“Anlama Problemi”nden Müşteki Bir Yazara Hatırlatmalar



Milli Gazete - 18 Şubat 2003

Bugünden başlayarak birkaç yazı halinde Mustafa İslamoğlu'nun, "anlama problemi" üzerine kurguladığı Üç Muhammed adlı çalışmasını konu edineceğim. Hemen belirteyim ki, okuyacaklarınız "book review" tarzı yazılar olmayacak. Zira mezkûr kitabın kurgusuyla, iddiasıyla ve ortaya koyduğu argümanlarla ilgilenecek o tarz bir yazı, takdir edersiniz ki bu köşenin sınırlarını hayli zorlayacaktır. Bu itibarla burada yapmayı tercih edeceğim şey, "anlama problemi"nin altını çizen İslamoğlu'nun bu kitabında göze çarpan "anlama problemleri" ile sınırlı bir "hatırlatma" olacak.

Anlaşıldığına göre İslamoğlu, kapağında sekizinci kere basıldığı ifade edilen bu kitabı yazdıktan sonra bir daha gözden geçirme ihtiyacı hissetmemiş. Değineceğim "anlama problemleri" konusunda iki şey söylenebilir: 1) İslamoğlu bu kitabı "alelacele" kaleme almıştır; bu sebeple bahse konu problemleri fark edememiştir. 2) İslamoğlu, bu kitapta söylediği her sözden, arkasında sonuna kadar duracak denli emindir. Bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu zaman gösterecek.

Alâ külli hal, ben üzerime düşeni yapmış olmak bakımından, kendisine aşağıdaki hususları hatırlatmayı bir "ilim borcu" olarak görüyorum. Gerisine kendisi karar verecektir...

1. "İrfanî bilgi sistemi mensuplarının yukarıda yaptığı aşırı yüceltmeyi, İbn Teymiyye de mensubu olduğu beyan bilgi sisteminde yapmıştır. Her iki grup da tezlerini desteklemek için en şaibeli haberleri kullanmaktan kaçınmamışlardır. Aynen şu örnekte görüldüğü gibi: "Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür." (Üç Muhammed, 79)

Diyelim ki İbn Teymiyye'nin, senedindeki Abdülazîz b. el-Hasen b. Zebâle sebebiyle bu rivayete temkinle baktığını anlatan sözleri İslamoğlu'nun dikkatinden kaçmıştır ve yine diyelim ki İbn Teymiyye, Peygamber'in sahabesine sövenin, bizzat Peygamber'e sövene verilecek cezadan çok daha ağırına çarptırılacağının söylenmesinde bir problem görmeyecek kadar bu işlerin yabancısıdır. (!) Muhal farz kaydıyla bunları anlayabiliriz. Benim anlamakta zorlandığım asıl nokta başka: İslamoğlu'nun, "celede" fiilinin meçhul formu olan "culide" kelimesine "derisi yüzülür" anlamını hangi lugattan onay alarak giydirdiği!

Eğer İbn Teymiyye (ve konuyla ilgili eser yazan Takiyyuddîn es-Sübkî gibi başkaları) tarafından bu rivayet –sağlam bir delil diye– kullanılmışsa (ki öyle olmadığı açık), onlar bakımından İslam Hukuku'nda "deri yüzmek" diye bir cezanın mevcut olup olmadığının İslamoğlu tarafından niçin merak edilmediği bir bahs-i diğer. Ama İbn Teymiyye'nin es-Sârimu'l-Meslûl'üne eli değmişken, bu eserin "Hükmü Men Sebbe Ehaden mine's-Sahâbe" başlıklı faslına (570 vd.) bir göz atarak, hatta herhangi bir lugate başvurarak "culide"nin "duribe" anlamında olduğunu tesbit etmek son derece kolayken, başına böyle bir sıkıntıyı açmakta bir sakınca görmemiş olması düşündürücü.

"Neticede söz konusu olan, uydurma veya zayıf bir rivayet. Dolayısıyla meseleyi büyütmeye değmez" diyenler çıkabilir. Ama ilmî emanet duygusu, uydurma da olsa herhangi bir rivayete "kafamıza göre" anlam vermemize engel olmalı, değil mi? Bu rivayeti istidlal için mi, istişhad için mi kullandığına bakmaksızın İbn Teymiyye ve diğer ulemayı, "böyle bir rivayete dayanarak insanların derisinin yüzülmesine hükmeden kimseler" olarak takdim etmiş olmanın vebali de işin cabası...

2. "İbn Teymiyye bu eserinde (es-Sârimu'l-Meslûl'de, E.S.) aynen şöyle der: "Kendi sesini Peygamber'in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur." 'Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü'mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan raûf ve rahîm bir peygamber, kendi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi?' sorusu, bu türlü durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur." (Üç Muhammed, 79)

İbn Teymiyye'nin –her ne kadar metne sadık kalınmamışsa da, anlamı aksettirdiğini söyleyebileceğimiz yukarıdaki çeviride yer alan– bu hükmü, "Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinden yüksek çıkarmayın. Onunla konuşurken, birbirinize bağırdığınız gibi bağırmayın ki, siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir" (49/el-Hucurât, 2) ayetine dayanır; bunu mezkûr kitabında da (59 vd.) açıkça belirtmiştir. Kur'an tefsiriyle de iştigal ettiğini bildiğimiz İslamoğlu bu ayetin mantuk ve mefhumu ve her tabakadaki müfessirlerin bu ayetten istinbat ettiği ahkâm hakkında ne düşünür bilemem, ama, eğer İbn Teymiyye'nin (ve mezkûr ayetten bu hükmü çıkaran diğer ulemanın) yaptığı "yadırgatıcı" ise, İslamoğlu'nun bu babda yaptığı "dudak uçuklatıcı"dır. Zira İbn Teymiyye'nin zikrettiği hüküm, bizzat ayetin hükmüdür.

Burada söz konusu olan, Hz. Peygamber (s.a.v)'le konuşurken O'nun sesini bastıracak tonda ve herhangi birine bağırır gibi bağırarak konuşmaktır. Kasıtlı yapıldığı zaman Hz. Peygamber (s.a.v)'e saygısızlık ve O'nu incitmek anlamına geleceği açıktır. Bu ayetin nüzul sebebini ve nüzulünden sonra Sahabe'nin nasıl hareket ettiğini görmek için rivayet tefsirlerine bakılabilir.

"Rasulullah'ın, etrafındakilerin çok daha saygısız davranışlarına nasıl dayandığına şu ünlü rivayeti örnek gösterebiliriz: "Uyeyne b. Hısn el-Fezari, kapıyı vurmadan ve haber vermeden Rasulullah'ın odasına dalıverdi. Rasulullah Hz. Aişe ile birlikte (ev hâli rahatlığında) oturuyorlardı. Adam, "O yanındaki kırmızı tenli (humeyra) de kim?" diye sordu. "Ebu Bekir kızı Aişedir" dedi. Uyeyne yüzü kızarmadan: "Ben sana ondan daha iyisini getireyim" teklifini yapınca Hz. Peygamber, "Ey Uyeyne, Allah bunu haram kıldı!" dedi." (Üç Muhammed, 79, dpnt. 129)

Eğer İslamoğlu'nun dediği gibi bu rivayet "ünlü" ise, ününü "problemli" oluşundan aldığı kesin. Gerek referans gösterdiği kaynaklarda, gerekse onu zikreden Hadis ve Rical kitaplarında bu rivayetin muhtelif varyantları hakkında söylenenleri tahkik ettiğinde bunu kendisi de teslim edecektir. Ancak bundan daha önemlisi İslamoğlu'nun, Efendimiz (s.a.v)'i, adeta kendisine karşı yapılan muamele ne olursa olsun, kimden gelirse gelsin ve hangi kasıtla yapılırsa yapılsın daima sineye çeken, müsamaha gösteren ve karşılık vermeyen/verilmesini istemeyen bir konuma taşıma gayretidir.

Evet, Hz. Peygamber (s.a.v), kendisine farklı şekil ve tonlarda incitici muamelede bulunan kimselere bizzat ve fiilî olarak mukabale-i bi'l-misil'de bulunmamıştır; ancak İfk hadisesinde ve daha başka vesilelerle Abdullah b. Übeyy b. Selûl hakkındaki tavrı, Mekke'nin fethinden sonra 4'ü erkek, 2'si kadın 6 kişi hakkında ölüm emri vermesi ve es-Seyfu'l-Meslûl ile es-Sârimu'l-Meslûl'de toplu halde görülebilecek diğer örnekler, O'nun, bir yanağına vurana öbürünü çevirme anlayışını çağrıştıracak bir tavrın ısrarcısı olarak gösterilmesinin asla onaylanamayacağını ortaya koymaktadır.

3. el-Hesyemî'nin Mecmau'z-Zevâid'inin ne maksatla tasnif edilmiş nasıl bir eser olduğunu, Hadis sahasıyla az-çok iştigal etmiş herkes bilir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ya'lâ ve el-Bezzâr'ın Müsned'leri ile et-Taberânî'nin üç Mu'cem'inde bulunup da Kütüb-i Sitte'de yer almayan rivayetleri bir araya toplamak maksadıyla oluşturulan ve "zevâid" literatürüne şüphesiz en muazzam katkıyı yapmış bulunan bu eseri, "rivayet adına eline geçen her şeyi içine alan" diye nitelendiren İslamoğlu (Üç Muhammed, 94) bunun tek istisnası olsa gerektir.

Ne ki burada üzerinde duracağım asıl nokta bu değil. Çünkü İslamoğlu'nun, bu eserde el-Heysemî'nin bir senet hakkındaki değerlendirmesini aktarırken yaptığı tercüme hatası, Mecmau'z-Zevâid hakkındaki bilgi eksikliğinden kaynaklanan mezkûr değerlendirmeyi gölgede bırakacak nitelikte.

el-Heysemî, bu eserinde (VIII, 270) zikrettiği bir et-Taberânî rivayetinin senedi hakkında –adeti olduğu üzere– kısa bir değerlendirme yapmış ve "Ve lem era fî isnâdihî men ucmi'a alâ da'fihî" demiş.

İslamoğlu bu cümleyi şöyle çevirmiş: "Zaafı üzerinde sözbirliği dışında isnadı hakkında bir şey görmedim." (Üç Muhammed, 95) Buradan anlaşılan şu: el-Heysemî'nin bahse konu isnadın durumu hakkında ulaşabildiği yegâne bilgi, cerh-ta'dil otoritelerinin, bu isnadın zayıf olduğu noktasındaki ittifakıdır.

Oysa yukarıda okunuşunu verdiğim orijinal ifadenin doğru çevirisi şöyle olmalıdır: "Bu rivayetin isnadında, zayıflığı konusunda görüş birliği edilmiş bir kimse görmedim."

el-Heysemî'nin bu değerlendirmesi, hadisin senedindeki ravilerden birkaçı hakkında birtakım cerh ifadeleri olsa da, konunun otoritelerinin bu noktada görüş birliği halinde olmadığını belirtmekle, bir anlamda hadisi "tahsin"e yönelik iken, İslamoğlu'nun tercümesi, görüldüğü gibi durumu tersine çevirmiştir.

4. "Hadislerin Tekrarsız Kaç Adet Olduğuna Dair Görüşler başlığı altında İslamoğlu şöyle diyor: "1 İbn Hacer, en-Nüket ala İbni's-Salah'da der ki (s.992): Ebu Cafer Muhammed b. Hüseyin el-Bağdadi kendisine ait et-Temyiz adlı kitapta Şu'be, es-Sevrî, Yahya b. Said el-Kattan, İbnu'l-Mehdi ve Ahmet b. Hanbel'den aktarır: Rasulullah'a isnat edilen hadislerin tamamının sayısı (yani tekrarsız, sahih olarak) 404.000'dir..." (Üç Muhammed, 196)

Oysa İbn Hacer'in burada zikrettiği rakam 4.400 (dörtbin dörtyüz)'dür.
"Ebu Davud, İbn Mübarek'ten: Nebi'den nakledilen sünnetlerin tamamı yaklaşık 900 hadistir. Kendisine "Ebu Yusuf 1.100'dür diyor?" diye soruldu. İbn Mübarek şöyle cevap verdi: "Ebu Yusuf, şuradan başlar, zayıf hadisin de içinde olduğu şuraya kadar alır" dedi..." (Üç Muhammed, 196-7)

Son cümlenin doğru çevirisi şöyle olmalı: "Ebu Yusuf zayıf hadis türünden o belalı rivayetleri şuradan buradan alır (kaynağına dikkat etmez)." (el-Kevserî merhum, Risâletu Ebî Dâvûd'un bir diğer yazma nüshasında bu ifadenin şöyle yer aldığını belirtir: "Ebu Yusuf o belalı rivayetleri şuradan buradan alır. İbnu'l-Mübârek bu sözüyle zayıf hadisleri kasdetmiştir.") (Ebû Dâvûd'un İbnu'l-Mübârek'ten aktardığı bu ifade üzerinde gerekirse daha sonra dururuz.)

5. Söz hadislerin miktarından açılmışken bu konuya devam edelim.
İslamoğlu bu konuda bir CD'den şu ifadeleri aktarıyor: "... Zehebi der ki: Bu, Ebu Abdullah'ın (Ahmed b. Hanbel, E.S) ilminin çapının genişliği konusunda sahih bir rivayettir. Onlar, bu sayıya tekrarları, eserleri, tabiin görüşlerini ve yorumlarını ve buna benzer şeyleri de katıyorlardı. (...) İmam es-Sehavi, Fethu'l-Muğis isimli eserinde İmam Buhari'nin "Sahihinden 100.000 hadis ezberledim" sözüyle alakalı olarak der ki: Bununla tekrarları, mevkufları, yine sahabe, tabiin ve diğerlerinin sözlerini ve öncekilerden sadır olan fetvaları kasdetmiştir. Bütün bunlara "hadis" denirdi..." (Üç Muhammed, 196)

Herhangi bir Usul-i Hadis kitabında kolayca görülebilecek bu ve benzeri ifadelerin anlattığı açıktır: İlk dönem alimleri, sadece Efendimiz (s.a.v)'e kesintisiz isnatla ulaşan muttasıl/merfu rivayetleri değil, sahabî ve tabiî kavillerini, hatta aynı metnin değişik isnatlarını dahi "hadis" olarak isimlendiriyordu. Nitekim İslamoğlu bu konuda şöyle diyor:

"Hadislerin sayısı, hadisçilere göre şu iki nedenden dolayı kabarmıştır: 1) Hadis'in tanımı: Bazı hadisçiler sadece Hz. Peygamber'in söz, davranış ve takririni "hadis" olarak tanımlarken, bazıları buna sahabenin, hatta tabiininkileri de katmıştır. 2)

Rivayetlerin isnad zinciri: Bir tek anlamın taşındığı her rivayet zinciri, ayrı bir "hadis" kabul edilmiştir. Aynı anlam, beş, on, yirmi, hatta elli ayrı zincir tarafından nakledilmiştir. Mesela âşûrâ hadisi rastladığım tipik bir örnektir. Buhari dahi, formları farklı da olsa hepsi de aynı anlamı taşıyan bu hadisin birçok versiyonunu nakletmiştir. Bu durumu, hadisçilerin "rivayete" karşı zaafları körüklemiştir. Muhaddis Abdurrahman b. Mehdi mest üzerine meshetme hakkındaki hepsi de aynı kişiye (Muğire) varıp dayanan on üç ayrı zinciri kastederek "Bana göre 13 hadisi vardır" demiştir." (Üç Muhammed, 197)

Durum bizzat kendisi tarafından bu şekilde ortaya konduktan sonra İslamoğlu'nun, nasıl bir mantık işleterek aşağıdaki sözleri söylediğine şaşırmamak elde değil:
"Hadislerin sayısı aritmetik olarak değil, geometrik bir biçimde artmıştır. Yukarıda da görüldüğü gibi Hz. Peygamber'e ait yüzlü rakamlarla ifade edilen dinî amaçlı söz ve davranışlar hicri ikinci yüzyılda 100.000 rakamına, Buhari'nin Sahih'ini derlediği üçüncü asırda ise neredeyse 1.000.000 rakamına ulaşmıştır. (...)

