, s. 18.

s31 A. Galland (1672), lsıanbul'a Ait Gunlük Hatıralar (çev. N.S. Orik), 1, s. 90-91.

32 "Kırmızı giyme çaylak kapar" deyimi bu zamanlardan kalmış olmalıdır.

33 O. G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 102-104.

34 O.G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 47.

35 Ph. du Fresne Canaye (1573), Le Voyage du Levanı, s. 57.

36 O. G. Busbecq, The Turhish Letters, s. 105-108.

37 J. du Monı, A New Voyage to the Levanı, Londra, 1696, s. 256.

38 Anonim (1621), Vo iage de Levanı, s. 265.

39 C. de Bruyn, Voyage au Levant, Paris, 1714, s. 112-113.

40 P. Lucas, Voyages du Sieur Paul Lucas, Paris, 1712, s. 48.
Devamını Oku »

Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlıda Temizlik ve Sağlık


Temizlik

1610 yılında lngiliz seyyah George Sandys, "Onların hamamları camilerinden sonra en mükemmel binalardır"(41) diyerek Osmanlı toplumunda vücut temizliğine ve sağlığa verilen öne mi belirtir. 1551'de Nicolas de Nicolay hamamların mimari yapısı üzerine gözlemlerini anlatır:

"lstanbul'da ve Yunanistan'da, Asya'da ve Afrika'da bütün lslam şehirlerinde çok sayıda gayet güzel hamamlar bulunur. Özel olduğu gibi halka açık olanları da vardır. Bunlar eski Yunan ve Roma hamamlarının mimari bir benzeridir. Büyük ustalıkla yapılmıştır, inanılmaz bir incelikle inşa edilmiştir. Özellikle padişahın sarayında karıları ve paşaları için olan hamamlar olaganüstü derecede güzeldir. Halk hamamlarının büyük bir kısmı cilalı. taşlardan ve döşemeleri de renkli mermerler den yapılmıştır. Bu tip hamamlar süslü kolonlarla doludur. Ortadaki esas hamamda yuvarlak kubbe yarım küre şeklindedir. Hamamın bir giriş kısmı vardır, buna antik dilde apodiıa rio denir. Bunun içinde köşeler ve bir de ocak bulunur, yıkan maya gelenlerin peştemalları ve gömlekleri kurutulur."

Seyyah, ayrıca burada ödenen ücretin belli bir miktar olduğunu ve herkese eşit muamele edildiğini yazar: " ... ha mamcı çocuklara ve hamamcı başına birkaç aspre (akça) öderler. Bütün Müslümanlar burada eşit muamele görürler, ödeyecekleri para kanunla kesin olarak saptanmıştır. Dinlerinin emrettiğine göre bütün Müslümanlar iyice yıkanmadan camiye giremezler. "(42)

Sandys, Türklerin sağlık ve rahatlık için çok yıkandıklarını yazar:

"Bu millet yıkanmayı çok sever, temizlik ve sağlık için haftada iki gün hamama gidenleri gördüm. Onların su içme ve bol meyve yeme alışkanlığından ileri gelen hazımsızlıklarıyı kanmakla giderildiği gibi spor ve yürüyüşten sonra yıkanmak vücudu yeniler. Hamamlarda sabahları erkekler, öğleden sonra kadınlar yıkanırlar. "(43)

1656 yılında Fransız seyyah Thevenot, Tophane'de yıkanmak için gittiği bir hamamda gördüklerini anlatır:

"Türkler saglık için ve vücutlarını düzgün ve temiz tutmak için hamamları çok kullanırlar. Şehirlerde pek çok güzel hamam vardır, bir hamamı olmayan köy yoktur. Bütün hamamlar aynı mimaride yapılmıştır, aralarında hiç fark yoktur. Da ha büyük, daha çok mermerle süslü olanlar bu bakımlardan digerlerinden ayırt edilir. Ben Tophane'de güzel bir caminin yanındaki en güzel hamamlardan birini anlatacağım: ... kare planda büyük bir salona girersiniz. Çevresi yirmi adım uzunluğundadır. Bu salonun iç çevresinde duvara bitişik taşlan bir 'mastaba' (sıra) vardır. Genişliği l 'toise' (yaklaşık 2 m) yer den yüksekliği yarım 'toise'dir (l m).

Bu mermer sıranın üzeri hasırla örtülüdür. Hamama geldiğiniz zaman 'fauta' (futa) denilen büyük bir örtüyü hasırın üzerine serersiniz. Soyunduktan sonra elbiselerinizi buraya koyarsınız.(44) Bu salonun ortasında büyük mermer kurnalı büyük bir çeşme vardır. Bu çeşme çamaşırlarınızı yıkamak içindir. Çamaşırlar yıkandık tan sonra salonun çevresi boyunca uzanan yüksek ince sırıklara asılır, kurumaya bırakılır. Yaydığınız örtünün üzerine oturduktan sonra size diğer bir örtü daha getirilir. Üstleri gömleğinizi çıkarırken bunu önünüze koyarsınız ve bağlarsınız. Böylece soyunurken görülmemiş olursunuz. Aksi takdir de alenen soyunmak büyük suç olacaktır.

Bu örtüyle bütün önünüzü ve arkanızı dizlere kadar örtersiniz. Gömleğinizi çıkardıktan sonra oturduğunuz örtünün üzerine diğer elbiselerinizin yanına koyarsınız. Ona hiç kimsenin dokunamayacağını düşünerek bırakırsınız. Zira hamamlar serbest ve emin yerlerdir, sanki kutsaldırlar. Buralarda hiçbir hilekarlığa asla teşebbüs edilemez. Hamamcı, herhangi bir kayıp veya zararı ödemekle sorumludur. Soyunduktan sonra (peştemalla örtülmüş olarak) küçük bir kapıdan biraz daha sıcak küçük bir salona girersiniz, buradan geçerek diğer bir kapıdan çok sıcak olan büyük bir salona girersiniz. Bu salon tamamen kubbelidir, ışık girmesi için kubbede küçük pencereler vardır. Bu sıcak ve büyük salon beşgen plandadır. Beşgenin her yüzü iki mermer desteğe dayanır. Her yüzde yarım ayak yüksekliğinde mermerden bir kerevet veya sel vardır.

Beşgenin her yüzünün ortasında duvarda iki ayak yüksekliğinde küçük mermer bir kurna vardır. Bu beyaz mermer kurnanın genişliği iki ayaktır, üstünde sıcak su musluğu vardır. Bu musluğun dört parmak üstünde soğuk su akıtan diğer bir musluk vardır. Böylece istediğiniz sıcaklıkta suyu bu soğuk ve sıcak suları karıştırarak elde edersiniz. Bu salonda sıcak suyla dolu büyük bir taş kurna da vardır. Fakat bunun temizliği pek emin değildir, farklı hastalıkları olanlar bu suya girebilir, bu su sık değiştirilirse de gene de emin değildir. Bu büyük salonun ucunda tamamen mermer kaplı düz bir yer vardır. Orada bir uşak gelir, hamamlarda böyle uşaklar gelenlere hizmet eder, sizi sırtüstü yalım, dizlerinizi göğsünüze ve karnınızın üzerine koyar, kollarınızı ve bacaklarınızı, bütün vücudunuzu sıkarak adeta çatırdatır, bunu vücudunuzu rahatlatmak, sinirlerin gevşemesi için yapar. Sonra sizi yüzükoyun yatırır. Sırtınızda yürüyerek sırt adalelerinin de gevşemesini sağlar.

Bundan sonra çene ve koltuk altlarını tıraş edersiniz. O (tellak) vücudunuzun diğer yerlerini tıraş etmek için size bir ustura verir. Sonra küçük odalardan birine gidersiniz. Beşgenin her iki yüzünün birleştiği yerde bir odacık yapılmıştır. Bu odacıkta üzerinizdeki ör tüyü çıkarır kapının üzerine koyarsınız. Sizi burada hiç kimse göremez ve buraya kimse giremez. Vücudunuzun diğer yerlerini burada tıraş edersiniz. Size usturayla beraber bir de macun verilmiştir, bu 'rusma' denilen belli bir mineraldir, kireç gibi karıştırılmış bir pudrayla sudan ibarettir. Bunu kılların düşmesini islediğiniz kısımlara sürersiniz. Bir çeyrek saat sonra macunla beraber kıllar düşer, tamamen düşmesi için bu kısımlar sıcak suyla yıkanır. Aksi takdirde uzun zaman kalır sa cildi de aşındırır. Rusma, Türkiye'de çok kullanılır. Padişahın gümrükleri bundan büyük gelir sağlar.(45)

Tüylerden de arındıktan sonra tekrar örtünüzü belinize (dize kadar) örterek büyük salona dönersiniz. Sonra elinde siyah kaba yünden bir keseyle bir uşak gelir. Kuvvetle vücudunuzu ovar, böylece ciltteki kirler çıkar. Sonra uşak eline bir parça sabun alır ve bütün vücudunuzu sabunlar, bundan sonra üzerinize, her ta rafınıza bol su döker, saçınızı da sabunlar, yıkar. Sonra sizi kurulamak için kuru bir örtü getirir. Buna sarınarak elbiselerinizin bulunduğu salona dönersiniz. Giyinirsiniz, uşak gene size ayaklarınızı yıkamak için su getirir, salona gelinceye kadar ayağınıza bulaşan şeyler çıksın diye. Sonra sıcak ve kuru bir havlu getirir, ayaklarınızı kurularsınız. Tamamen giyin dikten sonra diğer bir uşak size bir ayna getirir ve tutar, sonra parayı öder ve çıkarsınız.

Genellikle hamam ücreti 2 aspredir (akça). Bu para servisi yaptıran hamamcı başına verilir. Biraz da bahşiş olarak uşağa para verilir. Bu hamamlar çok uygundur. Kanaatimce burada sık yıkananlar hastalıklardan korunmuş olurlar. Fakir olsun, kadın olsun, erkek olsun en az haf tada bir kere hamama gitmeyen yoktur. Hamamlara erkekler bir gün, kadınlar diğer bir gün giderler. Bazı hamamlarda sabahtan erkekler, öğleden sonra kadınlar yıkanır. Bazı hamamlar da sadece kadınlara aittir. Hangi dinde olursa olsun, ne şartla olursa olsun kadınlar hamamdayken hiçbir erkek ha mama giremez. Bu büyük suçtur, ya utanç içinde teşhir edilir ya da sopa cezası verilir. "(46)

Sağlıkla ilgili adetler

1678'de Hollandalı seyyah Cornelius de Bruyn, Türklerin sağlıklı olmalarının ve bu devirde Avrupa'da yaygın olan hastalıkları bilmemelerinin onların beslenmelerindeki sadelikten kaynaklandığını yazar:

"Türklerin genellikle endamları güzeldir. Padişahın bütün imparatorluğu içinde sadece Hıristiyan şehirlerinde sakat ve biçimsiz yapılılar bulunur. Geri kalanın hepsinin vücutları sağlam ve gürbüzdür ve çok uzun ömürlü olurlar. Bunun ne deni sıhhate yararlı gıdalar ve yiyeceklerle beslenmeleridir ... Pek nadiren hasta olurlar. Bizdeki gibi taş, kum hastalığı, damla illeti veya nekris gibi rahatsızlıklar onlarda yoktur. Onlar bunu yemek ve içmek için gösterdikleri itidale, kanaatkarlık ve sadeliğe borçludurlar. "(47)

Thevenot, Türklerin uzun ömürlü ve sağlıklı olmalarının nedenini sade beslenmelerine, temizliklerine ve spor yapmalarına bağlı olduğunu ileri sürmekle beraber bunu onların has talıkları tedavi usulleriyle de ilgisi olduğunu yazar:

"(biz) onların hiç tanımadıkları çok ciddi hastalıklara yakalandığımız halde onlar pek az hastalık bilirler. inanıyorum ki bu sağlık onlarda doğuştan kısmen vardır. Sağlıklı olmalarının asıl nedeni sık banyo yapmaları yeme ve içme alışkanlıklarındaki itidaldir. Hıristiyanların yaptıkları gibi çok farklı şeyler yemezler. Asla şarap içmezler, sarhoş olmazlar ve spor yaparlar. Ayrıca hiç ilaç da kullanmazlar. Sağlıklı ve uzun ömürlü olmalarının nedenlerinden biri de onların geleneksel tedavi usulleri olmalıdır. "(48)

Türkler genellikle ilaç kullanmamakla beraber hastalandıkları zaman ve gerek gördüklerinde dönmelerden, Hıristiyan veya Musevilerden bazı hekimlere başvururlar, onlardan ilaç ve ilaç reçeteleri aldıkları olurdu. Belgelere göre Osmanlı toplumunda ilaç yapanların çoğu dönmelerdendi. Bunların arasında dinini değiştirmemiş Ermeni ve Yahudiler de vardı. Bu hekimlerden yetenekli olmayanların dükkanları kapatılırdı. Bu, hekimlerin sistemli çalıştıklarını ve denetlendiklerini gösterir. Hekimbaşı, sarayda padişahın özel doktoruydu. 16. ve 17. yüzyıllarda hekimbaşılar arasında Amasyalı Halimi ve Bekirzade Mehmed bin Ibrahim'in tıp kitapları varsa da Cerrah Mehmed Paşa gibi oda hizmetçisiyken cerrahlığı öğrenerek hekimbaşı olarak atananlar da vardı (lll. Murad devri, 15461595). Bundan dolayı saraya Yahudi doktorlar da çağırılırdı.(49)

1675-1676 yılında Ingiliz seyyah George Wheler, lstan bul'da bir Ingiliz asıllı dönmenin iyi bir doktor olarak Türkler arasında isim yaptığını ve uyguladığı ilaç tedavileri anlatır: "Bu 'Mahomet Bassa' (Mehmed Paşa) iyi bir Türk dokto ru diye bilinir. Şuruplar, kan aldırma ve kadınlara reçetelerle hekimlikte kabiliyetini gösterir. Arapça, ltalyanca, lngilizce ve Latince kitapları da vardır ama onları ne derece anladığını bilemem. (50) Thevenot, Türklerin genellikle ilaç olarak bal kullandıklarını yazar. Seyahatnamesi 1650 yılında Londra'da yayımlanan lngiliz gözlemci Robert Withers de Türklerin adetlerine göre hekimin tedavi için sadece bir çeşit şifalı şurup verdiğinden söz eder.(51)

Osmanlı toplumunda "hacamat" baş ağrılarının giderilmesi için uygulanan tedavilerden biriydi. Thevenot'un gözlemlerin den bu tür tedavinin ayrıntıları izlenebiliyor:

" ... hacamatı çoğunlukla dönmeler yapar. Bunu deneyen bazı Türkler de vardır, fakat onlar kalın bir neşterle yaparlar. Başları ağrıdığı zaman ağrıyan yerin etrafını bir çakıyla çizerler. Buna zor katlanırlar, bir hayli kan çıktıktan sonra biraz pamuk koyarlar, yarayı kaparlar veya alında beş, altı uzun kesik yaparlar. Baş ağrılarını dindirmek için ateş de kullanırlar. Başı çok ağrıyan bir adam görmüştüm, kulaklarının üstüne kızgın bir demir ucu sürdü ve gerçekten dağlamaya yarayan bu alet onu iyileştirdi, sonra biraz pamuk konuldu ve tamamen iyi leşti. Ayrıca bu gibi ağrılar için yakılmış fitil uygulayanlar da vardır, sıcaklığına sabırla katlanılır. "(52)

Thevenot, Türkler arasında hekimlik mesleğinin pek geçerli olmadığını yazar:

"lstanbul'da bir Türk, bana fitil tedavisini öğrenerek bunun hekimliğini yapmaya kalkışan birini anlattı: Hekimlik yapmak isteyen bir Türk, dönmelerden nasıl fitil tedavisi yapıldığını öğrenmişti, fakat iyi öğrenemediğinden diğerleri onunla alay etmişlerdi. Osmanlı toplumunda ilaç yapmakta, tedaviyle uğraşmakta iyi bir gelecek yoktur. Söylediğim gibi nedeni Türklerin pek az hastalığa tutulmalarıdır. Hastalık nedir pek bilmezler ve (tedaviyle) iyileştikleri zaman ilaçlara ve doktora az para öderler. Eğer hasta ölürse bu onlara çok acı verir, has tanın ölümüne sebep olmaktan onları (doktorları) suçlarlar ve (doktora) para vermezler. "(53)

Bu devirde salgın hastalıklara karşı Türklerin tutumu Avrupalılarınkinden çok farklıydı. 1690 yılında Fransız seyyah, Je an du Mont, bunun nedenini anlatır:

"Kadere inançları o kadar kuvvetlidir ki bulaşıcı hastalıklar dan korunmak için tedbir almaya gerek görmezler. Böyle durumlarda önlem alan Hıristiyanlara da kızarlar. Bir Fransız bana geçen gün (başından geçen) bir olayı anlattı: Bir veba salgınında sokakta yürürken vebadan ölmüş bir adamı taşı yan birkaç Türk gördü. Bunlardan kaçmak için yolunu değiş tirdi. Fakat o adamlardan biri koştu ona yetişti ve yaralı göğsünü açarak ona süründü ve 'ölü ve ölen adamlara saygı göstermeyi ve yardım etmeyi öğren' dedi. Bunların hiçbirinin mucize olmadan kurtulmalarına olanak yoktu. Bulaşıcı hastalık bulunan yerden gelenlerden kaçınmıyorlar. Bazı limanlar vardır ki bulaşıcı hastalık olan şehirlerden bu şehir sakinlerinin kaçabilmesi, uzaklaşabilmesi için gerekli birkaç tekne bile bu limanlarda bulunmaz."(54)

16. ve 17. yüzyıllarda Osmanlı lmparatorluğu'nun liman şehirlerinde ve ticaret yolları üzerindeki şehir ve kasabalarda Akdeniz limanlarından gelen ticaret gemilerinden, Asya'dan gelen kervanlardan vebanın yayıldığı ve önlem alınmadığı için büyük kayıplara sebep olduğu bilinir. 1621 tarihli seyahatnamede vebanın genellikle Mısır'dan gelen gemilerle ya yıldığı anlatılır:

"Bu hastalık genellikle Mısır'dadır. Fakat havanın temiz olduğu yerlerde çok tehlikeli değildir. Ancak hava değiştiğinde çok tehlikeli olur, kırar, geçirir ve bulaşıcıdır. Bu şöyle olur: Mısır'dan lstanbul'a devamlı bir ticaret vardır. Türkler kaderciliklerinden dolayı bu hastalığın bulaşmasını önleyici tedbirler almazlar. Böylece bu hastalık bütün Türkiye'ye yayılır ve Mısır'daki kadar büyük zarar verir, öyle ki lstanbul'da günde iki yüz veya üç yüz insan ölür. Fakat bu kadar az değildir, günde bin adam öldüğü zaman padişah şehre çıkmaz. lstanbul'da günde bin iki yüz ve ya bin beş yüz insan ölür, bu da üç, dört ay sürer. "(55)

Ogier Ghiselin de Busbecq, 1562'de lstanbul'da bulunduğu sırada evinde veba olayı görülmesi üzerine evini değiştirmek için sadrazam Rüstem Paşa'ya başvurmuş, fakat isteği padişaha iletilince anlamsız bulunmuş ve sadrazamın evinin de vabalı olduğu söylenerek kendi bulunduğu evde kalması tavsiye edilmişti. Busbecq, bu olaydan kısa bir süre sonra vebadan ölen Sadrazam Rüstem Paşa'nın yerine getirilen yeni Sadrazam Ali Paşa'nın evinde görevli Almanlardan vebanın lstanbul'da ne kadar kayıp verdiğini sormuştu. Buna göre, lstanbul'da veba dan beş yüzün üzerinde, çok şiddetli salgınlarda günde bin ve ya bin iki yüz kişinin öldüğü söylenmiştir.56 Şehirde vebadan kaçmak isteyen Hıristiyanların bulundukları yerleri terk etmelerine izin verilmezdi.

1673'te Antoine Galland, 10 Eylül Pazar günkü hatıratında bununla ilgili bir olayı anlatır: "Bir gün önce bostancıbaşı, Karadeniz kanalına gelmiş ve veba nedeniyle lstanbul'dan, Beyoğlu'ndan ve Gala ta'dan oraya sığınmış olanların dönmelerini emretmişti. "57 Bundan dolayı Pera'daki yabancı elçiler ve elçilik mensupları şehirde salgın hastalık olduğu zaman ancak Pera'nın bağların daki evlerde kalırlardı. 1556'da Fransız gözlemci jerome Ma urand, tanık olduğu böyle bir olaydan söz eder: "Pera'nın girişinde yerleşmiştik, ve haşmetli efendim maiyetiyle birlikte salgın hastalıktan dolayı bağa çekildi. "(58)

Sultan Ahmed, 1612'de salgın hastalık saraya kadar yayıldığında kızkardeşlerinden biri vebadan ölünce Nasuh Paşa'nın tavsiyesine uyarak Davut Paşa Sarayı denilen sayfiye evlerin den birine çekilmişti.59 Görgü tanıklarına göre halk arasında kadercilik nedeniyle hastalıktan kaçılamayacağı inancı o kadar yaygındı ki hiçbir önlem alınmadığı gibi sakınılmazlıgın da aşırı dereceye varan örneklerine rastlanırdı. 1615 yılında lstanbul'da bulunan Pietro della Valle, şehirlerde bulaşıcı hastalıktan sonra hastaların karantinaya alınmasına önem verilmediğini ve ayrıca vebadan ölenlerin elbiselerinin pazarlarda ve çarşılarda açıkça satıldığını, bunun da hastalığın daha çok yayılmasına neden olduğunu yazar.(60)

George Wheler, bu konuda gözlemlerini anlatır: " ... biz burada (lstanbul'da bedesten) çok kalmadık. Kendimizi hemen dışarı attık. Çünkü burası eski elbise satanlarla kalabalıktı ve öğrendiğimize göre bunlar vebadan ölenlerin elbiseleriydi. "(61)

Buna benzer bir olaya lstanbul'dan Edirne'ye giderken Ogier Ghiselin de Busbecq tanık olmuştu. Edirne'ye vardıklarında onunla yolculuk eden ve rütbesi voyvoda olarak bilinen vebalı ölünce daha güç bir durumla karşılaşmışlardı: "Çünkü Macarların hepsi (satılmak üzere zincirlerle götürülen Macar esirler başlarındaki hasta voyvoda tarafından Edirne'ye götürülüyordu.) ölü adamın eşyaları üzerine üşüştüler. Biri onun ayakkabılarını, diğeri deri yeleğini, öteki kaçıracağı herhangi bir şeyin korkusuyla onun gömleğini yakaladı, bir diğeri de keten çamaşırını. .. "(62) Büyük şehirlerin yanısıra küçük şehirler ve kasabalarda da bu salgın hastalık önlem alınmadığından büyük kayıplara ne den olurdu. 1678 yılında Cornelius de Bruyn, Manisa'da bulunduğu sırada burada bir yaz önce otuz bin kişinin öldüğü nün kendisine söylenildiğini yazar.(63)

Bu devirde Osmanlı toplumunda akıl hastalarının onlar için özel yapılmış bir binada kapatılarak bakıldığı bilinir. Ma nisa'daki akıl hastanesini görmüş olan Cornelius de Bruyn, bununla ilgili bir sözün anlamını açıklar: "Bütün Türkiye'de ancak bu şehirde delilerin kapatıldığı bir ev vardır. Zekaca hasta olanlar buraya getirilir. Biri hakkında 'o, Manisa'ya gönderilmeli' denildiği zaman o kişinin akıldan beri olduğu anlaşılır. "(64)

GÜLGÜN ÜÇEL-AYBET - Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699)Syf:364-374

Dipnotlar:

39 C. de Bruyn, Voyage au Levant, Paris, 1714, s. 112-113.

40 P. Lucas, Voyages du Sieur Paul Lucas, Paris, 1712, s. 48.

41 G. Sandys, Travailes, Londra, 1652, s. 54.

42 Nicolo de Nicolai, Delle Navigaıioni et Pcrcgrinationi, s. 64.

43 Sandys, Travailes, s. 54.

44 155l'de Nicolas de Nicolay, soyunma yerlerinin Türk halılarıyla kaplı olduğu nu yazar (Nicolo de Nicolai, Delle Navigalioni el Peregrinationi, s. 64).

45 Sandys, bunun Kıbrıs adasında bulunan bir mineral olduğunu yazar (G. Sandys, Travailes, s. 54).

46 M. Thevenot, Relalion d'un Voyage de Conslanlinople, Paris, 1665, s. 58-61.

47 C. de Bruyn, Voyage au Levanı, s. 131.

48 Thevenot, Relation d'un Voyage, s. 70.

49 Ahmed Refik, Hicri Onbirinci Asırda lstanbul Hayatı, s. 8; Hicri Onikinci Asırda lstanbul Hayatı, s. 28; O. Şevki, Türk Te babeı Tarihi, lstanbul, 1991, s. 179, 208.

50 G. Wheler, AJounry inlo Greecr, s. 203.

51 Thevenot, Relation d'un Voyage, s. 70; R. Wilhers, A Descriplion of the Grand Signor's Seraglio, s. 111.

52 Thevenot,, s. 71; E. Düzdag, Ebussud Efendi felvaları, lstanbul, 1983, s. 182.

53 Thevenot, s. 71.

54 J. du Mont, A New Voyage lo the Levanı, s. 259; Ebussuud Efendi bir fetvasında vebadan kaçmakta sakınca olmadığını belinmişıir. (E. Düzdag, s. 182)

55 Anonim (1621), Votage de Levanı, s. 188.

56 O. G. Busbecq, The Turkish Letters, s. 182-183 ve 188.

57 A. Galland, lstanbul'a Ait Günlük Hatıralar (çev. N.S. Ôrik), 11, s. 104.

58 J. Maurand, d'Antibes a Constantinople, s. 205.

59 Michel Baudier, Histoire Generale de la Rdigion des Tu rcs, s. 163.

60 P. delta Valle, Pietros Pilgrimage (haz. W. Blunı), Londra, 1953, s. 17.

61 G. Wheler-J. Spon (1675-76), Ajourney into Greece, Londra, 1682, s. 193.

62 O.G. Busbecq, The Turkish Letters (haz. E.S. Forsıer), Oxford, 1968, s. 68.

63 C. de Bruyn, Voyage au Levants, s. 36. 3

64 A.g.e., s. 36: "il le fait mener a Manassia"'.

Devamını Oku »

Descartesin 'Düşünüyorum, o halde varım' Sözü Hakkında



Bir "şey"in, "var olduğu"nun nasıl "ispat edileceği", Grek- Latin-Kilise diyarındaki fikriyatın asli "mesele" lerinden bir tanesidir. Çünkü, bu diyarda "esas"ı itibariyle tesis edilemeyen "şey"in, "varolduğu"nun "ispat edilmesi" neticesinde "kimlik" kazanacağı zannedilir.

Bu diyarın "düşünür"leri, "Tanrı"nın, "dış dünya"nın, "nesne"lerin, hatta "kendi"lerinin "var olduğu"nu ispat edebilmek için yüzyıllar boyunca gayret sarfetmiştir.

Bu düşünürler, sözkonusu "mesele" itibariyle ya Eflatun gibi, "Grek teolojisine dayanan "kozmogenik senaryo"lar ortaya koymuşlar, veya Descartes gibi, "Kartezyen analitik" yoluyla geliştirdikleri "kanıt"lara dayalı "netice"ler ileri sürmüşler, ya da Kant gibi, "mesele"yi, "kategoriye bağlayarak "giderme"ye çalışmışlardır. Burada, sadece kısa bir özet yapmış olduk.

Daha yakın dönemde, bu diyarda Heidegger'in "varlık" ile ilgili yaptığı "araştırma"lar, esası itibariyle, "mevcut yumurta akının çırpılarak köpürtülmesine benzer; getirdiği "yenilik"ler de, "mevcut yumurta akı" ile "yumurta akının köpüğü" arasındaki "fark" ölçüsündedir. Heidegger'in çalışmaları, bu "mesele" de esasa dair herhangi bir "açılma" sağlamamış; ancak, "mesele'nin devam ettirilmesi" yönünde, "düşünür"lere, "eski malzeme"nin "yeni yollarla pişirilme" imkanını temin etmiştir.

Yakın dönemde, bazı İngiliz "analitik mütefekkir"ler dahi bir "şey"in "var olduğunun" nasıl ispat edileceği "meselesi"ne muhatap olmuşlar ve, "sağ el"lerinin "var olduğunu" ispatlamak yönünde bir hayli gayret göstermişlerdir.Ancak, bu diyarın "mütefekkir"leri, harcadıkları yüzlerce yıllık mesaiye rağmen, "mesele"nin "esası"nı bir türlü "ele geçirememiş"dir.

Bu diyarda, "düşünen"in "var olduğu"nun "ispat edilemediğine dair kısa bir örnek vermek üzere, Descartes'in fikriyatını kısaca ele alacağız.

Önce, Descartes'ın, "kendisi"nin "var olduğunu" "ispat etmek" üzere geliştirdiği "muhakeme zincirine bakalım.

Descartes, "var olup olmadığı"na karar verebilmek üzere "şüphe" etmeğe başlar.
"Şüphe etmek", bir "düşünme fiilidir. Kartezyen metafizik'te, "düşünme fiilleri", "res cogitans"a "dayalı" olan, yani Pesas"ı "res cogitans" olan "zihin" vasıtasiyle oluşur veya oluşturulur.

"Şüphe fiili"ne "konu" olan "şey", "zihin"de mevcut bir "idrak"tır. "Zihin", bu "idrak"ı "düşünür" ve bu "düşünme"ye bağlı olarak, "idrak" hakkında "yanılma" cihetinden hüküm verir.

Kartezyen metafizikte, "şüphe fiili"ne "konu" olan bu "id- rak"ın "kaynağı", esas itibariyle, ya "hissetme" yoluyla, "res ex- tensa"ya "dayalı" "nesne"lerdir, ya da "düşünme" yoluyla, "res cogitans"a "dayalı" "zihin"dir.

Esası "res extensa" olan bir "şey"in "hissedilerek algılanması" neticesinde, esası "res cogitans" olan "zihin"de, bu "şey"in bir "yansıma"sı ortaya çıkar. "Yansıma", bu "şey"in "idrak"ıdır.

Mesela, "düzgün saplı" bir "çay kaşığı", su dolu bir bardağın içinde ise, "ışığın kırınımı" sebebiyle kaşığın sapını "bükülmüş" olarak "idrak ederiz". Descartes, "şüphe etmek" üzere, "zihnin" deki bu "idrak"ı, yani "bükülmüş saplı çay kaşığı idrakı"nı, "yanılma" cihetinden "düşünür" ve "bükülmüş saplı çağ kaşığı idrakının kendisini "yanılttığını" farkeder.