"İşte hadisçilerin peygamber tasavvuru adını verdiğimiz tavır budur: Hep konuşan bir peygamber. Görevi sanki sürekli konuşmak olan, hemen her meselede bir şey söyleyen, hakkında konuşmadığı konu hemen hemen hiç olmayan, durduk yerde münasebet gözetmeden söz söyleyen bir peygamber tasavvuru. Gerçekten garip bir tasavvur. Peygambere isnat edilen "hadis" sayısının binlerden milyonlara çıkışını ancak bu nedenle açıklayabiliriz. Yukarıdaki iki nedenin de arkasında yer alan daha derin neden, hadisçilerin hep konuşan peygamber tasavvurundan başka bir şey değildir..." (Üç Muhammed, 197-8)

Hadis imamlarının, bir metnin farklı tariklerini mümkün olduğunca bir araya getirmek için sarf ettiği gayreti "zaaf" olarak niteleyen, "hadis"ten kastın ne olduğunu bizzat kendisi gayet güzel açıklanmışken, sonra dönüp bunu bir "problem" olarak takdim eden bu ifadeleri, "anlama problemi"nin şaheser bir örneği saymazsak İslamoğlu'na haksızlık olur!

6. es-Süyûtî, el-Hasâisu'l-Kübrâ'da (II, 464) İbn Mâce'den naklen, Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim ile ilgili –senedinde mecruh bir ravi bulunan– bir rivayete yer vermiştir. İslamoğlu bu rivayet üzerinde dururken el-Aclûnî'den naklen ulemanın bu hadis hakkındaki değerlendirmeleri aktarmış: "Üç sahabeden rivayet edilmiş olması gerçekten şaşkınlık vericidir" diyen İbn Abdi'l-Berr biraz da çekinerek şöyle söyler: "Bu nedir, ben de akıl erdiremedim? Nuh aleyhisselamın oğlu da peygamber değildi. Oysaki, eğer peygamberden her doğan peygamber olsaydı Nuh'un oğlu da peygamber olurdu!" (Üç Muhammed, 97)

Oysa Keşfu'l-Hafâ sahibi (II, 204) İbn Abdilberr'in, "Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Nuh (a.s)'ın da peygamber olmayan çocuğu vardı..." (el-Aclûnî, –İbn Hacer'e tabi olarak– İbn Abdilberr'in bu konudaki sözünü tam aktarmamıştır. Bununla birlikte aktardığı kısmın maksadı yansıttığı söylenebilir. Sözün tamamı için bkz. el-İstî'âb, I, 60) şeklindeki ifadesini aktardıktan ve "Fakat hafız İbn Hacer şöyle demiştir" dedikten sonra İbn Hacer el-Askalânî'nin bu itiraza karşılık şöyle dediğini nakleder: "(...) Bu tavır şaşırtıcıdır. Oysa (Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim hakkındaki görüş) Sahabe'den üç kişiden gelmiştir..."

Kısacası İslamoğlu'nun burada iki hatası göze çarpıyor:

1) Konunun üç sahabîden geldiğini söyleyen İbn Hacer olmasına rağmen, bu sözü İbn Abdilberr'e ait göstermesi.

2) Yukarıda benim, "Bu tavır şaşırtıcıdır. Oysa (Hz. Peygamber (s.a.v)'in oğlu İbrahim hakkındaki görüş) Sahabe'den üç kişiden gelmiştir..." şeklinde çevirdiğim cümleyi hatalı olarak "Üç sahabeden rivayet edilmiş olması gerçekten şaşkınlık vericidir" tarzında çevirmiş olması.

7. Deccal olduğu sanılan ve Hadis kitaplarında geniş yer bulan İbn Sayyâd ile ilgili rivayetlerin mecmuu bir arada ele alındığında, adı geçen kişinin Deccal olup olmadığının netleştirilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından küçük bir deneme yapıldığı kolayca anlaşılmaktadır. Bu deneme esnasında –henüz büluğ çağına ulaşmamış olan– İbn Sayyâd'ın Efendimiz (s.a.v)'e verdiği cevaplar ve Efendimiz (s.a.v)'in bu cevaplara tepkisi üzerine, orada bulunan Hz. Ömer (r.a), İbn Sayyâd'ı öldürmek için izin istemiş, ancak Efendimiz (s.a.v), –bu olayı nakleden el-Buhârî ve Müslim'in, kıssanın sonunda zikrettiği– şu cevabı vermiştir: "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî."

İslamoğlu bu konuda şöyle diyor: "Hadiste "Deccal" hiç geçmemesine rağmen, başta Müslim olmak üzere hadis musannifleri bu hadisi kıyamet alâmetleri ve Deccalle ilgili haberler arasında nakletmişlerdir. Yahudiler arasında popüler bir konu olan Deccal konusu, Medine'deki mü'minlerin de gündeminde ön sıralarda yer almış, yoruma müsait her haber Deccalle ister istemez ilişkilendirilmiştir. Bu ilişkilendirmeyi, haberin sonunda yer alan "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" ibaresindeki belirsizlik cesaretlendirmiştir.

Bizce burada Deccal'e açıkça delâlet eden bir anlam yoktur. Bu cümle, tekin olmadığı, gaipten haber verdiği iddia edilen bu Yahudi çocuğunun ruh hâlinin peygamber tarafından güzel bir tahlilidir ve muhtemel açılımı şöyledir: "Eğer o kendinde olarak konuşuyorsa, o bir çocuktur; aleyhinde hüküm verilmez; çünkü çocuk olduğu için cezaî ehliyeti yoktur. Yok, kendinden geçmiş, hallisünasyon ve sanrı gören biriyse, ona dokunmak yararsızdır, bu durumda da sonuç aynıdır, kimseye bir yararı olmaz." (Üç Muhammed, 31; dpnt. 17)

Bir önceki yazıda İslamoğlu'nun, el-Buhârî ve Müslim'den naklettiği İbn Sayyâd kıssasının sonunda geçen "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" ibaresinin geniş açılımını, ilgili dipnotta nasıl verdiğini görmüştük. Metin kısmında verdiği tercüme ise şöyle: "Eğer o (kendisinde) ise onun aleyhinde hüküm verilmez, eğer o (kendisinde) değilse onu öldürmek senin iyiliğine olmaz." (Üç Muhammed, 31)

Ancak bu çeviride İslamoğlu'nun "atladığı" ve metinle tetabuk etmeyen birkaç "küçük" ayrıntı var: 1) "İn yekunhu felen tusallata aleyhi" cümlesinde geçen "len tusallata" ifadesindeki "len" edatı "gelecek zamanda tekitli olumsuzluk" ifade eder. Dolayısıyla İslamoğlu'nun yaklaşımına göre çeviri, "onun aleyhinde asla hüküm verilmeyecek" tarzında olmalıdır. "Len" edatının "serbest" bir çeviride geniş zaman anlamı verdiğini kabul etsek bile sorun burada bitmiyor: 2) "Sallata" ettirgen fiilinin "tusallitu" formu, "len" edatıyla birlikte ("len tusallata") tek başına iki şekilde anlaşılabilir: A) Müzekker (eril) muhatap için "Sen ona asla muktedir kılınmayacaksın."  Müennes (dişil) üçüncü şahıs için "O (kadın) ona asla muktedir kılınmayacak."

İmdi, İslamoğlu'nun çevirisinin doğru kabul edilebilmesi için İbn Sayyâd aleyhine hüküm verecek olan kişinin bir kadın olduğunu söylememiz gerekiyor. Fakat hitap Hz. Ömer (r.a)'edir. Öyleyse hitabın, "muhatap" kipinde anlaşılması gerekiyor. O zaman da İslamoğlu'nun çevirisi metne uymuyor. Zira bunun için ifadenin "len yusallata" olması gerekiyor.

Burada doğru çeviri şöyle olmalıdır: "Eğer o (Deccal) ise, sen ona asla muktedir kılınmayacaksın. Şayet o (Deccal) değilse, onu öldürmekte senin için bir hayır yoktur." Burada parantez içinde zikrettiğim "Deccal" kelimesi, İbn Sayyâd ile ilgili rivayetlerin mecmuunun bir arada değerlendirilmesi sonucu, onun Deccal olup olmadığı konusunda ilk anda Efendimiz (s.a.v) de dahil herkeste mevcut olduğu görülen tevakkufa dayanıyor.

İslamoğlu burada bir tek varyantla sınırladığı hadiseyi kendi anladığı şekilde ifadelendirebilmek için önce "İn yekunhu felen tusallata aleyhi; ve in lem yekunhu felâ hayre leke fî katlihî" cümlesinde bir "belirsizlik" olduğunu düşünüyor ve ardından –kendi tabiriyle– "metne işkence ederek" bu "belirsizliği" mezkûr çeviri ve açılımla ortadan kaldırıyor!

Oysa Efendimiz (s.a.v)'in Hz. Ömer (r.a)'e hitabındaki "olumsuz gelecek zaman" kipinde, Deccal'i öldürecek kişinin Hz. İsa (a.s) olduğu konusundaki Nebevî bilgi ve habere gönderme vardır. Bu gerçek ve İbn Sayyâd'la ilgili rivayetlerin ortak anlamı göz ardı edildiğinde, metnin ne dediğini anlamaya çalışmak yerine "metne anlam sipariş etmek" kaçınılmaz oluyor...

8. Aynı kitabın 31. sayfasında başlayıp 32. sayfada devam eden 18 numaralı dipnotta İslamoğlu, İbn Haldun'dan şöyle bir ifade naklediyor: "Bunlardan çoğu, halkın bildiği sıradan bilgilerden fazlasını bilmiyorlardı ve Arabistan Yahudilerinin çoğu da Yahudileşmiş Himyerlilerdi. Müslüman olduklarında, şeriat hükümlerine taalluk eden hususlarda, mevcut anlayışları üzere kaldılar."
Oysa İbn Haldun (Mukaddime, 439), yukarıda siyah puntoyla verdiğim çevirideki durumu şöyle anlatıyor: "... mimmâ lâ ta'alluka lehû bi'l-ahkâmi'ş-Şer'iyye", yani "Şer'î hükümlere taalluk etmeyen hususlarda..."

9. "Şifa sahibi Hz. Peygamber'in beşerliği konusunu ele alırken hayli ikirciklidir: "Onun özellikleri meleklerin özelliklerine benzemekte, değişimden berî bulunmaktadır." (...) Bu kez içi rahat etmez ve der ki: "Her ne kadar bir bedenleri ve görünür varlıkları var idiyse de, meleklerin özellikleriyle donanmışlardır. (...)" (Üç Muhammed, 78)

İslamoğlu bu pasajda parantez içi üç nokta ile verdiğim yerlerde, Kadı Iyâd'ın ifadelerinin orijinalini zikretmiş. Ancak görüldüğü gibi cümleler bağlamdan kopuk verildiği için Kadı Iyâd'ın maksadı tam olarak anlaşılmıyor. İslamoğlu'nun "ikirciklilik" çıkardığı ifadeler ve bağlam aşağıda:

"Nebi ve resuller (hepsine selam olsun), Allah Teala ile mahlukatı arasındaki vasıtalardır. O'nun emir ve nehiylerini, va'd ve vaidini mahlukata tebliğ eder; Allah Teala'nın emir, yaratma, celal, saltanat, ceberut ve melekûtuyla ilgili olarak mahlukatın bilmediği şeyleri kendilerine öğretirler. Nebi ve resullerin dış varlıkları, beden ve bünyeleri, beşer özellikleriyle muttasıftır; beşere musallat olan (bedenî) arızalar, hastalıklar, ölüm, fena bulma ve (diğer) insanî özellikler onlar için de söz konusudur.

Ruhları ve iç dünyaları ise, beşer özelliklerinden daha yücesiyle muttasıf olup, Mele-i A'la ile irtibatlıdır; meleklerin özelliklerine benzer, değişim ve (manevi) afetlerden salimdir. Onların iç dünyalarına ve ruhlarına, beşerî acziyet ve insanî zaafiyet genellikle arız olmaz. Zira onların iç dünyaları da dış varlıkları gibi sırf beşerî özeliklerden ibaret olsaydı, meleklerden (vahiy) almaya, onları görmeye, onlarla konuşmaya ve bir araya gelmeye, tıpkı diğer insanlar gibi güç yetiremezlerdi. (Buna mukabil) eğer onların bedenleri ve dış varlıkları meleklerin özellikleriyle ve beşer evsafına aykırı hususiyetlerle donanmış olsaydı, beşer cinsi ve kendilerine elçi olarak gönderildikleri varlıklar, onlarla bir araya gelmeye takat yetiremezdi..." (eş-Şifâ, II, 95-6)

Bu ifadelerin neresinde "ikircikli" bir durum olduğunu ben tesbit edemedim. Bilmem siz ne dersiniz...

10. İbn Hazm'ın el-Fasl'ından bir alıntı: "Muhammediyye adıyla tanınan bu fırka mensupları 'Muhammed aleyhisselam, Allah'ın ta kendisidir' iddiasındadırlar. Allah'ın şanı onların küfründen beri ve yücedir. El-Behneki ve Feyyad b. Ali onlardandır. Bu ikincisinin, bu manada el-Kıstas diye adlandırdığı bir de kitabı vardır. Ünlü kâtip Eyyuh da onlardandır. Yöneticiliği döneminde İshak b. Kindac'a kâtiplik yapmıştır..." (Üç Muhammed, 25)

İbn Hazm'ın adı geçen eserindeki bir baskı hatası, İslamoğlu'nun, Hz. Peygamber (s.a.v)'in (haşa) ilahlığını iddia edenlere "Eyyûh" adında bir taraftar daha kazandırmasına müncer olmuş. Oysa aslında böyle bir kişi yok. Zira İbn Hazm'ın yukarıdaki ibaresinde "Ebûh" (onun babası) olması gereken kelime (bkz. İbn Hacer, Lisânu'l-Mîzân, I, 372), bir nokta fazlasıyla "Eyûh"a dönüşmüş. İslamoğlu'nun buraya bir "y" daha ilavesiyle de "Eyyûh" ortaya çıkmış. Dolayısıyla İbn Hazm'ın ifadesinin doğru çevirisi şöyle olmalı: "(el-Feyyâd'ın) babası, İshâk b. Kindâc'ın idareciliği döneminde görev yapmış olan meşhur kâtiptir..." el-Fasl'ın muhakkiki, İbn Hazm'ın zikrettiği bir beytin, el-Feyyâd'ın babası Ali b. Muhammed b. el-Feyyâd'a hitaben yazıldığını da dipnotta tasrih etmiş ama...