Descartes, benzer olarak, "hissetme" neticesinde "zihnin"de ortaya çıkan birçok "idrak"ı "düşünerek", bu "idrak"ların "kendisini "yanılttığina hükmeder ve, böylelikle, "hissetme" neticesinde "zihnin"de ortaya çıkan "idrak"den "şüphe eder".

"İdrak", Kartezyen metafizikte göre, "esas"ı "res extensa" olan "şey"in "hissedilerek algılanması" neticesinde "zihin"de ortaya çıkandan ibaret değildir; "esas"ı, "zihin" itibariyle "rescogitans" olan "düşünce" de, "zihin" vasıtasiyle "düşünülerek""idrak edilir". "Zihin"deki bir "düşünce"nin, "zihin" vasıtasiyle düşünülerek idrak edilmesi' de, bu "idrak" itibariyle,"düşünülmüş" olan "düşünce"nin "zihin"deki bir "yansıması" dır.

"Düşünmek yoluyla, düşünce'den şüphe edilemeyeceğini ileri süren Descartes, "mesele"yi şöyle sonlandırır: Cogito ergo sum (Dilimizde kullanılan tercümesi ile: Düşünüyorum, o halde varım). Bu hususu biraz açalım.

Bir noktayı kısaca hatırlatalım. "Cogito ergo sum"un esası, "düşünce"nin, "düşünen"i "yanıltmasının "imkansız" olmasıdır. "Düşünce"nin, "düşünen"i "yanıltmasının "imkansızlığı"ndan bahsedebilmek için, sadece "zihin" ve "zihin"de mevcut bir "düşünce" yeterli değildir; bunun için, "zihin"de mevcut bir "düşünce" ile bu "düşünce"nin "zihin" vasıtasiyle "düşünülmesi" neticesinde ortaya çıkan bir "idrak"in de bulunması gerekir ki, "düşünme fiili"nin "yanılma"ya meydan vermediği bu "idrak" üzerinden anlaşılabilsin; aksi takdirde, "zihin"de "şüphe edecek" bir "şey" bulunmaz. Bu hususu, Kartezyen metafizik itibariyle gözden kaçırmamak gerekir.

Şunu belirtelim: Descartes, benzer bir "muhakeme"yi, "res extensa"yı da içeren şekilde ortaya koymaz; yani, "Düşünüyorum ve uzam'lıyorum, o halde varım" demez. Bu husus, Descartes'in "cevher" olarak kabul ettiği ve "birey"e bağlamaya uğraştığı "res extensa"nın, "birey"e "bağlanamadığını" gösterir. Bu itibarla, "res extensa"ya "dayalı" "şey"leri, yani "dış dünya"yı, "zihinsel" olarak nasıl "kavradığı" hususu, Kartezyen metafiziğin içinden çıkamadığı bir sorundur. Bu konuya girmeyeceğiz.

"Res cogitans" ile "res extensa"nın birbirlerine "bağlanmasının, "nörolojik" bir sorun olmadığını ve, "Turing makinası" veya benzeri kavram ve kuramlarla halledilemeyeceğini de belirtelim. Bunları da bir kenara bırakalım.

Grek-Latin-Kilise diyarında, Descartes'ın bu neticesini eleştiren bazı "düşünür"ler, mesela: "Yürüyorum, o halde varım"/ "zıplıyorum, o halde varım" gibi iddialarla da, "kendilerinin var olduğu"nun ispat edilebileceğini; bu itibarla, "zihni" esas alan, "düşünüyorum, o halde varım" şeklindeki bir iddiaya gerek bulunmadığını ileri sürmüşlerdir.

Ancak, bu eleştirmenler, yukarıda kısaca anlattığımız "Kartezyen analitik" itibariyle "zıplamak" ile "düşünmek" arasındaki "asli fark"ı kavrayamamışdır.

"Uzayıp giden" ayrıntılara girmeden, "cogito ergo sum"u kısaca" ele alalım.

"Şüphe etmek", tekrar edelim, bir "düşünme fiili"dir. "Şüphe etmek" için, "şüphe"ye "konu" olacak "idrak"ın, "yanılma" cihetinden "düşünülmesi" gerekir. "Zihin"de bulunan "idrak", ekleyelim, geniş manada "düşünce"dir. "Zihin", "kendisinde bulunan" "idrak"ı, "yanılma" cihetinden "düşünerek" "şüphe eder". "Zihin"de bir "idrak" tesis edilmeden ve bu "idrak", "yanılma" cihetinden "düşünülmeden", "şüphe" edilemez.

"İdrak etmek" neticesinde "zihin"de ortaya çıkan "tesis", "tesis"i "zihin" vasıtasiyle yapılan "şey"in bizzat "kendisi" değildir.

Mesela, "çay kaşığı" ile ilgili olarak hissettiklerimizden "şüphe" ediyor isek, "şüphe" edilen bu "şey", "esas"ı "res ex- tensa" olan "çay kaşığı"nın bizzat "kendisi" değildir; "şüphe edilen" "şey", "idrak" itibariyle,"çay kaşığı"nın "zihin’deki tesisi "dir.

Çay kaşığının "zihin'deki tesisi"nin "düşünülmesi" ve bu yolla, bu "tesis"te "yanılma" imkanının bulunduğunun farkedilmesi, bu "tesis"den "şüphe" edilmesine yolaçar. "Tesis" de, tekrar edelim, "geniş mana"da "düşünce"dir.

Descartes, önce, "res extensa"ya "dayalı" "şey"in, "idrak edilmesi" itibariyle ve "zihnin"deki "tesis"inden hareketle, ve bu "tesis"i "düşünerek", "his"lerinin kendisini "yanıltmış" olabileceği hükmüne varır ve, bu "tesis"den "şüphe" eder.

Tekrar edelim: "Şüphe"nin bir "düşünme" fiili olması sebebiyle, Descartes'in "şüphe" edebilmesi için, "hissettikleri"nin,"idrak etmek" yoluyla "zihnin"de "tesis edilmesi" gerekir ki "zihnin"de "şüphe" edilebilecek bir "şey", yani bu "tesis" bulunsun ve Descartes bu "tesis"i "yanılma" cihetinden "düşünsün"; aksi takdirde, "şüphe etme" imkanı bulunmaz.

"İdrak etmek", tekrar edelim, Kartezyen metafizik itibariyle, sadece, esası "res extensa" olan "şey"in "hissedilerek algılanmasından", "kavranması"ndan ibaret değildir; "zihin"de bulunan "düşünce" de, "zihin" vasıtasiyle "düşünülerek" "idrak edilir". "Düşünce"yi "düşünmek" yoluyla "zihin"de temsil eden bu "yansıma" da, "idrak" itibariyle bir "tesis"dir ve, "geniş mana" da "düşünce" dir.

Descartes sorar: Bu "tesis"den, yani "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde "zihnim"de ortaya çıkan "düşünce"den de "şüphe" edebilir miyim ? Bu "tesis"i de, yani "düşünce'nin düşüncesini" de, "yanılma" cihetinden "düşünebilir" miyim ?
Hem "düşünce"yi, hem de "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde oluşan "tesis"i, "düşünme fiilleri" yoluyla oluşturan bizzat Descartes'ın "zihni"dir; bu bakımdan, hem "düşünce", hem de "düşünce'nin düşünülmesi" yoluyla oluşan "tesis", aynı "esas" itibariyle, yani "res cogitans"a "dayalı" "zihin" vasıta- siyle oluşur.

Descartes'ın "zihni"nin, "düşünce"yi bir "esas"a göre oluştururken, "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde ortaya çıkan "tesis"i "farklı" bir "esas"a göre oluşturarak Descartes'ı "yanıltması", "Kartezyen zihnin" tabi olduğu "esas", yani "res cogi- tans" itibariyle "mümkün" değildir.

Bu nedenle, Descartes'ın, sözkonusu "tesis"i, "yanılma" cihetinden "düşünerek", "tesis"den "şüphe etmesi" imkansızdır; çünkü, "şüphe" de, "düşünce"dir ve hem "tesis"in hem de "düşünce" nin meydana geldiği "esas"a göre ortaya çıkar. Bu itibarla, "tesis"den "şüphe" edilmesi, yani "tesis" itibariyle bir "ya‘ nılma"nın "düşünülmesi", "res cogitans" cihetinden "mümkün" değildir. Bu netice, Kartezyen metafizik itibariyle, "analiik"tir.

Böylece, Descartes, "bu durumda, düşünce'yi meydana çıkaran 'şey'in varolması gerektiği" kanaatinden hareketle, şu neticeye ulaşır: "Cogito ergo sum."

Kartezyen metafizik itibariyle, "cogito (düşünüyorum)"dan, yukarıda anlattık, "şüphe edemeyiz". Ancak, "Kartezyen analitik" itibariyle, "cogito (düşünüyorum)"dan, "sum (varım)"a, "Kartezyen analitik"e dayalı bir "muhakeme" yoluyla "geçmek" "mümkün" değildir. Bunu kısaca açıklayalım.

Tekrar edelim: "Şüphe etmek" bir "düşünme fiili"dir. Des- cartes'in, "yanılma" cihetinden "düşündüğü şey", yani "tesis" de bir "düşünce"dir. "Tesis", "res cogitans" itibariyle, "düşünce" nin "zihin" vasıtasiyle "düşünülmesi" neticesinde ortaya çıkar.
"Düşünce"nin, "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde oluşan "tesis"in ve "şüphe"nin "esas"ı aynıdır; bu "esas", yani "dayanak", "zihin"dir ve, "zihin" cihetinden "esas", "res cogitans" dır. Bu itibarla, "tesis"den "şüphe edilmesi", yani "tesis"in "yanılma" cihetinden "düşünülmesi", "imkan"sızdır.

Şimdi soralım: "Şüphe etmenin"nin "imkan"sızlığından hareketle, "düşünen (cogito)"in "var olduğu (sum)" ileri sürülebilir mi?

Önce, Kartezyen metafiziğin incelenmesinde kullanacağımız bir "ayrım" yapalım: "Şey", ya bizzat "kendi esası" cihetinden "var"dır, ya da bir "esas"a "dayanarak" "var"dır. Mesela, "res cogitans", "kendi esası" ile "var"dır. "Düşünce", bir "esas"a "dayanarak" vardır.

Bu "ayrım" sebebiyle, "res cogitans"a "varlık"tır demeyelim; asli mevcut diyelim. Düşünce", elbette "var"dır ve bu itibarla "varlık"tır; ancak, "düşünce", "asli mevcut" değildir. Her "asli mevcut", bir 'varlık 'tır; ancak, her "varlık", bir "asli mevcut’’ değildir.

"Aslen mevcut" olmayan "şey", bir şekilde, "aslen mevcut olan"a "dayanarak" "var olur" ve "varlık" olur. "Düşünce" "zihne" "dayanan" "varlık"tır. "Kartezyen zihnin" esası, cogitans"tır.

"Res cogitans'ın hangi yolla "aslen mevcut" olduğu, Kartezyen metafizik itibariyle "bilinmez"; sadece, "yaratılma" yoluyla "Tanrı'ya bağlanır ve Kartezyen metafiziğin, her nasılsa, temeline, bir "analitik" dahilinde yerleştirilir. Bu konuyu daha fazla açmayacağız.

Bu itibarla, "sum", "varım" şeklinde değil de, "aslen mevcudum" şeklinde anlaşılmalıdır. Çünkü, "aslen mevcut" olmadan "var olma"nın, "cogito ergo sum" cihetinden bir kıymeti bulunmaz. "Gölge" de "var"dır ve "varlık"tır; ancak, "gölge", "aslen mevcut" değildir.

"Cogito"yu, Kartezyen metafiziğin esası itibariyle anlayabilmek için, "düşünce" ile bu "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde ortaya çıkan "düşünce", yani "tesis" arasındaki "bağlantı"yı ele alalım.

"Tesis", "düşüncesi" olduğu "düşünce"nin "bizzat kendisi" değildir. "Tesis", "düşüncesi" olduğu "düşünce"nin, "zihin"deki bir "resmi", bir "yansıması"dır; bir "temsil"idir. Üstelik, "tesis" de bir "düşünce"dir.

Bu noktada, "ayna" benzetmesine tekrar dönelim. "Şahıs" ile "ayna"da ortaya çıkan "aksi", aynı çerçevedeki "fiziksel esaslar"a dayanır. Ancak, "ayna"yı kırarak, aynadaki "aksini" yoketsek de, "şahsı" yokedemeyiz.

"Şahıs" ile bu şahsın "resmi"ni ele alalım. "Şahıs" ile "resmi", aynı çerçevedeki "fiziksel esaslar"a dayanır. "Şahsın" bu dünyadan ayrılması durumunda, "şahsın resmi", bu dünyadaki mevcudiyetini aynen korur. "Resmi"ni yırtarak "şahsı" "parça'lara ayıramayız; bu dünyadan uzaklaştıramayız.

"Şahıs" ile "resmi" arasındaki bağıntı, bir "temsil bağıntısıdır. Bu "temsil bağıntısı" "tek yanlı"dır. "Resim, "şahsı" "temsil eder"; oysa, "şahıs", "resmin" "temsili" değildir. Bunu şöyle de söyleyebiliriz: "Resim", "şahsın resmi"dir; oysa, "şahıs", "resmi'nin resmi" değildir. "Şahıs", aynı zamanda "resminin bir "resmi" olsaydı, bu "temsil bağıntısı" "iki yanlı", yani "yansımalı (refleksif)" olurdu. Bu mümkün değildir.

"Tek yanlı" bu "temsil bağıntısı", sadece, " 'şahıs'dan 'resim' " oluşturur. Bu bağıntı, "varlık (asli mevcut) yüklenmez" ve, "şahıs"dan "resmine ve "resminden de "şahıs"a "varlık (asli mevcut) aktarmaz". Bu "temsil bağıntısı", "şahıs"dan "resme" "varlık (asli mevcut)" aktarsa idi, "bir şahıs", "tek yanlı" "temsil edilerek" "aynı iki şahıs" olurdu. Bu mümkün değildir, çünkü "bir şey", "tek yanlı temsil edilmek" yoluyla, "aynı iki şey" olamaz.

"Resim" sadece "resimdir ve "varlığı (asli mevcudu)" "şa- hıs"ta bulunmaz; "şahıs" da sadece "şahıs"tır ve "varlığı (asli mevcudu)" "resim"de bulunmaz. Aksi takdirde, "resim" sadece "resim" olmazdı; "şahıs" da sadece "şahıs" olmazdı; yani, "tek yanlı temsil edilmek" yoluyla, "şahsın" ve bu itibarla da "resmîn" "kimliği" değişirdi. Bu mümkün değildir. "Tek yanlı" "temsil bağıntısı"ndaki "şahsın" ve "resmin" "varlık (asli mev- cut)"ları, sadece "kendileri"ne "ayrı ayrı mahsus"tur; bu "bağıntı" içerisinde de "kendileri"ne "ayrı ayrı mahsus" olarak kalır..

"Tek yanlı" "temsil bağıntısı", "aslı mevcut" aktarmaz. "Tek yanlı" "temsil bağıntısı", "varlık"ın "dayanağını da aktarmaz.

"Tek yanlı" "temsil bağıntısı", "asli mevcut'un aktarılması"Veya ‘’varlık’’ın dayanağı’nın aktarılması" anlamında değil de, özel bir manada "varlık Aktaran’’ bir bağlantı dır; akşi takdirde, bu "bağlantı" vasıtasiyle "resim" oluşturulamaz. Ancak bu "özel" manadaki "aktarma", "varlığın bizzat aktarılması" değildir. "Temsil bağıntısının mahiyetini incelemeyi, "metafizikçi"ye ve "mantikçi"ya bırakarak konumuza dönelim.

"Düşünce" ile, "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde "Kartezyen zihin"de ortaya çıkan "tesis", esas itibariyle, "tek yanlı" bir "temsil bağıntısı"nın iki "unsur"udur; "tesis", bu manada, "düşünce"nin, "düşünülmesi" yoluyla "zihin"de ortaya çıkan bir "temsil"idir.

"Tek yanlı" "temsil edilmek" yoluyla, "düşünce"nin "dayanağı", "tesis"e "aktarılmaz". "Tesis", sadece, "düşünce"nin, "düşünsel" bir "resmi"dir. "Düşünce"nin "dayanağı", kendisi de "düşünce" olan "tesis"de, bizzat "düşünce'nin düşünülmesi" itibariyle mevcut değildir. Bu bakımdan, "tesis", "düşünce'nin dayanağı"na, yani "düşünce" itibariyle "faal zihne" "temas etmez".

Dersek ki, "tesis"in "dayanağı" vardır, "tesis"in dayanağı "düşünce"nin de "dayanağı"dır ve bu "dayanak" "zihindir; bu ifade, Kartezyen metafiziğin analitiği itibariyle doğrudur. Çünkü, bu analitik itibariyle, her "düşünce"nin "dayanağı" "zihin" dir.Ancak, bu "dayanak", yani "düşünce" itibariyle "faal zihin", "şüphe" cihetinden gerekli olan "tek yanlı temsil bağıntısı" vasıtasiyle "aktarılmaz"; "düşünce'nin dayanağı", yani "düşünce" itibariyle "faal zihin", "düşünce'nin düşünülmesi" neticesinde oluşan "tesis"te mevcut değildir.

Oysa, "düşünce"nin "dayanağı"nın, yani "düşünce" itibariyle "faal zihnin", bizzat "düşünce'nin düşünülmesi" vasıtasiy- le "tesis" te mevcut olması, "sum" ifadesinin ileri sürütebilmesi için esastır.

"Şüphe edilemeyen 'tesis' " ile "düşünce'nin dayanağı olan 'faal zihin' ", bizzat "düşünce'nin düşünülmesi" cihetinden, yani "tek yanlı temsil bağıntısı" üzerinden Kartezyen metafizikte "bağlı" değildir. Sebeplerini anlattık.

Şöyle söyleyebiliriz: Kartezyen metafizikte, "şüphe etmenin imkansızlığından hareket ederek, "muhakeme" yoluyla "faal zihin" tesis edilemez.

Bu nedenlerle, Descartes, "Kartezyen metafizik"te, "cogito" diyebilir; ancak "sum"u, "cogito"ya, "ergo" diyerek "eklemle- yemez".

"Düşünüyorum" diyebilir; ancak, buradan hareketle ve "Kartezyen analitik" itibariyle, o halde "aslen mevcudum" diyemez. Çünkü, "Kartezyen analitik" te kullanılan "tek yanlı" "temsil bağıntısı", "tesis" ile "düşünce"yi, bizzat "düşünce'nin düşünülmesi" cihetinden, "düşünce"nin dayanağı olan "faal zihin" itibariyle birbirine bağlamaz.

"Düşünce" itibariyle "faal zihnin", temsil yoluyla "tesis edilememesi" sebebiyle, "düşünen"in, bizzat "düşünce'nin düşünülmesi fiili" cihetinden "res cogitans" a "dayandığı", Kartezyen metafizikte ileri sürülemez.

Bu bakımdan, "tesis"den "şüphe etmenin" Kartezyen metafizikteki "imkansızlığı", Descartes'a, "düşünen Descartes"ın, yani "kendisi"nin, "asli mevcut" olarak tesis edilmesi imkanını vermez.

"Asli mevcut" olarak tesis edilemeyen "Descartes"ın, "hak ve hukuk"u, "ethik"i, ve de öbür "yanları" "esasen" tesis edilemez; buradan sonrası "Kilise"ye aittir. Bu itibarla "Descartes", Grek-Latin-Kilise diyarındaki "yığınsal toplum"un "bireyi"dir; "birey" olarak "kimliği", "yığınsal" dır ve "Kilise"ye dayanır.

Descartes, tekrarlarsak, "cogito" yoluyla "var olduğu (aslen mevcut olduğu)"nu kanıtlayamaz. "Sağ el" meselesi ile uğraşan bazı İngiliz "analitik mütefekkir"ler ise, Descartes'e göre daha 'sağlam" vaziyettedir; hiç olmazsa, "sağ ellerî haricinde kalan kısımları şimdilik kurtulmuş görünmektedir. Burada duralım.

Kartezyen metafiziğin temel eksikliğinin farkına varan ve "varlık (asli mevcut)"ın "cogito" yoluyla tesis edilemeyeceğini gören Kant, çok kısa olarak bahsedelim, "varoluş"u, "rasyonel yeti"nin "zeminline ait bir "kategori" vasıtasiyle temellendirmeğe çalışmıştır; yani, "var"lık, "düşünme yetisi"nin "idrak et- tiği"ne "giydirdiği" bir "kılık"tır.                                                      "

Oysa, daha önce de söyledik, Kant'ın bu yöndeki "düşünce manzumesi", kuruluşu itibariyle hatalıdır. Bu "düşünce manzumesi" ile, Kant'ın "kategori"leri tesis ettiği "transandantal dedüksiyon"u kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, esası, "ruh (Se- ele)"un, "idrak'ın zemini"nden "giderilmesi" olan ve, "transandantal estetik", "transandantal dedüksiyon" ile "transandantal analitik"i de birbirine "bağlayarak" içeren "düşünce manzume- si"dir. Bu konuya girmiyoruz.

Grek-Latin-Kilise diyarında ortaya çıkan "varlık ispatları" ve, herhangi bir "şey"in "var olduğunun" bu diyarda bir türlü "ispat" edilememesi, bu diyardaki "düşünür"ün, "aşma özürlü yığınsal birey" olmasından kaynaklanır.

"Yığınsal birey", "rasyonalite yetisi" vasıtasiyle "kendisi"ni veya bir "şey"i "tesis etmeye", "kendisi"ne veya bu "şey"e "varlık (asli mevcut)" atfetmeye uğraşsa da, bu yolla "netice" elde edemez. Bu hususu, "esas"a dair birçok konuya değinmeden, sadece Kartezyen metafiziği örnek vererek kısaca anlattık.

Grek-Latin-Kilise diyarının fikriyatındaki "varlık (asli mevcut) ispatları"nın "sakat"lığı başlıbaşına bir inceleme konusudur. Bu "sakatlığı" sadece bir örnek ile kısaca gösterdik.

Oysa, Anadolu mayasının "ferdi birey"i için, "mayalanmak" ve "dönüşerek aşmak" esastır. Bu yolla "özgür (hür)" olunur. Anadolu mayası cihetinden "özgür (hür)" olan, "kendisi"ni herhangi bir yeti vasıtasiyle "tesis etmeye" de, "var olduğunu ispatlamaya" da gerek duymaz. Neden duysun ki ? "Aşikar’’ı "muhakeme" yoluyla "söze dökmek", Anadolu mayasında "abes"tir; ("irrasyonel" sözcüğü, bu manada "abes"i karşılamaz)…

Prof.Dr.Yalçın Koç – Anadolu Mayası,syf:37-49
Devamını Oku »

Nizâm-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi


Kânûnnâme-i Âli Osman'ın herhalde üzerinde pek çok münâkaşalar yapılan en meşhur maddesi(45) «ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün kati itmek münâsibdir. Ekser-i ulemâ dahi tecviz itmişdir. Anınla âmil olalar» (BV, vr. 281b) sözleriyle ifade edilenidir. Saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmayan Osmalılılar'da(46) tahta cülûs ya vasiyetle, ya da devlet ileri gelenlerinin veya Kapıkulu askerlerinin ittifâkıyla olmuştu

Ezcümle, Osman Bey'in büyük oğlu Orhan Gazi henüz babasının sağlığında idareyi ele almış olduğundan, âdeta onun vasiyetiyle(47); onun oğlu olup "Hudâvendigâr" lakabiyle anılan I. Murad ise Ahiler'in ittifakıyla hükümdar olmuşlardır(48). I. Murad önce saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri(49), sonra da Bizans imparatorunun oğlu Andronikos ile birlik olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey'i devletin selâmeti için öldürtmüştür(50). Yıldırım Bayezid, Oruç Bey'in belirttiği gibi(51), beylerin ittifakı ve babasının vasiyeti ile babasına halef olmuştur.

Bu sırada Kosova Meydan Savaşı (1389) devanı etmekte ve ordunun sol kanadının başında kardeşi Yakub Çelebi bulunmakta idi. Yıldırım, beylerin ittifakıyla hemen kardeşini öldürterek(52) çok kritik bir zamanda çıkabilecek bir iç savaşı önlemek iste miştir(53). Âşıkpaşazâde bu hâdisenin "askeri ıztırâba düşürdüğünü"(54) yazarsa da, Timur gailesinden soma, oğulları arasında başlayıp yıllarca süren taht mücadelelerinin ülkeyi perişan etmesi Yıldırım'ı bu fiilinde âdeta haklı çıkarmıştır.

Kardeşlerini bertaraf edip ülkede birliği sağlayan Çelebi Mehmed'in, Timur'un oğlu Şahruh'un mektubuna verdiği cevap gayet mânidardır. Şahruh mektubunda, Çelebi Mehmed'in Osmanlı töresi üzere kardeşlerini öldürtmesinin töre-i Îlhanîye uymadığını söylüyor ve bu fiilinden dolayı I. Mehmed'i eleştiriyordu. Çelebi Mehmed ise, Şahruh'un, kardeşleri hakkındaki nasihatlarını kabul etmekle beraber, atalarının bazı müşkilleri tecrübeyle hallettiklerini, bir ülkede iki padişahın barınamayacağını, bilhassa etraflarındaki düşmanların daima fırsat kollamakta olduklarını belirtmiştir(55).

Çelebi Mehmed'in bu cevabından, Osman oğullarının artık, devletin hanedanın ortak malı olduğunu belirleyen ülüş sistemine dayalı Orta Asya geleneğinden ayrılarak, hâkimiyetin bölünmezliği ilkesine dayalı îslâm geleneğini benimsemeye başladıkları anlaşılmaktadır(56). Babasının vasiyetiyle tahta geçen II. Murad da(57) önce Yıldırım Bayezid'in oğlu olmak iddiâsiyle saltanatta hakkı olduğunu öne süren ve târihlere "Düzmece Mustafa" olarak geçen amcasını, sonra da kendisine isyan eden küçük kardeşi Mustafa'yı katlettirmek zorunda kalmış(58), diğer iki kardeşi Mahmud ve Yusuf'u öldürtmemiş, sâdece gözlerine mil çektirerek önce Tokat'ta hapsettirmiş, sonra da Bursa'ya getirterek rahat yaşamalarım sağlamıştır(59). İstanbul'un fethinden sonra, hâkimiyyet-i mutlaka prensibinden hareketle, ülkenin bölünmezliği(60) ilkesini kesin olarak benimseyen ilk Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmed olmuştur(619.

II. Mehmed'in ölümünden sonra Cem Sultan'ın ülkeyi paylaşma teklifinin II. Bâyezid tarafından şiddetle reddedilmesi(62), artık bu ilkenin iyice yerleşmiş olduğunu göstermektedir. Hızla büyüyüp genişlemekte olan Osmanlı Devleti cihanşümul bir imparatorluk mahiyetine girmişti. Büyük dedesi Yıldırım Bayezid'den sonraki taht kavgalarıyla ülkenin ne kadar feci bir fetret içinde kaldığını göz önüne alan Fatih Sultan Mehmed, nizâm-ı âlem için evvelâ kendi küçük kardeşi Ahmed'i boğdurtmuş(63) ve bu usulü Kanunnâme'sine koyarak seleflerine intikal ettirmiştir.Her ne kadar bu meseleye dair başka kanunnâmelerde her hangi bir kayda rastlanmamışsa da bâzı kroniklerde karineler mevcuttur.

Başta, Kanunnâme'nin tertipleyicisi olan Karamanı Mehmed Paşa'nın, Yıldırım Bayezid'in Yakub Çelebi'yi öldürtmesi hakkındaki: "Doğru düşünenlere gizli olmayacağı gibi, Yakub Çelebi adlı kardeşinin yaşamasında büyük kötülükler vardı. Sultân onun vücûdunu kaldırttı. Çünki zaruretler yapılmayacak şeyleri yaptırır. Böylelikle atalardan kalan ülke, bir rakibin düşmanlığı ve aykırılığı olmaksızın, cömert ve yüce Sultân'ın elinde kaldı"(64) sözleri, bu hükmün onun tarafından da benimsenmiş olduğu kanaatini vermektedir. XVI. yüzyılda yaşamış olan Hoca Sa'deddin Efendi (ö. 1599) ile bir sonraki asırda yaşayan Bostanzâde Yahya Efendi'nin Fatih'in, "Nizâm-ı âlem için küçük kardeşi Şehzade Ahmed'i şehid"ettirmesinden(65)bahsetmeleri de maddenin bu padişah zamanında konulmuş olmasıyla izah edilebilir(66).

Yukarıda Fatih Sultan Mehmed'e kadar Osmanlılar'da kesin bir cülûs sisteminin bulunmadığı, genel olarak ya vasiyet ya da ümerânın ittifakıyla hükümdarlık makamına çıkıldığı belirtilmişti. II. Mehmed de bu hususa bir açıklık getirmemiş, sâdece koymuş olduğu bu madde ile bütün oğullarını saltanatın eşit vârisi kılmış(67) ve diğerlerinin katlini münasip görmüştür. Zîrâ, şehzadelerden birinin hükümdar olmasıyla hayatta olan diğerlerinin rekabeti sona ermemekte, taht üzerindeki veraset hakkı devam etmekle, ülke her an bölünme tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta idi.

Devlet ileri gelenlerinin bir şehzadeye teveccühü, tahtta bulunan şehzadenin bahtını her an değiştirebilirdi. Bu ise bölünmenin ülkeyi ne hâle düşürdüğünü, bunun kimlere yaradığını bilen ve babası II. Murad devrinin Düzmece Mustafa ve Şehzade Mustafa kargaşalıklarından(68) ders alan Fâtih'in hâkimiyyet-i mutlaka prensibiyle bağdaşamazdı.

Ancak, II. Mehmed'in saltanatın intikali meselesinde, "cemiyetin selâmeti için ferd feda ediliı" düstûruna dayanan adâlet-i izafiyenin(69) sınırlarını zorlayarak Kanunnâme'sine kardeş katli maddesini koymuş olması düşünülebilirse de, hiç bir isyan emaresi göstermeyen bir şehzadenin katlini bu nisbî adaletle de bağdaştırmak zordur. Orta-Asya Türk ve Moğol devletlerinde de saltanatın intikali hususunda kesin bir kaide olmamakla beraber, ağır suç işleme gibi istisnaî haller dışında kardeş veya hanedan üyelerinin katli yoluna pek gidilmezdi(70). Ancak, kardeş katli Anadolu Selçukluları'nda geniş ölçüde görülmeye başlamış, Fatih Sultan Mehmed'e kadar Osmanlı Devleti'nde de benzeri olaylar vukua gelmiş(71), bu hükümdar ise tamamen mecburiyet altında, devletin bekası için bu fiili kanunlaştırmıştır. Zaten "nizâm-ı âlem" şartından da bu anlaşılmaktadır. Bu maddenin sonradan ve muhtemelen XVI. yüzyılın sonlarında eklenmiş olabileceği düşüncesini ise aşağıdaki anekdot mesnetsiz bırakmaktadır:

Oğlu Cem'in doğumuna sevinmeyen Fatih'in gayet öfkeli bir şekilde bebeğin beşiğine tekme vurup, "gülistân-ı Cennet-âbâd-ı saltanata ziynet virmeğe, ol serv-âzâd ve şimşâd gibi fahr-ı eslâf ve eşrâf-ı alılâf olan şehzâdeler yeterdi. Bu şecere-i hilâf-semerden ne biter? Takdir-i Rabb-i Kadir'le ol ikinin biri mâlı gibi nâgâh ufûl iderse, bedr-i kadri tamâm olmadan şâm-ı ademe giderse, âftâb-ı cihân-tâb âleme ziyâ virüp rûyi tutmağa biri yeter. Vâris-i şehr ü diyâr çokluğu, şehriyâr-ı tâcdâr yokluğu gibi menşe-i havâdis-i fiten ve mebde-i kevâris-i mihendir. Memleketde baş çok olıcak, il gün harâb u yebâb olup ralyyet ayakda yitef' şeklindeki sözleri(72) üzerinde durmak gerekmektedir.