11. Kadı Iyâd'ın eş-Şifâ'sına yazdığı haşiyede ("zeyl" değil) eş-Şumunnî'nin, "Zekera Muhtâr b. Mahmûd el-Hanefî şârihu'l-Kudûrî ve musannıfu'l-Kunye fî risâletihi'n-Nâsıriyye..." diye başlayıp devam eden cümlesine İslamoğlu şöyle gönderme yapmış: "Ünlü Kuduri'nin şarihi ve el-Kabiyye fi Risaleti'n-Nasıriyye yazarı Muhtar b. Mahmud el-Hanefî..." (Üç Muhammed, 73)

İslamoğlu'nun bu kısa cümlede yaptığı iki hatadan biri, kullandığı eş-Şifâ nüshasındaki bir baskı hatasından kaynaklanıyor. Kaybolmaya yüz tutan "rical bilgisi"nin yerini alması beklenen "aşinalığın" bile İslamoğlu'nun semtinden uzak kalması, (tıpkı "Mahled"e "Muhalled", "Ğunder"e "Ğander", "Sağânî"ye "San'ani" demesine yol açması gibi) Muhtâr b. Mahmûd el-Ğazmînî'nin, el-Kabiyye diye bir eserinin olup olmadığını tahkike ihtiyaç hissettirmemiş olabilir ve bu bir ölçüde anlayışla karşılanabilir. Ama Üç Muhammed'e vücut veren argümentasyonun sacayaklarından "eş-Şifâ tenkidi"ni şekillendirirken bu eserin matbu ve mütedavel olan iki şerhinden müstağni hareket etmesi, sadece el-Kabiyye dediği eserin aslında el-Kunye olduğunu fark etmemesine değil, Kadı Iyâd'ı –daha önce geçtiği ve ileride de geleceği gibi– birçok noktada yanlış anlamasına/takdim etmesine müncer oluyorsa bunu mazur görmek zorlaşır.

İslamoğlu'nun yukarıdaki cümlede göze çarpan ikinci hatası ise, sadece bir "hu" zamirini atlamasından değil, "vav" bağlacını ve ardından gelen izafet terkibindeki "musannıf" kelimesini de devre dışı bırakmasından anlaşıldığına göre bayağı bir emek mahsulü!

Uzatmayalım, doğru çeviri şöyle olacak: "Kudûrî şarihi ve el-Kunye adlı eserin yazarı Muhtâr b. Mahmûd el-Hanefî, er-Risâletu'n-Nâsıriyye'sinde..."

12. Yine eş-Şifâ'dan bir nakil: "(...) Bu Şafiî'nin ashabından bazılarının da görüşüdür. Şamil'inde Ebu Nasr es-Sabbağ'dan da bu görüş nakledildi. Aynı görüş, Malikî İmam Ebu Bekir b. Sabık'ın hem el-Bedi' fi Fürui'l-Malikiyye hem de Tahric adlı eserlerinden naklen aktarıldı. Zaten onlardan da Şafiîlerin füruatında vardığı sonuç dışında bir görüş sadır olmadı." (Üç Muhammed, 94)

Yer tutmaması için orijinal okunuşunu veremeyeceğim bu pasajda ve öncesinde Kadı Iyâd, Hz. Peygamber (s.a.v)'in küçük ve büyük abdestinin temiz olup olmadığı konusunu ele alıyor ve bu meseledeki ihtilafı zikrediyor. Bu bağlamda doğru çeviri şöyle olacak: "Bu (Hz. Peygamber (s.a.v)'in küçük ve büyük abdestinin temiz olduğu), eş-Şâfi'î'nin ashabından bazılarının da görüşüdür. Bunu İmam Ebû Nasr b. es-Sabbâğ, eş-Şâmil isimli eserinde zikretmiştir. Bu konudaki iki (zıt) görüşü, Ebû Bekr b. Sâbık el-Mâlikî, Mâlikî mezhebinin fer'î meseleleri ile bu mezhebin alimlerinin görüş belirtmediği hususların, Şafiî ulemanın fer'î meseleleri belirleme tarzıyla tahricine yer verdiği el-Bedî' isimli eserinde nakletmiştir."

13. Hz. Peygamber (s.a.v)'in, oğlu İbrahim'in cenaze namazını kıl(dır)madığını bildiren bir rivayetle ilgili olarak ez-Zerkeşî'nin el-Aclûnî tarafından (Keşfu'l-Hafâ, II, 204) nakledilen bir ifadesini şöyle çevirmiş: "Babasının faziletinden dolayı namazını kıldırmamış olabileceği gibi şehitlerin faziletine erdiği için de kıldırmamış olabilir..." (Üç Muhammed, 97)

Doğru çeviri şöyle olacak: "Tıpkı şehitlerin, şehitlik fazileti sebebiyle cenaze namazlarının kılınmasından müstağni oldukları gibi İbrahim de, babasının fazileti dolayısıyla cenaze namazının kılınmasından müstağnidir..."

14. Hz. Peygamber (s.a.v)'in Miraç'ta Rabbini görüp görmediği konusundaki ihtilaf malum. İslamoğlu bu konuda Kadı Iyâd'ın tavrını şöyle veriyor: "Yazarımız, görme olayını böylesine sınırsız ve serbest bir yaklaşımla tartışıp kendi tezini yukarıda örneğini verdiğimiz rivayetler yardımıyla galip ilân ettikten sonra, tartışmayı görüşme platformuna taşıyor. Yani Hz. Peygamber'in Rabbini baş gözüyle gördüğü tezi yazarımıza göre isbatlanmış bir tezdir..." (Üç Muhammed, 118)

Acaba Kadı Iyâd gerçekten bu kanaatte midir? Birlikte okuyalım:

"(Allah Teala'nın) görülebilmesinin cevazı konusunda şüphe yoktur. Zira ayetlerde Allah Teala'nın görülemeyeceği konusunda nass (açık ifadeli delil) mevcut değildir. Hz. Peygamber için Allah Teala'yı görmüş olmanın gerekliliğine ve O'nun Allah Teala'yı gözleriyle gördüğünün söylenmesine gelince, bu konuda da kesin ve açık bir delil yoktur. Zira bu görüşün dayanağı, en-Necm suresinin iki ayetidir ve (fakat) bu iki ayetin delaleti konusunda ihtilaf bulunduğu nakledilmiştir. Bu iki ayetin her iki görüşe de delalet ettiğini söylemek mümkündür.

Bu konuda (Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabbini gördüğü konusunda) Hz. Peygamber (s.a.v)'den nakledilmiş kesin ve mütevatir bir rivayet de yoktur. (Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabbi'ni gördüğünü anlatan) İbn Abbâs (r.a) hadisi, İbn Abbâs'ın kanaatini haber vermektedir; İbn Abbâs bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.v)'e dayandırmamıştır ki, onun gereğiyle amel etmek vacip olsun! İlgili ayetin tefsiri sadedindeki Ebû Zerr rivayeti de böyledir. (Konuyla ilgili) Mu'âz hadisi ise te'vile ihtimallidir, ayrıca hem isnad, hem de metin yönünden muzdarib (çelişkili)dir.

Ebû Zerr'den gelen bir diğer rivayet de ihtilaflı, te'vile ihtimalli ve problemlidir. Zira bu rivayetin bir varyantı "Nûrun ennâ erâhu" şeklinde rivayet edilmişken, bazı hocalarımız bu cümlenin "Nûrâniyyun erâhu" tarzında da rivayet edildiğini nakletmiştir. (İslamoğlu bu ifadeyi, Kadı Iyâd'ın bu ikinci rivayet şeklini benimsediği izlenimini verecek tarzda naklettikten sonra bu yazının başında yer verdiğim yoruma geçiyor.

Oysa görüldüğü gibi Kadı Iyâd bu varyantı, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabb'ini gördüğünü anlatan rivayetlerin problemleri meyanında gündeme getirmiştir.) Yine Ebû Zerr'in başka bir hadisinde "O'na (Rabb'ini görüp görmediğini) sordum, "Bir nur gördüm" dedi" ifadesi bulunmaktadır.

"Hz. Peygamber (s.a.v)'in Rabb'ini gördüğü kanaatinin sıhhati için bu rivayetlerden hiçbiriyle ihticac mümkün değildir. Her ne kadar "Bir nur gördüm" rivayeti sahih ise de, bu rivayette Hz. Peygamber (s.a.v) Allah Teala'yı görmediğini, ancak kendisini perdeleyip Allah Teala'yı görmesine engel olan bir nur gördüğünü haber vermektedir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in "Nûrun ennâ erâhu", yani "Gözü örtüp kaplayan nur perdesine rağmen O'nu nasıl görebilirim?" sözü de bu anlama göndermedir. "O'nun örtüsü nurdur" ve "O'nu gözümle görmedim, ancak iki kere kalbimle gördüm dedi ve "sonra yaklaştı ve sarktı" ayetini okudu" rivayetleri de böyledir.

"Allah, gözdeki idraki kalpte veya nasıl dilerse öyle yaratmaya kadirdir, O'ndan başka ilah yoktur. Eğer bu konuda açık bir hadis varit ise ona inanılır; onun bildirdiği anlama dönmek gerekir. Zira Allah Teala'nın görülmesi muhal değildir, bunun söylenmesine engel kesin bir delil de yoktur."

Bu ifadelerden "isbatlanmış bir tez" çıkarmak için ya "özel bir husumet" veya "özel bir kabiliyet" gerektiği ortada...

15. "Hz. Cebraille ilgili olduğu tüm hâl karineleriyle sabit olan Necm Suresi'ndeki "yaklaştı ve eğildi" ayeti, bağlamından koparılarak anlam dönüşümüne tâbi tutulur. Oysaki "yaklaşma" ve "eğilme", naklen de aklen de Allah'a, lafzi anlamında atfedilemez. Olsa olsa mecazen atfedilebilir. Fakat, müellifi ikna etmemektedir bütün bunlar. O Cebrail'in kastedildiği ayetleri Allah'a atfetmenin ille de bir yolunu bulmak için çırpınır. Bu, "hukuku'l-Mustafa" gereğidir. Bu tezin "hukukullaha" aykırı olup olmadığı âdeta konu haricidir." (Üç Muhammed, 118) (Vurgular İslamoğlu'na ait.)

Bir önceki yazıda olduğu gibi burada da İslamoğlu'nun yansıttığı hava şu: Kadı Iyâd, Yüce Allah'ın Miraç'ta Hz. Peygamber (s.a.v)'e mekânsal olarak yaklaştığı kanaatini bir "önkabul" olarak benimsemiş ve ardından bu kanaati delillendirme/ispatlama yoluna gitmiştir. Oysa bir önceki yazıda Kadı Iyâd'ın tavrının (rü'yet bağlamında) "önce kanaat, sonra delil" şekinde takdim edilmesinin mümkün olmadığını gördük.

Burada da aynı durum mevcut.

53/en-Necm suresinin ilgili ayeti üzerinde dururken Kadı Iyâd önce, müfessirlerin çoğunluğunun, bu iki kelimenin anlattığı fiillerin Hz. Peygamber (s.a.v) ile Cebrail (a.s)'e veya sadece birisine ait olduğu yahut da "dünüvv" ve "tedellî"nin (o ikisinden birinin) Sidre-i Münteha'ya doğru yaptığı fiiller olduğu görüşünü benimsediklerini zikreder. (Bu görüşün müfessirlerin çoğunluğuna ait olduğunun vurgulandığına ve muhtelif görüşler arasında ilk sırada verildiğine dikkat edilmelidir.) Ardından bu fiillerin mekânsal bir muhtevada Hz. Peygamber (s.a.v)'den Allah Teala'ya doğru veya Allah Teala'dan Efendimiz (s.a.v)'e doğru sadır olduğunu anlatan nakilleri verir ve Ca'fer b. Muhammed'in (Ca'fer-i Sadık), "Allah Teala O'nu kendisine yaklaştırdı" dediğini, peşinden de "dünüvv" fiilinin Allah Teala hakkında keyfiyetsiz olarak düşünülmesi gerektiğini söylediğini belirtir.

Bunu müteakiben, "dünüvv" ve "tedelli"nin Allah Teala ile Efendimiz (s.a.v) arasında cereyan eden fiilleri anlattığını söyleyenlerin bu görüşünün nasıl anlaşılması gerektiği sadedinde şöyle der: "Bil ki burada "dünüvv" (yaklaşma) ve "kurb" (yakınlık)ın Allah Teala'dan veya O'na doğru (Efendimiz'den) sadır olan bir fiil olarak bu şekilde izafesi, mekansal veya doğrultusal bir yakınlık anlamında değildir. Aksine durum, Ca'fer b. Muhammed es-Sâdık'tan naklen zikrettiğimiz gibidir; buradaki "dünüvv" keyfiyetsizdir." Ardından bu fiilin Allah Teala ile Hz. Peygamber (s.a.v) arasında vaki olan bir durumu anlattığının söylenmesi halinde mecazi bir ifade olarak nasıl anlaşılması gerektiğini belirtir. Hatta "kaabe kavseyn" ifadesini da aynı tarzda (mecaz anlamıyla) izah eder.

Bu durumda Kadı Iyâd'ın, "Cebrail'in kastedildiği ayetleri Allah'a atfetmenin ille de bir yolunu bulmak için çırpın"makla itham edilmesi tam bir "çarpıtma" örneğidir.
Burada, "Kadı Iyâd, bu ve benzeri konularda makul ve makbul görüşü vermekle yetinmesi gerekirken, her türlü görüşü zikrettiği için hatalıdır" denebilir. Ancak bu tarz bir tariz, eş-Şifâ müellifinin, daha giriş kısmında bu eserin sistematiği konusunda verdiği ipucunu göz ardı ettiği için kusurludur. Müellif bu eserini, ısrarlı bir talep üzerine kaleme aldığını ve talep sahibinin, ele alınacak hususlarda öncekilerden gelen nakilleri de toplamasını istediğini açıkça belirtmiştir. O da, konusunda yetkin bir ilim adamı olarak büyük bir özgüven ve dirayetle bu talebi yerine getirmiştir. Dolayısıyla Kadı Iyâd'ın, bu eserinde ele aldığı konularda yer verdiği her görüşü olduğu gibi benimsediği sonucunu çıkarmak hem büyük bir yanılgı hem de haksızlık olur.

NETİCE-İ KELAM

Mustafa İslamoğlu'nun Üç Muhammed adlı çalışması ile ilgili olarak bu köşede zikrettiğim hususlar, mezkûr kitapta göze çarpan anlama problemlerinin sadece bir kısmını oluşturuyor. Dile getirdiğim hususların maksadın husulüne kâfi olduğu düşüncesiyle bu konuyu burada noktalıyorum.