Burada, Cem Sultan'ın doğumundan memnun olmayan padişahın mevcut Bayezid ve Mustafa'adlı iki şehzadenin yeterli olduğunu, hatta bunlardan birinin daha büyümeden ansızın ölmesi halinde, kalanın saltanat için kâfi olduğunu belirttikten sonra, mirasçı çokluğunun, hiç bulunmaması kadar ülke ve halk için tehlikeli olduğuna dikkati çekmekte, âdetâ küçük kardeşi Ahmed'i öldürtmekten pişmanlık duymadığını ima etmekte ve Cem'in doğduğu 1459 yılında saltanat vârisinin tek olması gerektiğini belirtmektedir. Hatta, ölümünden sonra bu oğlunun devletin başına ne gibi gaileler açacağını âdeta hissetmiş gibi konuşmaktadır. Osmanlı padişahlarını bu fiili işlemeye zorlayan sebeplere gelince, Türkler İslâm'a girdikten sonra, bu yeni dinin verdiği heyecanla yeni bir ruh ve güçle ona hizmet etmeyi kendileri için en büyük ideal addetmişlerdir.

Türk devletleri içerisinde, en uzun ömürlü olan Osmanlı Devleti'nin müstesna bir yeri vardır. Daha kuruluş yıllarından itibaren gazâ ideolojisini benimseyen Osmanoğulları, kendilerini nizâm-ı âlem dâvasının baş temsilcisi olarak görüyor, padişahlar âlemin sığınağı demek olan "âlempenâh" ve İslâmın sığınağı anlamına gelen "İslâm-penâh" sıfatlarım kullanıyorlardı: Adalet, insanlık ve barış, İslâm kanunları ile kendi örflerine dayanan ve bir milletler topluluğu olan Osmanlı İmparatorluğu'nun "Nizâm-ı âlem" dâvasının esâsını teşkil etmekteydi. Devrin şartlan içinde mütâlaa edilmezse bu dâvanın mahiyetini anlamak güçleşir.

Mihaloğlu Ali Bey, Haçlı ordularının saldırıları karşısında : Eğer def olmazsa bu beliyye Ne İznik kala ne Kostantaniyye derken Osmanoğullarının bu gayesini dile getirir(73). Devletin kurucusu Osman Bey'in, oğlu Orhan Gazi'ye ettiği vasiyette(74) vecîz ifâdesini bulan, i'lâ-yı kelimetullah hizmetinin her şeyden üstün olduğu, Orhan Bey'in şahsında âdeta bütün Osmanlı padişahlarına söylenmiş gibidir(75).

Ancak, bu kutsal idealingerçekleştirilmesinin en büyük şartı, ülkede birlik ve beraberliğin mevcut olmasıydı. Halbuki daha kuruluş devrinin taht kavgaları ülke bünyesinde derin yaralar açmış, memleket parçalanmıştı. Tahtın ortak vârisi olan şehzadeler birbirleriyle kıyasıya çarpışmışlar, sonunda, "Çelebi" unvanıyla anılan I. Mehmed'in, kardeşlerini bertaraf etmesiyle devlet âdeta yeniden kurulmuştu.

Bu bakımdan pek yerinde olarak, Osmanlı kroniklerinde bu pâdişâh, devletin ikinci bânisi kabul edilir. Ülkenin selâmeti için lâ erhâme beyne 'l-mülûk(76) düstûrunu prensip edinerek kardeşlik duygularını ikinci plâna atan Osmanlı sultanlarının birbirlerini telef etmesini(77) sadece saltanat hırsı ile izah etmek mümkün değildir.

Bu hadiselerin sebepleri, günümüz zihniyetiyle değil de o devrin şartları içerisinde hissiyattan uzak bir şekilde aklın mıizanlariyle düşünülmelidir. Çelebi Sultan Mehmed'in Şahruh'un mektubuna verdiği, "atalarının, müşkilleri tecrübe eliyle çözdüğü" yolundaki cevabı, Savcı Bey isyanından(78) alman derse işaret etmektedir.

Şayet Osmanlılar ülüş sistemiyle ülkeyi aralarında paylaşsalardı, bundan kimlerin faydalanacağına XVI. yüzyılda yazılmış Grekçe bir Osmanlı tarihinin meçhul müellifi açıklık getirmektedir. Çelebi Mehmed'in vefat edip, oğlu II. Murad'ın tahta geçmesiyle, Bizanslılar'ın hemen Düzmece Mustafa'yı, Gelibolu'nun kendilerine iadesi şartıyla nasıl padişah yapmayı vadettiklerini anlatan meçhul Rum müellif, esefle şunları söylemektedir: "Akıllı Romalılar giriştikleri bu işleri daha önce, Timur'un Bâyezid'le muharebe ettiği, onu yakaladığı ve evvelce yazdığım gibi, ordusunu imha ederek onu mağlûb ettiği zaman yapmalıydılar, şimdi değil; zîrâ Türkler toparlandılar. Bu son Bizans imparatorları çok büyük devletin, o kadar halkın ve bu kadar ülkelerin, bu kadar Hıristiyanların kaybedilmesinin sebebi idiler"(7)9.

Bu itirafdan anlaşılmaktadır ki, o devirde en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzade veya diğer hanedan mensuplarının, tahtın vârisi oldukları iddialarından ve Bizans'ın bu fırsattan yararlanmak istemesinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı sultanları, özellikle İstanbul'u fethiyle İslâm Peygamberi'nin le-tüftahanne'l-Kostantiniyyete ve le-nimel ru emîruhâ ve le-nime'l-ceyşu zâlike'l-ceyş emî müjdesine(80) mazhar olan ve daha sonra yaptığı fetihlerle devleti imparatorluk haline getiren II. Mehmed, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının, i'lâ-yı kelimetu'llahı hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının farkında idiler.

Mizancı Murad Bey (ö. 1910) gibi XIX. yüzyılın bazı tarihçileri tarafından, bu madde ile bütün fazilet ve hasletlerine gölge düştüğü(81) zannedilen Fatih Sultan Mehmed'in, büyük ideali olan İstanbul fethini gerçekleştirdikten sonra nasıl cihanşümul bir hâkimiyet fikrini benimsemiş olduğu, Ortodoks ve Ermeni patrikleri ile Yahudi baş hahamını bu şehre yerleştirmesinden anlaşılır. Zîrâ o, İstanbul'u idealindeki dünya imparatorluğunun merkezi yapmak emelinde idi.

Hattâ, kendisine izafe edilen "dünyâda tek bir dîn, tek bir devlet, tek bir pâdişâh ve İstanbul da cihanın payitahtı olmalıdır"(82) şeklinde hulâsa ettiği sözüne bakılırsa, gayesinin bir cihan imparatorluğu da olmayıp, İslâm dînini dünyanın her tarafına yaymak olduğu anlaşılır. Zîrâ Fatih, İslâm âleminin hâmisi sıfatıyla kendisini i'lâ-yı kelimetu'İlahın en büyük temsilcisi olarak görmekte idi(83). Kemâlpaşazâde de, "cihangirlik azmini cezm  itmiş idi"(84) diyerek bu büyük Türk hükümdarım teyit eder. Fatih'in, Anadolu birliğini sağlamak için Uzun Hasan üzerine giderken, «vâlidem» diye hitâp ettiği Akkoyunlu hükümdarının annesi Sâra Hâtun'a verdiği cevap da mânidardır.

Trabzon üzerine giderken yollarda büyük zahmetlerle karşılaşan, hatta bazen atından inip yürümek zorunda kalan Fatih'e Sâra Hâtun'un, "oğul, ufacık Trabzon için tatlı cânına bu kadar eziyet değer mi" şeklindeki sözüne, İstanbul Fatihi: " vâlide, seyf-i İslâm bizim elimizde, cihâd sevâbına nâil olup, Allah 'ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yokdur(85) şeklindeki cevabiyle maksadının Allah adını yüceltmek olduğunu açıkça ifâde etmiştir. Kritovulos'un, "akdem-i a'mâli, reâyâ ve berâyânın ni'met-i adâletle mutena'im olması kazıyyesi idi'(86) sözüyle kanun anlayışına da işaret ettiği Fatih, kardeş katli maddesini keyfî idaresini hâkim kılmak için(87) değil, İslâm dîninin sınırları dahilinde ve onu yaymak gayesiyle, nizâm-ı âlem dâvasına hizmet etmek için koymuştur(88). Nitekim, ölümünden hemen sonra başlayan taht kavgaları bu büyük hükümdarı âdeta haklı çıkarmıştır.

Hulâsa, bir çözüm şekli bekleyen hâdiselere, muhtaç oldukları hal tarzını vermekten başka gayeleri olmayan Osmanlı padişahlarının, bu hazîn çözüm şeklini seçmeleri, başka çârenin bulunamamış olmasındandır. Nitekim şehzadeleri mezar gibi bir mahpeste tutan I. Ahmed'in "Kafes hayatı" da meseleyi halletmemiş, mesele ancak 1876 Meşrûtiyet döneminde istikrar bulma yoluna girmiştir(89).

-Prof. Dr. Abdülkadir Özcan - Atam Dedem Kanunu Kanunname-i Al-i Osman ,Kitabevi yay.,syf:19-29

Dipnotlar:

45 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, "Fatih Kanunnâmeleri", Siyâsi İlimler Mecmuası, XXII/257 (1952), s. 211

46 Halil İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü ve Türk Hakimiyet Telâkkisiyle İlgisi", Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIV/1 (1959), s. 93; Ahmed Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati, Ankara 1963, s. 193.

47 Âşıkpaşazâde, Tevârih-i Âl-i Osman (nşr. Âlı" Bey), İstanbul 1332, s. 31 vd.

48 Çağdaş bir Bizans tarihçisi olan Gregoras'a göre, Orhan Bey'in veliahdı Süleyman Paşa olup, şayet ölmeseydi babasının yerine o geçecekti (İskender Hoçi Yanko tercümesi, TOEM, şenel, İstanbul 1328, s. 242,251).

49 Ahmedî, Dâstân-ı Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman (nşr. Nihal Atsız), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949, s. 15; Mumcu, aynı eser, s. 190

50 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972,1, 142-143

51 Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Atsız, İstanbul 1972, s. 48.

52 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, IV. Defter (nşr. Koji İmazawa), Ankara 2000, s. 5-7.

53 Mükrimin Halil Yınanç, "Bayezid I" İA, II, 369

54 Tevârih-i Âl-i Osman, s. 64. Hoca Sa'deddin Efendi bu meselede: "Şâhzâde Yâkub Çelebi -ki firar iden küffâr ardınca ılgar itmiş ve bu vakıadan henüz haberdar olmamış idi- ümerâ-yı devlet ve erkân-ı hazret, el-fitnetü eşeddü mine 'l-katl mefhûmunu mülâhaza idüp, sâbıkâ Savcı Beğ'den sudûr iden vaz'-ı bî-edebâneden dahi mütenebbih olup, saltanat vârislerinin ta'addüdü ve mülk-ü m'ılel intizâmına halel virdiği tecârib ile ma'lûmları ve saltanat sâye-i ulûhiyyet olduğu cihetden sâye ve sâye derâbîninde müşâbehet ü mümâselet lüzûmu mefhûmları olmağın Yakub Çelebi'ye şehd-i şehâdeti nûş itdirdileı" der (Tâcü'ttevârih, İstanbul 1279,1,124). Koca Müverrih Bosnavi Hüseyin Efendi de Sa'deddin Efendi'nin hükmünü benimser: "Havâss u mukarrebân-ı saltanat ittif'âkıyla, mertebe-i Ulûh'ıyyet-i Yezdânî timsâlidir. sultanî Zillin sâhib-i zille temâsili lâzımdır. Pâdişâh yalnız olmak gerekdir diyüp el-fitnetü eşeddü mine'l-katl lidine hem-râh idüp" (Bedâyiü'l-vekâyi, mazmûnunca amel idüp, ol şehzâdeyi vâ Moskova 1961,1, 88b ve s. 190). Dimitri Kantemir'in verdiği bilgiler ise meseleye biraz daha açıklık getirir: Bu seçimden hoşlanmayarak gizlice orduyu Bayezid'e karşı ayaklandırmaya çalışan Yâkub Çelebi'nin bu teşebbüsü, zamanında ortaya çıkarılmış ve bu şehzâde devlet ileri gelenlerinin meşveretiyle alınan karar gereği bir yay kirişiyle boğdurulmuştur (Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Tarihi, trc. Özdemir Çobanoğlu, Ankara 1979,1,43).

55 Feridun Bey, Munşeâtü's-selâtîn, İstanbul 1264,1, 143-144.

56 Mumcu, aynı eser, s. 191. Çağdaşları gibi sultanların yeryüzünde Allah'ın gölgesi olduğu prensibini benimseyen İdris-i Bitlisi" bu hususta şunları söyler: "Mülk sahasında emir sahibi tek olmalı. Sultânın varlığı ile berâber, evlâdı, akrabâsı ve yardımcılarının kendilerini hükümetin başı sanarak halka saldumaları gerekmez. Memleketde hiç bir bozukluk, en kötü, perişan hükümetlerin karışıklığından değildir. Halkın vergilerindeki bozuKİuk, padişahlar için değişik eller kadar zararlı değildir" (Hasan Tavakkoli, Kânün-ı Şâhenşâhî, basılmamış doktora tezi, istanbul Üniversitesi Ktp. nr. 11554, Farsça metin, s. 139, Türkçe tercümesi, s. 99).

57 Âşıkpaşazâde, s. 94.

58 Âşıkpaşazâde, s. 96 vd.; Neşri, Kitab-ı Cihânnümâ (Neşri Tarihi), nşr. Faik Reşit Unat,Mehmed Altay Köymen, Ankara 1957, II, 557 vd.

59 Âşıkpaşazâde, s. 107.

60 XIV. yüzyılda yaşamış olan Bizans tarihçisi Gregoras, şirket-i saltanat usulünün Bizanslılarda da bulunduğunu yazar (TOEM, I, 246).

61 İnalcık, aynı makale, s. 94.

62 Uzunçarşılı, "Bâyezid II", İA, II, 392.

63 İbn Kemâl, Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 8. Dukas, ondan naklen Hammer ve bazı Osmanlı tarihçileri (Mizancı Murad Bey, Tarih-i Ebü'l-fâruk, İstanbul 1325,1, 274) Şehzade Ahmed'i Fatih'in emriyle Evrenos-oğlu Ali Bey'in boğduğunu, sonra da bu zâtın hemen öldürüldüğünü yazarlarsa da, Uzunçarşılı bu Ali Bey'in 1462'de Eflâk seferinde Akıncı kumandanı bulunduğunu belirterek meseleye açıklık getirir. Bk. "Evrenos", İA, IV, 417.