"Anlama problemi" nitelemesiyle burada –bana ayrılan bu sütunun kısıtlı çerçevesi sebebiyle– on yazı halinde gündeme getirdiğim hususları şöylece 4 grupta toplamak mümkün:

1. Tahkik eksikliğine dayanan yanlışlar. Geçen yazılarda bu konuyla ilgili –İslamoğlu'nun kullandığı nüshalardaki baskı hatalarından kaynaklanan– 2 örnek gördük: el-Kunye'nin el-Kabiyye ve Ebûh'un Eyyûh okunması. Hz. Peygamber (s.a.v)'in büyük abdestini yerin yutmasıyla ilgili rivayetin –uydurma hadisleri toplayanlar da dahil– hiçbir kaynakta yer almadığını söylemesi de (Üç Muhammed, 93) burada zikredilmeli. (Bu rivayeti nakledenler için es-Süyûtî'nin Menâhilu's-Safâ'sına bakılabilir.)

2. Kasdın yanlış anlaşıldığı yerler. İbnu'l-Mübârek, İbn Teymiyye, el-Heysemî, ez-Zerkeşî, el-Aclûnî...den aktarılan ifadelerdeki çeviri hataları ile hadislerin miktarı hakkındaki yorum vb.

3. Müellifin tavrının çarpıtıldığı yerler. Kadı Iyâd'ın, Hz. Peygamber (s.a.v)'in beşerliği, büyük ve küçük abdestinin hükmü, "rü'yet", "dünüvv"... gibi konulardaki tavrının yanlış aktarılması vb.

4. Kaynaklara vukufiyet azlığından doğan hatalar. Mecmau'z-Zevâid'in "rivayet adına eline geçen her şeyi içine alan" bir eser olarak nitelendirilmesi, el-Buhârî'nin, Sahîh'ine almadığı rivayetleri sahih kabul etmediğinin (Üç Muhammed, 92) söylenmesi vb.

Bu yazılardan maksadımın bir "Üç Muhammed tanıtım ve eleştirisi" olmadığını baştan belirtmiş ve böyle bir ameliyenin teknik olarak bu köşede gerçekleştirilmesinin mümkün ve doğru olmadığını söylemiştim. Dolayısıyla yazdıklarımın bu çerçeveyi aşacak bir alana taşınarak değerlendirilmesi –en azından benim maksadımla örtüşmeyeceği için– yanlış olur. Bu sebeple on yazı boyunca gündeme getirdiğim hususlarla ilgili olarak Üç Muhammed'in tamamını ilzam edici genellemeler yapmaktan kaçınmaya gösterdiğim özen dikkatli okuyucuların gözünden kaçmamıştır.

"Yazmak", düşüncenin kalıcılaştırılmasını temin eden en önemli unsur olmakla, yazan için son derece önemli bir riski de beraberinde taşır. Eğer yazdıklarınız meyanında şu veya bu şekilde birtakım yanlışları da kalıcılaştırmışsanız, daha sonra yapacağınız düzeltmenin, o yanlışın doğurduğu sonuçları tamamen ortadan kaldıracağından hiçbir zaman emin olamazsınız. Bu, konuyla ilgili istisnasız herkesin, hepimizin ortak problemidir.

Bu "hatırlatmalar"a vereceği tepkinin tarz ve tonu, hatta tepki verip vermeyeceğinin kararı tabii ki İslamoğlu'nun belirlemesindedir. Baştan da söylediğim gibi ben sadece ilmî ve vicdanî bir sorumluluğun gereğini yerine getirmeye çalıştım. Ötesi İslamoğlu'nun sorumluluk anlayışına kalıyor...

Milli Gazete - 18 Şubat 2003

Ebubekir Sifil Hoca
Devamını Oku »

Yetmiş Üç Fırka Yorumu

 


el-Pezdevî




Ebû’l-Yusr el-Pezdevî (ö. 493/1100), 421 yılında Türkistan’da Nesef/Pezde’de doğmuş; ilk tahsilini, Hanefi-Maturidi geleneği içinde babasından almıştır. Semerkant ve Buhara’da bulunmuş; bu arada Kadılık yapmıştır. Tahsili sırasında İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin eserlerini inceleme fırsatını bulmuştur. Eserlerinde çok kolay bir üslup kullanmasından dolayı (kardeşi Ebû’l-’Usr’un aksine) Ebû’l-Yusr adıyla anılmaktadır. Buhara ve Maveraünnehir’de önde gelen Hanefi-Maturidi bilginidir. Maturidiliğin sistemleşmesi ve yayılmasında ciddi katkı ve gayretleri vardır. 493 yılında Buhara’da vefat etmiştir.

Ehl-i Kıblenin görüşleriyle (mezheb) ilgili olarak, Ebû Mansur el-Maturîdî ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî, Kaderiyyeden el-Ka’bî ve yine böyle diğer bazıları gibi, eski âlimler (mutekaddimin), Makalat’larında, görüşlerini bir sayı ile sınırlamamışlardır. Ancak bazıları Hz. Peygamber’den rivayet edildiği üzere bunu yetmiş iki fırkaya hasrettiler: “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; bunlardan biri hariç diğerleri nardadır.”

Lü’lüyat sahibi Mekhul Nesefî’nin bu konuda bir eserini gördüm; orada onları altı sınıfa ayırmıştır: Kaderiye, Cehmiyye, Revafız, Haruriyye, Cebriye ve Mürcie. Bundan sonra her sınıfı altı fırkaya bölmüş; böylece sayı 72’e çıkmış oldu. Mekhul’den başkaları da bazı tasnifler yaptılar ve farklı bir şekilde bölümlere ayırdılar. Ebu’l-Hasan el-Eş’arî ise bunları on sınıfa ayırmıştır…

Hz. Peygamber’in “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Onların biri hariç hepsi cehennemdedir” hadisi, hasr üzere değil, kesret (çokluktan kinaye) üzeredir. Nitekim Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “Onlar için ister af dile, ister dileme, yetmiş defa af dilesen de yine Allah onları affetmeyecektir...” (Kur’ân 9: 80). Hasan Basrî’den (ra) de böyle rivayet edilmiştir. Akıllı kişiler ayeti böyle anlamaktadır. İhtilaflar yetmiş bine ulaşır ve bidatler her vakit artar. Mezhebin esasları ise altıyı gelmez…

el-Pezdevî, Ebû’l-Yusr 1963. Usulu’d-din, tahk. Dr. Hanz Peter Linss, Kahire, s. 241, 257.
Çeviren: Osman Karadeniz

----------------- el-Bağdâdî

Abdu'l-Kâhir el-Bağdâdî (ö. 429/1037), tahminen 350 yıllarında Bağdat'ta doğ­muştur. İlk tahsiline babasının yanında başladı, sonra Nişabur'a giderek orada ta­mamladı. Nişabur'un işgali üzerine İsferayin'e gitmiş ve orada Ebû İshak İsferayini'nin derslerine devam etmiştir. Hocasının ölümünden sonra yerine geçerek ilmî tedrisata devam etmiş ve muhtemelen burada vefat etmiştir. Bu arada Horasan'da bulundu ve orada pek çok talebe yetiştirdi. Fıkıh ve kelam alanında derin bilgisi vardı.

Bu sebeple "üstad" ve "kelamcıların hücceti" gibi ünvanlarla anıldı. Pek çok alanda ilim tahsil eden Bağdadi, özellikle kelam, mezhepler tarihi, fıkıh, edebiyat ve matematik gibi konularda üstad kabul edilir. Bir taraftan ders okuturken, diğer taraftan da kendinden sonra gelecek olanların istifade edeceği kıymetli eserler yaz­dı. Ehl-i Sünnet yolundan ayrılan fırkalara cevaplar vererek onların bozuk fikirlerini çürütmeye çalıştı. el-Fark beyne'l-fırak ve Usulu'd-din adlı eserleri kendisinin bu ko­nudaki geniş bilgisini gösteren en meşhur eserleridir. Bunlara ek olarak şu eserleri de kaydedebiliriz: Te'vilü Müteşabihi'l-ahbar, Fedayihu'l-Mutezile, Fedayihu'FKerramiy- ye, Mi'yar-un-nazar, el-Milel ven-nihal, et-Tahsil fi usul-il-fıkh, en-Nasih ve'l-mensuh ve Nefyü halkı'l-Kur'ân. Özellikle Kaderiyye gibi bazı fırkalara karşı yazılan reddiyeleri kaydetmesi, kelam ve mezhepler tarihi açısından önemlidir. Ancak bütün bunlann yanında Bağdadi, fırkaların görüşlerini aktarırken ve onlara karşı yönelttiği eleşti­rilerinde aşırıya gittiği, bazı müelliflerin gözünden kaçmamıştır. Her şeye rağmen Eş'ariliğin sistemli bir ekol haline gelmesinde Bağdadi'nin payı büyüktür. Bu nedenle Kelam alanında dikkati çeken bazı fikirleri vardır.

----------------------------

Ümmetin bölünmesiyle ilgili hadisin birçok isnadı vardır. Bu hadisi sa­habeden birçoğu rivayet etmiştir.

İlk dört halifenin, kendilerinden sonra ümmetin fırkalara bölüneceğini; bunlardan yalnızca bir fırkanın kurtuluşa ereceğini ve diğerlerinin ise dün­yada sapıklığa düşüp ahîrette de perişan olacağını söyledikleri rivayet edil­miştir...

İslam’a nispet edilen Makalat sahiplerinden aklı başında olan herkes bilir ki, Nebi (sav) yerilen, yani cehennemlik fırkalardan, dinin aslı üzerinde bir­leşmekle birlikte fıkhın teferruatı hakkında ayrılığa düşen fıkıhçıların mez­heplerini demek istememiştir...

Şu bir gerçek ki Nebi (sav), yerilen fırkalardan söz ederken, kurtuluşa eren fırkaya ancak aşağıdaki konulardan birinde aykırı düşen sapık görüş sahiplerinin fırkalarını ortaya koymuştur. Bunlar, adalet ve tevhid, va’d ve vaid, kader ve istata’a (yapabilme gücü), hayır ve şerrin takdiri, hidayet ve dalalet, irade ve meşiet, rü’yet ve idrak... veya Yüce Allah’ın sıfatları, isimleri ve vasıfları, adalet ve zulüm (ta’dil ve tecvir), peygamberlik ve şartları ile Re’y ve Hadis ehlinden olan Sünnet ve Cemaat Ehli’nin bir esas üzerinde birleştikleri ve kaderiyyye, Havaric, Revafiz, Neccariyye, Cehmiyye, Mücessime ve Müşebbihe gibi sapık görüşleri savunanlar ve bu sapık fırkaların yo­lunda yürüyenlerin üzerinde ayrıldıkları konular ve benzerleridir. ’Adi, tevhid, kader, istitaa, rü’yet, sıfatlar, adalet ve zulüm, peygamberliğin şartları ve imamet hakkında ayrılığa düşenler, birbirlerini gerçekten küfürle suçlarlar.

Böylece Ümmet’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağı hakkında rivayet edilen bu hadis, bu tür ayrılıklara işaret ediyor şeklinde anlaşılmalıdır. Yoksa bu hadis, fıkıh önderlerinin helal ve haram hakkındaki hükümlerin teferruatına ait ayrılıklarına işaret etmemektedir. Üstelik onların fer’i hükümler hak- kındaki ayrılıklarında, birbirlerini ne küfürle, ne de sapıklıkla suçlama söz konusudur...

Anlattığımız fırkaların tamamı, böylece yetmiş iki fırka eder. Onların yir­misi Ravafiz, yirmisi Havaric, yirmisi Kaderiyye, onu Mürcie ki bunun üçü Neccariyye, Bekriyye ve Dırariyye’dir, Cehmiyye ve Kerramiyye... böylece yetmiş iki fırka eder.

Yetmiş üçüncü fırka, Sünnet ve Cemaat Ehli’dir... Onlar, ancak fer’i hü­kümlerden doğan helal ve haram hakkında anlaşmazlığa düşerler; ama an­laşmazlığa düştükleri şeylerde ne dalalet, ne de sapıklık vardır. Onlar ’kur­tuluşa ermiş fırka (el-fıkat’n-naciye)’dır...



el-Bağdâdî, Abdulkâhir 1979. el-Fark, çev. E. R. Fığlalı, İstanbul: Kalem Yayınlan, s. 9-10, 26.

Bize Yön Veren Metinler,Cilt.1

Derleyen:Alev Alatlı

Devamını Oku »

Kul Emrindeki Kırk İncelik



Deki: Ey kafirler ..." (Kâfirûn, 1).

...

Bil ki sûrenin başında "(De ki)" demesinin şu incelikleri vardır:

1) Hz. Peygamber (s.a.s), bütün işleri hususunda, rıfk ve yumuşaklıkla hareket etmekle emrolunmuştu. Nitekim Hak Teâlâ, "Eğer kaba ve katı kalbli olsaydın, onlar senin etrafından dağılırlardı"{Al-i imran, 169), Allah'dan olan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak oldun, mü'minlere karşı son derece şefkatli ve merhametli oldun. Çünkü, "Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik"(Enbiyâ, 107) buyurmuştur] Hz. Peygamber (s.a.s), insanları Allah'a en güzel şekil ve yol ile çağırmakla memurdu Çünkü Allah Teâlâ, "Onlarla en güzel bir şekilde mücadele et" (Nahl, 125) buyurmuştur. Durum böyle olunca ve Hz. Peygamber (s.a.s) onlara, "Ey kafirler" diye hitap edince, onlar, "bu kabalık sana nasıl uygun düşer" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Ben böyle söylemekle emrolundum. Bunu kendiliğimden söylemiş değilim'' diye cevap verdi. O halde, ayetin başındaki "De ki" sözüyle murad edilen, işte bu hususun ortaya konmasıdır.

2) Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "En yakın akrabalarını inzar et"(şuara, 214) denilip, o da, "De ki: Ben sizden akrabalarına duyulan sevginin dışında sizden herhangi bir ücret istemiyorum" (şura, 23) ayetinden anlaşıldığı üzere akrabalarını sevip, dolayısıyla akrabalık ve neseb birliği, sert bir tavrın ortaya konulmasına mani gibi olunca, Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sert ve kaba davranmasını açıkça emretmiştir. İşte bu yüzden ona "De ki:" denilmiştir.

3) Hz. Peygamber (s.a.s), "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebhğ et. Eğer böyle yapmazsan, görevini yapmamış olursun"(Mâide, 67) denilip, kendisine indirilen şeylerin hepsini tebliğ etmesi emrolunup, Hak, Teâlâ ona, "(Ey Habibim) De ki: Ey kafirler..." buyurunca, Hz. Peygamber, sanki, "Allah Teâlâ bana, vahyettiklerinin tümünü aynen tebliğ etmemi emretti. Bana indirilen şey ise, "De ki: Ey kafirler..." ifadesinin hepsidir. Binâenaleyh ben de bunu insanlara, aynen indirildiği gibi tebliğ ediyorum" demek istemiştir.