64 Osmanlı Sultanları Tarihi (trc. İbrahim Hakkı Konyalı), Osmanlı Tarihleri serisi, İstanbul 1949,s.347.

65 İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII, 6-9. Hoca Sa'deddin Efendi bu hususta şunları söyler: "İsfendiyar kerimesinden mütevellid olmuş küçük Ahmed nâm birâderleri -ki henüz hadd-i sabâdan fezây-ı şebâba hurûc ve masâ'id-i kemâle irtikâ vü urûc itmiş idi- ol hengâmda sarayda olur idi, Nizâm-ı âlem içün defter-i şuhûddan rakam-ı vücûdun hakk idüp tâbût-ı pür-sekîne-i vâlid-i mâcid-i cennet-mekînleri ile hem-râh itdieı" (Tâcü't-tevârîh, I, 408). Târih-i Sâf müellifi ise, "hi'n-i cülûsda İsfendiyar kızından doğmuş küçük Sultân Ahmed nâm karındaşlarını int'ızâm-ı âlem içün şehîd idüp..." s. 44) ifadesiyle onu tasdik etmektedir. Bedâyiü'l-vekâyi'deki ifâde ise bunlardan farklı değildir; "Küçük Ahmed Çelebi cülûs-ı Sultân MehemmedHân'da nizâm-ı âlem içün öldürüldü" (I, 156b, 186b veya s. 330, 390). Gerek Hoca Sa'deddin Efendi, gerek Bostanzâde Yahya Efendi bu sözleri şeyhülislâm ve kazaskerlik gibi fetva ve kazâ makamlarının en yükseğinde bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler. Hattâ Târih-i Sâf müellifinin, tahta cülûsunu müteakip III. Mehmed'in on dokuz kardeşini öldürttüğünü bahsettikten hemen sonra, saltanatının başlamasıyla yeryüzünün adalet ve doğrulukla dolduğunu (s. 86) zikri, kazaskerlik rütbesini hâiz olup, aynı zamanda Divân üyesi bir zât sıfatıyla bu fiili kabûlden öte, takdir ettiğini de ortaya koymaktadır. Halbuki bu zâtlar zulme rızânın zulüm olduğunu pekâlâ bilmekte idiler. Her ne kadar Hammer bu hususta sarih fetva bulunmadığına dikkati çekmekte ise de (Devlet-i Osmaniye Tarihi, İstanbul 1329, III, 219-220), IL Osman'ın, kardeşi Şehzade Mehmed'i Taşköprizâde Kemâleddin Efendi'nin fetvasıyla katli (Ataî, Zeyl-i Şakayık, İstanbul 1268, s. 656; Naîmâ, Tarih, İstanbul 1283, IV, 188), daha evvelki hâdiselerde ulemânın sükûtu, hattâ bâzılarının tecvîzkârâne sözleri onun bu iddiasını mesnetsiz bırakmaktadır.

66 Yukarıda Bostanzâde Yahya Efendi'nin Şehzade Ahmed'in katli hakkında nizâm-ı âlem ifâdesini kullanırken, Yakub Çelebi'yi öldürten Yıldırım için, "bu kötü geleneğin başlatıcısı olmuş, kardeşi Sultan Yakub'u boğdurtmuştur. Yüce Allah bağışlasın. Bu işi biraz da vezirlerin gizli kararı ile yaptığı bilinir' (s. 30-31) demesi dikkati çekmektedir. Bu sözlerden, nizâm-ı âlem için kardeş katli fikrinin, Fatih zamanında olgunlaşıp tecviz edildiği mânası çıkarılabilir.

67 Kanunnâme'nin elkab örnekleri kısmındaki "vâris-i mülk-i Süleymanî... oğlum Sultân cem" (Bedâyiü'I-vekâyi, 283b) şeklindeki tasrihin, Fatih'in bu şehzadeyi diğer oğlu Bâyezid'in çocuklarının çok olduğundan tercih ettiği nakledilirse de (Spandouyn Cantacassin s. 43'den naklen İnalcık, «Mehmed II» İA, VII, 513), bunun Cem'i tutan devrin veziriazamı Karamam Mehmed Paşa'nın tesiriyle olabileceği de düşünülebilir (Mecdî, Hadâiku'ş-Şakâik, s. 285)

68-Tâcü 't-tevârih, I, 306, 315-316.

69 Kur'ân-ı Kerim'deki ve lâ teziru vâzketun vizıa uhrâ âyetinin (En'âm, 164) işaret ettiği gibi, katıksız, tam adalet demek olan adâlet-i mahzâya göre bir kişinin hakkı kendi rızâsı olmadan umûmun selâmeti için feda edilemez. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyeti tefsir ederken : "Vebal yüklenen hiç bir nefis diğerinin vebalini çekmez. Yani, ne günah yapmakta ne de cezasını çekmekte, vekâlet, niyabet cereyan etmez. Herkes yaptığı günahı kendi yapar ve cezasını kendi çeker' (Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1936, III, 2115) demektedir. Konyalı Mehmed Vehbi Efendi'nin fikri daha farklı değildir. (Hulâsatü'l-beyân fîtefsiri'l-Kur'ân, İstanbul 1342-1340, V, 418). Aynı hususa Mâide, âyet 32'de de işaret edilmektedir. Ancak İslâm hukukunun şu temel düsturlarına uyularak bâzı hallerde adâlet-i izafiyeye gidildiği de olmuştun "Zarar-ı âmmı def için zarar-ı has ihtiyar olumu" "Zarar-ı eşedd zarar-ı ehaffile izâle olunuf' "İki fesâd te 'âruz itdikde ehaffi irtikâb ile a 'zammın çâresine bakılır" "Ehvenü 'ş-şerreyn ihtiyar olunur" "Def'-i mefâsid celb-i menâfi'den evlâda" (Ömer Nasuhf Bilmen, Hukuk-ı İsldmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kamusu, İstanbul 1967, I, 263-264; Osman Öztürk, Osmanlı Hukuk Tarihinde Mecelle, İstanbul 1973, 125-126, madde: 26-30). Bu maddeler İslâm hukukunun külli kaidelerindendir ve Kur'ân-ı Kerîm'in el-ütnetü eşeddü mine'l-kati (Bakara, 191. Dilger sehven 187. âyet demiş, s. 33) gibi âyetlerine istinat etmektedir. Elmalılı.bu âyeti tefsir ederken : "kati hadd-i zâtında fena bir şeydir, lâkin fitne katiden daha şiddetli ve zararlıdır. Zîrâ katlin zahmet olması çabuk geçer, fitneninki devam eder. Onun için Fitneye tutulmaktansa, onu çıkaranları öldürmek veya çıkardıkları fitneyi kendi başlarına yıkmak elbette yeğdir. Ehvenü'ş-şerreyn ihtiyâr olunur gibi kaidelerin mesnedi bu gibi naslardır. Asayiş-i umûmiyi ihlâl, vatandan ihraç hep birer fitnedir' (Hak Dini.., II, 695, 696) demekte; Mehmed Vehbi Efendi ise ayrıca, "i'lây-ı kelimetullah için, fitne çıkaranların katilerinin meşru olduğunu" (Hulâsatü'l-beyân.., II, 95) ilâve etmektedir. Osmanlı padişahlarının, bilhassa Fâtih Sultan Mehmed'in, bu hususta tatbiki çok zor olan adâlet-i mahzâ yerine, adâlet-i izafiyeyi tercih ettikleri düşünülebilirse de, Kanunnâme'deki maddenin, hiç suçu bulunmayana tatbikini İslâm ceza hukuku ile telif etmek zordur. Ancak bunun, Fâtih'in hâkimiyetin bölünmezliği ilkesi ile saltanatın intikali usûlünü bağdaştırma düşüncesinden doğmuş olabileceği söylenebilir. Son yıllarda kardeş katli ile ilgili bir doktora tezi hazırlayan Mehmet Akman ise, meselenin şef i değil örfi hukuk çerçevesinde ele alınması gerektiği sonucuna varmıştır (Osmanlı Hukukunda Kardeş Katli Meselesi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1995).

70 İnalcık, "Osmanlılarda Saltanat Veraseti Usulü...", s. 91; Mumcu, aynı eser, s. 188.

71 Vasfi Raşid Sevig, kardeş katlinin Bizans'tan alındığı fikrindedir (Ticaret Kanunu İstanbul 1934, Tarihî Mukaddime, s. VIII). Şeıhil,

72 İbn Kemâl, Tevârîh-i Âl-i Osman, VII. Defter(nşr. Şerafettin Turan), Ankara 1957, s 173.

73 Osman Turan, Tarihî Akışı içinde Din ve Medeniyet, İstanbul 1980, s. 50 vd.

74 Orhan Bey'in adaletli olması, İslâm dinini yayması, padişahların asıl gayesinin bu olduğu şeklinde hulâsa edilebilen bu vasiyet için bk, Âşıkpaşazâde, s. 31; Neşri, s. 145.

75 Bu hususta daha fazla bilgi için bk, Ahmed Refik, Padişahlarımızda Din Gayreti ve Vatan Muhabbeti, İstanbul 1332.

76 "Padişahlar arasında akrabalık yoktur". Cem'in ülkeyi paylaşma teklifine II. Bayezid'in verdiği cevap (Hoca Sadedditı, II, 10; Cavid Baysun, "Cem", İA, İstanbul 1977, III, 71).

77 Nizâm-ı âlem için oğlunu feda etmekten çekinmeyen Kanuru'nin bu davranışını, o sıralarda Osmanlı Türkiyesinde bulunan Avusturya elçisi Busbecq: "Müslümanlar Osmanlı hane danmın varlığı ile ayaktadırlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu bakımdan din ve devletin selâmeti için hânedanm bekası evlâddan daha mühimdir" sözleriyle ifâde eder (Türkiye'yi Böyle Gördüm, trc. Aysel Kurutluoğlu, İstanbul ts,, s. 42). Keza, Taşlıcalı Yahya da Şehzade Mustafa için yazdığı Mersiye'nin sonunda; "İlâhî cennet-i Firdevs ana turag olsun - Nizâm-ı âlem olan Pâdişâh sağ olsun" diyerek aynı hususa dikkati çeker (Dîvân, nşr. Mehmet Çavuşoğlu, İstanbul 1977, s. 168).

78 İskendernâme müellifi Ahmedî'nin de belirttiği gibi, sâdece büyük bir kahraman değil, aynı zamanda manevî sahada da yüce bir mertebe sahibi olan ve tek gayesi, mensubu olduğu İslâm dinine hizmet olup, bu uğurda şehîd olmayı dileyen I. Murad'ın, oğlu Savcı Bey'i nefsi için öldürtnıesinin düşünülemeyeceği aşikârdır (Nihad Sami Banarlı, «Niçin öldürürlerdi», Osmanlılar Albümü, İstanbul 1981, s. 25). Murad Hudâvendiğâr'ın bu niyazı için, bk. Neşıî, Cihannümâ, I, 285-287.

79 XVI. Asırda Yazılmış Anonim Osmanlı Tarihi, (trc. Şerif Baştav), Ankara 1973, s. 118 vd.

80 "İstanbul muhakkak feth olunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne güzel ordudur' mealindeki meşhur hadîs-i şerif Buhârî' nin Târîhu'l-Kebîr'i: İmam Süyûtî'nin Camili's-sagfr'i; İmam Ahmed'in Müsned i; Hâkim'in Müstedrek'i ve İbn Hacer el-Askalani'nin el-İsâbe fî Temyizi's-sahâbe gibi makbul eserlerde nakledilmektedir. Metnin usul bakımından tahlili ve kaynaklarının değerlendirilişi için bk. Ali Yardım, "Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma", Diyanet İşleri Başkanlığı Dergisi XIII/2 (Mart-Nisan), s. 116-123.

81 Târih-i Ebü'l-fâruk, İstanbul 1328, II, 139. Hayrullah Efendi ise Fatih'in, babası II. Murad zamanında birkaç defa hal' hâdisesini nazara alarak, iktidarda tek kalmak için kardeşi Şehzade Ahmed'i öldürttüğünü yazmaktadır (Târih-i Devlet-i Aliyye, İstanbul 1271, VIII, 53).

82 Zorzo Dolfin, Fâtih ve İstanbul, s. 26.

83 İnalcık, M, VII, 514.

84 Tevârih-i Âl-i Osman, VII. Defter, s. 545. "Fâtih, daha şehzadeliğinde cihangirlik emelinde idî' (Tarih-i Sâf, s. 53); Bedâyiü 'l-vekâyi'de ise Fatih' in ağzından: "Bu hânedânın maksad-ı a'lâsı i'lâ-yı kelimetu'llahdır' (197b) denilmektedir,

85 Âşıkpaşazâde, s.159-160; İbn Kemal, aynı eser, s. 195-196; Hammer, aynı eser (Ata Bey), III, 339

86 Tarih-i Sultan Mehmed Hân-ı Sânî(trc. Karolidi), TOEM ilâvesi, İstanbul 1328, s. 17.

87 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, "Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat", Tanzimat I, İstanbul 1940, s. 157. "Osmanlı İmparatorluğu, siyâsî ve hukukî yapısı bakımından istibdâd, zulüm ve keyfîliği kabul etmeyen İslâm prensiplerine dayalı ve meşvereti emreden bu dînin ilkeleriyle çevrelenmiş bir devlettir. Bu bakımdan kısmî bir demokratik niteliğe sahip bu devletin başında bulunan hükümdarın her zaman hal' edilebileceği, yetkilerinin sınırsız olmadığının açık deliüdif (Recai G. Okandan, Âmme Hukukumuzun Anahatları, Birinci Kitap, Osmanlı Devletinin Kuruluşundan Yıkılışına Kadar, İstanbul 1977, s. 15-16).

88 Osman Turan, Tarihî Akışı İçinde..., s. 12.

89 Vasfı Raşid Sevig, Ticaret Kanunu Şerhi I, mukaddime s. VIII- IX.
Devamını Oku »

Grek-Latin-Kilise Diyarının Rasyonel Yetisi



Grek-Latin-Kilise diyarında, yığınsal bireyin "rasyonel yetisi"si, "bindiği dalı kesemez", "gözlüğünü kıramaz"; bu nedenle de, "esas"ını "bulamaz".

Yığınsal birey, "esas"ı görmesini engelleyen gözlüğün, "esas"ı görmesini engellediğini "bilemeyeceği" için, bu gözlüğün "asli köle"sidir. Bu "asli kölelik", "yığınsal mevzuat" ve "yığınsal serbestlik" yoluyla giderilemez.
Burada, "bilmenin" şartı, "dönüşmek"tir. Grek-Latin-Kilise diyarında "dönüşme"nin yolunun "kapalı" olması, "nihai zemin" in, yani "esas"ın bilinmesinin yolunu da kapatır.

Oysa, Anadolu mayasında "dönüşerek aşmak" esastır; "nihai zemin" bu yolla "bilinir" ve "esas"ın görülmesini engelleyen "gözlük" bu yolla kırılır.

Grek-Latin-Kilise diyarında "bilgi (episteme)", rasyonel yeti vasıtasiyle oluşturulan "hüküm (yargı)" dür; ancak, bu diyarın "mütefekkir" leri, bir hükmün hangi şartları sağlayarak bilgi olabileceği üzerinde henüz bir anlaşma sağlayamamıştır; anlaşma sağlanması ihtimali de bir hayli zayıf görünmektedir.