4) O kafirler, bir yaratıcının varlığını, kendilerini yaratan ve rızık verenin o olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Hak Teâlâ, "Şayet "gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, onlar, "Allah" derler"(Lokman,25) buyurmuştur. Kul, başkalarından kendine gelince tahammül edemeyeceği şeylere, efendisinden gelince katlanır. Hz. Peygamber (s.a.s) de eğer "Ey kafirler" demiş olsaydı, onlar bunu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir sözü olabileceğini düşünüp, belki de buna tahammül edemeyerek, Hz. Muhammed (s.a.s)'e eziyet edebilirlerdi. Ama bu ifadenin başında, "De ki" emrini duyunca, onun, bu sert ifadeyi, gökleri ve yeri yaratandan naklettiğini anlamış olurlar da buna katlanabilir ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan eziyetleri artmaz.

5) Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, Allah katından bir elçi (peygamber) İmasını gerektirir. Binâenaleyh her nezaman ona, "De ki" denilse, bu ifade, onun peygamberliğinin kesin olduğu hususunda, yeni yayınlanmış (ilan edilmiş) bir belge gibi olur. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in alabildiğine yüceltildiğini gösterir. Çünkü bir padişah, memleketin idaresini, adamlarından birine havale edip, o adamı için, her ay ve her yıl yeni belgeler yazıp gönderince, bu, padişahın o adamına çok önem verdiğine ve her gün onun şeref ve saygınlığını artırma niyeti içerisinde olduğuna delalet eder.

6) Kafirler, "bir yıl senin ilahına biz ibadet edelim; bir yıl da sen bizim ilahlarımıza ibadet et" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) sanki, "Bu hususta Rabbimin emrini sorayım" demiş de, Allah Teâlâ da, "Ey Resulüm "De ki: Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demiştir.

7) Kafirler, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında kötü şeyler söylüyorlardı. Allah Teâlâ da kafirleri bundan menediyor ve bu hususta onlara cevap veriyor, mesela, "Sana buğzeden (yok mu), işte asıl zürriyetsiz olan odur"(Kevser, 3) buyurmuştur. Buna göre Hak Teâlâ burada da şöyle demiştir: "Onlar senin hakkında kötü şeyler söyleyince, bizzat Ben onların cevabını veriyorum. Binâenaleyh onlar Benim hakkımda kötü şeyler söyleyip, ortaklarım olduğuna inanınca, buna da bizzat sen cevap ver ve "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza ben tapmam" de."

8) "Onlar sana "ebter" (zürriyetsiz) dediler. Şimdi eğer sen onlardan, kısas yoluyla hakkını almak istersen, onları söylediğin şey hususunda sadık olmak şartıyla, kötü sıfatları ile zemmet ve (mesela), "Ey kafirler..." de." Şimdi bu iki şey arasındaki fark şudur: Onlar, seni, senin fiilin olmayan ve senden kaynaklanan bir şeyle ayıpladılar. Sen ise onları, onların fiili olan şeyle ayıplıyorsun.

9) Senin, "Ey kafirler, sizin taptıklarınıza, ben tapmam" demen halinde, onlar, "Bu senin mi, yoksa Rabbinin mi sözü? Eğer Rabbinin sözü ise, Rabbin, "Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olur. Halbuki bizbu ibadeti, Rabbinden değil, senden istiyoruz. Yok eğer bu, senin sözün ise, kendiliğinden, "Ben bu putlara ibadet etmem" demiş olursun. O halde daha niçin, sana bunu söylemeyi Rabbinin emrettiğini söylüyorsun" derler. Ama Hak Teâlâ, ayetin başında, "De ki;" deyince, böyle bir itiraza mahal kalmaz. Çünkü "De" ifadesi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, putlara tapmaması ve onlardan uzak kalmasının, Allah tarafından ona emredildiğine delalet eder.

10) Eğer, ayet "Ey kafirler..." şeklinde indirilmiş olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s), hiç şüphesiz o zaman bunu aynen okuyacaktır. Çünkü onun, vahiy hususunda hainlik yapması mümkün değildir. Fakat Hak Teâlâ "Peki..." buyurunca, bu, bu vahyin onlara tebliğ edilmesi gerektiği hususunda bir te'kid gibi olmuş olur. Te'kid ise, bu işin çok önemli olduğunu gösterir. İşte böylece bu ifade, onların söyleyip, Hz. Muhammed (s.a.s)'den yapmasını teklif ettikleri şeyin, son derece yanlış ve çirkin bir şey olduğuna delalet etmiş olur.

11) Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Korkunca, tahiyye yapmak caizdir. Fakat şu anda, senin kalbini Biz, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik" ve "Sana buğzeden (yok mu), şüphesiz zürriyetsiz olan odur" ayetlerimizle takviye ettiğimize göre, artık onlara aldırmaman, dönüp bakmaman ve "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.

12) Allah Teâlâ'nın kuluna doğrudan doğruya hitab etmesi, o kulun yüceliğini gösterir. Baksana Allah Teâlâ, Kıyamet günü kafirlere konuşmayacağı hususunu, kafirlerin hor ve hakirliğini gösteren şeyler cümlesinden saymıştır. Binâenaleyh Hak Teâlâ, şimdi, "Ey kafirler" demiş olsaydı, bu şifahi bir hitab olması açısından, ta'zimi; onları küfürle tavsif etmesi açısından da bir eziyeti gerektirirdi. Eziyet de ikram ve ta'zim İle onarılmış olurdu. Ama Hak Teâlâ, "De ki: Ey kafirler..." buyurunca, bu hitab edilme şerefi Hz. Muhammed (s.a.s)'e; küfürle tavsif etme olan hor ve hakir kılma da o kafirlere yönelik olmuş olur. Dolayısıyla burada, evliyaullahın (Allah dostlarının), tazimi; Allah düşmanlarının İse hor ve hakir kılınmaları hususu yatmış olur ki bu son derece güzel bir şeydir.

13) Hz. Muhammed (s.a.s) de onların kavmindendi ve onlara karşı alabildiğine şefkat ve re'fet içindeydi. Onlar da, Hz. Muhammed (s.a.s)'in yalan söylemediğini kesinlikle biliyorlardı. Şimdi çocuğuna çok şefkat duyan, son derece doğru ve yalandan uzak olan bir baba, kalkar da çocuğunu büyük bir ayıpla tavsif ederse, eğer o çocuğun aklı varsa, kendisine son derece şefkatli bu babasının, kendisini ancak, söylediği bu hususta doğru olduğu ve gizleyemeyecek bir durumda olduğu için böyle söylediğini bilir. İşte bu sebeple Hak Teâlâ, "Sen onlara son derece şefkatli ve yalandan alabildiğine uzak olduğun halde, onları bu şekilde tavsif ettiğini, dolayısıyla da kendisinin bu kötü sıfatı {kafirlik sıfatını) taşıdıklarını bilebilmeleri için, onlara "(Ey resulüm), "Ey kafirler" de" buyurmuştur. Çünkü bu, bazan onları, böylesi kötü sıfatlardan uzaklaşmaya ve sakınmaya sevkedebilir.

14) Akrabanın niyet etmesi ve vahşice davranması, başkalarının eziyetinden daha ağır ve çetin gelir. Binâenaleyh ey Resulüm, sen de, onların kabilesindensin, onlar arasında büyüdün. Haydi onlara, "Ey kafirler" de. Belki böylece bu söz onlara daha ağır ve çetin gelir de, onları küfürden uzaklaşmaya ve bu hususta düşünüp araştırmaya sevkedici olur.

15) Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: Biz Asr Sûresi'nde "İman edip, salih ameller işleyen ve de biribirlerine hakkı tavsiye eden, sabrı tavsiye eden kimseler müstesna, bütün insanlar zarardadır" buyurduk. Kevser Sûresi'nde de, "Hiç şüphesiz Biz sana kevseri verdik..." diye beyanda bulunduk. Sen de, "O halde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" (Kevser, 2) emrimizin gereği, iman edip salih amelde bulundun. Geriye üzerinde, karşılıklı hakkı ve sabrı tavsiye etme hususu kalmıştır. Bu iş ise, senin onları lisanen ve aklî delillerle, Allah'dan başkasına ibadetten alıkoymandır. O halde, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarında, tapmam" de."

16) Hak Teâlâ sanki şöyle demektedir: "Ey Muhammed, hani ben kısa bir zaman için, sana vahiy göndermeyince, kafirlerin, "Allah Muhammed'i terketti ve ona öfkelendi" dediklerini unuttun mu? Hani bu, sana çok güç gelmişti de Ben sana Duhâ Sûresi'ni indirmiş ve kuşluk vakti ile kararlığını iyice döktüğünde geceye yemin ederek, Rabbinin seni terketmediğini ve sana öfkelenmediğini bildirmiştim. Binâenaleyh sen, benim seni bir ay kadar bir müddet için yalnız (vahiysiz) bırakmaması kabullenemeyip, kalbin için yalnız (vahiysiz) bırakmamamı kabullenemeyip, kalbin bundan hoşnud olmayıp, aleme, "Rabbin seni terketmedi ve sana kızmadı" diye ilan ettiğine göre, şimdi beni bir aylığına terketmene ve onların ilahlarına tapmakla meşgul olmana kalbin razı olur mu? Şu halde, ben o töhmeti reddettiğime göre, sen de, bütün aleme karşı, bu töhmeti reddederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" diyerek ilan et.

17) Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'den bir yıl kendi ilahlarınıza, kendilerinin de bir yıl onun ilahına tapmayı tekfif edince, Hz. Peygamber (s.a.s) sustu ve bu konuda birşey söylemedi. Bu sükut, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların dediklerinin hak olduğunu kalben onayladığı için değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), onların bu tekliflerinin batıl olduğunu kesinkes biliyordu. Fakat o, onlara ne şekilde cevap vereceğini, yani bu işin imkansızlığına dair aklî deliller getirmek ile mi, yoksa onları bundan kılıçla (savaşla) menetmekle mi, yahut da Allah'ın onlara azab indireceğini söylemekle mi cevap vereceğini düşündüğü için durmuştu. Ama o kafirler, bu duru şu ganimet (fırsat) bilerek, "Muhammed, bizim dinimize meyletti" demişlerdi. İşte bu sebeple Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Ey Muhammed, senin bu hususta duraklayıp cevap vermemen, aslında doğrudur. Fakat bu, bir batılı doğurmuştur. Binâenaleyh o batıl-asılsız düşünceyi bertaraf etmek için, onarımda bulun ve hakkı açıkça ilan ederek, "Ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de.

18) Hz. Peygamber (s.a.s), Rabbi ona Miraç gecesinde, "Beni öv, medh-.ü sena et" deyince, uluhiyyetin heybeti, ona hükümran olarak, "Ben sana layık övgülerde bulunamam" dercesine susmuştu ve bu susma son derece güzel olmuştu. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s) adeta, "Hz. Allah'ın heybetini nazar-ı dikkate aldığın için, O'nu övüp sena etme hususunda durakladın, sustun. Binâenaleyh, düşmanlarını zemmetme hususunda lisanını söz ve salıver de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de... Böylece, susman da, Allah için, konuşmanda Allah için olsun.." denilmek istenmiştir. Şöyle bir izah da yapılabilir: "İlahî huzurda bulunmanın azamet ve heybeti, senden konuşma gücünü aldı. Binâenaleyh sen, burada söyle ki, senin sözünün heybeti de, o kafirlerden, konuşma gücünü alsın, celbetsin.."

19) Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Sen onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in lisanen, "Sizin taştıklarınıza tapmam.." demesi gerekmezdi. Ama, O, Hz. Muharnmed'e, bizzat lisanı ile, "Sizin taptıklarınıza tapmam.." demesini emredince, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, onların taptıklarına asla tapmaması gerekmiştir. Eğer böyle yapmış olsaydı, onun sözü yalan olmuş olurdu.

Böylece, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurunca, bu sözden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bunu, bu hususu, kalbi, lisanı ve uzuvlarıyla kabullenmediği neticesi çıkar. Ama Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Onların taptıklarına tapma" demiş olsaydı, bu sözden, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, onların taptıklarına tapmadığı neticesi çıkardı, ama, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu hususu kabullenmediğini lisanen ortaya koyması neticesi ortaya çıkmazdı. Halbuki, alabildiğine kabullenmemenin ise, ancak hem o işi bizatihi terketmek, hem de o işi lisanen yadırgama, yapmamayı bildirme ile olacağı malumdur. İşte bu yüzden, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "De ki..." buyurması inkardaki ileri bir derece ve şiddeti ifade eder. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, "De ki: Ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." buyurmuştur.

20) Tevhidin, yani Allah'ın bir olduğunun ifade edilmesi ve ortakların bulunmadığının dile getirilmesi, arifler için bir cennet; müşrikler için de ateştir, cehennemdir. Binâenaleyh, sen, sözünü, muvahhidler için bir cennet; müşrikler için de bir cehennem yap da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!.." de.

21) Kafirler, "Siz, bir yıl senin ilahına; sen de bir yıl, bizim ilahımıza ibadet et" deyince, Hz. Muhammed (s.a.s) sustu ve "Eğer ben bunlara şifahen reddiyede bulunursam, gücenirler ve kalblerinde, İslâm'a karşı bir nefret meydana gelir..." düşüncesine kapıldı. Bu sebeple, Cenâbı Hak, adeta, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ey Muhammed, niye reddetmedin de sustun?.. Onların sana va'd ettikleri, dinini kabul etmeleri hususunda da bir arzu içine girmene gelince, bu hususta senin onlara ihtiyacın yoktur. Çünkü biz sana, "Kevser"i verdik. Onlardan korkmana gelince de, biz senden bu korkuyu "Sana buğzeden (yok mu)? Asıl zürriyetsiz olan işte odur..." buyurmak suretiyle izale ettik. Öyleyse, onlara bakma ve onların sözlerine aldırma da, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam" de..." demek istemiştir.

22) "Ey Muhammed, ben, senin hakkını, kendi hakkıma üstün tütüp da, "Kitaplılardan ve müşriklerden küfredenler..."(Beyyine, 1) dediğini, böylece küfür meselesinde, ehl-i kitabı, müşriklerden önce getirdiğini unuttun mu? Çünkü, ehl-i kitabın tenkitleri, senin, müşriklerin tenkitleri ise, benim hakkımda idi. Böylece ben, senin hakkını Benim hakkımdan üstün gördün de, kınama hususunda, (Beyyine Sûresi'nde), senin hakkını benim hakkımdan önce getirdim... Sen de, böyle yapmıştın. Çünkü, onlar, (Uhud'da) senin dişini kırınca, sen, "Allahım, kavmime hidayet nasib et... Zira onlar bilmiyorlar" demiştin. Ama, Hendek Savaşı'nda, onlar seni, kılacağın namazdan alıkoyduğunda ise, "Allahım, bunların karınlarını ateşle doldur..." demiştin. Binâenaleyh, burada da, sen onlardan ister kork, ister korkma, benim hakkımı kendi hakkına üstün tut da, onların sözlerini kabullenmediğini ortaya koy ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de."