Hüküm, "rasyonalite yetisi"nin icra ettiği fiildir. Grek-Latin Kilise diyarında, "rasyonalite", "asli" ve "basit" (yani "mürekkep" olmayan) bir "yeti" olarak "yığınsal birey"in tesis edilişinde "idrak yetisi" ile birlikte kullanılır. "Rasyonalite" yetisinin icra ettiği eylem "zihinsel"dir; bu itibarla, bizzat bu eylem, aynı zamanda "idrak" yetisine de sahip olan yığınsal bireyi "fiilen dönüştürme" imkanına sahip değildir.

Grek-Latin-Kilise diyarında, "bilgi"nin, "zihinsel" bir "hüküm" olarak çerçevelenmesi, "bilgi"nin, esasında bir "dönüşüm" olma imkanın, ortadan kaldırır. Bu imkanın ortadan kaldırılmasiyle birlikte, "epistemoloji" adı altında bu diyarda yürütülen çalışmalarda, bilginin mahiyetini araştırmanın bir anla- mı kalmamıştır.

Anadolu mayasında "bilgi", mayalanma neticesinde "gönlün bilinmesi" ile, "aslın bilinmesi" ile ortaya çıkan bir "dönüşüm"dür. "Gönül", ne "rasyonel yeti"nin ne de "idrak yetisi"nin fiilleri ile kavranamaz. Bu "dönüşüm", "bilinç"e de bağlı değildir; üstelik "bireysel irade" yoluyla da oluşmaz.

Mayalanma neticesinde "sütün yoğurda dönüşmesi"ne benzeyen bu "dönüşüm", "rasyonel yeti"nin hükümleri ile ne "açığa" çıkartılabilir ne de "dile" getirilebilir.

"Maya"nın esasını, "rasyonel yeti"nin hükümleri vasıtasiyle "açmağa" kalkışan, yönünü Grek-Latin-Kilise diyarına çevirerek, ya "irrasyonali- te"ye saplanır, ya da "boş laf'la iştigal eder ve bazen zarar ziyana yolaçar.

Anadolu mayasında "akıl", zemine ulaşmak için "bindiği dal"ı keser; böyle söyleyelim. "Esas"a giden yol, "binilen dal"ın kesilmesinden geçer.

Anadolu mayasının "aklı" ile Grek-Latin-Kilise diyarının "rasyonel yeti"si "aslen" farklıdır. "Binilen dalın kesilmesi" konusuna, bu farktan bahsetmeden, kısaca değinelim.
Grek-Latin-Kilise diyarında yığınsal bireyin asli vasfı, "rasyonel" oluşudur.

"Rasyonalite yetisi", esas itibariyle "kavram" ve "düşünsel nesne" oluşturma, "kavram" ve "düşünsel nesne"yi birleştirerek "hüküm (yargı)" oluşturma, "nesne" leri "kavram'larına bağlı olarak "döndürüp" yeni "kavramlara bağlama", yani "çıkarım" yapma ve dış dünyadan "algı (idrak)" yoluyla sağlanan malzemeyi genel ilkelere göre sınıflandırma ve düzenleme işlevlerini yerine getirir.

Grek-Latin-Kilise diyarında, yığınsal bireyin "rasyonalite yeti"si ve "idrak"ı ile kavrayamadığı, kuşatamadığı şey "irrasyonel" olarak kabul edilir. Anadolu mayasında, böyle bir degerlendirme, basit ifadesiyle "cehalet"tir.

"Binilen dalın kesilmesi", Anadolu mayasında bireyin, "gözlüğü" kırarak "rasyonel yetinin hükmü"nü bir kenara bırakması ve, "görerek ve dönüşerek aşma"sıdır. "Görerek ve dönüşerek aşma" için esas olan "gönül"dür.
"Aşma"yı, "gönül"e bağlayamamış olması sebebiyle Eflatun'un öğretisi bu cihetten de eksiktir. Bu hususa ilerde değineceğiz.
"Binilen dalın kesilmesi" neticesinde ayak yere basar. "Binilen daldan düşüş" ve bunun neticesinde "yere basış", bir "dönüşüm" dür. "İnilen", artık "kesilebilecek bir şey" değildir; "esas"tır. Burada yol yürünür.

Grek-Latin-Kilise diyarı, kendisine "köle kıldığı" yığınsal bireye bu "dönüşüm"ü "kapatmıştır". Bu diyarda, ne bir yol, ne de bir yolcu vardır; bu itibarla, burası, yığınsal bireye tanınan"serbestlik" miktarı ne olursa olsun, "esaret'in diyarı" dır.

Bu hususa başka bir örnek ile biraz daha açıklık getirmeye çalışalım. Göl kenarında gezinenler bir de bakarlar ki Nasreddin Hoca, bir elinde yoğurt kabı bir elinde kaşık göle maya çalıyor. Başlarlar gülmeye; biri der: "Hoca, aklını mı kaçırdın, koca göl maya tutar mı ?" Hoca gülerek cevap verir: "Bilirim tutmaz; ama ya tutarsa."

Grek-Latin-Kilise diyarında böyle bir hikaye, sadece insanı gıdıklayan, güldüren bir "irrasyonalite" örneğidir. Oysa, Anadolu mayasında durum farklıdır.

Vaziyetin "irrasyonel" oluşu, "abes" oluşu bazen vaziyetin esası itibariyledir, bazen de "rasyonel yeti"nin kavrayış imkansızlığı sebebiyledir.

Grek-Latin-Kilise diyarı, yığınsal bireyin "görme ve dönüş-me" imkanını "kapattığı" için, "aşma özürlü"dür. "Aşma özürlü" oluşu, bu diyarın "insan"ını, yani "yığınsal birey"i "etik" "estetik", "teoloji" gibi isimler altında yürüttüğü düşünsel faaliyetlerde "aslen dar bölgeler"e hapsetmiştir. Bu "hapis", Grek- Latin-Kilise diyarının içerisinden idrak edilemez, görülemez.

"Aşma" konusunu kısa bir örnekle açıklayalım. Bir müzik parçası, ancak zamana tabi olarak dinlenir ve idrak edilir. Notaların birbiri arkasına çalınması ve dinlenilen seslerin hafızada bir şekilde korunması gerekir ki, dinlenilene "bütünlük" verile- bilsin. Aksi takdirde, an be an bazı sesleri dinler ancak bunlardan "bütünlüğü" olan bir müzik eseri dinlemekte olduğumuz izlenimini oluşturamayız.

Dersek ki, bir konçertoyu bir "an" da "duyarız"; bu, "zaman’’a tabi olan "düzenleme ve duyuş"un "aşılması"dır. Grek- Latin-Kilise diyarında, önemli bir bestekarın böyle bir "du- yuş"u, bestelerinin "esas"ı olarak ifade ettiğini belirtelim.

Benzer olarak, "virtüöz", "beste" icra etmekte kullandığı aletinin "fiziksel imkan"larının "aşan" kişidir. İşin doğrusu budur da, Grek-Latin-Kilise diyarında bu hususları açıklama imkanı bulunmaz.

Bu diyarda, "aşma"yı açıklamak için, "iki ayaklı, tüysüz, düşünen (rasyonel yeti sahibi) ve algılayan (idrak sahibi) şey"in, "dönüştürülmesi" gerekir. Oysa, "dönüşüm"ün yolları bu diyarda "kapalı"dır. Bu nedenle, "açıklama" yapabilmek için "öz- nel-nesnel" ayrımı ortaya çıkartılmıştır.

Bu diyardaki "öznel-nesnel" ayrımı, yığınsal bireyin "aşma özürlü" oluşu sebebiyle, "aslen dar bölge"ye hapsedilmesinin bir neticesidir.
Ancak, bu ayrım, Grek-Latin-Kilise diyarında "asli" bir ayrım olarak da temellendirilemez. Sadece, bu ayrımın unsurları "iki ayaklı, tüysüz, düşünen (rasyonel yeti sahibi) ve algılayan (idrak sahibi) şey"e "eklemlenir". Bu "eklemleme", aslen bir"genişleme" sağlamaz; aksine "daralma"ya yolaçar.

Grek-Latin-Kilise diyarının esası "evrensel" değildir. Bu diyarın "evrensel" olamayışı, yığınsal bireyin "aşma özürlü" oluşu ile ilgilidir. "İnsan"ı kuşatamayan diyar, "evrensel" olamaz.

Grek-Latin-Kilise diyarındaki fikriyatın temelleri itibariyle, "insan"ın "fikri olarak" kuşatılamadığını anlattık. Mesela, Grek "tragedia"sına baksak, Dante ve Geothe'ye, Nietsche'ye, Camu'ye, Sartre'a ve diğerlerine baksak, bunların da, Anadolu mayası itibariyle "insan"ı kuşatamamış olduklarını görürüz.

Dolayısiyle, hem "fikriyatı" hem de "estetiği" itibariyle bu diyar, "evrensel olanın" diyarı değildir; aksine, "asli dar"lığın, "evrensel"lik olarak ortaya çıkarıldığı bir diyardır.

Oysa, Anadolu mayası "evrensel"dir; çünkü esası, "fert" olan "insan" dır.

Grek-Latin-Kilise diyarında, "kronolojik" bakımdan oldukça yakın bir dönemde, Almanca konuşan kesimde "felsefi antropoloji" adı altında yürütülen ve "insan"ı konu alan çalışmalar da, bu faaliyeti yürüten düşünürlerin "aşma özürlü" olması sebebiyle, bu diyara bir açılım getirmemiştir.

Nasreddin Hoca'nın çaldığı maya hiç tutmaz mı, tabii ki tutmuştur; ama nerede ve nasıl tutar ? "Göl" nedir, "çalınan maya" nedir, "mayayı çalan" kimdir ?

"Rasyonel yeti", algı yoluyla edindiği malzemeyi kendi ilkelerine göre düzenler ve mevcut bilgiyi de kullanarak hükmeder: Göl maya tutmaz. "Rasyonel yeti"nin, doğası sebebiyle, düzenlediğini "aşarak" daha "geniş" bir kap içerisinde "değerlendirme ve hükmetme" imkanı yoktur; bu itibarla, Grek-Latin-Kilise diyarına göre, Anadolu mayasının bu "görerek aşma"sı, "irrasyoneldir" ve dolayısıyla, esas itibariyle "anlamsız" dır.

Nasreddin Hoca'nın cevabındaki "bilirim tutmaz; ama, ya tutarsa sözlerinin iki yüzü vardır: "Bilirim tutmaz", "rasyonel yeti"nin bir hükmüdür. "Ya tutarsa", bir "olasılıksal ifade", tatistiksel değerlendirme" değildir. Aksine, "rasyonel yeti"ye "cehalet"ini ve "yetersizliğini bildiren sözlerdir: Ya "rasyonali- te yetisi "nin kuşatamadığı bir şekilde tutarsa. "Ama" bağlacı, bu iki kavrayışın, bu çerçeveler itibariyle asli farkını ve zıtlığını gösterir.

Nasreddin Hoca, Anadolu'ya, "Anadolu insanı"na maya çalar; bu maya elbette ki tutmuştur. Nasreddin Hoca'nın mayalama işini, "rasyonalite yetisi", doğası ve imkanları itibariyle kuşatıp kavrayamaz.

"Maya"lamanın "kuşatılması", "gönül"e mahsustur; dolayısiyle, bu işin ne bir "fikriyat"ı, ne de Grek-Latin-Kilise diyarına uygun bir "felsefe"si olmaz; olsaydı, Nasreddin Hoca bunu "rasyonel yeti"nin imkanlarını kullanarak en açık ve özlü bir şekilde anlatırdı. Çünkü, birkaç sözle gösterek anlattığı bir derya- dır.

"öznel-nesnel" ayrımına tekrar geçmeden önce, "binek" meselesini kısaca ele almak istiyoruz. Grek-Latin-Kilise diyarında, bildiğimiz kadariyle, "rasyonel yeti"nin "kavram"larını "binek (merkep)" olarak bir sistematik içerisinde ilk değerlendiren Kant'tır.

"Rasyonel yeti"nin asli faaliyetlerinden bir tanesi, Kant'a göre, "sentez" yapmasıdır; "sentez", Kant'ın anlattığı şekilde, bir "malzeme"yi, bir hüküm yoluyla yeni bir "kavram"a bindirme fiilidir; "sentez", bir "malzeme"ye, bu "malzeme"nin analitiğinde mevcut olmayan yeni bir "binek" tayin eder.

"Sentez" karşılığında kullanılan "terkip" sözcüğü, "binek (merkep)" ile olan ilişkisi gözönüne alındığında, Kant'ın bu konuda kastettiğini açık bir şekilde dile getirmektedir.

Şimdi soralım: Nasreddin Hoca merkebine neden ters biner ? Cevap verelim: Merkebe ters binenin "gördüğü" ile "gittiği'" yönler zıttır. Nasreddin Hoca, merkebine ters biner ve bize "gülerek gösterir" ve "anlatır"; der ki:

"Rasyonel yetin 'önünü' göremez; bu yetinin hükümleri yoluyla nereye gittiğini bilemezsin. 'Görmeden' gidersin ve ancak bu gidişin neticesinde ortaya çıkan 'ard'ı, 'arka'yı kuşatabilirsin."

Bu şekildeki "göstererek anlatma"ya, Grek-Latin-Kilise diyarında hiç de itibar edilemez; Nasreddin Hoca'nın işi, yani "ma-yalamak", bu diyarın ölçülerine göre "irrasyonel" dir.
Bu itibarla, Grek-Latin-Kilise diyarının "yığınsal birey"i, aynı zamanda "görme özürlü"dür.

"Gösteren" bulunmazsa, nasıl "görülür" ? Bu mümkün değildir. Anadolu mayasında, "gösteren"ler, bu mayayı Anadolu insanına "çalanlar"dır. "Aşarak görme"nin şartı, "mayalanmak" tır. Eflatun, bunu da bilmez.

Grek-Latin-Kilise diyarı, bu sorunları halledebilir mi ? Cevap, Nasreddin Hoca'nın türbesinde "gösterilerek" verilmiştir: Bir kapı, üzerinde kocaman bir kilit; ancak duvarlar yok. Rasyonel yeti der ki: "Duvar ile çevrelenmeyen yer 'iç' değildir; o halde 'kapı' esas itibariyle anlamsızdır. İlerlemek için kilidin ve kapının etrafından dolaşabilirsin."
Nasreddin Hoca da "göstererek" der ki: "Kilidi aç ki 'iç'i bulasın, 'içeri' girebilesin. Açmadan aklına uyarsan 'buldum' sanırsın; o zaman da 'dışarı'da kalırsın."

Grek-Latin-Kilise diyarının "mütefekkir"i karşılık verir: "Hayret... Rasyonel yeti'nin hükümlerine uymadan nasıl 'açarsın'; bu mümkün değildir, çünkü 'irrasyonel'dir..." Ve "Kilise", "mütefekkir"ini tastik eder: "Doğru söylüyor..."

Bunlar, Anadolu mayasının "gönül" işleridir; daha fazla söze gelmezler ve, Grek-Latin-Kilise diyarında "asli anlamları"nı kaybederek "irrasyonalite"ye dönüşürler…

Prof.Dr.Yalçın Koç – Anadolu Mayası,syf:49-55
Devamını Oku »

Osmanlı Türklerinin Dünya Siyaseti



Bazı eserlerde rastlanan pek tuhaf bir iddiaya göre, onbeşinci yüzyılın sonlarından itibaren Avrupalılar deniz yollarını keşfedip Hindistan ve diğer Asya memleketleriyle doğrudan doğruya bağlanmış ve Osmanlı Devletinin coğrafî ve ekonomik önemini bozup onu arkadan çevirdikleri zaman, Türk diplomasisi dünyadan habersiz olduğu için, Türkiye gafil avlanmıştır! Bütün bir yüz­yılı dolduran olayların yalanladığı bu tuhaf anlayış tamamıyla yanlıştır: Türk diplomasisi o durum karşısında hiçbir gaflet göstermedikten başka, devamlı bir hassasiyet ve daimî bir uyanıklıkla baş döndürücü nispetler alan bir dünya siyaseti izlemiştir. Yavuz, Kanunî, İkinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinin bütün büyük olayları hep işte bu muazzam plânın uygulanması mahiyetindedir.