23) Cenâb-ı Mak adeta şöyle demek istemiştir: "Zeyd'in karısı (Zeyneb) hadisesi, bu hadiseye nisbetle önemsizdir. Ama ben orada, o hususta, senin, kalbinde bir şey saklayıp da onu senin izhar etmemene rıza göstermedim. Tam aksine sana, itap yollu, "Allah'ın ortaya koyacağı şeyi içinde tutuyor, insanları sayıyor, dedikodularından korkuyorsun... Halbuki, sayılmaya daha layık olan ise Allah'tır" dedim. Şimdi ben, o önemsiz hadisede, senin, meseleyi ortaya koymana ve ancak insanların dedikodularına aldırmamana razı olurken, şimdi bu meselede —ki bu, en büyük meseledir—, senin susmana nasıl razı olabilirim? O halde, açık seçik olarak, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

24) Ey Muhammed, Ben sana, "İsteseydik, her beldeye bir uyana gönderirdik..." (Furkan, 51) dememiş miydim? Sonra ben, bunca gücüme rağmen, senin tarafını gözettim; senin kalbini hoşnut etmeyi yeğledim ve aleme, "Ben bu risalet görevini, Hz. Muhammed (s.a.s)'le başkaları arasında müşterek yapmayacağım. Tam aksine, bu risalet görevi başkasının değil, onundur" diye haykırdım. Çünkü ben, "Fakat o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur"(Ahzab,40) dedim. O halde sen, senin tapınılma hususunda, başkalarının benim ortağım olmalarının aklen imkansız olduğunu bildiğin için, senin böyle bir ortaklığın olamayacağını, aleme haydi haydi haykırman ye "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam" demen gerekir.

25) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demiştir: "O topluluk sana geldiler. Onların sana; senin de, onların dinine uyman hususunda seni arzulandırdılar da, sen de, bu hususu kabullenmeme ve reddetme hususunda sustun. Halbuki ben, sana yapılan biati, Bana yapılmış biat addetmemiş miydim? Çünkü Ben, "Sana biat edenler yok mu? Onlar aslında Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 10) demiş, böylece sana yapılan bağlılığı, Kendime olan tabi oluş addetmiştim. Çünkü Ben ayrıca, "Ey Resulüm, de ki, eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin..."(Tevbe,3) dedim. O halde, sen de bunu, açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

26) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "ben sana karşı, bir babanın çocuğuna karşı duyacağı şefkatten daha fazla şefkat duymadım mı? Hem sonra, kişinin babasının yanında aç ve çıplak kalması, yabancıların yanında tok kalmasından daha güzeldir. Nasıl böyle olmasın ki?! Açlık, onlar içindir. Zira onların putları hayattan uzak ve aç, bütün sıfatlardan ise soyutlanmışlardır.

Ve üstelik onlar, ilimden nasibsiz, takvadan halidirler. Sense Beni denedin. Ben seni yetim, kaybolmuş ve fakir bulmadım mı? Senin kalbini genişletmedim mi? Ebû Bekir es-Sıddîk'ı, sana bir hazine; Ömer el-Faruk'u heybet; Osman'ı (mali yönden) bir destek; Ali'yi de, ilmin kalesi olarak vermedim mi? Senin beldeni harap etmeye çalışırlarken o fil ordusunun hakkından gelmedim mi? Kuş ve ya yolculukları hususunda, atalarına kafi gelmedim mi? Sana, kevser'i vermedim mi? Senin hasmının zürriyetsiz olduğunu söylemeyi üstlenmedim mi? Senin deden (Hz. İbrahim), putları kırıp geçirdikten sonra bu putlar hakkında, "Niçin, duymayan görmeyen ve sana hiç faydası olmayan şeylere tapıyorsun?.."(Meryem,42) demedi mi? O halde, sen de bu putlardan uzak ve beri olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler ben sizin taptıklarınıza tapmam" de."

27) Allah Teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: "Ben sana, "Allah'ı, atalarınızı anmanız gibi ya da daha ileri derecede anınız... "(Bakara, 200) ayetini indirmedim mi? Hem sonra, birisi, senin iki baban olduğunu söylese, öfkelenir, bunu kesinlikle kabul etmez ve bu husustaki tavrını alabildiğine ortaya kor ve hatta, "Ben evlilikden doğmuş bir çocuğum... Zinadan doğmuş bir çocuk değil!" dersin. Binâenaleyh, sen, doğum hususunda bir ortaklığın bulunduğunun söylenmesi durumunda susmadığına göre, ibadetteki ortaklığın bulunması halinde nasıl susarsın? Tam aksine, bunu kabul edemeyeceğini ortaya koy ve bu hususu, çok net bir biçimde nefyederek, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

28) Cenâb-ı Hak adeta şöyle der: "Ben sana, "Yaratan, hiç, yaratmayan gibi olur mu? Tezekkür etmez misin?!"(Nahl, 17) ayetini indirmedim mi? Ve ben, yaratan ilah (Allah) ile, cansız putları, mabudiyette bir sayan, müsavi addeden kimselerin aklı olmadığına; tam aksine, mecnun ve deli olduklarına hükmettim. Sonra ben, yemin ederek, "Nûn... Kaleme ve yazdıkları şeylere yemin olsun ki, Sen, Rabbinin nimeti sebebiyle bir mecnun değilsin..."(Kalem, 1-2) dedim. Halbuki kafiler, senin mecnun olduğunu söylerler!.. Binâenaleyh sen, onların sözlerini, açıkça reddet. Çünkü, böyle demen, benim, şirk ayıbından beri ve uzak olduğunu; senin de, delilik ve cürüm kusurundan uzak olduğunu ifade eder. O halde sen, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam..." de..."

29) O kafirler, putlarına, "ilah" adını verdiler. Halbuki, isimde müştereklik, mana ve özde de müşterekliği gerektirmez. Baksana, erkek ve kadın, insan olma hususunda hakikat bakımından müşterektirler. Ama, daha bilgili ve iktidarlı oldukları için, yöneticilik kocaların payıdır. Yani kim daha bilgili ve daha iktidarlı ise, hüküm vermede, haklarının tümü onundur. Binâenaleyh, kesinlikle, kudret ve ilim namına bir şeyi bulunmayan kimsenin değer verip hüküm biçmede nasıl hakki olabilir?

Burada şu da denebilir: İki erkek ve kadının kendi hanımları olduğunu iddia etseler de, bu hususta anlassalar, bu caiz olmaz. Hatta, bunlardan herbiri, o kadının kendi eşi olduğuna dair beyyine getirse bile, bu kadının onlardan birinin hanımı olduğuna hükmedilmez. İki kimse arasında müşterek olarak alınmış olan cariye de, bunlardan biri için helal olmaz.

Binâenaleyh, iki koca için bir eşin olması ve cinsi münasebetin helal olması hususunda, iki efendi arasında bir cariyenin, bu manada kullanılması caiz olmadığına göre, iki mabûd arasında bir abid nasıl düşünülebilir?! Bunu da geçelim, kim, iki kocanın bir ay biri için, bir ay da diğeri için olmak üzere, bir kadının helal olduğu hususunda anlaşabileceklerini caiz addederse, kafir olur... Şimdi,, ilah ile put arasında bir anlaşmanın olabileceğini caiz gören, kafir olmaz mı? Buna göre Cenâb-ı Hak, Resulüne sanki, "Bu söz ve bu teklif, son derece çirkin bir söz ve tekliftir. Binâenaleyh, sen, bunu alamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

30) Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Hani ben sana, "Ey Resulüm, eşlerine söyle; eğer dünya hayatını ve onun süsünü istiyorlarsa..." (Ahzab, 28-29) ayetlerini indirdiğimi, sonra da sen, Aişe'nin dünyayı tercih edeceğinden endişelenip de ona, "Ebeveynine danışmadan, bu konuda sakın bir şey söyleme..." demiştin de, o da, 'Bu hususta mı ana-babama danışacağım?! Tam aksine ben, Allah'ı, Resûlüllah'ı ve ahiret gününü tercih ediyorum" demişti. Unuttun mu? Demek ki, nâkısâtu'l-akl olan kadın bile,benim rızama ters olan şeyler hususunda duraklamazken göklerin ve yerin Cebbarı ben olduğum halde, sen, benim rızam ve emrime ters olan şey hususunda duraklar mısın? O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de..

31) Allah Teâlâ adeta şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, "Kim, Allah'a ve Ahiret gününe iman ederse, töhmet mahallesinde durmaz..." dememiş miydin? Hatta bazı meşayih efendiler, kendisinden ayrılmayı isteyen müridlerine, "Hükümdardan korkma..." derler. Mürid, "niçin?" deyince de, şeyh, "Çünkü hükümdar, insanları, şu iki hatadan birine düşürür: İnsanlar, sultanın, onun, alim ve zahid kimselerle içli dışlı olduğu için, dindar olduğuna, yahut da, senin de hükümdar gibi fasık olduğuna inanırlar ki, bu ikisi de hatadır, yanlıştır.

Binâenaleyh, töhmet getiren yerlerden uzak durmanın gerektiği sabit olduğuna göre, ey Muhammed, senin bu söz ve teklif karşısında susman, sana, buna razı olduğun şeklinde bir töhmeti yöneltir. Özellikle, daha önce şeytan, senin okuman arasına, "Bunlar işte yüce kuğulardır. Şefaatları umulur" diye de bir söz sokmuşken... Öyleyse, sen kendinden işte bu töhmeti sil de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.."

32) Görünür alem olan bu alemde haklar, ikiye ayrılır:

a) Senin himayesi altında bulunduğun kimselerin hakkı ki, bu, senin mevlandır.

b) Senin himayen altında bulunan kimselerin hakkı ki, bu da, çocuktur. Ama, gel gör ki, biz, mevlaya yapılan hizmetin, çocuğun eğitilmesinden önce geldiği hususunda ittifak etmişizdir. Binâenaleyh, mecazi manadaki mevlanın hakkı önce olduğuna göre, hakiki manadaki Mevla'nın hakkı, haydi haydi önce olur. Öte yandan, rivayet olunduğuna göre, Hz. Ali (r.a), Ebû Cehil'in kızı ile evlenmesi hususunda Hz. Peygamber (s.a.s)'den müsaade istedi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buna canı sıkılaraka, "İzin vermem, izin vermem, izin vermem." Çünkü Fatıma, benim bir parçamdır. Onu üzecek olan şey, beni üzer; onu sevindiren şey, beni sevindirir. Allah da, kendi düşmanının kızıyla kendisinin habibinin kızını bir araya getirmez..." demişti.

Buna göre Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek istemiştir: "Sen orada, çocuğunun hakkını nazar-ı dikkate alarak, bu işin olamayacağını açıkça ifade ettin ve bunu, birkaç kez tekrarladın. Şu halde senin burada, Mevlâ'nın hakkını nazar-ı dikkate alarak, bunu kabul etmeyeceğini açıkça, tekrar tekrar söylemen daha evladır. O halde, "Ey o kafirler, sizin taptıklarınıza tapmam. Ve, kalbimde, habibe olan taat ile düşmanın taatını birleştirmem..." de.."

33) Ey Muhammed, sen, Ömer'e, "cennette bir köşk gördüm. Bunun üzerine, "Bu kimindir?" dedin de, sana, "Kureyş'ten bir gencin..." diye cevap verildi de, bunun üzerine sen de, "Kimdir o genç?" demiştin de, onlar da, "Ömer..." demişlerdi. Sen, "Ömer'in kıskançlığından korktum da, oraya girmedim..." dedin... Öyle ki, Ömer, "Ey Allah'ın Resulü, seni de kıskanır mıyım?" demişti. Şimdi buna göre, Cenâb-ı Hak adeta şöyle demek ister: "Sen, Ömer'in kıskançlığını nazar-ı dikkate alarak, onun köşküne girmedin... Şimdi sen, senin kalbine, Ben'den başkasının taatinin girmesi hususunda, Benim kıskançlığımdan çekinmez misin? Orada sen, bunun olamayacağını açıkça ifade et ve "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam... de..."

34) "Benim sana olan nimetimin, annenizi nimetlerinden aşağı olduğunu zanneder misin?"

Seni, terbiye etmedim mi? Seni, yaratmadım mı? Sana rızik vermedim mi? Sana, hayat, kudret ve akıl verip, hidayet ve tevfikimi sana nasib etmedim mi? Sonra sen, bir zamanlar, aklı henüz gelişmemiş olan bir çocuktun. Sadece, annenin terbiyesini biliyordun. Çünkü sen, annenden daha güzel, daha iyi ve daha cömert bir kadın, meme vermek için kucağına alsaydı, sen nefretini izhar eder ve ağlardın. Eğer o kadın, sana meme verecek olsaydı, "Ben, annemden başkasını istemem. Zira, bana ilk nimet veren odur" dercesine, ağzını yumardın. Şu halde, senin bu hususta nefretini ortaya koyman ve "Ben, Rabbimden başkasına ibadet etmem, zira O, bana en ilk nimet verendir" demen, daha evla ve uygundur. O halde, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de...

35) Yedirip içirme nimeti, akıl ve nübüvvet nimetinden daha aşağıdadır. Sonra sen biliyorsun ki, koyun ve köpek, yedirip içirme nimetini unutmazlar, kendisini doyurandan başkasına dönüp bakmazlar. Peki, insanın, kendisinin yokdan var edilmesi ve kendisine çeşitli nimetler lütfedil meşini unutması nasıl uygun düşer? Hele bu husus, mahlukatın en efdali hakkında nasıl düşünülebilir? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

36) Şafiî'ye göre, nafakayı temin edemeyen kocanın karısından ayrılma hakkı vardır. Dolayısıyla sen, dost ve akrabalarından herhangi fayda ve destek bulamadığına göre, onlaria içice olsan bile, senin de onlardan ayrılma hakkın doğar. Çünkü, senin atan Hz. İbrahim, "Duymayan, görmeyen ve sana herhangi bir faydası olmayan şeylere niçin ibadet ediyorsun..."(Meryem,42) demiştir. Senin onlarla içice olduğun farzedilse bile, onlardan ayrılman ve onları terketmen gerekir, halbuki, kaldı ki, sen onlarla içice de değilsin. Şimdi, senin, onlarla içice olmaya yaklaşmayı düşünmen, sana uygun düşer mi? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

37) Bu kafirler, aşırı ahmak oldukları için, ilahların çok oluşunu, tıpkı kendisi sebebiyle zenginliğin arttığı maldaki çokluk gibi zannetmişlerdir. Halbuki durum, hiç de böyle değildir. Tam aksine bu durum, kendisi sebebiyle ihtiyaçların arttığı, ailedeki çokluk gibidir. O halde, ey Muhammed, de ki, benim tek bir ilahım var. Geceleyin, O'nun için namaz kılar, gündüz de onun için oruç tutarım. Ama, henüz ben, O'nun verdiği nimetlerin zerrelerinden tekinin hakkını bile ödeyemedim. O halde-, daha nasıl, ben, birçok ilahlar uydurup onlara ibadet edebilirim? Binâenaleyh, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam!" de.

38) Cebrail (a.s), Hz. Meryem için, insan şekline girince, Hz. Meryem, "Doğrusu ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer sen fenalıktan bihakkın çekinen isen (çekil yanımdan)" (Meryem, 18) dedi ve Allah'ı bırakıp da Cebrail (a.s)'e meyletmekten, Allah'a sığındı. Şimdi sen, mükemmel bir insan, bir erkek olmana rağmen, görülen putlara meyletmeye razı olur mu? O halde, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..."

39) Ebû Hanife'ye göre, kocanın, nafakayı temin edememesi veya, arız olan bir cinsî iktidarsızlık sebebiyle eşlerin birbirlerinden ayrılma hakları doğmaz. Zira koca, ailenin işlerini üstlenen birisidir. Binâenaleyh, kusurlu olması sebebiyle, kocanın bu işleri deruhte etmesinden kaçınması doğru olmaz. Şimdi, Cenâb-ı Hak da, "Herhangi bir kusuru olmadığı halde, senin işlerini üstlenen benim. Binâenaleyh, benden yüz çevirmen nasıl düşünülebilir. O halde, de ki, "ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam.." denilmek istenmiştir.

40) Bu kafirler, kendilerini yaratanın Allah olduğunu kabul etmektedirler. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şayet sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı diye soracak olursan, "Allah" derler"{Lokman, 25) buyurmuştur. Yine bir başka ayetinde de, "Bana söyleyin bakalım, onlardan arzın herhangi bir kısmını yaratan var mıdır?" (Ahkaf, 4) buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta, "Bu ortaklık, eğer, "Müzara'a" ortaklığı ise, bu batıldır. Çünkü, tohum, emek, sulama ve koruma... hepsi benden. Putların yaptığı ne?.. Veyahut da bu ortaklık, "vücûh-şöhret" ortaklığı otur. Halbuki bu da olamaz. Baksana putlar, benden daha çok meşhur ve benden daha çok tanınmışlardır. Veya bu ortakçılık beden ortaklığıdır. Halbuki bu da olamaz; çünkü, böyle bir ortaklık cins birliğini gerektirir...

Veyahut da bu ortaklık, "inan ortaklığı" (eşit derecede ortaklık)dır. Bu da olamaz; çünkü burada bir nisab-oran olması gerekir?.. Ama, putların nisabı nedir? Yahut da Cenâb-ı Hak şöyle demek istemiştir: Bu, bir ortaklık değildir. Ne var ki putlar, cebren ve zorla, mülkten paylarını almaktadırlar. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Siz, ne biçim cahil kimselersiniz? Yaptığınız bu putlar, sinekten daha acizdir. Allah " Allah'ı bırakıp da taptığınız o putlar, kesinlikle, bir sineği dahi yaratamazlar"(Hac, 73) buyurmuştur. Binâenaleyh, tohumu yaratan da, onu toprağa atan da, emeği veren de, sulayan da, koruyan da benim. Ama, gel gör ki, sinekten daha aciz olan kimseler zorla ve cebren, benden pay alıyorlar. Bu, akıllı kimseye yakışan bir hüküm değildir. O halde, "Ey o kafirler, ben, sizin taptıklarınıza tapmam" de.

41) Varlık alemindeki her zerre, akılları, Cenâb-ı Hakk'ın zatını ve sıfatlarını tanımaya davet etmektedir. Cenâbı Hakk'ın kanunlarını bilmeye davet edenler ise, salat-ü selam onlara olsun, peygamberlerdir. Her sinek, karasinek ve sivrisinek, Cenâb-ı Hakk'ın zat ve sıfatlarının bilinip tanınmasına davet edince, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, sineği, hatta küçüklükte ondan daha ileri olan bir mahluku mesel olarak getirmekten çekinmez..." (Bakara,26) buyurmuştur. Bu böyledir, zira bu sinekler, zat ve sıfatlarınızın sonradan yaratılmış olmaları sebebiyle, Allah'ın kudretinin tanınmasına; o ilginç yapılarıyla, Allah'ın ilminin ne denli yüce olduğuna ve zat ve sıfatlarının belli bir ölçüde tutulmuş olmaları sebebiyle de, Allah'ın irade sıfatının mevcudiyetine sevkederler.

Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Bu gibi şeylerden niçin sakınırsın?" demek istemiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hz.Ömer (r.a), halife olduğu günlerde, pazara girdi ve bir işkembe alarak, geri döndü. Bunu, uzaktan, Hz. Ali (r.a) gördü ve onu karşılar ve ona, "Niçin yolunu değiştirdin?" der. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a), "Utanmayasın, çekinmeyesin diye..." deyince, Hz. Ömer (r.a), "Benim olan şeyi taşımaktan niye çekineyim..." dedi. Şimdi, Cenâb-ı Hak da adeta şöyle demek istemiştir: "Ömer, dünyevi gıdası olan o işkembeyi taşımaktan çekinmeyince, sana dini bir gıda (ders) veren o sinekten bahsetmekten niçin çekineyim?".

Öte yandan Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek ister: Nemrud, Allah'tık iddiasına girişince, o sinek, onun ilah olamayacağını haykırmaya başladı. Binâenaleyh, bu kafirler, seni şirke davet edince, sen onlara bunun olamayacağını haykırmak ve açıkça bunu reddetmez misin? O halde de ki, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." Firavun, uluhiyyet iddiasında bulununca, Cebrail (a.s) onun ağzını çamurla tıkadı. Şimdi, eğer sen, güçsüz ve acizsen, herhalde, Nemrud'a musallat olan sinekten daha aciz değilsin. Eğer güçlü isen, Cebrail (a.s)'den daha kuvvetli değilsin.

Binâenaleyh, bu teklifin kabul edilemez bir şey olduğunu açıkça ifade et de, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

42) Cenâb-ı Hak adeta, şöyle demek ister: "Ey Muhammed, sen, bizatihi lisanen, "Ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de. Ve bunu bana borç olarak bırak. Çünkü ben, senin bu borcunu en güzel bir biçimde öderim. Baksana, o hristiyan, "Muhammed'in, Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederim" deyince, ben, "Hristiyanlıktan uzaklaştığını açıkça ifade etmediğin sürece bununla yetinmem..." dedim. Binâenaleyh Ben, her mükellefe, senin dinine muhalif her dinden ayrıldığını lisanıyla, açıkça ifade etmesini farz kıldığıma göre, sen de, Benden başka her mabudu açıkça reddedeceğini kendine vacib kıl da, "Ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." de.

43) Hz. Musa (a.s)'nın fıtratında sertlik vardı. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak onu Firavun'a gönderince, ona, 'Ve ona yumuşak söz söyleyiniz..." (Tahâ, 44) denildi. Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i de insanlara peygamber olarak gönderince, aşırı derece merhametli olduğuna dikkat çekmek için, ona, sertlik göstermesi emredildi de, ona, "De ki, ey o kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam..." denildi.

Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 23/487-497.
Devamını Oku »

Kalem Suresi 42.Ayet Tefsiri



O gün hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başlar.

Âyette geçen "sâk" kelimesi, lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk" mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir. Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd (r.a)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v) Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbimiz sâk'ını açar, derhal ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur kalır".

Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir tamamlama halinde zikredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh Sened'inde, Taberâni, Darkutni Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes'ud'dan Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü insanları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı, kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler.

Hz. İsa'ya tapanlara İsa (a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza, hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine gösterilir. Müslümanlar da diz çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler, bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz Rabbinizi görseniz ne ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler ki: "Sak'tan açar".

O vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması" gerçeğin ortaya çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak bir şiddet ve dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma imkanımız yoktur.

Bu bakımdan burada da gibi bir simge vardır. Fakat müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler bunlardan Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar, gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle olacağına inanmışlardır.
 Zemahşeri der ki: "Sâk'ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları meselesindendir."


Fahreddin er-Râzi de şöyle der: Sâk'ın tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:


Birincisi: Şiddettir. İbnü Abbas'a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir: Size Kur'ân'dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirde araştırın. Çünkü şiir Arab'ın Divan'ıdır. Şairin şu sözünü işitmediniz mi?


"Senin kavminin boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire alevlendi".


 O gam, keder ve sıkıntı günüdür. Mücahid de ibn Abbas'tan bu günün, kıyametin en şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir. Dilciler bu anlamda birçok beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin, "sâk" kelimesinin şiddet mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir. Yüce Allah'a hakiki mânâda "sâk" yani bacak isnat etmenin kesin delillerle imkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu ortaya çıkar.


İkinci görüş: Bu, Ebu Saidi Dariri'nin görüşüdür. Bir şeyin sâk'ı demek, onu ayakta tutan aslı demektir. Yani "durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün" demektir. Kıyamet günü her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya çıkacaktır.


Üçüncü görüş: Cehennem'in sâkı veya Arş'ın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı demektir. Fakat âyet sadece bir sâk'a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.


Dördüncüsü: Müşebbihe'nin yani Allah'ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah'ın sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü Mesud hadisi gibi gelen bazı rivayetleri bir cismin baldırı şeklinde anlamak batıldır ve âyette "sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.

Hâtim demiştir ki:
 "Harbin kardeşi harbe alışıp onunla tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."


İbnü Rukayyat da şöyle demiştir:


"O dehşet, ihtiyara oğullarını unutturur ve gözden sakınılan namuslu hanım kızların baldırlarını açtırır."


Şu halde âyetinin mânâsı, "hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün" demektir. Yoksa ne baldır vardır, ne de açma. Nitekim, kolları kesik fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında "eli bağlı" denilir. Oysa ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak cimrilik için söylenmiş bir meseledir. Burada Allah'ın insan gibi baldırı olduğu zannına kapılana gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan ilmini iyi bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman, sâk'ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri şiddetlenip iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyamet günü "en büyük feryat" tır.


Bugün hakkında da iki görüş vardır:


Birincisi: Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet günüdür.


İkincisi: Ebu Müslim'in görüşüdür ki bugün kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim şöyle der: Bunun kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira bugünün özellikleri anlatılırken "secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur. Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya kişinin dünyadaki son günüdür. "Melekleri görecekleri gün, o gün müjde yoktur." (Furkan, 25/22) buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak görürler. Sonra insanları görür, vakti gelince namaza çağırırlar kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit "Daha önce iman etmemiş kimseye o gün imanı fayda vermez."(En'âm, 6/158) buyurulduğu üzere daha önceden îmana gelmemiş bir nefsin o anda îman etmesi fayda sağlamaz.


Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa "Sağ salim kişiler oldukları halde secdeye çağrılıyorlardı". O zaman bugün başlarında bulunan dertleri yoktu. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip gözleriyle gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya acizlik ve ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki âyetin lafzını, Ebu Müslim'in dediği gibi yorumlamak mümkündür. Fakat onun, "Kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir." demesi doğru değildir. Çünkü bu secdeye çağırma yükümlülük yoluyla değil, başa vurmak ve utandırmak içindir .Ve secdeye cağrıldıklarında ellerinden güçleri alınacak ve güçleri ile kendilerinin arasına bir set çekilmiş bulunacaktır ki, vaktiyle sağ ve esenlikte iken yaptıkları aşırılık ve kusurdan dolayı kederleri ve pişmanlıkları artsın.


Ebu Hayyan da der ki: Sâk'ın açılması, olayın şiddetinden ve gittikçe büyümesinden kinayedir. Mücahid şöyle demiştir: Bu şiddet, kıyametin ilk saati olup en kötüsüdür. Hadiste gelen "O gün baldır onlara açılır." ifadesi de yine o günkü şiddete yorumlanır. Bu Arap dilinde yaygın bir mecazdır. Hâtim'in az önce geçen beytinden başka, bir diğer şair şöyle der:


"Baldırını açan, kıpkırmızı, etleri ta dibinden yontan bir senede nefsime, nefsimin korkusuna ve atların yiyeceklerine saldırmalarına şaştım."


Diğer bir şair de şöyle der:


"Paçasını sıvadı, saldırın. Harp size ciddileşti, siz de ciddileşin."


Bir başka şair ise şöyle der:


"Devamlı bir kötülüğün kızıştığı ve harbin bizimle bir ayak üzerine dikildiği zamanın önünde sabredin, dayanın."


Bir şair de demiştir ki:


"Savaş onlara paçasını sıvadı ve kötülükten bârihler ortaya çıktı." Bârih, avcının sağında görünüp de soluna doğru geçen ava denir ki Arap bunu uğursuzluk sayardı. Burada "bevârih" yerine rivayeti de vardır ki, "açık" demektir.


İbnü Abbas demiştir ki demek, demektir. Ebu Übeyde de demiştir ki: Bu kelime, şiddet mânâsını ifade etmede kullanılır. "Çemrendi" yani kol, etek ve paçasını sıvadı mânâsına denir. Bundan dolayı Arap kıtlık senesine "bu sene paçalarını sıvadı" der. "Sâk" kelimesinin belirsiz olarak getirilmesi de Zemahşerî'nin dediği gibi, alışılıp bilinen bir şiddetin dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir. "O çağırıcının, görülmemiş dehşetli bir şeye çağıracağı gün"(Kamer, 54/6) âyetinde olduğu gibi, "pek şiddetli korkunç bir durumun olacağı gün" denilmiş gibidir.


Bunlardan sonra biz de şunu kaydedelim ki:


Birincisi, herhangi bir isim tamlamasının asıl mânâsı, bir şeyin diğer bir şeye ait olduğunu göstermektir. Burada tamlanan ile tamlayan arasında, bir bütün ile onun bir parçası arasındaki bir oranın varlığı gerekmez. Bu oranın özelliği, tamlanan ile tamlayanın durumuna göre ortaya çıkar. Onun için "Hiçbir şey onun benzeri olamaz."(Şura, 42/11) vasfını taşıyan yüce Allah'a nisbet edilen herhangi bir şeyde el, ayak, baldır, ev, ruh gibi bir benzetmeyi andırsın veya andırmasın, bunların hiçbirinde tamlayanın tamlananın parçası olduğu anlamını çıkarmaya çalışmak doğru olmaz. Mesela "Allah'ın eli" tamlamasında, el'in Allah'ın bir parçası olduğu anlamını çıkarmak doğru olmaz. Zira yüce Allah cüzlere ve parçalara ayrılmaktan uzak bir tek varlıktır.


İkinci olarak, âyetin açıklanmasına delil olarak getirilen şiirlerde geçen "teşmir-i sâk" ile "keşf-i sâk" açıklamış oldukları gibi hakikat ve mecaz da aynı kaynaktan ve aynı mânâda olmakla birlikte, biz bunların aralarında, kullanılış şekillerine göre biraz bir fark da hissediyoruz. Teşmir-i sâk, paçayı sıvamak veya çemremek, yerine göre toplanmak, hazırlanmak, sakıncalı bir şeyden korunarak ciddiyet ve özenle işe sıvanmak, şiddet göstermek anlamlarını ifade ettiği gibi, "keşf-i sâk, veya "keşf an sâk" örtülü bir hakikatin içerden dışarıya, aşağıdan yukarıya doğru bir uçtan kendini açık bir şekilde göze veya kalp gözüne göstermesi, kendini tanıtması anlamını ifade eder.