Hicretin onuncu ve Milâdın onaltıncı yüzyılı doğuyla Batının, Müslümanlıkla Hristiyanlığın ve Sünnîlikle Şiîliğin en Müslüman Devleti olmak itibarıyla doğuda Safevî - İran Şiîliği ve Batıda da Katolik Avrupa Hristiyanlığı ile çatışma zorunda kalmıştır. Böyle bir durumda Osmanlı Türklüğü o müthiş düşmanlarının hamleleri altında yıkılmamak ve her şeyden önce varlığını koruyabilmek için tıpkı bugünkü Amerika gibi, bir dünya siyaseti ve dünya stratejisi izlemek zorunda kalmıştı: Çünkü bu büyük siyaseti karşı taraf da izlemiştir.

Türkiye tarihînin “büyük asır”ı olan onaltıncı yüzyılda doğuyla Batının Osmanlılara karşı iki türlü dünya siyaseti vardır: Bunların biri, Osmanlı Sünnîliğine karşı İran Şiîliği’ni temsil eden Safevîlerle Türk Müslümanlığı’na karşı Avrupa Katolikliğini temsil eden Hristiyan Devletleri arasındadır. Avrupa'nın Türkiye aleyhine İran’la teması daha Ak Koyunlular devrinden başlamış ve bu siyasî dayanışma Safevîler devrinde de devam etmiştir.

Meselâ Kanunî ile aynı yüzyılda yaşamış olan Iran şahı Birinci Tahmasp’ın Almanya ile Portekiz’e elçiler göndererek Avrupa ile Asya’yı paylaşma esasına dayalı bir anlaşma ve birleşme teklif etmiş olması, Sultan Süleyman’ın 1541 tarihinde Avusturyalılara karşı açtığı “İstabur” seferi sırasında Safevî saldırısına karşı Vezira- zam Hadım Süleyman Paşa komutasında Anadolu’ya bir ihtiyat kuvveti gönderilmesine bile sebep olmuştur. Kanunî’nin Sadrazamlarından olduğu için o devrin siyasî durumunu çok iyi bilen tarihçi Lütfi Paşa’nın “Tevârih-i Al-i Osman ”ında Birinci Tahmasp’in ünlü İmparator Charles Quint’e yaptığı teklif, o zamanın sade diliyle şöyle açıklanılır:

“Şöyle kim Rum padişahı (= Osmanlı İmparatoru) senin üzerine vara, ben bu taraftan yürü­yeni; şöyle kim benim üzerime gele, sen öteden yürüyesin!”

Asya Şiileriyle Avrupa Katolikleri arasında geçen bu Doğu ve Batı anlaşmasına karşılık, Müslümanlığı ezip ortadan kaldırarak bütün dünyayı yalnız Hristiyan hâkimiyetine sokmak için kurulmuş büyük bir Avrupa planı da vardır, vaktiyle Haçlı seferlerinde en büyük rolü oynayan Papalık makamı, Doğu ve Batı çatışmasının bu yeni şeklinde de Hristiyanlığa ön ayak rolündedir: Christophe Colombe’un 1492’de ilk Amerika seyahatından iki yıl sonra cinayetleri ve ahlâksızlıkları ile ünlü Papa Altıncı AlexAndre Borgia dünyanın Avrupa’ya nispetle batı tarafını Ispanya’ya ve doğu tarafını da Portekiz’e tahsis etmiş, 1498’de Christophe Colombe İspanya adına Amerika’da dolaşırken Portekizli Vasco de Gama da Ümit Burnu’ndan dolanarak Hint yolunu keşfi başarmış ve işte bu suretle Batı Hristiyanlığı bir taraftan Yeni Dünya’ya ayak basarken, bir taraftan da Hindistan’a el atmıştır.

Avrupa Hristiyanlığı Amerika’da rakipsiz olduğu için, Colombe’un ilk seyahatinden yirmi yıl sonra Papa ikinci Jules Yeni Dünya yerlilerinin de öteki insanlar gibi Adem ve Havva nesline mensup olduklarını resmen ilân etmek suretiyle Hristiyanlığın onlar arasında da yayılmasına büyük bir önem vermiş sayılır. Fakat Asya meselesi bu kadar basit değildir: Tabiî orada Müslümanlıkla çatışma zarureti vardır ve hatta Hint yoluna verilen önemin asıl sebebi, Hristiyanlığa karşı Müslümanlığı temsil eden Osmanlı İmparatorluğu’nu arkadan çevirmektir.

İşte bundan dolayı Papalık makamının doğu ülkelerini verdiği Portekizlilere Hicaz’ın alınmasıyla Mekke’nin yıkılması, Müslümanlığın yok edilmesi ve onun yerine Hristiyanlığın yayılması gibi büyük bir çatışma görevi vermiş olduğundan bile söz edilir.Bir taraftan Portekizliler Hindistan’ın Gucerat sahillerine yerleşirlerken, bir taraftan da Almanya İmparatoru ve İspanya Kralı Charles Quint’in Sünnî Osmanlılara karşı Irak Şiîliği ile el birliği etmek istemesi işte bu büyük dünya siyasetinin uygulanması demektir.

Tabiî Kanunî Sultan Süleyman’la hükümeti bu durumdan habersiz ve gafil değildir: O zamanın Türk casus teşkilâtı birçok yazarların dikkatini çekecek kadar mükemmeldir. Hatta Kanunî’nin Katolikliğe karşı mücadele ederek Avrupa Hristiyanlığını ikiye bölen Protestanlık kumcusu Martin Luther’in bütün davranışlarını büyük bir dikkatle takip ettirip bazen sağlığını bile sordurduğu söylenir.

İşte bu mükemmel haber almaya dayanan büyük padişah Papalık’la Almanya Imparatorluğu’nun Türkiye’yi çevirmek için Hindistan’la İran’a uzanan siyasetlerini muntazam surette takip etmekten bir an bile uzak kalmamış ve hele Portekizlilerin Hindistan teşebbüsleriyle Kızıldeniz’e hâkimiyet projeleri hakkında Venedik’teki casuslarından muntazaman haberler almıştır.

Tabiî bu durumda Sultan Süleyman İslâm Halifesi sıfatıyla Papalık makamına ve Türk Padişahı sıfatıyla de Almanya İmparatorluğu ile Portekiz Krallığı’na karşı cephe almış demektir. Kanunî’nin hemen bütün seferlerini işte bu doğu ve batı hedeflerine çevirmiş olması, kara ordularının İran’la Avusturya - Almanya arasında mekik dokur gibi doğudan batıya ve batıdan doğuya saldırıp durması ve donanmasını da Karadeniz hâkimiyetinden sonra Ak ve Kızıldeniz’lerle Umman denizine ve Hint Okyanusuna hâkim olmak için devamlı seferler açması hep işte bu mukabil dünya siyasetiyle ilgili en büyük hareketlerdir. Kanunî’den sonra ikinci Selim ve Üçüncü Murad devirlerinde de büyük bir şiddetle izlenen bu muazzam planın uygulanması için Yavuz devrinden sonra yapılan en önemli hamlelerle elde edilen büyük sonuçlar şöyle sıralanabilir:

1 - Kanunî devrinin 945 = 1538 yılı içinde bir taraftan Barbaros Preveze zaferiyle Akdeniz hâkimiyetini temin ederken, bir taraftan da Mısır Valisi Hadım - Süleyman Paşa kuvvetli bir donanmayla Hint seferine çıkmıştır: Bu meşhur sefer, o yılın 13 Haziran perşembe günü Süveyş limanından hareket eden Türk donanmasının 1539 yılı 13 Mart perşembe günü Cidde Limanına dönüş tarihine kadar tam dokuz ay sürmüştür, Umman ve Hint denizlerindeki Portekiz çalışmalarına ve Portekizlilerin Kızıldeniz’le Basra körfezini de tehdit edip durmalarına karşı 1525 tarihinde Süveyş limanı merkez olmak üzere tesis edilen Mısır yahut Hint kaptanlığının hazırladığı bu büyük sefer Hindistan’ın kuzeybatısındaki Gucerat sahillerinde tutunmuş olan Portekizlilere karşı açılmış, Türklerden yardım isteyen yerli Müslümanların ihanetleri yüzünden oralar fethedilememiş olmakla beraber, Yemen sahilleri işgal edilip Kızıldeniz bir Türk gölü hâline getirilmiş, Hudeyde’nin güneyine rastlayan Zebîd Emaretiyle Kızıldeniz’in dışında ve Arabistan yarımadasının güneyinde bulunan Aden Emareti ele geçirilerek bunların tümünden ilk Yemen Vilâyeti teşkil edilmiş ve bu suretle Kızıldeniz’in güney kısmı olan “Babü’l-Mendeb” Boğazı ile Aden körfezi Türk hâkimiyetine alınarak bu kapı Portekizlilere kapatılmıştır.

İşte bu suretle bir taraftan Ana - Vatan donanmaları Barbaros’un himmetiyle Adalar denizi hâkimiyetini tamamladıktan sonra Preveze önlerinde Ak­deniz hâkimiyetini de elde ederken, bir taraftan da Kızıldeniz Türk gölü hâline getirilmiş, Amman Denizi’yle Hint Okyanusu Osmanlı satvet ve rekabetine açılmış ve Mısır Türk donanması Hindistan sahillerine “Erdökmek” gibi büyük bir dünya siyasetine ait muazzam bir rol oynamıştır.

2-   Osmanlı Türklerinin Basra körfezini Portekiz hâkimiyetinden kurtarmaları Kanunî devrinde Hadım Süleyman Pasa’dan sonra Pirî Reis, Murad Reis ve Şeydi Ali Reis gibi Mısır yahut Hint Kaptanlarının üst üste yaptıkları seferlerle başlamıştır: Bunlardan “Kitap-i Bahriye ” yazan Piri Reis 959 = 1552 seferinde Basra körfezinin ağzı olan Hürmüz Boğazı’na dışarıdan hâkim durum­da bulunan Maskat kalesini Portekizlilerden almış ve “Mir’atü’l-Memâlik” yazan Şeydi Reis de 961 = 1554 seferinde iki Portekiz filosunu yendikten sonra Gucerat sahillerine kadar gitmişse de, donanması fırtınadan harap olduğu için karadan dönmüştür.

3-   Bu çeşitli hareketlerin sonucu olarak Türk kudretinin en uzak Müslüman memleketle­rinde meydana getirdiği derin tesir, nihayet İkinci Selim devrinin 976 = 1569 yılında Osmanlı hâkimiyetinin Avrupa, Asya ve Afrika'dan sonra Okyanusya kıt’asına da yayılmasını temin etmiştir: Bu başarı bir istilâ hareketiyle değil, Okyanusya'daki “Aça - Açin” Müslüman devle­tinin Portekizlilere karşı Osmanlı Türklerinden imdat istemesi üzerine açılan Sumatra seferiyle sağlanmıştır. Asya’nın güneydoğusunda ve Avusturalya'nın da kuzeybatısında bulunan Sumatra adası Okyanusya adalarındandır. O tarihte bu büyük ada ile Asya’nın güneyindeki Malakka yarımadası öteki birtakım küçük adalarla beraber bir Müslüman sultanlığı şeklindedir. Devletin adı da Sumatra’daki başkentin adından gelir.

O zamanki “Aça” Sultanı Alaüddin Şah’ın İstanbul’a bir elçi gönderip Hilâfet makamına tabiiyetini arz ederek yardım istemesi üzerine Hint Kaptanı Kurd Oğlu Hayrüddin Hızır Bey 22 gemilik bir filo ile Sumatra’ya binlerce asker, birçok uzman, top ve pek çok silâh ve cephane götürmüş, Aça Sultanlığı işte o tarihten itibaren Türk himaye ve hâkimiyetine girmiş ve hatta İkinci Selim’in Sultan Alaüddin’e gönderdiği fermanlarda kendisine siyasî, askerî ve ekonomik meselelere ait çeşitli emirler verilip İstanbul hükümetiyle daimî temas ve irtibat hâlinde bulunması bildirilmiştir. O devirde giden Türk askerlerinin birçoğu geri dönmediği için Sumatra’da hâlâ bir Türk mezarlığı, bir Türk köyü ve ana dilini unuttuğu hâlde milliyetini unutmamış bir Türk nesli vardır: Hatta bunlardan “Raca”lar bile yetişmiştir! Bir söylentiye göre de ikinci Selim’in hâkimiyet timsali olarak gönderdiği Türk bayrağı son zamanlara kadar kutsal bir emanet gibi saklanmıştır.

4 - Üçüncü Murad devrinin 1578- 1579 yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya siyasetinde çok önemli olaylar ve büyük başarılarıyla doludur: Bunların en önemlileri 1578 yılı 4 Ağustos pazartesi günü Tunus Beylerbeyi Ramazan Paşa’nın Fas topraklarında Portekizlere karşı kazandığı “Vadiü’s- Seyl” savaşında Portekiz kralı Dom Sebastiao’nun öldürülmesi üzerine Fas Sultanlığının Osmanlı himayesine girmesinde, yine o iki yıl içinde Özdemiroğlu Osman Paşa’nın himmetiyle Kuzey ve Güney Kafkasyaların boydan boya fethi sayesinde Safevîlerle Rusların Osmanlılara karşı birleşmelerine engel olacak bir tampon kurulmasında ve nihayet 1579 tarihinde İstanbul’dan gönderilen kaptanlarla uzmanları ve inşaat levazımını Kuzey Kafkasya üzerinden 27 Ağustos Per­şembe günü Dağıstan’ın merkezi olan “Demirkapı = Derbend”e getiren Kefe Sancakbeyi Mehmed Bey’in Hazar denizinde bir Türk donanması kurmaya başlamış olmasında gösterilebilir.

Hazar hâkimiyeti sayesinde Orta Asya ile ulaşım sağlamak için yapılan bu donanma ile beraber, Osmanlı kaynaklarının “Bahr-i Kulzum Kaptanlığı / Bahr-i Şirvan Kaptanlığı / Demirkapı Kaptanlığı” gibi adlarla andıkları “Hazar Kaptanlığı” da kurularak Asya’nın güneyindeki Hint kaptanlığı ile karşılıklı üçüncü bir Türk amiralliği daha kurulmuş ve bu suretle Portekiz çöküşünün başlangıcı sayılan “Vadiü’s-Seyl” savaşından tam bir yıl sonra Asya kıt’ası yukarıdan ve aşağıdan iki kollu bir kıskaç içine alınmıştır. Herhâlde şurası muhakkaktır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ve batı düşmanlık âlemlerine karşı altı yüz yıl dayandıktan sonra bize miras olarak Anadolu’nun tamamıyla Rumeli’nin bir parçasından oluşan bir ana vatan bırakabilmesi, işte bu baş döndürücü dünya siyasetinin üç kıt’adan sonra dördüncü bir kıt’aya kadar teşmil ettiği hâkimiyet sahasının genişliği sayesindedir.

İsmail Hami Danışmend – Tarihi Hakikatler,syf;249-251

Bilge Oğuz Yay.
Devamını Oku »