Kuşkusuz bu, idrakin açıklığında bir şiddet ve heyecanın varlığını hissettirir. Fakat bu şiddetin bir korku veya arzu, bir güç veya zayıflık, bir elem veya lezzet ifade etmesi, ortaya çıkan bu hakikatin özelliği ile onu idrak edenlerin ona olan ilgilerine bağlıdır. "Harp baldırını açtı" ve "falan kahraman baldırını açıverdi" denilmekle "zafer baldırını açtı", "murat bir uçtan kendini gösterdi", "canân baldırını açıverdi" denilmesi arasında açıklık açısından bir fark olmaz ise de, ifade ettikleri etki ve heyecan açısından fark vardır. Onun için Neml sûresinde "Belkıs baldırını açtı"(Neml, 27/44) buyrulduğu şekilde Belkıs'ın baldırını açması onun gücünü değil, zayıflık ve kusurunu anlatmıştı.


Keşşaf'ın kısaca yapılan açıklamasında bu iki yöne de işaret vardır. Bir de Alûsî'nin naklettiği üzere Abd b. Humeyd'in rivayet ettiğine göre Rebi b. Enes demiştir ki: O gün örtünün kaldırılacağı, perdenin açılacağı gündür. Beyhakî de İbnü Abbas'tan, "Durumun anlaşılacağı, amellerin ortaya çıkacağı gündür." diye rivayet etmiştir.


Said b. Cübeyr bu âyette "sâk" kelimesinin yüce Allah'a nisbet edilmesini kabul etmemiş ve bu âyetin mânâsı sorulduğunda şiddetle öfkelenip şöyle demiştir: "Birtakım kişiler, yüce Alah kendi baldırını açar zannediyorlar. Oysa yüce Allah şiddetli durumu açıp ortaya çıkarır." O halde hadisi de bu şekilde anlamak gerekir.


İşte bu sunduğumuz sebeplerden dolayı biz burada, âyet-i kerimesinde "keşf-i sâk" tabirinden, müslümanın imanıyla beklediği ve suçlunun kaçındığı hakkın veya hak hükmün görünmeyen âlemden görünen âleme kendini bir uçtan göstermeye başlaması mânâsını anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı şiddet ve dehşet içinde de suçlulara sırf elem olan korkunç bir kahroluş ve ezilme, müslümanlara da aynı korkunç olay içinde murat kapısını açan albenili bir heves ve yücelik heyecanı seziyoruz. Çünkü suçluların bütün ortaklarıyla beraber topuna şiddetli bir tehdit ve uyarı olan bu âyet, müslümanlara bir vaad ve müjde olmak üzere Peygamber'e hitap edilirken söylenmiştir. "gelsinler" emri, (gün) sözüyle ilgilidir. Yani "o gün gelsinler" demektir. "hatırla" gibi, metinde söylenmemiş olan bir fiille veya daha sonra gelecek olan "onları saracak" fiili ile alâkalı da olabilir.


Buna göre mânâyı şöyle özetleyebiliriz: Gelsinler, yahut haber ver ki gelecekler, o kıyamet günü ki şimdi bakışlardan gizli olan hakkın hükmü görünmeye, hakikat perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslümanların arzu ettiği, suçlulara ise düşüklük ve felaket olan gaye bir uçtan kendini göstermeye başlayacak. Ve secdeye çağrılacaklar. Hakka boyun eğmek istemeyen, istedikleri gibi hüküm verip fenalıktan korunmayan, istedikleri gibi yaşamayı arzu eden o suçlular, inkârcılar, ortaklarıyla beraber birer birer veya alay alay, "Kalkın bakalım vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin, teslim olun, tam bir hürmet ve saygıyla secdeye kapanın, yüzlerinizi yere koyun, haddinizi anlayın." diye zelil etmek ve kınamak için çağrılacaklar. O zaman secdeye kapanmak için can atacaklar fakat güçleri yetmeyecek.

Elmalılı Hamdi Yazır - Kuran-ı Kerim Tefsiri
Devamını Oku »

İnsan Eşref-i Mahlûkattır



"Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır. Onlara karada ve denizde taşıyacak (vasıtalar) verdik. Onlara güzel güzel rızıklar nasib ettik. Onları, yarattığımız şeylerin birçoğundan cidden üstün kıldık" (İsra. 70).

Bil ki bu ayetin maksadı, Allah'ın insana verdiği o yüce ve kıymetli nimetlerinden bir diğer çeşidini dile getirmektir. Bunlar, sayesinde insanların başka varlıklardan üstün kılındığı nimetlerdir. Allah Teâlâ bu ayette, dört nimet zikretmiştir:

İnsan Ruhunun Önemi

Birinci Nevi: Bu "Andolsun ki biz, âdemoğullarının üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır"ayetinin anlattığı husustur. Bil ki insan ruh ve bedenden mürekkeb bir cevherdir. Binâenaleyh insanın ruhu, süflî âlemde (dünyada) mevcut bulunan en kıymetli rûh, bedeni de yeryüzündeki en kıymetli maddedir. İnsanın ruhundaki bu kıymetliliği şöyle izah edilir: İnsan ruhunun (nefsinin), üç asıl kuvveti vardır: Gıda alma (yeme), büyüme ve üreme. Canlıların ruhlarının, ister zahirî, ister bâtını olsun, iki kuvveti vardır: Birisi, hissetmeleri diğeri ise ihtiyarî olarak hareket etmeleridir. Binâenaleyh bu beş kuvvet, yani gıda alma, büyüme,üreme, his ve hareket, insan ruhu (nefsi) için de vardır. Ama insan ruhuna bunlardan başka bir kuvvet daha verilmiştir. Bu da, eşyanın hakikatini olduğu gibi idrâk eden, anlayan akıl kuvvetidir. Bu kuvvet, kendisinde marifetullah nurunun tecellî ettiği, Allah'ın kibriyasının ışığının parladığı bir kuvvettir. Bu kuvvet, mahlûkât aleminin ve emirlerin sır ve hikmetlerine muttalî olan, Allah'ın yaratıklarındaki çeşitli ruh ve maddeleri olduğu gibi anlayan bir kuvvettir.

Bu kuvvet, kutsi cevherlerin ve ilahî mücerred ruhların aşılaması ile meydana gelir. Bu kuvvet şeref ve fazilet bakımından nebatî ve hayvani olan o beş kuvvete nisbet edilemez. Durum böyle olunca, insan ruhunun (nefsinin), bu âlemde mevcut olan en şerefli ruh olduğu ortaya çıkar. Aklî kuvvetin faziletleri (üstünlükleri ) ile maddî kuvvetlerin noksanlıklarını bilmek istersen, bizim bu kitapta,"Allah göklerin ve yerin nurudur" (Nur.35) ayetinin tefsirinde yazdığımız şeyleri iyi düşün.Biz, orada aklî kuvvetlerin, maddî kuvvetlerden daha üstün ve yüce olduğunu anlatmak için,yirmi izah yaptık. Binâenaleyh bunları tekrar etmenin manası yok.

İnsanın Bedeninin Önemi

İnsan bedeninin, âlemdeki bütün maddelerden daha kıymetli olduğunu izah hususunda müfessirler, ayetteki, "Andolsun ki biz, âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kıldık"buyruğunu tefsir için, çok çeşitli faziletler (üstünlükler) zikretmiş ve şunları söylemişlerdir:

1) Meymûn b. Mihran, İbn Abbas (r.a)'ın, bu ayet hususunda "insan hariç, herşey ağzıyla alır yer, insan ise, eliyle alır yer" demiştir. Şöyle bir hâdise anlatılır: Harun Reşid'in yanında bir sofra hazırlanmış ve halife kaşık istemiş. Sofrada bulunanlar içerisinde İmam Ebû Yusuf da bulunmaktadır. Bunun üzerine Ebu Yusuf ona: "Hak Teâlâ'nın, "Andolsun ki biz,âdemoğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kılmışızdır" ayetinin tefsiri hususunda ceddin (atan) İbn Abbas (r.a)'dan: "Biz insanlara, sayesinde yemek yiyecekleri eller vererek, onu şereflendirdik" şeklinde bir açıklama rivayet edilir" dedi. Bunun üzerine Harun Reşid kaşığı bırakıp, elleriyle yemeğe başladı."

2) Dahhâk, bu ayete: "İnsana konuşma ve eşyayı birbirinden ayırdetme özelliği vererek, onu kerim kıldık" manası vermiştir ki, bu sözün özü şudur: Birşeyi tanıyan kimse, ya onu bildiğini başkasına bildirmekten acizdir, yahut da onu bildirmeye muktedirdir. Birinci ihtimale gelince,insan hariç, bütün canlıların durumu böyledir. Çünkü onun içinde bir elem veya lezzet meydana geldiğinde, o bu şeyleri tam olarak ve yerli yerinde anlatmaktan âcizdir. İkinci ihtimale gelince, bu insanın halidir. Çünkü insanın başkasına, tanıdığı, bildiği, hissettiği herşeyi anlatması, ona vâkıf olması ve onu çepeçevre kuşatması mümkündür. Binâenaleyh onun bu tür anlatımlara muktedir olması, nâtık (konuşan varlık) oluşundan kastedilen şeydir.

Bu izaha göre dilsiz insanın da bu vasfa dâhil olduğu ortaya çıkar. Çünkü o, kalbindekini ve kafasındakini bizzat dili ile başkasına anlatmaktan âciz ise de, onun bunu işaret, yazma ve benzeri yollarla anlatması mümkündür. Bu özellik, papağanda bile yoktur. Çünkü her nekadar bazı şeyleri söyleyebiliyorsa da, herşeyi tam ve mükemmel bir biçimde anlatıp söyleme gücü yoktur.

3) Atâ bu ayete, "Boyunu boşunu uzatmak, (dik yürütmek suretiyle) insanı şereflendirdik"manasını vermiştir. Bil ki bu söz tam değildir. Çünkü ağaçlar, insandan daha uzun ve diktir.Atâ'nın burada, "İnsanın aklî, hissî ve harekî kuvvetlerinin mükemmel olmasının yanısıra,boyunun da uzun olması" şeklinde bir kayıt koyması gerekirdi.

4) Yine Atâ bu ifadeyi, "Ona en güzel bir bünye vererek" diye tefsir etmiştir. Bunun delili, "O size suret verdi, hem suretlerinizi (şekillerinizi) de güzel yaptı" T(egâbûn,3) ayetidir. Allah Teâlâ, insanın yaratılışından bahsedince, "Suret yapanların en güzeli olan Allah'ın sânı ne yücedir"{Müminûn. 14) buyurmuştur. Yine o, "(Biz) Allah'ın boyası ile (boyanmışızdır),Allah'dan daha güze! boyası olan /cim?"(Bakara. 138) buyurmuştur. İstersen insanın herhangi bir uzvunu, mesela gözünü ele al: Cenâb-ı Allah gözbebeğini siyah olarak yaratmış,sonra o siyah noktayı, gözün akı ile kuşatmış, o akı da, kenarların siyahı ile kuşatmış, sonra da bu kenarları, göz kapaklarının akı (açık rengi) ile kuşatmış, sonra da göz kapaklarının beyazının üstünde iki siyah kaş yaratmış, bu iki siyah kaşın üstünde, ak alnı halketmiş, sonra da bu ak alın üzerinde siyah saçları yaratmıştır. Bu tek şey, sana bu konuda bir misal olsun.

5) Bazı kimseler, insan oğluna verilen en büyük şerefin, Allah'ın ona yazı yazma kabiliyetini vermesi olduğunu söylemişlerdir. Bu hususta sözün Özü şudur: İnsanın, istinbata (hüküm çıkarmaya-fikir yürütmeye) yarayacak, kafasındaki bilgisi az ve yetersizdir. Ama insan bir bilgi ortaya koyup, onu kitaplara yazdığında, bir diğeri gelip o yazılan şeyden istifade ettiğinde ve kendisindeki bilgiyi de buna kattığında ve bu iş böylece ard arda sürüp gittiğinde, her sonra gelen, öncekilerin bilgi ve tecrübelerine yeni birçok şeyler kattığında, ilim çoğalır, fazilet ve bilgi kuvvetlenir. Aklî araştırmalar ve şer'î (dinî) gayeler, en mükemmel noktasına ve zirveye ulaşır. Bunun böyle olmasının, ancak yazı ile mümkün olacağı herkesin malumudur. İşte bu mükemmel üstünlükten ötürü, Hak Teâlâ, "Kalem ile (yazmayı) öğreten Rabbinin adıyla oku.O, insana bilmediği şeyi öğretti" (Alak. 3-4) buyurmuştur.

6) Bu âlemdeki maddeler, ya basit, ya mürekkeb (bileşik) olurlar. Basit olanlar toprak, su, hava ve ateştir. İnsan, bunların dördünden de istifade eder. Toprak, bizim için tıpkı eğitip büyüten, bağrına .basan bir ana gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sizi ondan yarattık, yine ona döndüreceğiz ve bir kere daha (dirilişte) ondan çıkaracağız" (Tahâ, 55) buyurmuştur. Allah Teâlâ, yeryüzünü bize nisbetle birtakım isimlerle isimlendirmiştir: Bunlar, yatak, beşik, döşek gibi isimlerdir. Suya gelince, biz insanların, içme, çiftçilikte kullanma gibi, sudan elde ettiğimiz faydalar açıktır.

Hem Cenâb-ı Hak, içinden taptaze etler çıkarıp yiyelim, takınacağımız süz eşyaları çıkaralım ve gemilerin sularını yara yara gidişinden istifade edelim diye, denizleri de bizim emrimize vermiştir. Havaya gelince, bu bizim hayat kaynağımızdır. Eğer rüzgârların esişi olmasaydı, o pis kokular tamamıyla bu mamur (meskûn) yerlere hâkim olurdu. Ateşe gelince, yiyeceklerimiz ve içeceklerimiz onun sayesinde pişer, kaynar ve olgunlaşır. Ateş, karanlık bir gecede adetâ güneş ve ayın yerini tutar. Yine o, soğuğun zararını da bertaraf eder (bizi ısıtır). Nitekim şâir,

"Kim kışın bir meyve isterse, bilsin ki kışın meyvesi, ateşidir" demiştir.

Mürekkeb maddelere gelince, bunlar ya ulvî (semavî) tesirler, ya madenler, ya bitkilerdir.Hayvanlar ve insanlar, bu şeylere hükümran gibidirler ve bunlardan istifade ederler. Yine bunlar her çeşidi ile onların hizmetine sunulmuştur.

Binâenaleyh bu alem, tamamen ya ma'mur bir belde gibi, yahut da bütün menfaat ve iyilikleri insan için olan, hazır bir han,karargâh gibidir. İnsan o hanın, hizmet edilen reisi, itaat edilen padişahı gibi; diğer canlılar da, insana nisbette, onun köleleri gibidirler. Bütün bunlar, insana, Allah tarafından büyük şeref ve faziletin verilmiş olduğuna delalet eder. Allah en iyi bilendir.



Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 14/538-541
Devamını Oku »